HARİCİYE ÇARKI-Anılar
Hzl: Mahmut DİKERDEM
Anlatılanlar
uzun bir meslek yaşamının özetlenmiş öyküsüdür. Atatürk’ün toprağa verildiği
günlerde üniversiteyi bitirip iş aramak için gittiğim Ankara’dan tam otuzyedi
yıl sonra emekli olarak ayrıldım ve bu süre içerisinde yalnız Dışişleri
Bakanlığında çalıştım. Uzun meslek yaşamım boyunca, başta Türkiye’nin iç ve dış
politikasına yön veren devlet adamları olmak üzere, zamanın ileri gelen
politikacılarını, yazar, bilim adamı ve sanatçılarını yakından tanımak
fırsatını buldum. Tanık olduğum siyasal olaylara adı karışanlardan sırası
geldikçe söz edeceğim; ancak, öykümün belli başlı kahramanlarını «Hariciyeciler»
oluşturacaktır.
Aslında
bu anıları yayınlamak konusunda epey duraksadım. Gördüklerimi, bildiklerimi
anlatırken aynı çatı altında çalıştığım kişilerden söz etmek, onların bana
olumlu ya da olumsuz görünen yanlarını kamuoyu önünde sergilemek durumunda
kalacaktım. Oysa bu, ne kişiliğime ne de dünya görüşüme uygundu: Zorunlu
kalmadıkça insanlarla uğraşmayı, onların güçlü ya da zayıf yanlarını
araştırmayı sevmem. Ayrıca, bireylerin toplum yaşamına etkisinin sınırlı
olduğunu da bilirim. Bence insanların düşünce, duygu ve davranışlarını, her
şeyden önce, bağlı oldukları sosyal sınıf belirler. İnsanlık tarihinin, sınıf
çatışmaları tarihinden ibaret olduğuna inananlardanım.
Yine
de anılarımı yayınlamaya karar vermemde kimi nedenler ağır bastı. Önce,
Dışişleri Bakanlığına yeni girmiş ya da girmek hevesini taşıyan gençlere kendi
deneyimlerimi aktarmanın mesleğime yapabileceğim son bir hizmet olacağım
düşündüm. Başımdan geçenlerden kendilerine göre çıkaracakları derslerle yeni
kuşaklar meslek basamaklarını tırmanırken karşılaşacakları güçlükleri belki
daha kolay göğüsleme olanağını bulacaklar, hiç olmazsa boş hayallere
kapılmamayı öğreneceklerdi. Bir başka ve daha önemli neden ise tüm günah ve
sevaplarıyla Türk Hâriciyesinin bir anatomisini yapmak zamanının geldiğine
inanmamdır. Gerçekten de, üzerinde çok konuşulduğu, çok yazıldığı halde
kamuoyunca en az tanınan devlet dairesi Dışişleri Bakanlığı’dır, denilebilir.
Kimi zaman yoğun övgü, kimi zaman da aşırı yergi konusu yapılan bu Bakanlığın
işleyişini, orada egemen olan zihniyeti bilenler azdır. Hariciye’nin Türk dış
politikasının yönlendirilmesindeki işlevi nedir, etkinliği ne ölçüdedir, bu
konulara pek eğilinmez. Eleştiriler, kuruma değil kişilere yöneltilir.
Aslında
diğer ülkelerde de durum biraz böyledir. Diplomasinin bir uzmanlık işi olduğu,
halkın dış politikayla ilgilenmediği ileri sürülür. Nitekim her konunun kamuoyu önünde
tartışıldığı, hiçbir önemli sorunun halktan gizli kalmadığı sanılan Birleşik
Amerika’da bir Dışişleri Bakanı; Henry Kissinger, tam sekiz yıl Amerika’nın dış
politikasını gizlilik içinde yürütmüş, «State Department»ı bir esrar perdesi
altında yönetmiştir. Ama Türkiye’de Dışişleri
Bakanlığı’nı kamuoyundan gizleyen perde daha kalındır, çünkü bizde ötedenberi
dış politika alanı kamuoyuna «tabu» olarak tanıtılmıştır. Cumhuriyetin
ilânından bu yana Türkiye’nin dış politikası birkaç kişinin kapalı kapılar
ardında verdikleri kararlarla yönetilmiş ve yalnız kamuoyunun değil Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin de dış politika alanındaki denetimi sınırlı kalmıştır.
«Tek
parti tek şef» döneminde bir dereceye kadar doğal sayılabilecek bu durum
demokratik yaşama geçiş denilen süreçte de pek değişmemiştir. 27 Mayıs 1960’dan
sonradır ki toplumsal yaşamda dış politikanın belirleyici rolü, iç politika ile
dış politikanın karşılıklı etkileşimi anlaşılmaya başlamış ve dış politika
sorunlarına kamuoyunun ilgisi artmıştır. Bu ilgiyle birlikte Dışişleri
Bakanlığı’mızı örten gizlilik perdesinin kaldırılması, dış politikamızın nasıl
ve kimler tarafından yürütüldüğünün bilinmesi zorunlu hale gelmiştir.
İşte
ben, meslek hayatımın serüvenini anlatırken 37 yıl süre ile çeşitli
kademelerinde görevli bulunduğum bu kurumun belirli bir dönemde nasıl
çalıştığını, orada egemen olan zihniyeti, geçirdiğim deneylerin ve tanık
olduğum olayların ışığı altında gözler önüne sermek istedim. Amacım kimseyi
yargılamak değil, «Hariciye Çarklının nasıl işlediğini göstermektir. Çarkın
dişlilerini tanımadan onun nasıl işlediği anlaşılamayacağına göre Hâriciyeye
damgasını vurmuş kişilerin kimliklerini de ister istemez açıklamam gerekti. Bu
kitapta adı geçenler arasında kendileri hakkında yazdıklarımdan memnun
kalmayacaklar bulunabilir, fakat hiçbirisiyle kişisel çatışmam olmadığı gibi
mesleğimin doruğuna genç yaşta eriştiğimden, yazdıklarımın duygusal tepkilerin
dışında ve nesnel ölçüler içinde kaldığına inanıyorum. Başka bir deyişle burada
anlatılan olaylar ve kahramanları tümüyle gerçekliğe uygundur.
Kitabımın
başlığında «Dışişleri» yerine niçin «Hariciye» sözcüğünü kullandığımı merak
edenler olacaktır, onu da açıklayayım: Dışişleri Bakanlığı hükümeti oluşturan
organlardan biridir ve bu niteliğiyle öteki bakanlıklardan ayırdedilemez.
Dışişleri memurunun da herhangi bir devlet dairesindeki görevliden farkı
olmaması gerekir. Ama durum böyle değildir. Her nedense, Dışişleri memuru
herkesin gözünde bir ayrıcalık kazanmıştır. Ankara’da
Dışişleri ailesine sanki yabancı bir «koloni», bir «klan» gözüyle bakılır. En
azından benim zamanımda bu böyleydi. Onların yaşam biçimi, sosyal ilişkileri,
hattâ yiyip içme, konuşma tarzları bile alışılmışın dışında görünür. Aslında
bu, yalnız bize özgü bir dürüm da değildir.
Öteki ülkelerde de diplomatlara değişik bir tür insan gözü ile bakanlar
vardır. Mesleğin kalıplara verdiği önemden mi nedir, dünyanın her yanında
diplomatlar aynı tornadan çıkmış gibi birbirlerine benzerler. Bizim,
diplomatlarımıza «Hariciyeci» sıfatını yakıştırmanın nedenini ise şöyle
anlatabilirim: Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri
Bakanlığı’nda çalışmak başka, HARİCİYECİ olmak başkadır! Hariciyecilik bir
zihniyet, bir tutum hattâ bir dünya görüşünü simgeler. Örneğin, aynı yöreden
gelme, aynı okullarda okumuş iki gençten biri Dışişlerine öteki başka bir
devlet dairesine girse, birkaç yıl sonra bu iki genç karşılaştıklarında
birbirlerini âdeta tanıyamazlar. Yaşayışları, düşünüşleri, değer yargıları
değişmiştir. Çünkü biri «Hariciye Çarkı»nın dişlilerinde öğütülmüş,
«Hariciyeci» olmuştur. Bu
tanımlamanın altında, Hariciye mesleğine giren gençleri kişiliksiz, ürkek,
toplumdan kopuk birer kukla haline getiren zihniyet yatmaktadır. Ne demek
istediğimi daha iyi anlatabilmek için, Dışişleri Genel Sekreterliği’ne kadar
yükselmiş bir diplomatımızın sözlerini aktaracağım: Bu Genel Sekreter Dışişleri
akademisinin çalışma yılını açarken, mesleğe yeni giren genç memurlara şöyle
seslenmişti: «Sizlerden beklediğimiz, verilen görevi en iyi
şekilde yerine getirmeye çalışan birer teknisyen olmanızdır. Kişisel
düşünceleriniz, ideolojik eğilimleriniz bu bakanlığın kapısının dışında
bırakılmalıdır. Örneğin bana ‘sağcı mı yoksa solcu musunuz?’ diye soranlara ‘ne
sağcı ne de solcuyum, ben hariciyeciyim’ karşılığını veriyorum.»
Başka
bir ünlü diplomatımız da 12 Mart öncesindeki gençlik olaylarını bastırmak için
çare arayan Başbakana: «Eylemcilerin başına ödül
konulsun, onları diri ya da ölü ele geçirenlere bol para vaad edilsin,
Amerika’da böyle yaparlar» önerisinde
bulunmuştu.
Daha
yakın geçmişten de bir örnek vereyim: 12 Eylül döneminin ünlü Barış Derneği
Davası’nda askeri mahkeme Dışişleri Bakanlığımızdan Dünya Barış Konseyi’nin
niteliği hakkında bilgi istemişti. Bakan yanıtında adıgeçen örgütün SSCB’ nin
en faal cephe örgütü olduğunu, Sovyet Komünist Partisi’nin güdümünde
bulunduğunu ve NATO’yu zayıflatmaya çalıştığını bildirdi. Oysa bu «bilgi»ler
Amerikan Merkezî Haberalma Örgütü (CIA)’nün yayınladığı bir propaganda
dergisinden sanki kelimesi kelimesine aktarılmıştı. Durum mahkemede sanıklar ve
avukatları tarafından delilleriyle ortaya çıkarıldı ve Dünya Barış Konseyi’nin
Birleşmiş Milletler Teşkilatınca tescil edilmiş, 135 ülkeye yaygın bir
«Hükümetler dışı Kuruluş» (ONG) statüsünde bulunduğu kanıtlandı ama yine de
Sıkıyönetim mahkemesinin Dışişlerinin resmî görüşüne dayanarak 35 seçkin
aydınımızı ağır hapis cezalarına çarptırmasına engel olunamadı. Hâriciyemizin
tüm dünya sorunlarına olduğu gibi barış hareketinde de Amerikan gözlüğü ile
yaklaşmaya koşullandırılması bu sonucu doğurmuştu.
Örnekleri
daha da çoğaltmak mümkün ama hepsinin kökeninde yatan «Hariciyeci zihniyetedir.
Kendi kendime hep sorarım: Acaba Hariciye Çarkı’nın dişlileri
arasında öğütülmek oraya girenler için değişmez, bir yazgı mıdır? Bu soruya yanıt aradım
ve bu köhne çarkı kırıp yarının Türk Hariciyesi’ni kuracak olanlara kendi
deneyimlerimi aktararak bir nebze yardımcı olmaya çalıştım.
İstanbul,
Temmuz 1989
Sh:5-9
**
«Türkiye’de
insana vurulan iki damga vardır ki bunlardan birini atamıza yediniz mi
hayatınızın sonuna kadar ondan kurtulamazsınız. Bunlardan biri ‘komünist’ öteki
‘uçkur’ damgasıdır» [Zamanla damganın adı değişiyor]
**
“Nasıl
ki siyasi literatürde Fransız Hâriciyesi ‘Quai d’Orsay’ , İtalyan Hâriciyesi
‘Palazzo Chigi’ diye tanınıyorsa, bizim Hariciye’nin rumuzuda ‘Hergele Meydanı’ olmalıdır.”
**
«Rusların
Almanlar tarafından yok edilme girişimi Hitler’in yüzyılda ancak bir kez
rastlanabilecek büyük işlerindendir»
**
Ünlü
bir İngiliz diplomatının genç meslek memurlarına öğütlediği gibi, «bir
konuyu müzakere ederken karşısındakinin ard düşüncelerini öğrenmeye çalışmak
hatadır».
**
….Türkiye’nin
hiçbir suretle Sovyetler Birliği’ne karşı bir savaşa sürüklenemeyeceğini
etraflıca anlatmıştı. Ne var ki, Türkiye Dışişleri Bakanı Sovyetler’e Karadeniz
ve Boğazlarda bir karşılıklı yardım anlaşması önerince işin rengi değişmişti.
Bir yandan Almanların baskısı öte yandan da Türk-İngiliz-Fransız ittifakının
savaşı Karadeniz kıyılarına sıçratması kaygısıyla Sovyetler, Türkiye’nin
istediği biçimde bir karşılıklı yardım anlaşmasına yanaşmak istemiyordu.
Almanya ise o sırada İngiltere ve Fransa’nın Balkanlar ve Ortadoğu’da bir
kuşatma zinciri kurmasını engellemek peşindeydi ve kilit mevkide bulunan Türkiye’yi
Batı ile işbirliğinden uzak tutmak için Sovyetler’i Türkiye üzerinde baskı
yapmaya itiyordu. Sovyet hükümeti de Karadeniz bölgesini tarafsızlaştırmada
Almanlara yardıma hazır görünüyordu.
**
İnönü
Avrupa’da bir savaş patlak verince Türkiye’nin yerinin Batılı devletlerin
yanında olacağına çoktan karar vermişti. Çünkü
İsmet Paşa I. Dünya Savaşını yaşamış, Batılıların yenilmezliğine inanmış
kuşaktandı. Ayrıca, Osmanlı döneminde dış politikanın -temelini
oluşturan «Batılı bir Müttefike yaslanmadan Ruslarla dost
olunmaz» ilkesini
de benimsemişti. Nitekim 1944 yılında Numan Menemencioğlu’nun Dışişleri
Bakanlığı’ndan istifaya zorlanmasıyla sonuçlanan olayda İnönü’nün Numan Bey’e
söylediği sözler ilginçtir: Menemencioğlu’nun insiyatifiyle üç Alman gemisine
aranmadan Boğazlardan geçiş izni verilince İngiltere Dışişleri Bakanı Eden bu
gemilerin savaş gemisi olduğunu ileri sürerek Avam Kamarası’nda Türk hükümetini
şiddetle eleştirmişti. Bunun üzerine İnönü Dışişleri Bakanına, «Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile İngiltere’yi ayrı cephelerde
tutabildiği ve birbirine karşı kullanabildiği sürece ayakta durmuştur. Oysa sen ikisini aynı cephede birleştirdin» demiş
ve Numan Bey’e istifa etmek düşmüştü ( *).
*
Alman gemisine Boğazdan geçiş izni kuşkusuz ki Saraçoğlu’ nun onayı ile
verilmişti. Ama Cumhurbaşkanı bu olaydan ötürü hükümetin toptan istifasını
doğru bulmayarak Menemencioğlu’nu feda etmeyi yeğlemiştir.
Gerçi
İnönü, Batıklarla ittifak kurarken de Sovyetleri kışkırtacak hareketlerden
dikkatle kaçınmış ve kendi ifadesine göre «Almanya
ile Sovyetler Birliği arasında savaşın ergeç kaçınılmaz olduğu» na
inandığı için İngiltere ve Fransa ile ittifak kurmakta sakınca görmemiştir. Ancak,
bu doğru olsa bile, II. Dünya Savaşı boyunca İnönü’ nün ve onunla birlikte tüm
danışmanlarının Türkiye için tehlikeyi Almanyada değil Rusyada gördüğü ve savaş
içindeki tutumumuzun salt bu inanca göre uyarlandığı da tarihsel bir gerçektir (** ).
**
Metin Toker «İsmet Paşa ile On Yıl» adlı kitabında, 1941 yılı 22 Haziran’ında NAZİ ordularının Rusya’ya saldın harekâtı
başlattığı haberi kendisine iletilince İnönü’nün uzun süren bir kahkaha
kopardığını yazar. Anlaşılan
İsmet Paşa Almanlarla Sovyetlerin kapışacağına ilişkin öngörüsünün doğru
çıkmasına sevinmiştir. Ancak ben, 25 milyon gencin ölümü ve Avrupa’nın yıkıma
uğramasıyla sonuçlanacak bir savaşın Türkiye Cumhurbaşkanınca çıngıraklı
kahkahalarla karşılaması olayını hayalimde canlandırdıkça hâlâ ürperti duyarım.
Sh: 43
İkinci
Kıbrıs Barış Harekâtı’nm başladığı haberi dünyaya yayıldığı sırada, Cenevre’de
İngiltere Dışişleri Bakam Callaghan Türkiye Dışişleri Bakanı Turan Güneş’e: «Bu sözlerimi unutmayın: bugün Kıbrıs ordunuzun tutsağıdır. Ancak
yarın ordunuz Ada’nın tutsağı olacaktır»
**
«Dünya
güneş etrafında döner dediği için Galile’nin engizisyon mahkemesine verildiğini
biliriz Hikâye ederler ki, büyük İtalyan bilgini hakimlerinin huzurunda diz
çökerek tövbe etmek sayesinde ölümden kurtulmuş ama mahkemeden çıkarken ayağını
yere vurarak: ‘Ne yapayım ki dünya dönüyor’ demiş. Ve engizisyon mahkemesinin kararına
rağmen dünya dönmekte devam etmiş.
Bugün dünyanın döndüğünü söyleyebilmek için Galile kadar kahraman
olmaya lüzum kalmadığını düşünerek seviniyoruz, fakat unutuyoruz ki, engizisyon
mahkemelerinin üzerinden dört yüz yıl geçtiği halde dünyanın güneş etrafında,
dönmesi kadar basit, aydınlık gerçeklere inanmak, hâlâ bir kahramanlık, bir
cesaret meselesidir. Bu sözlerde mübalağa arayanlara hatırlatalım:
Bundan
on yıl önce, bir Alman’ın yahut bir İtalyan’ın, Yahudilerin de bizim gibi
insanlar olduğuna inanması ne büyük bir cesaret işi idi?
Halbuki
bundan on yıl önce de, insanların damarlarındaki kana göre sınıflandırılamayacağı,
ırkçılık nazariyesinin hiçbir bilim temeline dayanmayan bir şarlatanlıktan
ibaret olduğu pekâlâ biliniyordu. Galile’yi
yargılayanların, hiç olmazsa, dünyanın döndüğünü bilmemek gibi bir mazeretleri
vardı; yirminci yüzyılda yaşayan Almanlar ise ırkçılığın yalan olduğunu bile
bile Hitler’e ses çıkarmadılar. Çünkü doğruyu savunmak için kelleyi koltuğa
almak gerekiyordu.
Daha
yakın zamana, yaşadığımız günlere gelelim: Bugün Amerika’da 1950 modeli bir
engizisyon mahkemesi vardır ki, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının
vicdani kanaatlerini araştırmaya, evlerinde hangi kitapları okuduklarını, hangi
düşünceye sahip olduklarını soruşturmaya yetkilidir. Mahkemenin adına «Amerika Aleyhtarı Faaliyetlerle Mücadele Komitesi» denmiştir.
Amerika’nın en değerli sanatkârları, artistleri, bilim adamları bu meşhur
Komite’nin önünde hesap vermeye mecbur tutulmuşlardır. Mahkemenin sorduğu
ahiret suallerine iyi cevap vermiyenler «Amerika düşmanı» ilan edilip işlerinden
atılmışlardır. Şimdi bunları görüp de, Amerikalı bir aydının Galile’den daha az
kahraman olduğunu iddiaya imkân var mıdır?
Memleketimize
gelince, medeni cesaret bahsinde Amerikalıları fersah fersah, aşmış olmakla
öğünebiliriz. Bizim ileri fikirli aydınlarımız
bilim yolunda yürüyebilmek, en basit hakikatleri açığa vurabilmek için, eski zaman
şövalyelerinden daha büyük kahramanlık sınavından geçmek zorundadırlar. Vatan hainliği damgasını yemeyi, türlü isnatlara,
iftiralara göğüs germeyi ve sonunda işten atılmayı göze almadan Türkiye’de
bilim düşüncesini savunmak kolay iş midir? Sinsi
tehditlerle başlayıp gürültülü nümayişlerle sona eren bir baskıyı hiçe sayarak
gazete, dergi çıkarmak, yaşatmak kimin harcıdır?
Bunları
söylemekten maksadımız, dünyada hüküm süren parlak bir demokrasi edebiyatına
rağmen insanların henüz en tabii haklarını bile, hayatlarını tehlikeye koymaksızın
koruyamadıklarını anlatmaktır. Olayların ne garip bir cilvesidir ki, demokrasi
denilen hürriyet rejimi bugün birçok yerlerde bir cesaret ve kahramanlık rejimi
haline gelmiştir. Halbuki hakiki halk idaresinde halk düşmanlarından başka
hiç kimsenin, doğru olduğunu bildiği yolda yürümesi için açlığı, hapsi göze
almasına lüzum yoktur. Halk idaresinde halka hizmet etmek isteyenlerin yoluna
hiçbir engel konmaz, yüreğine korku salınmaz. Çünkü bu idarenin halktan gizli
kapaklı tarafı yoktur.
Başbakan
Bay Şemseddirı Günaltay geçenlerde verdiği bir demeçte:
demişti.
Bugünkü durum gerçekten Başbakana hak verdirecek mahiyettedir. Ama bir
memlekette namus, kelle pahasına elde ediliyorsa orada demokrasi var denemez.»
Sh:105-107
Konuklarımızı
eşimle birlikte karşılarken, İngiltere ve İtalya Sefirlerinin sofra tablosunun
önünde uzun uzadıya durduklarını ve aralarında bir şeyler konuştuklarını
farketmiştim. Nitekim, yemeğe geçilmeden salonda içki dağıtıldığı sırada
İngiliz Sefiri yanıma gelip beni bir köşeye çekti ve oldukça sert bir şekilde:
«Bana
ve eşime sofrada hakkımız olan yeri vermemişsiniz» dedi.
Anlayamamıştım, nedenini sordum. «Dışişleri Bakanından sonraki yere
koyduğunuz Hintli büyükelçilerin önüne geçemez» dedi.
İtiraz
ettim: «O bir milletvekili hem de bir Raca’ dır» dedim. Sefir daha da
sertleşti:
«Hayır,
yanılıyorsunuz, Hint protokolünde o kişinin yeri büyükelçilerden sonradır»
dedikten sonra biraz ilerimizde duran Protokol Şefini kolundan tutup yanımıza
çekti ve:
«Büyükelçiye
söyleyiniz, şu Hintli benim önüme geçebilir mi?» diye
sordu. Protokol Şefinin sıkıldığını, İngiliz Sefirinden çekindiğini hissettim
ve onun cevap vermesine fırsat bırakmadan Sefire: «Unutmayın ki Türkiye
Sefaretindesiniz, burada Türk protokolü yürürlüktedir ve bizim protokolümüzde
milletvekilleri büyükelçilerin önüne geçerler» dedim. Zavallı Protokol Şefi
bu sözlerime can simidi gibi sarıldı ve beni hararetle tasdik etti. Fakat İngiliz Sefiri’nin gazabı sönmemişti, işaret parmağını smokin
ceketimin göğsüne dayayarak bana işlediğim büyük suçu anlatmaya devam ediyordu.
Protokol Şefi yanımızdan sıvışırken ben de sefirin kolunu tutarak aşağı
indirdim ve: «Bu tartışmayı başka
bir zamana bırakalım da konuklarımla meşgul olayını» dedim.
Sh:
183
Kaynak: Mahmut
DİKERDEM, HARİCİYE ÇARKI-Anılar, Cem Yayınevi-Kurucusu: Oğuz AKKAN, 1989, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar