HZ. MEVLÂNÂ (Kuddise sırruhu’s-sâmî) ESERLERİNDEN PARÇALAR
ŞİİRLERİNDEN
Ölü idim,
dirildim. Göz yaşı idim, tebessüm oldum. Aşk devleti geldi ve ben baki olan
devlete eriştim.
Bende
arslanların cesurluğu var. Ben parlayan zühre yıldızıyım. Bana :“Eski aşkını
anlatma!” dedi ve ben: “Peki, anlatmam !” dedim ve sakin kaldım.
Bana :
“Divane değilsin; bu eve lâyık değilsin !” dedi. Ben de gittim, divane oldum ve
zincirlere vuruldum.
Bana:
“Sarhoş değilsin, git; işe yaramazsın!” dedi, ben de gittim, sarhoş oldum ve
tarabla doldum.
Bana: “Sen
ölü değilsin, kana boyanmamışsın !” dedi. Ve ben o zaman onun önüne düşerek
öldüm.
Bana: “Sen
mumsun, ve bu toplulukların kıblesisin!” dedi.
Ben ne
mumum, ne topluluğum. Ben dağılmış bir dumanım!
Gel...
gel!... Sen (sema’) ın canının canısın. Sen (sema’) bağçesinin rakseden servisisin!
Yüz bin
yıldız seninle gönlünü aydınlatır. Gel... Sen (sema’) göğündeki aysın.
Sema’a
girdiğin zaman iki cihanın da dışındasın. Sema’ iki cihandan dışarıdadır.
Zerrenin
kenarı güneşin nûri ile doldu. Sesi, figanı olmayan sema’ ile her şey raksediyor.
Gel!...
Tebrizli ŞEMS aşkın suretidir. Semam dudakları ve ağzı onun aşkından kalmıştır.
Ben
heykeltıraş ve ressamım, Her an bir put yaparım ve bütün o putları senin
Önünden geçiririm. Yüzlerce resim yapıp onlara can veririm; fakat senin,
nakşını görünce onları ateşe yakarım.
Sen ya
humarı olanların sakisi, yahud ayıkların düşmanısın, yahud da her yaptığım evi
viran edensin !
Bu su ve
kilden yapılmış evde gönül sensiz harabdır. Sevgilim! Ya o eve gir, yahud o evi
temelinden uçurayım.
Karanlık suyun
dibinden güneş doğuyor. Zerre zerre “lâ-ilâhe-illa’Llâh” ı dinle.
Ona zerre
nasıl denilebilir ki, ruhun güneşi gibidir ve güneşten süslü elbiseler ve
külâblar giyer.
Gönül ayı,
insan şeklinde su ve kilden çıktı ve Yusuf gibi güzel yüzlerce güneş kuyuya
döndüler.
Başını
topraktan kaldır ki, sen bir karıncadan aşağı değilsin. Karıncalara çöllerin ve
harman yerlerinin haberini götür.
Bana bir
koku geliyor. İhtimal ki, vefakâr sevgilim benim yadımla şarab içmektedir.
Canım ye gönlüm onun konak yeridir. Acaba beni ne zaman gönlünden geçirdi ki,
hasta kalbim her an deva buluyor ?
Benim
sevdama lâyık nâra ve feryad nerede ? Benim nârlarıma benzeyen güneş ve ay
nerede ?
Onun
damından bak; onun müjdesi her lâhza gönlümün penceresinden, ateş yutan rûhuma
doluyor.
Bu gece,
uyanık olan devletim, gönlü uyanık olanlara Bu sözlerimle sırlarımın birer
sembolünü söylüyor.
Visalinden
nasıl bahsedeyim, güzelliğini nasıl anlatayım ? O tûtîler benim bu sözlerimin
tuzağından kaçıyor.
Uyku
uyumayan o fil geceliğin acaba Hindistanı mı gördü?
Leylâ benim
Mecnuna benzeyen canımı istemeye geldi.
Sen benim
gönlümden sabrı aldın. Beni mest ye harab ettin. Nerede benim ilmim, nerede
benim hilmim, nerede benim aklım ve zekâm ?.
Yalnız bu
gece mi?.. Asırlar bu ateşi görmemiştir. Ben utancımdan eridim, su kesildim,
fakat, hâlâ âteşim sükûnet bulmadı.
Ölünüz...
ölünüz... Bu aşkta ölünüz.
Bu aşkta
ölürseniz hakikî rûha malik olursunuz .
Ölünüz...
ölünüz... Bu ölümden korkmayınız.
Bu
topraklardan kurtulup göklere yükseliniz.
Ölünüz...
ölünüz... Bu nefisden ayrılınız.
Bu nefis
bir bağdır ve siz onun esirisiniz.
ölünüz...
ölünüz... Bu bulutdan kurtulunuz.
Bu buluttan
kurtulunca parlak ayı görürsünüz.
Susunuz...
susunuz... Susmak ölüm zamanına işarettir.
Sustuğunuz
halde feryad ediniz ki, hakikî yaşamak budur.
İçinde
çalgılar çalınan bu ev nasıl bir evdir; efendiden sor. O ev eğer Kâbe ise bu
put sureti nedir, eğer âteşperest rahiblerinin mabedi ise bu nûr ne oluyor !
Bu eve yol
bulan herkes yeryüzünün sultanı ve zamanın Süleymanıdır. Orası kıyamet günü
gibidir ki, kimsenin kimseden haberi yoktur. Zevkinden kimse filân veya falan
olduğunu tanımaz.
Bu ev can
evidir ve canın yeridir. Orada ne alt vardır, ne üst, ne de altı cihet!
Ey âşıklar,
ay âşıklar! Âlemden göç etmek zamanı geldi. Gökden can kulağıma göç davulunun
sesi geliyor.
Deveci
kalktı. Katarlar hazırlandı. Bizimle helâllaşmak istiyor, ey kervan ahalisi,
hâlâ nasıl uyuyorsunuz
Önden,
arkadan gelen bu sesler göç davulunun ve çanların sesidir. Canın nefes aldığı her
lâhzada yersiz olan yere baş koyuyor.
Bu başlan
iğrilmiş mumlar, bu kırmızı perdelerden acaib bir halk dışarı çıkıyor ve gayb
âlemi beliriyor.
Sana
zamanın ağır uykusu çökmüş. Bu tez geçen ömre yazık. Bu ağır uykudan sakın.
Gönlüm!
Sevgiliye doğru git; ey dost, dostu karşıla, ey bekçi uyan, bekçiler
uyumamalıdır.
Sen bir kil
parçası idin, gönül oldun. Cahildin, akıllı oldun.
Seni oradan
oraya çekip götüren nerede ?
Otuz sene,
ne yaş, ne kuru bir şey olmayan bir adada peşinden deli gibi koşup dolaştım.
Varlığının
her şeyi olduğundan gafildim. Aklım iman ve küfür mefhumlarile meşguldü.
Gönlüm !
Sen iki cihandan dışarıda olan cihanın hepsisin. Ey her şeyden münezzeh olduğu
halde her şey senden ibaret olan !
Aşk,
fazilette, ilimde, defterde, kâğıtlarda değildir. Orada halkın dedikodusu olan
yol, âşıkların... yolu değildir.
Aşkın dalı
ezelde, kökü ebeddedir ve bu ağacın dayandığı ne arş, ne toprak vardır, hattâ
ne de göğdesi!
Nesim gibi
sabahların zevkini süren kalbim görülmemiş zevkleri görmekle mestoldu.
Bazen
hayret denizinde, bazen dağ eteğinde kemer bağlayıp o dağda kehribar buldu.
Gözün ve
gönlün ötesinde yüz pencere açıldı; zaman ve zeminin dışına gitti ve ve
yüzlerce süha yıldızı gördü.
İsteyen ve
istenilenin sıfatlarını ayrı gören: (tevhid) ilminde ne isteyen ve ne de
istenmiş olur.
“Cübbemin
altında Allah’tan başkası yoktur.”, sözündeki mecazı anlayan o cübbeyi bin
def’a süslü bir kaftan gibi gördü.
İki âlem
onun karşısında horozun önündeki dane gibidir, İşte Hakkı görenin temiz nazarı
böyle olur.
Ey
müslümanlar! Ne yapayım ki, ben kendimi bilmiyorum. Ben ne Hristiyan, ne
Yahudi, ne ateşperest, ne Müslümanım.
Ne
şarklı, ne garbli, ne ulvi, ne süfliyim; ne tabıatin rükünlerindenim, ne dönen
feleklerden ! Ne topraktan, ne sudanım; ne rüzgârdan, ne ârştan, ne ferşten, ne
güneştenim; ne de hiç bir madene aidim.
Ne
Hinddenim, ne Çinden!... Ne BulgarIm, ne Sakson. Ne Irak meMleketindenim, ne
Horasan toprağından !
Benim
nişanım ihsansızlık, mekânım mekânsızIıktır.
Ne
göğdem var, ne canım... Bununla beraber bir olanı görüyor, biri arıyor, biri
biliyor, biri çağırıyorum.
İlk
ve son odur. Zahir ve batın odur. Ondan başka hiç kimseyi görmüyorum. Aşk
kadehile sarhoş oldum, iki cihan da elimden gitti, rindlik ve kallâşlıktan
başka servetim yok.
Ömrümde
bir gün sensiz geçecek olursa o vakit ve saat için ömrümden de vazgeçerim.
Tebrizli
ŞEMS!... Bu âlemde öyle mestoldum ki, mestlik ve sarhoşluktan başka bir şey
bilmez oldum.
Bizim
çölümüzün ucu bucağı yoktur. Bizim gönlümüzün ve canımızın kararı yoktur.
Cihan, cihanın içinde suret nakşına, tutulmuştur. Bu nakışlardan bizimkisi
hangisidir acaba ?
Yolda
göğdesiz kafaların meydanımıza doğru yuvarlandığını görürsün. Onlara sor;
onlara sor sırlarımızı ve onlardan bizim gizli hâllerimizi öğren!
Ne olurdu
bizim kuşlarımızın dillerinden anlayan bir kulağın olaydı. Ne olurdu
umulanımızın elmaslar yağdıran bir dalgasını göreydin!
Ne
söyleyeyim?... Ne bileyim ki, bu destan bizim imkânımızın haddinden
dışarıdadır. Felekte ve cennette ne yerler ve ne saraylar vardır ki, bizim
seyrânımız için vuslatın gül bağçesi olurlar.
Biz
yukarıdan geldik, yukarıya gideriz. Biz denizden geldik, denize gideriz. Biz oradan, buradan değiliz. Biz
yersiz yerdeniz ve yersiz yere gideriz.
Ruh
tufanında biz Nuh’un gemisiyiz; şüphesiz elsiz, ayaksız gideriz.
Gün yüzün
belirince âlemlerdeki zerreler de görünür oldular.
Yanaklarının
güneşi gölge verince o gölgeden eşya peyda oldu,
Zerre
güneşte mevcud olduğu gibi, zerrede de güneş göründü.
Hakikatlerin
şekayiki açıldı ve binlerce yüksek serviler gösterdi. O engin deniz dalga ve o
dalga da deniz oldu.
Her cüz’
küllün ayni oldu ve cüz’ler baştan başa küll oldular.
Neredesiniz,
neredesiniz, ey hacca giden insanlar! Geliniz, geliniz... Sevgili buradadır .
Eğer sureti
olmayan sevgilinin suretini görecek olursanız, efendinin de, kölenin de,
kıblenin de sizin kendiniz olduğunuzu anlarsınız.
Bu yoldan o
eve binlerce defa gidiyorsunuz; Bir kerre de bu evden onun damına çıkınız.
O çöle
erişince ehram bağlayınız ve namus [şöhret] hırkasından tamamile kurtulunuz.
ABDÜRRAHMAN
CÂMÎ, bu mealde en güzel nihailerinden birini söylemiştir.
“Eğer gönlünden gülü geçirecek olursan gül olursun;
kararsız bülbülü isteyecek olursan bülbül olursun. Sen bir cüzü’sün ve Hakk
külldür. Eğer bir gün de küllü düşünecek olursan sen de küll olursun.”
O canların
Kâbesini görmek kastediyorsanız o aynanın yüzüne sır vurunuz.
Esrar
perdesindeki nikabı çözünüz ve kendinizin ne kral, ne dilenci olmadığınızı
biliniz.
Ey Hakkı
arayanlar!... Onu aramaya ne hacet, aradığınız sizsiniz! . Evde oturmuş
kapılara bakıyorsunuz ; fakat ev sizsiniz ve evde oturan da Hakk’tır.
Zat ve
sıfatlar sizsiniz. Bazen arş, bazen ferş olan hep sizsiniz.
Siz
harfsiniz, harflersiniz; lâkırdısınız, kitabsınız ; Cebrail ve peygamberler hep
sizlersiniz.
Ey hoş
sadalı ney ! Sen gönlümü alansın .
Sen sıcak
demler üflediğin gibi soğuk demler de üflüyorsun. Şüphesiz senin için bağlardan
halidir. Karışık gönülleri ve canları sen boşaltır, teskin edersin.
Senin
ressamın, yaptığı resminin içinde nakşolmakla beraber sen, herkese sevgilisinin
biçiminde resimler yaparsın.
Ey külî
hakikatlerinin sureti! Sen perde de olsan yine neyin içinden şeker gibi çık,
görün !
Neyden ateş
düştü ve âlemi duman bürüdü. Aşkın nidasını çıkarmakta ateş vardır. Deminde her
halde Tebrizden gelen bir koku olmalı ki, güzelliğinle bir çok gönülleri
kazanıyorsun.
Bu
şeklimle ben kime benziyorum acaba ? Bir lâhzada peri şeklinde, başka bir anda
efsuncu kıyafetinde görünüyorum .
İştiyak
ateşinde hem mum, hem her şey oluyorum ; hem, duman, hem ışık, hem dağılmış
olan her şey oluyorum.
Süleymanın
aşkında kuşlarla arkadaşlık ediyor, hem perilere vurgun, hem perileri çıkartan
efsuncu oluyorum.
Bu vak’a
karşısında ürküntü içindeyim. Hem aklım başımda yok, hem söz söyliyorum; hem de
söylemekte iken aynı zamanda susmakta bulunuyorum ve susanların levhası
oluyorum.
Ben acaba
keklik ve şahin değil de nasıl bir kuşum ? Ne güzel ne çirkinim; ne oyum, ne
buyum.
Q renge
boyanarak renksiz oldum ve o saç kıvrımına aşıldım; o mumun pervanesi oldum. Ya
Rabbi ne kadar perişanım !
Hem kanım,
hem arslanım; hem çocuğum, hem ihtiyar. Hem köle, hem bey; hem oyum, hem bu.
Hem şeker
saçan ŞEMS, hem Tebriz memleketiyim. Hem saki, hem mestim. Hem tanılıp bilnen,
hem de gizlenenim.
O kurnaz
put her lâhza başka bir şekille geldi,, gönül alıp gayboldu .Sevgili her an
başka bir elbise ile geldi. Kâh ihtiyar, kâh genç oldu.
Kâh NUH
olup cihanı duaya boğdu ve kendisi gemisiyle çekilip gitti.
Kâh İBRAHİM
HALİL olup ateşin ortasına atıldı ve ateş onun için gülistan oldu.
Âlemi
aydınlatan YUSÜF olup Mısıra gömlek ısmarladı ve YAKUB’un gözüne nûr gibi inip
gözünü meydana çıkardı.
Bir zaman
bu yeryüzünde gezmeye çıkıp İSÂ oldu ve dönen dünyaya geldi; Hakkı teşbihe
başladı. Her devirde gelip gittiğini gördüğün odur. Nihayet Arab kıyafetinde de
gelip cihanın Darâsı oldu.
Mensuh
nedir, tenasüh ne oluyor! Hakikatte o güzel, kılınç oldu ve ALİ’nin eline düştü
ve zamanın katili oldu.
Hayır,
hayır. O, yaşayan insan suretinde “ben Allahım!” diyendi. O, darağacına çekilen
MANSUR değildir. Cahil bununla şübheye düştü.
RÛMÎ küfür sözü söylemedi ve söylemez.. Onu
inkârdadır sanmayınız.
Celâlüddin Rûmî, yani kendisidir. Bu şekilde,,
şiirlerinde Rûmî tahallüs etmesi .pek nadirdir. Bu tarzdaki şiirlere mistik
edebiyatda şatlı derler ; bazen büsbütün mücerred mefhumlar söylenir ve
ekseriya. halk arasında küfrâmız görüneceği iğin tehlikeli addedilir. Bektaşi
şairleri arasında şath yazanlara pek çok tesadüf edilir. Ekseriya gulâtı
mutasavvıfe, yani mistiklerin azgınları arasında câri olduğu gibi, bazen meçhul
kimseler tarafından uydurularak tanınmış zatlara nisbet edildiği de çok
vâkidir. Kendisinin evvelce Aşilin kalkanı olduğunu iddia eden PYTHAGORAS’ın
sözlerine çok benzeyen Alinin kılıncı olmak keyfiyeti ve Rûmî mahlası bu
şiirin kendisine aidiyetinde beni biraz düşündürüyor. Mevlâna her vesile ile ve
sarih bir surette tenasühün aleyhinde bulunmuştur.
Bu yolda
gidenlere mahrem oldum. Mukaddes yerde oturanlarla oturdum ,
Altı
cihetin dışında bir gök gördüm ve hemen toprak olup o göğün altına yayıldım.
Her nefeste
Azrail benimle idi. Fakat, ben bundan zerre kadar müteessir değildim. Yüz yüze
ölümle cenkleşdim ve nihayet ölüm bayramile neş’elendim.
Aşkın
damarlarında kuruyan kan oldum. Âşıkların gözlerinde şebnem oldum. Bazen İSA
gibi bütün lisan kesildim; bazen MERYEM gibi susan bir gönül oldum. Bana
inanırsan ISA ve MERYEM hakkında anlatılan bütün şeyler ben oldum.
Her nekadar
cenk gibi belim bükülmüş olsa da yine sen lem-yezel nayinin sesini benden işit!
Beni
ezelden yarattığın zaman aşkım kemalde idi , Ne zemin, ne de dünya varken sen
benim duamı işittin. Ne güneş vardı, ne ay. Ne baş vardı, ne de onun külâhı!...
Beni aşkın için seçmiş olduklarının içinden seçtin!
XXIII
Akşam
namazı vakti herkes çerağ uyandırıp sofra kurunca ben sevgilimin hayalde baş başa kalırım ve
gamile inler ah ederim. Göz yaşlarımla abdest aldığım için namazım böyle ateşin
oluyor. Ezan sesi gelince içimdeki mescidin kapısı yanar. Kıblemin yüzü
nerededir ki benim namazım böyle kazaya kalıyor ? Evet, kaza beni ve seni daima
imtihan etmektedir.
Sen
söyle, acaba sarhoşların namazı doğru olabilir mi ki, onlar ne zamanı bilirler,
ne mekânı ! “Kıldığım acaba ikinci rek’at mıdır, yoksa dördüncü rek’at mı;
söylemeğe kudretim olmadığı halde acaba ben ne sûre okudum ?” diye düşünür.
Hakkın
kapışım nasıl çalayım ki, ne elim var ne gönlüm. Ey Allah ! Madem ki, gönlümü
ve elimi sen aldın, bana aman ver.
Namaz
kılarken Vallahi rükûum tamam oldu mu, acaba imam falanca mıdır haberim yok.
Herkes
uyudu. Yalnız gönlünü kaptıran beni uyku tutmadı. Gözüm bütün gece göklerde
yıldız sayıp durdu.
Uykum gözümden
öyle kaçtı ki, hiç bir zaman, gelmeyecek.
Uykum
ayrılığın zehrini içti ve öldü !
Ben ölüp de
tabutumu geçirdikleri zaman benim bu cihanın derdile uğraştığımı zannetme.
Cenazemi
görünce: “Ayrılık! Ayrılık!” diye ağlama. Benim visal ve mülâkatım o zamandır.
Beni mezara
bırakınca : “Veda’! Veda’!...” deme ; çünkü mezar cennetteki cemiyetlerin
perdesidir.
Buradan
gidişi gördüğün gibi tekrar gelişi de düşün. Güneş ve ay gurub etmekle
eksilmezler ki...
Hangi dane
vardır ki, toprağa ekilmiş de çıkmamıştır. Niçin insan danesi için şübheye
düşüyorsun ?
Burada
ağzını kapadınsa orada aç... Yersiz olan yerin boşluğunda senin hay ve huyun
yükselmektedir.
Kimdir bu,
kimdir bu ?... Bu kadar süslü ve sevimli olan kimdir bu ? ,
Sarhoş ve
koltuğunda, nalınları evimize gelen" kimdir bu?
Ev ona
hayran kaldı. Endişe şaşırdı. Önünde elsiz ayaksız yüzlerce akıl ve can var.
Dudakları
lâ’l gibi kızıl olan, hile ile, elinde bir kepçe ateş istemeye geldi. Sevgili
acaba kimi yakacak ki ?...
Ey âteşin
madeni, gel! Bizden neye ateş istiyorsun? Vallahi senin birdenbire buraya
gelmen bir kurnazlık ve hile eseridir.
Ey Yûsuf!
Kuyunun üstünden senin aksin suya düştü ve o kuyunun suyu senin şevkinle coşup
yukarı çıktı.
Sen şad
oldun, şad ! Sihirbaz ve üstad oldun. Anka’nın önüne çıkan Süleyman Peygamberin
hüdhüdü gibisin ,
Gece yarısı
haykırdım: “Gönül evinde kim var ?” diye .
“Benim,
dedi; ay ve güneşi utandıran yüzümle benim!... Niçin bu gönül evi nakışlarla
doludur?”
“Ey gül
gibi güzel yüzlü, onlar senin akislerindir!” dedim.
“Ya bu,
öteki kanlı nakış kimindir ?” diye sordu. “O benim, ayağı çukurda hasta
kalbimin nakşıdır !” dedim.
Sevgilinin
elçisi olan bahar neş’e içinde geldi .
Biz mestiz,
âşıkız, humardayız ve kararsızız...
Bağa doğru
çık, gözümün nûru! Çemen güzellerini intizarda bırakma! Gayb âleminden
çemenlere garib şeyler iniyor.
Gül senin
ayak basman için gülistana gelmiştir. Yüzüne baktığı için diken bile güzel
görünüyor.
Ey servi!
Susam çiçeği dere kenarında sesini anlatmak için baştan başa dil kesilmiş.
Gönce
düğümlenmiş. Düğümleri açan lutfunla açılıp dökülecek...
Ölü tohum
canlanıyor : Toprağın sakladığı sır şimdi aşikâr oldu.
Meyvesi
olan dal sevincinden sallanıyor ve kök, böyle bir şeyi olmadığı için utancından
yerin dibine giriyor. Güzel ve bahtiyar dallar ağaçlarda canlanıyorlar. .
Sarhoşluk,
âşıklık ve gençlik gibi bahar da gelip onlarla beraber oldu ,
Suretleri
olmadığı halde hoş bir şekilde resmedildiler. Resmolan hayallere bak!
Gözlerin
dehlizlerinden gönüller başka gönüllere koşarlar; suretler gözlerden içeri
girerek hakikat olurlar.
Sırlar
aşikâr oldu ve bağın içinde kıyamet
koptu. Bütün gönüller içerlerindeki o Çin dilberlerini gösterdiler.
Gönlün
varsa sen de göster. Ne zamana kadar gönlün çamur içinde gizli kalacak ?
Lâle güle
her an: “Ne tuhaf ! diyor, Nergis yasemine doğru nasıl hayretle bakıyor !”
İki kat
bükülmüş menekşe eşi bulunmaz bir müzevvirdir [yalancı,
arabozucu] ve onun sırlarını nilüferler bilirler.
Yeşillikler
servinin rikâbında yaya yürürler ve gönceler gizlice, gözlerile canları
sıkılmış gibi bakarlar.
Aynaya
bakar gibi dere kenarına iğilen söğüd yeşil dalların neler döktüğünü hayretle
süzüyor.
Yaratan,
bağda mutribleri kuşlardan bir meclis
kurdu. Sarhoş ve âşık birisi var; o baş mutribdir ve adına (bülbül) diyorlar
ki, gül kendisi ile eğlenirmiş.
Kumru
sülüne nerede olduğunu soruyor ve o, cevab veriyor: “Bir yerin ye bir yerde
oturanın bulunmadığı taraftayım !...” diyor.
Ey
âşıklar... Ey âşıklar! Ben rüsva olan bir âşıkım. Aşk başıma düştüğü andan
itibaren hayretteyim ve deli gibiyim ,
Âşıkım,
deliyim ve hayretler içinde kalmışım. Orada, burada, her yerdeyim, hem de ne
aşağıda, ne yukarıdayım.
Arşta ve
kürsüde olan benim, asla hata etmeyen benim.
Âlem
benimle. aydınlandı, âdem benimle tasavvura geldi. Ben hem âlim, hem fâzıl, hem
de kadıların kadısıyım.
Oradan
çıktığım zaman başım dönüyordu, çıldırmıştım. Oraya döndüğüm zaman ise
deliliğim eksilmedi, arttı.
Peyda olup
ayağa kalktım, durdum. Ben gizli değilim...
Ya sen
benden niçin gizleniyorsun ? Bana sırlarını söylesene !
Sen ki,
gözlerimde görmek kudretisin, beni gözlerimde arasana !
Ben konuşan
bülbülüm, kokan gülüm, sevgilisini arayanım ve ben gizli şeyleri ortaya
çıkarmak istiyorum.
Ben işi
olmayanların işiyim, hasta kalplerin derdiyim, tacirlerin kazancıyım ve benim
başım sev* dalıdır.
Genç,
ihtiyar benim. Güzel, çirkin benim. Süt ve hurma benim. Hem namaza devam eder,
hem namazsız otururum. Hem sabahı bilirim, hem akşamla aşinalığım var.
Dünya ve
ukba benim. Tûtî ve kumru benim, 'İn cin, benim ve ben denizlerin incisiyim.
Dağ, sahra,
mücevher ve deniz benim. Aşkın ışıklarına bak; dillerde konuşan benim. Sonsuz
deniz ve Nuh’un gemisiyim. Yusuf ve İsa, Musa ve Eş’iyâ benim. Eyyûb’a derman
ve Yakuba can benim. Ben Lokmanın hikmetiyim ve Yunus ve Yahya benim. Muhammed
ve Ali benim. Kızıl şarab ben, askere sahib olan ben, ve takva şarabı yine
benim.
Hem ferman
eden, hem fermana uyan, hem can alan ve hem can veren benim. Can bendendir ve
ben candanım.
Bana iyi
bak ki, ben mezarda senin mûnisin olacağım, Dükkânların ve evlerin önünden
geçirildiğin zaman benim selâmımı mezarında işiteceksin, sana benden haber
gelecek.
Benim
gözümden hiç bir zaman gizli kalmayacaksın.
Kâh lezzet
ve şadlıkla, kâh meşakkat ve füturla sana perde olan vücudunun içinde akıl ve
iz’an gibi olan şey benim.
Garib
gecede âşinâ bir ses duyunca bizim rahmetimizin yoluna girer ve kabrin
vahşetinden kurtulursun.
Aşk humarı
mezarına hediye olarak şarab, sevgili, ışık ve buhurlar gönderir, elimde iz’an
çorağını tutduğum zaman kabirlerdeki ölülerden ne hay ve huylar yükselecek.
Hattâ mezarlığın toprakları bile.
bu
gürültülerden, bu kıyamet davulunun sesinden ve ölülerin dirilmesindeki
azametten şaşıracaklar.
Kefenini
yırtmış ve kulaklarını korku sarmış olan kimse için sûr nefhası önünde beyin ve
kulak kalır mı!
Sen o zaman
nereye baksan beni göreceksin. Hattâ kendine veya o kargaşalığın içine de
baksan yine hep beni göreceksin !
Şaşılıktan
kaç, gözlerini iyi görmeğe alıştır. Zira o gün kem göz benim güzelliğimden uzak
kalacaktır. Ben insan suretindeyim. Sakın... Sakın bir yanlışlık etme. Rûh çok
latif ve aşk çok gayretlidir.
Davulları
çalınız ve şehirdeki mutriblere doğru gidiniz. Aşk yolunda yetişenlerin tam
zuhur zamanıdır.
Sonbahar
geldi, sonbahar!. Ey bu bağın sahibi! Bak dallara, yapraklar gönül derdine
uğramışlar.
Düşün bunu
bir kerre ey bu bağın sahibi ! Dalların feryatlarını işit. Her taraftan
binlercesi dilleri olmadıkları halde inliyorlar.
Gözlerin
yaşlı ve dudakların kuru olması hiç bir zaman sebepsiz değildir. Gönül derdi'
olmadan yanaklar safran gibi sararmazlar.
Gam kargası
bahçelere ayak bastı. Esef ve sitemle : “Nerede gülistan, nerede?” diye
soruyorlar.
Nerede
susam çiçekleri ve nesterenler ? Serviler, lâle ve yaseminler nerede ?
Çemenlerin yeşil giyinen çocukları nerede ? Ah... Nerede ergavanlar, nerede
ergavanlar!
Tatlı dilli
bülbül nerede, “kû kû !...” diye öten kumru
nerede, sanemler gibi güzel tavus nerede ?.. Nerede tûtîler, nerede tûtîler !
Bütün
ağaçlar dizilmişler ve siyah matem elbisesi giymişler. Yapraksız, çıplak ve bu
acı imtihandan ağlıyor, inliyorlar.
Ben dağım;
sözüm sevgilimin sedasıdır.
Ben nakşım,
beni nakşeden sevgilimdir.
Ben, kilide
sokulan anahtar gibiyim;
zannediyor
musun ki, sözüm benim sözümdür !
Bugün her
günkü gibi harabım, harab...
Kıyamet
gününe kadar [gam] selinden kurtulmayacağım galiba!
Gece ay
ışığı geldi ve uykunun boynunu vurdu.
Ay ışığı
kan dökmekten korkar mı!
Yanımıza
defsiz gelme; bizim düğünümüz var.
Kalk
davulları çal! Mansur biziz.
Biz
sarhoşlarız; fakat üzümden olan şarabdan değil!
Bizim için
ne düşünüyorsan ondan uzağız biz.
Bu gün
sema’ var, sema’ var, sema’ var , Nur var; ışık var, ışık var, ışık var.
Bu aşk bir
meta’dır; akla veda var, veda var, veda var.
Sema’
askerlerinin başı her gün sabâ rüzgârı gibi sema’ gülistanına gelir.
Tutî ve
bülbül kendi âlemlerinde meşgul olurlar.
Ve her ağaç
sema’ meyvalar ile dolu olarak sallanır.
Aşkının her
savmaada mestliği var .
Putların
satıldığı pazarda senden kırılmış putlar var .
Gamının eli
iki âleme de uzanıyor.
Hakikaten gamnın
eli ne uzunmuş.
Bu gece
benim gibi olan her yanık gönül,
Zühre
yıldızı gibi musikinin dostudur ,
Dudaklarını
arzulamakta canım ağzıma geldi.
Sus ! Bu
gece nasıl bir gecedir, Allah bilir!
' Havada'
ve âlemlerde bulunan her zerre bizim için gül ve koku bahçesidir ,
Her ne kadar
altın bir madenden çıkarsa da onun tılsım olan her katresinde bir umman vardır.
Su ve
kilden yaratılmış sevgilisi olan kimse bir gün onun visaline ermekle karar
bulur .
Su ve
kilden dışarı çıkan kimse ne kadar nadirdir ve onun sevgisi de ne garibdir !...
Ne zaman
olmalı, ne zaman olmalı, ne zaman olmalı ? ,
Şarab olmalı,
şarab olmalı, şarab olmalı...
Ben
olmalıyım, ben olmalıyım, ben olmalıyım...
O olmalı, o
olmalı, o olmalı!...
Ölürsem,
ölümü götürüp sevgilime bırakınız .
Ve eğer
solmuş dudaklarımı öptüğü zaman dirilirsem buna şaşmayınız.
Tanbur
: (tentenen) diye inlemeğe başlayınca başı
ve ayağı olmayan gönül zincirden boşanır .
Onun
yolunda gizlenen birisinin avazı: “Ey yolda kalmış olan, gel!...” der.
Göklerden
mücevherler döküldükleri zaman her zerre aslına doğru kalkıp gider . O
rüzgârdan heves rüzgârı eser ve her zerre onunla güneşten müstağni kalır.
Evvelce
yüzüm sarı ve gönlüm kan içinde idi .
Ayni
elbiseyi giyen gönlümün yoldaşı Mecnundu.
Şimdi de o
suret ve kaide baki; fakat öyle bir şey oldu ki, bütün bunlar benden aşağıda
kaldılar.
Senin
yüksekliğin benim boyumu yükseltti , Aşkınla biri bin yaptım.
Sen, kendin
olduğun müddetçe içinde dolaşırdım ; sen ben olunca da kendi kendimi
dolaşıyorum.
Ey
cihanları dolaşan safa insanları! Bir
put için neden bu kadar hayransınız ?
Bu âlemlerde
aradığınız şeyi bir kere de kendinizde arayınız ki aradığınız sîzsiniz !
Bizim
peygamberimizin yolu aşk yoludur. Aşk annemizdir. Biz aşktan doğduk.
Bizim
annemiz çadırımızda gizlidir ve örtülmüş, tabiatımızda saklıdır.
Kötü huyun
rehber oldukça bahtının açılacağını, sanma !
Sen sabah
olduğu halde uyumaktasın, ömrünün gecesi ise ne kadar kısa !
Uyanacağın
zaman korkuyorum ki kıyamet sabahı olacak...
Kimin
göğsünde zerre kadar yürek varsa, onun seni sevmeden yaşayabilmesi müşkildir .
O kimse
senin saçların gibi düğüm düğüm zincirlenmiştir.
Asıl divane
akıllı olduğunu söyliyen kimsedir,
Bu
peşrevin ruhu ön sıradadır , O, senin
bir deniz ve cihanın sana nisbetle avuç içi kadar küçük olduğunu o bilir.
O, aşkın
verdiği sarhoşlukla dikkatsiz ve mest... nakşediyor.
Bu nasıl
bir gecedir ki her taraf nây ve def olmuş: ?.._
Ne zamana
kadar def gibi elinin sitemlerini göreceğim, .
Ne zamana
kadar rebab gibi gamının mızrab ile inleyeceğim ?
Bana : “Çenk
gibi, göğsüne sürünüp seni okşuyorum !” dedin.
Nefeslerini
yutmak için ben bir nây olmak isterdim.
Sesin
gönlümüzün istediği gibi olsun ; sabah akşam şad olsun ve söylesin!
Sesin hasta
olursa biz de hastalanırız,
Sesin şeker
çiğnemiş nây gibidir.
O gönülü
ben kendimdir sanıyordum, Vallahi hiç kimseye vakfetmiş değildim.
O gönül
şimdi beni bırakıp sana gitti. Sevgilim; benim hoş tuttuğum gibi, sen de onu
hoş tut.
Nâyin
ayrılıklardan nasıl şikâyet ederek neler hikâye ettiğini dinle :
“Beni
kamışlıktan ayırdıklarından beri feryadımdan erkek kadın ağlamaya başladı. “
“İştiyak
derdini anlatabilmem için parça parça olmuş bir yürek isterim.
“Aslından
uzak kalan vuslat zamanını tekrar arar. Ben her cemiyette ağladım, halleri iyi
veya fena olanlarla arkadaş oldum. Herkes kendi zannince hana dost oldu ; fakat
benim içimden sırrımı aramadı.
“Sırrım
feryadımdan uzak değildir. Fakat her göz ve kulakta onu anlayacak nûr yoktur.”
“Ten candan
ve can tenden gizli değildir; fakat herkese cam görmeğe izin yoktur.”
Bu neyin
sesi ateştir, rüzgâr değildir; bu ateşi anlamayan yok olsun!
Aşkın ateşi
neye, coşması şaraba düştü.
Ney,
sevgilisinden ayrılan herkese dosttur. Onun perdeleri perdelerimizi yırttı.
Ney gibi
hem zehir, hem panzehiri kim görmüştür, ney gibi iştiyaklı bir dostu kim görmüştür
?
Ney kan
dolu olan yolu, Mecnunun aşk hikâyelerini söyler.”
[Nahifî Tercümesi]
Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede
Der kamışlıktan ayırdılar beni
Nâlişim zâr eyledi merd-ü-zeni
Şerha şerha eylesün sinem firak
Eyleyim tâ şerhi derdi iştiyak ,
Her kim aslından ola dürü cüda
Rüzgârı vaslı eyler mukteda
Ben ki her cem’iyetin nalânıyım
Hemdemi hoşhalü bed halâniyim
Her kişi zu’munca hâna yâr olur
Sohbetimden talibi esrâr olur
Sırrım olmaz nâlişimden gerçi dur
Lik yok her çeşmü gûşâ feyzü nûr ilâh...
Bu akıla
mahrem olan bîhuş olanlardan başkası değildir; dili arayan kulak olduğu gibi..
Gamdan
günlerimiz vakitsiz geçti. Ne zararı var. Yalnız: sen kal, ey senden temiz
kimse olmayan; sen geçip gitme!..,”
Balıktan
başkası suya kandı. Rızkı olmayana gün uzun gelir.”
Sözün
kısası, olgun insanın halini ham olanlar anlayamaz.”
Kayıtları
kır, azad ol çocuğum! Ne zamana kadar altın ve gümüşe bağlı kalacaksın ? Denizi
bir bardağa dökecek olsan bile bir günlük kısmet kadarı çıkar, fazlası dökülür.
Harislerin
gözlerinin çanağı dolmadı. Sedef kanmayınca inci ile dolmaz. Aşktan kimin
elbisesi yırtıldı ise o kimse hırs ve ayıblardan tamamile temizlenmiştir.
Ey sevdası
hoş olan aşkımız ! Ey bütün illetlerimizin tabibi! •
Ey kibir ve
şöhretimizin devası, ey bizim Eflâtun ve Calinosumuz [Galien] , sen şad ol!..”
Topraktan
olan cisim aşktan göklere yükseldi; dağlar oynadı ve sür’atîe hareket etti. Aşk
SİNA dağının canı oldu ve dağ mest oldu ve MUSA düşerek bayıldı.
Eğer dost
bir dudakla birleşse idim söyleyecekleri ney gibi söylerdim.
Dili ve
sözü bir olandan uzak olan her kimin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır.
Gül gitti
ve gülistan geçeli; bundan sonra bülbülün sergüzeştini dinleyemeyeceksin!
Her şey
sevgilidir ve âşık perdedir. Diri olan sevgilidir ve âşık ölüdür.
Âşık, aşktan
perva etmedikçe kanatsız bir kuş gibidir, vay onun haline !
Sevgilimin
nuru rehber olmadıktan sonra aklı nasıl rehber edebilirim ?
Aşk bu
sözden dışarı çıkmak istiyor. Gammaz olmayan, hakikati olduğu gibi yüze
vurmayan ayna nerede görülmüştür ?
Yüzünden
pas kalkmadığı için canının aynası içine aksedeni göstermez.
“Can vilâyetinde gökler
vardır ki, onlar bu gördüğümüz göklere emreder.
Ruh yolunda alçak ve yüksek
yerler ve yüce dağlar ve denizler vardır.”
Gayb
âleminin bulutu, suyu, göğü ve güneşi başkadır.
Onlar
yalnız Hakk’ın hâslarına görünür. Başkaları tekrar yaratılmaktan şüphededirler. Beslemek için yağmur olduğu
gibi berbâd etmek için de yağmur vardır. Baharlara aid olan yağmurun faydası
çok tuhaftır; Sonbaharda olan yağmur ise sıtma gibidir. Bahara mahsus yağmur
okşayışlarla yeri besler. Sonbaharda düşen yağmur her şeyi sarartır ve çürütür.
Bunun gibi kışın ve rüzgâr ve güneşin de türlü türlü olduğunu bil ve ip ucunu
ara, bul! Böylece gayb âleminde neviler vardır, orada ziyan, faide, zahmet ve
meşakkatler bulunur. (Abdal) ın nefesi o
bahardandır; ondan, gönülde ve canda yeşillikler biter. Bahar yağmurunun tesiri
ağacadır; onların nefeslerinden bahtları açılır. Bir yerde kuru bir ağaç varsa
onun ayıbını cana can katan rüzgârdan bilme rüzgâr kendi işini görerek esmiştir.
Hakikî ruhu olan ise rüzgârın faidesini bütün ruhuyla kabul etmiştir.
Biz çenk
[İran’da keskiden kullanılan harp] gibiyiz ve sen bizi çalansın, inlemek bizden
gelmez. Bizi inleten sensin .Biz nây gibiyiz ve bizdeki ses
şendendir. Biz dağ gibiyiz ve bizdeki sada sendendir.
Biz şatranç
gibiyiz, galib ve mağlûb olmakta galibiyet ve mağlûbiyetimiz sendendir; ey
sıfatlan hoş olan kimse !
Biz kim
oluyoruz ki sana meydan okuyalım, ey canımıza can olan. Biz hiçiz ve ademleriz,
varlıklarımız da ademdir. Sen ise fanı gibi gözüken mutlak vücûdsün.
Biz arslanlarız,
fakat bayraklardaki arslanlardan... , O arslanlar rüzgârla kımıldanır gibi
görünürler. Orada, görünmeyen rüzgârdır. O rüzgâr hiçbir zaman eksik olmasın!
Bizim
rüzgârımız ve varlığımız senin vergindir. Bizim varlıklarımız bütün senin
icadındır.
Sen yoka
varlık lezzeti gösterdin, ademi kendine âşık ettin.
Nimetlerinin
lezzetini bizden esirgeme, bizden şarabının kadehini esirgeme!... Esirgeyecek
olursan kim bulabilir onları ? Bir resim, ressamile nasıl cenkleşebilir !
Bizim
kusurumuza bakma, kendi cömertliğine bak.
Biz yoktuk,
darda kalmamız ve isteğimiz yoktu; böyle iken senin lütfün bizim
söylemediğimiz, duayı işitirdi. Ressamın önündeki resim, anasının karnındaki
çocuk gibi âciz ve bağlıdır. Gergefin iğnenin önünde âciz olduğu gibi, bütün âlemin
çadırı yaratma kudreti önünde âcizdiler.
Onun nakşı
bazen şeytan, bazen âdem yaptı. Bazen sevinç, bazen gam nakşetti. Nakşın eli yoktur
ki istememek için elini sallasın, dili yoktur ki bir şeyin zararı veya faidesi
için söz söyliyebilsin. Sen Kur’anda bu beytin tefsirini oku; Allah Kur’anda: “Attığın
zaman sen atmadın! ” diyor.
Biz oku
çekip atsak da okun uçub gitmesi bizden değildir. Biz yayız ve oku atan
Allah’dır. Bu Cebrailden değil, cabbar olan Hakkın manasındandır.
Bizim
dinlememiz ıstırarımıza, utanmamız irademize delildir. Eğer ihtiyarımız
olmasaydı bu utanmamız olur muydu ?
Üstadların
şakirdlerini menetmeleri; tedbirlerden fikri çevirmeleri nedendir ? Zincirle
bağlı olan, kimse nasıl sevinebilir, hapisde esir olan nasıl hür olur? .
Nebilere ahiret
ihtiyarı olduğu gibi, cahil kimselere de dünya işi ihtiyarîdir. Zira her kuş
kendi emsinin tarafına uçtuğu gibi ten kuşu da canın arkasından ileri ileri
uçar. Zindandakilerin emsinden olan kâfirler dünya zindanından hoşlanırlar.
Yüksek asla mensub olan nebiler ise can ve gönülle yükseklere giderler.
Allah
Azraile dedi ki: “Asıl olan beni bilen; ortada seni nasıl görebilir ? .
Her ne kadar
avamdan gizlenmişsen de parlak görenlerin önünde de [hazan] perdesin!
Eceli tatlı
görenlerin bakışları sarhoştur. Onlara tenin ölümü acı gelmez. Onlar bu kuyunun
zindanından çayıra çıkarlar. Karışık ve zahmetli cihanın gamından kurtulurlar
ve hiç kimse hiç olan şeyin gayb olmasından ağlamaz.
Birisi
zindanın bürcünü kırsa, zindanda bulunan mahbusun kalbi bundan hiç kırılır mı ? O kimse bu mermer taşı kırınca
zindandakinin ruhu hapisden kurtulur. Hapisden kurtulduğu halde hiç : “Bu
kırılan ne güzel bir mermerdi!” der mi! O kimsenin bürcü kırarak zindanda
olan mahpusu kurtardığı için o mahpus : “Bu bürcü kıranın elini kırmalı!” diye saçmalar söyleyebilir mi
? Böyle sözü ancak hapisten darağacına götürülen kimse söyler.
O kimseye
ölüm nasıl acı gelebilir ki yılanların zehiri olan yerden çıkarılıp şeker
bulunan tarafa götürülüyor, can ve beden kavgasından kurtulup gönül kanatlarile
elsiz ayaksız uçacak. Tıpkı zindanda mahpus olanın geceleri uyurken rüyasında
Gülistanı görmesi gibi... O mahbus: “Allah’ım! Beni yine ten hapsine götürme de
ben bu Gülistanda zevk ve safa edeyim!” der. Ve Allah ona der ki: “Duan kabul
oldu. Artık bedene gitme !” Allah her işte doğruyu bilir. O mahbus ki ten
kuyusunun dibinde zincirlerle bağlanmıştı, hiç uyanmanın hasretini çeker mi!
Öldüğün
zaman halk : “Filân miskin öldü!” der; sen ise hal' lisanınla: “Ben diriyim, ey
gafiller!, dersin, benim tenim her ne kadar başka tenler gibi toprak altında
yatıyorsa da gönlümde yedi cennet açılmıştır. Canım gül ve nesrin içinde
uyuyorken tenim gübre içinde olsa da ne ziyanı var! Uyumuş canın, bedenden
haberi olur mu ? O beden ister gülşende yatsın, ister külhanda !
Sâf renkli
cihanda can nâra atarak : “Ne olaydı kavmim beni bileydi!” der.
Eğer can bu
bedensiz yaşamayacaksa, âlem kimin sarayı olurdu ? Canın bedensiz dirilmeyecek
olsaydı ( gökde rızkınız vardır ) sözü
kime ait olurdu ?
(Herkesin
hareketi oradandır, ondandır. Herkes kendi vücudunun çerçevesinden görür.
Meselâ mavi cam güneşi mavi gösterir ; kırmızı cam kırmızı gösterir ; camlar
renklerin dışına çıktıkları zaman beyaz [yani renksiz] olan cam en doğru
gösteren camların başındadır. ).
Ebucehil,
Ahmedi (yani peygamberi) gördü ve “Hâşim evlâdından çirkin bir nakış çıktı.”
dedi. Ahmed ona : “Haddini tecavüz ediyorsan da doğru söylüyorsun !” dedi.
Ebu Bekr
onu görünce : “Bir güneşsin ve ne şarktan, ne garptan olmadığın halde ne hoş
parlıyorsun !” dedi. Ahmed: “Doğru söylüyorsun azizim. Sen hiç mesabesinde olan
dünyadan kurtulmuşsun !” dedi.
Hazır
bulunanlar: “Ey halkın en şereflisi olan! iki zıd söyleyen insana niçin doğru
söylüyor dedin ?” diye sordular.
Ahmed: “Ben
halkın elile cilalanmış bir aynayım. Türk veya Hindli, her insan kendi halini
bende görür.” dedi.
CÂMÎ. Aynı mealde şu rubaîyi söylemişti :
“Bu görünen şeyler renkli camlara benzerler. Oraya vücûd güneşinin
ışığı vurmuştur. Kırmızı, san ve yeşil olan o camlardan güneş o renklerde imiş
gibi görünür.” Ayni ilham büyük İngiliz şâiri P. B. SHELLEY de şu ölmez
mısra’ları söyletmişti :
Life, lifee
o dome of many coloured glass
Stains the White radiance of et'ernity.
Stains the White radiance of et'ernity.
Ömer
zamanında., çenk çakı vakarlı bir mutrib
vardı. Bülbül onun sesile kendinden geçerdi; ve o güzel sesi bir zevki
bin yapardı. Meclislerin, toplantıların ziyneti idi. Nevası kıyametler
koparırdı. Usule uygun avazı İsrafilin sûri gibi ölülere can verirdi, sesinin
işitilmesi fili kanatlandırırdı.
O öyle bir
mutribdi ki, cihan onunla neş’elenir, sesinden acayib hayaller zuhur ederdi.
Nağmesinden can kuşu uçar ve gönül ve akıl hayran olurdu.
Nihayet bir
zaman geldi ki, ihtiyar oldu. Hayatının şahini aczinden sivrisinek tutmaya
başladı. Arkası küp arkası gibi büküldü. Kaşları gözünün üstüne kuşkun gibi
indi. Cana can katan sesi çirkinleşmiş, kimsenin yanında itibarı kalmamıştı. O
sese Zühre yıldızının hasedi değmiş, sesi ihtiyarlık dan eşek sesi gibi
olmuştu. Hangi hoş şey nahoş olmamıştır; hangi tavan yıkılıp yere yayılmamıştır!
Göğüslerdeki
aziz avazlar başkadır, onun definin aksinden sur nefholur. Bütün içler onun
içinden sarhoşturlar, o öyle bir yokluktur ki varlıklarımız ondan var olur.
Onlar her fikir ve avazın kehribasıdır, ilham ve vahyin lezzetidir.
Mutrib
ihtiyarlayıp zayıflayınca kazancı da olmadığından bir lokma ekmeğe muhtaç oldu.
Dedi ki: “Yarabbi! Bana çok ömür ve mühlet verdin. Benim gibi adî bir insana
lutuflar ettin. Yetmiş sene günah işledim. Hiçbir gün benden rızkını ve
ihsanını geri bırakmadın. Bugün kazancım yok; senin misafirinim. Çalgıyı senin
için çalıyorum !”
Çalgıyı
kaldırdı, Allahı arıyarak Medine mezarlığında ah etti:
“Haktan
ibrişim bahası isterim, o kalbleri iyilikle kabul eder.” dedi. Kabristanda
çok çalgı çaldı ve ağlayarak başını yere koydu. Çalgıyı yasdık yapıp mezarın
biri üstüne düştü. Onu uyku sardı. Ruhu hapisden kurtuldu. Ruh kuşu çalgıyı ve
çalgıcılığı bırakıp beden zindanından sıçradı. Ruh bedenden ve cihanın
incitmesinden azâd oldu. Sade bir cihanda ve can sahrasında bulundu. Ruhu orada
teganni ederek derdi ki: “Keşke beni burada bıraksalar. Bu bağda ve bahar
içinde benim canım rahat ediyordu. Bu gayb sahrasındaki lâle bahçesinde
sarhoştum.
Başsız
ve ayaksız sefer ediyordum. Dudaksız ve dişsiz şeker yerdim. Zikr ü fikrim
dimağın ağrısından, yorgunluğundan kurtulmuştu. Âlemin sakinlerde latifeler
ederdim. Gözüm bağlanmış olduğu halde bir âlem görürdüm, orada elsiz gül ve
fesleğen toplardım? Bal deryasına dalmış bir su kuşu idim; o su Eyyubun.
yıkandığı şarabın ayni idi. Orada Eyyüb baştan ayağa kadar şarkın nuru gibi
ıstıraplardan temizlenmiştir. (Mesnevi) âlem kadar büyük olsaydı yine ona bu
hikmetten bir parça bile sığmazdı. Çok geniş görünen yer ve gök, darlığından
gönlümü parça parça etti. Bu gayb âlemi bana uyku içinde göründü, açıklığı
kanatlarımı açtı. Bu cihanla eğer onun yolu zahir olaydı bu dünyada az kimse
belki ancak bir lâhza için bakî kalabilirdi...”
Haktan: “Sakın
tamah etme!... diye cevab geldi, mademki ayağından diken çıkmış; yürü!...”
Mutribin
ruhu rahmet ve ihsanın sonsuz çölünde: “Mevlâ!... Mevlâ!...” diye feryad
etti.
O zaman
Hak, Ömer’in üzerine bir uyku havale etti ve uykudan kendisini tutamaz bir hâle
getirdi.
Ömer
şaşırdı; çünkü bu uyku mutad bir uyku değildi; gayb âleminden geldi; maksadsız
ve sebebsiz değildi. Yastığa baş koydu. Kendini uykuya kaptırdı. Rüyasında Hakk’tan
bir nida geldi. Ruhu onu işitti. Öyle bir ses ki
o ses her sesin aslıdır, hakikatte asıl ses odur, işitilen ise nida değil,
yalnız şadadır. Türk, Kürd, değil, Acem, Arab her millet o nidayı kulaksız ve
dudaksız duymuştur; yalnız insanlar
değil, o nidayı değnek ve taş bile anlamıştır,
Ömer’e
gelen nida : “Ey Ömer! Benim hâs ve muhterem bir kulum var, diyordu ; zahmet
edip kabristana doğru git! Ey Ömer uykudan uyan, kalk, beytülmalden tamam yedi
yüz altını al, o kulumun önüne koy: “Bizim makbulümüzsün, bu kadar altını
şimdilik al, mazur gör! Bu altınlar sana ibrişim bahası içindir. Harç ve sarf
et, sonra buraya gel!” de!
Ömer, o
avâzın heybetinden fırladı, kalktı. Belini bu hizmet için bağladı. Kabristan
tarafına çıktı. Altın kesesi koltuğunda olduğu halde hâs kulu aramaya gitti.
Kabristanın etrafında döndü dolaştı. O mutribden başka kimseyi göremedi.
Kendi kendine
: “Allahın hâs kulu bu olmasa gerek!” dedi. Bir daha dolaştı, yine o
ihtiyar mutribden başkasını göremedi. Dedi ki: “Hakk bana kabristanda bir
kulum var, O kulum saf, değerli ve uğurludur” diye buyurdu ; ihtiyar bir
mutrib nasıl olur da hak erenlerden olur, bu ne sırdır Allahım !..”
Bir kere
daha kabristanın etrafını dolaştı. O vakit yakîn hâsıl etti ki kabristanda
ihtiyar mutribden başkası yoktur. Geldi, yanında nezaketle oturdu, ve aksırdı.
Onun üzerine ihtiyar mutrib de uyandı. Yanında Ömeri görünce şaşırdı. Gitmeğe
niyet etti ise de vücudunu bir ürperme aldı.
İhtiyar
mutrib içinden : “Yarabbi bana imdat et, muhtesib çalgıcı ihtiyarcığın başına geldi!” dedi.
Ömer onun
yüzüne bakınca utanmış ve sararmış gördü : “Benden korkma, çekinme, dedi. Sana
Hakk’tan müjdeler getirdim. Hak senin huyunu o kadar methetti ki Ömer bile sana
âşık oldu. Önümde otur, uzaklaşma! Kulağına ikbal ve devletten bir sır
söyleyeyim!• Hak sana selâm eder ve seni sorar, sonsuz gamlarından nasılsın ?
İşte birkaç altın parçası getirdim. İbrişim bahası nisbetinde azdır. Al, onları
hârcet, sonra yine buraya gel!”
İhtiyar bu
sözleri işitince titredi. Elini çekti ve kendini yere attı, “Ey eşi olmıyan
Allah!” diye haykırdı. Utancından su gibi eridi. Pek çok ağladı, elemi hadden aştı:
“Ey Allah’la aramda perde olan, beni doğru yoldan şatırtan, yetmiş yıl
kanımı içen, ve Hakkın önünde yüzümü kara çıkaran çalgım!” dedi, ve onu
yere vurup parça parça etti. “Ey vefası ve ihsanı olan Rabbim, cefalarla geçen
ömrüme acı! Bana öyle bir ömür verdin ki, ondan bir günün kıymetini âlemde
kimse bilmez. Ömrümü yavaş yavaş harcayarak bitirdim. Hepsini alçak ve yüksek
sadaha üfleyip tükettim...” dedi. Böylece inleyib ağlayarak, bunca yıllık
günahlarını sayıp döktü.
Ömer ona: “Ağlaman
akıllılığının eseridir. Faninin yolu başka bir yoldur. Onda akıllılık başka bir
günahtır.. Geçmiş zamanı hatıra getirmek akim işidir. Mazi ve istikbali
düşünmek ise hakkı görmeğe perdedir. Mazi ve istikbali ateşe at!. Ne zamana
kadar bu kayıtla dolup nây gibi inleyeceksin ? Ey haberlerin haber vericisinden
haberi olmayan! Senin tövben günahından beterdir. Geçmiş halinden tövbe etmeyi
düşünüyorsun, bu senin aradığın tövbeden ne vakit tövbe edersin ?”
Ömer
sırların aynası olunca ihtiyar mutribin ruhu içinden uyandı. Ruh gibi
ağlayışsız ve gülüşsüz oldu. Cam gitti ve başka bir canla dirildi. O zaman
gönlüne bir hayret geldi ki onunla yer ve gökten dışarı çıktı. İçine bir araştırmak
hissi geldi ki, bu his, bu araştırmanın ötesinde idi. Ben bilmiyorum. Sen
biliyorsan söyle; öyle bir hal ve bir söz ki, bu hal ve bu sözün Ötesindedir,
bilirsen anlat.
Mutrib
hakkın güzelliğinde boğulmuştu. Bu, kurtarılması imkânı olan bir boğulma
değildi, o denizden başkası bu boğulma halini bilmezdi.
İhtiyarın
macerası buraya gelince yüzüne perde çekti. Eteğini dedikodudan kurtarıp
silkti. Bu yarım söz ağzımızda onun hikâyesinden kaldı.
Bu iyşü
işreti kurmak peşinde yüz bin can oynatmak gerektir.
Can
avculuğu işinde doğan ol, canlarla oyna. Bu âlemin güneş gibi canlarını oynat !
Yüksek olan güneş ruh saçar, her an boşalıp yine nurla dolar. Ey manevî güneş!
Ruh saç! Eski cihanda yenilik göster.
Gayb
âleminden her zaman yenilikler gelir. “Beden cihanından dışarı çık!” avazı
yükselir.
[Yahudi
krallarından biri meydanda bir ateş yaktırıyor ve biı* de put koydurarak : “Kim
bu puta secde ederse ateşten kurtulacak” diye ilân ettiriyor.].
Kral: “Kim
bu putun önünde secde ederse ateşten kurtulacak ve kim bunu yapmazsa ateşe atılacak!”
dedi. Bu put, nefsin yaraşığını verdi, nefsinin putundan başka bir put doğdu.
Putların
anası sizin nefislerinizin putudur. Alelâde put yılansa, nefis putu ejderhadır. Nefis, demir ve çakmak
taşıdır; ve put kıvılcımıdır. Kıvılcım suda söner. Çakmak taşı ve demir su
içinde bulunmakla kıvılcım saçma hassası zail olur mu ! İnsan bu ikilikle nasıl
rahat eder ? Taş ve demirin içinde, ateş vardır. Onların üzerine suyun tesiri
olamaz. Nehir suyu hariçdeki ateşi söndürür ama, taş ve demirin içine nasıl
işleyebilir ?
Yontulmuş
put siyah bir sel gibidir, fakat put yapan nefis bir cadde üstünde durmadan
akan bir çeşme gibidir. Putu kırmak kolaydır ama, nefsi kırmayı kolay görmek
cehildir.
Yahudi Kralı
bir kadını ufak çocuğu ile o putun önüne getirtti ve o sırada yaktırdığı ateşi
alevlendirdi. Çocuğu kadından aldı, ateşe attı. Kadın ateşten korktu ve gönlünü
imandan ayırdı. Çocuğunun ateşe atıldığını görünce korkudan putun önünde secde
etmek istedi.
Çocuk
haykırarak : “Ben ölmedim... dedi, anne, buraya gel! her ne kadar ateşte isem
de rahatım ! “ Ateş sûrette perde olmak için gözbağıdır, ama hakikatte gaybın kesesinden
çıkan rahmettir.
“İçeri gel
ve ateş gibi bir su gör!.. Dünya hakikatte ateşken zahirde su gibi latif
görünür. İçeri gel ve İbrahimin sırrını anla ki, o ateş içinde nasıl gül ve
yasemin görmüştü.. Senden doğduğum zaman ölümü gördüm, senden ayrılmak bana çok
korkunç görünüyordu. Senden doğdum; dar zindandan kurtuldum, havası hoş ve
rengi güzel cihana geldim. Ateş içinde bu sükûneti görünce şimdi cihanı rahim
gibi dar görmeye başladım. Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki içinde zerre zerre
Isa nefesliler vardı. “
“Bu cihan
şekilsizdir ve [zat] de mevcuddur; şekli
olan cihanın ise sebatı yoktur. Anneciğim içeri gel. bu ateş ateşliğini
yapmıyor... İkbal ye devlet sırası geldi. Anneciğim ateşin içine gel ve devleti
kaçırma. Kralın kudretini gördün; içeri gel de Allah’ın kudretini ve lutfunu da
gör. Ben merhametimden senin ayağını bu tarafa çekmek istiyorum, yoksa o kadar
tarab ve zevk içindeyim ki senden pervam yok. Ateşin içine gel, başkalarını da
çağır, gelsinler. Kral ateşin içine sofra kurmuş. Pervaneler gibi hepiniz içeri
geliniz, burada yüzlerce bahar var!...”
O
kalabalığın içinde çocuk böyle haykırdı, halkın canı heybet ve azametle doldu.
Kadın erkek ihtiyarsız o ateşin içine atıldılar. Her acıyı tatlı eden O dur;
onlar dostun aşkından çekinmediler.
Kral yüzünü
ateşe çevirdi: “Ey sert huylu olan ve tabiatiyle cihanı yakan ateş, senin huyun
nerede kaldı ? Mademki artık yakmıyorsun, senin hassan ne oldu? Yoksa bizim
bahtımızdan mı niyetin bozuldu ? Ateşperestlere bile lütfetmezken şimdi nasıl
oldu da sana tapınmayan senden kurtuldu? Ey ateş, sen hiçbir zaman yakmak
hususunda sabretmezken şimdi neye yakmıyorsun, buna kadir değil misin ?
“Acaba bu
gözbağı mıdır, akıl bağı mı ? Böyle yüksek alev olur da nasıl yakmaz ! Birisi
seni büyüledi mi, kimya mı yaptı? Bu, tabiatinin hilafı mıdır, yoksa
bahtsızlığımızdan birleşecek midir?” dedi.
Ateş: “Ben
hep o ateşim, dedi, içeri gir de hararetimi gör. Benim tabiatim ve unsurum
başka değil, ben hakkın iznile kesen bir kılıcım !”
Rüzgâr,
toprak, su ve ateş kölelerdir; bana ve sana göre ölü, Hakka göre diridirler.
Hakkın önünde ateş daima kıyamdadır, âşık gibi gece gündüz cansız dolaşır.
İbrahim bir
gece yarısı tahtının üstünde uykuya dalmıştı. Bekçiler sarayın damı üzerinde
gözcü idiler. Birdenbire tavandan bir gürültü ve patırdı koptuğunu duydu ve
uyandı: “Kimdir oradaki ? Eğer cesursan çık!..” diye haykırdı. Bunun üzerine
adamları da oraya koştular ve kaçan develerini aradıklarını iddia eden birkaç
kişiyi yakalayıp huzuruna getirdiler. Padişah: “Devenin damda gezdiğini kim;
görmüştür !” dedi. Bu adamlar ona : “Biz senin izinde yürüyoruz. Sen ki bir
taht üzerinde oturduğun halde Hakla birleştiğini iddia ediyorsun. Böyle bir
yerde oturan Hakka nasıl yaklaşabilir?” dediler.
İbrahim
bunun üzerine sarayını ve her şeyini bıraktı ve kimsenin gözü artık onu
göremedi.
Bir gece
bir çöl Arabının karısı, kocası ile konuşuyordu. Kadın, sözlerinde haddi
tecavüz etmişti.
Dedi ki : “Hep
yoksulluğu biz çekiyoruz. Herkes zevk ve safasında ; yalnız eziyet çeken biziz.
Ekmeğimiz yok. Kıtığımız ise derd ve gıbtadan ibaret. Bir su kabımız bile yok.
Göz yaşlarımızdan başka içecek su kalmadı. Gündüzleri güneşin hararet ve
aydınlığım giymiyor, geceleri ay ışığım yorgan ve yastık yapıyoruz. Toparlak
ayı bile ekmek sanıp onu kapmak için elimizi göğe uzatıyoruz. Dilenciler bile
bizim fakirliğimizden utanıyorlar. Yiyecek düşüncesile geçen günlerimiz
karanlık gecelerden farksız. Kimden bir avuç mercimek istesem, o bana : “Ey
ölüm ye açlık timsali, benden uzaklaş!” diyor. Bize bir misafir gelecek olsa,
gece uyurken onun mantosunu üstünden çekip alırdım. Fakirlikden işte biz bu
hale geldik. Sakın hiçbir misafir aldanıp da bize düşmesin. Ön senelik kıtlık
nedir eğer görmedinse, gözlerini aç da bize bak!”
Koca karısına
: “Ne kadar batırdın bizi, dedi; ömrümüzün çoğu gitti, azı kaldı. Akıllı olan
aza çoğa bakmaz; çünkü bunun ikisi de sel gibi geçer. O sel ister sâf, ister
bulanık olsun, mademki geçip gitmiştir; artık ondan bahsetme! Bu âlemde birçok
hayvanlar, bir şeyleri olmadıkları halde, pek âlâ yaşıyorlar. Ağacın veya
yaprağın üstünde geceleyen kumru, rızkı meydanda yokken yine Hakka şükrediyor.
Bunun gibi, sivrisinekden tut file kadar hepsi Hakkın ayalleridir ve Hak onları
besler. Gam bizim orağımız gibidir. “Böyle oldu, böyle olacak..” demek bizim
vesvesemizdir. Her derdin ölümden bir parça olduğunu bil. Eğer çaren varsa;
ölümün bir parçası demek olan derdi içinden çıkar. Ölümün bir cüz’ünden
kaçamadığın takdirde, bil ki küll olan ölümü başına dökmek isteyeceklerdir !
Ölümün cüz’ü sana tatlı gelirse, Hakk, küll olan ölümü de tatlı gösterir.
“Derdler
ölümün elçileridir. Onlardan yüz çevirme! Kim tatlılıkla yaşadıysa acılıkla
canını vermiştir. Bedenine tapanın can âleminde işi yoktur, Koyunları ovadan
alıp hangisi semizse onu keserler. Kancığım, gece geçti, sabah oluyor, daha ne
kadar zaman bu masallarla beynini yoracaksın? Sen gençliğinde daha
kanaatkardın; şimdi altın peşindesin, halbuki evelden kendin altındın! Sen
eskiden üzümü olan asma fidanı gibiydin; şimdi ise meyvası olmak üzere iken
kuruyan ağaç gibisin. Sen benim eşim olduğun gibi huylarımız da eş olmalı değil
mi? İşler böyle yürür. Çiftler biribirlerine uygun olmalıdırlar. Ayakkabı ve
çizmelerin çiftlerine bak, nasıl biribirine benzerler.
Bu
ayakkabılardan birisi ayağına dar gelse öteki de işe yaramaz. Sen, hiç, biri
büyük, öteki küçük kapı kanadı gördün mü ?
Ormanda eşi
kurt olan arslan işittin mi ?
Bir çuval
boş, öteki dolu olursa devenin üstüne konulabilir mi ?
Ben
kalbimin kuvvetiyle kanaat taratma gidiyorum, sen niçin şenaati tercih
ediyorsun ?”
Kanaatkar
olan çöl Arabi, karısına sabaha kadar, yana yakıla bu sözleri söyledi.
Kadın
bağırıp kocasına dedi ki : “Senin saçmalarını dinlemeğe daha fazla tahammülüm
yok. Böyle süslü sözler söyleyeceğine haline bak da utan. Kibir çirkindir ;
dilencilerden zuhur edince daha çirkin olur. Gün soğuk ve karlı iken bir de
elbise ıslak olunca nasıl olur? Ne kadar boş dâvalarda bulunuyorsun ?
Evine
baksana bir kere, örümcek ağına dönmüş... Kanaatle senin ne zaman için
nurlanmış ki? Kanaat dediğin şey bir kuru laftan ibaret... Bana bir de eşlikden
bahsetmeye kalkmışsın! Bil ki ben insafın eşiyim, hilenin değil! Bir kemik için
köpeklerle kavga ediyor, içi boş bir ney gibi feryad ediyorsun. Bana öyle yan
yan bakma, senin damarını ben bilirim !”
“Sen aklım
benden üstün görürsün ve ben senin nazarında daima aklı kısa olan bir kadınım. Kurt
gibi üstüme saldırma! Senin gibi akıllı olacağıma akılsız olmayı tercih ederim.
Zira senin akim insana bağ olur ; o halde o şey akıl değil, yılan ve akrebdir.
Sen bir yılansın, bir büyücüsün! Sen Arab milletinin yüz karasısın. Karga eğer
kendisinin çirkinliğini hileydi derdinden kar gibi erirdi..,” ;
Kadın,
böylece kocasına uzun uzun acı sözler söyledi.
Çöl Arabi,
karısının bütün bu sözlerini sükûnetle dinledi ve nihayet şöyle cevab verdi:
“Ey kadın !
Bilmem ki sen kadın mısın, yoksa belâ mısın ? Başıma fakirliğimi vurma, ben
onunla öğünüyorum. Mal ve alim, külah gibidir. Saçsız olan kimse başım
külâhla saklamak ister... Güzel saçları olan kimse başındaki külahı atınca
daha güzel olur. Sen olduğun yerden dönerken başın döner de böyle iken evi
dönüyor gibi görürsün. Ey kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan, biraz kadınlara
mahsus olan araştırmadan yukarıya çık. Sözüm tama’kâr sözlerine benzer ama
hakikatte rahmettir. Sen bir iki gün tecrübe et, o zaman kanaatkârlıkta iki
misli zenginlik göreceksin. Keşke havsalan biraz geniş olaydı da gönlümün
derdini anlıyabilseydin. Sözlerim ruhun memesinde süttür ; emmek için çeken
olmazsa akmaz. Dinleyenin iç sıkıntısı olmazsa dilsizden bile yüz lisan duyar
gibi olur. Gözün kabiliyetine göre güzel ve hoş şeyler yaparlar. Sağır bir
insan için (çenk) deki kaba ve tiz sesler bir şey ifade etmez. Misk beyhude
yaratılmamıştır, fakat burnundan koku almayan ondan anlar mı ? Senin, kör
olanlar için hiç süslendiğin var mıdır ? Eğer cihanı kıymetli incilerle
doldursam senin nasibin .olmadıktan sonra ben ne yapabilirim ?... Ey kadın, ya
bu kavgayı, yahut da beni bırak. İyi veya fena, kavgadan hoşlanmam. Bu gönlüm
barışmalardan bile ürker ! “
Kadın,
kocasını bu kadar sert görünce ağlamağa başladı. Ağlamak kadının başlıca
tuzağıdır. Dedi ki :
“Ben senden
bu kadar şiddetli bir muamele ummazdım. Ben senden başka şeyler ümit
ediyordum. Cismim ve canım, nem varsa şenindir; emret. Fakirlikten kendim için
değil, senin için ürküyordum. Dertlerimin devası olan senin darda kaldığını
istemiyorum. Başına yemin ederim ki bu şikâyetim. kendim için değil, senin
içindi. Uğruna canımı feda ettiğimi ne olurdu anlıyabilseydin! Benim canımda
yer eden sen bu kadar şikâyetimi çok mu gördün ? Hatırla ki ben put gibi
güzelken, sen de putperest gibi bana tapardın... Küfür söyledimse imana geldim.
Senin yüksek ahlâkım anlamamıştım. Huzurunda küstahlık ettim. Affından bir mum
yakarak günahlarıma tövbe ediyorum. Benim tarafımdan senden özür dileyen yine
senin yüksek ahlâkındır. Ona itimadım olduğu için bu kabahati irtikâb ettim. Ey
bana kızan kocam, bana gizlice merhamet et. Senin huyun yüz batman baldan
tatlıdır!”
Kadın
böylece tatlılıkla söz söylerken içinden bir ağlama geldi. O göz yaşı
yağmurundan bir şimşek çaktı ve kıvılcımı kocasının gönlüne düştü. Allah kadın
muhabbeti ile insanları süslemiştir. Hakkın süslediği muhabbetten insanlar
nasıl kurtulabilir? Bir erkek eğer Rüstem ve zal gibi veya Hamza gibi kahraman
bile olsa yine karısının esiridir. Zahiren su ateşe galib okluğu gibi, sen de
zahiren kadına galib olsan bile, hakikatte mağlûbsun; çünkü kadını arıyorsun !
Zalimin
öleceği zaman yaptığı zulümlerden nadim olduğu gibi çöl Arabi da karısına
söylediği sözlere pişman oldu.
Allaha
hamdolsun ki ariflerin nefislerini emrine itaat ufuklarında dolaştırdı ve nehyettiği
günahlardan çekindirdi. Ve âşıkların kalbini kendi mahabbetiyle sulayarak daima
müteşekkir bıraktı ve her an zikrini ilham ile fütursuz zikrile meşgul etti. Dertlilere
uğradıkları dert ve belâya sabrın yüksek sevab ve mükâfatını göstererek sabır
ve tahammüle acılığı tatlılaştırdı. Kendisine hamd ve şükrün vacib ve lâzım
olduğunu anlatmak için zengine ihsan ve in’am bayrağını dikti.
O Hakkı tesbih
ederim ki sevdiklerinin kalblerini mahabbetine yer etti ve mahabbetini
gönüllerde yerleştirdi, âriflerin nefislerinde marifet ve tevhidinin alâmetini
ve âyetlerini kuvvetlendirdi ve ruhlara yüzünü görmek ve cennete girmek
arzusunu ilham etti.
Muhammedin
kulu ve resulü olduğuna ve şeriatinin evvelki şeriatleri feshettiğine,
peygamberliğiyle bundan sonra Allah tarafından peygamber gönderilmesine nihayet
verdiğine de şehadet ederim.
Kendisine,
âl ve evlâdına, eshabına, hulefayi râşidîne, hususile sözünde ve itikadında
sadık EBÜBEKRİ’S-SIDDÎK, ve hakla batılı ayırarak hükmeden ÖMER ÜL-FÂRÛK ve
marifetinin nurile kalbini parlatan OSMAN ZINNÛREYN ve ahlâkında ve işlerinde
Hakkın rizasmı gözeten ALİ MÜRTEZÂ ve yakınlık ve rahmetile ayırdığı HASAN ve
HÜSEYİN ve bütün Muhacirin , Ensâr , Etbâ
ve Eshabına pek çok salât ve
selâmda bulunurum.
Hakkın
elçisi olan Efendimizden işiden bir cemaatin rivayetile BASRALI HASAN şu hadisi nakleder: “Allah aklı yarattığı
zaman otur dedi oturdu, kalk dedi, kaktı. Yüzünü dön! dedi, döndü. Arkanı
çevir! dedi, çevirdi. Söyle dedi, söyledi. Sus dedi, susdu, git dedi,
gitti. Anla dedi, anladı.
Sonra dedi
ki: İzzetim, celâlim, azametim, ululuğum, sultanlığım, ceberûtum,
yüksekliğim, arşı kavramam ve yarattıklarıma karşı kudretim üzerine and ederim
ki senden daha kerîm ve bana senden daha sevgili bir şey yaratmadım. Seninle
bilinirim, seninle ibadet olunurum. Seninle itaat edilirim. Sana veririm.
Senden dolayı azarlarım. Sevap ve ikab senin yüzündendir ! “ . [Allah ve
Resulü sadıktır, doğru söyler.].
Hakkın
seçilmiş ve sâf elçisi, (sonra indi ve havada durdu) âyetinin yakini, ( iki kavis kadar ve hattâ
daha yakın) âyetinin en hâs initiesi,
ilk ve son gelenlerin en hayırlısı, peygamberlerin sonu, varlıkların hülâsası,
sonsuz, ölçüsüz denizlerin parlak alâmetlerinin kendisinde zuhur ettiği,
(insanların yürümesi için nurlandırdığımız) . Âyetinin güneşi, cennet ve
bağçelerin kilidi, hakikatleri ve sembolleri keşfeden, Hakkın : (Biz sana
Kevseri verdik) sözünde tebcil ettiği
Efendimiz sadık taliblere ve âşık müctehidlere şöyle buyurur ki: “Allah aklı
yarattığı zaman o kadîm yapıcı, o hâzır ve nazır, o gören ve işiten, bütün
yaşayanların hayatı kendisinde buldukları yaşayan, bütün mühtacların zaruret ve
acizlik zamanlarında kapısına koştukları kadir ve kayyûm ve o kahhar ki kahır
ve zulüm edenlerin boynunu ( boyunlarına lâle geçirdik ) zincirle bağlıyan ve din ve diyanet
düşmanlarının canını (kalbinin damarlarını keseriz) kılıcı ile koparan Hak aklın altın tacını
(âdem oğullarını tekrim ettik) âyetinde
olduğu gibi insanın başına koydu.”
Akıl nedir
?
Hakir;
âlemin kandili, (Sına) dağının nuru, emin belde, yani Mekke’nin âdil emîri,
âlemlerin Rabbinin âdil vazifesidir.
Akıl nedir
?
Tabiati hoş
ve âdil olan bir sultandır. Hakkın rahmetinin gölgesidir.
Akıl kimdir
?
Safa ve
safvet erbabı onun yolunda oturanlardır. (Dünya âhiretin tarlasıdır) diyerek
ambar dolduran kimseler onun başak toplayıcılarıdır. Aklın şerhi gönüle ferah
verir.
Akıl nedir
?
Gelinin
dolaşık saçları gibi güç düğümleri açan bu taraktır. Geceleri gündüz yapan
Hakka ruhların kılavuzudur ki, onun sırlarına ait yukarıda bir işaret vardır.
Allah imkân
âlemini yokluğun gizli yerinden vücud sahrasına getirdiği, yani âlemi yarattığı
zaman vücud sahrası bu saadet güneşinden nur ve ziya aldı. Gizli olan akıl,
hünerlerini, latifelerini, garibelerini mevcudatda meydana çıkarmak ve onu,
faziletle her şeyden mümtaz olduğunu göstermek istedi.
Bütün
bunların sâflığı, hâlisliği, temizliği ve ayıbsızlığının meydana çıkması için
bir mihenk taşı lâzımdır. Bu mihenk taşından başka bu şerefli nakid ve latif
hediyenin ayarının tamamlığını ölçmek için, bir terazi de lâzımdır ki ne ağırlıkta
olduğu anlaşılabilsin. Çünkü on sekiz bin âlemde terazisiz, tartısız hiç bir şey ne aziz olur,
ne zelil... Yalnız bu terazi dükkânlarda asılan ve pazar yerlerinde kullanılan
terazi değildir! Bu terazi Hakkın alâmeti, Allahın sırrı ve ilmin temyizi olan
ruhanî terazidir. Gönüllerin mizanıdır. Bütün cihanın terazileri bu teraziden
çıkmıştır. Meyva terazisi başka, söz terazisi başkadır. Doğru mudur, yalan
mıdır, batıl midir, insanları ölçen terazi de yine başkadır. ( Bizim
herbirimizin malûm makamı vardır ) , (Bizden salihler ve onun dûnunda olanlar
vardır) . Nebilerin de başka terazisi vardır : ( Bu resullerin bazılarını
bazılarına tafdîl eldik) . Bu terazi güneşten daha zahirdir ve Hak onu güneşe
yakın yapmıştır. Güneşin hangi derecede olduğunu ve neye mukarin bulunduğunu
terazi seçer. Bu terazinin gökden daha çok ihata kabiliyeti vardır. Gök ondan
daha mühtaçtır. Bu terazi ise göğe muhtaç değildir. Allah Kur’anında: (Göğü
yükseltdi ve terazi koydu) . Gök daha yüksektir, fakat tevazula zemine bakar.
Mahlûkata: “Ben yüksek âlemden, yükseğe
konulmuşum ; ey terazi ya sen ne iş için geldin?” der. Terazi de : “Yükü hafif
ve aklı Zayıf olanlara akıllarının azlığını gösterip ilâç tedarikile meşgul
edip ağırlık ve cevherlerini meydana çıkarmak ve sebat ve temkin hâsıl ettirmek
için geldim.” der.
[Şiir] :
(Her
rüzgârla otlar gibi sallanacak olursan, dağ kadar bile olsan bir ota
değmezsin?)
“Ey terazi!
ağırlığı nasıl bulalım ? “
Terazi dedi
ki: “Çünkü siz postsunuz, cisimsiniz. Su ve topraksınız; bari lâtif bir beyine
malik olun ve can ve gönül hâsıl edin!”
“Ey terazi
! Bu beyni nerede bulurlar ?”
“Bütün bu
otlar, buğday başakları, cevizler, baklalar ve hassalı otlar, bütün nebatlar
topraktan yaprak olarak çıkar ve onların beyinleri yoktur. Muvafık olan havadan
çekerler. Hararetten terlemiş, göğsü yanmış olan kimsenin havadan nefes aldığı
gibi o yapraklar da bahar havasını ve toprak altından suyu kendilerine
çekerler. Toprak altından suyu ayırıp kendilerine çektikleri gibi, hayattaki
bir insan, içinde çörçöp bulunan su kabından hâlis su içemez.
Hakkın
otlara ve ağaçlara verdiği ne kudrettir. Yüz bin dalganın getirdiği çörçöp ve
çamurla karı;:şık bataklıktan sâf suyu kendine çeker ve vücudunu ; Hakkın
nimetile besleyerek öz ve beyin hâsıl eder, büyür, nebat olur, Böylece ilim arzusu
ve iş suyunu insanlara göndermişlerdir ki (ilim kalblerin hayatı, iş günahların
kefaretidir) süzünce eğer kalbin
sıcaksa ağaç gibi ilim ve hikmet nesîminden hava al! Eğer yüreğin yanıyorsa
iş âbı hayatından susayanlar gibi iç, bahar Süleymanı gibi adalet tahtına otur
ki biz o Süleymana (kuşların dilini öğrettik). , Sen de kuşların dilini öğren.
Bahar bir hayattır ki, rüzgâr onun tohumudur. (Rüzgârı ona teshir ettik) .
Cihanı
adalet kaplasın. Sonbahar kâfirinin bağ ve bostanda olanlara [yani nebatlara] ettiği
zulmün, o güzel yüzlülerin intikamını alınca, topraktan ve ağaçtan her nebat,
bu vaktin Süleymanı huzuruna çıkarak ağızlarını açtılar: “Benim cevherim var, meyvam var, özüm var; bu sözüme
başağım şahididir !” dediler. Bahar Süleymanı: “Her davanın bir terazisi
vardır! dedi. (Aşk davasını etmek kolaydır, fakat delil göstermek
lâzımdır); ey nebat cinsleri ve ağaç nevileri! Ağzınızı açıp davaya başladınız,
bir terazi getiriniz ki haklı ile kuru iddiada bulunan meydana çıksın!” Bu
terazinin bir gözü rüzgâr-, bir gözü sudur. Başağı ve mey vasi olan her yaprak
kıymetlidir. Su ve rüzgâr terazisi gelip onun hünerini ve cevherini âleme
gösterir. Hiç bir ağacın bir mıskal, bir zerre cevheri gizli kalmaz. Ekşi
ekşiliğini gösterir. (Yüzleri çirkin ve buruşuk) dur . Tatlı, tatlılığını
gösterir ki (Önünde birtakım parlayan, gülen, ferah ve sürurları görünen yüzler
vardır) ,
Bir takım
ağaçların kökleri su ve toprakla karışmış karanlık içinde hassa sahibi oldular.
Helâl ve sâf şeyler yediler, bulanığından perhiz ettiler ve kendilerinde
başkalarının göremediği hüner ve cevheri gördüler: “Biz yeraltında böyle
hünerler kazanıyoruz, biçimli ve güzel kıyafetlere giriyoruz, Haktan bu kadar
inayetlere nail oluyoruz, yazık başka köklerin bunlardan haberi yok. Ah bir
teşhir günü gelse de güzelliğimizi gösterip bizim güzelliğimizle başkalarının
çirkinliği ortaya çıksa!“ dediler.
Onlara gayb
âleminden cevab geldi: “Ey su ve toprak mahbusları! Çalışın, hüner kazanın,
gönlünüz kırılmasın, korkmayın ! Sa’y ve hünerleriniz gizli kalmaz. Bu
kadar cevherleri ve meyvaları hâzinelerinize koyduk. Sizin kendinizden
haberiniz yoktu ve bu bizim gayb âlemimizde vardı. Bu gün sizin kendinizde
gördüğünüz hünerler ve güzellikler, vücudunuza gelmeden evvel, gayb denizinde
bu mücevherleri buldular ve toprak hâzinelerine koştular. Bu hassaları biz koyduk.
Her hüner sahibi, her san’atkâr, her kuyumcu, mücevherci, simya kimya bilenler,
âlimler, muhakkik (verificateur) ler daima çalışır, hünerlerini gösterirler. O
sa’y ye gayreti o şevk ve arzuyu biz verdik. Kendilerinde bir fikir ve karar yoktu.
Yeni yetişen kızlar gibi ayna karşısında giyinip süslenirler, boyanırlar ve
dışarı çıkıp süslerini ve güzelliklerini göstermek isterler, ve içlerinden
şöyle söylerler: “İhtiyarladığımız zaman yalnız bu
âlemde değil, başka âlemlerde de yüzümüze bakan olmayacaktır.” Saçlarının büklümleri
zincir gibi olan gençler evde zincirle bile tutulmaz. Şu halde bütün süsleri
için uğraşan güzellerin ve hüner sahiplerinin emel ve arzuları kendi
güzelliklerini göstermektir. Bunun için bir dükkân ararlar ki hünerlerini
meydana koysunlar. Halbuki bütün bu işler hakikatten haberleri olmamaktan ileri
geliyor. Et, deri ve kemiğin hünerden ne haberi olur! Nasıl ki bir tilki bir
tarlanın ortasında asılmış bir kuyruk görmüş ve : “Burada muhakkak bir tuzak
olmalı, avcının işidir, yoksa tarlada kuyruk ne arar ?” demişti. Asıl
insanın da et, deri ve kemik biten vücudunun tarlasındaki bu çalışıp
çabalaması, bu didinmesi nedir ?
Bu istek ve
heves benim temiz sıfatımdandır.
Musa yüz
bin acayib gördüğü ve hayrette kaldığı zaman dedi ki: “Bu fena âleminden
öyle bir âleme, erdim ki, orada can üstüne can, hayat üstüne hayat, nur üstüne
nur, zevk üstüne zevk dalgalanıp parlıyor... Yarabbi ! Biz bu âlemdeniz,
şehrimiz, aslımız, madenimiz buradandır. Bizi, sonsuz olan bu madenin
ocağındaki gümüş gibi sâf vücudumuzu hırsızlar pazarına götürdün. Böyle bir nefîs
cevheri hasis bir âleme nakildeki hikmet nedir ?”
O zaman
Allah: “Musa! dedi, ben gizli bir hâzineyim.
Bilinmek isterim! Gizli hazine idim, beni tanısınlar istedim.”
Musa : “Yarabbi!
dedi, onlar hazine sahibi idiler, tanıdılar ve bildiler. Balık denizi nasıl
bilmez; açık göz güneşi nasıl anlamaz! Rabbani Tuti nihayetsiz şeker
kamışlığını nasıl tanımaz !
Göklerin
bülbülü, peygamberin: “Kırmızı gül
benim terimden yaratılmıştır!” diye bildirdiği gülistanı nasıl bilmez ve o
bülbül onunla nasıl kendinden geçip mest olmaz ve o sarhoşlukla nasıl coşmaz?
Nasıl biribirine benzemeyen binlerce perdeden binlerce biribirine benzemez
makamlarda ötmez ?
“Bu binlerce
perdeyi hangi muganniden öğrendin ? Hangi mutribden geçtin ?”
Bülbül dedi
ki: “Benim doğduğum anadan bütün âlim ve üstatlar da doğar. Hepsinin anadan
doğma bilgileri ve anadan doğma akılları vardır.
“Ben erkek
ve dişi insanlık maddesinden doğmadım. Ben hakikatte bütün aşk anasından
doğmuşum. Aşkım da anadan doğmadır; ben ümmiyim.”
Ümmînin iki
mânası vardır; biri okuması yazması olmamaktır. Ümmîden en çok bu mâna
anlaşılır. Fakat doğrultanların yanında ümmînin mânası başkalarının el ve
kalemle yazdıklarını el sürmeden kalemsiz yazanlardır. Başkaları olup biten
şeylerden bahsederler. O ise gaybdan, gelecekten ve olmayan ve gelmeyen şeyden
bahseder. Cam olan herkes görür; fakat o canı gören başkadır.
Ey Muhammed
! Sen ümmî idin, yetimdin. Anan baban yoktu ki seni mektebe versinler, okuma yazma
öğretsinler. Bu kaç bin türlü ilim ve irfanı nereden öğrendin, vücudun ilk
zamanından, varlığın başlangıcından kadehle kademe olan şeylerden nasıl bahs ve
hikâye ettin ?
Sen cennet
bağlarından ve bahçelerinde nişan verdin, hûrilerin kulaklarındaki küpe lere
kadar şerh ettin, cehennem zindanının çöllerini köşe bucaklarım anlattın,
âlemin inkırazından, sonu olmayan ebede dair ders verdin, nihayet bütün bunları
kimden öğrendin ? Hangi mektebe gittin?
Muhammed
cevab verdi: “Kimsesizdim, yetimdim ; kimsesizlerin kimsesi olan Hak, benim
hocam oldu ; bana öğretti. (Rahman Kur’anı talim etti) Eğer bu ilimleri lıalktan öğrenmek lâzım gelse
idi hiç kimse birçok mal sarfetse yine binlerce senede öğrenemezdi. Öğrense
bile taklidi ilim olurdu, aslının anahtarı elinde olmazdı ve kapısı kapalı
kalırdı. Sarih olmazdı; ilmin nakşı, resmi olurdu, ruhu ve hakikati olmazdı.
Herkes
duvara resim yapabilir, yaptığı resmin başı olur ama aklı olmaz. Gözü olur da
görmesi olmaz. Eli olur da vermesi olmaz. Göğsü olur da nurlu gönlü olmaz.
Elinde kılıç bulunur da işe yaramaz.
Her
mihraba kandil resmi yapılır; fakat gece gelince bir zerre aydınlık vermez.
Duvara ağaç resmi yaparlar ama dokunsan meyvası dökülmez.
Duvardaki
resimler cansız olmakla beraber faideden hali değildir. Çünkü bir adam zindanda
doğsa da, insan yüzü görmese, yalnız güzel yüzleri, zindanın kapı ve
duvarlarındaki resimleri görse, güzel güzel resimlerde şahların, gelinlerin,
padişahların süslerini, tac ve tahtlarını, sofralarını ve işret meclislerini,
çalgıcılar ve oyuncularını görse, cinsiyet ülfeti münasebetiyle sorar ve anlar
ki, bu zindanın dışında başka bir âlem var. Duvardaki resimler gibi güzel
çehreli insanlar, meyva ağaçları var. O zaman yüreğinde bir ateş uyanır ve: “Âlemde
böyle şeyler varmış...” der.
Ey
insanlar! bu âlemde olan şeylerden çekininiz; kalkınız, yüksek âleme sefer
ediniz, can kalıbınızda kemali buldu, vücud işini kısa kesin!
Ey temiz
ruhu olanlar!
Bu toprak
yığınında ne vakte kadar cehennemlikler gibi kalacaksınız ? Çok zamandan beri
devlet borusu çalıyor. Ey bu âlemde canla doğanlar! Topraktan başınızı
kaldırın! Ey cihan görmemiş mahbuslar, niçin arayıp bir çare bulmuyorsunuz ?
Bakınız bu güzel suretli resimler ve acayib şeyler arasında hakikatler vardır,
Doğrusuz
yalan yoktur. Her yerde yalan söylerler ve o ümidle söylerler ki işiden eğer
doğrusunu görmüş ve bilmişse onu doğru zannile kabul etsin. Kalp akçayı o
tama’İa harcederler ki, alan sahih gümüşten sansın, Müşteri has akçayı vaktile
bilmiş olmalı ki, o zan ile kalıbını kabul etsin. Yalan olan her yerde onun
doğrusu da vardır. Kalp olan yerde hâlisi de vardır. Hayal olan yerde hakikat
de bulunur...
Bu âlem
zindanının duvarında nakşolmuş görünen suret ve hayaller fânidir, mahvolur.
Âlemde kaçbin kişi ile dost idik ve akraba zannettik, sırları söyledik. Bu
nakışlar gibi onlar da geçip gittiler..
Kabristana
git, lahid taşlarına, tuğlalarına bal oradaki nakışları ve yazıları mahvolmuş
göreceksin
Yakın bil
ki o güzel nakışlar zindanın haricindeki dostlardır.
Bunun şerhi
uzundur. Kısa keselim ve zindanı kapayalım. Ey merhametsizliği âlemin merhamet
denilenlerin merhametinden daha tatlı olan Allah’ım. Bu merhametsizliği
niçin yarattın ?
Hakk cevab
verir: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim” . Ben, yersiz
yerin halvetinde gayb perdesi altında gömülü hâzineyim. Varlık perdeleri
istedim ; tâ ki güzelliğimi ve celâlimi bilsinler ve görsünler ki ben nasıl bir
hayat suyuyum, nasıl saadet kimyasıyım.”
Dediler ki:
“Biz ki bu denizin balıklarıyız, evvelce bu hayat denizinde imişiz. Bu denizin
büyüklüğünü, lutuflarını bilseydik...”
Bu hayat
kimyasının azizliğini anladık. Bu denizin balıkları olmayanlara her ne kadar
teklif arzetmiş isek de onlar işitmediler, görmediler, bilmediler. Çünkü ilk
bilen bizdik bu hâzineyi, son bilen de biziz.
(İstedim ki
bilineyim) sözünde geçen bilecekler kimlerdi?
Hakk’tan
cevap geldi: “Ey balıklar! Suyun kadrinini bilseydiniz âşık olur ve o denize
erişmek isterdiniz.” Ama böyle yanıp yakılmak, canını feda edercesine yanık
gönlü ile kan ağlamakla da bu iş olmaz. Dalganın karaya, deniz kıyısına attığı,
uzun müddet sıcak toprak ve kızgın kumun üstünde yanıp yanıp çırpındırarak ne
öldürüp ne yaşattığı ve ne de hayat lezzetini tatmak için deniz hasretinden
vazgeçirebildiği bir balık için vaktile görmüş olduğu o deniz hayatına karşı
başka nasıl bir hayat lezzeti olur ?
[Şiir] :
(Bir gece
vuslat şerbetini içen kimse şerbeti bitince, zevk sandığı şeyi, verdiği humarın
acısından anlar.)
O denizden
uzak olan balığın yaşamak imkânı olmadığı gibi ne Ölmesine ve ne de denize
kavuşmak için dinlenmesine imkân vardır.
[Şiir] :
(Sırmalı
kemer bağlamışım sanırsın, sarılığından yüzüme safran sürülmüş sanırsın.
Vuslatının ümidi gaybolsaydı, çoktan kendimi öldürürdüm).
O deniz :
(Nefislerinizi öldürmeyiniz ; Hakk sizin için merhametlidir.) . diye seslenir.
Hak: “Diledim
ki, hâzinemi göstereyim: Sizin "bu
hâzineyi tanıdığınızı da meydana koyayım. Bu denizin lutfunu ve saflığını da
göstereyim. İstedim ki bu balıkların himmetlerinin yüksekliğini ve lütufkârlıklarını
da gösterip bu deniz halkım meydana çıkartayım” dedi.
(İnsanlar
iman ettik deyivermekle belâlar ve musibetlerle imtihan edilmeksizin bırakılacaklarını
zannederler.). Yüz binlerce yılanlar vardır ki balığız davasında bulunurlar. Halbuki
onlar surette balık, sırette yılandırlar.
[ Şiir] :
(Temiz
ruhlular temiz olan şeyleri yerler, toprak ve yılan yiyen yılandır).
Hava ve
toprak balığın gıdası değildir. Uzaktan gördüğün her hayvanı bilemezsin, köpek
midir, yoksa ahu mudur ? Eğer kemiğin bulunduğu tarafa giderse ahu değildir.
Kurt ile
ahu çiftleşmişler, bir yavru doğmuş; bu yavruya kurt mu, yoksa geyik mi hükmünü
vereceğiz? Bu hususta âlimler ihtilâf etmişler. Bu sözün şerhile medresede
uğraşılır. Ancak doğru söz odur ki, önüne biraz ot koruz, bir avuç da kemik
atarız. Eğer başını ota uzatırsa ahudur, kemiğe eğerse kurttur; hangi suya ağzını
sokarsa murdar olur: zira kurt köpek cinsindendir.
Yılanın
gıdası hava ve topraktır; nefsi emmare yılanının gıdası' da haya ve topraktır.
Fakat bu toprak nasıldır ?
Dünyanın
acılığı ve tatlılığı topraktan çıkar. Allah ona bir renk vermiştir. Dikkatle
bakmak istersen görürsün ki, o topraktan hâsıl olan et ve kemiğin nakışları
silinir, yani çürürse topraktan olduğunu anlarsın. Eğer yılan değilsen bu
gıdadan "başkasını ye!
Yılanın
başka bir gıdası da havadır, fakat hangi hava ? Beylik ve büyüklük mansıbı!
İnsan biraz ekmek yerse açlıktan kurtulur. Fakat büyüklük, mansıb havası başına
eser de: “Aslımız böyle idi, muhteremdi! diyerek mansıb, memuriyet arzusuna düşerse
o yılan yavrusu olan nefsi, hava ve toprağın birçok nimetlerini bulunca
fir’avun ve ejderha olur.
[Şiir] :
(Senin
muhaliflerin karınca idi: yılan oldular. Yılanlaşmış karıncaları mahvet. Aman
verme, zaman geçirme ki vakit bulunca yılan da ejderha olur!)
Mü’minler
hâlis yılan değildirler; hâlis balık da değildirler; ancak yılan balığı
gibidirler. Sağ yarıları balık, sol yarıları yılandır. Yarım saat onları
havaya, yarım saat de deniz tarafına çeker.
[Şiir] :
(Bizim
istediğimiz gibi başkası da arzu eder. Baht acaba hangimize yâr olacak?
İnsanlık tuhaf bir macundur; aziz yaparsan aziz olur, alçaltırsan alçalır.)
O
balığın sağ yarısı dediğimiz (akıl) dır. Hakk aklı yarattığı zaman ona : “Bana
gel!” dedi, sonra “Ey akıl! benden yüz çevir!” dedi. Akıl dedi ki: “Yarabbi!
fermanını tutarım, emrinle yüz çevirmek, emrinle gelmek gibidir ! Görmez
misin ki meleklere : “Benim yerime Âdeme secde edin!” diye emir edince, zahirde
bu emir Hakkın kulluğundan arkasını döndürüp Hakkın gayrısına yüz çevirmektir
ama, emirle olunca itaat ederek Hakka yüz sürmek olur.
Melek
şereflidir, neden?
Çünkü
melekler senelerce Hakka secde ettiler. İblis ile aynı kâseden içip, aynı
elbiseyi giydiler, yabancıyı ayırdedemediler. Hakktan bir kerecik yüz çevirip
Âdeme secde etmekle temiz hil’ati giydiler ve yabancıdan mümtaz oldular. Şeytan
her nekadar zahirde Hakka arkasını dönmedi ve Hakka secdeden vazgeçmedi ve
başkasına secde etmekten utandı ise de Hakkın emrine arka çevirdiği için
tardolundu. Ey yarısı yılan, yarısı balık olan ve iman eden kimse! Saatinizin
birini balığa, yani Hakka döndürün, diğer saatinizi de maslahat için yılana
çevirin !
İlk
teveccüh:
“Sana
tapınırız !”. Emrinle sana ibadet etmekle meşgulüz: (Sana sığınırız). Yine
senin emrinle senin kulluğuna arkamızı döndürdük, Haktan yüz çeviren nefsi
emmarenin tedavisîle meşgul olduk. Mademki sen o düşmanı bize sebeb olarak
yarattın, İslama kuvvet olmak için kâfirlerden haraç alındığı gibi o da
lüzumludur.”
Söylediğimiz
bu yılan ve balık iki sıfattır. Bir sıfat onun bendi, bağıdır. Öteki sıfat
ayağıdır ki cinsiyet şevkidir. Bağı olan sıfat toprakla olan münâsebetidir. Hak
bir cevher yarattı, ona baktı. O utancından su oldu, deniz oldu, ve taştı,
köpüklendi. Köpükler toprak oldu ve zemin hâsıl oldu. Bu sebeple toprak sudan
doğmuştur. Bu akrabalık ve alâka ondandır.
Ey bir
katreden yaradılan insan. Uyan!
Bu
akrabalığa ve taalluka mağrur olma ki çok katreleri bu bağ mağrur etmiş ve
denize akmak istemesinden alıkoymuştur.
Mes’uddur o
kimse ki, kendisini bağlayan bağlar ister demirden, ister sazdan olsun, daima
kırıp atmağa çalışır. Bu bağ eğer altından olursa altını sever, eğer elmastan
ise elması sever. Vahdet denizine sel gibi akan katre, iman eden kimsenin
canının katresidir; o katre birlik denizine sel gibi akar. (Ben Rabbime
gidiyorum. Tevekkülüm onadır ve bana bu kâfidir. O her şeyi bilir.)
Şükür ve
hamd âlemlerin Rabbi olan Allaha, Salât ve selâm da yaratılanların hayırlısı
olan Muhammed’e ve temiz soyu ve çocuklarına olsun!
Hakk: (Öfkelerini
yenenleri ve insanları affedenleri severim ) diyor.
Peygamber
de: (Öfkesini yenenin kalbini Allah emniyet ve imanla doldurur ) demiştir.
Âlemlerin
Rabbinin sözü ve resullerin efendisinin; hadîsi bereketi yalrîni olsun. Âlemin
ulu emiri, âdil, kerem ve ihsan edici, hayret dağıtıcı, fukaraya yardım eden,
zulüm görenlerin imdadına yetişen, islâmın ve müslümanların ışığı [ Nûrû’d-devlet-i
Ve’d Din ] Allah yüceliğini daim kılsın. Dostları mansur, düşmanları makhur
olsun. Hususile nefis ve şeytan makhur olsun ki (En şiddetli düşmanın
koltuklarının arasında olan nefsindir . Kendi nefislerimizin şerlerinden,
işlerimizin kötülüğünden Allaha sığınırız.
Bu muhlis duacıdan
kelâm ve dua mütalea buyuralar ve kendilerinin hayır ve ikbali duasına rağbetli
bileler.
Ey şahsı
gaib, zikr ve yâdı hazır olan ! Doğduğunuz günde, öldüğünüz günde, tekrar
dirildiğiniz günde sana selâm! Bu dua kabul buyurulsun.
Allah
sonunu hayır etsin, aziz oğlumuz Nizamüddinin
halini bildirmek isterim. İşitildiğine göre, hayır düşünen, derviş
besleyen hatırınız tarafından gazaba uğramış ve vâki olan kusurundan dolayı
gönlünüz ondan incinmiştir. Bu ihlâslı duacınız şefaat icabı, Allah rızası için
niyazda bulunuyor.
(Sizin
iyilikleriniz, oruçlarınız, sadakalarınız bizce malûm olmuştur; Hak güzel kabul
etsin). Başka bir ihsan daha var ki o, bütün ihsanların başıdır. İsa’dan : “En
şiddetli ve meşakkatli şey nedir ?” diye soruldu. İsa : “Hakkın gazabı her
şeyin en şiddetlisidir !” buyurdu. “Ey Allah’ın ruhu olan İsa! Hakkın
gazabından bizi ne kurtarır ?” diye sorarlar. İsa : “Öfkenizden
vazgeçebilirseniz, Hakk da gazabını sizin üstünüzden alır; İhsanın karşılığı
ihsandan başka ne olabilir ki ?” dedi.
[Şiir] :
(Verilen
şeyi ecel almadan önce veril. esi lâzım gelen şeyi geri vermelidir.)
Nizamüddin
oğlumuz muhib ve devlet sahibi olan sizin müştaklarmızdandır. Sizi daima
hayırla yad etmekle ağzı tatlılanır. Ufak bir kusur etmişse affetmek daha
iyidir. (Bir pire için bir yorgan yakılmaz. Eski dost bir kusur etmişse
reddedilmez).
[Şiir] :
(Dostundan
bir cefa gördünse onun bin dane vefası olduğunu da hatırla, iyilik günaha karşı
bin şefaatçi gibidir.)
Sen yerde
olanlara merhamet et ki gökte olan da sana merhamet etsin. Senden aşağı olana
acı ki senden üstün olan da sana acısın.
Ussun varsa ey âkil aldanma gıl zinhar mala
Şol nesne
ya ki sen koyup gidersin, ol bunda kala
Zahmetini
görübenim dürersin dünya malını
(?) harc
edüp seni anmaya (?) zehi belâ
Seni unudur
dostların, oğlun, kızın, avratların
Ol mâlini
üleşeler hisab edüp kıldan kıla
Kılmayalar
sana vefa, bunlar bay ola; sen gedâ
Senin içün
virmeyeler bir pare etmek yoksula
Bir
demliga ağlaşalar ; andan varup
hayraşalar
Seni çukura
gömüşüp tiz döneler gülâ gülâ
Ol kim gide
uzak yola, gerek azık ala bile
Almaz ise
yolda kala, irmeye her giz menzila
Virdi sana
malı Çalap ta hayra kılasın sebeb
Hayr eyle,
kıl hakkı taleb, vermeden ol Mâlin Yelâ
Bu gün
sevinirsin ; benim altunum, akçam çok deyü
Anmazmısın
ol günü kim muhtaç olasın bir pula
Es itmeye mâlin senin, hoş olmaya hâlin senin,
Nesn’
ermaya elin senin, ger sunmadmsa el elâ
Ol mal
didüğün mar ola, hakkaki kûrun tar ola
Her giz
meded bulmayasın çevre bakıp sağ u sola.
İttin ise anda çarak ola sana ol hoş turak .
Bunda ne
kim kıldın yarağ , anda sana karşu ğelâ.
Diler isen
ayşü ebed, dut gil ne didise ol ahad
Andan dila
her dem meded, tâ irişasın hasıla
Böyle
buyurdu Lem yezel; “bilin beni, kılın amel!”
“Terk
eyleniz tûli emel, uymanız her bir bâtıla!”
Yoksul isen
sabreyle gil, ger bây isen hayreyle gil,
Her bir
hâla şükreyle gil, Hak döndürür hâldan hâlâ.
Dünya anın,
ahret anın, nimet anın, mihnet anın,
Tamu anın, cennet anın; devlet anın, kânı bula .
Hakka bana na mal gerek, dileğim eyu hal gerek
Ne kıl
gerek, ne kal gerek kendüzini bilen kula.
Ey şems dila
Haktan haki; biz faniyiz, oldur baki
Kamular anın
müştakı; ta hod ki ol kimin ola
Kiçkinen oğlan odaya gelgil.
Yol
bulamazsan dağdan girgil.
Ol çiçeği
kim yazuda buldun,
Kimseye
verme hasmına vergil.
Bu ayrılık oduna
nice ciğerim yâne
Âşk ödü
nihan olmaz, yanar düşücek câne
Mecnun
İniği vaveyli; oldum gene divâne
Fitnelü elâ
gözler çün uyhudan uyâne
Rahmetten
eğer nola, bir katre bize tâne .
Kaynak: ÂSAF HÂLET ÇELEBİ, MEVLÂNA,
HAYATI — ŞAHSİYETİ ESERLERİNDEN PARÇALAR, Ankara Kütüphanesi, 1939, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar