Print Friendly and PDF

HZ. MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RUMÎ Kaddesellâhü Sırrahu’l Azîzi TANIMAMAKTA NEREYE KADAR?



Geçti fırsat bir dahi girmez ele
Dem bu demdir, dem bu dem
Hz. Mevlâna Celâleddin-İ Rumî Kaddesellâhü Sırrahu’l Azîz Efendimiz  sıradan bir din adamı ya da sıradan bir tasavvuf ehli değildir, mukallit bir statükocu ise hiç değildir. Daha ziyade bir eğitimci, bir müsteşar görünümündedir. Hiç kuşkusuz romantik bir adamdır, heyecanlıdır, cesur ve cömerttir, bir parça Nasrettin Hoca, bir parça Karagözdür. Kaygısız ve korkusuzdur. Aşkın tadını ve zevkini bilen bir gönül adamıdır. İnsan düşkünü, insan dostudur. Çünkü ona göre dünyada mutlak kötü yoktur.[1]
Şarapçı bir beyden öyle bir bahseder ki o beyin elini öpesiniz gelir. “Güzel gönüllü, şarapçı, her mahmurun ve her çaresizin sığınağı bir bey vardı. Şefkatli, yoksul gözeten, adaletli, değerli, altın dağıtan, derya gönüllü bir beydi. Yiğitlerin şahı, müminlerin emiri, yol koruyucusu, sır bilir ve dostu gören biriydi. İsa dönemi ve Mesih günleriydi, halka merhametli, incitmeyen ve tatlı biriydi. Ansızın bir gece ona bir misafir geldi, yine bir beydi, ona denk ve güzel dinliydi...”[2]
O bir muzdariptir. Dertli biridir, gamzededir. Dolayısıyla bir “daru’l-hikmet” sayılsa yeridir. Mevlana’daki daru’l-hikmet bir nevi beşeri ilimler külliyesidir ki içinde filoloji, teoloji, tarih, coğrafya, edebiyat, felsefe, sosyoloji, tıp, müzik ve astronomi gibi disiplinleri barındırmakta olup, günümüzün siyasal bilgiler, fen-edebiyat, ilahiyat, eğitim, güzel sanatlar ve iletişim gibi fakültelerin çekirdeği ve prototipidir. Başka bir deyişle, benlikten ve bencillikten kurtulmasını bilmiş, sosyo­ekonomik ve jeo-politik sorunları dert edinmesini bilmiş bir devlet adamıdır Mevlana. Bu manada da J.P. Sartre’de somutlaşan varoluşçuluğun, Nurettin Topçu’da somutlaşa isyan ahlakının, Sabri Ülgener’de somutlaşan darlık iktisadının bir prototipidir. Dinamik bir adamdır, hareket ve eylem insanıdır. Değişime ve gelişmeye açıktır. Dinin sosyal hayata yönelik inceliklerini bilen ve onları öne çıkaran bir aydın kişidir. Mesnevi adlı eserinde gözümüze çarpan birkaç noktaya değinmek suretiyle bunları açmaya çalışalım.
Celaleddin-i Rumî din temasını ve dini kavramları işlediği, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin savunduğu İslam dininin unutulmaya yüz tutmuş hakikatlerini dile getirdiği Mesnevi’de enteresan bir üslup kullanmaktadır. Kuru nakillere karşı aklı, kitap materyaline karşı “ehil insanlarla oturmayı” ileri sürmektedir. O’na göre, su varken teyemmüm etmek nasıl sakat bir yaklaşım olursa, ehil insan varken kullanma klavuzuyla tamire kalkışmak da öyle sakattır.
İnsan-ı kamil varken mukallit maymuna ve mukallit papağana mı müracaat edilecektir?
Aşk adını verdiği bu mezhebe göre kuru kavramlar değil, özneler belirleyicidir. Dinin kendisi değil “uygulayıcılarının kemal derecesi” esastır. İnsanları, ansiklopedik bilgi kıvamında olan din kurumu değil, o yüce ahlakı ve yüce prensipleri gerçekleştirmekte olan insanlar kurtarmaktadır. Bu noktada Hz. İsa’nın, zulmün aktörü olup çıkmış statükocu / şeriatçı Yahudi din adamlarına karşı yeniden doğmak ve yeni bir hayat sözleriyle “öze dönüş” bayrağını açması şeklindeki tarihsel misyonunu da hatırlayacak olursak, Rumî’nin bu eleştirel çizginin bir devamı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.[3]
Nitekim Kur’an’ın kurtuluş telakkisi de böyledir.
Din iyidir, müşriklerin din telakkisi iyi değildir.[4]
Mescid iyidir, münafıkların inşa ettiği Dırâr Mescidi iyi değildir.[5]
Rumî [kaddesellâhü sırrahu’l azîz] duayı, tevekkülü ve sabrı uzun uzun işler, tedbiri ve çalışmanın önemini, aramanın gerekliliğini konu edinir ve bunları savunur. Bununla birlikte bu güzel ve faydalı kavramların nasıl kötü ve zararlı hale getirilebileceğine dair örnekler arz ederek dinleyiciyi uykusundan uyandırır, rehavetten kurtarır, mukallidane eylemlerin bu nedenle kurtarmak şöyle dursun yıkıcı olabileceğine dikkat çeker.
Örneğin Mesnevi’deki aslan ile tavşan öyküsünde çalışıp kazanmayı, kendi işini kendinin görmesi gerektiğini, umuda sarılmayı, aklını kullanmayı, arayıp bulmayı anlatacaktır.
Aslan da zaten böyle yapmaktadır. Fakat bir tavşan çıkıp, kendi menfaatine geldiği için aslana “tevekkül” empoze etmekte, avlanmasına ve yorulmasına gerek kalmadan rızkının ayağına getirileceği sözüyle aslanı kandırmakta, onu rehavete sevk etmektedir. Sonuçta mütevekkil aslan çalışkan tavşana yenik düşmüştür. Zira bu dini kavram, yani tevekkül ve sabır yanlış eller tarafından kötüye kullanılabilmiştir. Demek ki kurtarıcı olan ehil insandır, salt iyi kavram değil.14
Rumî [kaddesellâhü sırrahu’l azîz] gülü ve gül kokusunu, gül yağını çok sever, dikenin varlığını da sever ve doğallığından dolayı hoşgörür. Fakat gülü değil de dikeni sulayanı hoşgörmez.[6]
Bahçıvan yani avam, kamil insanı aramalı ve kılavuz olarak onu görevlendirmelidir. Başka bir deyişle, bahçıvan yani kamil insan o kimsedir ki çalı çırpıyı ve otlan, dikenleri değil, öncelikle ve özellikle gülleri sulamalı, gül yetiştirmelidir.
Keza hırsız ve bekçi kelimeleri Mesnevi’de sıklıkla kullanılmaktadır. Hırsızın peşine düşmek ve yakalamak gerekir. Oysa bekçi görevine ehil ve layık değilse sorumluluğunu yerine getiremeyecektir.
Bekçi cesur, çevik ve uyanık olmalıdır. Korkak, ahmak ve uyurgezer bir bekçiye bağlan, bostanları ya da dükkanları emanet edemezsiniz, etmemelisiniz. Demek oluyor ki işten ziyade, o iş için kimi düşündüğünüz, kimi görevlendireceğiniz çok daha büyük ve hayati önem taşımaktadır.
Mesela Ayaz gibi adamlarınız olmalıdır, otuz kişinin yaptığı işi yapabilen biriyle çalışmalısınız. Fakat ona da otuz kişinin maaşını vermelisiniz. Eşitlik adalet değildir.
Rumî bu tür insanların nadir bulunduğunu, viranelerde ve gözden uzak bulunduklarım söyler. Mütevazi koşullarda yaşadıklarını söyler. Gün ışığında, çarşıda, elinde fenerle “adam arıyorum, şehvet ve gazabına mağlup olmamış yiğit birini arıyorum” demektedir.[7]
Bir padişaha halkı Rafızi olan bir memlekette Ebu Bekir adını taşıyan birini aratır. Rumî, bir öyküsünde. Bulup getirdikleri Ebu Bekir adlı adam yarı ölü, kendine hayrı olamayan zavallı biridir. Nerede Hz. Ebu Bekir Sıddık radiyallâhü anh ve cömertliği, nerede bu zavallı, sadece adı Ebu Bekir olan adam. Piyasadaki bu Ebu Bekir herhalde eşref-i mahlukat olan insanın dünyadaki hilafetine layık değildir, o bir yüzkarasıdır. Zira piyasadaki Ebu Bekir o sefil haliyle kimi kurtarabilecektir.18
Burada o insanın o hale getirilmiş olması, o halde bırakılmış olması da eleştirilmekle birlikte ada, Unvana ve kuru iddiaya değil içe, öze, cevhere bakmak, o cevher-i ferdi ısrarla aramaya devam etmek gereği vurgulanmaktadır. Ehliyetli ve liyakatli birer kılavuz, birer komutan bulunamaz da mukallit papağan misali, mukallit maymunlarla yetinilirse akıbet hüsran olmaktadır. İslam dost kazanma sanatıdır, düşmandan dost elde etme kimyasıdır.19
Tatlı dil yılanı deliğinden çıkaracaktır.[8] Oysa daha sırtına aslan resmi dövmesi yaptırmaya dayanamayan[9], daha eli bağlı bir kölenin altında kalan beceriksiz heveslilerle Selçuklu devleti idare edilemezdi.[10]
Zira Hz. Ömer radiyallâhü anhı tanımayanlar Zalim Haccac’ı adaletli sanıyorlardı.[11]
Mısırlı Hz. Yusuf neredeydi, o şimdiki Yahudi Yusuf nerede. Hatta mezarlık ve türbe ziyaretlerinden bahisle, bu hayattan göçüp gitmiş nice zatların mevcut dirilerden, geride bıraktıkları kültür miraslarıyla çok daha verimli ve bereketli olduklarını söyler.
Mesnevi’ nin ikinci cildinde geçen sufi öyküsü de benzer mesajları  içerir. Bir sufi yolculuk esnasında bir dergaha uğrayıp dinlenmek ister. Eşeğini ahıra bağlar, içeri girer, dergahdaki sohbeti dinlemeye koyulur. Önüne yemek getirilince, daha önce değil, aç kalmış eşeğini de hatırlar ve bizzat ilgilenmek yerine vasat bir hizmetçiye talimatlar yağdırarak eşeğiyle ilgilenmesini ister. Hizmetçi bu güzelim talimatları ”La Havle! La Havle!” laflarıyla sufinin ağzına tıkar, baş üstüne der. Sufi ikna olur. Fakat hizmetçi hiç oralı olmaz. Sabah olduğunda eşek aç, uykusuz ve hastadır. İkide bir yere kapaklanmaktadır. Sufi artık pazarda eşeğini satamayacaktır. Çünkü kendi işini kendi yapmamıştır. Kendisini konuşturmayan ve dinlemeyen hizmetçiye güvenmiştir. Hizmetçi onu kuru laflarla, dinsel sloganlarla kendine inandırabilmiştir.[12]
Sağırın hasta ziyaret adlı öyküde de durum aynıdır. Hasta ziyareti bir insanlık ödevidir ve güzeldir. Gidilecek, onun şikayet ve ızdırabı can kulağıyla dinlenecek ve bu suretle bir nebze de olsa derdine derman olunacaktır. Fakat ziyaretçi sağır gibi olursa, ya da sağır kesilir ve hastanın sıkıntısını dinlemez, sadece adet yerini bulsun diye aşksız bir şekilde ziyaret etmişse, hastayı konuşturmamış ve onu dinler gibi yapmış ise hasta daha iyi olmayacak, hatta belki ızdırabına kulak verilmediği için daha da sinirlenebilecektir.[13]
İşte o hastadan kasıt halktır, vatandaştır. Ziyaretçiden kasıt bazen oğluyla konuştuğunu sanan baba ya da halka indindiğini sanan devlet ricalidir. Şayet baba ya da devlet ricali halkın sıkıntı ve ızdırabına kulak vermiyorsa ziyaret verimli olmuyor, yeni sıkıntılara yol açıyor demektir. Biz bugün buna modem tabirle, iletişim engellerini ortadan kaldırma yolunda “etkin dinleme, katılımlı dinleme” diyoruz.[14]
Derdini anlatabilmek ve dert dinleyebilmek insanın en hayati işleridir, öyle anlaşılıyor ki bir insan kendi derdini edep ve hürmet dairesinde anlatıyor ve anlatabiliyorsa, ya da bir takım dertleri can kulağıyla dinleyip çözüm üretebiliyorsa o zaman olgun insan sayılmaktadır.
Başka bir öyküde bu sefer sufi eşeğiyle ilgilenmiş, sonra dergaha girip eğlenceye dalmıştır. Ne var ki bu sefer de eşeğini dergahta açlıktan kırılan dervişler pazarda satıp parasını dergahtaki yemeğe ve eğlenceye sarfetmişlerdir. Bunlardan habersiz ve gafil sufi de onlara uymuş, içinde nefis eşeğinden kurtulduk “eşek gitti, eşek gitti” sözleri geçen bir müziğe mukallidane eşlik etmektedir. Bilmemektedir ki giden kendi eşeğidir. Bu sefer hizmetçi durumu haber vermek için bir-iki kez gelirse de bakar ki sufi herkesten daha coşkulu olarak ’’eşek gitti” demektedir. Bunun üzerine sufınin durumun farkında olduğuna hükmeder ve bildirmekten geri durur. Ertesi gün gürültü kopar. Sufı şikayetçidir. Oysa yoksul dervişler uzun zamandır açtırlar ve sabırları tükenmiştir. Eşeği satıp parasını yemişler ve gitmişlerdir. Sufi hizmetçinin yakasına yapışır ve emanete ihanetle suçlar. Hizmetçi ise, sufînin şarkıya mukallidane eşlik ederken telaffuz ettiği “EŞEK GİTTİ” ibaresine istinaden durumun farkında olduğunu zannettiğini, yoksa bildirmek üzere yanına kadar kaç kez gelmiş olduğunu söyler.[15]
Demek oluyor ki yoksulları gözetmek, onları dikkate almak lazımdır. Kuru kuru sabır telkin etmek bir yere kadardır. Yoksa o yoksullar hırsızlıktan çekinmeyecekleri bir hale gelebilmektedirler. Enteresandır, Çehov ya da Necip Mahfuz’un eserlerinde de görüldüğü üzere, Mevlana bu durumlarda yoksulları pek suçlamamakta, onlara dönüp yazıktır, haramdır dememekte, daha ziyade sorumluluklarını ihmal ederek insanları o durumlara düşüren zenginleri kınamaktadır.[16]
Mukallidane konuşmak kurtarıcı olmak şöyle dursun, kurtarılmaya engel teşkil edebilir. Buradan, bilmediğin halde bilir gözükme ki sana bildirilebilsin mesajı çıkmaktadır. Aç iken bıyığına yağ sürüp kendini et yedi gösterirsen gerçek etten mahrum kalırsın. Zira bir çakal boyacı küpüne düşmekle tavus kuşu olmaz.[17]
Bu durumda, bir kişi salt dinsel metinlerle meşgul oldu ya da salt dinsel muhitlere devam etti diye “dindar” sayılmamaktadır, öyleyse, katı kuralları uygulayarak ya da uyguluyor gözükerek namuslu tavır takman bireyi değil, isyan ahlakını Hz. Mevlâna kaddesellâhü sırrahu’l azîz konu edinecektir. Çünkü, namuslu adam mevcut nizamı takip etmekten ve ödevini yapmaktan dolayı iftihar ederken aslında bu nizam ve bu ödevin insanlığın büyük bir kısmının zararına hareket edenlere menfaat sağlamak için kurulmuş ve konulmuş olabilmektedir.[18]
Başkalarının ızdırabının dindirilmesi gerektiğine hükmetmek için, önceden acıyı çekmek lazımdır. Merhameti sadece bilmekle kalmayıp gerçekten harekete geçmek isteniyorsa merhamet tecrübesini yaşamak gerekir.[19]
Başka bir yerde “cemaat rahmettir” kavramını ele alır. Bu söz güzeldir, fakat nerede o güzel cemaat?
Kurbağa farenin ısrarlı talepleri ve aşıkane tutumu yüzünden fare ile cemaat olmuştur. Fakat bir gün bir karga bu fareyi kapınca, fareye iple bağlı bulunan kurbağa da av olmuştur.
Hani cemaat rahmet idi?
Demek ki her cemaat her zaman rahmet değilmiş noktasına vanr.32
O nedenle çoğu kez mihrap ve halvet kelimesini kullanır.33 Teenni ile davranmayı, halvete çekilip kalp huzuruyla niyaz etmeyi, istihareyi, teke tek kalmayı tavsiye eder.34
Mevlana hazretleri zenginin lehine işletilen salt ceza kanununun değil, aynı kanun zımnında fukaranın ve kimsesizin lehine olan insaf ve merhamet kanununun da işletilmesini savunmaktadır.
Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî, o celalli konuşmalarıyla aslında bir dinleme kültürü mayalamak ister gibidir.
Mesnevi’nin ilk kelimesi olan “DİNLE!” sözü tesadüfi değildir. Doktor olanlar, sağlıklı olanlar, varlıklı olanlar hastalara, yoksullara ve onların şikayetlerine kulak vermeli, taleplerini can kulağıyla dinleyip dikkate almalıdır. Rumî bizzat kendisi de muzdarip idi. Bu dünyada arayış içindeki bir muzdarip yolcu idi. Hasta ve yorgundu, kimsesizdi. Şikayetleri ve talepleri vardı. Her türlü ayrılıktan, ikilikten, ayrımcılıktan, uzaklıktan şikayetçi idi. Dolayısıyla “birlik dükkanı” açtı, birleşmek ve birleştirmek istedi.
Bekçiyi hırsıza ulaştırmak, varlıklıyı yoksula, seveni sevdiğine, yolcuyu evine ve hastayı sağlığına kavuşturmak istedi.
Ses ürününe kulak müşterisi aradı.
Kendisi gibi başka muzdaripler aradı ki anlasınlar derdini, ızdırabını.
Diyalogdan yana oldu.
Dinlemek, konuşanı dinlemek, dinlemek suretiyle konuşturmak istedi.
Kendisi de dinleyen biri oldukça konuştu da konuştu. Bir muzdarip kişi olgun bir büyüğüne şikayetini anlatmayacaktı, ona niyaz ve dua etmeyecekti, ondan medet ummayacaktı da ne yapacaktı?
Mesnevi-yi Ma’nevi adlı muhteşem eser Rumî’nin can dostu Şemseddin-i Tebrizi’den ayrı kalmasının akabinde, Hüsamettin Çelebi’nin Rumî’yi konuşturmasıyla ortaya çıkmıştı.
 Mesnevi’deki ilk öyküde bir padişahın cariyeye aşık olması, cariyenin Semerkantlı kuyumcudan ayrılmış olmakla hastalanması, bir velinin tavsiyesiyle kuyumcunun dil dökülerek Semerkant’tan getirtilmesi, cariyenin onunla evlendirilip iyileştirilmesi, altı ay sonra kuyumcunun hasta edilip öldürülmesi ve cariyenin kuyumcu aşkından soğuyarak padişaha kalması, muhtelif şerhler bir yana, bize Padişah olan Allah’ın sevgili kulu Mevlana’yı kendisine yakınlaştırmak için Mevlana’nın dünyevi dostu olan Şems’i Şam’dan getirtip Mevlana ile altı aylık sohbetine izin verdikten sonra Şems’i öldürtmesiyle Mevlana’yı ikilikten birliğe, iki sevgililikten tek sevgililiğe getirdiğini söylemektedir. İşte burası son derece görkemli bir hareket noktasıdır. Mevlana’nın hayatı, kendi anlattığı simgesel bir öykü içinde belirivermektedir.[20]
Yukarıdaki öykünün unsurlarını maddeler halinde sunarak hem Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin bakış açısını hem de senaristimizin üzerine vurgu yapmasını tavsiye ettiğimiz noktaları göstermiş olalım.
Padişahın cariyeye aşkı, Allah’ın Mevlana özelinde sevgili kullarını kendine ayırdığına işaret eder.
O sevgili kulların her birinin farklı zevkleri ve kanaatleri olacaktır. Dolayısıyla hemen ve derhal gerçek sevilmesi gereken Allah’ı idrak edemeyebilirler.
Semerkantlı kuyumcu örneğindeki gibi dünyevi bir sevgili sebebiyle “aşk hastası” olarak gözükebilirler. Oysa bu bir yanılsamadır, çünkü geçici ve illetli bir sevgidir. Para ve güzellik gibi illetler ortadan kalkınca sevgi de kalmayacaktır.
Gözde cariye konumundaki Mevlana ve öteki sevgili kulların bu sevgiliye kavuşmalarından ve akabinde hayal kırıklığına uğratılmalarından başka ilaçları yoktur. Ancak bu yolla, o sevgiliden soğutulduktan sonra, gerçek sevgiliyle baş başa kalınabilecek, cariye ise kaçıp durmakta olduğu padişahın sevgisini o zaman görebilecektir. Semerkantlı kuyumcu bin bir rica minnetle, hediyeler ve vaadlerle, edeplice ikna edilerek getirilecektir. Bunda biraz kuyumcunun kendini beğenmiş ve tamahkar olması da etken olacaktır.
Dikkatten uzak tutulmamalıdır ki padişah “gerçek aşık” idi. Cariyeyi gerçek bir aşk ile sevmişti. Kuyumcu gibi menfaatleri uğruna yollara düşüp gelmiş değildi. Padişah mihrapta, halvette, secdede gözyaşları dökmüştü. Rüyasındaki veliyi beklemiş, o veli gelince kendisini ona teslim etmiş, tavsiyelerini can kulağıyla dinlemiş ve uygulamıştır. Padişah kendisini Hz. Ömer, o veliyi ise Hz. Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem olarak nitelemiştir. Bu tevazu ile yola çıkmıştır. Veli ise hem padişahı hem de cariyeyi çok iyi dinlemiş, onları yakından gözlemlemiş, bu durum muvacehesinde işe koyulmuştur. Gerek padişah gerekse cariye o velinin her dediğine azami riayet etmişlerdir. Sonuçta böylesi bir diyalog meyvesini vermiş, sevenler kavuşmuştur.
Benzer bir öykü eserin son cildindeki İmadülmülk karakteriyle verilir.
Bir beyin çok sevdiği atına bir padişah önce göz koyar, sonra el koyar. Canı yanan bey soluğu İmadülmülk adlı bir velinin yanında alır. Şikayetini, maruzatını aktarır. O da ağlar, İmadülmülk de. İmadülmülk de bilir ki yardım Allah’tan istenir, fakat Allah dostu bir veliye sığınıldığında o veli nasıl uzak durabilir ki? Edeplice padişahın yanına gider, saygıyla susup bekler. Padişah yeni atının güzelliğinden dem vurunca ve onun da fikrini sorunca der ki “gerçekten çok güzel bir at, fakat başı biraz öküze mi benziyor sanki”. Bu vehme düşürme tarikiyle padişah attan soğur, at gerçek seveni olan o mütevazı beye iade olunur. Böylece saygı, edep, diyalog, dinleme ve konuşma adabı, taraflarca güvenilir olmak, sözü dinlenir olmak gibi vasıflar tüm taraflara mutlu bir son getirebilmektedir. Yine seven sevdiğine usta bir arabulucu ile kavuşmaktadır.[21]
Mevlana bu tip romantik örneklerle bir taraftan beşeri aşkı yüceltirken, bir taraftan da devlet mekanizmasında da bu veli tiplemelerindeki usta müsteşarlara, usta liderlere olan ihtiyacı vurgulamakta, bir peygamber edasıyla kendisinin ilim ve hikmet erbabı olması hasebiyle bu tip bir müsteşarlığın en uygun adaylarından biri olduğunu da hatırlatır. Bu bir görev talebinden ziyade, devletin görevlendirmelerdeki kriterinin ehliyet ve liyakat olması gerektiğine bir vurgu mahiyetindedir.
Bu noktada özellikle ihtiyarlığın zemmi hususuna da değinmemizde yarar vardır. Hz. Mevlana’nın veli derken ihtiyarlığı kastetmesi şöyle dursun, tam tersine ihtiyarlığı zemmettiği anlaşılmaktadır. Din ve devlet makamlarında salt ihtiyarlığın bir saygı ve güven ölçütü olamayacağını, böyle olmaması gerektiğini söyler.
Din ve devlet işleri genç ve dinç, zinde insanlar ister. Ehliyet ve liyakat daha ziyade gençlerdedir.
Yaşlılar bir parça yorgun ve hastadır.
Kararlan da hastalıklı ve ihtiraslı olabilmektedir.
Dolayısıyla genç yeteneklere şans tanınmalı, onlar görevlendirilmelidir.
Liderlikler gençlere bırakılmalıdır.
Kudretsiz ihtiyarlarla din ve devlet işleri yürütülemeyecektir.
Nice ihtirası olmayan, mütevazi, kendini öne çıkarmamış, kıyıda köşede kalmış, dikkatlerden kaçmış, kıymetli, ileri görüşlü, uzağı gören, yoksullukla mücadele edecek, kuzulara iyi çoban olacak, hırsızlardan korkup kaçmayacak delikanlılar vardır.
Onlan arayıp bulmak, onları görebilmek, onları bulup rica minnetle göreve getirtmek lazımdır.
Yoksa kurttan bekçilik istemek uygun değildir.[22]
Sh: 603-610
Kaynak: Mesut YAZICI, 21. YÜZYIL TÜRK SİNEMASINDA MEVLANA FİLMLERİ, DÜŞÜNCE VE SANATTA MEVLANA, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi  İLAHİYAT FAKÜLTESİ 25-28 Mayıs 2006 Sempozyum TEBLİĞLER

Mevlana Celaleddin Rumi kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki
“Birisi, Hoca Senai öldü dedi. Ölüm, böyle bir ere küçük bir iş değil. Saman değildi ki kış yüzünden dondu farzedelim. Tarak değildi ki, bir telden kırılsın. Tohum değildi ki yer onu sıkıp kurutsun. O, bu yeryüzünde bir altın madeniydi ki, iki cihanı da bir arpaya sayardı. Topraktan yaratılan bedenini toprağa attı, akla mensup canını göklere çıkardı. Halkın bilmediği ikinci canı, bunu da şaşırtmak için söylüyorum ya, canana teslim etti. Saf Şarap, tortuyla karışmıştı, küpün ağzına çıktı, tortudan ayrıldı.”


[1] Mevlana, Mesnevi (Haz. Adnan Karaismailoğlu), Ankara 2004, C.IV / 65-80
[2] Mesnevi, C.V / 3437-3470
[3]  Kutsal Kitap, Matta 23/1-39, 25/31-46, Romalılar 2/1-29, 3/1-31, Yakub’un Mektubu 1/19-27, 2/1­26, 3/1-18,4/1-17,5/1-20
[4]  Kur’an-ı Kerim, Maun Suresi 1-7. ayetler; Kafirun Suresi 1-6. ayetler
[5]  Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi 107-110. ayetler
[6]   Mesnevi, C.V/ 1089
[7]   Mesnevi, C.V/ 2886-2910
[8]   Mesnevi, C.V/ 1132
[9]   Mesnevi, C. 1/2980-3011
[10] Mesnevi, C .V /3736-3779
[11] Mesnevi, C.V/ 3595
[12]  Mesnevi, C. II/ 155-320
[13]  Mesnevi, C. 1/ 3359-3394
[14] Doğan Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, İst 1992, s. 167-194, Baba Destek Programı Eğitici El Kitabı, s. 12
[15] Mesnevi, C .I I /512-581
[16] Açlıktan dolayı başkasının eşeğini satıp parasını yiyen dervişlere (C. II / 548-549) ya da uzun zamandır yoksulluk çekmekteyken başkasına ait olup evine toslayan bir ineği sahiplenen adama (C.III/ 2388-2568) takındığı tavır gibi.
[17] Mesnevi, C.III/721-777
[18] Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı, İst 1995, s.26
[19] a.e., s.28
[20] Mesnevi, C . I / 35-245
[21]  Mesnevi, C. VI/ 3343-3515
[22] Mesnevi, CIV/ 1973

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar