Print Friendly and PDF

İBNİ SİNA’NIN EDEBİ YÖNÜ




Şairliği
İbn-i Sina aynı zamanda içli, lirik, derin bir şairdi. Şiirlerini Arapça ve Acemce yazıyordu. İbn-i Sina ki­ tabının folklora ait dördüncü kısmında Kilisli Rifat onun 900 tarihlerinde yazılmış türkçe bir kıt’asını da neşretmiştir. Eğer o kıt’a da hakikaten ona aitse o büyük filozof üç dilde şiir yazmış demektir.
İbn-i Sina yalnız rasyonalizmde kalmamış mistizme de çıkmıştı. Meşşaîlik ile İşrakîliği, yâni Aristoculuk ile yeni Eflâtunculuğu birleştirdiği için felsefesinin temeli ve gövdesi akla dayanırken zirvesi tasavvufun vecdile titriyordu. Onun tasavvufu Fârabî’den de ayrıdır. Fârabî’nin nazarında tasavvuf enfüsî bir haldi. İbn-i Sina’ca tasavvuf ise
«Haddi kemale eren bir ruhun en yüksek hazzıdır.»
İbn-i Sina, şi’rinin gıdasını işte o hazdan aldı. (Onun mutasavvıflığma ilerde ayrıca tasavvuf bahsinde temas edilecektir.)
Onun bütün şark edebiyatında felsefî şi’rin bir şaheseri olarak sa­yılan meşhur «Ruh kasidesi» hakikaten mistik fikir derinlikler ile yüklü bir bediadır. Her şark dilinde bir sürü şerhleri yapılan bu Ruh kasidesini bizde de Abdürrahman Sami Paşa ilk önce Şinasi’nin «Tasvir-ül-Efkâr» ında tefrika edilen «Rümuz-ül-hikem» isimli meşhur eserinde uzun uza­dıya şerhetti. Bu şiirden bir iki parçanın mealini görelim :
En yüksek ve en yüce bir yerden, izzet sahibi akçıl bir güvercin, ihtiyarı olmaksızın, sana geldi, indi. Bu güvercin herkesin gözünden gizlidir. Halbuki o sana yüzünü açmış ve yüzüne peçe koymamıştır.
Ona seninle birleşmek güç gelmiş, o sana zorla alışmıştı. Halbuki senden ayrılışın da nice kereler ona güç geldiği vardır. O zaman, o senden ayrıldı diye feryat ve figan içindedir.
O güvercin baştan burada oturmağa tenezzül etmedi. Burada kendisine enis yoktu. Lâkin sonradan alıştı. Ve bu bomboş, otsuz, susuz, çorak harabeyle ülfet peyda etti.
Akçıl güvercin ayrıldığı koruda geçirmiş olduğu zamanları hatırladıkça gözlerinden seller gibi yaşlar akıtır. Çünkü onu ağır bir tuzak tutmuş, uçmak­tan alakoymuş, ve tıkıldığı kafes onu ilkbaharın fezalarından mahrum etmiştir.
Koruya dönüş vakti yaklaşıp geniş fezada uçmak vakti kendini gösterince... Ve toprakta bir müddet kendileriyle beraber yaşamış olduğu şeyleri arkasında bırakıp, bir daha onlara bakmamak üzere onlardan ayrılınca... O artık bir şa­hikanın tepesinde durmadan şakıyor. O yükselmişti, çünkü ilim yükseltir.
O acaba o yüksek şahikadan bu aşağı olan çukura niçin inmişti? Onu Tanrı yükseklerden alçaklara kemal tahsilinden başka bir hikmet üzerine indirmişse o hikmetin ne olduğunu bilen yoktur. Yok, onun bütün gizlileri bilmesi İçin böyle yere inmesi lâzım idiyse nice kimseler vardır ki bu gizlileri bilmeden bedenleriyle ruhları birbirinden ayrıldı.
Gûya ki o, akçıl güvercin, koruda bir şimşek gibi parıldadı, sonra da gûya hiç parıldamamış gibi oldu.
İbn-i Sina ki o kadar hücumlara uğradı; onun ki o kadar muarızları vardı, onu kıskananlar, onun karşısında güneşe tutulmuş kibrit gibi sö­nük ve sünepe kalanlar, onlar her fenalığı yapacaklar da İbn-i Sina hiç mukabele etmeyecek mi? Onun mısraları da muarızlarına karşı dilimle­me şimşekler gibi çakmaktadır: ,
Eğer ben insanların gönülleri üzerinde bir tesir ve heybet bırakmamış ol­saydım benimle meşgul olmazlar, beni yermekle uğraşmazlardı.
Aslandan korkulmamış olsaydı, onu avlamak için çukur kazıp düşürmeğe çalışmazlar, onu avlamağa doğrudan doğruya giderlerdi. Aslandan korkulmasaydı onun korkusundan köpekler ayıp ayıp üremezlerdi.
Bana onlar kem kem bakıyorlar; çünkü ben yücelikler uğrunda gecele­rimi sabah ettim. Eğer onlar bana sevgi gözüyle bakmış olsalardı bende fena gördüklerinin iyi olduklarını görürlerdi.
Yaygara yapan zayıf adamdır. Kuvvetli adamın sükût ve sekinetinde granit kayaların kudreti sezilir. Zayıflar saldırsın, kuvvetli adam işte dağ gibi duruyor:
Onlar kendi akıllarınca beni çekiştirmekle fenalık yaptıklarını sanıyorlar. Onların beni çekiştirmeleri dağ keçilerinin dağa tos vurmalarına benzer.
Sevgiliye teraneler. İbn-i Sina’nın lirik tarafı: .
Benim gönlümün kırılmaz sabrı, senin gönlünün yumuşamaz pekliği var. Şu halde sevdiğim ikimiz de sevda yolunda iki katı taşız.
* * *
Sevgilim geceyi geri çevirmek için siyah saçlarının örgülerini çözdü. Fa­kat bu saçların arasında parlayan yüzü onu geceyi geri çevirmekten âciz bıraktı.
* * *
Kalbimdeki iştiyak bahçelerine seher vakti visalinin nesimi esti. Akıl fi­danı zevkinden sallandı, üzerindeki muhabbet incileri yerlere döküldü. Visal güneşleri doğup ışıklarının huzmelerile hicap perdelerini yırttılar.
Şaraba medhiye; gece çalışa çalışa yorulduğu zaman gelen uykuyu yakut kanadiyle koğan şaraba medhiye.
Şarap ruhun havasıdır, ruh onunla teneffüs eder. Onun rengi uzaktan gü­lün rengiyle alaydadır.
Şarabı içen ahmak onu içince elini ya kılıca, ya bayrağa götürürse şara­bın günahı ne? Eğer onu Ebû Ali Sina gibi içersen Hakka kasem olsun ki vü­cudun mutlak hak olur.
Durgunluğa hareket ve uyuşukluğa feveran veren şarap. Donukluk onunla cilâlandı. Kâinatın bir vecidle yaratılışı; o yaratılışın vecdinde şarabın hassası vardır, onun için şaraptan eski bir şey yok, o evvellerin evveli:
Ey arkadaş kalk, yeni doğmuş ahu yavrusunun kam gibi şeffaf olan şa­rabı, herkesin içinde, bana dolu dolu ver.
Güneşin burçlara girmesi gibi «lâhut» ta şarabın «nasut» una girmiştir.
Eski bir musiki parçasını dinliyerek eskimiş bir şarap içiyorduk. Her es­kimiş şey ne kadar kadîm olsa onun bir evveli vardır. Halbuki şarap evvellerin evveli ve başlangıçların başlangıcıdır.

Aynı zamanda yüksek bir edib olan İbn-i Sina’nın biri adapte, diğeri telif olarak iki hikâyesi vardır. Birincisi Selaman ve Ebsal, İkincisi Hay İbn-i Yakzan. Birinci hikâyenin aslı meşhur Arab mütercimlerinden Hüneyn tara­fından Yunancadan çevrilmişti. Hikâyenin yunanca aslı meydanda yoktur. Bunun Arabca tercümesinden de ilk defa beşeriyete İbn-i Sina bahsetti. Bu­nu şüphesiz Samanoğlunun sarayındaki o meşhur kütüphanede görmüş olacak. Yunancadan Arabcaya maledilen, asıl müellifi de belli olmayan ilk Selaman ve Ebsal hikâyesinin mevzuu şudur :
Tufandan önce hükümdar Hermanus (akli fa’alin timsali) bütün sırlara ve kâinat muammasına vakıf tır. Bunun İklikolas namında filozof bir arkadaşı var. (Aklı fa’ale yukarda gelen feyz) Hükümdarın tek derdi çocuğu olmamasıdır. Çünkü kadınlardan nefret ediyor. Kendini sade­ce akla ve ilme vermiş. Kadın ise iğvadır, ondan uzak kalmak lâzım.
Peki hem kadın isteme, hem çocuk iste; filozof arkadaşı bunun çaresini bulur. Hükümdarın menisini nebatî bir mahlûka telkih eder. Selaman na­mında bir erkek çocuk dünyaya geldi. (Nefsi natıka) Onu emzirmek için Ebsal namında genç ve dilber bir kız tutulur (nefsi natıkanın tekemmülüne âlet olan bedenî ve hayvani kuvvet.)
Hükümdar Memun’un, filozof arkadaşına, -gösterdiği bu dirayetten dolayı, şükran olarak ne isterse .yapacak. Filozofun istediği tek şey büyük bir ehram yapılmasıdır. Biliyor ki tufan olacak. O zaman herşey gibi ilmin sırları da mahvolup gidecek. Öyle bir ehram yapılmalı ki onu ne su yıksın, ne ateş yak­sın, ne zelzele devirsin, dünya durdukça duracak bir ehram. İlmin sırları onun içinde saklanacak. (Ehram suret ve maddenin, yâni ebedî dayanıklığın sembolü.)
Hükümdar bir değil, iki ehram yaptırdı, biri kendi, öteki arkadaşı için. Kendi ehramına hâzinelerini ve ilim düsturlarını koyacak, ve ölünce ehram ay­nı zamanda onun kabri olacak. Bu ehram yedi kattır, her katın arası iki yüz kulaçtır. İçine ilmin bütün tılsımları kondu. Kapılar gizilidir, görünmeyecek tarzda yapılmıştır. O kapıları ancak en yüksek âlim keşfedip açabilir.
Selaman sütten kesildi, çocuk süt ninesinden ayrılmamak için feryat edip duruyor. (Nefsin bedenî lezzete temayülü.) Bülûğa kadar onu süt ninesile be­raber bıraktılar. Bülûğdan sonra kıza âşık oldu. Hükümdar hiddet İçindedir. Oğlu ve veliahdı kendini kadına kaptırıyor öyle mi? Çocuğu çağırdı. Gidilecek iki yol var, biri akıl ve felsefe, bu aşağıdan yukarıya çıkıştır, öteki kadın ve şehvet, bu yukarıdan aşağıya iniş. Hangisi üstün, iyi düşün!
Çocuk düşündü, hem babasına itaatten, hem de Ebsal’den ayrılamıyor. Öy­leyse gündüzleri kendini ilme verecek, geceleri de Ebsal’e. Hükümdar baktı ki oğlunu kızdan ayırmağa imkân yok. Kızı öldürtmeğe karar verir. Fakat veziri Hernus buna mani oluyor. Eğer böyle bir katil yaparsa sonra hanımanı yıkılır. (Nefsi natıkanın bedensiz yaşıyamıyacağı.)
İki genç başlarında dönen tehlikeyi sezince mağrip denizinin ötesine kaçar­lar. Hükümdarın yedi delikli ve tılsımlı altın bir fülütü var. Onları öttürünce yedi iklimden haber alıyor. Hangi iklimi cezalandırmak isterse fülütün o gözüne kül koyup üfler. Hükümdar bu fülütle onların hallerini gördü ve onları ceza­landırmak için şehvetlerini ibtal etti. Onlar birbirlerini sevdikleri halde birbir­lerine kavuşamıyorlar. (Yaşlandıktan sonra bedenî takatsızlığa rağmen nefis te­mayüllerinin baki kalması.)
Selaman bu halin hükümdarın hiddetinden ileri geldiğini anladı. Çektiği çileler de canına tak etmiştir. Nedamet içinde gelip hükümdardan af diler. (Akıl kemale doğru gidiyor.) Hükümdar onu varis yapmak için kadından kat’î surette el çekmesini şart koydu. Dünyayı ancak akıl idare eder. O da ilerde dünya idare edecek. Öyleyse akimı başına alsın. Hayır, hayır Selaman kızdan ayrılamıyor. İkisi el ele yererek denize atıldılar. Hükümdar suyun ruhaniyetine hulûl etti. Selaman kurtuldu, kız battı. (Ölümden sonra -bedenin çürüyüp ruhun baki kalığı.)
Oğlan kurtuldu, fakat kızı düşünüyor. Hali çok feci. Hükümdar anlar, onu yâlnız denizden kurtarmak değil, asıl bu dertten kurtarmalı. Bunu vezir Kalmikolas üzerine alır. Ebsal’i tekrar ona kavuşturmak için oğlanla beraber , bir mağarada itiikâfa çekildiler. Kırk gün oruç tutacaklar, genç ber yedi günde bir orucu bozup yeniden bağlıyacak. Vezir boyuna Zührenin dualarını okuyor. (Zühre, yâni Venüs, aşk ve şehvet ilâhesi.)
Kırkıncı gün Zühre göründü. Delikanlı asıl güzelliğin hârikaengiz tecel­lisini asıl şimdi görmüştü. Işıklı bir kamaşma içinde, o kadar ahü vah ettiği Ebsali derhal unuttu. Bütün kalbile ilâheye tutulmuştu. (Şehvetten kurtulup aşka yükseliş.) Gün geldi, zaman geçti, Zühre’den de bıktı. Hükümdarlık işini ele almak için kendini ilme verdi. (Aklın kemale erişi.)
Artık Ebsal’in gözlerindeki perde yırtılmıştır. Tahta oturdu. Gözü önünde hakikâtler tabaka tabaka açılıyor. Eski havailikler hep uçup gitti. Macerasını yedi altın levhaya yazdırdı, yedi yıldıza ait duaları da yedi altın levhaya yaz­dırıp hepsini babasının kabri başına, yâni ehramın en saklı yerine koydu.
Eflâtun akıl ve felsefe sayesinde ilim düsturlarına muttali’ oldu. Gizli kapıların nasıl açılacağını keşfetti. Fakat zamanın hükümdarı buna müsaade etmedi. (Burada Eflâtun’un Mısır seyahatine telmih var:) O da bu gizli ilimleri ve o kapıların açılması sırrını şakirdi Aristo’ya öğretti. İskender ki Aristo’dan hikmet tahsil etmişti, Mısır’a geldiği zaman Aristo da yanındadır. İkisi birlife. ehramın gizli kapılarını açtılar. İçerdeki şeylerden yalnız altın levhalar çıkarıldı. Kapı tekrar kapandı.
Nâsıriddin Tûsî 672 (1273) «Elişarat» a yazdığı İbn-i Sina’nın şerhde vücuda getirdiği Selaman ve Ebsale hakkında malûmat veriyor. Burada hikâyenin psikolojisi ve şahısların hüviyetleri değişmiştir. Hikâye bambaşka mahiyet almış bir hale geldi:
Selaman ile Ebsal’ iki erkek kardeştir. Birincisi büyük, İkincisi küçük. (Birincisi nefsi natıka, İkincisi nazarî akıl.) Ebsal’i yetiştirip büyüten Selaman’dır. (Nefsin akıldan önce inkişafı.) Daha genç olan Ebsal daha güzel, aynı za/manda dirayetli, cesur, âlim, edib, ve gayet iffetlidir.
Selaman’ın karısı (nefsi emmare, yâni şehvet) Ebsal’e âşık olur. O da kendi evlerinde. kendileriyle beraber yaşasın diye kocasını zorlar. (Şehvetin akıl kuv­vetine hâkim olmak meyelânı.) Ebsal kardeşinin teklifini kabul etmedi. Kadın­larla yaşamaktan müteneffirdir. Fakat Selaman dedi ki kendi karısı onun anası yerinde. Onun için kendileriyle beraber yaşamakta hiç bir mahzur yok. Ebsal hak verdi, ve teklifi kabul etti. (Akıl nefsi emmareden büsbütün ayrılamıyor.)
Ebsal’e karşı baştan bir ana rolünü alan kadın nihayet aşkını gizlemeyip izhar ediyor. Ebsal Yengesinin bu çirkin aşkını nefretle reddeder. Kadın ba­kıyor ki olmayacak. Tâbiyeyi değiştirir. Ebsal’i sonra yine, ele geçirmeK için kendi bakir kız kardeşini onunla evlendirmeğe karar veriyor. Ebsal de yen­gesinin pençesinden kurtulmak için o bakireyle evlenmeyi kabul eder. (Bakir ameli akıldır, onun Ebsal’e varması amelî akim nazarî akla tâbi olduğunu gösterir.)
Yenge kadın neye öyle hareket etti. Neye kendi sevdiği adama kendi bakir kız kardeşini verecek kadar yüksek bir feragat sahilbi gibi göründü? Çünkü nefsi emare âdî maksatlarını âli gibi gösteren bir aldatıcıdır. İşte şeytanî bir hile yaptı. Ebsale diyor ki: Kız kardeşi bakirdir, hiç erkek yüzü görmemiştir, gayet utangaçtır. O kadar ki Ebsal’e eğer gündüz gözüyle veya aydınlıkta görünürse utancından mahvolur. Onun için zifaf karanlık ve bulutlu bir gecede yapılma­lıdır.
Öyle yapıldı. Ebsal karanlık ve bulutlu bir gecede bakir zevcesini bekliyor. Kız geldi. Hemen göğsü onun göğsündedir. Ebsal hayret eder, o kadar mahcup kız böyle mi hareket etmeliydi? Birden bir şimşek çakar. Bir an içinde Ebsal yanındakinin kim olduğunu anladı. Bakir yerine o, yine ağabeysinin karısı.. Derhal kadını itti, ve uzaklaştı. Şimşek hakikatin nuru, sahtekâr âdilikleri açığa vuran şimşek.
Ebsal bu kadından kurtulmanın çaresini fütuhata çıkmakta buldu. Sela­man namına asker topladı, muntazam bir ordu vücuda getirdi. Zaten cesur ve dirayetliydi, iyi kumandanlık biliyordu. Dünyanın doğusundan batısına ka­dar» yer yüzünü fethetti. Onun için ilk defa «zülkameyn» olan, yâni mağriple maşrıkm sahibi olan Ebsal’dir. (Dünyaya akıl ile hükmolunur.)
Ebsal bu fütuhattan sonra tekrar vatanına döndü. Sanıyordu ki kardeşinin karısı kendisini unutmuştur. Halbuki kadın yine âşık. Ve Ebsal yine ondan müteneffir. Kadın artık aşkını kine tebdil ediyor. Artık Ebsal’i ortadan kal­dırmak lâzım. Diğer kumandan ve zabitleri rüşvetlerle elde eder. Ebsal baş­kumandan olarak düşmanla ‘harbe gittiği zaman onlar ayrılıp Ebsal’i yalnız bırakacaklar. Öyle yaptılar. Diğer kumandanlar ayrılıverdi. Ebsal’i yara bere içinde, öldü diye, harp meydanında yalnız bıraktılar. (Aklın İlâhî âleme ittisali, oraya kadar çıkamayan his, hayal, vahime gibi kuvvetlerin ayrılışı.)
Ebsal yaralıydı, baygındı, fakat ölmemişti. Dişi bir hayvan onu sütle bes­ledi, iyileştirdi. (Yüksek âlemde kendisine kemal izafe olunması.) Ötede Se­laman düşmanlarla çevrilmiş;< kardeşinin gaybubetine karşı dilhundur. Fakat iyileştikten sonra, tedarik ettiği askerlerle bir ordu teşkil eden Ebsal, bir hizır gibi Selaman’ın imdadına geldi, ve onu kuşatan düşmanı mahvederek ağabeyisini kurtardı.
Aşkı hâlâ kinle alevlenen kadın, bu sefer içerden iş gördü. Ebsal’in «Gazab» adındaki aşçısile «Şehvet» adındaki hizmetçisini elde etti. Onların vasıtâsile Ebsal zehirletti. (Aklın yaş ilerleyince gazab ve şehvete ve nefsi emmareye mağlûbiyeti.) Kardeşini kaybeden Selaman artık meyus ve ümitsiz, «hükümdar­lığı siyasî bir dostuna bırakarak tazarru ve dua için itikâfa çekildi. (Akıl .kuvvetini kaybeden nefsin beden hâkimiyetini de bırakması.) Selaman işlerin içyüzünü öğrenmek istiyor, kendini Allaha teslim etti; perde yırtılarak hakikat göründü. Selaman, cinayeti yapan üç şahsı da, karı­sını, aşçıyı, ve hizmetçiyi öldürttü. (Nefsin âhir ömründe nefsi emmareyi, gazabı, şehveti, herşeyi sıfıra indirmesi.)
Görülüyor ki İbn-i Sina’nın hikâyesi eski Selaman ve Ebsale’den büs­bütün ayrıdır. Felsefesinde de, ilimlerde de daima dinamik olan İbn-i Sina bu hikâyeye de daha sağlam bir psikoloji ve daha makül bir mahiyet ve­riyor .
Selaman ve Ebsal daha ziyade psikolojik bir hikâyedir. Bizim meleke­lerimiz arasındaki münasebetleri sembollerle canlandıran bir hikâye. İbn-i Sina, ismile de cismile de kendi icadı olan Hay İbn-i Yakzan hikâyesile, mevzuunu psikolojiden kaldırarak metafiziğe doğru yükseltti. Bu mü­him hikâyeyi üç kısma ayırabiliriz :
İbn-i Sina, yâni akıl, yurdunda oturduğu, yâni henüz bedende bulunup yüksek aklî işleri mülâhazaya eremediği
Hazırlık devri bir zamanda arkadaşlariyle, yâni his, hayal, gazb, vâhirne gibi melekelerile bir mesireye, yâni aklî işlerin düşü­nüldüğü bir yere gider. Orada yaşlı, fakat dinç; üzerinde uzun yılların tesirinden bir iz bırakmıyarak yaşlanmış, hem sevimli, hem muhteşem bir ihtiyar görür Bu, :«aklı fa’al» dir, yâni ilk akıl, Allahın ilk eseri.
İşte -bu ilk aklı temsil eden o dinç ihtiyar hikâyemizin kahramanıdır. Müellif onunla konuşmağa başlıyor: Adı «Hay»' dır, yâni diri, babasının adı «Yakzan» dır, yâni uyanık, memleketi «Beyt-ül-makdis» dir, yâni mukaddes olan akıl beldesi. İşi gücü âlemlerde seyahat etmekten ibaret. Babasından, yâni uyanık olan ilk illetten aldığı kudretle her şeyi öğrenmiş, cihanın künhüne varmıştır. Babasından bütün ilimlerin anahtarını aldı. O anahtarla bütün iklim­lerin ufuklarını bir anda açıyor. Kâinatın muammalarını yırtıp atan anahtar.
Söz «feraset ilmi» ne intikal ediyor. Bu, malûmlardan hareket ederek safha safha meçhulleri keşfetmek ilmidir. Hay işte bu ilimlerin son mertebe­sinden konuşuyor. O ilimle insanların içyüzü görünür. O görüşle kimlere yak­laşmak lazım olduğu anlaşılır. Yine bu ilim sana öğretir ki şendeki huyların bir takımı yaratılıştandır, bir takımı da sonradandır. Eğer sana nurlu bir  el değerse o huylar temizlenir, fakat aldatıcı 'bir el önüne düşerse...
Dinç ihtiyar ona, ondan hiç ayrılmıyan yanındaki arkadaşlarının ne ma­hiyet ve kıratta olduklarını anlatmağa başlar: Şu en önde duran uydurucu yok mu? O, hatalı şeyleri cilalayıp yaldızlar, onun doğrusunda eğriliğin kiri var­dır; gerçeği yalana çalar, fakat senin görmediklerinden ve göremiyeceklerinden haber getiren yine odur. Ona muhtaçsın, onsuz yapamazsın. Yalnız onda eğrile doğru Karışık olduğu gibi onun sana getirdiği haberleri iyice elemeği bilmek icap eder. Bu, muhayyiledir.
Sağındaki arkadaş, düşünmeden iş yapan, hemen harekete geçip, yerinden kalkınca artıik kulağına hiç bir söz girmiyen arkadaş; «yanan bir ormandaki ateş, veya yukardan aşağı doğru hızla inen bir sel, veya dişisini ariyan kızgın bir erkek deve, veya yavrularını kaybetmiş dişi aslan gibi önüne geçilmez olan» arkadaş; bu, gazabdır.
Solundaki arkadaş; nefsine ve zevkine düşkün aç gözlü obur; onun gö­zünü yalnız toprak doyurur. Karıdan ve karından başka bir şey düşünmeyen arkadaş. «Yemek yerken parmaklarını yutar; kapları kalaylar gibi yalar: ve aç kaldıktan sonra, pislik üzerine saldıran bir domuza benzer.» Bu, şehvettir.
Ey zavallı; bu arkadaşlardan ayrılamazsın; tek çare onların dizgini senin, yâni aklın elinde olsun. Yuları gevşetme. Ve onlar hakkındaki en hayırlı siya­set onları birbirine düşürmektir. Meselâ şu sert başlı huysuzu şu obur boşbo­ğaza musallat et, onların biri gazab, biri şehvettir; yalnız şehveti dinlersen ve- kar ve haysiyetin kalmaz, o zaman gazabdan yardım iste. Hiddet köpürünce şehvet ezilir; onlar çarpışsın ;ki sen hâkim olasın.
İlk iş bu arkadaşları idare etmektir. Hay’dan aldığı direktiflerle akıl, uzun yıllar o arkadaşlarını idareye çalıştı, bazan onlara yenildi, bazan onları yendi. Kâh birini yanma alarak diğerlerine, kâh diğerlerini alarak berikilere saldırdı. Artık onlar aklın hâkimiyetini aldılar ve akıl artık Hay İbn-i Yakzan’la be­raber seyahate çıkabilecektir. Bu,, aklın kemale yükselmesi; bu, kâinatın bü­yük muammasındaki enginliklere dalmaktır. Akıl seyahate çıkıyor.
Fakat fâni insanlar öyle Hay gibi daimi olarak seyahat yapamazlar. Çünkü onların o arkadaşlarından büsbütün ayrılmak ellerinde değildir. Onlardan ay­rılmayınca da seyahate çıkmak imkânsız. Onlar insanı yere bağlar. Onlardan ayrıl olmuyor, ayrılma seyahat yok. Peki ne yapmalı? Hay İbn-i Yakzan çareyi bulur: seyahatle ikameti münavebeleştirmek. Yâni gezerken arkadaşlarını bı­rakacak, ikamette de onlarla beraber olacak. Bu suretle hem fânilikten çık­mamış, hem de zaman zaman fânilikten kurtulmuş olacağız.
Seyahat yapılacak iklimler nerededir? Onların üç haddi var. Biri yerin yüzü ve göğün altı. Burası madde ve suret âlemidir. Buradan haberler alınıp verilmiştir. Buradaki nesnelerin çoğu öğrenildi. Fakat diğer iki hadde gelince: Onların biri mağribin, diğeri maşrıkın ötesinde bulunuyor. Yalnız fıtri kuv­vetlerle kalanlar oralara geçemez. Oralara geçebilmek için «hayat pınarı» nın harıl harıl akan sularında yıkanmak gerek. Orada yıkanır ve o sudan içersen üzerinden bütün gövde ağırlığı kalkar. O kadar hafifsin ki suda batma yok; o kadar hafiflik ki Kaf dağları bile zahmetsizce aşılıverir.
Bu pınar nerede? Karanlık kutupların ötesinde, o kutuplarda güneş yılda bir defa doğar. O karanlıklara korkmayıp dalanlar, onların ötesinde nurânur bir fezaya çıkarlar. Pınar işte o fezanın medlhdlinde bulunuyor. O kutuplar ne­fislerimizdir, o karanlık şüpheler ve hayretlerdir, orada güneşin yılda bir do­ğuşu akim şüpheleri çok nadir kovabilmesindendir. O pınara ulaşan ilme vardı. Ağır gövdeli insanlar ki gemiler gibi suda kalamaz ve kuşlar gibi dağları aşamaz, fakat ilmin gürbüz pınarlarından içenler, gövdede kalmış insanların varamayacakları yerlere ererler.
Seyahat ve seyran önce bize daha yakın olan mağribdeki hadden başlıyor. Mağribin en sonunda büyük bir deniz var. Güneş orada batar. Orada tahdit olunmayacak kadar geniş bir iklim uzanıyor. Orayı dışardan gelen yabancılar mamur etti. Güneşten mahrum olan o yerlere hep dışardan gelen 0 muhacirler birer nur getirdi. Buranın toprağı da çoraktır. İmar eden muhacirlerin işini diğer gelen muhacirler bozar. Onlar da yeniden imar eder, bu imarı da başka gelenler bozacak. Burası hep böyle yapış ve yıkış, dövüş ve öldürüş yeri. Sevinç oraya uzaklardan iğreti olarak gelir.
Bu anlatılan iklimi anladınız mı? Orası «heyula» ile «suret» yâni «madde» ile «Şekl» in çarpıştığı yerdir. Suret heyulâ’ya girerek ona şekil verir. Suretler sabit değil, değişiyor. Onun için orada «kevn» ile «fesad», yâni «oluş» la «bo­zuluş» hep taakup eder. O çorak ikilimi yabancı muhacirlerin mamur etmesi suretin heyulâya girmesindendir.
Oradan sema iklimine gidiyoruz. Orada da «suret» 1er var. Yani orası da maddî cisimlerle dolu. Fakat onlar yer yüzündekiler gibi değişip durmazlar. Orada şekiller hep aynı karardadır. Orada birbirini ezmek yok. Kimse kimse­nin yerini kapmıyor. Burası sabit yıldızlar diyarı. Herkesin kendi yerine ka­naati sabitelerin hiç değişmeyişlerindendir.
Sema ikliminin yer yüzüne en yakın olan memleketine gidelim. O mem­leketin ahalisi bize nisbetle ufak cüsselidirler. O memleketin sekiz şehri var. Burası aydır. Arza en yakın olan ay. Ahalisinin ufak cüsseli oluşu ayın Arz­dan daha küçük oluşundandır. Orada sekiz şehir bulunuşu da ayın hilâlden be- dire kadar sekiz şekle girişindendir.
Aydan sonra felekler diyarı başlıyor. Hay İbn-i Yakzan yanındaki aklı gezdirerek ona birer birer felekleri anlatıyor. Felekler yâni seyyareler diyarı. Aydan sonra işte Utarid’e vardık. Oranın halkı iyi yazı yazar, okumuş adamlardır.
Ondan sonraki memleket; bütün halkı yakışıklı ve güzel. Tasa yanlarına uğramaz. Hepsi şarkılar söyliyerek, sazlar çalarak, zevk ve neşe içinde yaşıyorlar. Başlarında da kadından bir hükümdar var. Onun ülkesinde şerrin adı bile geçmemektedir. Kötülüğün adı bile onların yüzlerini ekşitir. Onlar gülmek için doğmuş ve gülmek için yaşıyorlar. (Zühre’yi tanıdık tabiî, Yunanlıların Afro dit, Romalıların Venüs dedikleri güzellik ve aşk ilahesinin beldesi.)
İşte bambaşka ve büyük bir ülkedeyiz. Halkı çok iri cüsseli ve çok güzel yüzlüdür. Bunlarla, uzaktan muhabbet ediniz, hoş ve faydalı olur. Fakat on­lara fazla yaklaşmayınız, insanı rahatsız ederler. (Burası güneş memleketidir, Halkının iri cüsseli oluşu güneşin Arzdan daha büyük oluşundandır. Halkı­nın güzel yüzlü oluşu güneşin nurundan, onlarla uzaktan münasebetin hayırlılığı dünyaya ve insanlara verdiği feyizden, yaklaşmanın zararı da yakıcılığındandır.)
İşte garip bir memleket daha; halkı hep kavga ve gürültü içinde. Yer yü­zünün bütün kaçkınları orada toplanmış. Hükümdarları kırmızı yüzlü, gaddar, sözünde durmaz, a'hdü vefa bilmez biridir. (Tanıdık, harp ilâhı Merkür’ün beldesi olan Merih’teyiz.) Öteki memleket. Halkı hep hayırlı insanlardan mürekkep. Hepsi akıllıdırlar, filozofturlar, afif ve âdildirler. Herkese iyilik yapmakta eşsizdirler, Burayı da tanıdık, Müşteri, baş Tanrı Jüpiter’in memleketi.)
Halkı hep basiret ve teenni ile hareket eden Zühal'i de geçtikten, ve seyya­reler diyarını bitirdikten sonra işte «felek-i sevabit» e geliyoruz: Sabiteler ül­kesi uçsuz bucaksızdır; orası dünyadan büyük olduğu için. O ülkenin halkı çok kalabalıktır, sabiteler sayısız olduğu için. O ülkede şehirler yoktur, sabiteler şekillerini ve mesafelerini değiştirmedikleri için. Bu geniş memleket on iki sınıra Ayrılmıştır, on iki burç olduğu için. Ve bu geniş memlekete aşağıdaki memleketlerden ara sıra misafirler gelir. Seyyareler o kürelerden geçtiği için.
Sabiteler ülkesinden sonra sonuncu ve dokuzuncu felek, oranm adı «Feleki Atlas» dır. Onun hududunu bilmek kimseye nasip olmadı. Burada ne şehir, ne köy; burada gözle görünen şeyler de yok. Orası ruhanîlerin ve meleklerin diyarı. Yer yüzüne emirler buradan iner. (Gözle görünenlerin orada yeri olma­ması orada yıldızların bulunmamasındandır.)
İşte mağrip haddini bitirdik ve öğrendik. Tabiî Hay İbn-i Yakzan misafirle­rini boyuna gezdirmiyor. Onu zaman zaman arkadaşlarının yanın a, yâni fâniliğe göndermektedir. Mağrip haddinde «suret» le «heyulâ» nın yâni madde ile şeklin birleşmesinden doğan mevlûdları ve mahsulleri gördük. Acaba maşrık haddinde neler var?
Maşrık haddi, yâni doğu diyarı; orada «suret» le «heyulâ» nın ilk buluşuşlarını öğreniyoruz. Onlar henüz mahsul vermediler, fakat buluştular. Mürekkep değil basittirler. Oraya insan eli dokunmadı; ne ağaç, ne «hattâ ne de taş var. «Orası geniş bir çöl, büyük bir deniz, hapsolunmuş rüz­gârlar, ve kızgın ateşlerden ibaret» bir diyardır. Yâni toprak, su, hava, ateş; dört basit unsurun ülkesi. (Biliyoruz, eskiler bu dört unsuru basit sanırlardı.)
Dört unsur diyarından sonra madenler ülkesi, taştan pırlantaya kadar kıy­metli kıymetsiz her türlü maden oradadır. Yalnız nebat yok. Sonra nebatlar iklimi, orada da hayvan yok, sonra hayvanlar iklimi, orada da insan yok. Niha­yet insanlar âlemi: Orada göreceksin ki güneş şeytanın iki boynuzu arasında boğuyor, bu boynuzun biri yürür, biri uçar. Neden böyle?
İnsanın bir aşağıda kalan, bir de yukarı çıkan tarafı var. Yükselen taraf akıl ve ruhtur; bedenin bozulmasından sonra baki kalabilmişlerdir ki buna «doğ­mak» denir. Akıl ve ruh maddeden tecerrüt edip yükselebiliyorlar. Fakat diğer kuvvetler ve hassalar onlardan uzak kaldı, Arabcada «uzak» şeytan manasına gelir. Uzakta kalanlar, onlar şeytanlardır. Şeytanlar da iki çeşit: Yürüyenler, uçanlar.
Yürüyenler maşrıkın solundadır, onların kimisi hayvan, kimisi canavar şek­line girdiler. Hayvan şeklinde olanlar «şehvet», canavar şeklindekiler «gazab» dır. Bunlar yürütücü şeytanlar, çünkü bedeni tahrik ediyorlar. Uçan şeytan­lar ise idrak kuvvetleridir. Mevkileri daha muteber oldukları için onlar maşrıkın sağında bulunurlar. Uçar olmaları idrakin süratli oluşundandır. «Güneş şeytanın iki boynuzu arasında doğar» denmenin ne olduğu anlaşıldı.
Maşrıkın sağındaki «uçan şeytanlar iklimi» nin mahlûkları birbirine ben­zemez. Onlar birbirine zıd çeşitli mahlûkların birleştirilmesinden meydana gel­mişlerdir. Kanatlanmış insan, veya domuz başlı bir yılan şeklinde olurlar. «Ressamların yapmakta oldukları karışık ve türlü türlü timsallerin bu ik­limden alınmış olması da müsteb’ad değildir.» Anladık, orası muhayyilenin ik­limi, çeşit ve acip hayaller.
Bu iklimin hükümdarı, o hükümdarın ülkesinde beş ana yol, ve o yollar üzerinde beş posta var. Bu postalar silâhlıdırlar.. Diğer iklimlerden hem esir alırlar, hem haber getirirler. Yakaladıkları esirlerle getirdik­leri (haberleri kapıda oturan memura verirler. Memur dürülü ve mühürlü mek­tuplar içindeki o haberi, hükümdara arzedilmek üzere, hazinedara yol­lar. Esirleri de yanma alıp muhafaza eden de bu hazinedardır.
Artık hikâyenin edasına alıştığımız için çabucak anlıyoruzdur; vücudumu­zun kuvvetleri tıpkı bir hükümet gibi, hükümdar «ruh» tur. Beş postacı, eski­lerin «havası hamse» dedikleri beş hassanuzdır. Beş hassanun ilk' âmiri «hissi müşterek» yâni şuurdur, hazinedar, hafızadır, esirlerin orada kalışı havasımız­la elde edilen bilgilerin orada hıfzedilişindendir.
Gazab, şehvet, muhayyile, vehim gibi kuvvetlerle dolu iki boynuzlu şey­tanlar iklimini geçtikten sonra melekler diyarına giriyoruz. Bu diyarın Arza bitişik olan kısmında «yer yüzü melekleri» oturur. Bunlar da iki zümreye ay­rılmıştır: Sağdakiler bilici ve emredici, soldakiler emir alıcı ve işleyicidir. Birinciler yazdırır, İkinciler yazar. Bunlar ins ve cin ikliminin hem derinlik­lerine inerler, hem de göğün yüksekliklerine çıkarlar.
Yine anlıyoruz: Yer yüzü meleği «nefsi natıka» dır, yâni bizim manevî varlığımız. Onun sağındakiler «nazarî akl» ı, solundakiler de «amelî akl» ı temsil ediyorlar. Birincilerin sağda, İkincilerin solda oluşları bunların onlara tâbi oluşlarından ileri geliyor. Bu amelî ve nazarî akılların yere inmeleri be­deni idare etmelerinden, göğe çıkmaları da «aklı fa’al» den istimdad içindir.
Orayı da geçince göğün ötesine varıyoruz. Orası mavera âlemi. Her emrine itaat edilen «büyük padişah» oradadır. Onun emrinde olup ona hizmet edenler pâk ve temizdirler. Zulüm nedir bilmezler. Yemeleri, içmeleri; erkeklikleri ve dişilikleri yoktur ve bunlar medenîdirler, yâni şehirlerde otururlar. Oranın top­rağı da başkadır. Sırça ve yakut gibi çürümeleri en uzun zamanlara muhtac olan nesnelerden daha ömürlü bir toprak. Ve orada yaşıyanlarm ecelleri zamanın ötesine bırakılmıştır.
Bunlar seyyare dediğimiz semavî cirimlere müekkel olan kuvvetlerdir. Bun­ların temiz oluşları arzîlere mahsus hassalardan münezzeh oluşlarındandır. Zu­lüm bilmeyişleri gazabdan âri oldukları içindir. Yiyip içmemeleri ve erkeklik dişilik bilmeyişleri de şehvetten müteali olduklarındandır. Şehirlerde otu­ruşları müekkel oldukları seyyarelere hulûllerinden ileri geliyor. Toprakları­nın zeval bulmayışı seyyarelerdeki istikrarı anlatır. Bunlar feleklerin «his» leridir, felekleri hareketlendiriyorlar.
Onlardan sonra «büyük padişah» ın yakınında ve meclisinde olanların âlemi gelir. Bunlar iş işlemekten korunmuş ve iş görmekten yüksek tutulmuştur. Bunlar feleklerin «akıl» larıdır. İlk mebde olan «büyük akl» a en yakın olan­lar. Madde ile âlâkaları olmadığı için işten münezzehtirler. «Nefsi natıka» ora­ya kadar yükselince «mücerred akıl» mertebesine varmış oluyor.
En son, işte «büyük padişah», ilk akıl, ilk yaratma kudreti. O, tavsif edile­mez. Onu tavsif edeceğini sanan hezeyan söyler. O, bütün vasıfların üstündedir. Onu anlatmak için teşbih ve temsil yoluna gitmek te fayda vermez. Bilâkis teşbih ve temsil yoluna gidenler ondan uzaklaşırlar. Onun azası birbirinden ayrı değildir. O, her uzvunda bütünlüğün kudretiyle tecelli eder. Bunun için o, me­selâ, güzelliğini göstermek isterse bütün bir yüz, keremini göstermek isterse bütün bir eldir. Onun kendi güzelliği güzelliğinin perdesi oldu. Güzelliğinin şiddetinden güzelliğini göremezsin. Kendini dışa vermesi içte kalmasının sebebi olu­yor: Güneş gibi.
Hay İbn-i Yakzan ilâve etti: «İstesen arkamdan gel; seni ona götüreyim!»
Bu eser Şarkta ve Garpta çok tesirler icra etti. İbn-i Sina’nın neşren yazdığı bu Hikâye 504 (1110) te ölen Arab şairlerinden İbn-ül-Hebariye tara­fından nâzma çekildi. 1174 te İbn-i Arza tarafın­dan nâzmen ibraniceye tercüme olundu, ve bu tercüme 1736 da İstanbul’da tab’olundu. Bundan başka neşren de ibraniceye çevrilerek 1886 da Doktor Kaufmant tarafından Berlin'de basıldı. Mehron 1889 - 1899 araların­da muhtelif cüzler halinde bastırdığı İbn-i Sina eserlerinin birinci cüz’ünü Hay İbn-i Yakzan’a hasretmiştir .
Meşhur Acem şairi ve mesnevicisi Şeyh Attar’ın «Mantık-üt-Tayr» ına da bu hikâye esas oldu. Asıl mühimmi mağrip filozoflarından İbn-i Tufeyl 531 (1136) de İbn-i Sina’dan mülhem olarak «Hay İbn-i Yakzan» a- dile bir roman yazdı. İbn-i Sina’nınki bir hikâyedir. İbn-i Tufeyl o mücer­red hikâyeyi müşahhas bir roman şekline koydu. O romanda Hay İbn-i Yekzan ıssız bir adada tek başına bütün ilimleri keşfeder.
Bu felsefî roman 1671 de Lâtinceye tercüme olundu. 1700 de birinci­den farksız olarak ikinci bir tab’ı yapıldı. İngiliz ediblerinden meşhur Danyel Defoe (1661-1731) şöhreti bütün dünyayı tutan o dillere destan «Robenson» u işte bu İbn-i Tufeyl’in o romanından almıştır (Gerek İbn-i Tufeyl’in romanmı ve gerek Robenson’la mukayesesini bundan son­raki bahiste göreceğiz.)
Hay İbn-i Yakzan’ı Dante (1265 -1321) dahi gördü. Zaten İbn-i Sina’yı tanıdığını o meşhur «İlâhi Komedi» sinde onu cehenneme atmasile gös­teren Dante dahi eserinin kahramanını Hay İbn-i Yakzan gibi feleklerde do­laştırır . Dante, cehenneme yalnız İbn-i Sina’yı değil, İbn-i Rüşd’ü de attı ve onun Cehennem’inde zaten eskilerin, yâni Yunan ve Lâtinlerin, bir çok dehâları da yanıp durmaktadır .
Otuz üç yaşında, taşkın fikirlerinden dolayı Haleb’de idam edilen Şahabeddin Sühreverdi (1158 -1191) dahi İbn-i Sina’nın hikâyesinden mül­hem olarak «El-gurbet-ül-garibe» yi yazdı. Bundan başka İbn-i Sina’nın «Kanun» unu şerhedere'k «deveranı dem» i keşfeden İbn-ün-Nefs dahi İbn-i Sina’dan ve İbn-i Tufeyl’in Hay İbn-i Yakzan’ından ilham alarak «Er- risale-tül-Kâmiliye» yi yazdı (1288). Burada da Kâmil namındaki çocuk kendi kendine doğar ve kendiliğinden ilimlere vukuf peyda eder . »
Görülüyor ki İbn-i Sina’nın hikâyesi on birinci asrın birinci yarısın­da şarktan alevli bir nur gibi fırlayınca zamanen muhtelif asırları, me­kânen maşrık ve mağribi tutuşturarak, muhtelif dillerde muhtelif eser­lerin doğmasına sebep oluyor. Dehâ eserleri, yaratıcı eserler, zaten Allah’ın işine en çok benziyen bunlar değil mi?
Sh:334-345
Kaynak: İSMAİL HABİB,  Avrupa Edebiyatı Ve Biz Gârpten Tercümeler Birinci Cild, Remzi Kitabevi, 1940, İstanbul, sh:299



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar