Print Friendly and PDF

HZ. MEVLÂNÂ (Kuddise sırruhu’s-sâmî) ESERLERİNDEN PARÇALAR

Bunlarada Bakarsınız


ŞİİRLERİNDEN


I

Ölü idim, dirildim. Göz yaşı idim, tebessüm oldum. Aşk devleti geldi ve ben baki olan devlete eriştim.
Bende arslanların cesurluğu var. Ben parlayan zühre yıldızıyım. Bana :“Eski aşkını anlatma!” dedi ve ben: “Peki, anlatmam !” dedim ve sakin kaldım.
Bana : “Divane değilsin; bu eve lâyık değilsin !” dedi. Ben de gittim, divane oldum ve zincirlere vuruldum.
Bana: “Sarhoş değilsin, git; işe yaramazsın!” dedi, ben de gittim, sarhoş oldum ve tarabla doldum.
Bana: “Sen ölü değilsin, kana boyanmamışsın !” dedi. Ve ben o zaman onun önüne düşerek öldüm.
Bana: “Sen mumsun, ve bu toplulukların kıblesisin!” dedi.
Ben ne mumum, ne topluluğum. Ben dağılmış bir dumanım!

II

Gel... gel!... Sen (sema’) ın canının canısın. Sen (sema’) bağçesinin rakseden servisisin!
Yüz bin yıldız seninle gönlünü aydınlatır. Gel... Sen (sema’) göğündeki aysın.
Sema’a girdiğin zaman iki cihanın da dışındasın. Sema’ iki cihandan dışarıdadır.
Zerrenin kenarı güneşin nûri ile doldu. Sesi, figanı olmayan sema’ ile her şey raksediyor.
Gel!... Tebrizli ŞEMS aşkın suretidir. Semam dudakları ve ağzı onun aşkından kalmıştır.

III

Ben heykeltıraş ve ressamım, Her an bir put yaparım ve bütün o putları senin Önünden geçiririm. Yüzlerce resim yapıp onlara can veririm; fakat senin, nakşını görünce onları ateşe yakarım. 
Sen ya humarı olanların sakisi, yahud ayıkların düşmanısın, yahud da her yaptığım evi viran edensin !
Bu su ve kilden yapılmış evde gönül sensiz harabdır. Sevgilim! Ya o eve gir, yahud o evi temelinden uçurayım.

IV

Karanlık suyun dibinden güneş doğuyor. Zerre zerre “lâ-ilâhe-illa’Llâh” ı dinle.
Ona zerre nasıl denilebilir ki, ruhun güneşi gibidir ve güneşten süslü elbiseler ve külâblar giyer.
Gönül ayı, insan şeklinde su ve kilden çıktı ve Yusuf gibi güzel yüzlerce güneş kuyuya döndüler.
Başını topraktan kaldır ki, sen bir karıncadan aşağı değilsin. Karıncalara çöllerin ve harman yerlerinin haberini götür.

V

Bana bir koku geliyor. İhtimal ki, vefakâr sevgilim benim yadımla şarab içmektedir. Canım ye gönlüm onun konak yeridir. Acaba beni ne zaman gönlünden geçirdi ki, hasta kalbim her an deva buluyor ?
Benim sevdama lâyık nâra ve feryad nerede ? Benim nârlarıma benzeyen güneş ve ay nerede ?
Onun damından bak; onun müjdesi her lâhza gönlümün penceresinden, ateş yutan rûhuma doluyor.
Bu gece, uyanık olan devletim, gönlü uyanık olanlara Bu sözlerimle sırlarımın birer sembolünü söylüyor.
Visalinden nasıl bahsedeyim, güzelliğini nasıl anlatayım ? O tûtîler benim bu sözlerimin tuzağından kaçıyor.
Uyku uyumayan o fil geceliğin acaba Hindistanı mı gördü?
Leylâ benim Mecnuna benzeyen canımı istemeye geldi.
Sen benim gönlümden sabrı aldın. Beni mest ye harab ettin. Nerede benim ilmim, nerede benim hilmim, nerede benim aklım ve zekâm ?.
Yalnız bu gece mi?.. Asırlar bu ateşi görmemiştir. Ben utancımdan eridim, su kesildim, fakat, hâlâ âteşim sükûnet bulmadı.

VI

Ölünüz... ölünüz... Bu aşkta ölünüz.
Bu aşkta ölürseniz hakikî rûha malik olursunuz .
Ölünüz... ölünüz... Bu ölümden korkmayınız.
Bu topraklardan kurtulup göklere yükseliniz.
Ölünüz... ölünüz... Bu nefisden ayrılınız.
Bu nefis bir bağdır ve siz onun esirisiniz.
ölünüz... ölünüz... Bu bulutdan kurtulunuz.
Bu buluttan kurtulunca parlak ayı görürsünüz.
Susunuz... susunuz... Susmak ölüm zamanına işarettir.
Sustuğunuz halde feryad ediniz ki, hakikî yaşamak budur.

VII

İçinde çalgılar çalınan bu ev nasıl bir evdir; efendiden sor. O ev eğer Kâbe ise bu put sureti nedir, eğer âteşperest rahiblerinin mabedi ise bu nûr ne oluyor !
Bu eve yol bulan herkes yeryüzünün sultanı ve zamanın Süleymanıdır. Orası kıyamet günü gibidir ki, kimsenin kimseden haberi yoktur. Zevkinden kimse filân veya falan olduğunu tanımaz.
Bu ev can evidir ve canın yeridir. Orada ne alt vardır, ne üst, ne de altı cihet!
Ey âşıklar, ay âşıklar! Âlemden göç etmek zamanı geldi. Gökden can kulağıma göç davulunun sesi geliyor.
Deveci kalktı. Katarlar hazırlandı. Bizimle helâllaşmak istiyor, ey kervan ahalisi, hâlâ nasıl uyuyorsunuz
Önden, arkadan gelen bu sesler göç davulunun ve çanların sesidir. Canın nefes aldığı her lâhzada yersiz olan yere baş koyuyor.
Bu başlan iğrilmiş mumlar, bu kırmızı perdelerden acaib bir halk dışarı çıkıyor ve gayb âlemi beliriyor.
Sana zamanın ağır uykusu çökmüş. Bu tez geçen ömre yazık. Bu ağır uykudan sakın.
Gönlüm! Sevgiliye doğru git; ey dost, dostu karşıla, ey bekçi uyan, bekçiler uyumamalıdır.
Sen bir kil parçası idin, gönül oldun. Cahildin, akıllı oldun.
Seni oradan oraya çekip götüren nerede ?

IX

Otuz sene, ne yaş, ne kuru bir şey olmayan bir adada peşinden deli gibi koşup dolaştım.
Varlığının her şeyi olduğundan gafildim. Aklım iman ve küfür mefhumlarile meşguldü.
Gönlüm ! Sen iki cihandan dışarıda olan cihanın hepsisin. Ey her şeyden münezzeh olduğu halde her şey senden ibaret olan !

X

Aşk, fazilette, ilimde, defterde, kâğıtlarda değildir. Orada halkın dedikodusu olan yol, âşıkların... yolu değildir.
Aşkın dalı ezelde, kökü ebeddedir ve bu ağacın dayandığı ne arş, ne toprak vardır, hattâ ne de göğdesi!

XI

Nesim gibi sabahların zevkini süren kalbim görülmemiş zevkleri görmekle mestoldu.
Bazen hayret denizinde, bazen dağ eteğinde kemer bağlayıp o dağda kehribar buldu.
Gözün ve gönlün ötesinde yüz pencere açıldı; zaman ve zeminin dışına gitti ve ve yüzlerce süha yıldızı gördü.
İsteyen ve istenilenin sıfatlarını ayrı gören: (tevhid) ilminde ne isteyen ve ne de istenmiş olur.
“Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.”, sözündeki mecazı anlayan o cübbeyi bin def’a süslü bir kaftan gibi gördü.
İki âlem onun karşısında horozun önündeki dane gibidir, İşte Hakkı görenin temiz nazarı böyle olur.

XII   

Ey müslümanlar! Ne yapayım ki, ben kendimi bilmiyorum. Ben ne Hristiyan, ne Yahudi, ne ateşperest, ne Müslümanım.
Ne şarklı, ne garbli, ne ulvi, ne süfliyim; ne tabıatin rükünlerindenim, ne dönen feleklerden ! Ne topraktan, ne sudanım; ne rüzgârdan, ne ârştan, ne ferşten, ne güneştenim; ne de hiç bir madene aidim.
Ne Hinddenim, ne Çinden!... Ne BulgarIm, ne Sakson. Ne Irak meMleketindenim, ne Horasan toprağından !
Benim nişanım ihsansızlık, mekânım mekânsızIıktır.
Ne göğdem var, ne canım... Bununla beraber bir olanı görüyor, biri arıyor, biri biliyor, biri çağırıyorum.
İlk ve son odur. Zahir ve batın odur. Ondan başka hiç kimseyi görmüyorum. Aşk kadehile sarhoş oldum, iki cihan da elimden gitti, rindlik ve kallâşlıktan başka servetim yok.
Ömrümde bir gün sensiz geçecek olursa o vakit ve saat için ömrümden de vazgeçerim.
Tebrizli ŞEMS!... Bu âlemde öyle mestoldum ki, mestlik ve sarhoşluktan başka bir şey bilmez oldum.

Bizim çölümüzün ucu bucağı yoktur. Bizim gönlümüzün ve canımızın kararı yoktur. Cihan, cihanın içinde suret nakşına, tutulmuştur. Bu nakışlardan bizimkisi hangisidir acaba ? 
Yolda göğdesiz kafaların meydanımıza doğru yuvarlandığını görürsün. Onlara sor; onlara sor sırlarımızı ve onlardan bizim gizli hâllerimizi öğren!
Ne olurdu bizim kuşlarımızın dillerinden anlayan bir kulağın olaydı. Ne olurdu umulanımızın elmaslar yağdıran bir dalgasını göreydin!
Ne söyleyeyim?... Ne bileyim ki, bu destan bizim imkânımızın haddinden dışarıdadır. Felekte ve cennette ne yerler ve ne saraylar vardır ki, bizim seyrânımız için vuslatın gül bağçesi olurlar.

XIV

Biz yukarıdan geldik, yukarıya gideriz. Biz denizden geldik, denize gideriz. Biz oradan, buradan değiliz. Biz yersiz yerdeniz ve yersiz yere gideriz.
Ruh tufanında biz Nuh’un gemisiyiz; şüphesiz elsiz, ayaksız gideriz.

XV

Gün yüzün belirince âlemlerdeki zerreler de görünür oldular.
Yanaklarının güneşi gölge verince o gölgeden eşya peyda oldu,
Zerre güneşte mevcud olduğu gibi, zerrede de güneş göründü.
Hakikatlerin şekayiki açıldı ve binlerce yüksek serviler gösterdi. O engin deniz dalga ve o dalga da deniz oldu.
Her cüz’ küllün ayni oldu ve cüz’ler baştan başa küll oldular.

XVI

Neredesiniz, neredesiniz, ey hacca giden insanlar! Geliniz, geliniz... Sevgili buradadır .
Eğer sureti olmayan sevgilinin suretini görecek olursanız, efendinin de, kölenin de, kıblenin de sizin kendiniz olduğunuzu anlarsınız.
Bu yoldan o eve binlerce defa gidiyorsunuz; Bir kerre de bu evden onun damına çıkınız.
O çöle erişince ehram bağlayınız ve namus [şöhret] hırkasından tamamile kurtulunuz.
 ABDÜRRAHMAN CÂMÎ, bu mealde en güzel nihailerinden birini söylemiştir.
“Eğer gönlünden gülü geçirecek olursan gül olursun; kararsız bülbülü isteyecek olursan bülbül olursun. Sen bir cüzü’sün ve Hakk külldür. Eğer bir gün de küllü düşünecek olursan sen de küll olursun.”
O canların Kâbesini görmek kastediyorsanız o aynanın yüzüne sır vurunuz.
Esrar perdesindeki nikabı çözünüz ve kendinizin ne kral, ne dilenci olmadığınızı biliniz.
Ey Hakkı arayanlar!... Onu aramaya ne hacet, aradığınız sizsiniz! . Evde oturmuş kapılara bakıyorsunuz ; fakat ev sizsiniz ve evde oturan da Hakk’tır.
Zat ve sıfatlar sizsiniz. Bazen arş, bazen ferş olan hep sizsiniz.
Siz harfsiniz, harflersiniz; lâkırdısınız, kitabsınız ; Cebrail ve peygamberler hep sizlersiniz.
Ey hoş sadalı ney ! Sen gönlümü alansın .
Sen sıcak demler üflediğin gibi soğuk demler de üflüyorsun. Şüphesiz senin için bağlardan halidir. Karışık gönülleri ve canları sen boşaltır, teskin edersin.
Senin ressamın, yaptığı resminin içinde nakşolmakla beraber sen, herkese sevgilisinin biçiminde resimler yaparsın.
Ey külî hakikatlerinin sureti! Sen perde de olsan yine neyin içinden şeker gibi çık, görün !
Neyden ateş düştü ve âlemi duman bürüdü. Aşkın nidasını çıkarmakta ateş vardır. Deminde her halde Tebrizden gelen bir koku olmalı ki, güzelliğinle bir çok gönülleri kazanıyorsun.

XIX

Bu şeklimle ben kime benziyorum acaba ? Bir lâhzada peri şeklinde, başka bir anda efsuncu kıyafetinde görünüyorum .
İştiyak ateşinde hem mum, hem her şey oluyorum ; hem, duman, hem ışık, hem dağılmış olan her şey oluyorum.
Süleymanın aşkında kuşlarla arkadaşlık ediyor, hem perilere vurgun, hem perileri çıkartan efsuncu oluyorum.
Bu vak’a karşısında ürküntü içindeyim. Hem aklım başımda yok, hem söz söyliyorum; hem de söylemekte iken aynı zamanda susmakta bulunuyorum ve susanların levhası oluyorum.
Ben acaba keklik ve şahin değil de nasıl bir kuşum ? Ne güzel ne çirkinim; ne oyum, ne buyum.
Q renge boyanarak renksiz oldum ve o saç kıvrımına aşıldım; o mumun pervanesi oldum. Ya Rabbi ne kadar perişanım !
Hem kanım, hem arslanım; hem çocuğum, hem ihtiyar. Hem köle, hem bey; hem oyum, hem bu.
Hem şeker saçan ŞEMS, hem Tebriz memleketiyim. Hem saki, hem mestim. Hem tanılıp bilnen, hem de gizlenenim.

XX

O kurnaz put her lâhza başka bir şekille geldi,, gönül alıp gayboldu .Sevgili her an başka bir elbise ile geldi. Kâh ihtiyar, kâh genç oldu.
Kâh NUH olup cihanı duaya boğdu ve kendisi gemisiyle çekilip gitti.
Kâh İBRAHİM HALİL olup ateşin ortasına atıldı ve ateş onun için gülistan oldu.
Âlemi aydınlatan YUSÜF olup Mısıra gömlek ısmarladı ve YAKUB’un gözüne nûr gibi inip gözünü meydana çıkardı.
Bir zaman bu yeryüzünde gezmeye çıkıp İSÂ oldu ve dönen dünyaya geldi; Hakkı teşbihe başladı. Her devirde gelip gittiğini gördüğün odur. Nihayet Arab kıyafetinde de gelip cihanın Darâsı oldu.
Mensuh nedir, tenasüh ne oluyor! Hakikatte o güzel, kılınç oldu ve ALİ’nin eline düştü ve zamanın katili oldu.
Hayır, hayır. O, yaşayan insan suretinde “ben Allahım!” diyendi. O, darağacına çekilen MANSUR değildir. Cahil bununla şübheye düştü.
RÛMΠ küfür sözü söylemedi ve söylemez.. Onu inkârdadır sanmayınız.
Celâlüddin Rûmî, yani kendisidir. Bu şekilde,, şiirlerinde Rûmî tahallüs etmesi .pek nadirdir. Bu tarzdaki şiirlere mistik edebiyatda şatlı derler ; bazen büsbütün mücerred mefhumlar söylenir ve ekseriya. halk arasında küfrâmız görüneceği iğin tehlikeli addedilir. Bektaşi şairleri arasında şath yazanlara pek çok tesadüf edilir. Ekseriya gulâtı mutasavvıfe, yani mistiklerin azgınları arasında câri olduğu gibi, bazen meçhul kimseler tarafından uydurularak tanınmış zatlara nisbet edildiği de çok vâkidir. Kendisinin evvelce Aşilin kalkanı olduğunu iddia eden PYTHAGORAS’ın sözlerine çok benzeyen Alinin kılıncı olmak keyfiyeti ve Rûmî mahlası bu şiirin kendisine aidiyetinde beni biraz düşündürüyor. Mevlâna her vesile ile ve sarih bir surette tenasühün aleyhinde bulunmuştur.

XXI

Bu yolda gidenlere mahrem oldum. Mukaddes yerde oturanlarla oturdum ,
Altı cihetin dışında bir gök gördüm ve hemen toprak olup o göğün altına yayıldım.
Her nefeste Azrail benimle idi. Fakat, ben bundan zerre kadar müteessir değildim. Yüz yüze ölümle cenkleşdim ve nihayet ölüm bayramile neş’elendim.
Aşkın damarlarında kuruyan kan oldum. Âşıkların gözlerinde şebnem oldum. Bazen İSA gibi bütün lisan kesildim; bazen MERYEM gibi susan bir gönül oldum. Bana inanırsan ISA ve MERYEM hakkında anlatılan bütün şeyler ben oldum.
Her nekadar cenk gibi belim bükülmüş olsa da yine sen lem-yezel nayinin sesini benden işit!
Beni ezelden yarattığın zaman aşkım kemalde idi , Ne zemin, ne de dünya varken sen benim duamı işittin. Ne güneş vardı, ne ay. Ne baş vardı, ne de onun külâhı!... Beni aşkın için seçmiş olduklarının içinden seçtin!

XXIII

Akşam namazı vakti herkes çerağ uyandırıp sofra kurunca  ben sevgilimin hayalde baş başa kalırım ve gamile inler ah ederim. Göz yaşlarımla abdest aldığım için namazım böyle ateşin oluyor. Ezan sesi gelince içimdeki mescidin kapısı yanar. Kıblemin yüzü nerededir ki benim namazım böyle kazaya kalıyor ? Evet, kaza beni ve seni daima imtihan etmektedir.
Sen söyle, acaba sarhoşların namazı doğru olabilir mi ki, onlar ne zamanı bilirler, ne mekânı ! “Kıldığım acaba ikinci rek’at mıdır, yoksa dördüncü rek’at mı; söylemeğe kudretim olmadığı halde acaba ben ne sûre okudum ?” diye düşünür.
Hakkın kapışım nasıl çalayım ki, ne elim var ne gönlüm. Ey Allah ! Madem ki, gönlümü ve elimi sen aldın, bana aman ver.
Namaz kılarken Vallahi rükûum tamam oldu mu, acaba imam falanca mıdır haberim yok.
Herkes uyudu. Yalnız gönlünü kaptıran beni uyku tutmadı. Gözüm bütün gece göklerde yıldız sayıp durdu.
Uykum gözümden öyle kaçtı ki, hiç bir zaman, gelmeyecek.
Uykum ayrılığın zehrini içti ve öldü !

XXV

Ben ölüp de tabutumu geçirdikleri zaman benim bu cihanın derdile uğraştığımı zannetme.
Cenazemi görünce: “Ayrılık! Ayrılık!” diye ağlama. Benim visal ve mülâkatım o zamandır.
Beni mezara bırakınca : “Veda’! Veda’!...” deme ; çünkü mezar cennetteki cemiyetlerin perdesidir.
Buradan gidişi gördüğün gibi tekrar gelişi de düşün. Güneş ve ay gurub etmekle eksilmezler ki...
Hangi dane vardır ki, toprağa ekilmiş de çıkmamıştır. Niçin insan danesi için şübheye düşüyorsun ?
Burada ağzını kapadınsa orada aç... Yersiz olan yerin boşluğunda senin hay ve huyun yükselmektedir.
Kimdir bu, kimdir bu ?... Bu kadar süslü ve sevimli olan kimdir bu ?      ,
Sarhoş ve koltuğunda, nalınları evimize gelen" kimdir bu?
Ev ona hayran kaldı. Endişe şaşırdı. Önünde elsiz ayaksız yüzlerce akıl ve can var.
Dudakları lâ’l gibi kızıl olan, hile ile, elinde bir kepçe ateş istemeye geldi. Sevgili acaba kimi yakacak ki ?...
Ey âteşin madeni, gel! Bizden neye ateş istiyorsun? Vallahi senin birdenbire buraya gelmen bir kurnazlık ve hile eseridir.
Ey Yûsuf! Kuyunun üstünden senin aksin suya düştü ve o kuyunun suyu senin şevkinle coşup yukarı çıktı.
Sen şad oldun, şad ! Sihirbaz ve üstad oldun. Anka’nın önüne çıkan Süleyman Peygamberin hüdhüdü gibisin ,
Gece yarısı haykırdım: “Gönül evinde kim var ?” diye .
“Benim, dedi; ay ve güneşi utandıran yüzümle benim!... Niçin bu gönül evi nakışlarla doludur?”
“Ey gül gibi güzel yüzlü, onlar senin akislerindir!” dedim.
“Ya bu, öteki kanlı nakış kimindir ?” diye sordu. “O benim, ayağı çukurda hasta kalbimin nakşıdır !” dedim.
Sevgilinin elçisi olan bahar neş’e içinde geldi .
Biz mestiz, âşıkız, humardayız ve kararsızız...
Bağa doğru çık, gözümün nûru! Çemen güzellerini intizarda bırakma! Gayb âleminden çemenlere garib şeyler iniyor.
Gül senin ayak basman için gülistana gelmiştir. Yüzüne baktığı için diken bile güzel görünüyor.
Ey servi! Susam çiçeği dere kenarında sesini anlatmak için baştan başa dil kesilmiş.
Gönce düğümlenmiş. Düğümleri açan lutfunla açılıp dökülecek...
Ölü tohum canlanıyor : Toprağın sakladığı sır şimdi aşikâr oldu.
Meyvesi olan dal sevincinden sallanıyor ve kök, böyle bir şeyi olmadığı için utancından yerin dibine giriyor. Güzel ve bahtiyar dallar ağaçlarda canlanıyorlar. .
Sarhoşluk, âşıklık ve gençlik gibi bahar da gelip onlarla beraber oldu ,
Suretleri olmadığı halde hoş bir şekilde resmedildiler. Resmolan hayallere bak!
Gözlerin dehlizlerinden gönüller başka gönüllere koşarlar; suretler gözlerden içeri girerek hakikat olurlar.
Sırlar aşikâr oldu  ve bağın içinde kıyamet koptu. Bütün gönüller içerlerindeki o Çin dilberlerini gösterdiler.
Gönlün varsa sen de göster. Ne zamana kadar gönlün çamur içinde gizli kalacak ?
Lâle güle her an: “Ne tuhaf ! diyor, Nergis yasemine doğru nasıl hayretle bakıyor !”
İki kat bükülmüş menekşe eşi bulunmaz bir müzevvirdir [yalancı, arabozucu] ve onun sırlarını nilüferler bilirler.
Yeşillikler servinin rikâbında yaya yürürler ve gönceler gizlice, gözlerile canları sıkılmış gibi bakarlar.
Aynaya bakar gibi dere kenarına iğilen söğüd yeşil dalların neler döktüğünü hayretle süzüyor.
Yaratan, bağda mutribleri  kuşlardan bir meclis kurdu. Sarhoş ve âşık birisi var; o baş mutribdir ve adına (bülbül) diyorlar ki, gül kendisi ile eğlenirmiş.
Kumru sülüne nerede olduğunu soruyor ve o, cevab veriyor: “Bir yerin ye bir yerde oturanın bulunmadığı taraftayım !...” diyor.

XXX

Ey âşıklar... Ey âşıklar! Ben rüsva olan bir âşıkım. Aşk başıma düştüğü andan itibaren hayretteyim ve deli gibiyim ,
Âşıkım, deliyim ve hayretler içinde kalmışım. Orada, burada, her yerdeyim, hem de ne aşağıda, ne yukarıdayım.
Arşta ve kürsüde olan benim, asla hata etmeyen benim.
Âlem benimle. aydınlandı, âdem benimle tasavvura geldi. Ben hem âlim, hem fâzıl, hem de kadıların kadısıyım.
Oradan çıktığım zaman başım dönüyordu, çıldırmıştım. Oraya döndüğüm zaman ise deliliğim eksilmedi, arttı.
Peyda olup ayağa kalktım, durdum. Ben gizli değilim...
Ya sen benden niçin gizleniyorsun ? Bana sırlarını söylesene !
Sen ki, gözlerimde görmek kudretisin, beni gözlerimde arasana !
Ben konuşan bülbülüm, kokan gülüm, sevgilisini arayanım ve ben gizli şeyleri ortaya çıkarmak istiyorum.
Ben işi olmayanların işiyim, hasta kalplerin derdiyim, tacirlerin kazancıyım ve benim başım sev* dalıdır.
Genç, ihtiyar benim. Güzel, çirkin benim. Süt ve hurma benim. Hem namaza devam eder, hem namazsız otururum. Hem sabahı bilirim, hem akşamla aşinalığım var.
Dünya ve ukba benim. Tûtî ve kumru benim, 'İn cin, benim ve ben denizlerin incisiyim.
Dağ, sahra, mücevher ve deniz benim. Aşkın ışıklarına bak; dillerde konuşan benim. Sonsuz deniz ve Nuh’un gemisiyim. Yusuf ve İsa, Musa ve Eş’iyâ benim. Eyyûb’a derman ve Yakuba can benim. Ben Lokmanın hikmetiyim ve Yunus ve Yahya benim. Muhammed ve Ali benim. Kızıl şarab ben, askere sahib olan ben, ve takva şarabı yine benim.
Hem ferman eden, hem fermana uyan, hem can alan ve hem can veren benim. Can bendendir ve ben candanım.
Bana iyi bak ki, ben mezarda senin mûnisin olacağım, Dükkânların ve evlerin önünden geçirildiğin zaman benim selâmımı mezarında işiteceksin, sana benden haber gelecek.
Benim gözümden hiç bir zaman gizli kalmayacaksın.
Kâh lezzet ve şadlıkla, kâh meşakkat ve füturla sana perde olan vücudunun içinde akıl ve iz’an gibi olan şey benim.
Garib gecede âşinâ bir ses duyunca bizim rahmetimizin yoluna girer ve kabrin vahşetinden kurtulursun.
Aşk humarı mezarına hediye olarak şarab, sevgili, ışık ve buhurlar gönderir, elimde iz’an çorağını tutduğum zaman kabirlerdeki ölülerden ne hay ve huylar yükselecek. Hattâ mezarlığın toprakları bile.
bu gürültülerden, bu kıyamet davulunun sesinden ve ölülerin dirilmesindeki azametten şaşıracaklar.
Kefenini yırtmış ve kulaklarını korku sarmış olan kimse için sûr nefhası önünde beyin ve kulak kalır mı!
Sen o zaman nereye baksan beni göreceksin. Hattâ kendine veya o kargaşalığın içine de baksan yine hep beni göreceksin !
Şaşılıktan kaç, gözlerini iyi görmeğe alıştır. Zira o gün kem göz benim güzelliğimden uzak kalacaktır. Ben insan suretindeyim. Sakın... Sakın bir yanlışlık etme. Rûh çok latif ve aşk çok gayretlidir.
Davulları çalınız ve şehirdeki mutriblere doğru gidiniz. Aşk yolunda yetişenlerin tam zuhur zamanıdır.
Sonbahar geldi, sonbahar!. Ey bu bağın sahibi! Bak dallara, yapraklar gönül derdine uğramışlar.
Düşün bunu bir kerre ey bu bağın sahibi ! Dalların feryatlarını işit. Her taraftan binlercesi dilleri olmadıkları halde inliyorlar.
Gözlerin yaşlı ve dudakların kuru olması hiç bir zaman sebepsiz değildir. Gönül derdi' olmadan yanaklar safran gibi sararmazlar.
Gam kargası bahçelere ayak bastı. Esef ve sitemle : “Nerede gülistan, nerede?” diye soruyorlar.
Nerede susam çiçekleri ve nesterenler ? Serviler, lâle ve yaseminler nerede ? Çemenlerin yeşil giyinen çocukları nerede ? Ah... Nerede ergavanlar, nerede ergavanlar!
Tatlı dilli bülbül nerede, “kû kû !...” diye öten kumru nerede, sanemler gibi güzel tavus nerede ?.. Nerede tûtîler, nerede tûtîler !
Bütün ağaçlar dizilmişler ve siyah matem elbisesi giymişler. Yapraksız, çıplak ve bu acı imtihandan ağlıyor, inliyorlar.


I.

Ben dağım; sözüm sevgilimin sedasıdır.
Ben nakşım, beni nakşeden sevgilimdir.
Ben, kilide sokulan anahtar gibiyim;
zannediyor musun ki, sözüm benim sözümdür !

II.

Bugün her günkü gibi harabım, harab...  
Kıyamet gününe kadar [gam] selinden kurtulmayacağım galiba!
Gece ay ışığı geldi ve uykunun boynunu vurdu.
Ay ışığı kan dökmekten korkar mı!
Yanımıza defsiz gelme; bizim düğünümüz var.
Kalk davulları çal! Mansur biziz.
Biz sarhoşlarız; fakat üzümden olan şarabdan değil!
Bizim için ne düşünüyorsan ondan uzağız biz.

IV.

Bu gün sema’ var, sema’ var, sema’ var , Nur var; ışık var, ışık var, ışık var.
Bu aşk bir meta’dır; akla veda var, veda var, veda var.

V.

Sema’ askerlerinin başı her gün sabâ rüzgârı gibi sema’ gülistanına gelir.
Tutî ve bülbül kendi âlemlerinde meşgul olurlar.
Ve her ağaç sema’ meyvalar ile dolu olarak sallanır.

VI.

Aşkının her savmaada  mestliği var .
Putların satıldığı pazarda senden kırılmış putlar var .
Gamının eli iki âleme de uzanıyor.
Hakikaten gamnın eli ne uzunmuş.
Bu gece benim gibi olan her yanık gönül,
Zühre yıldızı gibi musikinin dostudur ,
Dudaklarını arzulamakta canım ağzıma geldi.
Sus ! Bu gece nasıl bir gecedir, Allah bilir!
' Havada' ve âlemlerde bulunan her zerre bizim için gül ve koku bahçesidir , 
Her ne kadar altın bir madenden çıkarsa da onun tılsım olan her katresinde bir umman vardır.

IX.

Su ve kilden yaratılmış sevgilisi olan kimse bir gün onun visaline ermekle karar bulur .
Su ve kilden dışarı çıkan kimse ne kadar nadirdir ve onun sevgisi de ne garibdir !...

X.

Ne zaman olmalı, ne zaman olmalı, ne zaman olmalı ? ,
Şarab olmalı, şarab olmalı, şarab olmalı...
Ben olmalıyım, ben olmalıyım, ben olmalıyım...
O olmalı, o olmalı, o olmalı!...

XI.

Ölürsem, ölümü götürüp sevgilime bırakınız .
Ve eğer solmuş dudaklarımı öptüğü zaman dirilirsem buna şaşmayınız.
Tanbur :  (tentenen) diye inlemeğe başlayınca başı ve ayağı olmayan gönül zincirden boşanır .
Onun yolunda gizlenen birisinin avazı: “Ey yolda kalmış olan, gel!...” der.
Göklerden mücevherler döküldükleri zaman her zerre aslına doğru kalkıp gider . O rüzgârdan heves rüzgârı eser ve her zerre onunla güneşten müstağni kalır.
Evvelce yüzüm sarı ve gönlüm kan içinde idi .
Ayni elbiseyi giyen gönlümün yoldaşı Mecnundu.
Şimdi de o suret ve kaide baki; fakat öyle bir şey oldu ki, bütün bunlar benden aşağıda kaldılar.

XV.

Senin yüksekliğin benim boyumu yükseltti , Aşkınla biri bin yaptım.
Sen, kendin olduğun müddetçe içinde dolaşırdım ; sen ben olunca da kendi kendimi dolaşıyorum.
Ey cihanları dolaşan safa insanları!  Bir put için neden bu kadar hayransınız ?
Bu âlemlerde aradığınız şeyi bir kere de kendinizde arayınız ki aradığınız sîzsiniz !
Bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur. Aşk annemizdir. Biz aşktan doğduk.
Bizim annemiz çadırımızda gizlidir ve örtülmüş, tabiatımızda saklıdır.
Kötü huyun rehber oldukça bahtının açılacağını, sanma !
Sen sabah olduğu halde uyumaktasın, ömrünün gecesi ise ne kadar kısa !
Uyanacağın zaman korkuyorum ki kıyamet sabahı olacak...
Kimin göğsünde zerre kadar yürek varsa, onun seni sevmeden yaşayabilmesi müşkildir .
O kimse senin saçların gibi düğüm düğüm zincirlenmiştir.
Asıl divane akıllı olduğunu söyliyen kimsedir,

XX.

Bu peşrevin  ruhu ön sıradadır , O, senin bir deniz ve cihanın sana nisbetle avuç içi kadar küçük olduğunu o bilir.
O, aşkın verdiği sarhoşlukla dikkatsiz ve mest... nakşediyor.
Bu nasıl bir gecedir ki her taraf nây ve def olmuş: ?.._

XXL

Ne zamana kadar def gibi elinin sitemlerini göreceğim, .
Ne zamana kadar rebab gibi gamının mızrab ile inleyeceğim ?
Bana : “Çenk gibi, göğsüne sürünüp seni okşuyorum !” dedin.
Nefeslerini yutmak için ben bir nây olmak isterdim.
Sesin gönlümüzün istediği gibi olsun ; sabah akşam şad olsun ve söylesin!
Sesin hasta olursa biz de hastalanırız,
Sesin şeker çiğnemiş nây gibidir.
O gönülü ben kendimdir sanıyordum, Vallahi hiç kimseye vakfetmiş değildim.
O gönül şimdi beni bırakıp sana gitti. Sevgilim; benim hoş tuttuğum gibi, sen de onu hoş tut. 


Nâyin ayrılıklardan nasıl şikâyet ederek neler hikâye ettiğini dinle :
“Beni kamışlıktan ayırdıklarından beri feryadımdan erkek kadın ağlamaya başladı. “
“İştiyak derdini anlatabilmem için parça parça olmuş bir yürek isterim.
“Aslından uzak kalan vuslat zamanını tekrar arar. Ben her cemiyette ağladım, halleri iyi veya fena olanlarla arkadaş oldum. Herkes kendi zannince hana dost oldu ; fakat benim içimden sırrımı aramadı.
“Sırrım feryadımdan uzak değildir. Fakat her göz ve kulakta onu anlayacak nûr yoktur.”
“Ten candan ve can tenden gizli değildir; fakat herkese cam görmeğe izin yoktur.”
Bu neyin sesi ateştir, rüzgâr değildir; bu ateşi anlamayan yok olsun!
Aşkın ateşi neye, coşması şaraba düştü.
Ney, sevgilisinden ayrılan herkese dosttur. Onun perdeleri perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem zehir, hem panzehiri kim görmüştür, ney gibi iştiyaklı bir dostu kim görmüştür ?
Ney kan dolu olan yolu, Mecnunun aşk hikâyelerini söyler.”
[Nahifî Tercümesi]
Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede
Der kamışlıktan ayırdılar beni
Nâlişim zâr eyledi merd-ü-zeni
Şerha şerha eylesün sinem firak
Eyleyim tâ şerhi derdi iştiyak ,
Her kim aslından ola dürü cüda
Rüzgârı vaslı eyler mukteda
Ben ki her cem’iyetin nalânıyım
Hemdemi hoşhalü bed halâniyim
Her kişi zu’munca hâna yâr olur
Sohbetimden talibi esrâr olur
Sırrım olmaz nâlişimden gerçi dur
Lik yok her çeşmü gûşâ feyzü nûr ilâh...
Bu akıla mahrem olan bîhuş olanlardan başkası değildir; dili arayan kulak olduğu gibi..
Gamdan günlerimiz vakitsiz geçti. Ne zararı var. Yalnız: sen kal, ey senden temiz kimse olmayan; sen geçip gitme!..,”
Balıktan başkası suya kandı. Rızkı olmayana gün uzun gelir.”
Sözün kısası, olgun insanın halini ham olanlar anlayamaz.”
Kayıtları kır, azad ol çocuğum! Ne zamana kadar altın ve gümüşe bağlı kalacaksın ? Denizi bir bardağa dökecek olsan bile bir günlük kısmet kadarı çıkar, fazlası dökülür.
Harislerin gözlerinin çanağı dolmadı. Sedef kanmayınca inci ile dolmaz. Aşktan kimin elbisesi yırtıldı ise o kimse hırs ve ayıblardan tamamile temizlenmiştir.
Ey sevdası hoş olan aşkımız ! Ey bütün illetlerimizin tabibi! •
Ey kibir ve şöhretimizin devası, ey bizim Eflâtun ve Calinosumuz [Galien] , sen şad ol!..”
Topraktan olan cisim aşktan göklere yükseldi; dağlar oynadı ve sür’atîe hareket etti. Aşk SİNA dağının canı oldu ve dağ mest oldu ve MUSA düşerek bayıldı.
Eğer dost bir dudakla birleşse idim söyleyecekleri ney gibi söylerdim.
Dili ve sözü bir olandan uzak olan her kimin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır.
Gül gitti ve gülistan geçeli; bundan sonra bülbülün sergüzeştini dinleyemeyeceksin!
Her şey sevgilidir ve âşık perdedir. Diri olan sevgilidir ve âşık ölüdür.
Âşık, aşktan perva etmedikçe kanatsız bir kuş gibidir, vay onun haline !
Sevgilimin nuru rehber olmadıktan sonra aklı nasıl rehber edebilirim ?
Aşk bu sözden dışarı çıkmak istiyor. Gammaz olmayan, hakikati olduğu gibi yüze vurmayan ayna nerede görülmüştür ?
Yüzünden pas kalkmadığı için canının aynası içine aksedeni göstermez.

II.




Gayb âleminin bulutu, suyu, göğü ve güneşi başkadır.
Onlar yalnız Hakk’ın hâslarına görünür. Başkaları tekrar yaratılmaktan  şüphededirler. Beslemek için yağmur olduğu gibi berbâd etmek için de yağmur vardır. Baharlara aid olan yağmurun faydası çok tuhaftır; Sonbaharda olan yağmur ise sıtma gibidir. Bahara mahsus yağmur okşayışlarla yeri besler. Sonbaharda düşen yağmur her şeyi sarartır ve çürütür. Bunun gibi kışın ve rüzgâr ve güneşin de türlü türlü olduğunu bil ve ip ucunu ara, bul! Böylece gayb âleminde neviler vardır, orada ziyan, faide, zahmet ve meşakkatler bulunur. (Abdal) ın  nefesi o bahardandır; ondan, gönülde ve canda yeşillikler biter. Bahar yağmurunun tesiri ağacadır; onların nefeslerinden bahtları açılır. Bir yerde kuru bir ağaç varsa onun ayıbını cana can katan rüzgârdan bilme rüzgâr kendi işini görerek esmiştir. Hakikî ruhu olan ise rüzgârın faidesini bütün ruhuyla kabul etmiştir.
Biz çenk [İran’da keskiden kullanılan harp] gibiyiz ve sen bizi çalansın, inlemek bizden gelmez. Bizi inleten sensin .Biz nây  gibiyiz ve bizdeki ses şendendir. Biz dağ gibiyiz ve bizdeki sada sendendir.
Biz şatranç gibiyiz, galib ve mağlûb olmakta galibiyet ve mağlûbiyetimiz sendendir; ey sıfatlan hoş olan kimse !
Biz kim oluyoruz ki sana meydan okuyalım, ey canımıza can olan. Biz hiçiz ve ademleriz, varlıklarımız da ademdir. Sen ise fanı gibi gözüken mutlak vücûdsün.
Biz arslanlarız, fakat bayraklardaki arslanlardan... , O arslanlar rüzgârla kımıldanır gibi görünürler. Orada, görünmeyen rüzgârdır. O rüzgâr hiçbir zaman eksik olmasın!
Bizim rüzgârımız ve varlığımız senin vergindir. Bizim varlıklarımız bütün senin icadındır.
           
Sen yoka varlık lezzeti gösterdin, ademi kendine âşık ettin.
Nimetlerinin lezzetini bizden esirgeme, bizden şarabının kadehini esirgeme!... Esirgeyecek olursan kim bulabilir onları ? Bir resim, ressamile nasıl cenkleşebilir !
Bizim kusurumuza bakma, kendi cömertliğine bak.
Biz yoktuk, darda kalmamız ve isteğimiz yoktu; böyle iken senin lütfün bizim söylemediğimiz, duayı işitirdi. Ressamın önündeki resim, anasının karnındaki çocuk gibi âciz ve bağlıdır. Gergefin iğnenin önünde âciz olduğu gibi, bütün âlemin çadırı yaratma kudreti önünde âcizdiler.
Onun nakşı bazen şeytan, bazen âdem yaptı. Bazen sevinç, bazen gam nakşetti. Nakşın eli yoktur ki istememek için elini sallasın, dili yoktur ki bir şeyin zararı veya faidesi için söz söyliyebilsin. Sen Kur’anda bu beytin tefsirini oku; Allah Kur’anda: “Attığın zaman sen atmadın! ” diyor.
Biz oku çekip atsak da okun uçub gitmesi bizden değildir. Biz yayız ve oku atan Allah’dır. Bu Cebrailden değil, cabbar olan Hakkın manasındandır.
Bizim dinlememiz ıstırarımıza, utanmamız irademize delildir. Eğer ihtiyarımız olmasaydı bu utanmamız olur muydu ?
Üstadların şakirdlerini menetmeleri; tedbirlerden fikri çevirmeleri nedendir ? Zincirle bağlı olan, kimse nasıl sevinebilir, hapisde esir olan nasıl hür olur? .
Nebilere ahiret ihtiyarı olduğu gibi, cahil kimselere de dünya işi ihtiyarîdir. Zira her kuş kendi emsinin tarafına uçtuğu gibi ten kuşu da canın arkasından ileri ileri uçar. Zindandakilerin emsinden olan kâfirler dünya zindanından hoşlanırlar. Yüksek asla mensub olan nebiler ise can ve gönülle yükseklere giderler.

IV.

Allah Azraile dedi ki: “Asıl olan beni bilen; ortada seni nasıl görebilir ? .
Her ne kadar avamdan gizlenmişsen de parlak görenlerin önünde de [hazan] perdesin!
Eceli tatlı görenlerin bakışları sarhoştur. Onlara tenin ölümü acı gelmez. Onlar bu kuyunun zindanından çayıra çıkarlar. Karışık ve zahmetli cihanın gamından kurtulurlar ve hiç kimse hiç olan şeyin gayb olmasından ağlamaz.
Birisi zindanın bürcünü kırsa, zindanda bulunan mahbusun kalbi bundan hiç kırılır mı ? O kimse bu mermer taşı kırınca zindandakinin ruhu hapisden kurtulur. Hapisden kurtulduğu halde hiç : “Bu kırılan ne güzel bir mermerdi!” der mi! O kimsenin bürcü kırarak zindanda olan mahpusu kurtardığı için o mahpus : “Bu bürcü kıranın elini        kırmalı!” diye saçmalar söyleyebilir mi ? Böyle sözü ancak hapisten darağacına götürülen kimse söyler.
O kimseye ölüm nasıl acı gelebilir ki yılanların zehiri olan yerden çıkarılıp şeker bulunan tarafa götürülüyor, can ve beden kavgasından kurtulup gönül kanatlarile elsiz ayaksız uçacak. Tıpkı zindanda mahpus olanın geceleri uyurken rüyasında Gülistanı görmesi gibi... O mahbus: “Allah’ım! Beni yine ten hapsine götürme de ben bu Gülistanda zevk ve safa edeyim!” der. Ve Allah ona der ki: “Duan kabul oldu. Artık bedene gitme !” Allah her işte doğruyu bilir. O mahbus ki ten kuyusunun dibinde zincirlerle bağlanmıştı, hiç uyanmanın hasretini çeker mi!
Öldüğün zaman halk : “Filân miskin öldü!” der; sen ise hal' lisanınla: “Ben diriyim, ey gafiller!, dersin, benim tenim her ne kadar başka tenler gibi toprak altında yatıyorsa da gönlümde yedi cennet açılmıştır. Canım gül ve nesrin içinde uyuyorken tenim gübre içinde olsa da ne ziyanı var! Uyumuş canın, bedenden haberi olur mu ? O beden ister gülşende yatsın, ister külhanda !
Sâf renkli cihanda can nâra atarak : “Ne olaydı kavmim beni bileydi!”    der.
Eğer can bu bedensiz yaşamayacaksa, âlem kimin sarayı olurdu ? Canın bedensiz dirilmeyecek olsaydı ( gökde rızkınız vardır ) sözü  kime ait olurdu ?

V.

(Herkesin hareketi oradandır, ondandır. Herkes kendi vücudunun çerçevesinden görür. Meselâ mavi cam güneşi mavi gösterir ; kırmızı cam kırmızı gösterir ; camlar renklerin dışına çıktıkları zaman beyaz [yani renksiz] olan cam en doğru gösteren camların başındadır. ).
Ebucehil, Ahmedi (yani peygamberi) gördü ve “Hâşim evlâdından çirkin bir nakış çıktı.” dedi. Ahmed ona : “Haddini tecavüz ediyorsan da doğru söylüyorsun !” dedi.
Ebu Bekr onu görünce : “Bir güneşsin ve ne şarktan, ne garptan olmadığın halde ne hoş parlıyorsun !” dedi. Ahmed: “Doğru söylüyorsun azizim. Sen hiç mesabesinde olan dünyadan kurtulmuşsun !” dedi.
Hazır bulunanlar: “Ey halkın en şereflisi olan! iki zıd söyleyen insana niçin doğru söylüyor dedin ?” diye sordular.
Ahmed: “Ben halkın elile cilalanmış bir aynayım. Türk veya Hindli, her insan kendi halini bende görür.” dedi.
              CÂMÎ. Aynı mealde şu rubaîyi söylemişti :
“Bu görünen şeyler renkli camlara benzerler. Oraya vücûd güneşinin ışığı vurmuştur. Kırmızı, san ve yeşil olan o camlardan güneş o renklerde imiş gibi görünür.” Ayni ilham büyük İngiliz şâiri P. B. SHELLEY de şu ölmez mısra’ları söyletmişti :
Life, lifee o dome of many coloured glass
Stains the White radiance of et'ernity.

I



Ömer zamanında., çenk çakı vakarlı bir mutrib  vardı. Bülbül onun sesile kendinden geçerdi; ve o güzel sesi bir zevki bin yapardı. Meclislerin, toplantıların ziyneti idi. Nevası kıyametler koparırdı. Usule uygun avazı İsrafilin sûri gibi ölülere can verirdi, sesinin işitilmesi fili kanatlandırırdı.
O öyle bir mutribdi ki, cihan onunla neş’elenir, sesinden acayib hayaller zuhur ederdi. Nağmesinden can kuşu uçar ve gönül ve akıl hayran olurdu.
Nihayet bir zaman geldi ki, ihtiyar oldu. Hayatının şahini aczinden sivrisinek tutmaya başladı. Arkası küp arkası gibi büküldü. Kaşları gözünün üstüne kuşkun gibi indi. Cana can katan sesi çirkinleşmiş, kimsenin yanında itibarı kalmamıştı. O sese Zühre yıldızının hasedi değmiş, sesi ihtiyarlık dan eşek sesi gibi olmuştu. Hangi hoş şey nahoş olmamıştır; hangi tavan yıkılıp yere yayılmamıştır!
Göğüslerdeki aziz avazlar başkadır, onun definin aksinden sur nefholur. Bütün içler onun içinden sarhoşturlar, o öyle bir yokluktur ki varlıklarımız ondan var olur. Onlar her fikir ve avazın kehribasıdır, ilham ve vahyin lezzetidir.
Mutrib ihtiyarlayıp zayıflayınca kazancı da olmadığından bir lokma ekmeğe muhtaç oldu. Dedi ki: “Yarabbi! Bana çok ömür ve mühlet verdin. Benim gibi adî bir insana lutuflar ettin. Yetmiş sene günah işledim. Hiçbir gün benden rızkını ve ihsanını geri bırakmadın. Bugün kazancım yok; senin misafirinim. Çalgıyı senin için çalıyorum !”
Çalgıyı kaldırdı, Allahı arıyarak Medine mezarlığında ah etti:
“Haktan ibrişim bahası isterim, o kalbleri iyilikle kabul eder.” dedi. Kabristanda çok çalgı çaldı ve ağlayarak başını yere koydu. Çalgıyı yasdık yapıp mezarın biri üstüne düştü. Onu uyku sardı. Ruhu hapisden kurtuldu. Ruh kuşu çalgıyı ve çalgıcılığı bırakıp beden zindanından sıçradı. Ruh bedenden ve cihanın incitmesinden azâd oldu. Sade bir cihanda ve can sahrasında bulundu. Ruhu orada teganni ederek derdi ki: “Keşke beni burada bıraksalar. Bu bağda ve bahar içinde benim canım rahat ediyordu. Bu gayb sahrasındaki lâle bahçesinde sarhoştum.
Başsız ve ayaksız sefer ediyordum. Dudaksız ve dişsiz şeker yerdim. Zikr ü fikrim dimağın ağrısından, yorgunluğundan kurtulmuştu. Âlemin sakinlerde latifeler ederdim. Gözüm bağlanmış olduğu halde bir âlem görürdüm, orada elsiz gül ve fesleğen toplardım? Bal deryasına dalmış bir su kuşu idim; o su Eyyubun. yıkandığı şarabın ayni idi. Orada Eyyüb baştan ayağa kadar şarkın nuru gibi ıstıraplardan temizlenmiştir. (Mesnevi) âlem kadar büyük olsaydı yine ona bu hikmetten bir parça bile sığmazdı. Çok geniş görünen yer ve gök, darlığından gönlümü parça parça etti. Bu gayb âlemi bana uyku içinde göründü, açıklığı kanatlarımı açtı. Bu cihanla eğer onun yolu zahir olaydı bu dünyada az kimse belki ancak bir lâhza için bakî kalabilirdi...”
Haktan: “Sakın tamah etme!... diye cevab geldi, mademki ayağından diken çıkmış; yürü!...”
Mutribin ruhu rahmet ve ihsanın sonsuz çölünde: “Mevlâ!... Mevlâ!...” diye feryad etti.
O zaman Hak, Ömer’in üzerine bir uyku havale etti ve uykudan kendisini tutamaz bir hâle getirdi.
Ömer şaşırdı; çünkü bu uyku mutad bir uyku değildi; gayb âleminden geldi; maksadsız ve sebebsiz değildi. Yastığa baş koydu. Kendini uykuya kaptırdı. Rüyasında Hakk’tan bir nida geldi. Ruhu onu işitti. Öyle bir ses ki o ses her sesin aslıdır, hakikatte asıl ses odur, işitilen ise nida değil, yalnız şadadır. Türk, Kürd, değil, Acem, Arab her millet o nidayı kulaksız ve dudaksız duymuştur; yalnız insanlar değil, o nidayı değnek ve taş bile anlamıştır,
Ömer’e gelen nida : “Ey Ömer! Benim hâs ve muhterem bir kulum var, diyordu ; zahmet edip kabristana doğru git! Ey Ömer uykudan uyan, kalk, beytülmalden tamam yedi yüz altını al, o kulumun önüne koy: “Bizim makbulümüzsün, bu kadar altını şimdilik al, mazur gör! Bu altınlar sana ibrişim bahası içindir. Harç ve sarf et, sonra buraya gel!” de!
Ömer, o avâzın heybetinden fırladı, kalktı. Belini bu hizmet için bağladı. Kabristan tarafına çıktı. Altın kesesi koltuğunda olduğu halde hâs kulu aramaya gitti. Kabristanın etrafında döndü dolaştı. O mutribden başka kimseyi göremedi.
Kendi kendine : “Allahın hâs kulu bu olmasa gerek!” dedi. Bir daha dolaştı, yine o ihtiyar mutribden başkasını göremedi. Dedi ki: “Hakk bana kabristanda bir kulum var, O kulum saf, değerli ve uğurludur” diye buyurdu ; ihtiyar bir mutrib nasıl olur da hak erenlerden olur, bu ne sırdır Allahım !..”
Bir kere daha kabristanın etrafını dolaştı. O vakit yakîn hâsıl etti ki kabristanda ihtiyar mutribden başkası yoktur. Geldi, yanında nezaketle oturdu, ve aksırdı. Onun üzerine ihtiyar mutrib de uyandı. Yanında Ömeri görünce şaşırdı. Gitmeğe niyet etti ise de vücudunu bir ürperme aldı.
İhtiyar mutrib içinden : “Yarabbi bana imdat et, muhtesib  çalgıcı ihtiyarcığın başına geldi!” dedi.
Ömer onun yüzüne bakınca utanmış ve sararmış gördü : “Benden korkma, çekinme, dedi. Sana Hakk’tan müjdeler getirdim. Hak senin huyunu o kadar methetti ki Ömer bile sana âşık oldu. Önümde otur, uzaklaşma! Kulağına ikbal ve devletten bir sır söyleyeyim!• Hak sana selâm eder ve seni sorar, sonsuz gamlarından nasılsın ? İşte birkaç altın parçası getirdim. İbrişim bahası nisbetinde azdır. Al, onları hârcet, sonra yine buraya gel!”
İhtiyar bu sözleri işitince titredi. Elini çekti ve kendini yere attı, “Ey eşi olmıyan Allah!” diye haykırdı. Utancından su gibi eridi. Pek çok ağladı, elemi hadden aştı: “Ey Allah’la aramda perde olan, beni doğru yoldan şatırtan, yetmiş yıl kanımı içen, ve Hakkın önünde yüzümü kara çıkaran çalgım!” dedi, ve onu yere vurup parça parça etti. “Ey vefası ve ihsanı olan Rabbim, cefalarla geçen ömrüme acı! Bana öyle bir ömür verdin ki, ondan bir günün kıymetini âlemde kimse bilmez. Ömrümü yavaş yavaş harcayarak bitirdim. Hepsini alçak ve yüksek sadaha üfleyip tükettim...” dedi. Böylece inleyib ağlayarak, bunca yıllık günahlarını sayıp döktü.
Ömer ona: “Ağlaman akıllılığının eseridir. Faninin yolu başka bir yoldur. Onda akıllılık başka bir günahtır.. Geçmiş zamanı hatıra getirmek akim işidir. Mazi ve istikbali düşünmek ise hakkı görmeğe perdedir. Mazi ve istikbali ateşe at!. Ne zamana kadar bu kayıtla dolup nây gibi inleyeceksin ? Ey haberlerin haber vericisinden haberi olmayan! Senin tövben günahından beterdir. Geçmiş halinden tövbe etmeyi düşünüyorsun, bu senin aradığın tövbeden ne vakit tövbe edersin ?”
Ömer sırların aynası olunca ihtiyar mutribin ruhu içinden uyandı. Ruh gibi ağlayışsız ve gülüşsüz oldu. Cam gitti ve başka bir canla dirildi. O zaman gönlüne bir hayret geldi ki onunla yer ve gökten dışarı çıktı. İçine bir araştırmak hissi geldi ki, bu his, bu araştırmanın ötesinde idi. Ben bilmiyorum. Sen biliyorsan söyle; öyle bir hal ve bir söz ki, bu hal ve bu sözün Ötesindedir, bilirsen anlat.
Mutrib hakkın güzelliğinde boğulmuştu. Bu, kurtarılması imkânı olan bir boğulma değildi, o denizden başkası bu boğulma halini bilmezdi.
İhtiyarın macerası buraya gelince yüzüne perde çekti. Eteğini dedikodudan kurtarıp silkti. Bu yarım söz ağzımızda onun hikâyesinden kaldı.
Bu iyşü işreti kurmak peşinde yüz bin can oynatmak gerektir.
Can avculuğu işinde doğan ol, canlarla oyna. Bu âlemin güneş gibi canlarını oynat ! Yüksek olan güneş ruh saçar, her an boşalıp yine nurla dolar. Ey manevî güneş! Ruh saç! Eski cihanda yenilik göster.
Gayb âleminden her zaman yenilikler gelir. “Beden cihanından dışarı çık!” avazı yükselir.

II.


[Yahudi krallarından biri meydanda bir ateş yaktırıyor ve biı* de put koydurarak : “Kim bu puta secde ederse ateşten kurtulacak” diye ilân ettiriyor.].
Kral: “Kim bu putun önünde secde ederse ateşten kurtulacak ve kim bunu yapmazsa ateşe atılacak!” dedi. Bu put, nefsin yaraşığını verdi, nefsinin putundan başka bir put doğdu.
Putların anası sizin nefislerinizin putudur. Alelâde put yılansa, nefis putu ejderhadır. Nefis, demir ve çakmak taşıdır; ve put kıvılcımıdır. Kıvılcım suda söner. Çakmak taşı ve demir su içinde bulunmakla kıvılcım saçma hassası zail olur mu ! İnsan bu ikilikle nasıl rahat eder ? Taş ve demirin içinde, ateş vardır. Onların üzerine suyun tesiri olamaz. Nehir suyu hariçdeki ateşi söndürür ama, taş ve demirin içine nasıl işleyebilir ?
Yontulmuş put siyah bir sel gibidir, fakat put yapan nefis bir cadde üstünde durmadan akan bir çeşme gibidir. Putu kırmak kolaydır ama, nefsi kırmayı kolay görmek cehildir.
Yahudi Kralı bir kadını ufak çocuğu ile o putun önüne getirtti ve o sırada yaktırdığı ateşi alevlendirdi. Çocuğu kadından aldı, ateşe attı. Kadın ateşten korktu ve gönlünü imandan ayırdı. Çocuğunun ateşe atıldığını görünce korkudan putun önünde secde etmek istedi.
Çocuk haykırarak : “Ben ölmedim... dedi, anne, buraya gel! her ne kadar ateşte isem de rahatım ! “ Ateş sûrette perde olmak için gözbağıdır, ama hakikatte gaybın kesesinden çıkan rahmettir.
“İçeri gel ve ateş gibi bir su gör!.. Dünya hakikatte ateşken zahirde su gibi latif görünür. İçeri gel ve İbrahimin sırrını anla ki, o ateş içinde nasıl gül ve yasemin görmüştü.. Senden doğduğum zaman ölümü gördüm, senden ayrılmak bana çok korkunç görünüyordu. Senden doğdum; dar zindandan kurtuldum, havası hoş ve rengi güzel cihana geldim. Ateş içinde bu sükûneti görünce şimdi cihanı rahim gibi dar görmeye başladım. Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki içinde zerre zerre Isa nefesliler vardı. “
“Bu cihan şekilsizdir ve  [zat] de mevcuddur; şekli olan cihanın ise sebatı yoktur. Anneciğim içeri gel. bu ateş ateşliğini yapmıyor... İkbal ye devlet sırası geldi. Anneciğim ateşin içine gel ve devleti kaçırma. Kralın kudretini gördün; içeri gel de Allah’ın kudretini ve lutfunu da gör. Ben merhametimden senin ayağını bu tarafa çekmek istiyorum, yoksa o kadar tarab ve zevk içindeyim ki senden pervam yok. Ateşin içine gel, başkalarını da çağır, gelsinler. Kral ateşin içine sofra kurmuş. Pervaneler gibi hepiniz içeri geliniz, burada yüzlerce bahar var!...”
O kalabalığın içinde çocuk böyle haykırdı, halkın canı heybet ve azametle doldu. Kadın erkek ihtiyarsız o ateşin içine atıldılar. Her acıyı tatlı eden O dur; onlar dostun aşkından çekinmediler.
Kral yüzünü ateşe çevirdi: “Ey sert huylu olan ve tabiatiyle cihanı yakan ateş, senin huyun nerede kaldı ? Mademki artık yakmıyorsun, senin hassan ne oldu? Yoksa bizim bahtımızdan mı niyetin bozuldu ? Ateşperestlere bile lütfetmezken şimdi nasıl oldu da sana tapınmayan senden kurtuldu? Ey ateş, sen hiçbir zaman yakmak hususunda sabretmezken şimdi neye yakmıyorsun, buna kadir değil misin ?
“Acaba bu gözbağı mıdır, akıl bağı mı ? Böyle yüksek alev olur da nasıl yakmaz ! Birisi seni büyüledi mi, kimya mı yaptı? Bu, tabiatinin hilafı mıdır, yoksa bahtsızlığımızdan birleşecek midir?” dedi.
Ateş: “Ben hep o ateşim, dedi, içeri gir de hararetimi gör. Benim tabiatim ve unsurum başka değil, ben hakkın iznile kesen bir kılıcım !”
Rüzgâr, toprak, su ve ateş kölelerdir; bana ve sana göre ölü, Hakka göre diridirler. Hakkın önünde ateş daima kıyamdadır, âşık gibi gece gündüz cansız dolaşır.


İbrahim bir gece yarısı tahtının üstünde uykuya dalmıştı. Bekçiler sarayın damı üzerinde gözcü idiler. Birdenbire tavandan bir gürültü ve patırdı koptuğunu duydu ve uyandı: “Kimdir oradaki ? Eğer cesursan çık!..” diye haykırdı. Bunun üzerine adamları da oraya koştular ve kaçan develerini aradıklarını iddia eden birkaç kişiyi yakalayıp huzuruna getirdiler. Padişah: “Devenin damda gezdiğini kim; görmüştür !” dedi. Bu adamlar ona : “Biz senin izinde yürüyoruz. Sen ki bir taht üzerinde oturduğun halde Hakla birleştiğini iddia ediyorsun. Böyle bir yerde oturan Hakka nasıl yaklaşabilir?” dediler.
İbrahim bunun üzerine sarayını ve her şeyini bıraktı ve kimsenin gözü artık onu göremedi.

IV.


Bir gece bir çöl Arabının karısı, kocası ile konuşuyordu. Kadın, sözlerinde haddi tecavüz etmişti.
Dedi ki : “Hep yoksulluğu biz çekiyoruz. Herkes zevk ve safasında ; yalnız eziyet çeken biziz. Ekmeğimiz yok. Kıtığımız ise derd ve gıbtadan ibaret. Bir su kabımız bile yok. Göz yaşlarımızdan başka içecek su kalmadı. Gündüzleri güneşin hararet ve aydınlığım giymiyor, geceleri ay ışığım yorgan ve yastık yapıyoruz. Toparlak ayı bile ekmek sanıp onu kapmak için elimizi göğe uzatıyoruz. Dilenciler bile bizim fakirliğimizden utanıyorlar. Yiyecek düşüncesile geçen günlerimiz karanlık gecelerden farksız. Kimden bir avuç mercimek istesem, o bana : “Ey ölüm ye açlık timsali, benden uzaklaş!” diyor. Bize bir misafir gelecek olsa, gece uyurken onun mantosunu üstünden çekip alırdım. Fakirlikden işte biz bu hale geldik. Sakın hiçbir misafir aldanıp da bize düşmesin. Ön senelik kıtlık nedir eğer görmedinse, gözlerini aç da bize bak!”
Koca karısına : “Ne kadar batırdın bizi, dedi; ömrümüzün çoğu gitti, azı kaldı. Akıllı olan aza çoğa bakmaz; çünkü bunun ikisi de sel gibi geçer. O sel ister sâf, ister bulanık olsun, mademki geçip gitmiştir; artık ondan bahsetme! Bu âlemde birçok hayvanlar, bir şeyleri olmadıkları halde, pek âlâ yaşıyorlar. Ağacın veya yaprağın üstünde geceleyen kumru, rızkı meydanda yokken yine Hakka şükrediyor. Bunun gibi, sivrisinekden tut file kadar hepsi Hakkın ayalleridir ve Hak onları besler. Gam bizim orağımız gibidir. “Böyle oldu, böyle olacak..” demek bizim vesvesemizdir. Her derdin ölümden bir parça olduğunu bil. Eğer çaren varsa; ölümün bir parçası demek olan derdi içinden çıkar. Ölümün bir cüz’ünden kaçamadığın takdirde, bil ki küll olan ölümü başına dökmek isteyeceklerdir ! Ölümün cüz’ü sana tatlı gelirse, Hakk, küll olan ölümü de tatlı gösterir.
“Derdler ölümün elçileridir. Onlardan yüz çevirme! Kim tatlılıkla yaşadıysa acılıkla canını vermiştir. Bedenine tapanın can âleminde işi yoktur, Koyunları ovadan alıp hangisi semizse onu keserler. Kancığım, gece geçti, sabah oluyor, daha ne kadar zaman bu masallarla beynini yoracaksın? Sen gençliğinde daha kanaatkardın; şimdi altın peşindesin, halbuki evelden kendin altındın! Sen eskiden üzümü olan asma fidanı gibiydin; şimdi ise meyvası olmak üzere iken kuruyan ağaç gibisin. Sen benim eşim olduğun gibi huylarımız da eş olmalı değil mi? İşler böyle yürür. Çiftler biribirlerine uygun olmalıdırlar. Ayakkabı ve çizmelerin çiftlerine bak, nasıl biribirine benzerler.
Bu ayakkabılardan birisi ayağına dar gelse öteki de işe yaramaz. Sen, hiç, biri büyük, öteki küçük kapı kanadı gördün mü ?
Ormanda eşi kurt olan arslan işittin mi ?
Bir çuval boş, öteki dolu olursa devenin üstüne konulabilir mi ?
Ben kalbimin kuvvetiyle kanaat taratma gidiyorum, sen niçin şenaati tercih ediyorsun ?”
Kanaatkar olan çöl Arabi, karısına sabaha kadar, yana yakıla bu sözleri söyledi.
Kadın bağırıp kocasına dedi ki : “Senin saçmalarını dinlemeğe daha fazla tahammülüm yok. Böyle süslü sözler söyleyeceğine haline bak da utan. Kibir çirkindir ; dilencilerden zuhur edince daha çirkin olur. Gün soğuk ve karlı iken bir de elbise ıslak olunca nasıl olur? Ne kadar boş dâvalarda bulunuyorsun ?
Evine baksana bir kere, örümcek ağına dönmüş... Kanaatle senin ne zaman için nurlanmış ki? Kanaat dediğin şey bir kuru laftan ibaret... Bana bir de eşlikden bahsetmeye kalkmışsın! Bil ki ben insafın eşiyim, hilenin değil! Bir kemik için köpeklerle kavga ediyor, içi boş bir ney gibi feryad ediyorsun. Bana öyle yan yan bakma, senin damarını ben bilirim !”
“Sen aklım benden üstün görürsün ve ben senin nazarında daima aklı kısa olan bir kadınım. Kurt gibi üstüme saldırma! Senin gibi akıllı olacağıma akılsız olmayı tercih ederim. Zira senin akim insana bağ olur ; o halde o şey akıl değil, yılan ve akrebdir. Sen bir yılansın, bir büyücüsün! Sen Arab milletinin yüz karasısın. Karga eğer kendisinin çirkinliğini hileydi derdinden kar gibi erirdi..,”            ;
Kadın, böylece kocasına uzun uzun acı sözler söyledi.
Çöl Arabi, karısının bütün bu sözlerini sükûnetle dinledi ve nihayet şöyle cevab verdi:
“Ey kadın ! Bilmem ki sen kadın mısın, yoksa belâ mısın ? Başıma fakirliğimi vurma, ben onunla öğünüyorum. Mal ve alim, külah gibidir. Saçsız olan kimse başım külâhla saklamak ister... Güzel saçları olan kimse başındaki külahı atınca daha güzel olur. Sen olduğun yerden dönerken başın döner de böyle iken evi dönüyor gibi görürsün. Ey kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan, biraz kadınlara mahsus olan araştırmadan yukarıya çık. Sözüm tama’kâr sözlerine benzer ama hakikatte rahmettir. Sen bir iki gün tecrübe et, o zaman kanaatkârlıkta iki misli zenginlik göreceksin. Keşke havsalan biraz geniş olaydı da gönlümün derdini anlıyabilseydin. Sözlerim ruhun memesinde süttür ; emmek için çeken olmazsa akmaz. Dinleyenin iç sıkıntısı olmazsa dilsizden bile yüz lisan duyar gibi olur. Gözün kabiliyetine göre güzel ve hoş şeyler yaparlar. Sağır bir insan için (çenk) deki kaba ve tiz sesler bir şey ifade etmez. Misk beyhude yaratılmamıştır, fakat burnundan koku almayan ondan anlar mı ? Senin, kör olanlar için hiç süslendiğin var mıdır ? Eğer cihanı kıymetli incilerle doldursam senin nasibin .olmadıktan sonra ben ne yapabilirim ?... Ey kadın, ya bu kavgayı, yahut da beni bırak. İyi veya fena, kavgadan hoşlanmam. Bu gönlüm barışmalardan bile ürker ! “
Kadın, kocasını bu kadar sert görünce ağlamağa başladı. Ağlamak kadının başlıca tuzağıdır. Dedi ki :
“Ben senden bu kadar şiddetli bir muamele ummazdım. Ben senden başka şeyler ümit ediyordum. Cismim ve canım, nem varsa şenindir; emret. Fakirlikten kendim için değil, senin için ürküyordum. Dertlerimin devası olan senin darda kaldığını istemiyorum. Başına yemin ederim ki bu şikâyetim. kendim için değil, senin içindi. Uğruna canımı feda ettiğimi ne olurdu anlıyabilseydin! Benim canımda yer eden sen bu kadar şikâyetimi çok mu gördün ? Hatırla ki ben put gibi güzelken, sen de putperest gibi bana tapardın... Küfür söyledimse imana geldim. Senin yüksek ahlâkım anlamamıştım. Huzurunda küstahlık ettim. Affından bir mum yakarak günahlarıma tövbe ediyorum. Benim tarafımdan senden özür dileyen yine senin yüksek ahlâkındır. Ona itimadım olduğu için bu kabahati irtikâb ettim. Ey bana kızan kocam, bana gizlice merhamet et. Senin huyun yüz batman baldan tatlıdır!”
Kadın böylece tatlılıkla söz söylerken içinden bir ağlama geldi. O göz yaşı yağmurundan bir şimşek çaktı ve kıvılcımı kocasının gönlüne düştü. Allah kadın muhabbeti ile insanları süslemiştir. Hakkın süslediği muhabbetten insanlar nasıl kurtulabilir? Bir erkek eğer Rüstem ve zal gibi veya Hamza gibi kahraman bile olsa yine karısının esiridir. Zahiren su ateşe galib okluğu gibi, sen de zahiren kadına galib olsan bile, hakikatte mağlûbsun; çünkü kadını arıyorsun !
Zalimin öleceği zaman yaptığı zulümlerden nadim olduğu gibi çöl Arabi da karısına söylediği sözlere pişman oldu.


Allaha hamdolsun ki ariflerin nefislerini emrine itaat ufuklarında dolaştırdı ve nehyettiği günahlardan çekindirdi. Ve âşıkların kalbini kendi mahabbetiyle sulayarak daima müteşekkir bıraktı ve her an zikrini ilham ile fütursuz zikrile meşgul etti. Dertlilere uğradıkları dert ve belâya sabrın yüksek sevab ve mükâfatını göstererek sabır ve tahammüle acılığı tatlılaştırdı. Kendisine hamd ve şükrün vacib ve lâzım olduğunu anlatmak için zengine ihsan ve in’am bayrağını dikti.
O Hakkı tesbih ederim ki sevdiklerinin kalblerini mahabbetine yer etti ve mahabbetini gönüllerde yerleştirdi, âriflerin nefislerinde marifet ve tevhidinin alâmetini ve âyetlerini kuvvetlendirdi ve ruhlara yüzünü görmek ve cennete girmek arzusunu ilham etti.
Muhammedin kulu ve resulü olduğuna ve şeriatinin evvelki şeriatleri feshettiğine, peygamberliğiyle bundan sonra Allah tarafından peygamber gönderilmesine nihayet verdiğine de şehadet ederim.
Kendisine, âl ve evlâdına, eshabına, hulefayi râşidîne, hususile sözünde ve itikadında sadık EBÜBEKRİ’S-SIDDÎK, ve hakla batılı ayırarak hükmeden ÖMER ÜL-FÂRÛK ve marifetinin nurile kalbini parlatan OSMAN ZINNÛREYN ve ahlâkında ve işlerinde Hakkın rizasmı gözeten ALİ MÜRTEZÂ ve yakınlık ve rahmetile ayırdığı HASAN ve HÜSEYİN ve bütün Muhacirin , Ensâr , Etbâ  ve Eshabına  pek çok salât ve selâmda bulunurum.
Hakkın elçisi olan Efendimizden işiden bir cemaatin rivayetile BASRALI HASAN  şu hadisi nakleder: “Allah aklı yarattığı zaman otur dedi oturdu, kalk dedi, kaktı. Yüzünü dön! dedi, döndü. Arkanı çevir! dedi, çevirdi. Söyle dedi, söyledi. Sus dedi, susdu, git dedi, gitti. Anla dedi, anladı.
Sonra dedi ki: İzzetim, celâlim, azametim, ululuğum, sultanlığım, ceberûtum, yüksekliğim, arşı kavramam ve yarattıklarıma karşı kudretim üzerine and ederim ki senden daha kerîm ve bana senden daha sevgili bir şey yaratmadım. Seninle bilinirim, seninle ibadet olunurum. Seninle itaat edilirim. Sana veririm. Senden dolayı azarlarım. Sevap ve ikab senin yüzündendir ! “ . [Allah ve Resulü sadıktır, doğru söyler.].
Hakkın seçilmiş ve sâf elçisi, (sonra indi ve havada durdu)  âyetinin yakini, ( iki kavis kadar ve hattâ daha yakın)  âyetinin en hâs initiesi, ilk ve son gelenlerin en hayırlısı, peygamberlerin sonu, varlıkların hülâsası, sonsuz, ölçüsüz denizlerin parlak alâmetlerinin kendisinde zuhur ettiği, (insanların yürümesi için nurlandırdığımız) . Âyetinin güneşi, cennet ve bağçelerin kilidi, hakikatleri ve sembolleri keşfeden, Hakkın : (Biz sana Kevseri verdik)  sözünde tebcil ettiği Efendimiz sadık taliblere ve âşık müctehidlere şöyle buyurur ki: “Allah aklı yarattığı zaman o kadîm yapıcı, o hâzır ve nazır, o gören ve işiten, bütün yaşayanların hayatı kendisinde buldukları yaşayan, bütün mühtacların zaruret ve acizlik zamanlarında kapısına koştukları kadir ve kayyûm ve o kahhar ki kahır ve zulüm edenlerin boynunu ( boyunlarına lâle geçirdik  ) zincirle bağlıyan ve din ve diyanet düşmanlarının canını (kalbinin damarlarını keseriz)  kılıcı ile koparan Hak aklın altın tacını (âdem oğullarını tekrim ettik)  âyetinde olduğu gibi insanın başına koydu.”
Akıl nedir ?
Hakir; âlemin kandili, (Sına) dağının nuru, emin belde, yani Mekke’nin âdil emîri, âlemlerin Rabbinin âdil vazifesidir.
Akıl nedir ?
Tabiati hoş ve âdil olan bir sultandır. Hakkın rahmetinin gölgesidir.
Akıl kimdir ?
Safa ve safvet erbabı onun yolunda oturanlardır. (Dünya âhiretin tarlasıdır) diyerek ambar dolduran kimseler onun başak toplayıcılarıdır. Aklın şerhi gönüle ferah verir.
Akıl nedir ?
Gelinin dolaşık saçları gibi güç düğümleri açan bu taraktır. Geceleri gündüz yapan Hakka ruhların kılavuzudur ki, onun sırlarına ait yukarıda bir işaret vardır.
Allah imkân âlemini yokluğun gizli yerinden vücud sahrasına getirdiği, yani âlemi yarattığı zaman vücud sahrası bu saadet güneşinden nur ve ziya aldı. Gizli olan akıl, hünerlerini, latifelerini, garibelerini mevcudatda meydana çıkarmak ve onu, faziletle her şeyden mümtaz olduğunu göstermek istedi.
Bütün bunların sâflığı, hâlisliği, temizliği ve ayıbsızlığının meydana çıkması için bir mihenk taşı lâzımdır. Bu mihenk taşından başka bu şerefli nakid ve latif hediyenin ayarının tamamlığını ölçmek için, bir terazi de lâzımdır ki ne ağırlıkta olduğu anlaşılabilsin. Çünkü on sekiz bin âlemde  terazisiz, tartısız hiç bir şey ne aziz olur, ne zelil... Yalnız bu terazi dükkânlarda asılan ve pazar yerlerinde kullanılan terazi değildir! Bu terazi Hakkın alâmeti, Allahın sırrı ve ilmin temyizi olan ruhanî terazidir. Gönüllerin mizanıdır. Bütün cihanın terazileri bu teraziden çıkmıştır. Meyva terazisi başka, söz terazisi başkadır. Doğru mudur, yalan mıdır, batıl midir, insanları ölçen terazi de yine başkadır. ( Bizim herbirimizin malûm makamı vardır ) , (Bizden salihler ve onun dûnunda olanlar vardır) . Nebilerin de başka terazisi vardır : ( Bu resullerin bazılarını bazılarına tafdîl eldik) . Bu terazi güneşten daha zahirdir ve Hak onu güneşe yakın yapmıştır. Güneşin hangi derecede olduğunu ve neye mukarin bulunduğunu terazi seçer. Bu terazinin gökden daha çok ihata kabiliyeti vardır. Gök ondan daha mühtaçtır. Bu terazi ise göğe muhtaç değildir. Allah Kur’anında: (Göğü yükseltdi ve terazi koydu) . Gök daha yüksektir, fakat tevazula zemine bakar. Mahlûkata:  “Ben yüksek âlemden, yükseğe konulmuşum ; ey terazi ya sen ne iş için geldin?” der. Terazi de : “Yükü hafif ve aklı Zayıf olanlara akıllarının azlığını gösterip ilâç tedarikile meşgul edip ağırlık ve cevherlerini meydana çıkarmak ve sebat ve temkin hâsıl ettirmek için geldim.” der.
[Şiir] :
(Her rüzgârla otlar gibi sallanacak olursan, dağ kadar bile olsan bir ota değmezsin?)
“Ey terazi! ağırlığı nasıl bulalım ? “
Terazi dedi ki: “Çünkü siz postsunuz, cisimsiniz. Su ve topraksınız; bari lâtif bir beyine malik olun ve can ve gönül hâsıl edin!”
“Ey terazi ! Bu beyni nerede bulurlar ?”
“Bütün bu otlar, buğday başakları, cevizler, baklalar ve hassalı otlar, bütün nebatlar topraktan yaprak olarak çıkar ve onların beyinleri yoktur. Muvafık olan havadan çekerler. Hararetten terlemiş, göğsü yanmış olan kimsenin havadan nefes aldığı gibi o yapraklar da bahar havasını ve toprak altından suyu kendilerine çekerler. Toprak altından suyu ayırıp kendilerine çektikleri gibi, hayattaki bir insan, içinde çörçöp bulunan su kabından hâlis su içemez. 
Hakkın otlara ve ağaçlara verdiği ne kudrettir. Yüz bin dalganın getirdiği çörçöp ve çamurla karı;:şık bataklıktan sâf suyu kendine çeker ve vücudunu ; Hakkın nimetile besleyerek öz ve beyin hâsıl eder, büyür, nebat olur, Böylece ilim arzusu ve iş suyunu insanlara göndermişlerdir ki (ilim kalblerin hayatı, iş günahların kefaretidir)  süzünce eğer kalbin sıcaksa ağaç gibi ilim ve hikmet nesîminden hava al! Eğer yüreğin yanıyorsa iş âbı hayatından susayanlar gibi iç, bahar Süleymanı gibi adalet tahtına otur ki biz o Süleymana (kuşların dilini öğrettik). , Sen de kuşların dilini öğren. Bahar bir hayattır ki, rüzgâr onun tohumudur. (Rüzgârı ona teshir ettik) .
Cihanı adalet kaplasın. Sonbahar kâfirinin bağ ve bostanda olanlara [yani nebatlara] ettiği zulmün, o güzel yüzlülerin intikamını alınca, topraktan ve ağaçtan her nebat, bu vaktin Süleymanı huzuruna çıkarak ağızlarını açtılar:          “Benim cevherim var, meyvam var, özüm var; bu sözüme başağım şahididir !” dediler. Bahar Süleymanı: “Her davanın bir terazisi vardır! dedi. (Aşk davasını etmek kolaydır, fakat delil göstermek lâzımdır); ey nebat cinsleri ve ağaç nevileri! Ağzınızı açıp davaya başladınız, bir terazi getiriniz ki haklı ile kuru iddiada bulunan meydana çıksın!” Bu terazinin bir gözü rüzgâr-, bir gözü sudur. Başağı ve mey vasi olan her yaprak kıymetlidir. Su ve rüzgâr terazisi gelip onun hünerini ve cevherini âleme gösterir. Hiç bir ağacın bir mıskal, bir zerre cevheri gizli kalmaz. Ekşi ekşiliğini gösterir. (Yüzleri çirkin ve buruşuk) dur . Tatlı, tatlılığını gösterir ki (Önünde birtakım parlayan, gülen, ferah ve sürurları görünen yüzler vardır) ,
Bir takım ağaçların kökleri su ve toprakla karışmış karanlık içinde hassa sahibi oldular. Helâl ve sâf şeyler yediler, bulanığından perhiz ettiler ve kendilerinde başkalarının göremediği hüner ve cevheri gördüler: “Biz yeraltında böyle hünerler kazanıyoruz, biçimli ve güzel kıyafetlere giriyoruz, Haktan bu kadar inayetlere nail oluyoruz, yazık başka köklerin bunlardan haberi yok. Ah bir teşhir günü gelse de güzelliğimizi gösterip bizim güzelliğimizle başkalarının çirkinliği ortaya çıksa!“ dediler.
Onlara gayb âleminden cevab geldi: “Ey su ve toprak mahbusları! Çalışın, hüner kazanın, gönlünüz kırılmasın, korkmayın ! Sa’y ve hünerleriniz gizli kalmaz. Bu kadar cevherleri ve meyvaları hâzinelerinize koyduk. Sizin kendinizden haberiniz yoktu ve bu bizim gayb âlemimizde vardı. Bu gün sizin kendinizde gördüğünüz hünerler ve güzellikler, vücudunuza gelmeden evvel, gayb denizinde bu mücevherleri buldular ve toprak hâzinelerine koştular. Bu hassaları biz koyduk. Her hüner sahibi, her san’atkâr, her kuyumcu, mücevherci, simya kimya bilenler, âlimler, muhakkik (verificateur) ler daima çalışır, hünerlerini gösterirler. O sa’y ye gayreti o şevk ve arzuyu biz verdik. Kendilerinde bir fikir ve karar yoktu. Yeni yetişen kızlar gibi ayna karşısında giyinip süslenirler, boyanırlar ve dışarı çıkıp süslerini ve güzelliklerini göstermek isterler, ve içlerinden şöyle söylerler: “İhtiyarladığımız zaman yalnız bu âlemde değil, başka âlemlerde de yüzümüze bakan olmayacaktır.” Saçlarının büklümleri zincir gibi olan gençler evde zincirle bile tutulmaz. Şu halde bütün süsleri için uğraşan güzellerin ve hüner sahiplerinin emel ve arzuları kendi güzelliklerini göstermektir. Bunun için bir dükkân ararlar ki hünerlerini meydana koysunlar. Halbuki bütün bu işler hakikatten haberleri olmamaktan ileri geliyor. Et, deri ve kemiğin hünerden ne haberi olur! Nasıl ki bir tilki bir tarlanın ortasında asılmış bir kuyruk görmüş ve : “Burada muhakkak bir tuzak olmalı, avcının işidir, yoksa tarlada kuyruk ne arar ?” demişti. Asıl insanın da et, deri ve kemik biten vücudunun tarlasındaki bu çalışıp çabalaması, bu didinmesi nedir ?
Bu istek ve heves benim temiz sıfatımdandır.
Musa yüz bin acayib gördüğü ve hayrette kaldığı zaman dedi ki: “Bu fena âleminden öyle bir âleme, erdim ki, orada can üstüne can, hayat üstüne hayat, nur üstüne nur, zevk üstüne zevk dalgalanıp parlıyor... Yarabbi ! Biz bu âlemdeniz, şehrimiz, aslımız, madenimiz buradandır. Bizi, sonsuz olan bu madenin ocağındaki gümüş gibi sâf vücudumuzu hırsızlar pazarına götürdün. Böyle bir nefîs cevheri hasis bir âleme nakildeki hikmet nedir ?”
O zaman Allah: “Musa! dedi, ben gizli bir hâzineyim. Bilinmek isterim! Gizli hazine idim, beni tanısınlar istedim.”
Musa : “Yarabbi! dedi, onlar hazine sahibi idiler, tanıdılar ve bildiler. Balık denizi nasıl bilmez; açık göz güneşi nasıl anlamaz! Rabbani Tuti nihayetsiz şeker kamışlığını nasıl tanımaz !
Göklerin bülbülü, peygamberin: “Kırmızı gül benim terimden yaratılmıştır!” diye bildirdiği gülistanı nasıl bilmez ve o bülbül onunla nasıl kendinden geçip mest olmaz ve o sarhoşlukla nasıl coşmaz? Nasıl biribirine benzemeyen binlerce perdeden binlerce biribirine benzemez makamlarda ötmez ?
“Bu binlerce perdeyi hangi muganniden öğrendin ? Hangi mutribden geçtin ?”
Bülbül dedi ki: “Benim doğduğum anadan bütün âlim ve üstatlar da doğar. Hepsinin anadan doğma bilgileri ve anadan doğma akılları vardır.
“Ben erkek ve dişi insanlık maddesinden doğmadım. Ben hakikatte bütün aşk anasından doğmuşum. Aşkım da anadan doğmadır; ben ümmiyim.”
Ümmînin iki mânası vardır; biri okuması yazması olmamaktır. Ümmîden en çok bu mâna anlaşılır. Fakat doğrultanların yanında ümmînin mânası başkalarının el ve kalemle yazdıklarını el sürmeden kalemsiz yazanlardır. Başkaları olup biten şeylerden bahsederler. O ise gaybdan, gelecekten ve olmayan ve gelmeyen şeyden bahseder. Cam olan herkes görür; fakat o canı gören başkadır.
Ey Muhammed ! Sen ümmî idin, yetimdin. Anan baban yoktu ki seni mektebe versinler, okuma yazma öğretsinler. Bu kaç bin türlü ilim ve irfanı nereden öğrendin, vücudun ilk zamanından, varlığın başlangıcından kadehle kademe olan şeylerden nasıl bahs ve hikâye ettin ?
Sen cennet bağlarından ve bahçelerinde nişan verdin, hûrilerin kulaklarındaki küpe lere kadar şerh ettin, cehennem zindanının çöllerini köşe bucaklarım anlattın, âlemin inkırazından, sonu olmayan ebede dair ders verdin, nihayet bütün bunları kimden öğrendin ? Hangi mektebe gittin?
Muhammed cevab verdi: “Kimsesizdim, yetimdim ; kimsesizlerin kimsesi olan Hak, benim hocam oldu ; bana öğretti. (Rahman Kur’anı talim etti)  Eğer bu ilimleri lıalktan öğrenmek lâzım gelse idi hiç kimse birçok mal sarfetse yine binlerce senede öğrenemezdi. Öğrense bile taklidi ilim olurdu, aslının anahtarı elinde olmazdı ve kapısı kapalı kalırdı. Sarih olmazdı; ilmin nakşı, resmi olurdu, ruhu ve hakikati olmazdı.
Herkes duvara resim yapabilir, yaptığı resmin başı olur ama aklı olmaz. Gözü olur da görmesi olmaz. Eli olur da vermesi olmaz. Göğsü olur da nurlu gönlü olmaz. Elinde kılıç bulunur da işe yaramaz.
Her mihraba kandil resmi yapılır; fakat gece gelince bir zerre aydınlık vermez. Duvara ağaç resmi yaparlar ama dokunsan meyvası dökülmez.
Duvardaki resimler cansız olmakla beraber faideden hali değildir. Çünkü bir adam zindanda doğsa da, insan yüzü görmese, yalnız güzel yüzleri, zindanın kapı ve duvarlarındaki resimleri görse, güzel güzel resimlerde şahların, gelinlerin, padişahların süslerini, tac ve tahtlarını, sofralarını ve işret meclislerini, çalgıcılar ve oyuncularını görse, cinsiyet ülfeti münasebetiyle sorar ve anlar ki, bu zindanın dışında başka bir âlem var. Duvardaki resimler gibi güzel çehreli insanlar, meyva ağaçları var. O zaman yüreğinde bir ateş uyanır ve: “Âlemde böyle şeyler varmış...” der.
Ey insanlar! bu âlemde olan şeylerden çekininiz; kalkınız, yüksek âleme sefer ediniz, can kalıbınızda kemali buldu, vücud işini kısa kesin!
Ey temiz ruhu olanlar!
Bu toprak yığınında ne vakte kadar cehennemlikler gibi kalacaksınız ? Çok zamandan beri devlet borusu çalıyor. Ey bu âlemde canla doğanlar! Topraktan başınızı kaldırın! Ey cihan görmemiş mahbuslar, niçin arayıp bir çare bulmuyorsunuz ? Bakınız bu güzel suretli resimler ve acayib şeyler arasında hakikatler vardır,       
Doğrusuz yalan yoktur. Her yerde yalan söylerler ve o ümidle söylerler ki işiden eğer doğrusunu görmüş ve bilmişse onu doğru zannile kabul etsin. Kalp akçayı o tama’İa harcederler ki, alan sahih gümüşten sansın, Müşteri has akçayı vaktile bilmiş olmalı ki, o zan ile kalıbını kabul etsin. Yalan olan her yerde onun doğrusu da vardır. Kalp olan yerde hâlisi de vardır. Hayal olan yerde hakikat de bulunur...
Bu âlem zindanının duvarında nakşolmuş görünen suret ve hayaller fânidir, mahvolur. Âlemde kaçbin kişi ile dost idik ve akraba zannettik, sırları söyledik. Bu nakışlar gibi onlar da geçip gittiler..
Kabristana git, lahid taşlarına, tuğlalarına bal oradaki nakışları ve yazıları mahvolmuş göreceksin
Yakın bil ki o güzel nakışlar zindanın haricindeki dostlardır.
Bunun şerhi uzundur. Kısa keselim ve zindanı kapayalım. Ey merhametsizliği âlemin merhamet denilenlerin merhametinden daha tatlı olan Allah’ım. Bu merhametsizliği niçin yarattın ?
Hakk cevab verir: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim” . Ben, yersiz yerin halvetinde gayb perdesi altında gömülü hâzineyim. Varlık perdeleri istedim ; tâ ki güzelliğimi ve celâlimi bilsinler ve görsünler ki ben nasıl bir hayat suyuyum, nasıl saadet kimyasıyım.”
Dediler ki: “Biz ki bu denizin balıklarıyız, evvelce bu hayat denizinde imişiz. Bu denizin büyüklüğünü, lutuflarını bilseydik...”
Bu hayat kimyasının azizliğini anladık. Bu denizin balıkları olmayanlara her ne kadar teklif arzetmiş isek de onlar işitmediler, görmediler, bilmediler. Çünkü ilk bilen bizdik bu hâzineyi, son bilen de biziz.
(İstedim ki bilineyim) sözünde geçen bilecekler kimlerdi?
Hakk’tan cevap geldi: “Ey balıklar! Suyun kadrinini bilseydiniz âşık olur ve o denize erişmek isterdiniz.” Ama böyle yanıp yakılmak, canını feda edercesine yanık gönlü ile kan ağlamakla da bu iş olmaz. Dalganın karaya, deniz kıyısına attığı, uzun müddet sıcak toprak ve kızgın kumun üstünde yanıp yanıp çırpındırarak ne öldürüp ne yaşattığı ve ne de hayat lezzetini tatmak için deniz hasretinden vazgeçirebildiği bir balık için vaktile görmüş olduğu o deniz hayatına karşı başka nasıl bir hayat lezzeti olur ?          
 [Şiir] :
(Bir gece vuslat şerbetini içen kimse şerbeti bitince, zevk sandığı şeyi, verdiği humarın acısından anlar.)
O denizden uzak olan balığın yaşamak imkânı olmadığı gibi ne Ölmesine ve ne de denize kavuşmak için dinlenmesine imkân vardır.
[Şiir] :
(Sırmalı kemer bağlamışım sanırsın, sarılığından yüzüme safran sürülmüş sanırsın. Vuslatının ümidi gaybolsaydı, çoktan kendimi öldürürdüm).
O deniz : (Nefislerinizi öldürmeyiniz ; Hakk sizin için merhametlidir.) . diye seslenir.
Hak: “Diledim ki, hâzinemi göstereyim: Sizin "bu hâzineyi tanıdığınızı da meydana koyayım. Bu denizin lutfunu ve saflığını da göstereyim. İstedim ki bu balıkların himmetlerinin yüksekliğini ve lütufkârlıklarını da gösterip bu deniz halkım meydana çıkartayım” dedi.
(İnsanlar iman ettik deyivermekle belâlar ve musibetlerle imtihan edilmeksizin bırakılacaklarını zannederler.). Yüz binlerce yılanlar vardır ki balığız davasında bulunurlar. Halbuki onlar surette balık, sırette yılandırlar.
 [ Şiir] :
(Temiz ruhlular temiz olan şeyleri yerler, toprak ve yılan yiyen yılandır).
Hava ve toprak balığın gıdası değildir. Uzaktan gördüğün her hayvanı bilemezsin, köpek midir, yoksa ahu mudur ? Eğer kemiğin bulunduğu tarafa giderse ahu değildir.
Kurt ile ahu çiftleşmişler, bir yavru doğmuş; bu yavruya kurt mu, yoksa geyik mi hükmünü vereceğiz? Bu hususta âlimler ihtilâf etmişler. Bu sözün şerhile medresede uğraşılır. Ancak doğru söz odur ki, önüne biraz ot koruz, bir avuç da kemik atarız. Eğer başını ota uzatırsa ahudur, kemiğe eğerse kurttur; hangi suya ağzını sokarsa murdar olur: zira kurt köpek cinsindendir.
Yılanın gıdası hava ve topraktır; nefsi emmare yılanının gıdası' da haya ve topraktır. Fakat bu toprak nasıldır ?
Dünyanın acılığı ve tatlılığı topraktan çıkar. Allah ona bir renk vermiştir. Dikkatle bakmak istersen görürsün ki, o topraktan hâsıl olan et ve kemiğin nakışları silinir, yani çürürse topraktan olduğunu anlarsın. Eğer yılan değilsen bu gıdadan "başkasını ye!
Yılanın başka bir gıdası da havadır, fakat hangi hava ? Beylik ve büyüklük mansıbı! İnsan biraz ekmek yerse açlıktan kurtulur. Fakat büyüklük, mansıb havası başına eser de: “Aslımız böyle idi, muhteremdi! diyerek mansıb, memuriyet arzusuna düşerse o yılan yavrusu olan nefsi, hava ve toprağın birçok nimetlerini bulunca fir’avun ve ejderha olur.
[Şiir] :

(Senin muhaliflerin karınca idi: yılan oldular. Yılanlaşmış karıncaları mahvet. Aman verme, zaman geçirme ki vakit bulunca yılan da ejderha olur!)
Mü’minler hâlis yılan değildirler; hâlis balık da değildirler; ancak yılan balığı gibidirler. Sağ yarıları balık, sol yarıları yılandır. Yarım saat onları havaya, yarım saat de deniz tarafına çeker.
[Şiir] :
(Bizim istediğimiz gibi başkası da arzu eder. Baht acaba hangimize yâr olacak? İnsanlık tuhaf bir macundur; aziz yaparsan aziz olur, alçaltırsan alçalır.)
O balığın sağ yarısı dediğimiz (akıl) dır. Hakk aklı yarattığı zaman ona : “Bana gel!” dedi, sonra “Ey akıl! benden yüz çevir!” dedi. Akıl dedi ki: “Yarabbi! fermanını tutarım, emrinle yüz çevirmek, emrinle gelmek gibidir ! Görmez misin ki meleklere : “Benim yerime Âdeme secde edin!” diye emir edince, zahirde bu emir Hakkın kulluğundan arkasını döndürüp Hakkın gayrısına yüz çevirmektir ama, emirle olunca itaat ederek Hakka yüz sürmek olur.
Melek şereflidir, neden?
Çünkü melekler senelerce Hakka secde ettiler. İblis ile aynı kâseden içip, aynı elbiseyi giydiler, yabancıyı ayırdedemediler. Hakktan bir kerecik yüz çevirip Âdeme secde etmekle temiz hil’ati giydiler ve yabancıdan mümtaz oldular. Şeytan her nekadar zahirde Hakka arkasını dönmedi ve Hakka secdeden vazgeçmedi ve başkasına secde etmekten utandı ise de Hakkın emrine arka çevirdiği için tardolundu. Ey yarısı yılan, yarısı balık olan ve iman eden kimse! Saatinizin birini balığa, yani Hakka döndürün, diğer saatinizi de maslahat için yılana çevirin !
İlk teveccüh:
“Sana tapınırız !”. Emrinle sana ibadet etmekle meşgulüz: (Sana sığınırız). Yine senin emrinle senin kulluğuna arkamızı döndürdük, Haktan yüz çeviren nefsi emmarenin tedavisîle meşgul olduk. Mademki sen o düşmanı bize sebeb olarak yarattın, İslama kuvvet olmak için kâfirlerden haraç alındığı gibi o da lüzumludur.”
Söylediğimiz bu yılan ve balık iki sıfattır. Bir sıfat onun bendi, bağıdır. Öteki sıfat ayağıdır ki cinsiyet şevkidir. Bağı olan sıfat toprakla olan münâsebetidir. Hak bir cevher yarattı, ona baktı. O utancından su oldu, deniz oldu, ve taştı, köpüklendi. Köpükler toprak oldu ve zemin hâsıl oldu. Bu sebeple toprak sudan doğmuştur. Bu akrabalık ve alâka ondandır.
Ey bir katreden yaradılan insan. Uyan!
Bu akrabalığa ve taalluka mağrur olma ki çok katreleri bu bağ mağrur etmiş ve denize akmak istemesinden alıkoymuştur.
Mes’uddur o kimse ki, kendisini bağlayan bağlar ister demirden, ister sazdan olsun, daima kırıp atmağa çalışır. Bu bağ eğer altından olursa altını sever, eğer elmastan ise elması sever. Vahdet denizine sel gibi akan katre, iman eden kimsenin canının katresidir; o katre birlik denizine sel gibi akar. (Ben Rabbime gidiyorum. Tevekkülüm onadır ve bana bu kâfidir. O her şeyi bilir.)
Şükür ve hamd âlemlerin Rabbi olan Allaha, Salât ve selâm da yaratılanların hayırlısı olan Muhammed’e ve temiz soyu ve çocuklarına olsun!



Hakk: (Öfkelerini yenenleri ve insanları affedenleri severim ) diyor.
Peygamber de: (Öfkesini yenenin kalbini Allah emniyet ve imanla doldurur ) demiştir.
Âlemlerin Rabbinin sözü ve resullerin efendisinin; hadîsi bereketi yalrîni olsun. Âlemin ulu emiri, âdil, kerem ve ihsan edici, hayret dağıtıcı, fukaraya yardım eden, zulüm görenlerin imdadına yetişen, islâmın ve müslümanların ışığı [ Nûrû’d-devlet-i Ve’d Din ] Allah yüceliğini daim kılsın. Dostları mansur, düşmanları makhur olsun. Hususile nefis ve şeytan makhur olsun ki (En şiddetli düşmanın koltuklarının arasında olan nefsindir . Kendi nefislerimizin şerlerinden, işlerimizin kötülüğünden Allaha sığınırız.
Bu muhlis duacıdan kelâm ve dua mütalea buyuralar ve kendilerinin hayır ve ikbali duasına rağbetli bileler.
Ey şahsı gaib, zikr ve yâdı hazır olan ! Doğduğunuz günde, öldüğünüz günde, tekrar dirildiğiniz günde sana selâm! Bu dua kabul buyurulsun.
Allah sonunu hayır etsin, aziz oğlumuz Nizamüddinin  halini bildirmek isterim. İşitildiğine göre, hayır düşünen, derviş besleyen hatırınız tarafından gazaba uğramış ve vâki olan kusurundan dolayı gönlünüz ondan incinmiştir. Bu ihlâslı duacınız şefaat icabı, Allah rızası için niyazda bulunuyor.
(Sizin iyilikleriniz, oruçlarınız, sadakalarınız bizce malûm olmuştur; Hak güzel kabul etsin). Başka bir ihsan daha var ki o, bütün ihsanların başıdır. İsa’dan : “En şiddetli ve meşakkatli şey nedir ?” diye soruldu. İsa : “Hakkın gazabı her şeyin en şiddetlisidir !” buyurdu. “Ey Allah’ın ruhu olan İsa! Hakkın gazabından bizi ne kurtarır ?” diye sorarlar. İsa : “Öfkenizden vazgeçebilirseniz, Hakk da gazabını sizin üstünüzden alır; İhsanın karşılığı ihsandan başka ne olabilir ki ?” dedi.
 [Şiir] :
(Verilen şeyi ecel almadan önce veril. esi lâzım gelen şeyi geri vermelidir.)
Nizamüddin oğlumuz muhib ve devlet sahibi olan sizin müştaklarmızdandır. Sizi daima hayırla yad etmekle ağzı tatlılanır. Ufak bir kusur etmişse affetmek daha iyidir. (Bir pire için bir yorgan yakılmaz. Eski dost bir kusur etmişse reddedilmez).
[Şiir] :
(Dostundan bir cefa gördünse onun bin dane vefası olduğunu da hatırla, iyilik günaha karşı bin şefaatçi gibidir.)
Sen yerde olanlara merhamet et ki gökte olan da sana merhamet etsin. Senden aşağı olana acı ki senden üstün olan da sana acısın.

Ussun  varsa ey âkil aldanma gıl zinhar mala
Şol nesne ya ki sen koyup gidersin, ol bunda kala

Zahmetini görübenim dürersin dünya malını
(?) harc edüp seni anmaya (?) zehi belâ

Seni unudur dostların, oğlun, kızın, avratların
Ol mâlini üleşeler  hisab edüp kıldan kıla

Kılmayalar sana vefa, bunlar bay  ola; sen gedâ
Senin içün virmeyeler bir pare etmek yoksula

Bir demliga  ağlaşalar ; andan varup hayraşalar 
Seni çukura gömüşüp tiz döneler gülâ gülâ

Ol kim gide uzak yola, gerek azık ala bile 
Almaz ise yolda kala, irmeye her giz menzila

Virdi sana malı Çalap  ta hayra kılasın sebeb
Hayr eyle, kıl hakkı taleb, vermeden ol Mâlin Yelâ

Bu gün sevinirsin ; benim altunum, akçam çok deyü
Anmazmısın ol günü kim muhtaç olasın bir pula

Es  itmeye mâlin senin, hoş olmaya hâlin senin,
Nesn’ ermaya elin senin, ger sunmadmsa el elâ

Ol mal didüğün mar ola, hakkaki kûrun tar  ola
Her giz meded bulmayasın çevre bakıp sağ u sola.

İttin  ise anda çarak ola sana ol hoş turak .
Bunda ne kim kıldın yarağ , anda sana karşu ğelâ.

Diler isen ayşü ebed, dut gil ne didise ol ahad
Andan dila her dem meded, tâ irişasın hasıla

Böyle buyurdu Lem yezel; “bilin beni, kılın amel!”
“Terk eyleniz tûli emel, uymanız her bir bâtıla!”

Yoksul isen sabreyle gil, ger bây isen hayreyle gil,
Her bir hâla şükreyle gil, Hak döndürür hâldan hâlâ.

Dünya anın, ahret anın, nimet anın, mihnet anın,
Tamu  anın, cennet anın; devlet anın, kânı bula .

Hakka bana na  mal gerek, dileğim eyu hal gerek
Ne kıl gerek, ne kal  gerek kendüzini  bilen kula.

Ey şems dila Haktan haki; biz faniyiz, oldur baki
Kamular anın müştakı; ta hod ki ol kimin ola

II

Kiçkinen  oğlan odaya gelgil.
Yol bulamazsan dağdan girgil.
Ol çiçeği kim yazuda  buldun,
Kimseye verme hasmına vergil.
Bu ayrılık oduna nice ciğerim yâne
Âşk ödü nihan olmaz, yanar düşücek câne
Mecnun İniği  vaveyli; oldum gene divâne
Fitnelü elâ gözler çün uyhudan uyâne
Rahmetten eğer nola, bir katre bize tâne .           
Kaynak: ÂSAF HÂLET ÇELEBİ, MEVLÂNA, HAYATI — ŞAHSİYETİ ESERLERİNDEN PARÇALAR, Ankara Kütüphanesi, 1939, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar