HOŞLANMA, SEVGİ VE ÂŞK ARASINDAKİ FARKLAR
Nevzat TARHAN
02.01.2008
02.01.2008
Sevgi ise şemsiye bir tanımdır.
Hoşlanmayı da içinde barındırmakla birlikte sevginin karakteristik özelliği
bağlılıktır. Sevgi; ilahî sevgi, insanî sevgi, erotik sevgi diye farklı
gruplara ayrılabilir. İnsanın olgun özelliklere, güçsüz ve zayıf insanlara,
hayvanlara olan sevgisi bu alt grupları oluşturur.
Âşk, sevginin tutkulu ve derin
biçimidir. Aşkın en önemli özellikleri; sadakat, bağlılık ve şefkattir. Bu üç
hususiyet, âşk ile sevgi arasındaki farkı gösterir. Âşık olan kişide önceliği
duygular almış ve muhakeme ikinci plâna düşmüştür. İhtirasla seven kişilere ‘delicesine
âşık’ denilmesinin sebebi de budur. Âşık, sevdiği için kendi çıkarını terk eden
kişidir.
Aşkta hoşlanma ve sevgide yaşanandan
farklı olarak şefkat vardır. Genel olarak aynı doğru üzerinde bulunduğu
düşünülse de sevgi ile şefkat birbirinden ayrı şeylerdir. Bir insanın âşık olup
olmadığı onun şefkatine bakarak anlaşılabilir. Ayrıca şefkat, karşılık beklemez
ve şarta bağlı değildir. Şefkat hisseden kişi âşık olduğu insanı ne pahasına
olursa olsun mesut etmek ister.
Âşık, ‘Onu mutlu etmeliyim’ düşüncesiyle
hareket eden, sevdiğine karşı her türlü fedakarlığa hazır insandır. Hakiki âşk,
tanımlanarak yaşanan aşktır. Âşk, samimiyet ve içtenlik taşıyan bir histir.
Âşık, ‘sevdiğime bütün sırlarımı anlatabilirim ve o hayatımdaki en özel
kişidir’ diye düşünür. Ayrıca aşkta mantığın ikinci plânda olduğu, tutkunun
yaşandığı bir boyut vardır.
Âşk ile bağlılık arasında da yakın
bir ilişkiden sözedilebilir fakat her âşk bağlılık, her bağlılık da âşk demek
değildir. Bazı insanlar birbirlerine bağlı olduklarını zannetseler de onları
bir arada tutan, ortak menfaatleridir. Çıkar ortadan kalktığında sevgi ve aşkta
uçar. Menfaat özellikle mecazî sevgilerde görülür.
Meselâ, bir insanı fizikî güzelliği
için seven kimse, güzellik ortadan kalkınca sevmekten vazgeçer. Oysa gerçek
aşkta karşıdaki insanın kimliğini sevme duygusu hâkimdir. Bir kimse sevdiği
kimse için ‘onunla beraber olmadığımda mutlu değilim’ diye düşünüyorsa bu
aşktan kaynaklanan bağlılıktır. Ama vatanî görev gibi mecburen hissedilen
bağlılıklar da vardır.
Kadın erkeğe, erkek kadına sadıktır
lâkin; sevmez ve öfkelene öfkelene bağlıdır. Pek çok evlilikte olduğu gibi
itaat vardır ancak bu, askerî görevden kaynaklanan bir itaate benzer.
Burada zaman zaman bağlılıkla
karıştırılan bağımlılık kavramını da açıklamakta fayda var: Bağlılıkta kişi
sevdiği insan tarafından psikolojik ihtiyaçları karşılandığı için tatmin
duygusu yaşar. Oysa bağımlılık çıkar ilişkisidir. Tıpkı başka şansı olmadığı
için oluşan şirket ortaklığı gibi…
Prens Charles ile Lady Diana evlenirken,
gazeteciler ‘birbirinize âşık mısınız?’ diye sorduklarında onlar ‘âşk
ne demekse biz oyuz’ dediler. Bu cevap üzerine gazeteciler, ‘aşkın ne
olduğunu bilmiyorlar’ diye yazarak, yeni evli çiftle dalga geçtiler. Biraz
politik bir cevap olmakla beraber Prens Charles’in söylediği, doğruydu. Yani aşktan ne anlıyorsanız âşk, odur.
Âşk, yüzyıllardan beri sadece
duygularla yaşandığı farz edilerek, filozoflar ve şairler tarafından tarif
edilmiş, bilim adamları aşkın tarifiyle uğraşmamıştır. Çünkü bilim denilince
insanların aklına analitik, soğuk, ciddi, sebep-sonuç ilişkilerine dayanan bir
şey gelir. Fakat aşkın anlaşılmasında son 30-40 yılın, bilimsel analizleri
ciddî bir yardımcı olmuştur. Atomdaki nötronla proton arasındaki çekim gücü,
kadınla erkeğin ilişkisi, liseli aşıkların yaşadıkları duygu seli, yada
Yaratıcı’ya olan bağlılık…
Bunların hepsi âşk tanımı içinde
açıklanmaktadır. Âşk, gerçekten hepsini kucaklayacak kadar geniş bir şemsiye
midir?
Âşk, sevginin tutkulu ve derinlikli
biçimidir. Aşkı sevgiden ayıran en önemli üç özellik, sadakat, bağlılık ve
şefkattir. Sevdiğine delice bir tutkuyla bağlanan âşık onun için kendi çıkarını
terk eden kişidir. Âşık olan kişide muhakeme ikinci plana düşmüş, öncelik
duyguların olmuştur.
Âşk aynı zamanda gerçeklerin dışına
çıkmış, hayal dünyasında yaşanan romantik bir duygudur. Aşktan anlaşılan şey
romanstır. Güzel bir âşk yaşamak için romansı mahveden ve artıran şeylerin iyi
bir sentezi gerekir.
Âşk, 1,5 – 3 sene arasında değişen
bir ömre sahiptir. Ondan sonra buhar olup uçar. Süreç sevgi ve aşkla başlar
ama; mantıkla devam eder. Mantık içermeyen âşk, bir müddet sonra yok olmaya
mahkûmdur.
Âşk, uzun bir yolculuğa çıkmak ya da
yanan bir ateşi seyretmek gibidir. İnsan ateşe şevkle bakar fakat onu canlı
tutmak için çabalaması gerekir. Ateş yanarken arada bir sönmeye yüz tutsa da
gereken bakım ve ilgiyi gördüğünde tekrar alevlenir. Aşkın kısa sürmesinin
sebebi, aşıkların âşk ateşinin içine atlayıp, yanmak gerektiğini
düşünmeleridir.
Halbuki âşk, yönetilmesi icap
eden bir ateştir. Ateşe dışardan takviye yapmak, onun ısı ve enerjisinden
faydalanmayı sağlar. Âşıklar, birlikte alevlendirdikleri ateşi izleyerek mutlu
olurlar. Fakat mantıksız bir biçimde alevlerin içine dalmak, onu iki sene de
sönen bir kül yığınına çevirir. Yani âşk; sebep değil, iyi bir ilişkinin
sonucudur.
Burada akla şöyle bir soru
gelebilir: Âşk bir sonuç ise, başlangıçta yaşanan nedir? Âşk merdiveninin ilk
basamağında kadın ve erkek arasında cazibe meydana gelir. Birbirinin çekim
alanına giren iki kişi, birbirlerinden hoşlanırlar. Eğer bu yakınlık iyi bir
ilişkiye dönüşürse, aşka kapı aralanır. Aşkın oluşmasında başlangıç itibariyle
tarafların birbirinden nefret etmemesi yeterlidir.
Tarafların birbirleri hakkında
ciddi boyutlarda olumsuz değerlendirmeleri yoksa ve iyi bir ilişki yaşanıyorsa,
bu aşkı filizlendirebilir. Fakat her ilişki aşkla başlamak zorunda değildir.
Önemli olan iki kişinin birbirini tanımasıdır.
Aşkın kendine ait bir disiplini
vardır. İnsanın âşk hakkında bilgilenmesi, ‘âşk nedir, nasıl âşık olunur?’ gibi
soruların cevabını bulması gerekir. Çünkü âşk vahşi bir ormanda gezmeye benzer.
Kaliteli bir yolculuk için bilgi ve donanım gerekir. İnsan ormandan ancak
hazırlıklı olduğu taktirde zevk alıp, iyi vakit geçirebilir. ‘Ormanı
seviyorum ve bir süre orada yaşamak istiyorum’ diye tedbirsiz bir yola
çıkış, bizi baş edemeyeceğimiz tehlikelerle karşı karşıya getirerek,
mahvedebilir.
Oysa âşk konusunda edinilen
bilgi yaşanan sorunları kazanca çevirmemizi sağlayacaktır. Aşklarını uzun
yıllar devam ettiren çiftler, fırtınalı dönemler yaşasalar da gemiyi terk
etmemiş ve bağlılıklarından taviz vermeden beraberliklerini sürdürmüşlerdir. Bu
da ancak ilişkiye emek vermekle mümkündür. Bir insandan ‘otuz, kırk senedir
aynı kişiye aşığım’ sözünü duymak çiftlerin birbirlerini mutlu etme çabalarının
sonucudur. Uzun süre devam eden aşklarda iyi niyet ve sevgi azalsa bile hiçbir
zaman kaybolmamıştır.
Çiftler, âşk ateşi sönmeye yüz
tuttuğunda onu tekrar nasıl alevlendirecekleri konusunda çözüm aramış ve
problemi ortadan kaldırmışlardır. Zamanla ilişkilerin heyecanını kaybedip,
insanların birbirlerinden sıkıldıkları da olabilir elbet.
Bunun sebebi, birlikteliklerine
ayırdıkları zamanın, enerjinin, ilginin azalmasıdır. Bir erkek ‘eşimden
sıkılıyorum’ diyorsa ilgisi işe, aynı şeyi kadın söylüyorsa, ilgisi çocuğuna
yada ev işine yönelmiştir. Ancak bu kalıcı bir durum değildir. Çiftler,
karşılıklı olarak ilgilerinin azaldığını farkediyorlarsa, sevdikleri insanı
hoşnut etmeye çalıştıklarında âşk ateşi yeniden alevlenir. Pek çok ilişki ve
evlilik bu gayret gösterilmediği için bozuluyor.
İnsanlar ilişkiye girerken yada
ilişki isterken doğru insanı arama çabası içindedirler. Bu esnada ‘Benim için
doğru insan kimdir?’ sorusunu sormalarına rağmen, ‘Acaba ben doğru kişi miyim?’
sorusunu sormazlar. Karşı tarafı kendi yapılarına uydurmaya, başlangıçta
çizdikleri protipe münasip bir eş bulmaya çalışırılar. Halbuki insanın ‘kendime
uygun kişiyi arıyorum’ derken, ‘kendimi değiştirip, geliştirme çabasında
mıyım?’ sorusunu da sorması gerekiyor.
Evlilikte ve genel olarak kadın
erkek ilişkilerinde rastladığımız en büyük problem, düşünce katılığıdır.
Düşünce katılığı yaşayanlar yani inatçılar değişime kapalıdırlar. Böyle bir insan
kendisini geliştirmemiş, bulunduğu yerde kalmıştır. Fakat ilerlemeye açık kişi,
yerde gördüğü bir kağıt parçasından bile birşey öğrenir.
Sabit fikirli olmakta ısrar
eden, ‘Ben yeterliyim, ben oldum’ diye düşünen bir insanın gelişimi farkındalık
bilincinin oluşmasıyla mümkündür. ‘İyi yönlerinin olduğu muhakkak ama; bazı
taraflarının da değişime ihtiyacı var’ diyerek önce gelişim gerçeğini
kabullenmesini sağlamak bu hususta yapılabilecek en önemli noktadır.
Evlendiğinde nasıl bir eş olacağı sorusunu kendine soran kişi, doğru ilişkinin
ilk adımını da atmış demektir. Fakat böyle bir sorudan kaçıyorsa, karşı cinsle
ilişkiye hazır değildir. Kendini mükemmel gören bir kimse, yalnız yaşamaya
mahkumdur.
Aşktaki başarı kişilikle
bağlantılıdır. İnsan kapalı kutu gibidir. Biz onun dış görünüşüne bakarak,
içinden bilgi almaya çalışırız. Bunun içinde biraz zaman geçmesi lâzımdır ki;
kapalı kutu anlaşılabilsin. İnsanlar âşık oldukları kimsenin kişiliğini
yeterince tanımadan, ‘delicesine sevdim’ diyorlar ama; âşık olunduğunda nasıl
davranılacağını bilmiyorlar. İyi bir âşk için sevmek yetmez. Önemli olan onun
kurallarını bilmek ve iyi yönetmektir.
Âşk, dünyayı döndürecek derece
etkili bir güçtür. Bir motorun dönmesi için nasıl hareket gerekiyorsa, dünyanın
dönmesi için de aşkın etkileyici gücü gerekmektedir. Ayrıca âşk, iyileştirici
bir güce, büyüleyici bir etkiye sahiptir. İnsanlık tarihinde bazen otorite,
bazen de halk tarafından toplumsal hayattan uzaklaştırılmış, yalnız bırakılmış
bilgeler vardır. Fakat onların kimisinde ilahî, kimisinde insanî şekilde
tezahür eden öyle bir âşk vardır ki; belli bir süre sonra insanları kendi
etraflarına çekmişlerdir. Hz. Mevlâna bunun en güzel örneğidir. Yaşadığı
âşk, Onu büyük bir cazibe merkezine dönüştürmüştür.
Âşk duygusu kadınlarda erkeklere
nazaran daha güçlüdür ve kadınlar âşk kahramanıdırlar. Kadınlar kendilerine
doğuştan verilmiş bu hususiyet sebebiyle bir çekim alanı oluştururlar ve bu
çekim güçleriyle evliliklerini devam ettirirler. Evrimsel psikoloji açısından
bakıldığında, türün devam edebilmesi için kadının cazibesi gerekir. İnsan
neslinin devamında beynimize yazılan bu program işlemektedir.
Âşkta insana tesir eden ilk şey dış
güzellik ve cinsel çekiciliktir. Fakat Sokrates’in söylediği gibi ‘güzelliğin
saltanatı kısa sürer’. Fizikî güzellik, ilk etkileme gücü olduğundan
kısadır. Ondan sonra da iç güzelliğin saltanatı başlar. İç güzellik kapalı kutu
gibidir. Katları açtıkça onu bilir ve bulursunuz. Ancak nazik davranmayıp
duyguları incitirseniz âşk zarar görür. Kişinin aşktaki başarısı, kutudan çıkan
özellikleri bozmamaya ve dağıtmamaya bağlıdır. Bundan sonra akıllıca sevmek,
akıllıca vermek ve akıllıca almak gerekir. Bu da ancak insanoğlunun
niteliklerini bilmesiyle gerçekleşir.
Yalnız karşı tarafı tanımak için
kendini tanımak esastır. Eğer karşımızdaki insanın vasıflarına, tanıma ve
anlama gayesiyle bakarsak yeni yeni keşifler yapmak mümkün olacaktır. Çünkü
insan ruhu engin bir deniz gibidir. Meselâ, Kızıldeniz’e
girenler bilirler ki; denizin etrafı kupkuru çöl olmasına rağmen suya
daldığınızda rengarenk bir dünya ile karşılaşırsınız. Dışardan görünmez ama;
içerde mercanlar, balıklar, birbirinden farklı denizaltı yaratıkları vardır.
İşte aşkta Kızıldeniz’de yüzmek gibidir. Yüzeyden baktığınızda görünmeyen bir
dünya içine girdiğinizde bütün renkliliğiyle karşınıza çıkar. Aynı kişiyle
yıllar süren, mutlu bir beraberliğin sırrı budur.
Nitelikli bir âşk yaşamanın kuralı,
duyguları ürkütmemek ve acıtmamaktır. İnsanın içinden geldiği gibi davranması
güzel şeydir ama; nazik olmak daha da güzeldir. Bu kişinin gelişmiş bir ruha
sahip olduğunu gösterir. Sevdiğinin hislerini incitmemek kaygısıyla hareket
eden, onun ruh halini anlamaya çalışan insan iyi bir âşıktır. Meselâ sevdiği
adamın kaza yaptığını duyan bir kadın kazadan sağlam kurtulan ve durumu
kendisine anlatan erkeğe, ‘sen ne biçim adamsın! Hiç araba sürmeyi bilmiyorsun
zaten’ derse, onun yaşadıklarını anlamamış demektir.
Kadının söylemesi gereken şey,
‘Eyvah! Büyük bir tehlike atlattın. Nasıl oldu?’ diye sormak ve onun yanında
olduğunu erkeğe hissettirmektir. Bunu söylemeyen bir kadın karşısındaki erkeği
ne kadar severse sevsin, yine de onu anlamamıştır. Varolan sevgi, bu manevî
hasarı engelleyemez.
Hakiki âşk, romantik duyguların ön
plâna çıktığı, ergenlikle birlikte başlar.
‘Aşkın Kimyası’ kavramı insanlara
ilaç verilerek onlarda romantik duyguları uyandırmak yada tam tersine bir
ilaçla bu duygusal eğilimlerin yok edilebileceğini anlatmak için kullanılan bir
kavramdır. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Aşkın ilaçlarla
yönlendirilmesi, tıbbın insan duygularına bir müdahalesi değil midir? Evet,
duygusal bir müdahaledir ve bilimsel etik açısından da ciddî bir tartışma
konusudur.
Kimyasal silah diye
nitelendirdiğimiz bu ilaçların doğru şekilde kullanılması gerekir. Aksi halde
bu ilaçları kullanan hasta sonradan çok pişman olacağı birine âşık olabilir.
Bilhassa antidepresan etkisi olan ilaçlar, beyinde manik uyarılmaya ve mutlulukla
ilgili alanların fazla çalışmasına sebep olabilir. Neticede evli olduğu halde,
ilaçların tesiriyle rastgele birine âşık olan kimse daha sonra ki bir tedaviyle
normal haline dönebilir. Bu da gösteriyor ki; ilaçlarla yapay bir âşk
oluşturulması mümkündür.
Gerçek aşıklar, beyin sağlığı iyi
olanlar arasından çıkar. Çünkü ruh beyin vasıtasıyla kendini ifade eder.
Bilhassa depresyon geçirenlerin doğru aşkı yaşamaları zordur. Zira depresyon,
sağlıklı düşünme ve muhakemeyi bozarak yanlış yönelimler doğurur. Gizli
depresyonlar da bu tip durumlara yol açmaktadır. Genç bir kadın hastam,
kapısına gelen tüpçüye âşık olmuştu.
Tedavi olduktan sonra ‘ben
nasıl böyle bir şey yaptım?’ diyordu. Olayı kadın hastamın eşi açısından
düşündüğünüzde eğer hastalığı yok sayarsanız evliliği hemen bitirmesi
gerekirdi. Ancak bu, altta yatan bir depresyonu işaret ediyordu ve tedavi
sonrasında her şey normale döndü.
Bu örneğe benzer şekilde liseli
âşıkların yaşadığı hastalıklı aşklar vardır. Lise yıllarının yaşandığı devirler
psikoloji de normal şizofrenik dönem periyotlarındandır. Hz. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellemin, ‘deliliğin bir şubesi’ dediği gençler,
bu dönemde çılgınca âşık olup, kısa bir süre sonra sevdiklerini söyledikleri
insanı unutabilirler. Bunlar gerçekçi aşklar değildir. Hassaten ergenlik
döneminde yaşanan aşklarda muhakkak büyüklerin yardımı gerekir.
Aşkın yaşı yoktur. Bir insan seksen
yaşına dahi gelse iyi bir âşık olabilir. Yalnız bu aşkın hormonal yönünden
ziyade duyguların ağır bastığı bir boyutu olacaktır. Çünkü ilerleyen yaşlarda
aşkın biyolojik yönü ve bununla beraber gelen cinsel beraberlik ikinci plâna
düşer, ruhların uyuşması öne çıkar. Ancak ihtiyarlık, fiziksel temasa engel
değildir.
İleri yaştaki bir kimsenin
sevdiği insanda mutluluk kimyasalını salgılatabilmesi -tıpkı gençlerde olduğu
gibi- karşılıklı güzel sözlerin söylenmesi, duygusal çağrışımların harekete
geçirilmesiyle mümkün olabilir. Eşinin ölümünden kısa zaman sonra kendisi de
ölen pekçok insan duymuşuzdur. Her ne kadar çiftlerin birbirine alışma ve
bağımlılık boyutu da olsa kısa aralıklarla gerçekleşen bu ölüm, iki kişinin
karşılık bulmuş aşkının tezahürüdür.
Alzheimer
hastası olup da kendini tanıyamayan, tuvaletini dahi tutamayan eşine, küçük bir
çocuğa bakar gibi bakan âşıklar olduğunu bu konudaki uzmanlık tecrübelerim
neticesinde biliyorum. Böylesine seven insan, bu fedakârlığı da büyük bir
zevkle yapmaktadırlar. İnsanın vefalı bir hayat arkadaşının olması kadar
mutluluk verici başka birşey yoktur. Seven kimse, sevdiği kişi öldüğünde kolu,
bacağı kopmuş gibi hisseder kendisini. İşte gerçek âşk budur. O sebeple ileri
yaşlarda varlık bulan âşk, gençlik dönemlerine göre daha kaliteli, psikolojik
ihtiyaca daha fazla cevap verir tarzdadır.
Aşkın üç sacayağı vardır. Bunlar dış
görünüş, ruhî olgunluk ve cinselliktir. Fakat bu üç unsurdan hiçbirisi âşk için
tek başına yetmez, ancak beraber olduğu zaman birbirini tamamlar. Çok güzel bir
insanın sakat birisine âşık olması akıl yürütme yöntemleriyle açıklanamasa da
bağlılık ve mutluluğun getirdiği kaliteli bir beraberlik yaşanabilir. Kadın
erkek ilişkisinde dış görünüşün önemi % 20 oranındadır. Geri kalanı iç
güzellikle alâkalıdır. Dikkat çekici bir fizikî güzellik, âşk için yeterli
değildir. Önemli olan içteki niteliklerin dışa doğru şekilde yansımasıdır.
Meselâ, fiziken çok güzel bir
kadın oturmasını, kalkmasını, giyinmesini, kendine bakmasını bilmez; buna
mukabil ortalama güzelliğe sahip bir başka kadın, çok dengeli bir biçimde
bunları yaparsa diğerinden daha fazla beğenilebilir. Bu beğeniyi sağlayan şey
zihinsel güzellik, kişinin kendine olan güveni ve kusurlarını cesaretle
karşılayabilmesidir. Bunları yapabilen kadın çok güzel olmasa da sevimli ve
alımlı demektir.
Cinsel uyarılma kadında dokunma ile,
erkekte görsel unsurlarla ortaya çıkar. Bu genetik eğilim sebebiyle erkek
kadının dış görünüşüyle çok ilgilenir. Erkek iyi bir fiziksel temas sayesinde
kadını cinsel açısından etkileyebilir. Kadının cinsellik uyarısı, beyninin
duygusal yönünün harekete geçmesiyle mümkündür. O da sevgiyle söylenmiş güzel
sözcüklerle olabilir.
Âşk için fiziksel güzelliğin şart
olmadığını söylemiştik. Hattâ çok yakışıklı yada çok güzel kimseler iyi âşık
olamayabilirler. Çünkü bu insanlar başka tarafından çok iltifat gördükleri için
önlerine yeni seçenekler çıkabileceğini düşünürler. Bu sebeple de sadakatleri
zarar görür. Yakışıklı yada güzel insanlarla evlenenler kendilerini daha
kıskanç olmak mecburiyetinde hissederler. Bu da doğal bir durum.
Bir insan evleneceğim kişiye mutlaka
âşık olacağım diye düşünüyorsa, o kişi aşkı da, evliliği de bilmiyor demektir.
Evlilik, âşk olmadan yürüyebilir ama; kalitesiz olur. Âşk, evliliğe kalite
katar. Bir bitkiyi ekip, büyütmek gibi evlilikte de aşkı büyütüp, geliştirmemiz
mümkündür.
Âşk edebiyatı belki kültürel yapı,
belki kromozomal bir eğilim belki de sebebini tam olarak açıklanamayan bir
gerekçeyle Akdeniz coğrafyasında dünyanın diğer bölgelerine nazaran daha fazla
gelişmiştir. Kerem ile Aslı’lar, Leyla ile Mecnun’lar, Ferhat ile Şirin’ler
bilinen örneklerden bazıları. Şu bir gerçek ki; büyük aşklar doğu dünyasında
hep vardır. Buna mukabil Kuzey Avrupa gibi soğuk ülkelerde, soğuk insan
özellikleri görüldüğü için buralarda aşkın yaşanması da, yazılması da doğu’ya
oranla daha azdır. Tabii bunda kilisenin baskıcı tutumunu da göz ardı etmemek
gerekiyor. Batı’da âşk kavramı daha ziyade Ortaçağda kilise baskısı kalktıktan
sonra canlanmaya başlamıştır.
Kainattaki en zor şey, insanı
çözümlemektir. Ademoğlunun analizi yalnız ilmî ölçeklerle yapılamaz. Bilimsel
veriler geliştirerek bir standarda oturtsanız da, insanı çözümlemenin özel
yetenekle yoğrulmuş bir sanat yönü vardır. Anlaşılması zaten güç olan insan,
ilişkiler konusunda daha da müphemleşebilir. Meselâ, birbirine âşık iki kişi
her zaman uyumlu bir ilişki yaşayamayabilirler. Kadınlar beraber yaşadıkları
erkeklerin bir yandan olgun ve beyefendi olmasını isterken, diğer yandan da
içlerinde yaramaz bir çocuk taşımasını beklerler. Bu konuda her iki tarafında
birbirini anlama çabası, ilişkiyi sekteye uğratan empati sağırlığını
giderecektir.
Aşkı bir spektrum olarak sayı
doğrusu üzerinde düşünürsek; 1, hoşlanma duygusu; 2, sevgi; 3, aşktır. Nötrden
yani sıfır noktasından geriye doğru gidersek eğer bu sefer de; -1, antipati;
-2, nefret; -3, düşmanlıktır. Sayı doğrusu üzerine yerleştirildiğinde artı ucun
üst noktası âşk, eksi ucun üst noktası ise nefret olarak karşımıza çıkıyor.
Sıfır noktası sevginin nötr derecesini ifade etmektedir. Sevginin derecesi ona
yüklenen anlam ve değer ile değişir. Bu kapsamda sevgi, düşünceyle
yoğrulduğunda mertebesi yükselir.
Sevgi, nefretten başlayıp aşka
dönüşebilir ve aslında insan nefret ettiği birine de âşık olabilir. Ya da âşık
olduğu birisinden bir müddet sonra nefret edebilir. Bu da göstermektedir ki;
sevgi değişken bir yapıdadır.
Aşkın tuzakları olduğunu, çok
tutkulu aşıkların dahi birbirlerini öldürmeye kalkışmalarından görebiliriz. Âşk
tanımını tekrar hatırlarsak, âşk: bir insanın diğer bir insan içinde
kaybolmasıdır. Yani kişinin egosunu bir başka insanın ego havuzu içine atarak
eritmesidir. Ancak gerçekçi olmayan aşklarda, seven benliğini sevilende
erittikten bir süre sonra ona düşmanlık da besleyebilir. Bu problemin kaynağı,
âşık olan kişinin karşısındakini değil, idealize ettiği bir kimliği yani
zihninde tasarladığı ‘Onu’ sevmesidir.
Fakat sevdiği ile yakınlaştığında,
onun idealindeki insan olmadığını görerek hayal kırıklığına uğramaktadır ki, sonuçta
nefret yaşanabilir. Delicesine büyük bir sevdayla başlayan aşkın bir süre sonra
buhar olup uçmasının sebebi, aşığın her şeye pembe gözlükle bakmasıdır. Oysa
gerçekçi tarzda yaşanan âşk, çiftin engelleri beraber aşıp, ilişkinin derinlik
kazanmasıyla devam eder ve yok olma tehlikesiyle de karşılamaz.
Aşkın tuzaklarından birisi âşk
nezlesidir. Tıpkı mide ya da burun nezlesi gibi… Âşk nezlesi, varolan bir
ilişkiye başka tehlikeli ilişkiler karıştırmak demektir. Âşk nezlesi insanı
kısıtlar, huzursuz eder ve yakınlarına rahatsızlık verir. Gribin diğer
insanlara zarar vermesi gibi… Aşkı nezleden kurtarmanın yolu, onu tehlikeye
sokacak şeyler yapmamaktır.
Duygularını bastıran insanlar
hayatın en güzel anlarını kaçırırlar. Meselâ, eşini ya da çocuğunu çok sevdiği
halde küçük düşeceğim endişesiyle bu hissini zapturapt altına alanlar o anda
yaşanacak büyülü andan nasiplenemezler. Etraflarındaki insanlara sıkıntı
verecek kadar düzenli, gereğinden fazla mükemmeliyetçi ve ayrıntıcı kimseler
diğer insanlara nazaran iç dünyalarını daha fazla gizler ve birçok güzelliği
tatmadan yaşayıp giderler.
Bu tip kişiler, herşeyin ölçülü ve
net olmasını ister, belirsizliğe tahammül edemezler. Bunun sonucunda da
duyguları hasar görür. İnsanın pasifleşmeden mahcup ve çekingen olması, sade
yaşaması bir noktaya kadar güzeldir. Ancak hareketsizleşmemek kaydıyla. Haddini
bilen, kendinden emin aynı zamanda da başkalarının hakkına saygı duyan bir
kimse hissettiklerini bastırmasına lüzum kalmadan da özgüven sahibi olabilir.
Düşüncelerini makul sınırlarda ifade etmekten kaçınanlar gergin, kendileriyle
çatışan, mutsuz insanlardır. Bu tip kişilerin beyninde stres hormonu fazla
salgılandığından devamlı olumsuz senaryo yazarlar ve bu da onları gerilime
sürükler.
Neticede ortaya çıkan negatif
enerji, sevdikleri insanı kendilerinden uzaklaştırmalarına sebebiyet verir.
Halbuki duyguları bastırmak yerine beden dili ile ifade etmek böyle bir
problemle karşılaşmayı önleyecektir.
İnsanın aşkla ilgili karşılaştığı en
büyük sorun, yaşadığı aşkı devam ettirememesidir. Bilhassa çok kolay âşık olan
genç kızlar aşkın arızalarını bilip, onları tamir edemedikleri için ziyan
olabilirler. Âşk, deneme yanılma yöntemi ile sürdürülebilecek bir olgu
değildir.
Hayat tecrübesi olan büyüklerin
aşkın karşılaşılması muhtemel krizlerinde nasıl davranmaları gerektiğini
gençlere öğretmeleri, onların daha az hatayla ilişki yaşamalarını
sağlayacaktır. Böylece gençler aşkı ders alacakları bir tecrübeye
dönüştüreceklerdir.
Aşkın önüne takılan diğer büyük
engel ise, karşıdaki insandan kabiliyetinin üstünde fedakârlıklar beklemektir.
İnsanın sevdiğinden kendisi için özveride bulunmasını istemesi son derece
doğaldır. Ama bu talebin sınırlı ve mantık süzgecinden geçmiş olması şartıyla.
Kişi sevdiğinin şahsiyetinden
ve insanî ilişkilerinden vazgeçmesini istiyor, ‘herkesi unut, sadece beni
düşün ve benimle yaşa’ diyorsa hayal kırıklığına uğraması kaçınılmazdır.
Seven kimse bunları bir müddet rahatlıkla yapar ama daha sonra hayatın acı gerçekleriyle
yüzleşir. Beklentilerin eskisi gibi cevaplanmadığı bu süreç, hastalığa tutulmuş
bir ilişkinin ilk sinyallerini verir. Bir müddet sonra gerçeğin soğuk yüzü ile
burun burna gelen taraflar ‘âşk karın doyurmuyormuş’ demeye
başlarlar.
Aşkla filizlenen bir ilişkinin bu
riskleri yaşamaması ve kalıcı olması için mutlaka düşünce ile yoğrulması
lazımdır.
Feminizm, kadın erkek ilişkisini
savaş alanına dönüştürdüğü için aşka zarar vermiştir. 1960’lardan sonra
Amerika’da yaygınlaşan ve bütün dünyayı kaplayan bu akım bilhassa çağımızda
kendisine pek çok taraftar topladı. Feminizm, kadının özgürleşmesini savunmuş,
fakat özgürleşme uğruna neleri kurban edeceğini hesaba katmamıştır. Bu süreçte
pek çok evlilik zarar görmüştür. Kadın sosyal hak ve hürriyetler konusunda
özgür olmalı ama bunu evliliğini feda etmeden yapmalıdır. Feminizm öncesi
psikiyatri ofislerine gelen çiftler şöyle bir tablo sergiliyorlardı: Yaşı
elliye yaklaşmış, maddî kazancı artmış, ‘eşime karşı bir şey hissetmiyorum. Dünyaya
bir defa geldim, bari canımın istediği kişiyle yaşayayım’ diye düşünen,
karısından boşanmaya hazır bir erkek ve bu durumun çaresizliğiyle kıvranan,
ağlayan gözlerle psikiyatrdan medet uman bir kadın.
Feminizm etkisi taşımayan ailelerde
bu tablo hâlâ sürmektedir. Ancak feminist akımın kuvvetli estiği hanelerde
durum tersine dönmüş ve kadın da hayatında değişiklik yapmaya karar vermiştir.
Duyarsız, otoriter bir erkekle karşılaşan kadın erkeğin cinsel isteğini bir
görev gibi yapmaktan bıkarak, ‘Bu adam beni sıkmaya başladı’ dedi. Eğer
ekonomik anlamda kocasına bağımlılığı yoksa yuvayı daha kolay terk
edebileceğini düşündü. Tabii bunun faturasını da çocuklar ödediler ve ödemeye
de devam ediyorlar.
Günümüzde özgür olmak için yalvaran
erkek ve değişim isteyen kadın modelleriyle karşı karşıyayız. Bu tabloyu
sağlayan şey, Feminist hareketin ortaya çıkış noktasından saparak bir nevi
erkekten nefret etmeye dönüşmesidir. Bununla beraber Feminizmin, kadındaki
romansı yani âşık olma duygusunu yok ettiğini de söyleyebiliriz. Kadına ‘erkeğe
sadece cinsellik için ihtiyacın var, onun dışında kimseye bağımlı olmadan
dilediğin gibi yaşayabilirsin’ mesajını verdiği için nikâh karşıtı akımlar
ortaya çıktı. Kadın ve erkeğin birbirleri için var olduğu gerçeği feminizmin etkisiyle
maalesef unutuldu.
Sevgi genetik bir eğilimdir.
Beynimizde duygulardan sorumlu alan zenginleştikçe bu his de gelişip, aşka
dönüşür. Kadını erkeğe, erkeği kadına yönlendiren bu meyil yani âşk olmazsa,
iki cins birbirine katlanması gerektiği zaman bunu yapamaz. Aşkta ideal olan
sadakate dayalı, sevgi, saygı ve güven bağlarıyla sarmalanmış bir ilişkidir. Bu
ilişkinin iyi olduğu kadar fırtınalı ve zor geçen günleri de olacaktır. Ancak
sevginin gücü bu zorlukları aşmaya yeter.
Beynin sevgiyle ilgili bölümü,
çocukluğun ilk dört yılında gelişir. Bu sebeple anne çocuk arasındaki ilk dört
senelik ilişki son derece önemlidir. Çocuğun bir bakış ya da dokunuşla bile
olsa sevildiğini hissetmesi, bu alandaki hislerinin inkişafına yardımcı olur.
Hayatının ilk zamanlarında sevgi görmeyen çocuk kendisini güvende hissetmeyecek
ve beyin büyüme hormonu salgılamayacaktır.
Büyümesi yavaşlayan çocuğun
fizikî gelişimi de zayıflayacaktır. Meselâ, Batıda bebek kutularına koyulan, bizde ise cami önlerine
bırakılan çocuklar vardır. Bu çocuklara yuvalarda çok iyi fiziksel imkânlarla
bakılmasına rağmen sık sık bakıcı değiştirdikleri için insanlarla teke tek,
kararlı ve tutarlı iletişim kurmakta zorlanırlar. Yeterince sevgi alamayan
çocuk, temel güven duygusunda eksiklik olduğu için dış dünyaya kapanır. İçe
kapanıklık başta anne yoksunluğundan kaynaklanan bir protesto dönemiyle başlar.
Çocuk bu safhada yanına yaklaşan her şeye ağlar.
Daha
sonra içe kapanma dönemi yaşar, dünyadan kopar ve adeta otistik bir hayatın
içine girer. Bunun belirtileri, okuma yazmayı öğrenemeyen, hayattan kopuk
davranışlar sergilemesidir. Anne yoksunluğu yaşayan çocukların bir kısmında
beyin büyüme hormonu salgılayamaz. Çünkü sevgi, beynin nörofizyolojik
ihtiyacıdır. Çocuk yuvalarında ‘hospitalization - Yuva Hastalığı’
şeklinde adlandırılan bir hastalık vardır. Bu sendromun gözlendiği çocuk çok
sık rahatsızlanır ve ani ölümler yaşanır. Yuva hastalığını engellemenin yolu,
bir enerji olarak çocuğun sevgiye olan ihtiyacı mutlaka karşılanmaktır.
Kadın beyninde duygusal alanlar
gelişkin olduğundan sevgi ihtiyacı erkeğe nazaran birkaç misli daha fazladır.
Erkeğin ihtiyacı bir ise, kadının üç, dörttür. Ancak erkekler kadınları
kendileri ile kıyasladıklarından onların bu taleplerini anlayamamaktadırlar.
İşte cinsler arası ilişkilerde en sık rastladığımız sorun da budur: Yani
erkeklerin sevgilerini ifade etmemeleri sonucu kadınların sevilmedikleri
hissini fazla yaşamalarından kaynaklanan problemler.
Erkek ‘Zaten seni
seviyorum. Bunu yıldızlı laflarla söylemeye ne gerek var?’ diye düşünürken,
kadın sevilmediğini hissettiğinde erkeği çekmek için daha fazla sevgi verir.
Böylece geri dönüşü olan bir yatırım yapar. Ama erkeklerin çoğu verilen bu
sevgiyi israf eder ve maalesef değerini de bilmez. Bu durumu tarlaya buğday
ekmeye benzetebiliriz. Ekilen darının bir avucu kuşlar, bir avucu toprak ve
ancak bir avucu buğday içindir. Bu misaldeki gibi bir bakış açısı kadının
mutsuzluğunu önler. Yani sevgi verirken üç koyan kadın erkekten bir beklerse
hayal kırıklığına uğramamış olur. Zira erkekler kadınlara nispeten duygusal
bakımdan kör ve sağır sayılabilirler. Böyle bir insan karşı tarafın hissîyatını
anlayamadığı için sevgi ilişkisi kurmakta zorlanır. Yapılması gereken gönül
işlerinde erkeklerin gözlerini ve kulaklarını açmaktır.
Âşk insandaki temel duygulardan
birisidir ve bunun dengeli bir biçimde karşı cinsle paylaşılması gerekir. Tabii
âşk bir tek noktaya yönelirse diğer alanlar güdük bırakılmış olur. Meselâ,
insan mesleğine âşıksa onunla yatıp onunla kalkar. Erkeklerin aşkları
genellikle mesleklerine yöneldiğinden iyi bir iş adamı olsalar da iyi bir eş ya
da iyi bir baba olamayabilirler.
Benzer şey kadınlar için de
geçerlidir. Onlarda çocuklarına olan aşırı bağlılıkları sebebiyle ilgilenmeleri
gereken diğer tarafları atıl bırakabilirler. Demek ki, aşkın önem ve öncelikler
piramidi olması gerekmektedir. Bu piramit kişinin kendisine soracağı şu sorular
ve bunların cevaplarıyla belirlenebilir: İnsan en şiddetli aşkı neye
duymalıdır? Âşk piramidinin tepesine koyulması gereken soyut idealler mi, karşı
cins mi, yoksa varoluş gayesi midir? Bir hedef uğruna ölünmesi icap etse, bu
hedef ne olmalıdır? Soyut idealden sonra âşk şemsiyesi altına sırasıyla hangi
sevgiler girebilir? İnsan kendisine bu ve benzeri soruları sormadan âşk yaşarsa
bu âşk içinde acı tohumlar barındıran mecazî bir boyutta kalır.
İnsan sevgisini belli bir ölçüde
tutup, akıllıca yürütüyorsa bu hem kendisi hem de sevdiği için avantajdır. Ama
sevgisiyle karşı tarafı boğuyorsa bir müddet sonra ‘olmaz olsun böyle sevgi’
sözlerini duyacaktır. Bu sebeple sevgideki başarı, dengeden geçmektedir.
Fakat sevgisiz geçen bir ömür, çok
yazık edilmiş bir ömürdür. İnsan hayatının anlamsızlaşması demektir. Kişi
sevdiğinin yanında olduğu zaman kendini güvende hisseder. Ondan aldığı destekle
zorluklara dayanma gücü artar. İki gözle bakan kişi, bir anda dört gözle
bakmaya başlar. Birinin göremediğini öbürü görür. Sevenler birbirleri adına
düşünür ve kaygılanırlar. Bu tarzda yaşanan sevgi bolluğunun hiçbir sakıncası
olmaz çünkü iki tarafta sevgiyi kullanmayı biliyordur. Böyle bir evlilik iki
kişinin beraber yaşaması değil, birbirlerini tamamlaması demektir.
Sevginin herkesçe farklılaşan bir
ifade biçimi vardır. Bir insana aşkımızı anlatmak için mutlaka ona şiirler
yazmamız, herkesin içerisinde ‘seni seviyorum’ dememiz gerekmez.
Duygusal paylaşım için uzun uzun konuşmak da şart değildir. Sıcak bir tebessüm,
birkaç güzel söz onlarca kelimenin anlatamadığını anlatır.
İki tarafında en büyük
ihtiyacı olan âşk, anlamlı bir bakışla bile karşımızdaki insanda yerini
bulacaktır. Hattâ bu bağlılığını beden diliyle ifade eden âşıkların aşkının
daha gerçekçi olduğunu söylemek dahi mümkündür. Çünkü birbirini gerçekten seven
iki kişi hiç konuşmadan saatlerce bakışabilirler. Bulundukları mekânda o kadar
yakın otururlar ki; vücut diliyle ‘aramıza kimse girmesin’ mesajını
verirler. Bu, kadını ve erkeği rahatlatan bir sevgidir.
Sevgi, kalemdeki mürekkep gibidir.
Mürekkebin varlığını anlamak için yazmak kâfidir. Kalemin içini açıp baktığın
zaman da mürekkebi görürsün ama kaleme zarar verirsin. İşte bunun gibi kadında
erkeğin sevgisini kendisi için yaptığı fedakârlıktan anlayabilir. ‘Eşim beni
seviyor mu?’ diye kurcalayarak ilişkisine zarar vermek yerine erkeğin ona olan
muamelesinden bir sonuca varabilir.
Erkeğin sevgisini izhar etme yolu
istirahatından fedakarlık edip kadının mutluluğu için bazı sıkıntılara
katlanmasıdır. Fakat kadın sevildiğini sözle duyma konusunda ısrar ederse, erkeğin
hisleri savunmaya geçer ve kadından uzaklaşır. Kişi sevildiğini muhatabının
davranışlarından anlayamıyorsa bazı testler uygulayabilir. Ancak bu testler,
karşıdaki insanın olumsuz duygularını ortaya çıkarmak için yapılmamalıdır.
Erkeği kıskanıp, kızdırdıktan ve üstüne giderek en ağır sözleri söylettikten
sonra diyen kadın evliliğiyle kumar oynuyor
demektir.
Hâlbuki evlilik kumar
oynanmayacak kadar ciddî bir iştir. Seven erkek zaten bellidir. Erkeğin eve
zamanında gelmesi, evliliğinde mutlu bir atmosfer oluşturmak için çaba
sarfetmesi, sevgisinin davranışlar aracılığıyla tezahürüdür. Kadının bu
muameleden sevildiği hükmüne varması en tabii olanıdır.
Sevgi aynı zamanda psikolojide,
psikolojik pain yani psikolojik ağrı denilen korkunun ilacıdır. Nasıl romatizma
vücudumuzu kapladığı zaman her tarafımız ağrı çekerse, korku da bütün
psikolojimizi etkileyen bir ağrıdır. Ancak sevgi öyle bir ateştir ki o yandığı
zaman endişe yok olur.
Korkunun yerini alan güven duygusu
beyindeki stres hormonu salgısını azaltır ve mutluluk artar.
Beynin her hisle ilgili kimyasal
bileşimi vardır. Kişi hangi duyguyu yaşıyorsa beyninde ona bağlı salınımlar
olur. Âşık olmak sarhoş edici bir duygudur. Aşkın
kimyası üzerine yapılan araştırmalarda, âşk esnasında beyinde keyif verici,
gevşetici, vücuttaki ağrıları giderici, morfin benzeri bir madde salgılandığı
tespit edilmiştir. Tabii bu insanın sevgi ve mutlulukla ilgili zihnî
melekelerini harekete geçirmesiyle mümkündür.
Ayrıca böyle bir beceriyi
kazanmak isteyen kimsenin elinde doğru ölçüler olması şarttır. Eğer bir insan
aşkı iyi tanımış ve sevgi yatırımını doğru kanala yapmışsa, bağlandığı kimse ya
da sevdiği şey elinden alınsa bile bu muhabbetini onun hatırasına saygı duyarak
devam ettirebilir. Neticede de uzun vadeli bir âşk ortaya çıkar. Bu konudaki
en önemli örnek, Hz. Mevlâna’dır. Ölüme ‘düğün gecesi, vuslat’ diyen Mevlâna,
yaklaşık bin sene önce yaşadığı halde aşkının oluşturduğu çekim gücüyle
sevilmeye devam ediyor.
Onun söylediğine benzer
fikirleri başka filozoflarda söylemesine rağmen, Rumî’deki ilahî âşk bir
kara delik gibi onu cazibe merkezi kılmayı sürdürüyor. Üstelik yaşadığı hakiki
aşkı kendisine bağlanan insanlara da tattırarak, güçlü bir frekans
oluşturuyor.
Sevgi, olgunlaştırılması gereken ham
duygulardan birisidir ve değişkendir. Sevgi de eli açık davranmak ve bunu
sevdiğine cömertçe dağıtmak nitelikli bir ilişkiyle mümkündür. Ciğerlerini
geliştiren bir yüzücünün iyi yüzmesi ya da kaslarını çalıştıran bir sporcunun
hızlı koşması gibi âşıkta sevgisini renklendirip, yenilediğinde sevdiği
kimseyle kalitesi ispatlanmış bir münasebet kurar. Sevginin devamı için
yapılacak uzun soluklu bir yatırım, ilişkinin ileride karşılaşacağı badireleri
kolaylıkla atlatmasına yardımcı olur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar