Print Friendly and PDF

İBN-İ SÎNÂ’NIN HAYATI

Bunlarada Bakarsınız



Büyük Türk filozofu ve âlimi İbn-i Sînâ, Batı dünyasında Latinler nezdinde “Avicenna” ismiyle tanınmıştır.
Bilindiği üzere, Türklerin İslâmiyet’i kabul edip, Müslüman oluşlarından sonra yetişen Türk-İslâm filozofları eserlerini o zamanın ilim ve felsefe lisanı olan Arapça ile yazmışlardır. Ni­tekim çeşitli milletlere mensup Orta Çağ Hristiyan ilim adamları ve hatta daha sonra gelen bazı Batı filozofları dahi eserlerini o zamanın ilim ve felsefe lisanı sayılan Latince ile yazmışlar­dır. Bu bakımdan Türk-İslâm filozoflarını, eserlerini Arapça olarak yazdılar diye yadırgamamak gerekir.
Tabii ki, Türkler Müslüman olduktan sonra, diğer millet­ler gibi, İslâm’ın da tavsiyesine uygun olmak kaydıyla (Arap­ça) Müslüman isimleri de almışlardır.
Bu İslâmî geleneğin ışı­ğında İbn-i Sînâ’nın tam ismini, şeceresini (soy ağacını) kay­naklar şu şekilde tespit etmişlerdir: Ebu Ali el-Hüseyin bin Ab­dullah İbn-i Sînâ. Oldukça uzun bir isim. Buradaki Hüseyin, İbn-i Sînâ’nın kendi ismi, Abdullah babasının, Ali’de dedesi­nin adıdır.
İbn-i Sînâ’ya ayrıca eş-Şeyhu’r-Reis ünvanı veril­miştir. Bu, onun ilim, felsefe ve tıpta rakipsiz olduğunu, biri­cik olduğunu gösteren ve baş âlim, bilginler bilgini vb. ma­nalara gelen bir Unvandır. Kıftî, “İhbaru’l-Ulema bi Ahbaru’l Hükema” adlı eserinde İbn-i Sînâ için “eş-Şeyhu-r-Reis ünvanını kullandım, çünkü İbn-i Sînâ’ya verilen bu ünvan onun isminden daha meşhurdur.” der.
Öğrencilerinden biri olan Ebu Ubeyd el-Cüzcanî’nin sor­duğu bir sual üzerine, İbn-i Sînâ hayatını bu pek vefalı öğren­cisine yazdırmıştır. Talebesi Cüzcanî de âdeta İbn-i Sînâ’nın ağzından çıkanları aynen kaleme almıştır. Şimdi İbn-i Sînâ’ nın hayatını (Cüzcanî) vasıtasıyla, kendi lisanından dinleye­biliriz:
“Babam, Belh ahalisindendi. (Nuh İbn-i Mansur zamanın­da) Belh’den ayrılarak Buhara’ya yerleşti. Yine bu hü­kümdar devrinde Buhara’nın en büyük köylerinden olan Harmeysen’de vazife aldı, maişetini bu şekilde temin ediyordu. Harmeysen köyünün yakınında bir köy vardı: Efşene. Babam Efşene’de bir hanımla evlendi. Önce ben M. 980 Ağustos ayın­da, sonra da erkek kardeşim Efşene’de dünyaya gelmişiz. (Nur topu gibi) iki erkek çocuğu sahibi olduktan sonra, ailemiz Buhara’ya yerleşti. Buhara’da iki kardeş ilim tahsil etmeye baş­ladık. Ben bir muallimden (ilim öğreten, öğretmen) Kur’an ve edebiyat dersleri aldım. On yaşına geldiğim zaman Kur’an’ı ezberledim ve edebiyatı da hemen hemen tamamıyla öğren­dim. Pek küçük yaşta benim (İbn-i Sînâ) Kur’an’ı ezberleyip hafız olmam ve edebiyatı da hakkıyla öğrenmem herkesin tak­dir ve hayranlığını kazanmıştı.”
(Kıftî’nin İhbar’ı, İbn-i Ebi Useybia’nm Uyunü’l-Enba’ı ve Dairetü’l-Maarifi’l-İslâmiyye) gibi kaynakların naklettiğine göre:
İbn-i Sînâ’nın babası, Mısır-İsmailiyye mezhebi davetçilerinin propaganda ve davetlerini kabul etmişti. İsmailiyye’den sa­yılıyordu. Bu mezhep davetçilerinin (nefs-ruh) ve (akıl) hakkındaki konuşmalarını dinlemiş olan (İbn-i Sînâ’nın) babası ve onun arkasından da kardeşi bu davetçilerin görüş ve fikirleri­ni kabul etmişti.
Bu hadiseyi İbn-i Sînâ şöyle anlatıyor:
“Babam İsmailiyye davetçilerine icabet edenlerden, uyanlardandı. İsmailî sa­yılıyordu. Nefs ve aklın manâlarını onlardan duymuştu. Ba­bam gibi kardeşim de bu mezhebi kabul etmişti. Bazan onlar kendi aralarında konuşurlar, ben de konuşmalarını duyar ve anlardım. Fakat içim o görüşleri kabul etmezdi. Bunlar beni de kendi görüşlerine sokmak istediler. Fakat İsmailiyye mez­hebinin görüşlerini hatalı bulup beğenmediğim için kabul et­medim.
Babam ve kardeşim felsefe, geometri, Hind aritmetiğini (Hisabu’l-Hind) dillerine teşbih etmişlerdi. Bundan ötürü de babam benim Hind aritmetiğini öğrenmemi istiyordu. Bu mak­satla beni, Hind aritmetiğini bilen bir adama göndermeye baş­ladı. Sonra Buhara’ya, felsefeci olduğunu söyleyen Ebu Ab­dullah en-Natılî adında birisi geldi. Bana ders vermesini te­min maksadıyla babam onu evimize buyur etti, konuk etti. Hâlbuki ben o gelmezden önce fıkıh (İslâm Hukuku) ile meş­gul oluyor ve meşgul olduğum bu ilim dalında İsmail ez-
Zahid’in (derslerine de) gidip geliyordum. (Münazara sana­tında) en iyi itiraz edenlerden (sâil) idim. Bu bakımdan delil isteme yollarını ve (münazarada) mucib’e yani iddiayı, tezi ortaya koyan, savunan tarafa kurallara uygun şekilde itiraz yollarını tesbit etmiştim. Sonra en-Natılfden “İsagoji” oku­maya başladım. O, bana, cinsi; “Hakikatları çeşitli olan şeyler hakkında “bunlar nedir?” diye sorulan soruya verilen cevaptır” şeklinde tarif etmişti. İşte o zaman ben bu tarifi gece gündüz demeden araştırmaya başladım. en-Natılî benim bu halime o kadar çok şaşırmıştı ki benim ilimden başka bir şeyle meşgul olmamam için babamı sıkı sıkı tenbihledi. Hangi meseleden bahsetse ben o meseleyi ondan daha iyi düşünebiliyordum. Bu tarzda mantığın kolay kısımlarını, dış yüzünü ondan oku­dum. Mantığın ince ve derin konularına gelince: Onun bu in­celiklerden haberi yoktu. Bu itibarla kitapları kendi başıma oku­maya ve şerhleri mütalaa etmeye, incelemeye başladım. Bu­nunla mantığa hakim olmayı, mantık bilgimi olgunlaştırmayı hedeflemiştim. Ayrıca, Öklides’in baş tarafında da beş altı ko­nuyu (eşkâl) onunla okudum. Sonra kitabın geri kalan kısmı­nı kendi kendime halletme yoluna gittim.
Sonra “el-Mecesti” kitabına geçtim. Bu kitabın baş ta­raflarını okuyup, geometrik şekiller bahsine gelince, Natılî bana “Kitabı kendi başına okuyup halletmeye çalış, sonra da oku­duğun kısımları bana göster ki, doğru olup olmadığını sana izah edeyim” dedi. Ne var ki Natilî bu kitabı anlayacak kapa­siteye sahip değildi. Bu yüzden kitabı ben kendim çözümle­meye, halletmeye başladım. Nice zor şekil vardı ki, bunları ben kendisine arzettiğim vakit izahlarımla anlıyor, öğreniyor­du.
Sonra Natilî, Gûrganc[1]’a gitmek üzere benden ayrıldı. Ben de fizik ve metafizik dalında önemli şerhleri ve bölümleri ihtiva eden kitapları öğrenmekle meşgul oluyordum. Bu şe­kilde ilim kapıları (bir bir) bana açılıyordu.
Sonra tıp ilmine rağbet ettim, bu konuda yazılmış olan ki­tapları okudum. Şüphe yok ki tıp ilmi zor ilimlerden değildir. Kısa zamanda bu konuda sivrilmiştim. O derecede ki, tıp üs­tatları, büyük tıp adamları benden tıp ilmi okumaya başladı­lar. Bir yandan bunlara ders veriyor, bir taraftan da hastaları üzerime alıyor bunları tedavi ediyordum. Bu sıralarda kazan­dığım pek çok tecrübelerimle birçok ilaçların bulunmasına ve tespitine muvaffak oldum. Böylelikle tedavi yolları ve metodları tarif edilemez biçimde bana açılıyordu. Bununla bera­ber ben fıkıh derslerine de gidip geliyor ve fıkhî konularda mü­nazara (bir tartışma sanatı) yapıyordum. Bu esnada ben onaltı yaşlarında bir çocuktum.
Sonra bir buçuk yılımı sırf tetebbû ve okumaya ayırdım. Mantık ilmini ve bütün felsefî ilimleri yeniden okudum. Ve bu müddet zarfında bir tek gece bile uyumadım. Gündüzleri de (mantık ve felsefeden) başka bir şeyle meşgul olmadım. Öğle vakti mantık ve felsefe (kitaplarını) önüme yığardım. incele­diğim her delili (istidlal-akıl yürütme vb.) her meseleyi kıyas şekline koymaya çalışır ve kıyasta da öncülleri (mukaddeme) ve öncüllerin tertip ve sıralanma işini tesbit ederdim. Bütün meseleleri kıyas şekline koyduktan sonra, onları önümdeki kâ­ğıtlara yazardım. Arkasından, sonuç verip vermeyeceklerini, verdikleri taktirde neticenin ne gibi şartlara tâbi, bağlı bulun­duğunu birer birer gözden geçirirdim. Bu suretle meselenin hakikatma ererdim. Her ne zaman bir meselede şaşırır, kıyasta orta terimi bulamazsam; camiye gider, namaz kılar, her şeyi güzel yaratan Yüce Allah’a dua eder, yalvarır, yakarırdım. Bu teslimiyetle, kapalı, karanlık görünen şeyleri bana aydınlat­sın, zor gelen şeyleri kolaylaştırsın'(isterdim). Bu suretle müşkillerimi hallederdim.”
Burada bazı meseleler vardır, bunları bir defa daha hatır­lamakta pek çok faydalar vardır: İsmailliye mezhebi dâîleri (davetçi-propogandist) Ibn-i Sînâ’nın babasının evine gelip git­mektedirler. Bu suretle kendi inanç ve akide sistemi içinde ilim ve felsefe anlayışlarını telkin ve aşılama gayesi gütmektedirler. Nitekim kaynakların naklettiğine bakılırsa İbn-i Sînâ’ nın babası ve kardeşi, onların görüşlerini kabul etmişlerdir. Ama İbn-i Sînâ hatta babasının ısrarına rağmen bu davetçilerin fi­kirlerini kabul etmemiştir. “Çünkü onların nefs (ruh) ve akıl hakkmdaki düşünceleri İbn-i Sînâ’yı tatmin etmemiş, genel ola­rak da fikir sistemleri onun üzerinde hiç de hoş bir intiba ve tesir bırakmamıştır. Bu yüzden onları bütünüyle reddetmiş­tir.
Yaşça çok genç ve toy olmasına rağmen İbn-i Sînâ’nın ortaya koyduğu bu kararlılık, onun ruhen ve ilim bakımından ne kadar olgun olduğunu gösterir sanıyorum.
İbn-i Sînâ dokuz on yaşlarına geldiği zaman edebiyatı he­men hemen bütünüyle öğrenmiş, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş yani Hafız-ı Kur’ân olmuştur. Onun bu hali de her türlü takti­rin üstündedir.
O, Natili’den, aritmetik (Hind hesabı), mantık ve Öklides geometrisi almıştı. Bu dersleri alırken hocasıyla tartışmış, onun yanlışlarını çıkarmıştı. Bu suretle İbn-i Sînâ, Natilî’yi yetersiz ve aciz bırakırken, Natilî’de ona “Sen bunları kendin oku” der ve özellikle öklides geometrisinde şekillerle ilgili bir çok me­seleyi İbn-i Sînâ’dan öğrenir. Burada sanki Natilî talebedir de İbn-i Sînâ hocadır. Onun, bu şekilde, en zor ilimleri, en çetin meseleleri çözecek seviyeye gelmiş olması dikkat çekici bir hadisedir.
Ne kadar kabiliyetli ve güçlü olursa olsun, insanoğlunun gücü ve kuvveti de sınırlıdır. Onun için “pehlivansan, yiğit­sen ölümü yen de görelim” denilmiştir. Burada her şeyin bir de zor hatta imkansız tarafı olduğu anlatılmak istenmiştir. Ama “dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar” denilmek­le de her şeyin bir çaresi olduğu vurgulanmıştır. Bununla bir­likte doğmak ve ölmek gibi birtakım meseleler vardır ki bun­lar insanı aşar. Onun için biz Müslümanlar, eli ayağı düzgün, hayırlı evlat vermesi, hayırlı bir ölüm vermesi, son nefeste imandan ayırmaması için Yüce Allah’a sığınırız. Tarlamızı sü­reriz, ekinimizi ekeriz, yani mahsul alabilmek için yapılması gerekli her şeyi yaparız. Ama sel, su baskını, kuraklık vb. afet­lere uğramaması için Allah’a sığınırız, dayanınz. Gücü bize ve­ren Allah’tır. Ta işin başında olduğu gibi, gücümüzün bittiği yerde bir başka ifadeyle işin bizi aşan kısmında da neticeyi Al­lah’tan bekleriz. Buna İslâm dininde tevekkül (Allah’a sığın­mak, sonucu Allah’tan beklemek) denir. Böyle davranana da mütevekkil (Allah’a sığınan, neticeyi Allah'a bırakan) denir. Tevekkül, kadere inanmanın bir gereğidir. Mütevekkil insan kayıtsız şartsız Allah'a teslim olmuştur. Ulaştığı neticelere, ba­şarılara sadece kendi gayretinin tabii bir mahsulü olarak bak­maz, Onları Allah’ın irade ve takdiriyle gerçekleşmiş olan ba­şarılar olarak görür. Allah’ı her işinde yanında hisseder.
Tevekkül asla miskinlik, tembellik değildir. İslâm, tembelliği şiddetle yasaklamış, bunun aksine devamlı çalışmayı emret­miştir. Hz. Peygamber, devesini başıboş salıvererek Allah'a tevekkül ettiğini söyleyen kişiye: “Hayır, deveni bağla ondan sonra tevekkül et” buyurmaktadır. Zaten bir işe başlamadan, çalışmadan tevekkül mümkün değildir. Bir insan hiç çalışma­dan kırk yıl Allah’a yalvarsa. bir tek kelime dahi öğrenemez. Bildiklerini de unutur.
İbn-i Sînâ: “Her ne zaman bir meselede şaşırır ve kıyasta orta terimi bulamazsam, hemen camiye gider namaz kılar ve her şeyi Güzel Yaratan Yüce Allah’a dua eder, yalvarır, yakarırdım. Bununla Allah’ın bana kapalı ve karanlık görünen şeyleri aydınlatacağına, zor gelenleri de kolaylaştıracağına inanırdım” diyor. İbn-i Sînâ güçlükle karşılaştığı her zaman ca­miye gittiğine göre, Yüce Allah onun duasını kabul ediyor, zorunu kolay; karanlığını aydınlık ediyordu. Demek ki İbn-i Sînâ ideal bir Müslüman çocuğu gibi, on-onbeş yaşlarınday­ken, birçok ilim dalında olduğu gibi tevekkülün de (Allah’a, sığınmak) şuuruna varmıştı. Buradan İbn-i Sînâ’nın “İmanı­nız varsa Allah’a tevekkül ediniz” (Maide 23), “Bir kimse Al­lah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir” (Al-i İmran 159) gi­bi Kur’an âyetlerini ve Sevgili Peygamberimizin “Her kim Al­lah’a sığınırsa Allah onun her işine yetişir” mealindeki sözleri­ni (hadis) daima uyguladığı anlaşılıyor. Bunun için de, önce onun çok çalıştığını, ancak zorlandığı zamanlarda Allah’a sı­ğınıp tevekkül ettiğini görüyoruz. Hz. Peygamber’in “Her kim Allah’a sığınırsa Allah onun her işine yetişir” sözündeki va’d ve müjde gereği Allah’ın ibn-i Sînâ’nın da imdadına yetiştiği, böylece İbn-i Sînâ için bütün karanlıkların aydınlık, bütün zorların kolaylık haline geliverdiği görülmektedir.
İbn-i Sînâ’nın çözülmesi zor meseleler karşısında camiye gidip problemi kolaylaştırıp çözmesinde yardımcı olması için Allah’a dua etmesi, onun çok dindar bir filozof olduğunu gös­teriyor.
İbn-i Sînâ, daha onaltısında tıp ilminde o kadar sivrilmiş ve ilerlemişti ki tıp üstadları, tıp adamları ondan tıp okumaya başlamışlardı. Hastaların tedavisinde tecrübeye, deneye çok önem veriyor, böylece bütün tedavi yollan ve metodlarının kapıları kendisine açılıyordu. Anlaşılan tecrübe ile yeni orjinal ilaçlar buluyor, o zamana kadar tedavi edilemeyen hasta­ları ve hastalıkları tedavi ediyordu. Çok çalışması ve tecrübe­ye önem vermesi bu sayede yeni yeni tedavi şekilleri ortaya koyması onun uzun asırlar Batı’da ve Doğu’da biricik, emsal­siz bir hekim olarak hüküm sürmesini sağlamıştır.
İbn-i Sînâ anlatmaya devam ediyor:
“Geceleri evime dö­nüyor, önüme lambayı koyuyor, okuma ve yazma ile meş­gul oluyordum. Ne zaman uyku bastırsa veya bir zaaf bir is­teksizlik hissetsem, bir bardak şurup içerdim. Kuvvetimi top­ladıktan sonra tekrar okumaya başlardım. En hafif şekilde uyukladığımda dahi o problemleri aynen rüyamda görürdüm. Hatta, uykuda bir çok mesele çeşitli yönleriyle bana açık ola­rak çözülürdü. Bu durum, ben bütün ilimlerde olgunlaşınca­ya, derinleşinceye kadar devam etti. Bu ilimlere, insan takati ve imkânları ölçüsünde vakıf oldum. O vakitde o çağda öğ­rendiklerimin hepsi, bugün bildiklerimden ibarettir. İlim ko­nusunda bende bir artma olmamıştır. Ama mantık, fizik, ma­tematik ilimlerini sağlamlaştırdım. Sonra, metafizik (ilm-i İlâ­hi) ilmine döndüm. (Aristo’nun) Maba’det-Tabîa (Metafizik) ki­tabını okudum. Fakat içindeki mevzuları anlayamıyordum. Ya­zarının (Aristo’nun) maksadı bana çok karışık geliyordu. Bu sebeple anlayabilmek için kitabı kırk defa okudum. Kitabı ez­berlemiştim ama bununla beraber ne kitabı ne de yazarıntn maksadını anlayamıyordum. Bu yüzden ümidimi kesmiştim. Bu kitabı anlamak mümkün değil, diyordum. İşte bugünler­de bir ikindi vakti, sahaflar çarşısına uğradım. Bir tellalin elin­de bir kitap vardı, kitabı tanıtıyordu. Sonra onu bana göster­di. Fakat ben kesin bir tavırla kitabı geri çevirdim. Zira bu ilimde (metafizik) hiç bir fayda olmadığına inanıyordum. Bana, bu kitabı satın al, çünkü ucuzdur, onu sana üç dirheme vereyim, sahibi bunun parasına muhtaçtır dedi. Ben de satın aldım. Bu, (Aristo’nun) “Maba’det-Tabîa” kitabının maksatları konusun­da el-Farabî’nin (yazdığı) bir kitap idi. Hemen eve döndüm, kitabı çarçabuk okudum. Daha önce kırk defa okuyup anla­yamadığım fakat ezberlemiş olduğum (Aristo’nun Metafiziği­nin Maksatları) kitabının muhtevası, manası birden bana ma­lum oldu, açılıverdi. Anlaşılmayan yeri kalmadı. Bu işe pek sevinmiştim. Bundan dolayı Yüce Allah’a şükretmek için er­tesi gün fakirlere pek çok sadakalar verdim.”
Onaltı-onyedi yaşlarında iken bu uyanık ve genç İbn-i Sînâ için Buhara Sultanı Nuh İbn-i Mansur’u tedavi etme fırsatı doğdu. Tedavi neticesinde sultanın kütüphanesine girebile­cek, kitaplarından istifade edecekti.
Mevzuyu İbn-i Sînâ’nın kendisinden dinleyelim:
“Bu sırada Nuh İbn-i Mansur Buhara sultanı idi. Amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Doktorlar ona bir çare bulamıyor­lardı. Bu doktorlar, benim pek çok tıp kitabı okumuş ve okut­muş olduğumu biliyorlardı. Bunlar, hükümdardan benim de çağrılmamı, tedavide hazır bulunmamı istemişler. Bunun üze­rine ben de saraya gittim, sultanın tedavisine iştirak ettim. Ne­ticede onun tedavisindeki hizmetlerimle sivrilip meşhur oldum. Birgün sultandan kütüphanesine girmek, kitapları tetkik et­mek ve orada bulunan tıbba dair kitapları okumak için izin is­tedim. Bana izin verdi. Ben de hemen pek çok odası bulu­nan ve her odada birbiri üzerine yığılmış kitap sandıkları olan bir yere (binaya) girdim. Bir odada Arapça ve şiir kitapları, diğer (bir odada) fıkıh kitapları bulunuyordu. Aynı şekilde her bir odada diğer ilim dallarına ait kitaplar vardı. Bizden önce­kilerin kitaplarını inceledim. İhtiyaç duyduğum kitapları iste­dim. Daha önce görmediğim; keza ondan sonra da (başka yerlerde) bulamadığım ve pek çok insanın ismini dahi duy­madığı kitaplar gördüm. O kitapların hepsini okudum, çok istifade ettim. Böylece her adamın (her kitabın yazarının) ilim mertebesini de görmüş oldum.
Vaktaki onsekiz yaşına ulaşmıştım. Bu ilimlerin hepsini ta­mamladım. Çünkü o zamanlar ilmi ezberliyordum. Bu gün ise, (ilimler) bende olgunlaşıyor, derinleşiyor. İlim birdir bir bütündür. O dönemden sonra benim için yeni bir şey olma­mıştır.
Buhara’da (Sâmanoğulları sarayında bulunduğum sırada) yakınımda Ebu’l-Hüseyin el-Aruzî denilen bir adam vardı. Benden kendisi için bu ilimleri toplayan bir kitap yazmamı istedi. Ben de ilimlerin, toplanmış (el-mecmu’) olduğu (kitabı) yazdım. Kitaba (el-Hikmetü’l-Aruziyye) diyerek o adamın adını vermiş oldum. Burada matematik dışında bütün ilimlerden bahsettim. O sırada yirmibir yaşındaydım.
Yine civarımda Ebu Bekr el-Berkî isminde bir adam da­ha vardı. Harizm doğumlu idi. Âlimdi; fıkıh, tefsir ve tasav­vuf gibi ilimlerde eşi, emsali yoktu. Bu ilimlere düşkündü. Ben­den kendisi için kitapların şerhini (izahını) istedi. Ben de onun için aşağı-yukarı yirmi ciltlik (el-Hasıl ve’l-Mahsul) kitabını şerhettim. Onun için "bir de ahlâka dair el-Birr ve’l-İsm (İyilik ve Günah) isimli kitabı tasnif ettim. Bu iki kitap sadece onda (elBerkî’de) bulunmaktadır. Kendisi bu iki kitabı hiç kimseye ödünç olarak vermemiştir. Bu yüzden, o iki kitabı istinsah et­mek (kopyesini çıkarmak, çoğaltmak) mümkün olmamıştır.”
“Sonra babam öldü” Benim için ahval (durumlar) de­ğişti, halden hale girdi. Sultanın hizmetinde bir vazife aldım.
Ancak zaruretler beni Buhara’dan Gûrganc’a göçmeye mec­bur etti. Orada (bu) ilimleri seven Ebu’l-Hüseyin es-Sühelî, vezir (bakan) idi. Onun vasıtasıyla emir Ali bin el-Me’mun’a takdim edildim. O sırada ben fukaha (hukukçular) kıyafetin­de (olduğum için) başımdaki sarığın ucunu omuzlarımın üze­rine salıvermiş vaziyetteydim Sonra bana, benim gibisini rahat rahat geçindirecek kadar bol bir maaş bağladılar.
Daha sonra birtakım zaruretler beni oradan (Gûrganc’dan) Fera’ya,) oradan Baverd’e, oradan Tûs’a, oradan Şakkan’a' oradan Semerkand’a, oradan Horasan’ın hudut başı olan Cacerm’e ve oradan da Cürcan’a  aldı götürdü. Maksadım Emir Kâbûs ile görüşmekti. Ancak bu es­nada Kâbûs yakalanmış, bir kaleye hapsedilmiş ve orada öl­müştü.
Bunun üzerine Dihistan’a, geçtim, burada zorlu bir has talığa yakalandım. Cürcan’a geri döndüm. Burada (Cürcan’ da) daha sonra sadakatli talebem olacak olan el-Cüzcanî. benimle ilk defa karşılaştı.
Kendi halimi dile getiren bir kaside yazmıştım. Bir beyti şöyle: Yüceldim (ilimle) sığacağım bir şehir kalmadı Arttı kıymetim, alacak hiç müşteri bulunmadı.
İbn-i Sînâ’nın vefalı öğrencisi Ebu Abid el-Cüzcanî’nin söy­lediğine göre, İbn-i Sînâ’nın kendi hayatına dair hikâye ettiği, şeyler burada nihayete eriyor. Bu sebeple buradan itibaren İbn-i Sînâ ile olan sohbetlerimizde onun ahvaline dair müşahade ettiğim (hususları) sonuna kadar ben hikâye edeceğim diyor. Cüzcanî’yi dinliyoruz:
“Cürcan’da Ebû Muhammed eş-Şirazî adında ilim âşığı bir adam vardı. Kendi yakınında İbn-i Sînâ için bir ev satın almış ve İbn-i Sînâ’yı oraya misafir etmişti. Ben (Cüzcanî) de her gün oraya gidip geliyor. el-Mecesti (Astronomi) okuyor ve man tık (kitabı) yazmak (dikte etmek) istiyordum. İbn-i Sînâ bana, “el Muhtasaru’l-Evsat fi’l-Mantık” isimli mantık kitabını dikte ettirdi. Ebu Muhammed eş-Şirazî için de “el-Mebde ve’l-Meâd ve el-Ersadü’l” Külliye adlı kitapları yazdı. Orada (Cürcan’da) “el-Kanun Başlangıcı” “d-Mecesti Muhtasarı” (özeti) gibi bir çok kitap, ayrıca çok sayıda risale yazmıştır. Geri kalan eserlerini ise Arzı’l-Cebel denilen yerde kaleme almıştır.” (el-Kıftî, İh­bar, 417-418)
Yukarıdaki ifadelerden, İbn-i Sînâ’nın (M. 1012 senesin­de geldiği) Cürcan’da pek çok risale ve eser verdiği, kalan ki­taplarını da Arzu’l-Cebel’de yazdığı anlaşılmaktadır.
Bu devre (M. 1012-1024) tarihleri arasında geçen süre­dir. 980 tarihinde doğduğuna göre İbn-i Sînâ 32-44 yaş ara­sında bulunmaktadır. İbn-i Sînâ için bu devre oldukça sıkıntılı ıztıraplı bir manzara arzetmektedir. Çünkü, siyasete, politika­ya bulaşmaya başlıyor. Önce, bir hükümdar ailesi olan Büveyhîler’e mensup bulunan Mecdüddevle’nin hastalığını Rey şehrinde tedavi ediyor. Bu sayede hanedanla arasında güzel münasebetler tesis ediyor, kuruyor. Bu güzel ilişkiler neti­cesinde vezir oluyor, savaşlara da katılıyor. Daha sonra ve­zirlikten alınıyor. Bir ara evi, varı-yoğu yağma ediliyor, hap­se atılıyor. Sonunda İbn-i Sînâ, Büveyhîler’den nefret ediyor. Onlardan kurtulmak için Kâkûyîlere, hükümdar Alâuddevle’ye iltica etmek istiyor.
Bu hadiseleri talebesi Cüzcanî’den dinliyoruz:
“Daha sonra, İbn-i Sînâ (Cürcan’dan)’ Rey’e gitti, esSeyyide  ve onun oğlu Mecdüddevle zamanına ulaştı. On­lar da, İbn-i Sînâ’yı, beraberinde getirdiği ve kendi kadrini, kıy­metini, değerini gösteren kitapları sayesinde tanıdılar. O gün­lerde Mecdüddevle, karasevda (melankoli) olmuştu. İbn-i Sînâ onun tedavisi ile meşgul oldu.
İbn-i Sînâ orada (Rey’de) el-Meâd isimli kitabı yazdı. İbn-i Sînâ, Hilal bin Bedr bin Hasanveyh’in (öldürülmesi) ve Bağdat ordusunun hezimetinden sonra Şemsüddevle ile mü­şavere edinceye kadar orada kaldı.
Ama beklenmedik bazı sebepler İbn-i Sînâ’nın Rey’den çı­kıp Kazvin’e, Kazvin’den de Hemedan’a  gitmesini za­ruri kıldı. Hemedan’da Kezibanveyh’in hizmetine girdi ve onun (saltanatta) baki kalmasının sebeplerini araştırdı.
Sonra Şemsüddevle ile tanıştı ve yakalanmış olduğu kulunç hastalığı sebebiyle, onun meclisinde hazır bulundu. Onu tedavi etti ve Allah onu sağlığına kavuşturdu. Bu başarısın­dan ötürü İbn-i Sînâ, o meclisten pek çok hediyeler ve kıy­metli elbiseler kazandı. Orada geceleriyle birlikte kırk gün ge­çirdikten sonra kendi evine döndü. İbn-i Sînâ, Emirin yani Şemsüddevle’nin yakınlanndan oldu. Daha sonra, Emir (Şem­süddevle) İnaz (?) harbi için Karmisin’e  hareket etti. İbn-i Sînâ da Şemsüddevle’nin hizmetinde sefere çıkmıştı. Fakat bozguna uğramış olarak Hemedan’a yöneldiler. Sonra da İbn-i Sînâ’dan vezirlik vazifesini üzerine almasını, deruhte etmesi­ni istediler. O da bu vazifeyi kabul etti. Fakat kendi hesapları­na onun vezirliğinden korktukları için askerler arasında İbn-i Sînâ aleyhine birtakım hareketler başgösterdi.  İbn-i Sînâ’nın evini sardılar ve onu hapse attılar. Birtakım sebeplerle varını yoğunu, malını mülkünü aldılar. Emir’e (Şemsüddevle’ye) İbn-i Sînâ’nın öldürülmesi için şantaj yaptılar. Emir onun öldürül­mesinden imtina etti ama, ayaklanan asilerin hoşnutluğunu almak için de İbn-i Sînâ’yı devlet hizmetinden uzaklaştırmak­ta tereddüt etmedi. O da Şeyh Ebû Sa’d bin Dahdûk’un evinde kırk gün saklandı. Emir Şemsüddevle’nin kulunç hastalığı nük­sedince, İbn-i Sînâ’yı istetti. O da emirin meclisinde hazır bu­lundu. Emir ondan çok özür diledi. Bunun üzerine İbn-i Sînâ da onun tedavisi ile meşgul oldu. Emir’in gözünde tekrar say­gı değer, yüce insan mevkii kazandı. Böylece vezirlik ona ikinci defa iade edilmiş oldu.” (Kıftî, İhbar, 419; Dairetü’l-Maarifi’lİslâmiye I, 204-205)
Burada dikkat çekici bazı hususlar vardır: İbn-i Sînâ âlim, ilim adamı çok yönlü bir bilge ve emsalsiz bir doktor olarak kaldığı müddetçe, en sade insandan tutunuz, en yüksekteki devlet adamlarına, hükümdarlara varıncaya kadar herkesten hürmet, sevgi ve itibar görmüştür. Bu ekseriya böyledir:
Ni­tekim, büyük Türk tarihçisi, hukukçu, âlim ve devlet adamı KemalPaşazâde (Tokat 1468 İstanbul 1534) başlangıçta, genç yaşında subay oldu. 24-25 yaşlarında iken bir gün Fili­be'de bulunan sadrazamın (başbakan) meclisine girdi. Mak­sadı orada büyük akıncı beyi millî kahraman Mihailoğlu Gazi Alaaddin Ali Paşa’yı (1435-1507) görebilmektir. Tuna’yı 330 defa kuzeye doğru geçen ünlü akıncıyı hayranlıkla seyreder­ken, meclise devrin büyük bilginlerinden Molla Lütfi girdi. Sad­razam Molla Lütfi’ye bu ünlü akıncı beyinin üstünde bir yer gösterdi. Bu hadise Kemal Paşazâde’yi fevkalâde düşündür­dü. Demek ki bilginlere, ilim adamlarına hürmet ve iltifat faz­la oluyor en başa buyur ediliyorlardı. Bu itibarla kendisinin ünlü akıncı Mihailoğlu Ali Bey’in şöhretine ulaşması mümkün değildi. Ama çok çalıştığı takdirde ilimde bir Molla Lütfi’yi ge­çebilirdi. Bu sebeple subaylıktan ilim dünyasına geçti ve çok büyük bir âlim oldu. Yavuz Sultan Selim zamanında Anado­lu Kazaskeri oldu. Yavuz, Kemal-Paşazâde’ye bilhassa ilmin­den ötürü büyük saygı besliyordu. Bu konuda Yavuz ile Kemal-Paşazâde arasındaki bir tarihi hadise, Mısır seferinden dönerken Kahire-Şam arasında cereyan etmiştir. Yavuz at üze­rinde giderken büyük ilim adamı Kemal-Paşazâde ile soh­bet ediyordu. Çamurlu bir sahadan geçilirken, Kemal-Paşazâde’nin atı sürçmüş ve yükselen çamurlar Hakan’ın kaftanı­na sıçramıştı. Büyük bilgin derin bir mahcubiyet içinde kalmış, telaşından özür bile dileyememişti. Fakat Yavuz: “Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bana şeref verir. Öldüğüm zaman bu çamurlu kaftanı sandukamın üzerine koysunlar” demişti.
Yavuz ölünce vasiyeti yerine getirilmiş, o zamandan beri çamurları ile muhafaza edilmiş olan kaftanı, sandukasının üze­rine örtülmüştür.
Biz ilim adamlarına gösterilen hürmete, kendi tarihimiz­den (sayısız misaller arasından) birini misal vermek istedik.
Şimdi tekrar mevzumuza dönelim: En son İbn-i Sînâ'nın siyasete  bulaşmadan, sadece bir bilgin, bir ilim adamı, bir he­kim olarak kaldığı sürece herkesten saygı ve itibar gördüğü­nü söylemiştik. Ama aynı İbn-i Sînâ’nın siyasete karıştığı an­dan itibaren birtakım şantajlar, komplolarla karşılaştığını bu­nun neticesinde de hapislerde kaldığını, varını yoğunu kay­bettiğini görüyoruz. Demek ki ekseri halde politika, mevki, mansıp, menfaat peşinde koşan insanların işidir. Bu insanlar İbn-i Sînâ gibi tam bilgin ve dürüst bir insanın kendi menfaatlarına zarar verebileceğinden korkmuşlar. Bundan dolayı onu birtakım tertip ve düzenlerle bertaraf etmişler. Böylece on­dan geleceğine inandıkları zarardan korunma yolunu tutmuş­lar. Sonunda İbn-i Sînâ da siyasete bulaşmanın cezasını ol­dukça ağır bir biçimde çekmiştir. El üstünde tutulan bir ilim adamı politikaya bulaşınca, devlet hizmetinden uzaklaştırılan, hapislerde ceza çeken bir insan oluvermiştir.
Cüzcanî anlatmaya şöyle devam ediyor:
“Daha sonra ben ondan (İbn-i Sînâ’dan) Aristo’nun kitaplarını şerhetmesini (izah ederek yazmasını) istedim. Bunun için, şu sıralarda boş vak­tinin olmadığını söyledi. Bununla beraber, eğer razı olursan, (muhaliflerle tartışmaya girişmeden) benim nazarımda doğru olan ilimlerden bahseden bir kitap yazabilirim dedi. Ben de razı oldum. İbn-i Sînâ “Kitabü’ş-Şifa” adlı eserine, fizik (tabiiyyat)le başladı. İbn-i Sînâ el-Kanun’un birinci kitabını da yaz­mıştı.
İlim talebeleri, her gece onun evinde muhtelif dersler okur­du. Ben eş-Şifa okurdum. Benden sonra başkalarına el-Kanun okuturdu. Dersler bittikten sonra meşrubat ve dinlenme meclisi kurulur ve türlü türlü hanendeler, ses sanatkârları ortaya çı­kardı. Tedrisin, (öğretimin) geceleri olması (İbn-i Sînâ’nın) gün­düzleri hükümdarın işleriyle meşgul olmasından dolayı idi.
Bu minval üzere, bir müddet zaman geçirdik. Bilahare (Şemsüddevle), Târım Beyi’yle muharebeye çıkmıştı. Bura­ya yaklaştığı sırada İbn-i Sînâ’nın tavsiyelerine riayet etmemesi yüzünden yine şiddetli bir kulunç hastalığına ve başka hasta­lıklara tutuldu. Askerler onun hayatından ümitlerini kesmiş­lerdi. Bu sebeple kendisini sedye içinde (Hemedan’a ) geri götürürlerken yolda sedye içinde öldü.
Şemsüddevle bu şekilde ölünce, oğlu SemâUddevle hü­kümdar oldu. Onun hükümdarlığı sırasında, İbn-i Sînâ’ya ve­zirlik teklif ettilerse de kabul etmedi.
İbn-i Sînâ gizli surette (Kakûyîler hükümdarı) Alâüddevle ile mektuplaşarak, bu hükümdarın yanına gelmek arzusunu izhar etti. Bu esnada kendisi Ebu Gâlip el-Attar isminde biri­nin evinde gizlenmişti.
Ben, İbn-i Sînâ’dan Şifa kitabını tamamlamasını istedim. Ebu Gâlib’i rica etti, ondan kâğıt kalem istedi. O da kâğıt ve kalemi getirdi. İbn-i Sînâ aşağı-yukarı yirmi cüzde (bölüm, par­ça) açık bir ifadeyle temel meseleleri yazdı. İbn-i Sînâ ana me­selelerin hepsini (müracaat edeceği esas kaynaklar ve fayda­lanacağı hiç bir kitap bulunmadığı halde) yazıncaya kadar orada kaldı. Sadece hafızasına ve bilgisine dayanarak bütün ana me­seleleri tamamladı, yazdı.

Sonra Ibn-i Sînâ bu cüzleri, (bölümleri) önüne koydu: Kâ­ğıdı eline alıyor, her meseleyi derinlemesine inceliyor, ince­lediği her meselenin şerhini (açıklamasını) yapıyordu. (Şifa ki­tabı) için her gün elli varak yazıyordu. El-Hayevan (Zooloji) ve en-Nebat (Botanik) kitapları hariç et-Tabiiyyat (Fizik) ve el-İlâhiyât (Metafizik) kısımlannı tamamen bitirdi. Sonra mantık kitabına başladı, ondan da bir cüz, bir bölüm yazdı.
Daha sonra, (Şemsüddevle’nin diğer oğlu ve Semâüddevle’nin kardeşi olan) Tâcülmüik; (Kâkûyî hükümdarı) Alâüddevle ile gizlice mektuplaştı diye Ibn-i Sînâ’yı suçladı. Fakat İbn-i Sînâ bunu reddetti. Ama Tâcülmüik iddiasında ısrar et­ti. Bazı düşmanları da onun aleyhinde bulundular. Bunun üze­rine onu (İbn-i Sînâ’yı) aldılar Ferdecan (Nerdevan ?) deni­len köye götürdüler, hapsettiler. İbn-i Sînâ orada bir kaside (bir çeşit şiir) yazdı ki onun bir beytinde şöyle diyordu:
Gördüğün gibi, hapse atıldım gün gibi aşikâr
Çıkmama gelince, bu ancak imkânsız bir karar.
(Türkçeye çevirdiğim bu beytin Arapçası şudur:
Dühûlî bi’l-yakîni kemâ terâ hu ve küllü’ş-şekki fl emri’l-hurüci)

İbn-i Sînâ dört ay mahpus kaldı, hapis yattı. Bu arada Alâüddevle Hemedan’a doğru yola çıkmış ve Hemedan’ı almış­tı. Tâcülmüik ise bozguna uğramış ve aynı kaleye sığınmıştı. Sonra Alâüddevle Hemedan’dan geri dönmüştü. Bunun üze­rine Şemsüddevle’nin oğlu (Semâüddevle) ve (kardeşi) Tâcülmülk Hemedan’a geri geldiler. Beraberlerinde İbn-i Sînâ’ yı da Hemedan’a getirdiler. İbn-i Sînâ el-Ulvî? (el-Alevî ?) nin evine misafir oldu. Orada eş-Şifa adlı kitabın mantık bölümünü yazmakla meşgul oldu. Kalede (hapis) iken el-Hidâyât ki­tabını, Hayy Ibni Yekzan risalesini ve el-Kulunç kitabını yaz­mış idi. Ei-Edviyetü’l-Kalbiyye kitabını da Hemedan’a ilk ge­lişinde kaleme almıştı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra. Tâcülmüik İbn-i Sînâ’ya birtakım güzel vaatlarda bulundu. Sonra da bu vaatlarından vazgeçti.” (el-Kıftî. İhbar. 421)
Başta Tâcülmüik olmak üzere, Büveyhflerin itimad ver­meyen davranışları, çeşitli vaatlarda bulunup arkasından vaz­geçmeleri, Ibn-i Sînâ’yı hapsettirmeleri ve benzeri hadiseler İbn-i Sînâ’yı bıktırmış, bunaltmıştı. Bu yüzden İbn-i Sînâ on­lardan kurtulmak, Hemedan’dan bir an önce uzaklaşmak is­tiyor, fakat bunu gerçekleştiremiyordu.
Gerçi İbn-i Sînâ her türlü şartta kitap yazabiliyordu. Nite­kim, o dört aylık hapishane hayatında; el-Hidayât ve Kulunç kitabını bir de Hayy İbni Yekzan risalesini yazmıştı.
Allah’ın bir lütfü olarak, bir gün Kâkûyî hükümdarı Alâüddevle, Büveyhîler üzerine yürümüş (M. 1023), Hemedan’ı zaptetmişti. Semaüddevle ve Tacüddevle de, İbn-i Sînâ’nın hapis yattığı Ferezân kalesine kendilerini dar atmışlardı. Alâüddevle bu zaferden sonra İsfahan’a geri dönmüştü. Bunun üzerine Tacüddevle ve kardeşi İbn-i Sînâ’yı da hapishaneden çıkardılar ve hep birlikte tekrar Hemedan’a döndüler. İbn-i Sînâ ancak bu suretle hapisten kurtulmuş oldu.
Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, itimat telkin etmeyen, gü­ven vermeyen, ne yapacaklan belli olmayan bu adamlara (Tacülmülk v.b.) İbn-i Sînâ artık hiç güvenemezdi. O halde geri­ye bir an önce onlardan kurtulmak ve Alâüddevle’ye sığın­mak kalıyordu.
İbn-i Sînâ, büyük bir ihtimalle 1024 senesinde Hemedan’ dan sessiz sedasız kaçıyordu. Beş kişiden teşekkül eden kafi­le tanınmamak için derviş kılığına girmişlerdi. Sonrasını, Cüz­canî şöyle anlatıyor:
“İbn-i Sînâ’ya İsfahan’a gitmek (göçetmek) düşüyordu. Bu­nun için İbn-i Sînâ, beraberinde kardeşi, iki köle ve ben bu­lunduğumuz halde, tanınmamak için sûfî (derviş) kıyafetine bürünerek yola çıktık. Yolda birtakım güçlüklerle karşılaştık. Sonra Isfahan yakınlarındaki Taberan’a gücün ulaştık. İbn-i Sînâ’nın arkadaştan ve Kâkûyîler hükümdarı Alâüddevle’nin yakınları ve has adamları bizi karşıladılar.[ İbn-i Sina’nın İsfahan’da kendi arkadaşları ile hükümdarın yakınları tarafından karşılanması hadisesi bize, İbn-i Sina’nın Hemedan’dan kaçış planından ve gününden İsfahan’ın haberdar olduğunu göstermektedir.] İbn-i Sînâ’ya özel elbiseler ve binitler getirildi. Kunkünbet denilen mahallede Ab­dullah İbni Bâbî’nin evinde misafir edildi. Bu evde her türlü ihtiyaç duyulabilecek eşya ve âlet-edevât mevcut idi. İbn-i Sînâ Alâüddevle’nin meclisinde, kendi şanına yaraşır bir izzet ve ikram gördü. Burada Alâuddevle’nin emriyle cuma gece­leri sarayda, muhtelif ilim dallarındaki bilginler, kendi arala­rında mübahase (ilmi tartışma) de bulunacaklardı. İbn-i Sînâ da bunlardan biriydi. Münazara ve mübahase başlamıştı. İbn-i Sînâ bunların hepsine galip geldi. Bunların hiç biri İbn-i Sînâ’ya güç yetiremedi, onun karşısında bir varlık göstereme­diler.
İbn-i Sînâ İsfahan’da “eş-Şifa” kitabını bitirmekle meş­gul oldu. Eş-Sifa’nm mantık kısmını ve el-Mecesti kitabını tamamladı. Daha önce zaten Öklides'i ve Aritmetik’i ve Musi­kiyi özetlemişti. Matematik (er-Riyaziyât) in her kitabına ihti­yaç hissedildiği her yerde ilâvelerde bulunmuştu. El-Mecesti konusunda da görünüşleri farklı on şekil ilâve etti. £1Mecestî’nin sonunda astronomiyle ilgili daha önce hiç geçme­miş şeyler ortaya koydu. Öklides (geometrisinde) şüpheler, aritmetik konusunda kıymetli yenilikler, musiki alanında ön­cekilerin gafil olduğu (yeni birtakım) meseleler getirdi, keş­fetti.
Böylece Botanik (en-Nebat) ve Zooloji (el-Hayvan) kısım­ları müstesna, meşhur eş-Şifa kitabı tamamlandı. Şu sebep­ten dolayıdır ki, botanik ve zoolojiyi, Alâüddevle’nin Sâburhast’a gittiği sene yolda yazmıştır. en-Necat kitabını da aynı şekilde (bu) yolda yazmıştır.
İbn-i Sînâ, Alâüddevle’nin sohbet arkadaşları (nedim) ara­sında bulunuyordu. Bunun için bu hükümdar (Hemedan) üze­rine ikinci defa hareket ettiği vakit (İbn-i Sînâ) da kendisiyle yola çıkmış bulunuyordu. Bir gece Alâüddevle’nin huzurun­da eski rasatlara göre yapılmış takvimlerde görülen hatalar­dan bahsedilmişti. Bunun üzerine Alâüddevle, Ibn-i Sînâ’ya, yıldızların gözlenmesi işiyle meşgul olmasını emretti. Ona bu konu için gerekli olacak her şeyin temin edilmesini sağladı. Ibn-i Sînâ işe başladı, ilgili âletlerin tedarik edilmesini ve bu hususta istihdam edilecek kimselerin bulunmasını da bana bı­raktı. İşe başlanıldı ve bir kaç mesele tashih edildi düzeltildi. Ancak bir yerde kalınmadığından rasatlara muntazam olarak devam edilemiyordu.
İbn-i Sînâ, İsfahan’da el-Alâî  kitabını yazdı.
Ben (Cüzcanî) İbn-i Sînâ’ya yirmibeş sene öğrencilik yap­tım ve onun hizmetinde bulundum. Onun acaip yönlerinden birisi de eline yeni bir kitap aldığı zaman onu baştan sona oku­duğunu hiç görmemiş olmamdır. O sadece kitabın en güç yer­leri ve en lüzumlu meselelerini gözden geçirirdi. Kitabın ya­zarının o konuda ne dediğine bakardı. Böylece kitabın ve ya­zarının ilmîlik derecesini anlardı.”
Görüldüğü üzere İbn-i Sînâ, bal alacağı çiçeği çok iyi bi­len bir arı gibi, bir kitapta nerelere bakılır, en fazla nereler oku­nur, bunları çok iyi biliyor. Fakat fayda ummadığı yerlerle pek ilgilenmiyor ama her halükârda, her kitaptan, o kitabın bü­tün balını alıyor, götürüyor. Alâüddevle’nin huzurunda meş­hur lisan âlimi el-Cübbaî ile yaptığı tartışma bize; İbn-i Sînâ’nın ilim öğrenme hususundaki üstün kabiliyeti, sür’ati ve iradesi konusunda kâfi derecede fikir vermektedir. Bu hadiseyi Cüzcanî’nin ağzından dinliyoruz:
“Bir gün İbn-i Sînâ Alâuddevle’nin meclisinde oturuyor­du. (Lisan bilgini) Ebû Mansur el-Cübbaî de orada hazır bu­lunuyordu. Lisan mevzuunda bir mesele ortaya çıktı. İbn-i Sînâ mevcut bilgisiyle o mesele hakkında konuştu. Bunun üzerine el-Cübbaî İbn-i Sînâ’ya dönerek şöyle dedi: -Şüphesiz sen bir filozof (hakîm) ve hekimsin. Dil mevzuunda kendini dinlete­cek kadar bir şey okumadın-. Bunun üzerine İbn-i Sînâ ko­nuşmaktan vazgeçti. Üç yıl boyunca lügat (Arap diliyle ilgili) kitaplan ziyadesiyle okudu, inceledi. Ebu Mansur el-Ezherî’nin “Tehzibü’l-Lüga” adlı eserini Horasan’dan getirtti. Bu yoğun çalışmanın sonucu İbn-i Sînâ (Arapça) dil konusunda eşine az rastlanır bir mertebeye yükseldi. Üç (adet) kaside yazdı. Bu kasidelerde, herkesin bilmediği, garip (zor anlaşılan, üstü ka­palı) lafızlar kelimeler kullandı. Üç de kitap yazdı. Biri İbnu’l Amîd üslûbuyla, İkincisi es-Sâhip üslûbuyla, üçüncüsü ise es-Sâbî üslûbuyla yazılmıştı. (İbn-i Sînâ), bu kitapların ciltlen­mesini ve ciltlerine de yıpranmış eski bir görünüş verilmesini emretti. Sonra da Alâüddevle’den bu ciltlerin Ebû Mansur elCübbaî’ ye arzedilmesini, gösterilmesini istedi. Bu ciltler elCübbaî’ye sunuldu ve denildi ki: Biz bu kitapları av sırasında sahrada bulduk. Senin onlara bakman, onları incelemen ve içindeki konuları bize söylemen icap ediyor. Ebu Mansur elCübbaî onları inceledi fakat birçok yerlerini bilemedi, anlaya­madı. Bunun üzerine İbn-i Sînâ ona:
 -Senin bu kitapta bile­mediğin her şey, lügat kitaplarından falan, falan kitabın fa­lanca yerlerinde zikredilmiştir dedi. El-Cübbaî’ye en tanınmış bir çok lügat kitabının (adını) sıraladı. İbn-i Sînâ o lafızları, te­rimleri el-Cübbaî’ye tavsiye ettiği bu lügat kitaplarından öğre­nip ezberlemişti. El-Cübbaî ise lügat, dil araştırmaları konu­sunda ölçüp tartmadan, gelişigüzel davrandığından, dikkatli ve güvenilir değildi. Bununla beraber el-Cübbaî bu risalelerin İbn-i Sînâ tarafından yazılmış olduğunu ve İbn-i Sînâ’yı bu ri­saleleri yazmaya, ilk karşılaşmalarında ona karşı yaptığı kırıcı davranışının sebep olduğunu anlamakta gecikmedi. Bundan dolayı özür diledi, böylece hatasını tamir etmek istedi.
İbn-i Sînâ bunlardan sonra Lisanü’l-Arap adını verdiği bir kitap daha yazdı. Lisan konusunda bir eşi bir benzeri daha yazılmamıştı. Fakat onu ölünceye kadar temize çekmedi. Bu yüzden (Lisanu’l-Arap adındaki) kitap müsvedde halinde kaldı. Hiç kimse de bu eseri temize çekmeye muvaffak olamadı.” (Kıftî, İhbar, 422-423).
Hemen yukarıda gördüğümüz üzere İbn-i Sînâ, Alâüddev­le’nin huzurunda lisan âlimi Ebu Mansur el-Cübbaî ile karşı­laşmıştı. Orada lisanla ilgili bir mevzu geçmişti. İbn-i Sînâ, mev­cut bilgisine dayanarak o konu üzerinde konuşmuş, el-Cübbaî de:
-Sen bir filozof (hakîm) ve hekimsin. Lisan konusunda sözünü dinletecek kadar pek bir şey okumadın diyerek İbn-i Sînâ’nın konuşmasına âdeta engel olmuştu.
Maruz kaldığı bu davranış üzerine İbn-i Sînâ sadece dile, lisana lügat kitaplarına ağırlık vererek, üç yıl boyunca devamlı lisanla, Arap diliyle ilgili kitapları okudu. O derecede ki o ko­nuda üç kaside yazdı, farklı üslûplarla üç tane de kitap yazdı. Neticede bu kitaplar el-Cübbaî’ye gösterildi. Fakat o, kitapla­rın muhtevasındaki bir çok konuyu anlayamadı, bilemedi. İbn-i Sînâ da bu kitapların kaynaklarını birer birer el-Cübbaî’ye söy­lemiş ve onları (okumasını da) tavsiye etmişti.
Daha önce de temas ettiğimiz üzere, İbn-i Sînâ o eşsiz ira­desi, hiç uyumayan, devamlı çalışan mesaisiyle; dimağında şimşekler çakan ateşli zekâsıyla bir ilmi, bir meseleyi ne ka­dar süratli, çabuk öğreniyor değil mi?
Nitekim bu hadise üç yıl gibi bir süre içinde Ibn-i Sînâ’nın lisan ilmini iyice öğrendi­ğini, hatta lisan âlimi el-Cübbaî’yi ilzam ettiğini (cevap vere­mez hale getirdiğini) onu, özür dilemek zorunda bıraktığını gös­termektedir.
Ayrıca İbn-i Sînâ yukarıda zikri geçen Lisanu’l-Arap isimli büyük bir lügat yazmıştır. Ama maalesef bu eseri kimse temi­ze çekememiş, bu sebeple de ilim dünyası bu büyük eserden mahrum kalmıştır.
Eskiden, ilimle uğraşanların ekseriyeti bir veya bir kaç ilim dalında otorite haline gelirken, diğer ilim dallarıyla da ciddi olarak uğraşırlardı. Yani ilmi bir bütün olarak telakki ederler­di. İbn-i Sînâ da bunlardan biriydi. Nitekim kendisi felsefe, mantık, tıp vb. ilimlerde büyük bir şöhrete sahipti, bir otori­teydi. Fakat (Arap dilinde, lisan ilminde olduğu gibi), diğer ilim dallarıyla da ciddi olarak meşgul olmuş ve eserler vermiştir.
Cüzcanî diyor ki: .... “İbn-i Sînâ yaptığı tedavilerle (tıp) konusunda pek çok tecrübeler kazanmıştı. Bunları el-Kanun kitabında yazmaya kararlıydı, niyetliydi. Bu tecrübeleri küçük kağıtlara kaydedip yazmıştı. Bunlar el-Kanun kitabı tamam­lanmadan kayboldu. Bu tecrübeler cümlesinden olarak, bir gün başağrısma yakalanmıştı. Bu ağrının, başının üst kısımla­rına inen bir maddeden neşet ettiğini, doğduğunu ve bundan başında bir şiş peyda olabileceğini tahmin etti. Bunu def et­mek için bol miktarda kar hazırlattı. Karları sıkıştırttı, bir beze sardırıp başına koydurttu. Bu suretle ağrıyan yer kuvveten di­rildi, takviye edildi. Neticede hastalık yok oldu, İbn-i Sînâ sağ­lığına kavuştu.
Bu cümleden olarak Harizm’de veremli bir kadın (vardı). Bu kadına hiç bir ilaç verilmemesini, sadece ve yalnız şekerli gûyengûbin’i (bal ile yapılan gül mürabbası) yemesini emret­ti. Israrla tavsiye etti. O kadın bundan bir müddet içmiş ve şifa bulmuştu.”
Yukarıda zikredilen bu iki misalde, İbn-i Sînâ’nın tedavi konusunda edindiği tecrübelere dayanarak başağrısı ile veremli kadını nasıl tedavi ettiğini gördük.
Biz yine Cüzcanî’ye kulak verelim:
“İbn-i Sînâ Cürcan’da mantığa dair el-Muhtasaru’l-Asgar fi’l-Mantık’ım yazmıştı. İş­te daha sonra en-Necat’ın başına koymuş olduğu (kitap) budur. Bu (el-Muhtasaru’l Asgar)m bir nüshasını Şiraz’da bulu­nan âlimler görmüş ve bunun bazı meselelerinde şüpheye düş­müşlerdi. Bu şüphelerini bir kağıda yazıp (İbn-i Sînâ’ya) gön­derilmek üzere, bu âlimlerden biri olan (Şiraz) kadısına (Şeri­at hakimi) verdiler. Kadı da bunu kendi yazdığı bir mektupla birlikte münazara ilmiyle iştigal eden, uğraşan (İbrahim İbn-i Baba ed-Deylemî)nin (İsfahan’da kalan) arkadaşı Şeyh Ebu’l Kasım el-Kirmani’ye gönderdi. Ve bunun vasıtasıyla İbn-i Sînâ’dan cevap istediler.
Şeyh Ebu’l-Kasım, bir yaz günü, güneşin solduğu gurup vakti İbn-i Sînâ’nın huzuruna girdi. Mektubu ve kâğıtları ona arzetti. İbn-i Sînâ, Şiraz kadısının mektubunu okuyup Ebu’l Kasım’a iade etti. İtiraz ve suallerin bulunduğu kâğıdı önüne koydu. Bir taraftan onlara bakıyor, bir taraftan da mecliste bu­lunanlarla konuşuyordu. Ebu’l-Kasım (oradan) ayrıldı. İbn-i Sînâ, bana kâğıt hazır etmemi emretti. Her biri on yaprak ol­mak üzere (fir’avni çeyreği = Rub’u firavni) ölçüsünde beş kıta (cüz, parça) kâğıt hazırladım. Sonra yatsı namazını kıl­dık. Mumlar (lambalar) getirildi. İbn-i Sînâ şurup hazırlanma­sını emretti. Beni ve kardeşini de karşısına aldı, şurup içmeye buyur etti. O da, o meselelerin cevaplarını yazmaya başladı.
Gece yarısı olmuş beni ve kardeşini uyku bastırmıştı. Kendisi bize izin verdi.
Sabah olunca kapı vuruldu. (Açtığımızda) karşımızda Şeyh Ebu’i-Kasım’ın gönderdiği adamını, elçisini (gördük). Kendi­sini İbn-i Sînâ ile görüştürmemi istedi. Ben de onu İbn-i Sînâ’nın huzuruna çıkarttım. İbn-i Sînâ seccadenin üzerinde idi. Önünde de, o hazırlamış olduğum beş deste kâğıt duruyor­du. Dedi ki -Onları al, Şeyh Ebu’l-Kasım el-Kirmani’ye götür ve Ona-: Cevapları, postacıyı geciktirmemek için acele ver­diğimi, (Ebu’l-Kasım’ın kendisinin de böyle istediğini) söyle de­di. Onları kendisine götürünce Ebu’l-Kasım, (İbn-i Sînâ’nın) bu kudret ve sürati karşısında şaşırdı kaldı. Postacıya cevap kâğıtlarını verdi. Hayretinden de bu durumu postacılara an­latıyordu. Postacılar yola çıkmış Şiraz’a doğru hareket etmiş idiler. Bu hal halk arasında bir tarih (unutulmaz bir tarih) ol­muştu.” (Kıftî, İhbar, 424).
Anlaşılan İbn-i Sînâ, ilmi öğrenmekte ne kadar sür’at ve kabiliyet sahibiyse, (istenildiği taktirde) mantık meseleleri gibi zor konulara da acele cevap vermek babında da aynı sür’at ve kabiliyete sahiptir. Yukarıdaki hadise bunu pek güzel gös­termektedir.
Cüzcanî’nin dediğine göre:
“İbn-i Sînâ rasat esnasında (kul­lanılmak üzere) daha önce bilinmeyen birtakım âletler icad etmişti. Aynı konuda bir de risale yazmıştır. Ben (yani talebe­si Cüzcanî) de sekiz sene rasatla meşgul oldum. Maksadım rasatlar (deneyler) sırasında, Batlamyus’un rasatlar konusunda söylediklerinin izah edilmesi, açıklanmasıydı. Nitekim bunla­rın bazısı benim için açıklanmış oldu.
İbn-i Sînâ el-İnsaf (isimli) kitabını te’lif etmişti. Sultan Mes’ud’un İsfahan’a geldiği gün onun askerleri, İbn-i Sînâ’nın evi­ni yağmaladılar. Bu kitap da yağma edilenler arasındaydı. Bu yüzden o eserden artık hiç bir eser (iz) kalmamıştır” (cl-Kıftî, İhbar, 424-425)
İbn-i Sînâ’nın en büyük eserlerinden biri olan el-İnsaf yir­mi bölümden meydana geliyordu. İbn-i Sînâ bu eserde Aris­to’nun bütün eserlerinin bir nevi açıklamasını yapmıştı.
Cüzcanî diyor ki:
“İbn-i Sînâ, çok kuvvetliydi, bütün kuv­vetleri âdeta kendi nefsinde toplamıştı. Şehvani kuvvetlerden biri olan cinsî (seks) kudret ise en kuvvetlisi, en üstünüydü. Onunla çok meşgul oluyordu. Bu yüzden de bünyesi (miza­cı) etkileniyordu.
İbn-i Sînâ bünyesinin kuvvetine güveniyor, dayanıyordu. Ancak, İbn-i Sînâ, Alâüddevle, Babü’l-Kerh’te Tâş-Ferraş ile harbettiği sene kulunca yakalandı. Muharebede bir hezimet vukuunda kaçamamak korkusuyla, hastalığı süratle tedavi için bir günde kendisine sekiz defa hukne (lavman) yapıyordu. Bu yüzden barsaklarının bazı yerlerinde yaralar çıkmıştı. Ve ba­ğırsaklarının ince zarları soyulmuştu. Bu hasta haline rağmen (Alâüddevle ile harekete mecbur kalıp, İziç tarafına doğru sür’atle yollandılar. Yolda (İbn-i Sînâ’ya) sar’a geldi. (Kulunç hastalığının böyle sar’aya sebebiyet verdiği olur.) Bunun ne­ticesinde Ibn-i Sînâ yere yüzüstü düştü. Bu halde iken bile ken­di kendini tedavi ediyor, kulunç hastalığından dolayı bağır­saklardaki artıkları dışarı atmak için kendi kendine hukne (lav­man) yapıyordu. Konuyla ilgili olarak bir gün, iki dânık (denk) (bir dânık =1/6 dirhem) kereviz tohumu alınmasını emretti. Bunun, kulunçtan kaynaklanan gaz çokluğunu azaltmak için, hukne suyuna karıştırılmasını istedi. Fakat kendisinin hizme­tinde bulunan bazı tabipler, onun lavman (hukne) ilacına (iki yerine) beş dânık kereviz çekirdeği atmıştı. Bunu kasten mi yoksa bilmeyerek mi yaptılar? Bilemiyorum. Çünkü ben ora­da değildim. Bu tohumların fazlalığından dolayı etkisi de art­mış, bunun sonucu olarak da hastalık azmıştı. Aslında İbn-i Sînâ sar’a sebebiyle (Masruzitûs)  yiyordu. Kölelerinden biri kalkıp, masruzitusun içine fazla miktarda afyon atıverdi. İbn-i Sînâ da (bilmeyerek) bunu yemişti. Sebebi de İbn-i Sînâ’nın hâzinesinden çok miktarda malı çalmış olmalarıydı. (Bir gün çaldıklarımızın cezasını çekeriz diye) İbn-i Sînâ’dan korkuyor­lardı. Yaptıklarının akibetinden emin olmak için onun ölme­sini istiyorlardı.
İbn-i Sînâ öylece hasta haliyle İsfahan’a getirildi. (Isfahan’ da) kendi kendini tedavi etmeye çalışıyordu. O derece zayıf­lamıştı ki ayağa kalkacak takati kalmamıştı. Bu durumdayken bile kendini tedavi etmeye devam ediyordu. Sonunda yürü­meğe muktedir duruma geldi. Ve Alâüddevle’nin meclisinde hazır bulundu. Fakat o bununla beraber ihtiyatlı davranmıyor, cinsî konularla alâkadar oluyordu. Hastalıktan da tam kurtu­lamamıştı. Hastalık (âdeta) bir geliyor bir gidiyordu.
Daha sonra Alâüddevle Hemedan’a doğru hareket etti. İbn-i Sînâ da onunla beraber (yola çıktı). Yolda Hemedan’a varırken o hastalık yine nüksetti. (Artık) kuvvetinin çekildiği­ni ve (bu inatçı) hastalığı yenmeğe yetecek gücü kalmadığını biliyordu. Bu yüzden kendi kendisini tedavi etmeyi de ihmal etti, terketti. Benim bedenimi idare eden kuvvet artık idare­den aciz kaldı. Bundan sonra ilacın da, tedavinin de bir fay­dası olmaz demeye, başladı. Günlerce bu durumda kaldı. Sonra da Rabbına Allah’ına kavuştu.  Hemedan’a defnedildi. Öl­düğü zaman 57 yaşındaydı. M. 1037 tarihinde Rahmana kavuştu .” (elKıftî, İhbar, 425-426).

İbn-i Sînâ’nın; te'lif. tasnif (sınıflama), araştırma, müna­kaşa vb. tarzında pek çok eseri bulunmaktadır. Malumdur ki İbn-i Sînâ kitap, risale (küçük kitap), kaside halinde ikiyüzyetmişaltı (276)’nın üzerinde eser vermiştir. Ayrıca musikî nâ­melerini birbirine bağlayan kaideleri yani şarkıları besteleme (şarkıların makam ve ahengi) kurallarını ilk defa ortaya ko­yan kimse İbn-i Sînâ'dır.
Kitaplarının çoğu yabancı lisanlara tercüme edilmiştir. Bas­kıları da onlarca defa yapılmıştır. Hatta (el-Kanun) isimli ese­rinin XVI. asır boyunca otuz kere basıldığı ifade edilmekte­dir. (Mustafa Galib, İbn-i Sînâ, Beyrut, 1981, 28)
İbn-i Sînâ’nın muhtelif ilim dallarında te’lif ve tasnif ettiği, yazdığı eserlerin ayrı ayrı üzerinde durmak isterdik. Ancak bu, çok fazla vakit alırdı. Çünkü İbn-i Sînâ (az yukarıda da temas ettiğimiz gibi) çok çeşitli konularda çok çalışmış ve çalışmala­rının mahsulü olarak da çok sayıda eser vermiştir.
Eş-Şifa, el-Kanun fi’t-Tıp, el-İşârât ve’tTenbîhât, enNecât, İbn-i Sînâ’nın en başta gelen son derece meşhur eser­leridir.
Fizik, metafizik, matematik ve mantık ilimlerinden bah­seder. Felsefî kitaplarının hacim olarak en büyük ve madde bakımından en zengin olanı budur. Ibn-i Sînâ bu kitabını Hemedan’da ikamet ettiği (kaldığı, oturduğu) esnada yazmıştır. Latince tercümesinin ilk baskısı, Venedik 1508 baskısıdır.
İbn-i Sînâ bu kitabın ilk bölümünü Hemedan’da yazmış, fakat onu İsfahan’da tamamlamıştır. Bu eser İbn-i Sînâ’nın bü­yük tıp ansiklopedisidir. İlk baskısı 1593’de Roma’da yapıl­mıştır. Kahire baskısı 1290, Bulâk (Kahire) 1294 h.; Lucknow’da 1307, 1324 h.
Gerard de Crâmone tarafından XII. asırda Latince’ye ter­cüme edilmiştir. Pek çok defalar basılmıştır: Milan 1473, Padoue, 1476; Venedik 1482, 1591 (Junta), 1708. P.de Koning, onun bazı bölümlerini fransızcaya çevirdi, Leyden 1896. Latince tercümesinin bazı kısımları ayrı ayrı basılmıştır: Venedik 1433, 1520-22, 1562 (apud Juntas), 1582, 1564, 1608; Lyon 1498, 1523; Paris 1532, 1555; Bonn 1560.
Konulan itibariyle eş-Şifa gibidir.
J.Forget tarafından basılmıştır. Leyde 1892. Madmazel A.-Mari Goichon tarafından; -Livre des Directives et Remaarquesadı altında Fransızca’ya çevrilmiştir. Paris 1951 J. Forget 119-137 sayfalarını Fransızca’ya çevirmiştir. Baskı­sı, Revve neoscolastique içinde 1894, 19-38 sayfalarda.
Eş-Şifa’nın muhtasarı (özeti) mahiyetindedir. Mantık, fi­zik ilimleri, metafizik gibi felsefî konulan ihtiva etmektedir.
Kahire baskısı 1913; İkinci baskısı 1938.
Metafizik, kısmı, Nimetullah Kerem tarafından: Metaphysices Compendium adıyla Latinceye tercüme edilmiştir. Roma 1926.
Mantık, kısmı P. Vattier tarafından: La iogique du Fils de Sînâ, communement appele Avicenne adıyla Fransızca’ya çev­rilmiştir. Paris, 1658.
Psikoloji bölümünü F. Rahman “Avicenna’s Psychologie” adı altında İngilizce’ye çevirmiştir. Oxford 1952.
Yukarıda İbn-i Sînâ’nın musiki nâmelerini, şarkıları bes­teleme kurallarını ilk defa ortaya koyan kimse olduğunu be­lirtmiştik. Onun bu konudaki bir kitabı da “Kitabu’n-fi’l-Mûsikî (Musiki Konusunda Bir Kitap) adındaki eseridir.
Aslında çeşitli bibliyografyalarda, İbn-i Sînâ’nın eserleri­nin 276’nın üstünde olduğu kaydedilmiştir. Tabiidir ki bunla­rı sağlıklı bir şekilde tespit etmek bir hayli güçtür. Binaena­leyh biz burada önce İbn-i Sînâ’nın sadakatli öğrencisi Cüzcanfnin (el-Kıftî, İhbar, 418) tespit ve tanzim etmiş olduğu bib­liyografyayı (İbn-i Sînâ’nın eserlerini); sonra da İbn-i Sînâ’nın, İbn-i Ebî Useybia tarafından (Uyunu’l-Enba’)’da zikredilen eserlerini takdim edeceğiz.
1-              El-Mecmû’ : Bir bölüm (cild)dür.
2-               El-Hasıl ve’l-Mahsûl: Yirmi bölümdür.
3-               El-Birru ve’l-İsm : İki bölümdür.
4-               Eş-Şifa: Onsekiz bölümdür.
5-               El-Kanûn : Ondört bölümdür.
Tercüme ve baskı yer ve tarihleri için Bkz. A. Bedevî, Histoire de La Philosophie En İslam (Paris, 1972), II, 603-607.

6-     El-Ersadü’l Külliye : Bir bölümdür.
7-    El-İnsaf : Yirmi bölümdür.
8-     En-Necât : Üç bölümdür.
9-     El-Hidâye : Bir bölümdür.
10-     El-İşârât: Bir bölümdür.
11-     El-Muhtasaru’l-Evsat: Bir bölümdür.
12-     El-Alâîy : Bir bölümdür.
13-     El-Kûlunç : Bir bölümdür.
14-     Lisanü’l-Arap: On bölümdür.
15-     Ei-Edviyetü’l-Kalbiyye: Bir bölümdür.
16-     El-Mûciz: Bir bölümdür.
17-     El Hikmetü’l-Meşrkiyye: Bir bölümdür.
18-    Beyanü Zevati’l-Cihet: Bir bölümdür.
19-    El-Meâd: Bir bölümdür.
20-     El-Mebde ve’l-Meâd: Şir bölümdür.
21-     El-Mübâhasât: Bir bölümdür.
22-     El-Kaza ve’l-Kader
23-     Ei-Âletü’r-Rasadiyye
24-     Garazü Katîgoryas
25-     El-Mantık bi’ş-Şiir
26-     El-Kasaid fi’l-Azame ve’l-Hikme
27-     Fi’l-Hurûf
28-     Teakkubü’l-Mevazı’ıl-Cedeliyye
29-     Muhtasaru Öklides
30-     Muhtasaru’n-Nabz
31-     El-Hudûd
32-     El-Ecrâmu’s-Semâviyye
33-     El-İşârât ilâ İlmi’l-Mantık
34-     Aksâmu’l-Hikme
35-                En-Nihâye ve'l-Lâ Nihâye
36-               Ahd (vasiyet) Ketebehu Linefsihi
37-                Hayy İbn Yekzan
38-               Fî Enne Eb'âdeTCismi gayru zâtiyyetin lehu
39-                El-Kelam fi Hindiba
40-              Lâ yecûzu en yekûne şey’un vâhidün cevheran ve arazan
41-                İlmu Zeyd gayru ilmi Amr
42-                Resail İhvaniyye ve Suitaniyye
43-               Resail fî mesâil cerat beynehû ve beyne bazı’l-Fuzâlâ
44-                El-Havâşî alâ-l-Kânûn: Bu. kitaptır.
45-                UyûnuTHikme: (Kitaptır)
46-                Eş-Şebeke ve’t-Tayr: (Kitaptır)
El-Cüzcanî’nin zikrettiği eserler burada bitiyor.
Bîbn-i Ebî Useybia’nın Uyûn’unda Zikredilen Eserleri:
1-              El-Levâhik: El-Şifa’nın şerhi olduğu söylenir.
2-               Eş-Şifa
3-               El-Hâsıl ve’l-Mahsûl: Yirmi bölüm civarındadır.
4-                El-Birr ve’I-İsm
5-                El-İnsaf: Yirmi bölümdür. Burada Aristo’nun bütün kitaplarını şerhetmiştir. (Gazneli) Sultan Mes’ud (Isfahan şeh­rini) yağma ettirdiğinde kaybolmuştur.
6-              El-Mecmû’, (El-Hikmetü’l-Aruziyye) diye de bilinir.
7-              El-Kânun fi’t-Tıbb
8-              El-Evsatü’l-Cürcânî
9-                 El-Mebde vel-Meâd
10-              El-Ersâdü’I-Külliyye
11-             El-Meâd
12-            Lisanü’I-Arab: Arap dili konusundadır. Temize çek memiştir. Nüshası yoktur.
13-             Danişnâme-i Alâî: Farsçadır.
14-             El-İşârât ve’t-Tenbihât: En son felsefî eseridir.
15-             En-Necât
16-             El-Hidâye: Mevzuu hikmet (felsefe) dir.
17-             El-Kûlunç
18-             Hayy Ibni Yekzân: Risaledir
19-             El-Edviyetü’l-Kalbiyye
20-             En-Nabz: Farsça makale
21-             Mehâricü’l-Hurûf: Makale
22-             Risale ilâ Ebî Sehl’el-Mesihî fi’z-Zâviye
23-             El-Kuvâ’t-Tabiyye
24-             Et-Tayr Risâlesi
25-             El-Hudûd: Kitaptır
26-  Taarruzu Risaleti’t-Tabîb fi’l-kuvâ’t-Tabiiyye: Makaledir.
27-             Uyûnu’l-Hikme: Kitaptır
28-             Ukûsu Zevati’l-Cihet: Makaledir
29-        El-Hutabu’t-Tevhidiyye: Metafizik konusundadır.
30-             El-Mû’cizü’l-Kebir: Mantık konusunda kitaptır
31-             El-Mû’cizü’s-Sağîr: Necat’ın mantık kısmıdır.
32-        El-Kasidetü’l-Müzdevice: Mantık konusundadır
33-             Tahsilü’s-Saade: Makaledir
34-             El-Hindiba: Makaledir
35-             El-Kaza ve’l-Kader: Makaledir
36-             El-İşârâ ilâ ilmi’l-Mantık
37-             Tekasimu’l-Hikme ve’l-Ulûm
38-             El-Sekencebîn: Risaledir
39-             El-Lânihâye: Makaledir
40-             Tealik : Kitaptır
41-             Havâssu hatt’il-İstivâ: Makaledir
42-             El-Mübahâsât
43-             Aşere Mesâil: !bn-i Sînâ’nın Ebu’r-Reyhan el-Bîrûnî’ye verdiği cevaplar
44-         Hey’etü’l-Arz min es-Semâ ve kevnuhâ fi’l-Vasat
45-             El-Hikmetü’l-Maşrikiyye: Kitaptır
46-             Taakkubu’l-Mevazii’l-Cedeliyye
47-              El-Medhal ilâ smâati’l-Mûsikî: Makaledir
48-             El-Ecrâmû’s-Semâviyye
49-             Et-Tedârûk li Enva’ı-Hata’l-Kebîr: Kitaptır.
50-             El-Ahlâk: Makaledir
51-             Risâle ile’ş-Şeyh Ebi’l-Hasen Sehl İbni Muhammed es-Sehlî: Kimya konusundadır.
52-             Âletûn Rasadiyyetûn: Makaledir
53-             Ğarazu Katîguryâs: Makaledir
54-             Risaletü!‘l-Adhaviyye
55-             Haddü’l-Cism
56-             El-Hikmü’l-Arşiyye
57-             Ilmü Zeyd gayru ilmi Amr : Makale
58-             Tedbirû’l-Cünd ve’l-Memâlik ve’l-Asâkir ve erzakuhum ve haracu’l-Memalik: Kitap
59-             Münâzarât
60-             Hutab ve Temcidât ve Escâ
61-             Muhtasaru Öklides
62-             El-Aritmatikî: Makale
63-             Asru Kasâid ve Es’âr
64-             Resai’l-bi’l-Farisiyye ve’l-Arabiyye
65-             Muhatabat ve Mükâtebât ve Hezeliyyât
66-             Tââlîku Mesâil’i Hüneyn: Tıb konusundadır
67-             Mesailu iddet Tıbbiyye
68-             Kavâninu ve Mualecatü’t-Tıbbiyye
69-             Risale ilâ Ulema-i Bağdat
70-             Risale ilâ sâdıkîn
71-             Cevab li iddet-i Mesâil
72-             Kelâm fî tebeyyun-i mâhiyeti’l-Hurûf
73-             Şerhu Kitabi’n-Nefs li-Aristotâiîs
74-   En-Nefs: Makaledir. El-Fusûl olarak da bilinir
75-            El-Milh Kitabı. Gramer, Nahiv konusundadır.
76-             Fusûlün ilâhiyyetûn fî ısbati’l-Evvel
77-             Fusûl fî’n-Nefs ve’t-Tabîiyyât
78-             Risâle ilâ Ebî Saîd İbni Ebi’l-Hayr es-Sufî
79-             Lâ yecûzu en yekûne şey’ün vâhidün cevheren ve arazan
80-               Mesail ceret beynehu ve beyne ba’zı’l-Fuzalâ fî funûniTulûm
81-             Ta’likât: Ebu’l-Ferec et-Tabib el-Hemadanî’nin mec­lisinde sorulan sorulara Ibn-i Sînâ’nın verdiği cevaplar.
82-             Makâle zekeraha fî tasanîfihi ennahâ fi’l-Memâlik ve buka’ıl-Arz.
83-             Ez-Zâviyât elletî min el-Muhît ve’l-Mûmasz lâ kemiyyete lehu (özet)
84-   Ecvibe li Sûâlât seelehû anhâ Ebu’l-Hasen el-Amirî
85-   El-Mu’cizu’s-Sağîr Kitabı Mantık Konusundadır
86-             Kıyamu’l-Arz fî vasatı’s-Semâ kitabı
87-             Mefâtihü’l-Hazaîin kitabı: Mantık kitabı
88-             El-Cevher ve’l-Araz
89-             Te’vilü’r-Rüya kitabı
90-   Er-Red alâ makaleti'ş-Şeyh Ebi’l-Ferec İbni’t-Tayyib
91-             El-Aşk risalesi
92-            El-Kuvâ’l-İnsaniyye ve İdrâkatüha: Risâledir
93-             Tebeyyûnû mâ’i-Hüzn ve esbabuha
94-             Makâle ilâ Ebî Ubeydillâh el-Hüseyin İbni Sehl İbni Muhammed es-Sehlî.

Hamd, O (Allah)a mahsustur ki, ilâhî hitabının şerefine mazhar kılmakla insanı yüceltmiş, müstesna bir mevki vermiştir. Ve ona yanlış akide ve inançlara karşı, müdafaa ve mücade­le etmeyi, doğruya dost olmayı ve yakın olmayı ilham etti.
O Allah ki, evliyasının (dostlarının) kalplerini kuvvetlen­dirmesi ve nurlandırmasıyla pâk ve temiz kıldı. Has (kıymetli) kullarının ruhlarını ve batınlarını (içlerini), onlara verdiği keşif ve kendisine yakınlığın lezzeti ile temizledi, saflaştırdı.
Yaratılmışlar silsilesinde insanlığı vasıta ve şaheser kıldığı için insan, bütün yaratılmışlardan üstün ve faziletli oldu. Yi­ne bu sebepten dolayı (Allah), yaratılanlar arasında ancak be­şeriyete hitap etti ve onu, ilâhî hitabına ehil ve âkil (akleden, kavrayan) kıldı.
Gökleri ve yıldızları yoktan var, unsurları, madenleri, nebatları ve sonra da hayvan cinsini yarattı. Bunların arasın­dan insanı, konuşma-idrak-fikir; fesahat ve belagatla hususi­leştirdi (diğerlerinden üstün kıldı). Bu itibarla, sair ekvan, in­sanın bakiyyesinden yaratılmış gibi oldu.
Bu sebeplerden ötürü, daimi Hamd, Allah’a mahsustur. Çünkü kendisine yalvarılmaya layık olan ancak O’dur.
Salât, ta’zim (büyükleme) ve tekrim (ululama), Yaratılan­ların hayırlısı ve insana ait bulanıklıklardan arınmış ve bütün önceden gelenlerle sonra gelenlerin Ulu’su Hz. Muhammed’in ve onun ak-pâk olan âl’i ve ashabının üzerine olsun.
Allah’a hamdü sena ve Resûlüne salât ve selâmdan son­ra derim ki:
Şefkatli kardeşim, Âkil dostum!
Namaz hakkında senin için bir risale yazmamı ve o risale­de namazın emrolunan zahirine (dış görünüşüne) ve daha zi­yade, istenen batınına (özüne) taalluk eden hakikatini açıkla­mamı ve namazın sayılarının şahıslar üzerine taalluk eden ge­rekliliğini ve lüzumunu, ruhanî hakikatlerinin kalpler ve ruh­lar üzerine uygun gelmesini izah etmemi benden istedin. Bu­nun üzerine umduğun şeyi düşünmek ve istediğini yapmak hususunda gücümün yettiği kadar fikrimi sarf etmek bana pek hoş ve sevimli gelmiş olmakla; fayda veren bir ş&rih (açıkla­yıcı) gibi değil, faydalanan bir müctehid gibi bu şerhi yazma­ya başladım. Ve beni doğru yolda yürütmesi için Yüce Al­lah’tan yardım diledim. Hatadan, ayak kaymasından, illet ve sebeplere dayanmasından dolayı paslanmış ve bulanmış fi­kirlerden Rabbime sığındım. Fikrim beni yorarsa (meydana gelecek) aciz, benim şânımdır. Keremini üzerime dökerse lü­tuf, O’nun şanıdır. Başarıya ulaştıran, Allah’tır. Doğru yolda yürütmek de ancak O’nun işidir.
Bu risaleyi üç kısma ayırıp, üç bölümde açıkladım.
Birinci bölüm: Namazın mahiyeti.
İkinci bölüm: Namazın zâhiri ve bâtını
Üçüncü bölüm: Namazın bu her iki kısmının birden kim­lerin üzerine vacib olduğu ve iki kısımdan yalnız birisi üzerine vacib olup da diğer kısmı üzerine vacib olmayanın ve Rabb’ına dua edip yalvaran namazcının kimler olduğunun izahıdır ki bununla beraber risaleyi bitirmiş olacağım.
Burada şu mukaddime (giriş)ye ihtiyaç vardır:
Allah Teâlâ Hazretleri, hayvanı yaratma silsilesinin so­nunda, yani zatında yetkin olan akıllardan, mücerred (soyut) nefislerden, gezegen ve yıldızlardan, unsurlar, madenler ve nebatlardan sonra yaratmış ve şu yapma ve yoktan yaratma son bulunca, -yaratmaya cinsin en mükemmeli ile başla­dığı gibi yaradılışın dahi, nev’in en mükemmelinde son bul­masını istemiştir. Yaratmaya başlayışı akıl ile olduğu gibi, so­nunun da akıl ile nihayet bulması için mahluklar arasından insanı seçmiş ve yaratmaya cevherlerin en şereflisi olan akıl ile başlayarak, varlıkların en şereflisi olan akıl ile yani insan ile son vermiştir. Buna göre yaratılışın fayda ve gayesinin an­cak insan olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Sonra şunu da bilmen lazımdır ki;
İnsan, başlı başına bir âlemdir. Varlıklardan her birinin ken­di âlemlerinde birer mertebe ve dereceleri olduğu gibi insa­nın da fiilinde ve şerefinde kendine mahsus mertebe ve dere­cesi vardır.
Bir kısım insan vardır ki fiilleri meleklerin fiiline uygun ol­duğundan melek tavırlı olur. Bir kısmının işi de şeytanın işine uygun olduğundan helâk olur. Çünkü insan, tek bir şeyden hâsıl olmamıştır ki hepsine aynı hüküm verilebilsin. Aksine Cenab-ı Allah, insanı biri öbürüne benzemeyen bir çok şey­lerden, çeşitli karakterlerden meydana getirmiş ve cevheriyetini, basitlik itibariyle ruha, bulanıklık (karmaşıklık) itibariyle de bedene ayırmış; zahirine duyu, batınına aktl vermiş, sonra dışını beş duyu ile en mükemmel surette süslemiş ve içini ise en şerefli kuvvetlerle sağlamlaştırmıştır.
Yiyip içmekle bozulan kısımların tebdilleri, organların sağ­lığına kavuşturulması, hazım, cezb ve defi (dışarı atma), per­hiz hususları için tabiî ruhu ciğere ve muvafık olan şeylere uy­mak, olmayanlara muhalefet etmek için gazab ve şehvet kuv­vetlerine bağlı olarak hayvanî ruhu da kalbe yerleştirdi. Bu ru­hu, beş duyunun kaynağı, hayal ve hareketin başlangıç yeri yaptı.
Sonra insanın nefs-i natıkasını dimağın en yüksek ve en münasip bir yerine yerleştirerek fikir, duyu, hafıza ve hatırla­ma kuvvetleriyle onu süsleyip akıl denen cevheri de onun üze­rine musallat etti. Bu şekilde akıl denen cevher, vücut şehri­nin emiri ve padişahı; kuvve (güç)ler, onun askerleri, müşte­rek duyu da ulağı oldu. Hiss-i müşterek (ortak duyu), akıl ile duyular arasında vasıta; duyular ise vücut şehrinin kapısına konulmuş casuslardır. Bunlar zaman zaman kendi âlemleri­ne yolculuğa çıkarlar. Kendilerinin ve muhaliflerinin şekille­rinden düşüp ve dökülen şeyleri ve topladıktan duygulan, mü­hürlü, kapalı ve gizli olarak yükseltip, kuvve-i akliyyeye (akıl kuvveti) arz etmek için has ulağa (müşterek duyuya) ulaştırırlar. Ulak vazifesini yapar yapmaz akıl da o duygulardan ken­disine uygun olanı uyarır, seçer; uygun olmayanı ise bırakır ve atar. Binaenaleyh, insan yüklendiği bu ruhlar ve kuvve (güç)lerle beraber bu âlem cümlesinden olup, bu kuvvetlerin her biri ile varlıklardan bir sınıfa ortak olmaktadır.
İnsan, hayvanî ruh ile hayvanlara, tabiî ruh ile nebatlara ortak olup, İnsanî ruh ile de meleklere uygun olmaktadır. Bu kuvvetlerden her birinin kendine mahsus bir keyfiyet (nitelik), kendilerine lâzım bir iş ve hareketi vardır ki bunlardan birisi ne zaman diğerlerine galip olursa insan, yalnız o galip olan şey ile, o galip olan vasıfla tanınır (tarif olunur). Nesebi, idra­ki ve duyusu itibariyle kendi cinsine birleşir, kendi cinsine ka­vuşur.
İnsanın her bir fiili için de hususî bir sevap, hususî bir fay­da vardır.
Tabiî fiil, yalnız yemek, içmek, bedenin azalarını iyileştir­me ve bedeni, mide ve mesane salgılarından arıtmaktan iba­rettir. Diğer kuvvetlerin işinde, tabiî fiil için bir çekişme ve düş­manlık yoktur. Fiilinin faydası ancak bedene nizam, organla­ra ölçülülük ve cisme kuvvet vermektir. Bedenin nizamı ki eti­nin yağlılığı ve tavlılığında; cismin kuvvetlenmesinde ve uzuv­ların kalınlaşmasındadır. İşte bu nizam ancak, tabiî fiil demek olan yemek ve içmekle elde edilir. Bu fiilin sevabı, insanın ru­hanî âleminde ne beklenilir ve ne de ümid edilir. Kıyamette de beklenilemez. Çünkü tabiî fiil, ölümden sonra dirilmez. Onun misali nebatlar (otlar) gibidir. Bir defa öldü mü, yıkılıp gider, yok olur ve bir daha dirilmez.
Hareket, hayal ve hüsn-ü tedbiri ile bütün bedenini koru­maktan ibaret olan hayvanî fiilin gereği ve buna mahsus olan fiil, sadece şehvet ve gazabdır. Gazabı şehvetten bir şube, bir parçadır. Çünkü gazab zelil etmek, üstün gelmek ve zulmet­mek ister. Bu sıfatlar, başkanlığın dalları, budaklarıdır. Riya­set (başkanlık) ise, şehvetin meyvesidir. Hayvanî ruha has olan fiilin aslı ve kökü şehvettir. Dalı ve budağı gazaptır.
Hayvanî fiilin faydası, gazap kuvveti ile bedenin korun­ması, şeheviyye kuvveti ile de nev’in (neslin) bekasıdır. Yani nev’i yaşatmaktır. Çünkü nev’i, devamlı doğumlarla baki ka­lır. Doğumlar ise şehvet kuvvesi ile muntazam olur. Beden, hıfz ile afetlerden korunabilir. Hıfz (koruma) düşmanlara ga­lip olmak, zarar kapısını bağlamak ve bedenin zulüm ile zararlandırılmasını menetmektedir ki işte bu manalar gazap kuv­vetine münhasırdır.
Bu hayvanî fiilin sevabı, emellerinin dünya âleminde mey­dana gelmesidir. Öldükten sonra bunun için bir sevap bekle­nemez. Çünkü bu hayvanî fiil de, bedenin ölmesi ile ölür gi­der. Hayvanî ruh kıyamette dirilmez. Zira o, diğer hayvanla­ra benzemektedir. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk’ın hitabına mazhar olmak kabiliyeti de yoktur. Buna göre hitaba kabili­yeti olmayan, sevap da bekleyemez. Bu hayvanî fiilin bir feyz ve sevabı olmamasındandır ki öldükten sonra bir daha diril­mez. Ölünce, varlığı da ölmüş olur, saadeti de yok olmuş olur.
Nâtık (konuşan-akıllı) sıfatı ile sıfatlanan insanın fiiline ge­lince; hu fiil, bütün fiillerin en şereflisidir. Çünkü insan ruhu, ruhların en şereflisidir. Binaenaleyh insan nefsinin fiili, âlem­lerdeki san’atları düşünmek ve varlıklardaki güzellikleri tefek­kür etmektir. Yüce âlemi arzu etmektedir. Aşağı ve bayağı mevkileri, kötü ve adi yerleri sevmez. Çünkü o, en yüksek makamdan ve ilk cevherlerdendir. Yemek, içmek, öpmek ve cinsî münasebette bulunmak, onun şanından ve gerekli şeyle­rinden değildir. Aksine onun fiili, hakikatların keşfine bakmak, tam ve mükemmel bilgisi ile karışıksız ve safi zihni ile derin ve ince mânaları idrak etmek ve görmekten ibarettir. Kalp gözü ile iç âlemi levh-i mahfuzu görür, düşünür, her türlü müca­dele ve gayret çareleri ile arzu ve istek hastalıklarından sıyrı­lır. Kâmil olan idraki ile, düzgün ve muhtevalı fikri ile diğer ruhlardan ayrılır. Bütün ömründe maksadı ve gayreti, mahsûsâtı (beş duyu ile duyulan, anlaşılan şeyler) süzmek, ma’ kulâtı (akılla bilinenler) -metafizik âlemi idrak etmekten iba­rettir.
Allah Teâlâ onu öyle bir kuvvet ile hususileştirmiştir ki diğer ruhların hiç birisi onun benzerine nail olmamıştır. O kuv­vet, nutuk-akıl kuvvetidir. Çünkü nutuk, meleklerin lisanıdır. Meleklerin harfle söylenen sözleri ve lafızları yoktur. Belki on­ların kendilerine has olan nutukları vardır ki o da duyuşuz id­rak, harfsiz ve sözsüz anlatmak ve anlamaktır. Binaenaleyh, insanın melekûta yani batın ve ruh âlemine nisbeti, mensup oluşu ancak nutuk vasıtasıyla muntazam olmuştur. Konuşma ve telaffuzdan ibaret olan nutuk, idrak manasına olan nutka tâbidir. Bu hakiki nutku bilmeyen kimse, hakkı ortaya çıkar­maktan ve anlamaktan aciz olur. İşte ruhun fiili, şu en kısa bir ifadeye sığdırdığımız şeydir. Bunun için pek çok izahlar varsa da biz özetledik. Çünkü bu risalede bizim maksadımız İnsanî kuvvetleri ve fiillerini açıklamak değildir. Bu mukaddimede yalnız muhtaç olduğumuz şeyi söyledik ve isbat ettik ve İnsa­nî ruha has olan şeyin ancak ilim ve idrak olduğunu bildirdik.
Bunun ise faydası pek çoktur. Bunlardan birisi, bir şeyi hatırlamak, tazarru (yalvarmak), taabbüd (kulluk etmek ve ta­nımak) dür. Çünkü insan Rabbini bildiğinde ve kendi bilgisi (ak­lı) ile Rabbının varlığını idrak ettiğinde ve müdrikesinde, zihn ile Rabbının varlığını idrak ettiğinde ve müdrikesinde, zihni ile Rabbmın lütfunu gördüğü vakitte, bu mahlukların hakikatle­rini anlamak hususunda gök cisimlerinde ve gezegenlerdeki yaratılışı tam olarak görür ve müşahade eder. Zira bunlar fesaddan, bozuk düzen bir yaradılıştan ve çeşitli terkiplerden uzak bulunduklarından, yaradılmışların en tam olanıdırlar. Gök ci­simleri için sabit olan bekâ ve idrâke; nefs-i natıkasında (idrak eden nefs) bir benzerlik görür. Yaradanı hakkında ve O’nun şanında tefekkür eder, derin derin düşünür. Bu suretle bilir ki halk -madde âlemive emir -nefs-i natıka ve ruh âlemiher ikisi de Allah’ındır. Nitekim bu mânada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Elâ lehulhalku vel emru” (Dikkat edin madde ve ruh âlemi Allah’ındır) ve yine bilir ki halk ve madde âlemine dökülen feyz, emir âleminden yani o ruhi cevherlerden iner. Bunu bildiğinden dolayıdır ki ruhî cevherler, mertebelerini idrak etmeye can atarlar.
O ruhî cevherlerin nisbetlerine yetişip kavuşmaya, onla­rın mertebelerinde onlara benzemeye sabır ve kararı kalmaz; ızdırap duyar, devamlı yalvarmaya başlar, hayrette kalarak Hakk’ı zikreder. Hemen namaza ve oruca sarılır ve hayatını çokça sevap kazanmaya adar. Çünkü insanı ruh için sevap vardır. Zira İnsanî ruh, bedenin yok olmasından sonra baki kalır. Uzun zamanlar geçmesiyle çürümez. Ona çürümek yok­tur. Ölümden sonra o dirilecektir.
Ben, ölüm ile ruhun cisimden ayrılmasını; ba’s ile yani di­rilmek ile de ferdi ruhun, ruhî cevherlere kavuşmasını kast edi­yorum. Ruhun sevap ve mutluluğu, yeniden dirilmesidir. Yani ruhî cevherlere kavuşmadır. Sevap kazanması, fiiline göre­dir. Fiili olgun olursa çok sevap kazanır. Fiili noksan olursa, mutluluğu kısa, sevabı az olur; hüzünlü ve gamlı olarak kalır. Hayır!.... Belki hakir (bayağı, değersiz), düşkün ve sefil olarak bırakılır. Eğer hayvanî ve tabiî kuvvetleri, kuvve-i nutkıyyesine (İnsanî ruha) galip gelirse, öldükten-sonra şaşkın; dirildik­ten sonra ise azgın ve haylaz olur.
Kötü ve çirkin kuvvetleri az olur; ruhu, kötü fikir ve çirkin aşktan ayrılır ve zatı (özü) akıl ziyneti ile ilim gerdanlığı ile süs­lenir ve güzel ahlâkı ile ahlâklanırsa; lâtif ve temiz olur ve se­vaba nail olup kavim ve kabilesi, hısım ve akrabası ile birlikte ahiretinde saadet içinde ebedî olarak yaşar.
İmdi, bu mukaddimeyi bitirdikten sonra deriz ki;
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Namaz dinin direğidir” Din, İnsanî ruhu şeytanın bulanıklıklarından, beşerî hatıralar­dan süzmek, temizlemek ve dünyaya ait kötü maksatlardan istek ve arzulardan yüz çevirtmektir.
Namaz ilk sebebe (Allah), yüce ve en büyük mabuda kul­luktur. Bu itibar ve bu manaya göre Allah Teâlâ Hazretleri­nin: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” âyet-i kerimesindeki “liya’budûn” kelimesini, “liya’rifûn” (bilsinler diye) ile te’vil etmeye ihtiyaç kalmaz. Çün­kü ibadet, İnsanî alâkalardan süzülmüş bir ruh ile ve beşerî bulanıklıklardan arınmış, pak ve temiz bir kalp ile ve Allah’­tan başka bütün bağlardan kurtulmuş bir ruh ile Vacibü’l Vücûd’u bilmektir. Bu takdire göre:
Allahu Teâlâ Hazretlerinin bir olduğunu ve varlığının kendi zatından olduğunu; zatı (özü) ve sıfatlarının bütün noksanlık­lardan uzak olduğunu bilmek ve kıldığı namazda ihlâsın (sa­mimi bağlılık) ortaya çıkışma ve tecelli edişine şahit olmaktır.
İhlâs ile şunu kastediyorum:
Allah’ın sıfatlarını o şekilde bilmelisin ki, o vecihde ne çok­luk için bir yol ve ne de (başka sıfatlar) izafesi için çıkacak ve kurtulacak bir yer vardır. Bu dediğimi yapan ve bu bilgiyi ger­çekleştiren kimse, fiilinde ve amelinde ihlâs etmiş ve namazı kılmış olur. O kimse sapıklık ve azgınlıkta  kalmaz. Bunu yapmayan ve bu bilgiyi uygulamayan kimse, iftira et­miş, yalan söylemiş ve asî olmuş olur. Allah Teâlâ bu iftira­dan, bu yalandan ve isyandan uzak ve münezzeh ve mukad­destir. Alî ve kavî yüce ve güçlüdür.
Şu mukaddimeyi bildin ve namazın açıklaması ve ne ol­duğu hakkmdaki sözlerimi anladınsa şimdi bil ki namaz, iki kısma ayrılmıştır:
1-                   Zahirî (dış). Bu kısım riyazî (hesap, ölçü, vakit ve adetle ilgili)dir. Zahire ilişkindir.
2-                   Batınî (iç). Bu hakiki namazdır ve batına lazım gelir.
Zahirî namaz, şer'an (hukuken) kılınması emrolunmuş ve nasıl kılınacağı bildirilmiş olan bir takım özel fiillerdir ki kanun koyucu yani Cenab-ı Hak, onu mükelleflere farz etmiş ve onu imanın kökü ve temeli kılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem : “Na­mazı olmayanın imanı olmaz, emaneti olmayanın da imanı olmaz” buyurmuştur.
Zahirî namazın sayıları bilinir, vakitleri tayin edilmiş ve isim­lendirilmiştir. Şeriat, onu ibadetlerin en şereflisi kabul ederek derecesini diğer ibadetlerin hepsinden üstün saydı. İşte riyazî olan bu zahir kısım, cisimlere bağlıdır. Çünkü bu kısır namaz, şekillerden, kıraat, rükû ve secde gibi rükünlerden r. aydana gelmiştir. Cisim de toprak, su ve ateş gibi unsurlardan ve rü­künlerden ve bunların dışında bir takım benzer mizaçlardan meydana gelmiştir ki bu da insan bedenidir. Binaenaleyh mü­rekkep (birleşmiş, terkib edilmiş) olan şey, mürekkep olan şeye bağlıdır. İşte kıraat, rükû ve sücuttan mürekkep olan, bilinen, tayin edilmiş bir dizi adetlere ve şekiller, yani namaz nefsi natıkaya gerekli olan ve gerçek namazdan bir eserdir.  Bu namaza âlemin intizâmı için bedenlerin siyasâtı manasına câri olur. Namzaın bu belirlenmiş sayıları ise insanlığın kurtuluşu için İslâmiyet'in kabul ettiği hükümlerdendir. Çünkü şeriat hem ruhî hakikatleri, hem de bedenî faydaların yollarını açıklar.
Şeriat, namazı; insan ruhuna mahsus olan dua ve niyaz ile yüksek cinsine benzesin ve bu fiil ve sıfat ile hayvanlar ve diger canlılardan aynisin diye, âkil ve baliğ olan insana em­retmiştir. Zira hayvanlar ilahî hitaba muhatap olmayıp, hesap ve cezaya da tâbi tutulmayacaklardır. İnsan ise ilahî hitaba mazhar ve muhatap olmuştur. Şer’î ve aklî emirlere itaatinden do­layı sevap verilir, itaat etmemesinden dolayı da cezayı hak eder, şeriat ise aklın izine tâbidir.
Kanun koyucu aklın, nefs-i natıkaya yalnızca, Allah’ı bil­mekten ibaret olan hakiki namazı vacib kıldığını görünce, o namaza bağlı olarak bedene de zahirî namazı teklif etti. Ve hususi sayılardan terkib etti. Bu namazı en düzenli bir nizam ve en mükemmel bir şekilde ve gayet güzel bir şekilde tanzim ve tertip etti ki bedenler -her ne kadar mertebede ona uygun değilse de kullukta ruhlara uymuş olsun.
Yine şâri (kanun koyucu) insanların hepsinin akıllar de­recelerine yükselemeyeceklerini, yüksek olan ruhî derecele­re çıkamayacaklarını ve binaenaleyh onlara bir dinî hüküm ve tabii durumlarına aykırı olan mükellef tutacak bir bedenî iba­det lazım geleceğini bildi. Bu sebeple bir yol açtı ve insanları hayvanlara benzemekten korumak ve kurtarmak ve diğer hay­vanlardan ayırmak için onların da görünüşleri ile ilgili ve her görenin gözünü dolduracak, hayret ve takdirini artıracak şekilde bulunan namazın vakit ve rek’atlerine mahsus olan sa­yılardan meydana gelen umumî bir ibadet esası kurdu. Bu ha­reket ve adetlere (namaza) bağlanmayı umuma emretti ve Cenâb-ı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de bende gördüğünüz gibi kılınız” hadis-i şerifiyle namazın rükünlerine riayeti kesin olarak bize emir buyurdular.
Namazda, aklı olanlara gizli olmayan birçok maslahat (menfaat) ve umumî bir çok faydalar vardır. Bu maslahat ve faydaları bilmeyenler, bilgisizliklerinden dolayı her ne kadar ona yaklaşamıyorlarsa da bu fayda ve maslahat apaçıktır.
İkinci kısım namaz, batınî hakiki namazdır. Bu namaz, sa­mimi ve saflaşmış bir kalp ve bütün arzuları terkedip temiz­lenmiş bir ruh ile Hakk’ı müşahede etmektir. İşte bu kısım, bedenî ibadet ve hissî olan bedenî rükünlere dâhil değildir. Ancak bu namaz, temizlenmiş hatıra ve baki ruhlar mecra­sında cereyan eder.
Buna dayanarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem çok defa bu haki­kati idrak etmekle meşgul olduğu için, bu durum onu bazen namazın sayısına uymaktan alıkoymuş ve bazen namazı uzat­mış, bazan da kısaltmıştır.(Seferde)   Akla dayalı namaz, işte bu na­mazdır. Bu hususun isbatında akıl, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisine dayanmaktadır: “Namaz kılan Rabbine münacaat eder, yani Rabbı’na gizlice niyazda bulunur.”
Rabb’a dua etmenin bedenî uzuvlar ve hissî lisanlarla ol­madığını âkil olan bilir. Çünkü böyle bir mükâleme (dialog) ve böyle bir dua, mekânda ve zaman içinde olan bir varlıkla olur. Hâlbuki Bir olan ve noksanlıklardan münezzeh olan Al­lah’ı mekân kaplayamaz. O, zamandan uzaktır. O’na herhangi  bir yön tayin edilemez, sıfatlarından hiç biri değişmez ve hiç bir zaman zatı başkalaşmaz, bozulmaz. O halde duyulan, bedenî kuvvetleri ve cismi ile mekân ve zamanda bulunan, sınırlı, cisimden ve bir şekilden meydana gelen bir insan nasıl olur da bütün bunlardan uzak olan Yüce Allah ile karşı karşı­ya gelebilir?
Bütün sınırlar ve yönlerden münezzeh ve mukad­des, cemali görülemeyen bir zata nasıl münacaat olunabilir?
Çünkü Mutlak Varlık olan Allah, fizik âlemi için gaybî bir var­lıktır, duyuların O’nu hissetmesine imkân yoktur ve bir me­kânda bulunmamaktadır. Halbuki cismin âdeti şudur ki, münacaatını ve bir arada olma işini ancak gördüğü ve işaret ede­bildiği kimse ile yapabilir. Kendisine bakamadığı ve göreme­diği kimseyi, gaib ve uzak sayar. Gaip ile münacaatta bulun­mak ise muhaldir. Vacibü’l-Vücudun şu cisimlerden gaip ve uzak olması ise zaruridir. Çünkü cisimler, değişmeleri ve be­dene sonradan gelen arazları kabul etmektedirler. Bu değiş­meleri kabul eden cisimler, mekâna ve kendisini koruyan ve saklayan bir saklayıcıya muhtaçtırlar. Cisimler ağırlıktan ve yo­ğunlukları sebebiyle yeryüzünde sabit ve ber-karar olabilirler.
Kendilerini zamanın çevreleyemediği ve hiç bir mekânda bulunmayan ve kesafetten, yoğunluktan uzak bulunan müfret (tek-ferdî) cevherler bile (tezat) düşmanlığı ile anılan şu ci­simlerden ve sıfatlardan çekinir ve kaçınırlar. Vacibü’l-Vücud (Allah) ise bütün ferdî cevherlerden çok yüce ve noksanlık­lardan münezzeh olma yönünden pek yüksektirler. O halde duyulan ve cisimleri bulunan varlıkların onunla münacaat et­meleri ve birlikte olmaları nasıl doğru olabilir?
İmdi Vacibü’l-Vücudun herhangi bir yönde ve mekânda bulunmasının apaçık bir muhal, imkânsız olduğu sabit olmuş­tur. Bu böyle olunca derunî mânalar ve zihnî, kalbî düşünce­ler konusunda, Hak Tealâ’ya zevahir-cismaniyet ile münaca­at etmenin de muhaller muhali olduğu ortaya çıkmıştır. Bu taktirde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin, “Namaz kılan Rabbına mü­nacaat eder” manasındaki buyruktan; zaman ve mekandan uzak ve ayrı olan nefs-i natıkanın Hakk’ı bilmesine hamledi­lir. Bu nefisler, Hakk’ı akıl ile görürler ve ibadet edilmesi ge­reken Allah’ı, Rabbanî olan kalp gözüyle görürler, cismanî göz ile değil. Buna göre apaçık bir şekilde anlaşıldı ki; gerçek namaz, ancak kalp gözü ile müşahede ve sırf kulluktur ki bu da ilâhî sevgi ve ruhî görme (kalp gözü ile)den ibarettir. İşte bu açık ifadeden namazın iki kısım -zahir, batın olduğu anlaşıl­dığına göre; şöyle dememiz gerekir:
Şahısların, bir takım belirlenmiş hareketler, rükünlerle kıl­dıktan namazın riyazî olan zahirî kısmı; terkip edilmiş, sınırlı ve bayağı olan şu cüz’i cisimin; oluş ve bozuluş âlemimizde, faal akıl ile tasarrufta bulunan kamer (ay) felekine yalvarma­sı, dua etmesi, arzu duyması ve beşer dili ile ona dua etme­sinden ibarettir. Çünkü kamer feleği, varlıkları terbiye eden ve mahlûktan idare edendir. Ve yine zahirî namaz, namaz kı­lan kimsenin, bu âlemde yaşadığı müddetçe, zamanının afet­lerinden korunabilmesi için kamer feleğine sığınması ve faal akıl ile kendisini muhafaza ve kulluk etmesinden ve ona ben­zemesinden dolayı hallerin intizamına riayet etmesini kamer feleğinden istemesi demektir.
Şekillerden ve değişmelerden ayn olan namazın hakikî, batınî kısmına gelince: Bu kısım, namaz kılanın, Allah’ın birli­ğini kalbi ile anlayan ve bilenin, nefs-i natıkası ile hiçbir yöne işaret etmeden ve bedenini karıştırmadan Rabb’ına yalvarması ve dua etmesidir. Aynı şekilde mutlak varlıktan, kendisini gös­termesini ve bu müşahede sebebiyle ruhun olgunlaşmasını is­temesi ve onu; Mutlak Varlığı bilmesi sebebiyle saadetinin ta­mamlanmasını dilemesinden ibarettir.
Aklî emir ve kutsal feyiz, samevî akıldan nefs-i natıka du­rağına işte bu namazla iner. Ve bedenî bir yorgunluk ve İnsa­nî bir teklif olmaksızın, nefs-i natıka işte bu kullukta mükellef tutulur. Namazı bu şekilde kılan kimse, hayvanî kuvvetlerden ve onun tabiî neticelerinden kurtulmuş, aklî derecelere yük­selmiş ve ezelî sırları ve mânaları öğrenmiş olur. Cenab-ı Al­lah şu âyet-i celile ile, işte bu namaza işaret buyurmuştur: “Şüp­hesiz namaz, kötü ve haram şeylerden meneder. Allah’ı zikretmek, en büyüktür. Allah, yaptığınız ve işlediğiniz şeyleri bi­lir.”
Namazın mahiyetini anlatmak, kısımlarını izah ve her iki kısmı açıkladıktan sonra sıra, her bir kısmın kimleri ilgilendir­diğini ve hangi kimselere sahih (uygun) ve yeterli olduğunu bildirmeye geldi.
Şimdi diyoruz ki -şefkatli dostum yukarıda kısaca izah et­tiğimiz gibi insanda aşağı âlemden ve yüce âlemden şeyin mev­cut olduğunu açıkça anladım. Buradan, namazın bedenî ha­reketlere ve ruhî hakikatlere ayrıldığı da ortaya çıkmış oldu. Bu her iki kısmın açıklamasını, bu risaleye layık olacağı suret­te kâfi miktarda bildirdik ve şimdi -bunu biraz daha izah ederek diyoruz ki:
İnsanlar kendisinde mevcut oian ruhî kuvvetlerin tesiriy­le, farklı farklıdır. Kendisine tabiî kuvvetler (nebatî ruh) ve hay­vanî kuvvetler (hayvanî ruh) galebe eden kimse, bedenine âşık­tır. Bedenin düzenini, terbiyesini, sıhhatini, yemesini, içme­sini, giymesini, menfaat cezbetmesini ve zararı uzaklaştırma­sını sever. İşte bu kimse hayvanlar kısmından ve zümresindendir. Onun hayatı, bedeninin alışık olduğu şeylere düşkün­lükle doludur. Vakitleri, şahsi işlerine bağlıdır. Yaratılışındaki hikmeti ve Hakk’ı bilmemektedir. Kendisi için gerekli ve üze­rine vacip olan şu namazı kılmaya karşı tembellik etmeye hiç bir cevaz, izin yoktur. Üzerine vacib olan şeyi yapmaya cüret eden kimse, kanuni yönden sorguya çekilir ve o vacibi yap­maya zorlanır ki faal akla ve devreden feleke yalvarma, arzu ve sığınma kaybolmasın. Bu suretle faal akıl, onun üstüne ken­di kereminden feyzini döksün ve varlığı azabından onu kur­tarsın, bedeninin arzu ve isteklerinden kurtarsın ve isteklerin gayesine ve sonuna ulaştırsın. Çünkü o kimseden, faal aklın feyz ve merhametinden azıcık bir hayır (iyilik) kesiliverirse o kim­se, kötülük ve fenalığa koşup, sürüklenir; yırtıcı hayvanlar­dan daha aşağı derecelere düşer.
Fakat ruhî kuvvetleri, cismanî kuvvetlerine galip gelen kuvve-i nâtıkası, arzu ve isteklerine hâkim olan, nefsi, dünya meşguliyetlerinden ve süflî (bayağı-aşağı) âlemin engellerin­den sıyrılıp kurtulan kimse ise hakiki olan emir ve ruhanî olan kulluğa ulaşmıştır.
Anlattığım bu saf namaz, vaciplerin en şiddetlisi ve farz­ların en kuvvetlisi olarak işte bu kimse üzerine vaciptir. Çün­kü bu kimse, nefsinin paklığı ve temizliği ile Rabb’inin feyzine kabiliyet kazanmış ve hazırlanmıştır. Bu kimse, yüzünü Rabb’ inin aşkına çevirir ve ibadetlerinde güçlük ve zorluklara katlanırsa; bütün iyiliklerin en yüksek mertebeleri ve ahirete ait bütün mutluluklar ona ve onun tarafına koşarlar. Yani o kimse iki âlemde de mutlu olur.
O kadar ki, o kimse, cisminden ayrıldıkça ve dünyadan uzaklaştıkça Rabb’ını müşahade eder. İlâhî huzura kabul edi­lir. Kendi cinsinin yani mes’ut ruhların komşuluklarının lezze­tiyle lezzetlenir ki bu komşular melekût (ruhlar âlemi) sakin­leri ve ceberût (ilahî isim ve sıfat âlemleri) âlemlerinin şahısla­rıdırlar.
İşte bu namazdır ki, en Ulumuz ve dinimizin muktedası, önderi olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem üzerine, peygamberi­mizin bedeninden soyunduğu, arzularından arındığı bir gece­de (Miraç) vacip olmuştur. Bu sırada onunla beraber beşeri­yet izlerinden hiç bir şehvet ve tabiat gereklerinden hiç bir kuv­vet baki kalmamıştı. Ruhu ve aklı ile Rabb’ına münacaat etti ve dedi ki:
“Ya Rab! Bu gecemde garib ve anlatılmaz bir lezzet bul­dum. O lezzeti bana daimi olarak ver ve beni o yola sok ki, o yol beni her vakit bu lezzete ulaştırsın!” Bu niyaz ve istek üzerine Allah ona namazı emretti ve buyurdu ki: “Ya Muham­med! Namaz kılan, Rabb’ma münacaat eder.” Rabb ile gizlice konuşur.
Binaenaleyh, zahirî namaz kılanların namazdan aldıkları zevk ve nasip az, batınî ve hakikatli kılanların zevk ve nasibi ise pek çok ve tamdır. Nasibi en tam olanın sevabı da en mü­kemmeldir.
Pek acele yazdığım bu risalede, namaz hakkında kısaca söylemek istediğim şey, bundan ibarettir. Namazın mahiyeti­ni ve her iki kısmını izah ve açıklamaya almaktan uzun süre çekinmiştim.
Fakat gördüm ki halkın ukalâ geçinenleri namazın zahirine karşı tembellik etmekte; batını ise hiç düşünmemek­tedirler. Bunu görünce namazın mahiyetini açıklamaya ve an­latmaya lüzum hissettim. Şunun için: Aklı olan düşünsün ve namazı iyice incelesin ve araştırma konusu yapsın ve riyazî kısmının kime vacip, ruhanî kısmının da kimi ilgilendirdiğini bilsin; olgun ve faziletli akıl sahibine kulluk yoluna girmek ve namaza devam etmek kolay olsun. Rabb’ma münacaatında sözü ile değil özü ile, ten gözüyle değil can gözüyle, hissi ile değil sevgisi ile ve iç duygusu ile lezzet alsın.
Rabb’ını şahsı ile isteyip, gözü ile görmek isteyen ve kul­luğunda ve münacaatında hissi ile cismi ile hareket eden kimse gururludur, aldanmıştır. O kimsede Allah’ın bilgisinden iz yok­tur.
Şeriat emirlerinin hepsi, şu risalede şerh ettiğimiz şekilde cereyan etmektedir.
Hususî ibadetlerin hepsini sana bu şekilde açıklamak is­temiştik. Fakat her bir kimsenin bilgi sahibi ve haberdar ol­ması doğru olmayan şeylerden bahsetmek bize müşkil ve zor göründü. Bundan dolayı yalnızca namaz hakkında açık ve doğ­ru bir taksim ortaya koyduk. Hür olana işaret kâfidir.
Nefsinin arzu ve hevası kendisini azdırmış ve kalbi tabiat mührü ile mühürlenmiş olan kimselere bu risalenin gösteril­mesini yasaklıyorum. Çünkü erkekliği olmayan, cinsî lezzeti tasavvur edemez. Anadan doğma kör, bakma ve görme lez­zetine inanamaz.
Engellerin çokluğu ve boş zamanımızın azlığına rağmen şu risaleyi yalnız Allah’ın yardımı ve sonsuz olan büyük lütfü ile yarım saatten daha kısa bir zamanda yazdım. Risaleyi tet­kik edenlerden ve üzerine akıl feyzi ve adalet nuru dökülen­lerden beni mazur görmelerini ve kendilerine bir zararımın do­kunmasından emin olsalar bile yine de sırrımı yaymamalarını ve herkese söylememelerini dilerim. Çünkü her hal ve şan, Yaratanla beraberdir. Benim durumumu ve şanımı ancak Ya­radanım bilir, başkası bilmez.
Hamd ve sena âlemlerin Rabb’ı olan Allah’a mahsustur.
Kaynak:
 İBN-İ SÎNÂ, Prof. Dr. Mehmet N. BOLAY, Türk Büyükleri Dizisi: 82
 Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1988, ANKARA




Ord. Prof. Dr. A. SÜHEYL ÜNVER’in
ÜÇ MAKALESİNDEN DERLENMİŞTİR.
Şark’ın Türk âleminde yetişmiş, Garb’da hayatından bin sene geçmesine rağmen hâlâ ilim ve marifet ve müspet ilim araştırmalarında sönmez bir ışık olan Buhâra’lı İbn Sînâ’mızın bugün de bütün dünyada en baş düsturları­mızdan olan sözlerine burada tekrar değineceğiz.
Onun ruhunun bize hâlâ hâkim olduğu XX. asrın son beşte birinde gönlümüz onun, cidden hayat tecrübeleri süzgecinden geçmiş sözlerinin binlercesinden üzerinde işleme en güzellerinden seçmek ve bunları hayatta bizi ileriye götürecek anayasamızda yer almasını istemek yerindedir. Onları yaşayamadığımızın bir nişanesi olarak seçtiklerimizi birlikte yeniden ortaya koymayı ihmalimiz bizim için ziyandır ve acı neticeler vermektedir. Bu cihetle yeni ve lüzumlu bir seçime girdik.
İbn Sînâ’nın bu sözleri zihnî olgunluğunun meyvelerindendir. Kendi ayarında büyük mütefekkirlerin aforizmalarını yapmaları ilerlemelerinin bi­rer ölçüsü mesabesindedir. Bunlar zaman zaman insanların doğru düşünce­lerinin, kendilerinde olduğu gibi diğer insanlarda da çoğalması lüzumlu sayılmalıdır. Zira İbn Sînâ gibi büyük insanların çoğalmaları lüzumunu da hatırlatmaktadır. Onun için bu sözleri benimsemek icabeder. Biz de bu deneme ile mecbur olduğumuz bir vazifeyi yerine getirmeye çalıştık ve tam yapa­madığımıza inanarak bu tecrübelerimizin en yenisini yine eskilerinden sıra­lamakla yetindik.
Kaynaklarımız bibliyografyamızda görüleceği üzere çok çeşitlidir. Hep el birliğiyle bu gibi kaynaklardan seçmeler yapmayı denemeliyiz. Biz yarım asrı dolduran araştırmalarımız esnasında bunları topladık. İşte bunları misal olarak sunmayı uygun bulduk, Herkes her konuda burada zikrolunmayanları toplamalı ve ayrı yazılarla bildirmeyi vatan borcu saymalıdır.
Binlercesinden çok az birkaçı :
Zaman bir ağız ise ben onun diliyim. (1)
Bana hased edenleri bir tarafa attım. Adlarını anmadım. Onların ise bütün ömürleri hased ile geçti, (1)
Bir kimse kendisinin ne olduğunu bildikten sonra kendisini bilmeyen­lerin onun hakkında söylemekte oldukları sözlerin onun nazarında hiç bir önemi ve etkisi yoktur, (1)
Sana karşı bir hata eden kimse özür dileyecek olursa onun özürünü kabul­de tereddüt etme... (1)
Rızk için biç kıvranma; şuraya buraya saldırma.. Herkes nasibinden fazla bir habbeye nail olamaz. (1)
Kişinin aklı bol olursa zamanındaki kıtlıktan ona bir ziyan olmaz. Kıt­lığa rağmen o, aklının bolluğu sayesinde boş yaşayabilir, (1)
İyiliklerin en faydalısı sadakadır. En iyi huy herkesin eza ve cefasına katlanmaktır, kimseye ses çıkarmamaktır. Yapılan işlerin en kötüsü riyakârlıktır, insan canını dedikodudan, münakaşa ve kavgadan ve her­hangi bir hale karşı infialden çekmedikçe, çekemedikçe kir ve pastan temizlenemez. (1)
Dünya dediğin budur : Kenetlenmesi kırılmak ve yapılması yıkılmak içindir. (1)
Nice sevap zannolunan şeyler vardır ki sevap değil hatadır. (1)
İnsan avunur, aldanır; günler ise durmadan geçer, ilerler. (1)
Taliin (kısmet) yüz göstermesinin ucu, kulpu, sebat ve kararı yoktur. (1)
Zenginliği bulmuş, akıl ve idraki kaybetmişlerdir. Acaba bulmuş olduk­ları şeyle kaybettikleri değerce bir midir? (1)
Buna ihtiyarlık derler; elbette saça, sakala kır düşecektir. İstersen saç ve sakalındaki akları kes, yol, istersen ört. (1)
İhtiyarlara hürmet eyle ve onları azizlemeyen gençlere darıl!.. (1)
Darılmada pek ileri gitme .. Tasrih ve tayini bırakıp kinaye ile söz söy­leme. .. (1)
Öfkelenildiği vakit haykırılmamalıdır. (1)
İnsanın ruhu kandil, hilm aydınlığı ve İlâhî hikmet te ondaki zeytinyağı terkibidir.
Benim fazilet sahibi bir hekim olduğumu çekemiyorlar. Kendilerinin ce­hilleri karşısında faziletlerimi görmek onlara ağır geliyor. (1)
Onlar kendi akıllarıyla beni çekiştirmekte, didiklemekte olmalarıyla bana bir fenalık yaptıklarını zannediyorlar. Bence onların beni çekiş­tirmeleri, dağ keçilerinin dağa tos vurmalarına benzer. (1)
Tâun vakt-i vebada çok vâki olur ve belli yerlerde de çoktur. (2)
Çok kere kanser olup gizli kalır. Ve ona iyi gelecek odur ki seretan tahrik olunmaya. Zira dokunulursa helâke sebep olur. İlaçlanmayıp terk olunur­sa hastalığın müddeti uzar. Görünürde hastalık küçük ve yeni başlamış ise içeri dalacak dal ve budaklarıyla tamamen alınırsa hastalık ortadan kaldırılır. (2)
Seksüel birleşmede ileri gitmiyesin. Bu durumda ileri gitmemek sağlık yapısının temelidir. (3)
Yemek ile karnını tamamıyla doyurmadan önce yemekten elini çek. (3)
Bağırsağını üçe ayır. Biri yiyecek, diğeri içecek, üçüncüsü de hava payı olsun. (3)
Eğer tozlar ve dumanlar olmasaydı insanoğlu bin sene yaşardı. (3)
Her ne istersen sor, korkma. Her hastalığın devasını bilen ve her söyle­diğini anlatmaya kadir kimsenin karşısındasın. Tıbbın gizli sırlarını sana haber verir. Bukrat, (Hipokrat) Batlamyus, Sokrat, Calinos’tan sonra bu mey­danın sahibi benim. (3)
Sanat tabiattan daha zayıftır. (4)
Her insanın sevinmeye ve mahzun olmağa kudreti vardır. Fakat insanla­rın bazısı feraha ve bazısı da daima hüzne müsaittir.
Çokça âdet edinilmiş şeyler maruf olmayan sebeplerdir. Çünkü çok alı­şılan şeye akıl ve zekâsı ulaşmaz. (4)
Ferahın arka arkaya gelmesi ferahı hazırlar. Yine kederin arka arka­ya bulunması da kederi ve sıkıntıyı hazırlar. (4)
Her kalbi kuvvetli olan çok sevinen olmadığı gibi her çok sevinçlinin de kalbi kuvvetli değildir. (4)
Kızgınlık çabuk geçerse hayalde tesiri sürmez, bozulur ve kin hâsıl ol­maz. (4)
Perhiz tabiatın yardımcısı ve her türlü dert ve hastalıklardan kurtaran şifacısıdır. (5)
Fevkalâde muhtaç olmadıkça hiçbir ilaç ve şerbeti içme!.(6)
Her hastalığı yapan bir kurttur (mikroptur). Yazık ki onu görecek elimizde âlet yok­tur. Temizlik bu gibi kurttan ileri gelen hastalığın önünü alır. (7)
Bukrat Hekim ne güzel demiştir: ilaç hem temizler, hem fenalık yapar. (8)
Her uzvumuzun kendisine göre bir mizacı vardır. Ruh mizacının diğer uzuvların tabiatı ile karışmaya ihtiyacı yoktur. (8)
Eğer ben insanların gönüllerinde bir tesir ve sevgi bırakmamış olsay­dım benimle ilgilenmezler ve leh ve aleyhimde bulunmazlardı. (9)
Bana yan yan bakıyorlar; çünkü ben yüceliğin uğrunda çalışarak gece­lerimi sabah ettim. Onlar ise sabahlara kadar uyudular. Sevmeyerek baktıklarından beni fena görüyorlar. Severek baksalardı, bende fena görmekte oldukları şeylerin iyi olduklarını anlarlardı. (9)
Ey beni hasta olmayan gözleri ile hastalandıran güzel! Senin gözlerin beni hasta ettiği gibi aynı zamanda benim hastalığımın dermanıdır. (10)
İhtiyarlığın rengi benim sakallarımın yanında bir ihtar nişanıdır ki bana yolsuz davranışlar, kötü işler yapmaya meydan kalmadığını bildirir. Bana bu akları boya diyenler oldu. Ben de onlara şöyle dedim: Ben bu ihtiyarlığı, bu ak saç ve sakalı diri olarak üzerimde taşımak istemiyorum. Bir de onları siyah boyaların altına gömüp ölü olarak nasıl taşıyayım. (10)
Sırrını herkesten sakın ve daima kuşkulu ol! Çünkü akıllı olmak demek kuşkulu olmak demektir. Eğer sen sırrını saklarsan sır senin esirin olur. Onu açığa vurursan sen onun esiri olursun.
Benim gönlümün kırılmaz sabrı, senin gönlünün de erimez sertliği var. Şu halde sevdiğim, aşk ve sevda yolunda ikimiz de iki katı taşız. (10)
Nice cansız insan vardır ki yüksek mertebelere erişmişler ve kocamanlaşmışlardır. Bunların cansız olmalarına rağmen büyümelerine şaşılmaz mı ? (10)
Dünyanın haracını kendisi alan padişah benden daha mutlu, ve hiçbir Bey benden daha bahtiyar değildir; fakat siz bu zevki bilemezsiniz. Dünya hırsı peşinde olanların gözleri bunları seçemez, onlar tek göz­lüdür. (10)
Bildim ve anladım ki hiçbir şey bilinmemiş ve hiçbir şey anlaşılma­mıştır. (11)
Şu anda öyle bir haldeyim ki her ne görüyorsan onu tanrım (Rabbim) diye görü­yorum. (12)
Malın seni aldatmasın. Eğer malını koruyup saklarsan o başkalarınındır. ondan sarfettiğin senindir. (13)
Ey hevâ vü hevese bağlanmış nefis! Acele et ki bir nefesin himayesindesin. (14)
Rindin dünyalıktan bir yudum şarabı var. Serhoş olunca onu da elinden bırakır. Şeyhin iyi, kötü yüz bin ilişiği (muttasılı-bağlantısı) var. Muttasıl bu iyidir, bu fenadır diye ıkınır. Pek tuhafı budur ki uzağı görmeyen insanlar, rindi avam takımından, şeyhi de Huda-perest sayar. (14)
Avam topluluğu tarafından reddedilmeyip kabul edilmek için kendini eşek yapma.(Komedyen). Çünkü avâmın işi eşeklikten, hırıltıdan başka olamaz. (15)
Şarap ruhun gıdasıdır. Onun rengi uzaktan gölün rengiyle alay ediyor. Şarap içen ahmak bunu içince hemen elini kılıca veya bayrağa götürürse bunda şarabın ne günahı var. Eğer Ebû Ali İbni Sînâ gibi şarabı hikmet yoluyla içecek olursan, Hakk’a kasem olsun ki vucudun mutlak hak kesilir. (16)
Tıb ilmi iki beyte sığdırılmıştır. Ye, söylemenin güzeli de kısa söylenmesindedir. Az ye! Yedikten sonra hazmoluncaya kadar başka bir şey alma! Zira şifa yemeğin hazmolmasındadır. İnsanın sağlığını bozan yemek üzerine yemek yemektir. (17)
Belâlar seni sıkıntıya sokarsa “Elem neşrah” sûresini düşün. Zira orada her güçlük iki kolaylık arasındadır, der. Bunu düşün de ferahla.. Zira sıkıntı sürüp gitmez, sonu selâmettir. (17)
... Elinden geldiği kadar cimâi azalt.. Zira onunla rahme akıtılan hayatın suyudur. (18)
Kara toprağın dibinden (yani arzın merkezinden) ta Zühal’in evcine (ucuna) kadar cihanın bütün zor noktalarım hallettim. Her fikrin ve her cümlenin kaydından çıktım, fırladım. Her bağ açıldı fakat ecel bağı açılmadı. (19)
Günün birinde hekimlerden vukuf sahibi birine sordum: Saçımın sakalı­mın ağarması nedendir, dedim. O da (balgam) dandır dedi. Bunun üzerine sıkılmadan o zata “Sözünde hata ettin. Balgamdan değil, belki gamdan­dır” dedim. (20)
Ey feleğin hareketlerinden gafil olan kimse.! Allah seni uyandırsın, ne kadar gafilsin. Sakladığın surette malın başkası içindir. Maldan ne ki harcarsan işte o senindir. (21)

DİPNOT-BİBLİYOGRAFYA:
1.                İbn Ebi Usaybia, Tabakatü’l-etibbâ’da İbn Sînâ biyografisi şiirlerinden. Ord. Prof. Dr. Şerefeddin Yaltkaya tercümesi.
2.                İbn Sînâ’nm Kanûn’unun Tokatlı Hekim Mustafa Efendi tercümesinden. El yazı­sıyla 19 cilt defter. Ragıp Paşa Kütüphanesi nüshası, vr. 49, 134, 150. Eskilerin vebai-sâri (bulaşıcı hastalıklar), tâun seyyar (Peşte) sözüne uyarcasınadır.
3.                İbn Sînâ’nın tıbdan küçük Urcûze’si. Ord. Prof. Şerefeddin Yaltkaya tercümesinden. Türk Tıb Tarihi Arkivi N. 3, 1935. arabca asılını Beyrutlu Osman Efendi verdi.
4.                Berthelot, La chimie des anciens, 1889, Paris, p. 260,,
5.                İbn Sînâ’nın bir manzumesi. Köprülü Ktp. Fazıl Ahmed Paşa Kısmı N, 792.
7.                Bursalı Hekim İbn Şerif, “Yadigâr!, cildinin metni dışında. I. Sultan Hamid Ktp. N. 1040.
8.                Veteriner Osman Rahmi, Tababet-i Îlâhîyeden Bir Nebze. 1334 (1908).
9.                İbn Sînâ’mn kalp ilaçları eseri, Kilisli Rıfat çevirisinden.
10.              İşârât Şerhi bitiminde. Râgıp Paşa Ktp. N. 847.
11.,             Bir mecmuadan. Ayasofya Ktp. N. 4829. M. Şerefeddin Yaltkaya tercümelerinden.
12.,             Şerh-i multahha’u Çağmînî. Topkapı Sarayı Müzesi III. Ahmed Ktp. N. 3003.
13.              Bir mecmua sonunda, İbn... bunu ölürken söylemiştir. Süleymaniye Ktp. Reisül- küttab N. 1200.
14.              Rûhü’l-beyân sahibi Bursalı İsmail Hakkı el yazısıyla. Süleymaniye Ktp. Esad Ef. N. 3369. ve Köprülü Ktp. N. 1353.
15.              Bir mecmua. Süleymaniye Ktp. Lala îsmail N. 579.
16.              İstanbul Üniversite Ktp. N. 235.
17.              Müntehâbu Sıvânü’l-hikme. Köprülü Ktp. N. 902.
18.              Şifâü’l-Eskaam dışında İbn Sînâ’nm bir şiirinden. Süleymaniye Ktp. Cârullah Ef. N. 1521. Üstadım Nazmi Tura çevirisinden.
19               Mu’cezü’l-kanûn boş yerinde. Üniversite Ktp. Yıldız kitapları N. 237.
20.              Mecma’u’l-fusehâ’dan.
21.              Nûnîye şerhi. Hüseyin Avni’nin. Süleymaniye Ktp. Esad Ef. N 3420. vr. 23 ve N. 3431.
22.              Süleymaniye Ktp. Esad Efendi N. 3396. Boş yerinde bir kayıttan,
İBN SÎNÂ AFORÎZMASI LİTERATÜRÜMÜZ BİBLİYOGRAFİSİ :
    İbn Sînâ Hayatı ve eserleri hakkında çalışmalar. Dr. A. S. Ünver î. Ü. Tıp Tarihi Ensti­tüsü N 49. 1955
    İbn Sînâ’nın Güzel Sözleri. Yücel m. N 29. 1937
    İbn Sînâ Tababeti ve Fikirleri. Birim N 7. 1937
    İbn Sînâ ve Sözleri T. Tıp Tarihi Arkivi N 5 1938
    İbn Sînâ’nm manzum bir nasihati T. T T. arkivi N 14. 1939
    İbn Sînâ diyor ki. Yeniden doğuş T. T. T. arkivi N 19-20. 1944
    İbn Sînâ’nın hissi ve müspet mahiyette sözleri. İstanbul Klinik dersleri d. N 10. 1950
    İbn Sînâ Aforizması üzerine. İran’da Nisan 1954. İbni Sina hicri bininci yılı ihtifalinde Farsça ve Fransızca tebliğim. İbn Sînâ hayatı ve eserleri eserinde.
    Diğer dillerde yayınlar. İbn Sînâ Hayatı ve Eserleri.
Kaynak: İbn Sînâ Doğumunun Bininci Yılı Armağanı, Atatürk Kültür, Dil Ye Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları VII. Dizi — Sa. 80 Derleyen, Ord. Prof. Dr. AYDIN SAYILI, Türk Tarih Kurumu Basımevi 19 8 4— Ankara sh: 243-249

---
Aforizmaları
Kısa kelimelerden daha ufak ve daha az şeylerden dolayı bu, şuna hased eder, ve bunu, şu kendisine rakip görür. Size yüksel­mek ve göklerin muhitine çıkmak yaraşır. Daha ne vakte kadar bu merkeze sıkışıp kalacağız [1].
Her işte ihtiyatı elden bırakan ve düşünüp taşınmadan bir işe başlıyan kimselerin peşiman olmaları tabiidir [2].
Kişinin aklı bol olursa zamandaki kıtlıktan ona bir ziyan ol­maz. Kıtlığa rağmen, o aklının bolluğu sayesinde hoş yaşayabilir [2].
Ölüyor, hâlbuki elde edilmiş bir şey yok. Bilmediğini bildi­ğinden başka [3].
Benim gibi bir kimsenin küfrü lâf ile, kolay olmaz. Benim imanımdan daha sağlam bir iman olamaz. Âlemde benim gibi birisi bulunsun, o da kâfir olsun. Öyle ise hiç zamanda bir müslüman bulunamaz [4].
Sevgilim geceyi çevirmek, tekrar bir gece icad etmek için siyah saçlarının örgülerini çözdü. Fakat bu siyah saçlar arasında parlayan yüzü onu geceyi çevirmekten âciz bıraktı [5].
Tanrı hem iç ve hem dışdır ve her şeye her şeyle tecelli et­miştir. [6]
Gönül (yâni akıl) bu çölde çok koştu. Bir kılı bilemedi, halbuki çok kıl yardı. Gönlümde bin güneş parladı. Nihayet bir zer­renin kemâline yol bulamadı [7].
Herkim hadiselerden ibret alırsa başı sert ata benzeyen felek ona râm olur [8]

DİPNOT-BİBLİYOGRAFYA:
1-  Ayasofya K. No. 4829 S. 5 ve 82, bu şiiri İbni Ebî Usaybia «Tabakatül Etıbba» da Farabînin olmak Üzere zapteder.
2-  İbni Ebî Usaybia «Tabakatül’Etibba’ da Ebu Ubeydi Cuzcaniden naklen  İbni Sina hâl tercümesinden «Şerafettin Yalkaya».
3-  Şehid Ali Paşa K. N. 2793 ve No. 2853 ölürken söylemiş.
4-  İbn i Sina’nın farsça bir Rubaisi. Kilisli Hacı Abdurrahman Fazıl’ın «Kıya» risalesinden Kilisli Rıfat Bey tercümesinden. Ayrıca Köprülü K. No 489 Üçüncü Sultan Ahmed K. No. 3308 Köprülü K. Fazıl Ahmet Paşa K. No. 1680
5-  Topkapı Sarayı Müzesi Üçüncü Sultan Ahmet K. No. 3303 (Şerhi Mulahhasul' Cagmini) de.
6-  Hamidiye K . Lala kısmı No. E.79 da kayıtlı mecmuadan.
7-  Halet elendi K. No. 773. Atıf efendi K. N .; 2257 Şehid Ali Paşa K. No: 2251,86 beytin birinci beyit.
8-  Berthelot-La Chimie des Anciens. Paris 1889 p. 260.

Ruhunun yüzünü kendisinin mensûp olduğu kudsî âleme çevir; işte burada ölüyorken ruhunun ebedî yaşaması bu suretle olur [1].
Ben yüksek mertebelerin en yükseğine çıkmak isterim. Aşa­ğı bir mertebeye aslâ razı olmam. Ya istediğim bu yüksek mertebeyi isterim veya ölüm beni yere verir [2].
Tarak saçları düzeltmek için kullanıldığı halde kılların bazıları bu tarama ile yerlerinden kopar düşer. [3]
Gençliğimin hisleri ve sevgilimle vakit geçirdiğimiz yerlerin izleri yok oldu. Onlar bir vakit ne kadar terütaze, ne kadar canlı idiler. [3]
O gençliğimin izleri benim gözyaşlarımdan soldular. Ağardı­lar. Sevgilimle yaşadığımız yerler ise bulutların döktükleri yaşlar ile yeşillendiler. [3]
Solan gençlik, açık surette ölümünün geldiğini haber veriyor. Sevgili ile yaşadığımız yerler ise yeniden yeniye diriliyor. [3]
Bu dünyadan nefret etmiş ve ondan kurtulmağa can atmakta bulunmuş kimse burada, tuzağa tutulmuş ve harekete mecali kalma­mış bir kuşa benzer. [3]
Her şeffaf ne ziyâdar ve ne de muzlimdir. Kendisinden ancak görme keyfiyeti nüfuz eder... Göz ziyadâr olan cisimleri idrâk eder, Semâ hava gibi bir cismi şeffaftır. Ziyânın kendisine vurmasıyla ziyâlanmaz ve ziya da mahrumiyetle muzlim olamaz. Semanın görü­nen rengi ise hakikî olmayan bir emri hayâlidir [4].
Sabah vakti ortalığın ağarması gibi ihtiyarlıktan sakalların ağarmağa başladı. Onların gecenin zulmeti gibi önce karlığı gitti. [4]
Sen artık ne zamana kadar aşk ve sevda peşinde dolaşacaksın? İhtiyarlıktan saçına ve sakalına düşen aklar gökteki şahablar gibi­dir. Senin gençliğin de gûya Allah’ın evinden kovulmuş bir şeytan­dır ki bu şahablarla recmolunmuştur [4].
Kara çamurun tepesinden zuhalin tepesine kadar cihanın hep müşkiilerini hallettim, Her nevi mekrû hiyle bağlarından fırlayıp çıktım, Her bağ çözüldü. Ancak ölüm bağı kaldı. [5].
Ahmaklıklarından na’şi kendilerini cihanın allamesi sayan bu iki üç cahil arasında bulundukça sen pek eşek ol ki bu cemaât müfrit eşekliklerinden dolayı kim ki değilse onu kâfir diye anarlar [5].
Her kim hâdiselerden ibret alırsa başı sert ata benzeyen felek ona râm olur [6].
Ey âdemoğlu, annen seni, ağlayarak doğurmuştur. Halbuki et­rafında bulunanlar sevinçlerinden gülüyorlardı. Öldüğün gün senin için onlar ağladıkları zaman sen gülücü ve mesrur olmağa çalış [7].
Çokça itiyat edilmiş olan şeyler maruf olmayan sebeplerdir. Çünkü çok itiyat edilen şeye şuur lâhik olmaz.
Bir takım diğer nefsanî sebepler vardır ki bunlar ruhanî ferah ile kederden birisini hazırlarlar. [8]
DİPNOT-BİBLİYOGRAFYA:
1-  Üçüncü Ahmed K . N. 3255 de kayıtlı mecmuadan.
2-  Nuruosmaniye K,N. 4484. 14m m
3-  İbni Ebî Usaybia’nin (Tabakatületibba) eserinde İbni Sînâ Hal tercümesindeki şiirlerden seçilmiştir. N. 25-32 Dostlarından Ebü Sait Ebülhayra yazdığı vasiyetnamedir.
4-  Köprülü K. N. 191 de boş bir yerde yazılıdır.
5-  Veled Çelebi İzbudak, İbni Sina - Hekim Senâyî, gayri matbu makalesinden (40-41)
6-  Halet efendi. K N. 773 Atıf Efendi K. 2257 Şehit Ali Paşa K. 2251.85 beyitlik pendnâme'den birinci beyit.
7-  Reşid efendi K. 1057. Bunun aslı başkalarına atfolunmuştur.
8-  Berthelot-la chimie des anciens Paris 1889 P. 260

Kaynak: Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü Ord. Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER,  İBNİ SİNA- HAYATI ve ESERLERİ HAKKINDA ÇALIŞMALAR Etudes sur la vie et les oeuvres d’ Avicenne, İstanbul Üniversitesi Tıp Tarîhi Enstitüsü N. 49 Bürhaneddin Erenler Matbaası 1955, İstanbul sh: 111-116;136-140




[1]  Gürgânc (veya Ürgenc): Özbekistan illerindendir. Amu-Derya nehrinin Aral gölüne döküldüğü yere yakın bir şehirdir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar