Print Friendly and PDF

HAKİKATDEN SIZAN SIRLAR



"Bir gün Hz. Mevlâna’nın (bir müridi) pazarın ortasında birdenbire Şems ile karşılaştı. Tam bir kalp doğruluğu ile baş koyup:
diyerek dili ile şehadet getirdi. Bunu işiten halk ayaklandı... Şems, Kutbeddin'in elini tuttu, ... ve ona
dedi.
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II,  s.88-89.
**
Fihi-Ma-f'ih 'te, halkın "Ben Tanrıyım" demeyi büyük bir dava sandığını, aslında, ben Tanrı'dan başka bir varlığım demek olan "Ben Tanrı kuluyum" sözünün çok daha cüretkâr olduğunu, çünkü ikinci bir varlık ispatı gerektirdiğini söyler ve "Ben Tanrıyım" diyenin kendisini yok ettiğini, ben yokluğum, hiçim demek istediğini anlatır.
Mevlânâ Celâleddin, Fihi-Mâ-Fih,  s.37
**
"...Hızır... daima Mevlânâ ile görüşüp konuşur ve ondan gayb âleminin hakikat hâzinelerinin sırlarını sorardı ve güzel cevaplar alırdı.
Bir gün Sultan Veled hazretleri sarığını sarıyordu; fakat sarığın ucu bir türlü doğru gelmiyordu. Bunun için tekrar bozuyor ve yeniden sarıyordu. Mevlânâ;
buyurdular. Sultan Veled de o günden sonra sarığını hiç kendisi sarmadı. Sarığı arkadaşlar sararlardı, o da mübarek başına koyardı". 
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s.346.
'Yine bir gün Cend ve Hucend'den gelmiş olan birkaç ilim tâlibi, Mevlânâ'dan:
"Bu suret âleminde şu fare ne işe yarar?" diye sordular. Mevlânâ hazretleri:
Bundan sonra Mevlânâ buyurdu ki:
"Bir gün Mustafa hazretleri... Kuba mescidinin mihrabında oturmuştu..." Burada, Mevlânâ, bir kedinin Peygamber'i yılan tarafından sokulmaktan kurtarmasıyla ilgili bir hikâye anlatır ve şöyle devam eder:
"Hemen o anda Peygamber: "Kediyi sevmek imandandır. Kedi de olsa seviniz" buyurdu ve mübarek elini onun sırtına sürdü. İşte Peygamber'in, elini kedinin sırtına sürmesi sayesinde onu ne kadar yüksek damlardan atsanız mutlaka ayaklarının üzerine düşer, sırtı yere gelmez.
Eflâkî, Ariflerin Menkibeleri, I, s.436-437.
**

 [Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s. 259.]
ve torunu Çelebi Abid'in velilerin üstün niteliklerini vurgulayan sözleri:
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s. 390.
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s. 331.
**
Mevlânâ'nın, bir veli hakkında iyi sözler söylemeyen Emir Bahaeddin-i Kaani'ye söyledikleri, onun velinin şefaatçi oluşu üzerine düşüncelerini de kapsamaktadır :
E f l â k î , Ariflerin Menkıbeleri, I, s.256.
**
Şems Tebrizî ulaştığı makam ve mertebelerle yetinemiyor, daha yüksek bir makam arıyordu.
Bu amaç için de dünyanın her tarafını dolaşıyordu. Kararının elden gidip, heyecana gömüldüğü bir gece, münacatında
"Ey Tanrı! Kendi örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum"
diye dua etti. Tanrı tarafından
"istediğin gibi herkesin gözünde saklı, güzel ve mağfirete nâil olmuş can, Belhli Sultanü'l Ulema Baha Veled’in oğludur”
diye cevap geldi. Bunun üzerine Şems,
"Ey Tanrı! Onun mübarek yüzünü bana göster, dedi. Tanrı tarafından,
"Bunun şükranesi olarak ne verirsin?" diye soruldu. O da
“başımı" diye cevap verdi.
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I,  s.163.
**
Mevlânâ’nın dostlarından Celâleddin Feridun onun bir hücrede uzun zaman kaldığını görünce arkasından gidip bakar. Hücrenin Mevlânâ’nın vücûduyla dopdolu olduğunu görür. Başka bir menkabede Sultan Veled aynı şeyle karşılaşır. Mevlânâ bu olayı ona şöyle açıklar:
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s.260.
**
Hacı Bektaş Veli Vilâyetnamesi'nde, veli'nin velaye­tinden şüphe eden kişinin başına neler gelebileceğini göste­rerek, ibret dersi veren ilginç bir menkabe bulunuyor. Erkeğin hamile kalması gibi diğer menakıpnamelerde rastlanmayan bir ce­zalandırma motifi içeren bu menkabede, Hacı Bektaş, taş hali­ne getirdiği mercimeği yutan çocuksuz kadınların çocuklarının olacağını söyler. Münkir bir adam buna inanmaz ve inkâr et­tiğini göstermek için de taşı yutar. Bir süre sonra adamın karnı şişer ve ağrı çekmeye başlar. Çaresiz kalarak karnını yardıkları zaman, iki oğlan çocuğunun doğduğunu görürler.
**
Veli, kendisine saygısızlık eden, kendisini ve velayetini inkâr eden veya genelde herkese karşı kötü davranan kişilere felâketler musallat etmeden önce, çoğunlukla bir uyarıda bulunur. O kişiler bu uyarıyı ciddiye alıp, tavırlarını değiştirmedikleri zaman başlarına çeşitli felâketler gelir. Veli, bazen bu cezalandırmayı doğrudan kendisi yapmayıp, başkalarına da yaptırtabilir: Ahî Mustafa adında kendini beğenmiş biri, evinde düzenlediği semaya Mevlânâ’nın torunu Çelebi Arif'i çağırmaz. Buna gücenen Çelebi Arif Ahî Mustafa ve arkadaşlarına şu rubaiyi okur:
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s. 237,
Bir süre sonra, Karaman oğlu Yahşi Han, Konya'ya girer ve Ahî Mustafa ve arkadaşlarını öldürür. Hepsi çırılçıplak bir şekilde Çelebi'nin kapısı önüne bırakılırlar.
Mevlânâ’nın babası Baha Veled'in Belh şehrini terk etmesinden sonra, o şehrin Moğollar tarafından yakılıp yıkılması gibi bir olay da, Baha Veled'in kendisini benimsemeyen Belhlileri Moğollar aracılığı ile cezalandırması olarak yorumlanmaktadır .
**
Velinin bir hastayı iyileştirirken genellikle kendisinde var olan-İlâhî bir gücü kullanarak bu işi gerçekleştirdiğini görüyoruz. Örneğin, Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî Konya'dan ayrılıp Kayseri'ye gitmek üzere yolda giderken katırdan düşüp ayak parmaklarını kırar. Mevlânâ elini kırık parmakların üzerine koyar. Bazı şeyler okuyup üfler, kırık parmak hemen düzelir. Burada, velinin hiç bir araç kullanmadan hastayı iyileştirdiği anlaşılmaktadır.
Başka bir menkabede ise, Menakıbü'1-Arifin'in yazarı Eflâkî'nin Çelebi Arif tarafından, "inayet nazarıyla bakmak" suretiyle iyileştirildiği anlatılır. Bu menkabede, bir bakışla başkalarına zarar verme, yani nazar-değme olarak tabir edilen halk inancının tam tersi bir olay söz konusudur. Bu nedenle bu nazarın, "inayet" nazarı olduğu özellikle belirtiliyor sanırız. Rastladığımız benzer motif içeren menkabelerde, velinin elirvi sürerek hasta gözleri iyileştirdiğine (Ariflerin Menkıbeleri), kamburu düzelttiğine (Ariflerin Menkıbeleri), tükürüğüyle saç veya sakal bitirdiğine (Ariflerin Menkıbeleri) şahit olanların rivayetleri aktarılıyor. Menakıbü'1-Arifin'de anlatıldığına göre, Mevlânâ, boğazı şişen ve ölmek üzere olan torunu Arif Çelebi'nin boynuna yedi tane enine boyuna çizgi çizer ve bu şekilde ölümden kurtarır.
Velinin kendi gücünden başka, herhangi bir araç kullanarak hastalık iyileştirmesi de menakıpnamelerde karşımıza çıkıyor. Bu araçlardan ilki, halk arasında muska olarak tabir edilen ve hastalık iyileştirme, veya bir zararı veya kötülüğü önleme amacı ile hazırlanan genellikle üstte taşınan yazılı kâğıtlardır. Mevlânâ ile ilgili bir menkabede, onun, sıtmalı bir hastayı bu şekilde iyileştirdiğini görüyoruz. Mevlânâ, bir kağıda,
yazarak suya atmalarını, sonra bu suyu hastaya içirmelerini söyler. Sıtmalı hasta kısa sürede sağlığına kavuşur.
 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I,  s.293.
**
Başka bir menkabede de, Mevlânâ'yı ziyarete gelen gayp erenleri, ona İrem bağından bir gül getirirler. Mevlânâ karısına bu gülün hasta gözlere iyi geleceğini söyler. Kira Hatun, kocasının söylediği şekilde bu gülü, gözü hasta insanlara dağıtır. Bir süre sonra hepsinin iyileştiği görülür. Hacı Bektaş Veli Vilâyetnamesi'nde Şems Tebrizi'nin, kör çolak ve kötürüm bir adamı çelik kılıç vurarak iyileştirdiğini görürüz.
**
Akşemseddin Menakıbı'nda, ölü diriltme motifi tam olarak yer almasa bile, bu kerametle ilgili inanışlara bir örnek teşkil etmesi bakımından dikkate değer. Daha önce, velinin kendi isteğiyle ölmesi kerameti ne bir örnek olarak verdiğimiz, Şeyh'in karısının sözü üzerine, Göynük’te yaptırdığı Mescid’e girip yatarak orada ölmesini anlatan menkabenin devamı şöyledir:
Akşemseddin'in ölümünden sonra halifelerinden Şeyh Abdürrahim gelir ve, "eğer şu kadar zaman tamam olmadan gelüp yetişmiş olaydım, ruh-ı şerifleri filan makama varmamış olaydı, yine dilek ederdim döndürürdüm" der.
Ihsan Yurd, Şeyh Akşemseddin,  s.45-47.
**
Menakıbü'1-Arifin'de de Mevlânâ’nın manevî gücü ve kerametlerini gören Hristiyanların İslâmiyet'i kabul edişini anlatan menkabelere rastlanmaktadır:
Onun, bir Rum gencini idamdan kurtardığını, gencin de, Mevlânâ’nın bu büyüklüğü üzerine müslüman olduğunu görüyoruz. Mevlânâ’nın "inayet nazarının bereketi sayesinde bu Rum genci ilim ve marifette şeyh ve bilginleri kıskandıracak bir düzeye gelir. Yine bu menkabede, mühtediler yoluyla velilerin, gayri-müslimler arasında İslâm dininin propagandasını yaptıklarını da anlıyoruz. Menkabe şöyle devam eder:
"Bir gün Mevlânâ hazretleri adı geçen Şeyh Alâeddin'den: (müslüman olan Rum genci) "Hıristiyan keşişler ve Hıristiyan bilginler... İsa'nın hakikati hakkında ne diyorlar?" diye sordu. Alâeddin: "onlar, İsa'ya Tanrı diyorlar" dedi. Mevlânâ:
buyurdu"
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 294.
Mevlânâ sözlerini, bu tarzda bitirir:
"Verilmesi gereken şeyi bir fakire, bir Tanrı kuluna vermeli; zira bu, Tanrı'ya vermek demektir. Çünkü
“Sadakalar fakirlerin ve hiçbir şeyi bulunmayanların hakkı" Kuran IX, 61.dır .
Eflâkî, a.g.e., I, 
Menakıbü'l-Arifin'de Mevlânâ'nın "kötü huy, ağır yük" atasözünün hikâyesini anlattıktan sonra, bu hikâyenin sonunda, cimriliğin insanın başına parasızlıktan daha büyük dertler açtığını , kişiyi çevresine karşı aşağılayıcı bir duruma soktuğunu söylediğini görürüz.
"Eflâkî,Ariflerin Menkıbeleri, I,  363.
Yine bu eserde, Mevlânâ'nın, bazı insanların paralarını çevrelerindekilerin faydasına harcayacaklarına, toprağa gömdülerini, bu insanların öbür dünyaya çırılçıplak gideceklerini anlatan sözlerinden sonra yer alan Mesnevi'den iki beyit bu konuda okuyucuya çarpıcı öğütler verir:
Eflâkî, a.g.e., I,  s.502.
Mevlânâ’nın bazı fakihlere verdiği dersi de örnek gösterebiliriz: Bir yaratığa secde etmenin doğru olmadığını ileri süren fakihlere Mevlânâ;
bir mahkûmun idama gittiği sırada, padişahın yakınlarından biri gelip onu kurtardığı zaman, bu adamın kurtarıcısının ayaklarına kapanıp, onu övmesi nasıl doğal karşılanırsa her insanın, kendisine yardım eden kişiye karşı kendini borçlu hissetmesinin ve onu yüceltmesinin doğal karşılanması gerektiğini söyleyerek cevap verir.
Onun bir vesile ile söylediği "kabalarla kaba, naziklerle nazik ol" sözleri, toplumsal ilişkilerde seçici olmak gerektiğini vurguluyor:
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I,  s.422.
**
Mevlânâ’nın müritlerinden Alâmeddin-i Kayser, Mevlânâ’da ne gibi bir keramet görerek ona kapıldığını ve müridi olduğunu sordukları zaman şöyle cevap verir:
Eflâkî, a.g.e., I, s.465.
**
Menakıbü'1-Arifin'de Mevlânâ’nın dostlar arasında ne çeşit bir ilişki olması konusunda da bazı öğütler verdiğini görürüz. Bu konuda Mevlânâ, Bayezid Bistamî'nin bir hikâyesini anlatarak, dostluğun iyi geçinmek demek olmadığını, dostluğun derecesinin ve lezzetinin, kavga, barış ve sitemde olduğunu anlatır. Bistamî bu konuda şöyle der:
Eflâkî, a.g.e., I, s.428.
Mevlânâ'nın ölüm döşeğinde, mürit ve muhiplerine verdiği öğütler bu ortak değerlerin bir özeti niteliğindedir:
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II,  s.55.
Geniş halk kitleleri için yazılmış bu eserlerde, veli bu görevlerin bilincinde ve kesinlikle halktan kopmamış bir dinî lider olarak karşımıza çıkar. Bu gözlemi en iyi örnekleyecek olan Mevlânâ’nın sözleridir: Mevlânâ, hasta olduğu için, Hacca giden sahibi tarafından çölde ölüme terk edilen deveye, yırtıcı hayvanların, boynunda asılı hamayilden dolayı yaklaşamadıklarını anlattıktan sonra,
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s.  178.
Şems, Mevlânâ'dan önce, kendisinden daha olgun, daha üstün ve eksikliklerini tamamlayacak bir mürşit bulmak amacıyla, birçok ereni ziyaret eder. Bağdat'ta Şeyh Evheddedin Kirmanî'yi gördüğü zaman, Şems'in üstün niteliklerine hayran kalan Şeyh, onun kendisini arkadaşlığa kabul etmesini ister. Şems, yukarıda anlatılan menkabede Mevlânâ'dan istediği şeyleri Şeyh Evhededdin'den de ister. Bu isteklerin hiçbirini yerine getiremeyen Şeyh'i Şems:
diyerek reddeder.
Görüldüğü gibi, tasavvuf yolunda olgunlaşmış ve birçok mürit irşad etmiş bir şeyhin bir diğerine intisap etmesi doğal bir olaydır.
Eflâkî, a.g.e., II, s.189.
Sultan Rükneddin (Rükneddin Kılıç Arslan IV) sarayında büyük bir sema tertip eder ve devrin bilginlerinden Şeyh Babay-ı Merendî'yi baş köşeye oturtarak, onu kendisine baba edindiğini açıklar. Bunu duyan Mevlânâ,
der ve nara atarak çıkıp gider.
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s.203.
**
Mevlânâ için gerçek mürit kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir. Bu vesile ile anlattığı hikâyede, kendisine
“Tanrı mı büyük, şeyhin mi?” diye sorulan bir müridin,
“ben Tanrı'yı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka bir [Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s.464.] şey tanımam, hep onu tanırım" dediğini anlatır.
Hacı Bektaş Veli, Güvenç Abdal'a müridin, şeyhi ne isterse sorgusuz sualsiz yerine getiren kişi olduğunu söyler.          
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s.310.

**
Mevlânâ, müritlerinin kötü insanlar olduğunu söyleyen Muineddin Pervâne'ye verdiği cevapta, bu insanları, kötü oldukları için, ahlâklarını değiştirip, iyi olmalarını sağlamak ve iyi insanlar sırasına sokmak amacıyla mürit olarak kabul ettiğini anlatır.
Mevlânâ'nın, müritlerini dünya üzerinde ıslah edilebilecek insanlar oldukları için seçtiğini, bütün insanları kalburdan geçirdiğini, müritlerinden başka kalbur üstünde kalan olmadığını söyler ve
diyerek kendi müritlerinin, yeryüzündeki diğer insanlara göre üstün niteliklere sahip olduklarını anlatır.
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, s.192.
**
NOT: Alıntılar için Zeynep SABUNCU’ya teşekkür ederiz.
Kaynak: Zeynep SABUNCU, Mevlevi, Bektaşi, Bayramî Tarikatlerine Bağlı Dört Evliya Menakıpnamesi Üzerine Bir İnceleme,  (Doktora Tezi), Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 1989, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar