Idris Şah
Idris
Şah "Sufizm'ı yani geleneksel deyimiyle "tasavvufu Batıda tanıtan en
önemli Doğulu bilgedir. Ailesinin kökeninin peygambere, daha gerilerde Sasani
İmparatorlarına hatta İ.Ö.122 yılma kadar uzandığı söylenmektedir. Tam adı
Navvab Zaba Sayed İdris Şah olup, Sufilerin büyük şeyhlerinden biridir. 1924
yılında Himalayalarda, ailesinin atalarının 1221 yılından beri egemen olduğu
Hindikuş'ta Pagman bölgesinde doğmuştur. Londra'da yaşıyor.
İdris
Şah Batı ve Doğu kültürlerinin arasında bir yakınlaşma sağlanması için en çok
çaba harcayan kişilerden biridir ve insan düşüncesine seçkin hizmetlerinden
ötürü Uluslararası Biyografi Sözlüğü tarafından ödüllendirilmiştir.
İdris
Şah’ın çeşitli dillere çevrilen pek çok kitabı vardır. Bunların arasında
Sufizmi teorik olarak anlattığı The Sufis, The Way of Sufi, The Caravan of
Dreams, Sufilerden kısa meseller ve düşüncelere yer verdiği Thinkers of the
East, ünlü Sufi öykülerini derlediği Sufi Tales ve kendisinin yazdığı mesel ve
düşüncelerin bulunduğu Reflections özellikle önemlidir. Her ne kadar Sufi
düşüncesini popülerleştirmeye çalışsa da, bunu onu hiçbir şekilde sığlaşürmadan
yaptığı söylenebilir. Learning How to Learn kitabında, ayrıca radyo ve T.V.
programlarında Sufi yaklaşımını ruhsal, psikolojik ve sosyal problemlerimizin
çözümüne nasıl adapte edebileceğimizi araştırmıştır.
Burada
bizim tasavvuf ve Sufilerle ilgili tanıtıcı fazla bir söz söylememize gerek
yok. Yunus Emre, Mevlana, Ömer Hayyam, Şeyh Sadi gibi Sufi uluları, kültürümüze
hiç yabancı olmayan isimler. Yalnız İdris Şah'ın konuya yaklaşımıyla ilgili bir
iki şey söylenebilir. Sufi'lerin her şeyin başına "deneyimi"
koyduğunu ve bunun "deneyle" kısıtlanan pozitif bakış açısına karşı,
bir panzehir olduğunu söylüyor. Sufi, teoriye, dogmaya, fazla ağdalı
düşüncelere yüz vermez. Aynı, kendisinden etkilendiği söylenen Zen düşüncesinde
olduğu gibi pratik, günlük yaşamın içinde, sade ve doğaldır. Ortaya koyduğu
paradokslar bizim çelişkilerimizi yansıtmak içindir. İdris Şah örneğin
Nasreddin Hocayı da Sufi düşüncesinin bir temsilcisi sayar ve The Tales of
Incomparable Nasreddin kitabında onun öykülerinden örnekler verir. Buradaki
derlemede yer verdiğimiz son öykü olan (ve pek de bilinmeyen) bir Nasreddin
Hoca öyküsünün kıssasını İdris Şah şöyle yorumluyor: Doğaüstü deneyim ve mistik
amaçlar insanlığın düşündüğünden çok daha yakında, hemen elinin altındadır. Bir
şeyleri görebilmek için öyle çok uzaklara bakmamıza gerek yoktur.
İdris
Şah, bir kitabında (The Sufist) Tasavvuf düşüncesini ayrıntılı olarak
anlatmakla birlikte, bu düşüncenin aynı Mevlana'nın şiir ve öykülerinde yaptığı
gibi, şiir, öykü ve mesellerle daha iyi aktarılabileceğini düşünmektedir. Biz
de aynı düşünceyi paylaştığımız için, burada İdris Şah'ın çeşitli
kitaplarındaki öykü, mesel ve düşüncelerden bir seçme yaptık. Çok kapsamlı olmasa
bile, Zen'in koanlarından hiç geri kalmayan bu metinlerin bir fikir vermeye
yeterli olacağım düşünüyoruz.
Burada
kitabın düzenlenişi ile ilgili bir açıklama yapmak gerekiyor. İlk bölümde İdris
Şah’ın kendi düşünceleri ve öykülerinin bulunduğu Reflections kitabından
seçmeler var. İkinci bölümde, Sufilerin derslerinde kullandığı ünlü Sufi
öykülerinin bulunduğu Sufi Tales kitabından seçmelere yer verdik. Üçüncü ve son
bölümde, İdris Şah’ın ünlü Sufilerin mesel ve düşüncelerinden örnekler verdiği
Learning How to Leam kitabından örnekler var. Bu bölümde ayrıca The Sufis
kitabından da birkaç mesel bulunuyor.
Eğer
söylediklerime karşı bir ilgi duymuyorsanız, bu iş burada biter.
Söylediklerimin
bazıları hoşunuza gidiyor, bazıları gitmiyorsa nedenini anlamaya
çalışabilirsiniz.
Eğer
söylediklerim hoşunuza gidiyorsa, hangi geçmiş etkilerden ötürü hoşlandığınızı
anlamaya çalışın lütfen...
Söylediğim
hiçbir şey hoşunuza gitmiyorsa, bu tutumun nereden kaynaklandığım keşfetmeye
çalışmaya ne dersiniz?
Problemlerin
hakkında bana söyleyeceğin her şeyi dinledim. Bana 'onlar hakkında’ ne yapmak
gerektiğini soruyorsun.
Bence
senin asıl problemin insan türünün bir üyesi olman.
Önce
bu problemle yüzleş.
Görece
doğrunun varlığı, evrensel doğrunun yokluğunu kanıtlamaz.
Koyun,
"Ben her zaman seçeneklere baktım" dedi. "Kemirebilirim ya da
ısırabilirim!"
Yukarıya
uzanamayan birçok insan kollarının daha uzun olması gerektiğini düşünür.
Bazı
durumlarda, fazla kısa görebilirsiniz.
Yıldırım
meşe ağacına şöyle dedi:
Ya
kenara çekil, ya da başına gelecekleri kabullen.
Sıradan
bir insanı mutlu etmek, ya da mutlu olduğunu düşündürmek istiyorsanız ona övgü,
güç, para, armağan ve payeler verin.
Bilge
bir insanı mutlu etmek istiyorsanız, kendinizi geliştirin.
Eğer
sizin kusurunuz da erdem peşinde koşmaksa, bunu sineye çekip kabul edin.
Kendine
çeki düzen vermeni istiyorum, çünkü seni bir dahaki görüşümde seninle konuşmak
istiyorum, senin hakkında değil.
Ve
artık seninle konuşmam gerekmediğinde de, senin hakkında konuşmak istiyorum,
diğerlerinin aydınlanabilmesi için.
Sarışın,
yumuşak ve tombuldu; yüzeyi kırık, hareketleri çirkin, güvensizlik, açlık ve
açgözlülükle doluydu.
Temel
arzusu hiçbir şey istemeyeceği, hareket etmesine gerek kalmayacak, dünyaya
karşı düzgün, homojen ve narin bir şekilde tatmin edici bir yüzey sunabileceği
bir hale ulaşmaktı.
Yumurta
olmak isteyen bir civciv olduğunun farkında değildi.
Karıncalar
"Bu bir ejderha, herkesin katili!" diye bağırdı. Sonra bir kedi
atladı ve yakaladı bir kertenkeleyi.
Mesele
yalnızca kimin bildiğini önemsemek değil, aynı zamanda kimin önemsediğini
bilmektir.
İki
mikrop şöyle konuştu:
"Şimdi
çok fazla bir şeye benzemeyebiliriz. Ama biraz bekleyin bakalım."
KEDİ
VE KÖPEK
Bir
kedi ve köpek dövüşüyordu. Bir adam ne yaptıklarım sordu. "Kazanan,
hangimizin fare olduğuna karar verecek" dediler.
Adam
"İkiniz de yanılıyorsunuz " dedi.
Onlar
da adamın peşine takılıp onu kovaladılar.
"Bırakın
dilediğimi yapayım, ama beni desteklemeyi de ihmal etmeyin "
Bir
adam odasında oturmuş kendi kendine düşünüyordu.
Yüksek
sesle şöyle dedi:
"Kendimi
ne istersem yapabilirim ne büyük bir meydan okuma! Ne ufuklar! Ne
fırsatlar!"
Köşede
duran buruşuk bir kağıt parçası onu duydu. Kendi kendine şöyle konuştu:
"Duygularımın
başkalarınca paylaşıldığını bilmek ne güzel. Bu gerçekten güç veren bir
durum."
Cömertlik
ve bilgelik arasında nasıl bir bağlantı vardır?
İşte
bir yolu:
Cömert
bir insan bilge olmayabilir, ayna diğerlerinden farklı olarak ona ulaşma
yolları, araçları vardır.
Fikir,
insanların kapsamlı bir bilgiye sahip olmadıkları zaman sahip oldukları şeydir.
DOĞRU
Bir
şey, bir görüş, bir söz ancak geçerli olduğu zaman ve yerde doğru olur. Bir
şeyin doğruluğu, bağlamına uygun olarak söz konusudur. Bağlamın olmaması, insan
düşüncesinin anladığı anlamda doğrunun da olmaması demektir.
Sorularla
yanıtlar arasındaki en büyük farklardan biri şudur:
Bir
soru her yer ve zamanda sorulabilir, ama yanıtı ancak belli bir zaman ve yerde
verilebilir.
Egosantrik
bir kötümser kendisinin değişmediğini, ama diğerlerinin eskisinden daha kötü
davrandığını düşünen kişidir.
Her
şeye inanıyorsanız hiçbir şeye inanmıyorsunuz demektir.
Yüce
bir 'iç deneyim'den derin bir şekilde etkilenen kişiler şu sözün üzerinde
dikkatle düşünmeli:
"Tanrı
bir karıncayı yok etmek istediği zaman, ona kanat verir."
Birçok
sağırlık türü için mükemmel bir şifa buldum:
Adı
"övgü".
Diğerlerinden
kuşkulanın, onlar da sizden kuşku duyacaktır. Onlardan kuşku duymayın. Onlar
hâlâ sizden kuşkulanabilir.
Can
attığınız, arzu ettiğiniz ilginin, çok daha azıyla yaşamınızı rahat rahat
sürdürebilirsiniz.
Kimi
eleştirmek yanlıştır?
Sizi.
Mükemmelliği
anlatan bir sözcük olduğu için, insanlar hep onu bildiklerini düşünürler.
Bilgi
sizin kullanabileceğiniz bir şeydir. İnanç sizi kullanan bir şeydir.,
Hiçbir
şeyden kesinlikle emin olmadığını ve bundan kesinlikle emin olduğunu söyleyen
bir kişiyle ne yapılabilir?
Bazen
kötümser, yalnızca fazlaca bilgisi olan bir iyimserdir.
Alınabilecek
olanı veriyorsanız, gerçekte vermiyorsunuz demektir. Size verileni alın,
verilmesini istediğinizi değil.
Alınamayacak
olanı verin.
YAŞAM
VE DÜŞKIRIKLIĞI
Trende
karşımda büyük bir dinginlik ve bilgelikle oturan yaşlı bir hanımı görünce, ona
doğru eğildim ve şöyle sordum:
"Bana
aktarabileceğiniz bilginedir?" "Genç adam" dedi "tüm
söyleyebileceğim, yaşamın benim için büyük bir düş kırıklığı olduğu
Lütfen
bir kez daha şu soruları sormayalım: Neleri çalıştın?
Onlara
ne kadar zaman harcadın?
Kaç
kitap yazdın?
İnsanlar
hakkında ne düşündün?
Onlar
yerine şunu sormalı:
Ne
öğrendin?
Turist,
başlangıçta ziyarete değer olan bir yere giden kişidir.
Hiç
kuşkusuz doğaüstü güçlerle donatılmıştır. Çünkü turistlere yeterince maruz
kaldıktan sonra yerlileri, o yerden nefret etmeye başlar. .
İnsan
"bu doğru değil" derse, şunları kastediyor olabilir:
"Onun
hakkında bir şey bilmiyorum, bu nedenle doğru olmadığı görüşündeyim."
Ya
da: "Ondan hoşlanmıyorum."
Bir
adam yıllarca ünlü olmak için uğraştı:
En
sonunda çok fazla para kazanıp, bir halkla ilişkiler uzmanı tutmayı
başardığında, ta baştan neyi hedefleyebileceğim anladı.
Aramaya
geldiğini söylüyorsun.
Sana
verebileceğim bir şey yok, nasıl aranabileceğini anlamanın yolu dışında.
Ama
sen de zaten bunu yapabileceğini düşünüyorsun.
Ateş
olmayan yerden duman çıkmaz' sözünü ilk söyleyen belki de derin bir gerçeği
ifade etmiyor, gününün teknolojisinin düzeyini anlatıyordu.
Eğer
bir başarıyı kendinden hoşnutluk izliyorsa, bu başarı gerçekte yapılabilecek
olanın yanında küçük bir başarıdır.
Başarısızlık
diye görülen şeyi izleyen depresyon da, girişimde bir yanlışlık olduğunu
gösterir: Bu demektir ki, aslında herhangi bir girişimde bulunulmamıştır. Öyle
gibi gözükse de.
Sorun
her zaman kralın çıplak olup olmadığı değildir. Bazen kralın gerçekten kral
olup olmadığıdır.
İnsan
icatlarının hep birkaç adım arkasından gider.
Hâlâ
makinelerin kolayca yaptıkları şeyleri yapabildikleri için saygıyla otorite
olarak kabul edilen birçok insan vardır. Yaygın bir örnek, insanların iyi bir
belleği (sıklıkla gereksiz olgularla dolu) olan biriyle karşılaştıkları zaman
duydukları saygıdır.
Bu
insana, işleri ve eylemleri, insanları giderek daha çok makineye dönüştürmeye
yönelik olan insanlar tarafından sık sık söylenen bir sözü çağrıştırıyor:
"İnsan
bir makine değildir."
İnsanın
değer ve bireyselliğini, en kuvvetle ve sık vurgulayan kişilerin, aynı zamanda
onu en çok otomatikleştiren, makineye dönüştürenler olması hiç de rastlantı
değil.
Bir
zamanlar bir adam bir tılsım bulmuştu. Tılsımın bir tarafında deşifre
edilemeyen bir yazı vardı, öbür tarafında ise şöyle yazıyordu: "Taş ve
altını dönüştürme kısmı"
Tılsımı
taşlarla dolu bir yere götürdü ve böyle işlemlerde kullanılan sihirli formülü
söyledi:
"Tılsım,
görevini yerine getir!"
Göz
açıp kapayıncaya kadar tılsım taşa dönüştü.
Bir
adam yıllarca çalışıp didindikten sonra, ruhlara egemen olmanın yolunu
keşfetti. Bir cin çağırdı:
Cin
ona üç dilek hakkı tanıdı.
İlk
önce, hemen para sahibi olmayı diledi.
Tüm
parasını hızlı yaşamaya harcayıp alkolik oldu. İkinci dileği alkolizmin
tedavisi oldu.
Şimdi
de ne yapacağına karar veremiyordu. Üçüncü ve son dileği ilk başlangıçtaki
durumuna dönmek ve başından geçenleri unutmak oldu.
Tırtıla
"Sen bir yumurtaydın ve sonra da bir kelebek olacaksın"
diyebilseydiniz, yanıtı şöyle olurdu:
"Pis
hayvan."
Ya
da "Hayal kuruyorsun ya da benim aklımı oynatmamı sağlamaya
çalışıyorsun."
Ya
da "Sen kim oluyorsun da bana böyle şeyler söylüyorsun." Ya da şöyle:
"Anlat,
anlat heyecanlı oluyor, özellikle ben bu ağaca sürünerek çıkarken."
Beni
ziyarete gelen biri, toplantıdan sonra evden ayrılan biri için şunları söyledi:
"O
adam buraya aynı, bir şişe süt arayan birisi gibi girdi."
Ona
nasıl bu kadar emin olabildiğini sordum.
"Çünkü"
dedi "eskiden sütçülük yapmıştım ve bu bakışı iyi bilirim. "
"Birbirimizden
hoşlanıp hoşlanmamamızın ne önemi var. Hiç kuşkusuz hayatta önemli olanlar daha
derin şeyler."
Genç
bir şeytan yaşlısına şöyle dedi:
"İnsanın
bağımsız zekâsını kullanmasını bir önleyebilsek. Onun kendini geliştirme
çabalarını durduracak bir plan hazırlayamaz mıyız?"
Yaşlısı
yanıtladı:
"Çocuğum
bu zaten yapılmış. İnsan çağlar önce bir çeşit armağan olarak verilen seçme
yeteneğine ve bağımsız, güçlü bir zekâya sahip olduğuna inandı, O zamandan beri
-birkaç istisna dışında geliştirilmesi gereken bir zekâsı olduğunu söyleyenlere
inanmıyor zaten."
Bir
gün, bir arabanın sürücüsü şöyle düşündü:
"Atla
arabayı bırakacağım, nereye isterlerse gitsinler. Belki de her şeyi kontrolümde
tutmak için fazla çaba harcıyorum. ”
Her
şey bir süre için iyi gitti, çünkü at arabayı alıştığı yoldan götürüyordu. Bir
gün adam onun başka bir yoldan gitmesini istediğinde hiçbir şey olmadı.
Adam
kendi kendine "Daha fazla irade gücüne ve daha az disipline gereksinim
var” dedi.
Bir
gün at şöyle düşündü:
"Neden
boyun eğmeliyim ki?" ve at arabayı canı istediği zaman, istediği yere
götürmeye başladı. Sonunda adam onu dizginlerini çok kısa tutan birine sattı.
Başka
bir zaman da, araba şöyle düşündü:
"Bağımsızlığımı
ilan edeceğim. Tekerleklerim bazen dönecek, bazen sıkışacak. Bazen
gıcırdayacağım, bazen gıcırdamayacağım. Çivilerim canım isteyince
gevşeyecek."
Güvenilir
olmadığına karar verilen araba, odun olarak kullanılmak üzere parçalandı.
Adı
tüm İslam dünyasında yankılanan bir dervişin müridi, bir gün Horasan'ın büyük
şeyhini ziyaret etti.
"Bir
öğrenci olarak kabul edilmem, ustama gönderilen yüzlerce kişi arasından benim
seçilmem, beni onurlandırıyor."
"Sevgili kardeşim" dedi
Şeyh, "sana temel bir bilgi vererek eğitimini sürdürmeye çalışacağım.
Diğer başvuranlardan daha nitelikli olduğun için değil, eğitime daha fazla
ihtiyacın olduğu için seçildin."
Genellemelerin
tehlikeli olduğu sık sık söylenir. Bu doğrudur; ama ancak doğru olduğu zaman.
Genellemeler belli durumlarda yararlı, hatta hayatidirler, bazılarında da
tehlikeli. ’Arabalar tehlikelidir’ demek hayatının belli bir döneminde bir
çocuk için yararlıdır. Ondan sonra yoldan karşıya geçmesini önleyen bir engel
oluşturabilirler. O noktada çocuğu bir döneni korumak, ya da öğrenmede daha
ileri bir aşamaya taşımak için yeni genellemeler sağlanır.
İnsan
hayatı ve düşüncesinin çok büyük bir alanı, genellemelerin akıllıca kullanımını
gerektirir: bu da onları kullanmayı, değiştirmeyi ya da aşmayı içerir.
Hayatlarını görece bilgisizliğin sabitliği üzerine kuran insanlar, kendi
peşin hükümlerine uymayan her tür girişimi gereksiz bulur.
"Gereksiz"in bilgisizlik ve özellikle korkaklığı sürdürmek için
ideal terim olduğunu nadiren durup düşünürler. "Tanrı uçmamızı isteseydi,
bize kanat verirdi."
Onlar kendi mantık sistemleriyle anlayamadıkları zaman bilimsel
araştırmayı gereksiz diye niteleyen, ama başkalarının geliştirdiği
antibiyotiklerin üzerine atlayan insanlardır.
Muzların toplanma yerine yetiştirilebileceğine inanmak maymun için
"gereksizdir". Çünkü o bir maymundur.
Ateşin gökten tanrılar tarafından gönderildiğini sorgulayıp, kendinin de
ateş yakabileceğini düşünmek, ilkel için "gereksizdir". Çünkü o
ilkeldir.'
Çocuğun hayatımızı kazanmamız gerektiğine inanması "gereksiz"
dir. Çünkü büyümesi gerekse de, o hâlâ bir çocuktur.
Erişkinin, bir kol işçisi ise, entellektüel eğitime gerek duyduğuna
inanması gereksizdir. Eğitimli kişinin daha farklı ya da yüksek bir eğitime
gerek duyabileceğine inanması gereksizdir. Çünkü kendi durumunu zaten en iyi ya
da en yüksek olarak tanımlamaktadır.
Ama kimse öğrenme, sorgulama sürecini durduramaz, bu sadece atalarımız bu
yola binlerce yıl önce girmişler diye de olsa. Bizi bu yola soktular ve
çıkışımız yok.
Bir
adamla çivi sohbet ediyordu.
Çivi
şunları söyledi:
"Burada
bu tahtaya çakılı geçirdiğim yıllar boyunca, yazgımın ne olacağını merak
ettim."
Adam
yanıtladı: . '
"Senin
geleceğinde potansiyel olarak, bir kerpetenle çekilip çıkarılmak, tahtanın
yanması, düşme, tahtanın çürümesi gibi birçok şey olabilir."
Çivi
şöyle dedi: "Böyle aptalca sorular sormamayı akü etmeliydim. Gelecekte
olabilecek bir şeyi bile kimse öngöremez, birbirinden çok farklı ve muhtemel
olmayan birçok şeyi ise hiç."
Ve
beklemeye başladı bu çivi bilgeliğini edindikten sonra, kendisiyle daha
akıllıca konuşup, onu tehdit etmeyecek birisinin gelmesini. .
Uzun
bir zamandır insanlar toplumdaki bozukluğun iletişim eksikliğinden ileri
geldiğini iddia ediyorlar.
Bunların
birçoğunun iletişimde bulunamadıkları görüşünden başka iletecek bir şeyleri
yok.
Ama
bunu da yeterince etkili bir şekilde iletebiliyorlar.
Eğer,
arada sırada, beklentilerinizden vazgeçerseniz, elinize geçenin, aldığınızın ne
olduğunu algılamaya fırsat bulursunuz.
Bir
adam bir keresinde şunları söyledi:
"Ölüm
mü? Bu onun varlığına ilişkin kanıtlar olduğunda inanacağım bir şey."
Bir
dağın doruğuna tefekküre çekildi ve hiçbir canlıyla görüşüp konuşmamaya
başladı. Çünkü ölüm üzerine araştırmaları onun için en önemli şeydi.
Bu
binlerce yıl önceydi.
O
zamandan beri kimse onu görmediği için, yaşayıp yaşamadığını da bilen yok.
Onu
tarih bile unuttu, bu da insanlığın kahraman ve öncü araştırmacılarına karşı ne
kadar nankör olduğunu göstermeye yeterli.
Gömülü
bir hazine olduğunu öğrenen adamın öyküsünü duydunuz mu? Hazine yabancı bir
dilin konuşulduğu bir ülkede gömülüydü. Tarifi tam ona uyan bir kişiye
verilecekti.
İyi
niyetli bir adam yola çıkmadan önce ona Çince öğretmeyi teklif etti.
Dili
öğrenmek için o kadar çök zaman harcadı ki, artık onun tadını çıkarmak için
fazla yaşlı hale gelmeden hâzineye ulaşabilmek için bir at almaya karar verdi.
Oraya
vardığında o ülkede konuşulan dilin Çince olmadığını gördü. Hâzinenin olduğu
yeri bulunca, insanlarla hazine hakkında konuştu ve ona şunları söylediler:
"Tabi
ki hâzineyi alabilirsiniz; yalnız maalesef bilgi sahibi olmadığınız bir nokta
var: hâzineyi gömen kişi, bir atla gelen kimsenin kesinlikle hâzineye sahip
olamayacağını belirtmişti.
İnsanlar
önyargıyla baş edemiyor, çünkü semptomla uğraşmaya çalışıyorlar. Önyargı
semptomdur, yanlış varsayımlar neden.
"Önyargı
varsayımların çocuğudur."
Hoşgörü
ve diğerlerini anlama çabası, son zamanlara kadar bir lüks iken, bugün bir
zorunluluk haline gelmiştir.
Çünkü
bizim kendi fikirlerimiz olduğunu düşündüğümüz halde üzerlerinde hiçbir
denetimimiz olmayan pek çok önyargı ve şartlanmadan ötürü, şimdiki gibi
davrandığımızın bilincine, var-madıkça, tümümüzün sonunu getirecek bir şey
yapabiliriz.
Ondan
sonra da hoşgörünün iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu öğrenmek için hiç zamanımız
kalmayacak.
Bir
kapı gürültüyle kapandığında, dikkatlerini gürültünün çektiği insanlar ona
dönüp bakarlar.
Çok
az insan, aynı anda açılan ya da açılmak üzere olan başka bir kapıya bakabileceğini
düşünür.
İnsanı
dinleyin: kendine başka her şeyden daha fazla değer verdiğini düşünür. Ancak
kendine ve diğerlerine dünyadaki en ucuz hammadde olarak muamele eder.
Dünyadaki
insanlar üzerindeki etkilerini arttırmak isteyen bir grup göksel varlık, onlara
bir fizibilite raporu hazırlaması için tecrübeli bir bağımsız araştırmacıyı
tutmaya karar verdiler.
Geri
döndüğünde, şunları söyledi:
"İşte
size durumun tam bir analizi. İnsanlara ulaşabilmek için, üzgün olanlara
mutluluk vaat etmeli, mutlu olanları da mutsuzlukla tehdit etmelisiniz.
Hepsinin gerginlik, endişe, neşe ve tekrara maruz bırakılması gerekir. İkiyüzlü
oldukları zaman, içlerinde dürüst ve içten oldukları düşüncesi
uyandırılmalıdır. İnsanların acıdan hoşlanmasını sağlayacak, ondan sonra bunun
bir ceza olduğunu ve aslında bundan hoşlanmadıklarını söyleyeceksiniz."
Göksel
varlıklar, "Ama bu çok kötü" dediler. "Bunu asla yapamayız,
insanları robota dönüştürmek, onları manipüle etmek..."
"Bana
bakın" dedi uzman, "egemenlik alanınızı genişletmeyi istiyor musunuz,
yoksa istemiyor musunuz? Eğer bu alanda genişlemeyi planlıyorsanız,
rakiplerinizin -binlerce yıldır- sizin çok ilerinizde olduğunu anımsayın. Orada
çoktandır yerleşmişler ve son derece başarılılar. İşin doğrusu, bunun yalnızca_
birkaç önemsiz istisnası var."
Aslam
adında bir adam, bir gün kendini, düğün alayı olduğunu sandığı bir topluluğu
izlerken buldu. Şöyle seslendi:
"Bu
mutlu günü kutlayın."
Ama
bu aslında bir cenaze töreni olduğu için, yas tutanlar onu yakalayıp şiddetle
eleştirdiler:
"Söylemem
gereken uygun şey neydi? " diye sordu.
"Ruhuna
fatiha demeliydin" diye yanıtladılar.
Kısa
bir süre sonra başka bir topluluk geldi; bu sırada Aslam hâlâ söyleyeceği sözü
ezberlemekle meşguldü.
"Ruhuna
fatiha" diye bağırdı.
Ama
bu da bir düğün alayıydı ve davetliler onu azarlayıp, ne söylemesi gerektiğini
sorunca "Ne mutlu bir olay diye bağıracaksın" dediler.
Söylemesi
gerekeni tam olarak öğretene kadar tekrarlattılar, sonra da onu bıraktılar.
Başka
bir grup ona doğru yaklaştı, o da "Ne mutlu bir olay" diye seslendi.
Çok öfkelendiler "Biz kaybolduk, nereye gideceğimizi bilmiyoruz ve sen
buna mutlu bir olay diyorsun ha."
Aslam'ı
biraz patakladılar. Sonra da "X'e giden yolu biliyor musun?" diye
sordular. Aslam "burada ben de yabancıyım" dedi.
Hemen
ona darbeler indirmeye başladılar, sonra da açıklama yaptılar "Biz yabancı
sözcüğünü kullanmayız, uğursuzluk getirir."
"O
halde" dedi "ben bir yabancı değilim."
Yabancı
sözcüğünü duyunca onu yeniden dövmeye başladılar.
Ondan
sonra polis geldi. Onu mahkemeye götürüp para cezası kestiler. Çünkü o kentte
yabancı olmayan ve dürüst yolculara yol göstermeyen birisi suç işlemiş
sayılıyordu.'
Aslam
serbest bırakılınca, "Burası tam bana göre" dedi. "Daha önceden
bilmediğim birçok yeni şey öğreniyorum."
Ama
söylediklerini birisi duydu ve yeniden tutuklandı; çünkü bu ülkenin
geleneklerine göre, hem yasal hem de toplumsal olarak "Burası tam bana
göre" sözü uygunsuzdu.
Aslam
mahkemeden çıkar çıkmaz "Burası hiç bana göre değil" diye söylendi.
Onu
alıp içeri attılar, toplumun aleyhinde ve sosyal hoşnutsuzluğa yol açabilecek
şeyler söylediği için.
Bir
fare bir gün kayalık bir labirentte kısılıp kaldı. Koridorlar öyle karışık,
girişler o kadar az ve küçüktü ki, fare zaman geçtikçe daha çok çıldırdı,
zayıfladı ve onu bu duruma düşüren her neyse ona saldırma isteği içinde
güçlendi.
Tam
bir çatlaktan çıkabilecek kadar zayıfladığı sırada, dışarıda bir köpek tüm bir
fare topluluğunu dehşete düşürmüştü.
Tuzağa
düşmüş fare dışarı çıkınca, köpeğe şöyle bir baktı ve toplanmış farelerin gözü
önünde üzerine atlayıp dişlerini şah damarına geçirdi. Herkes tarafından
oybirliğiyle "tüm zamanların en büyük faresi " seçildi.
Bu
fare bir kahramandı. Bu gerçek kahramanların varolmadığı, her şeyin
rastlantısal olduğu anlamına mı gelir? Hayır ama fareler kıstırıldığı zaman,
her şeyi deneyebilir ve inanabilirler anlamına gelir.
Gerçek
sır, yalnızca bir kişinin bildiğidir.
Bir
an için kendiniz değil insanlar arasında bir yabancı, bir ziyaretçi olduğunuzu
düşünün, onların davranışlarını ve kendilerini kandırmak için geliştirdikleri
ince numaraları bilmeyen.
İlk
fark edeceğiniz şeylerden birisi, insanların zamanın çoğunu aynı diğer insanlar
gibi davranmakla geçirdiği, ama aynı zamanda iddialı bir şekilde kendilerinin
farklı olduğunu öne sürdükleri olacaktır.
Bu
eğilimin düşüncede önemli-bir çarpıklıktan kaynaklandığı ve anladıkları şeyleri
kullanmalarının bile önünde ciddi bir engel oluşturduğu sonucuna varırdınız.
İnsan
kabilesinin, en önemli adetlerinden birini ortaya çıkarır bu: "Rol
yapalım, daha sonra rol yaptığımızı unutalım ki, bunu vicdanımız rahat inkâr
edebilelim."
Aslan
doyuncaya kadar yedikten ve çakallar da paylarını aldıktan sonra, karıncalar
gelip gururlu geyikten geri kalan etleri kemiklerinden sıyırırlar.
Doğru
zaman, doğru insanlar=başarı.
Yanlış
zaman, yanlış yer, yanlış insanlar= insanlık tarihi.
Söylenir
ki Büyük İskender'in doğuya çıktığı büyük seferin, asıl amacı ab-ı hayatı
bulmakmış.
Büyük
Fatih'in ab-ı hayatın olduğu mağaraya girdiği anlatılır.
Sudan
içmek için eğildiği anda mağaranın tavanından tuhaf bir ses duymuş.
İskender
başını kaldırınca karanlıkta bir kargayı güçlükle seçebilmiş.
Karga:
" Dur, Tanrı aşkına dur” demiş.
Kral
ona neden mucizevi sudan içmesini istemediğini sormuş.
Karga
yanıt vermiş:
"
Büyük kral. Bana iyi bak. Ben de ab-ı hayatı aradım ve buldum. Onu bulur bulmaz
kaynağından kana kana içtim. Şimdi bin yıl sonra, hiçbir şey, görmeden, gagam
kırık, pençelerim dökülmüş, tek bir tüyüm kalmadan yaşıyorum. Tek istediğim
olanaksız bir şey: "ÖLMEK
İSTİYORUM, AMA ÖLEMİYORUM".
İsteklerin
yalnızca arzuya değil, bilgiye göre de formüle edilmesi gerektiğini fark eden
Büyük İskender doğrulmuş ve. oradan hemen uzaklaşmış.
Bir
gün ünlü bir bilginin evine davet edilmiştim. Onun ve karısının arkadaşlarının
bir kısmı da oradaydı, tümü de hem çağdaş hem geleneksel insan düşüncesinin
yoğun olarak incelenmesine vakıftı.
Yemekten
sonra, oturma odasında toplandığımızda, üç saatlik uyarıcı entellektüel
egzersizin hazırladığı bir ortamda, büyük adam gırtlağını temizledi,
sandalyesini düzeltti ve bana hitap etti. Tüm yüzlerdeki beklenti ifadesinden,
bunun gecenin önemli olayı olduğunu anlayabiliyordum.
"Sizin
şöyle... şöyle bir kitabınızı okudum” dedi "ve? onun amacına
ulaşamadığını, malzeme ve tartışmasının yetersiz olduğunu ve içeriğinin adına
hak verdirtmediğini düşündüğümü sizden saklamama hiç gerek-yok."
"Benim
önemsiz eserim için bu kadar çaba harcamanıza gerçekten müteşekkirim"
dedim.
"Kendinizi
savunmak için ne diyeceğinizi duymak isterdim" dedi akademisyen.
Ona
bildiğim kadarıyla akademisyenler arasında kişinin kendini savunması, ya da
görüşlerin çürütülmesine çalışılmasından önce, ayrıntılı tartışmalar
yapılmasının adet olduğunu söyledim. Lütfedip, eserimde hangi ayrıntıları
beğenmediğini bana söyleyebilir miydi?
Bunu
gayet ayrıntılı olarak yaptı. Konumu çok iyi tanıdığı görülüyordu, diğer
insanların görüş açılarını vermek için kitap üzerine kitap zikretti ve orada
hazır bulunan herkesi etkileyen bir virtüözite gösterisi yaptı.
Tüm
bunlar yaklaşık bir buçuk saat sürdü; bu arada ben ve diğer hazır bulunanlar
sessiz kaldık.
Bitirdiğinde
ona şöyle dedim.
"Hiç
kuşkusuz bu konuyu son derece etkileyici bir açıdan ele aldınız. Benim
görüşlerimi ve onlara karşı tezleri çok iyi çizdiniz. Kendi tezlerimi
savunurken aynı başarıyı gösterebilmeyi dilerdim, ama sizin akademik
yeterliliğinize sahip olmadığımı düşünüyorum."
Ondan
sonra ona benim yerimde olsaydı, benim görüşlerimi savunan aynı güçte bir
argüman geliştirip geliştiremeyeceğini sordum.
Sonuçta,
bir saate yakın bir sürede, zihnini kullanmanın hazzı ve zerafetiyle kendinden
geçerek, nokta nokta kitabıma karşı geliştirdiği tezi çürütmeyi başardı.
Ama
asıl garip olan, bu hiç kuşkusuz etkileyici adamın yüceliğine tapınmaya alışmış
olan diğer ziyaretçilerin onu olağanüstü zekasından ötürü kutlamaları oldu; bir
de, benim işimi kendisinin yaptığını ve bu süreçte hem kendi düşüncelerini, hem
de alıntı yaptığı otoriteleri çürüttüğünü kimse fark etmiş gibi görünmüyordu.
Londra
Telefon Rehberini hafızasından ezbere okusaydı, ona aynı miktarda hayranlık
duyulacağından kuşkulanıyorum. Umarım yanılıyorumdur.
Bir
parça yosun bir kayanın üzerinde bitmişti.
Normal
yosun düşüncelerine ek olarak, neden kayanın çıplak olan kısımlarına
yayılamadığını düşünmeye başladı.
Yosunun
en akıllı kısmı "Orada yosunlar için besleyici bir madde yok" dedi.
"Bize doğru gelmesini beklemeliyiz."
Yıllar
geçtikçe, yosunların beklentisi giderek daha güçlendi. Yavaş yavaş iklim
değişiklikleri kayanın çatlamasına yol açtı. Bazı kimyasal maddeler salındı ve
dışarı sızmaya başladılar. Kayanın çıplak yüzeyine yayıldılar.
İnançlı
yosunlar için bu, dualarına bir yanıttı ve süratle leziz yemeğin üzerine yayıldılar.
_
Birçok
yıl geçti. Bu maddeler tükenmeye başladı. Bu durum bileşimleri ve
varlıklarındaki farklılığı derin sosyal değişikliklere atfeden yosunların
karakterinde değişikliklere yol açtı.
Birçok
teorisyen türedi, her birinin ayrı bir açıklaması vardı. Yosun filozofları,
akademisyenler ve bilim adamları olduğunu tasavvur edebilirsiniz. Her bir
yorum, gözlemlenen olguların yorumuna dayanıyordu. Aslında teoriler kişisel
inançları yayma girişimleriydi.
Daha
sonra başka bir olaylar zinciri, kayaya başka bir yosun besin maddesinin
yayılmasına neden oldu. Böylece yosunlar yeniden üreyebildiler.
Bu
Uyarının kendisi de teorisyenleri yeniden canlandırdı. Son dönemde artan
endişeler zihinsel etkinliklerini keskinleştirmişti. Bu da onların önceki
sıkıntı ve şimdiki bolluğun nedenini anlamalarını sağladı.
Ama
o ana dek, yosunlar, onların yaşamasını ve yayılmasını sağlayan nedenler
zincirinin ardında yatan herhangi bir algılanabilir plan bulabilecekleri
noktaya ulaşmamışlardı.
Bu
nedenle, onun üzerine düşünmeyi bıraktılar. Ama yine de bu konuda
düşündüklerine inanıyorlar. Ama bunun nedeni aşağıdaki sözleri düşünce olarak
kabul eden bir kültür seviyesinde olmaları.
"
Her şey rastlantısaldır”.
"
Her şey doğaüstü kökenlidir".
"
Bazı şeyler rastlantısaldır, bazıları doğaüstü".
"
Ne düşüneceğimi bilemiyorum”.
"İnanabiliyorum,
bu nedenle fikrin bilgiyle aynı şey olduğuna inanabilirim ".
"Bazı
sonuçlar çıkarsadım, o halde başka şeyleri de gözlemleyebilirim ".
"Gözlemlenemeyen
çıkarsananabilir, çıkarsanamayan ' hissedilebilir, ama gözlemlenemeyen,
çıkarsanamayan ya da hissedilemeyenin hiçbir şeyle ilgisi olamaz ve bu nedenle
saçmadır".
İnsanoğlunun
yosunlardan farklı olması ne büyük şans.
Bir
zamanlar bir havuzda yaşayan üç balık vardı. Biri akıllı, biri yarı akıllı,
biri de aptaldı. Hayat onlar için her yerde balıkların hayatının geçtiği gibi
geçiyordu. Ta ki bir gün bir adam gelene dek.
Bir
ağ taşıyordu ve akıllı balık onu gördü. Deneyimlerine, duyduğu öykülere ve
aklına başvurarak, harekete geçmeye karar verdi.
"Bu
havuzda saklanacak çok az yer var" diye düşündü. "Bu nedenle ölü
numarası yapacağım "
Gücünü
toplayıp havuzdan dışarı atladı, balıkçının ayağının dibine düşünce adam
şaşkına döndü. Ama akıllı balık, nefesini tuttuğu için, balıkçı öldüğünü
düşündü ve onu gerisin geriye havuza attı. Balık kıyının kenarında ufak bir
deliğe sığındı.
İkinci,
yan akıllı balık, ne olduğunu pek de anlayamadı. Bu yüzden akıllı balığın
yanına kadar yüzdü ve ne olup bittiğini sordu. "Kolay" dedi akıllı
balık. "Ölü numarası yaptım, o da beni yeniden suya attı."
Böylece
yarı-akıllı balık da kendini hemen sudan dışarı, balıkçının ayağının dibine
attı. Balıkçı, "Tuhaf" diye düşündü, "balıklar sıçrayıp
duruyor." Yarı-akıllı balık nefesini tutmayı unuttuğu için, balıkçı onun
canlı olduğunu anladı ve çantasına attı.
Yeniden
suya dönüp baktı, önüne atlayan balıklar kafasını karıştırdığı için, çantasını
kapatmadı. Yarı-akıllı balık, bunu anlayınca dışarı çıkıp çırpınarak suya
dönmeyi başardı. İlk balığı arayıp buldu, onun yanına nefes nefese uzandı.
Üçüncü, aptal balık, tüm bunlardan bir şey anlayamadı, birinci ve ikinci
balığın başına gelenleri dinledikten sonra bile. Bu yüzden ona her noktayı
özenle anlatıp, Ölü rolü yapmak için nefes almamanın önemini vurguladılar.
"Çok
teşekkürler, şimdi anladım" , dedi aptal balık. Bunları söyleyerek,
kendini havuzdan dışarı attı ve balıkçının yanına düştü.
Balıkçı,
iki balığı kaybettikten sonra, bunu nefes alıp almadığına bakmaksızın çantasına
attı. Yeniden ağı havuza attı, ilk iki balık kıyının kenarında bir deliğe
gizlenmişlerdi ve çantasının kapağı tamamen kapalıydı.
Sonunda
balıkçı vazgeçti. Çantayı açtı, aptal balığın nefes almadığını fark edince, onu
alıp evine kedisine götürdü.
Not: Öykünün bu versiyonu, Abdal Afifi'dendir. O da
1813'te ölen Şeyh Muhammed Asgar'dan almıştır.
Bir
zamanlar, Musa'nın hocası Kidr, insanlığa uyarıda bulunmuştu. Belli bir
tarihte, dünyada özellikle bir yerde toplanmayan tüm sular kaybolacak, yok
olacaktı. Ondan sonra, bu suyun yerine insanları çıldırtacak yeni bir su
gelecekti.
Onun
uyarısını yalnızca bir kişi anladı. Su toplayıp onları güvenli bir yere
depoladı. Daha sonra suyun değişmesini beklemeye başladı.
Verilen
tarihte ırmaklar akmayı durdurdu, kuyular kurudu; adam durumu görünce saklandığı
yere döndü ve sakladığı suyu içti.
Suların
yeniden akmaya başladığını görünce, diğer insanların yanına çıktı. Onların,
öncekine göre tamamen farklı bir biçimde düşünüp konuştuklarını fark etti, ama
neler olup bittiğini ve de uyarıyı hiç anımsamıyorlardı. Onlarla konuşmaya
çalıştığında, deli olduğunu düşündüklerini fark etti. Onu anlamıyor, düşmanlık
ya da acıma duygusuyla yaklaşıyorlardı.
İlk
başta yeni sudan hiç içmedi, yerine dönüp sakladığı suları içmeye başladı. Ama
sonunda yeni suyu içmeye karar verdi; çünkü yalnızlığa, herkesten farklı
düşünüp davranmaya artık dayanamıyordu. Yeni sudan içti ve herkes gibi oldu.
Sonra kendi özel su deposunu unuttu ve çevresindekiler onu mucizevi bir şekilde
aklı yerine gelen eski bir deli olarak görmeye başladılar.
Not: Rivayete göre, bu öykü,. Mısırlı Dhun-Nun'dan
(ölümü 860) geliyor. Masonların bir kolunu kurduğu söylenir. Malamat
Dervişlerinin en eskisidir. Söylenene göre, Firavunların hiyerogliflerinin
anlamını yeniden keşfetmişti.
Bu elimizdeki versiyon 1818'de ölen Said Sabir
Ali-Şah'a atfedilir.
Uzak
dağlardaki kaynağından çıkan bir ırmak, her çeşit coğrafi bölgeden geçtikten
sonra, en sonunda çölün kumlarına ulaştı, ama diğer tüm engelleri aştığı gibi,
bu engeli de aşmaya çalışınca, kuma girdikçe sularının kaybolduğunu fark etti.
Yazgısının
bu çölü aşmak olduğundan emindi, ama hiçbir yol bulamıyordu. Birden çölün
içinden gelen gizli bir ses, şöyle fısıldadı: "Rüzgâr çölü geçebilir, o
halde ırmak da geçer."
Irmak
kendini kumun üzerine attığını, ama emildiğini söyleyerek karşı çıktı: rüzgâr
uçabiliyordu, bu nedenle çölü geçebiliyordu.
"Kendi
geleneksel yolunda hamle ederek öbür tarafa geçemezsin. Ya kaybolur gider, ya
da bataklığa dönüşürsün. Rüzgârın seni hedefine götürmesine izin vermelisin
"
Ama
bu nasıl olabilirdi? "Rüzgârın seni emmesine izin vererek."
Bu
fikri ırmak kabul etmedi. Daha önce emilip, başka bir maddeye dönüşmemişti.
Kendi kimliğini yitirmek istemiyordu. Bir kere yitirildikten sonra, yeniden
kazanıp kazanamayacağını nereden bilebilirdi ki?
Kum
"Rüzgâr bu işi yapar" dedi. "Suyu alır, çölün üzerinden geçirir
ve yeniden bırakır. Yağmur olarak yağıp, su yeniden ırmak olur."
"Bunun
doğruluğundan nasıl emin olabilirim?"
"Bu
böyledir, ama eğer inanmıyorsan bataklıktan başka bir şey olmazsın ve bu bile
yıllar alır, ayrıca ırmakla aynı şey değil."
"Ama
aynı bugün olduğum ırmak olarak kalamaz mıyım?" "Kalamazsın "
dedi fısıltı. "Ama senin özün taşınıp yeniden bir ırmak oluşturur. Bugün
bile bu adı taşıyorsun, çünkü hangi kısmının senin asıl parçan olduğunu
bilmiyorsun."
Bunu
duyunca, ırmağın düşüncelerinde bazı şeyler yankılanmaya başladı. Bir rüzgârın
kollarında taşındığı bir zamanı anımsadı ve bunun yapılacak aşikâr şey, gerçek
şey olduğunu anımsadı.
Ve
ırmak, buharını rüzgârın ona uzanan kollarına emanet etti; o da onu kolayca ve
nazikçe yukarılara taşıdı, millerce kilometre ötede, bir dağın doruğuna
ulaşınca yumuşak' bir şekilde bıraktı. Ama kuşkulan olduğu için, ırmak,,
deneyiminin ayrıntılarını daha güçlü anımsayıp kaydedebildi. "Evet, sonunda
gerçek kimliğimi öğrendim" diye düşündü.
Irmak
öğreniyordu. Ama kumlar fısıldadı. "Biliyoruz, çünkü her gün bunun
olduğunu görüyoruz. Çünkü biz kumlar, ırmaktan dağa kadar uzanıyoruz."
İşte
bu nedenle, yaşam ırmağının yolculuğuna nasıl devam edeceği kumlarda yazılıdır
denir.
Not: Bu öykü dervişler arasında çok popülerdir. Bu
versiyon 1870'te ölen Tunuslu Acad Afifi'den alınmıştır.
Nuri
Bey, derin düşünceli ve saygıdeğer bir Arnavuttu. Kendinden çok daha genç bir
hanım almıştı.
Bir
akşam eve vaktinden evvel dönünce, sadık hizmetçilerinden biri yanına gelip
şöyle dedi:
"Sizin
hanımınız,, bizim efendimiz, kuşkulu davranıyor. Dairesinde ninenize ait, bir
adamın sığabileceği kadar büyük bir sandıkla oturuyor."
"İçinde
yalnızca birkaç eski işleme olması gerekir."
"İçinde
çok daha fazlası olduğuna inanıyorum. Benim, en eski hizmetlinizin, içine
bakmasına izin vermiyor."
Nuri,
karısının odasına gitti, onu büyük tahta sandığın yanında kederli bir şekilde
otururken buldu.
"Bana
sandığın içindekileri gösterir misin" dedi.
"Bir
hizmetçinin kuşkusundan ötürü mü, yoksa bana güvenmediğin için mi?"
"Neyi
ima ettiğini, düşünmeden açmak daha kolay değil mi?" diye sordu Nuri.
"Mümkün
olduğunu sanmam."
"Kilitli
mi?"
"Evet."
"Anahtar
nerede?"
Anahtarı
uzattı. "Hizmetçiyi kovun, ben de onu size vereyim." Hizmetçi
kovuldu. Kadın anahtarı verdi ve kendisi düşünceli bir şekilde köşesine
çekildi.
Nuri
Bey uzun süre düşündü. Ondan sonra dört tane bahçıvan çağırdı. Sandığı hiç
açmadan arazilerinin uzak bir köşesine taşıyıp gömdüler.
Bir
daha da bu konudan hiç söz açılmadı.
Not: Bu öykü gezici (Kalender) dervişlerinin
repertuvarına aittir. Eskiden Türkiye'de çok yaygındılar. Bu öykü, A.B.D.'de
1916 ve 1922'de yayımlanan, H.G. Dwight'ın Stambul Nights (İstanbul Geceleri)
kitabında yer almıştır.
Bir
zamanlar iki paralel sokaktan oluşan bir kent vardı. Bir derviş bir sokaktan
geçti ve İkincisine vardığı sırada, insanlar gözlerine yaş dolmuş olduğunu
gördüler. Birisi "Yan sokakta biri ölmüş" diye bağırdı ve kısa
zamanda mahalledeki tüm çocuklar bağrışmaya başladılar.
Aslında
derviş soğan soyuyordu.
Kısa
bir süre sonra vaveyla ilk sokağa da ulaştı. Her iki sokaktaki erişkinler de
öyle üzülmüş ve korkmuşlardı ki (tümü akrabaydı) kargaşanın nedenini
soruşturmaya cesaret edemediler.
Akıllı
bir adam her iki sokaktaki insanları, niçin birbirlerine ne olduğunu
sormadıklarını söyleyerek, makul olmaya çağırdı. Ne dediklerini bilmeden,
kafaları karmakarışık, "Tüm bildiğimiz, öbür sokakta ölümcül bir salgın
başladığı" dediler. Bu söylenti de orman yangını gibi yayıldı, ta ki her
iki sokaktakiler de diğerinde yaşayanların işinin bittiğini düşününceye dek.
Düzen
biraz yerine geldikten sonra, iki topluluk da kendilerini kurtarmak için,
göçmeleri gerektiğine karar verdi. Ve böylece iki sokağın halkı da şehrin
farklı yönlerinden sokaklarını terk etti.
Şimdi,
yüzyıllarca sonra, şehirleri hâlâ terk edilmiş durumda; çok da uzak olmayan bir
yerde iki köy var. Her bir köyün, ayrı bir menkıbesi var.
Uzak
zamanlarda, bilinmeyen bir kötülükten, lanetli bir kentten, kaçıp kurtulduktan
sonra, nasıl kuruldukları anlatılıyor.
Not: Bu öykü Şeyh Kalender Şahin Asrar-i-Khiwatia
(Münzevilerin Sırlan) adlı eğitim kitabından. Kalender Şah, Sühreverdi tarikatı
üyesi ve 1832'de ölmüş. Türbesi, Pakistan'da Lahor'da bulunuyor.
Bir
zamanlar iyi bir adam vardı. Tüm hayatını Cennet’e ulaşanların sahip olduğu
nitelikleri geliştirmeye harcamıştı. Fikirlere yardımda bulundu, diğer
insanları sevdi ve onlara hizmet etti. Sabırlı olma ihtiyacını anımsayarak,
birçok büyük ve beklenmeyen zorluğa katlandı, çok zaman başkalarının hatırına.
Bilgi peşinde yolculuklara çıktı. Onun mütevazılığı ve örnek davranışları
öyleydi ki bilge biri ve iyi bir yurttaş olarak ünü Batı'dan Doğu ya, Kuzey’den
Güney'e her yere ulaşmıştı.
Tüm
bu özelliklere gerçekten de sahipti uygulamayı anımsadığı zaman. Ama bir eksiği
vardı, o da dikkatsizlikti. Bu eğilim onda çok güçlü değildi ve diğer
özellikleriyle karşılaştırıldığında, bunun ufak bir kusur olarak kabul
edilebileceğini düşünüyordu. Yardım etmediği bazı fakirler vardı, çünkü zaman
zaman onların ihtiyaçlarına karşı duyarsız oluyordu. Sevgi ve hizmet de bazen
unutuluyordu, kişisel gereksinimler ya da arzular olduğunu düşündüğü şeyler içinde
ortaya çıktığı zaman.
Uykuya
düşkündü ve bazen o uyurken, bilgi arama ya da anlama, mütevazılik gösterme ya
da toplam iyi davranışlarına yenilerini ekleme gibi fırsatlar çıkıyor, ama bir
daha geri gelmiyorlardı.
Bir
gün geldi öldü. Kendini bu hayatın ötesinde, duvarlı bahçenin yolunda bulunca,
durup vicdani muhasebesini yapmaya karar verdi. Ve cennete gitme şansının
yeterince yüksek olduğunu hissetti.
Kapılar
kapalıydı, daha sonra bir ses ona seslendi: "Dikkatli ol, çünkü kapılar
yalnızca birkaç yüzyılda bir açılır." Heyecanlı bir şekilde, beklemek için
oturdu. Ama insanlara karşı erdemli davranışlarda bulunma fırsatlarından yoksun
kalınca, dikkat kapasitesinin yeterli olmadığını anladı. Bir çağ kadar uzun
gelen bir şiire bekledikten sonra, başı önüne düştü. Bir an için göz kapaklan
kapandı ve o küçücük anda, kapılar açılıverdi. Gözleri tam olarak yeniden
açılıncaya dek de, kapandılar: ölüleri uyandırmaya yetecek kadar büyük bir
gürültüyle.
Not: Bu tanınmış bir derviş öyküsü olmakla birlikte
kaynağı bilinmemektedir. Bazıları peygambere kadar gittiğini söylerler.
Buradaki şekli 17. yüzyılın bilinmeyen bir
dervişinden, AmilBaba 'dan gelmektedir.
Bir
zamanlar bir deniz yolculuğuna çıkan bir derviş vardı. Diğer yolcular tekneye
birer birer çıktıkça, onu görüp —adet olduğu üzere— birer tavsiye istediler.
Dervişin tüm yaptığı herkese aynı şeyi tekrarlamaktı: Dervişlerin dikkatlerini
zaman zaman yönelttiği formüllerden birini tekrarlıyormuş gibiydi.
Formül
şöyleydi: "Ölümün farkında olmaya çalış, ölümün ne olduğunu bilene
kadar". Bu öğüt yolcuların çok azına çekici geldi.
Sonra
korkunç bir fırtına çıktı. Mürettebat ve yolcular dizlerinin üstüne çöküp
Allah’a gemiyi kurtarması için dua etmeye başladılar. Bir yandan da dehşet
içinde çığlıklar atıyor, işlerini bitmiş sayıyor ve kurtuluş umutlarını
sürdürüyorlardı. Tüm bu zaman boyunca derviş sessiz, düşünceli bir şekilde,
çevresindeki hareket ve sahnelere karşı hiçbir tepki göstermeden oturdu.
En
sonunda gürültü, patırtı durdu, deniz ve gök-sakinleşti ve yolcular dervişin
tüm bu zaman boyunca ne kadar sakin kaldığını fark ettiler.
Biri
ona şöyle sordu: "Tüm bu korkunç fırtına sırasında ölümle aramızda bir
tahta parçasından başka bir şey olmadığının farkında mıydın?"
Derviş
"Evet, tabii" diye yanıtladı. "Denizde bunun her zaman böyle
olduğunu biliyorum. Ama, karada, her şey yolunda giderken, ölümle aramızda o
kadarcık bir şey bile olmadığım düşündüğümü de fark ettim."
Not: Bu öykü Bistam'lı Beyazıt’a ‘ atfedilir. Hazar
Denizi’nin güneyinde yaşamıştır. Eski Sufilerin en ünlülerinden biriydi ve 9.
yüzyılın 2. yarısında yaşadı.
Büyükbabası Zerdüşt dinine mensuptu. Ustası Abu-Ali
İslamın ritüellerini iyi bilmediği için bazıları Abu-Ali'nin Hintli olduğunu ve
Beyazıt‘ın Hint mistik metotlarını incelediğini düşündüler. Ama Sufiler
arasında hiçbir otorite bu görüşü kabul etmemiştir.
Zeki,
eğitimli bir akademisyen bir gün bir köye geldi. Orada temsil edilen farklı
görüş açılarını, bir çalışma için, karşılaştırmak istiyordu.
Kervansaraya
gitti ve köyün en doğru sözlü ve en yalancı sakinleriyle tanışmak istediğini
söyledi. Orada bulunanlar köyün en büyük yalancısının Kazzap, en doğru
sözlüsünün de Rastpu olduğunda hemfikir oldular. O da onları ziyaret etti ve
basit bir soru sordu: "Komşu köye giden en iyi yol hangisi?"
Doğrucu
Rastpu: "Dağ yolu" dedi.
Yalancı
Kazzap da "Dağ yolu " dedi.
Doğal
olarak, bu durum yolcunun kafasını çok karıştırdı. Bu yüzden diğer, normal
köylülere de aynı şeyi sordu. Bazıları 'ırmak' dedi, diğerleri 'tarlalardan'.
Daha başkaları da yine 'dağ yolu' dedi.
Dağ
yolundan yola çıktı. Ama yolculuğunun amacının yanı sıra doğrucu ve yalancı
problemi de zihnini meşgul ediyordu. Komşu köye varıp, öyküsünü köy kahvesinde
anlattı ve sözlerini şöyle bitirdi: "Açıkçası, doğru ve yalan söyleyenlerin
adlarını yanlış kişilere sormuş olmalıyım. Buraya dağ yolundan kolayca
vardım."
Orada
bulunan bilge bir adam şöyle konuştu:
"Mantıkçılar,
öyle görünüyor ki kör olma eğiliminde ve diğerlerinden yardım istemeleri
gerekiyor. Ama burada mesele farklı. Gerçekler şunlar: Irmak en kolay yûldur,
bu nedenle yalancı dağı önerdi. Ama doğrucu yalnızca doğruyu söylemekle
kalmadı. Bir eşeğin olduğunu fark etmişti, bu da yolculuğu yeterince kolay
kılıyor. Yalancı da senin teknen olmadığını fark etmedi, yoksa ırmağı
önerirdi."
Bir
gün Adi -hesapçı denen bir genç (çünkü matematik çalışmıştı). Buhara'dan
ayrılıp daha yüce bilgileri aramaya karar verdi. Hocası ona güneye doğru
gitmesini salık verdi ve "Tavuskuşu ve yılanın anlamını ara" dedi, bu
genç Adi'yi derin düşüncelere sevk etti.
Horasan’dan
geçip sonunda Irak'a ulaştı. Burada bir tavuşkusuyla bir yılanın bulunduğu bir
yere geldi ve onlarla konuştu. "Görece faydalarımız konusunda
tartışıyoruz" dediler.
Adi,
"Bu tam da öğrenmek istediğim şey" dedi, "lütfen devam
edin."
Tavuskuşu,
"Ben kendimi daha önemli hissediyorum" dedi. "Ben yücelmeyi,
göklere yükselmeyi, göksel güzelliği ve bu nedenle daha üst şeylerin bilgisini
temsil ediyorum. Benim misyonum, insanlara taklitle kendisinden gizli yönlerini
anımsatmaktır."
Yılan,
hafifçe tıslayarak "Ben de aynı şeyleri temsil ediyorum" dedi. İnsan
gibi, toprağa bağlıyım. Bu ona kendini anımsatıyor. Onun gibi, toprakta yolumu
bulurken, esneğim. Bunu da unutuyor. Geleneksel olarak, toprakta gizli
hâzinelerin bekçiliğini yapan benim."
Tavuskuşu,
"Ama sen iğrençsin” diye bağırdı. "Kurnaz, gizli ve
tehlikelisin."
Yılan
"Sen benim insani özelliklerimi sıralıyorsun" dedi. "Ben demin
yaptığım gibi diğer işlevlerimi sıralamayı tercih ederim. Şimdi de sana
gelelim. Kendini beğenmiş, aşırı şişmansın ve kaba bir sesin var. Ayakların
fazla büyük, tüylerin fazla gelişmiş."
Adi
bu noktada müdahale etti: "İkinizin de haklı olmadığınızı anlamamı
sağlayan yalnızca sizin anlaşmazlığınız. Ama yine de kişisel saptantılarınızı
bir yana bırakırsak, bir arada insanlık için bir mesaj oluşturduğunuzu açıkça
görebiliyoruz."
Ve
iki rakip dinlerken, onlara işlevlerini neler olduğunu açıkladı.
"İnsan
yılan gibi toprakta sürünür. Bir kuş gibi göklere de yükselebilir. Ama aynı
yılanın açgözlü, hırslı olması gibi, yükselmeye çalıştığı zaman bencilliğini
muhafaza eder ve bir tavuskuşu gibi aşırı gururlu olur. Tavuskuşunda insanın
potansiyelini görebiliyoruz, ama tam olarak gerçekleşmeden. Yılanın
parıltısında güzellik olasılığını görebiliriz. Tavuskuşunda bunun göz alıcı bir
hal aldığını görüyoruz."
Daha
sonra Adi’nin içinden bir ses konuştu ve ona şöyle dedi: "Hepsi bu değil.
Bu iki yaratık da yaşamla donatılmış; bu onların belirleyici faktörü. Onlar
mücadele ediyor, çünkü her birinin kendi yerleşik yaşam biçimi var ve bunun
gerçek bir statünün elde edilmesi olduğunu düşünüyor. Ama biri bir hâzineyi
koruyor, fakat onu kullanamıyor. Diğeri bir hâzineyi, güzelliği yansıtıyor, ama
kendisini onun aracılığıyla dönüştür emiyor. Kendileri için ulaşılır olan bir
şeyden yararlanamamalarına karşın, onu sembolize ediyorlar, görebilen ve
duyabilenler için."
Not: Irak'taki yılan ve tavuskuşu kültü
[Yezidiler/Ezdiler] 12. yüzyılda Musafir'in oğlu, Adi adlı bir Sufi Şeyhi
tarafından kurulmuştur. Arapçada "Tavus kuşu" aynı zamanda
"süs" anlamına gelir ve "yılan" organizma ve yaşamla aynı
karakterle, harfle anlatılır. Sembolizmleri buradan ileri gelir.
Bedevi
Harith ve karısı Nazife ordan oraya dolaşıp harap çadırlarını, birkaç
palmiyenin, develeri için biraz otun ve küçük bir acı su birikintisinin
bulunduğu her yerde kuruyorlardı. Bu onların yıllardır devam eden yaşam
biçimiydi ve Harith çok nadiren günlük rutinlerini değiştirirdi: Çöl farelerini
derileri için tuzakla yakalamak, geçen kervanlara satmak için palmiyelerden
iplik eğirmek.
Ama
bir gün çölde yeni bir kaynak ortaya çıktı ve Harith suyun birazını ağzına
attı. Kendisinin her zaman içtiğinden daha tatlı olduğu için su ona cennet
suyunun ta kendisi gibi geldi. Bize çok tuzlu gelirdi. "Bunu, onu takdir
edebilecek birine götürmeliyim."
Bunun
için Bağdat'a Harun Reşid'in sarayına doğru yola çıktı. Yolda biraz bir şeyler
kemirmek dışında hiç mola vermeden yoluna devam etti. Yanına iki keçi tulumu su
almıştı. Biri kendisi, diğeri de halife için.
Günler
sonra Bağdat'a ulaştı ve doğruca saraya gitti. Muhafızlar hikâyesini dinlediler
ve yalnızca kural olduğu için onu Harun Reşid'in huzuruna çıkardılar.
Harith
"İnananların efendisi” dedi, "ben yoksul bir bedeviyim ve çölün tüm
sularını bilirim, pek başka bir şey bilmesem de. Bu cennet suyunu yeni
keşfettim ve onun size uygun bir armağan olduğunu anlayınca sunmak için hemen
geldim,"
Dürüst
Harun suyun tadına baktı ve halkını anladığı için, muhafızlara Harith'i alıp o
karar verinceye kadar bir yere kitlemelerini söyedi. Daha sonra muhafızların
komutanını çağırıp şunları söyledi: "Bizim için hiç olan, onun için her
şey. Bu nedenle, onu saraydan gece vakti götürün. Dicle nehrini görmesine
fırsat vermeyin. Çadırına kadar tatlı suyun tadına bakmasına izin vermeden
eşlik edin. Ondan sonra ona bir altın verin ve teşekkürlerimi bildirin.
Söyleyin, o artık cennet suyunun muhafızı ve her yolcuya bedava verilmesi için
benim adıma orayı işletecek."
Not: Bu öykü "İki Dünyanın Öyküsü" adıyla
da bilinir. Abuelatahiya'ya atfedilir (Harun Reşid’in çağdaşı ve
"Mashhara" derviş tarikatının kurucudur). Arap kutsal şiirinin babası
olarak adlandırılmıştır. 828 yılında ölmüştür.
İki
değerli ve dindar adam bir camiye birlikte girdiler. İlki ayakkabılarını
çıkarıp kapının dışında yan yana koydu. İkincisi ayakkabılarını çıkarıp eline
aldı ve onlarla birlikte içeri girdi.
Kapıda
oturan başka dindar ve değerli adamlar arasında bu iki adamın hangisinin daha
iyi olduğu konusunda tartışma çıktı. Biri şöyle dedi: "İnsan camiye çıplak
ayakla giriyorsa, ayakkabıları dışarıda bırakmak daha iyi bir fikir olmaz
mıydı?" Başka biri karşı çıktı: "Ayakkabılarını içeri götürenin
onları kendine mütevazılıktan ayrılmamayı anımsattığı için almış olabileceğini
neden hesaba katmıyoruz?"
İki
adam dışırıya çıktıktan sonra, orada oturan ayrı gruplar tarafından ayrı ayrı
sorguya çekildiler.
İlki
şöyle dedi: "Ayakkabılarımı olağan bir nedenle dışarıda bıraktım. Eğer
biri onları çalmak isterse, bu kışkırtmaya karşı koyma fırsatı olacak, böylece
erdemi artacaktır". Dinleyenler, malı mülkü kendisi için onları
yazgılarına terk edebilecek kadar önemsiz olan bu yüce-düşünceli adamdan çok
etkilendiler.
İkinci
adam aynı zamanda şunları söyledi:
"
Ayakkabılarımı camiye götürdüm, çünkü onları dışarıda bıraksaydım, onları
çalmak için insanları kışkırtmış olurdum." Dinleyenler bu yüce duygudan
çok etkilendiler ve bilge kişinin düşüncelerini takdir ettiler.
Ama
olanları izleyen bir başka bilge şöyle seslendi.
''
Siz ikiniz ve sizi izleyenler varsayımsal durumlarla oynar ve takdir edilmesi
gereken duygu ve düşüncelerinizle ilgilenirken, bazı 'gerçek' şeyler olup bitiyordu."
Kalabalık
" Bu gerçek şeyler neydi? " diye sordu.
"Ayakkabılar
kimseyi kışkırtmadı. Teorik günahlar ortaya çıkmadı. Onun yerine, yanında
taşıyacak ya da kapıya bırakacak hiçbir ayakkabısı olmayan başka biri içeri
girdi. Kimse onun davranışını fark etmedi. Onu gören ya da görmeyen insanlar
üzerindeki etkisinin bilmemde değildi. Ama gerçek içtenliğinden ötürü, onun
camideki duaları, ayakkabıları çalacak ya da çalmayacak ya da kışkırtmayla
karşı karşıya kalınca kendisini düzeltebilecek tüm potansiyel hırsızlara en
dolaysız şekilde yardımcı oldu."
Ne
kadar mükemmel olursa olsun kendinin bilincinde olarak yapılan eylemin, gerçek
bilgilerin varlığı bilgisiyle karşılaştırıldığında gölgede kaldığını halâ
göremiyor musunuz?
Mevlana Bahaddin Nakşibendi'ye sordular: "Birçok öyküdeki
kötü adamlar ya da çocuklar yalnızca büyük bir bilgeyle karşılaşınca bile, bir
bakışla ya da başka bir dolaylı yoldan nasıl maneviyat edinebiliyorlar? "
Yanıt olarak aşağıdaki öyküyü anlattı. Bu metodun dolaylı
maneviyat kazandırma yoluna paralel olduğunu söyledi.
Bizans’ın güçlü çağında, imparatorlarından biri, hiçbir doktorun
tedavi edemediği amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Her ülkeye hastalığı tarif
etmek üzere elçiler gönderildi. Bunlardan biri de, imparatorun adını Doğu ’nun
büyük bilgelerinden biri olarak duyduğu, bir Sufi olan Büyük Gazalinin okuluna
vardı. Gazali, öğrencilerinden birini İstanbul’ a yolladı.
El-Arif, İstanbul'a varınca kendisi, imparatorun huzuruna çıktı.
İmparator onu çok iyi karşıladı ve bir çare bulmasını diledi. El-Arif hangi
tedavilerin denendiğini ve daha hangilerinin düşünüldüğünü sordu. Sonra da
hastayı muayene etti.
Sonra tüm saray eşrafının toplanmasını istedi, tedavinin nasıl
olabileceğini açıklayacaktı.
İmparatorluktaki tüm soylular toplandığı zaman, Sufi
"Majestelerinin inancını kullanması gerekir" dedi.
Din adamlarından biri "İmparatorun inancı var, ama tedaviye
etki yapmıyor" dedi. "Bu
durumda, dünyada onu kurtarabilecek tek bir şifa olduğunu söylemek zorundayım.
Ama öyle korkunç bir şey ki, bundan söz etmek istemiyorum."
"Yedi yaşın altındaki birçok çocuğun kanından yapılacak bir
banyo, imparatoru kurtaracaktır." Bu sözlerin yol açtığı kargaşa ve telaş
yatıştıktan sonra, devletin ileri gelenleri bu şifanın denenmeye değer olduğuna
karar verdiler. Bazıları kuşkulu bir yabancının sözü üzerine böyle bir
barbarlığa kalkışmaya kimsenin hakkı olmadığını söyledi ama, çoğunluk, herkesçe
hayranlık derecesinde saygı duyulan bir imparatorun hayatını kurtarmak için bu
riskin alınmaya değer olduğunu ileri sürdü.
Kral bu konuda gönülsüz olmasına karşın, sıkıştırdılar. "
Majesteleri, reddetmeye hakkınız yok; çünkü yokluğunuz, bırakın bir miktar
çocuğu, tüm tebanızın kaybından daha fazla şeyden imparatorluğu yoksun
bırakacaktır "
Sonuçta Bizans'ta uygun yaştaki tüm çocukların, imparatorun
sağlığı için kurban edilmek üzere belli bir süre içinde İstanbul'a gönderilmesi
buyruğu her yere yollandı.
Bu çocukların anneleri çoğunlukla, kendi kurtuluşu için
çocuklarının kanını isteyebilecek kadar canavar olduğunu düşündükleri
imparatorlarına lanetler yağdırdılar. Ama bazıları da, çocukları öldürülmeden
önce imparatorun iyileşmesi için dua etti.
İmparatorun kendisi de bir süre geçtikten sonra, ne nedenle
olursa olsun, küçük çocukların katledilmesi gibi bir eyleme izin vermeyeceğini
hissetmeye başladı. Bu problem onu gece gündüz meşgul etmeye, kıvrandırmaya
başladı. Sonunda şunu söyledi: "Masumların ölmesini görmektense kendim
ölmeyi tercih ederim."
Bunu söyler söylemez hastalığı düzelmeye başladı. Kısa zaman
içinde sağlığını kazandı. Sığ düşünceliler iyi hareketinden ötürü
ödüllendirildiği sonucuna vardılar. Onlar kadar sığ düşünen başkaları da
düzelmesini çocukların annelerinin ilahi güçler üzerindeki etkisine bağladılar.
El-Arif'e hangi yoldan hastalığın düzeldiği sorulduğunda şunları
söyledi. "İnancı olmadığı için, ona eşdeğer bir şey bulmak zorundaydım.
Onun kararlılığıyla, hastalığın belli bir zamandan önce düzelmesini isteyen
annelerin arzulan bir araya geldi."
Bizanslılar arasında ona kuşkuyla bakanlar şunları söyledi.
"Kana susamış Arab’ın formülü denenmeden önce, din
adamlarının dualarına yanıt olarak İmparator'un iyileşmesi ilahi güçlerin yüce
bir müdahelesidir. Çünkü o ileride büyüyüp, belki de onun gibilere karşı
Bizans'ı savunacak olan genç nesli yok etmeye çalışıyordu."
Durum El Gazali 'ye bildirildiğinde, şunları söyledi:
"Bir etki sağlanabilmesi için, ancak gereken zamanda sonuç
verecek tarzda gerçekleşir."
"Aynı Sufinin kendini bulduğu insanlara göre yöntemini
adapte etmesi gibi dervişler de çocukların, cahillerin hatta kötülerin
maneviyatını kendince bilinen yöntem aracılığıyla aydınlatabilir. "
Bu da Bahaddin ’in açıklamasıydı.
Bir
zamanlar üç derviş vardı. Adlan Yek, Dü ve Se idi. Kuzeyden, Batıdan ve
Güneyden geliyorlardı. Bir-ortak noktaları vardı, o da 'Derin Gerçek’i
aramaktı. Bunun için bir yol arıyorlardı.
İlki,
Yek-Baba, oturup başı ağrıyana kadar düşündü. İkincisi Dü-Ağa, ayakları
ağrıyana kadar başının üzerinde dikildi. Üçüncü Se-Kalender, burnu kanayana dek
kitap okudu.
En
sonunda ortak çaba harcamaya karar verdiler. Bir köşeye çekilerek
egzersizlerini hep birlikte gerçekleştirdiler; bu yolla ’Derin Gerçek’
dedikleri gerçeğin görüntüsünü oluşturmaya yetecek kadar güç
toplayabileceklerini umuyorlardı.
Kırk
gün kırk gece durmadan çaba harcadılar. En sonunda beyaz bir duman içinde çok
yaşlı bir adamın başı belirdi. Birincisi "Sen insanların rehberi, gizemli
kaderi misin?" diye sordu. İkincisi "Hayır, o kutup, evrenin
sütunu" dedi. Üçüncüsü "Eminim, o değişenlerden biri” dedi.
Görüntü
"bunların hiçbiri değilim" diye kükredi. "Ama ne olduğumu
düşünüyorsanız oyum. Hepiniz 'Derin Gerçek’ dediğiniz aynı şeyi
istiyorsunuz."
Hep
bir ağızdan "Evet, üstad" dediler.
Baş
"insanlar ne kadarsa yollar da o kadar sözünü hiç duymadınız mı? "
diye sordu. "İşte yollarınız."
"İlk
derviş Budalalar ülkesine gidecek. İkinci derviş Büyülü Aynayı bulmak zorunda.
Üçüncü derviş girdaptaki cini yardıma çağıracak"
Bunları
söyleyerek, gözden kayboldu.
Bunun
hakkında bir süre tartışma oldu. Çünkü hem yola çıkmadan önce daha fazla bilgi
istiyorlardı, hem de o zamana dek farklı farklı yollar denemelerine karşın, her
biri ancak tek bir yol olduğunu tabii kendisininki düşünmüştü. Şimdi hiçbiri,
gördükleri ve adını bilmedikleri görüntüyü çağırmaktan kısmen sorumlu da
olsalar, yeterince yararlı olduğundan emin değildi.
Yek-Baba
derviş hücresinden ilk ayrılan oldu ve adeti olduğu üzere çevrede bilgili bir
adamın olup olmadığını soruşturmak yerine, her önüne gelene sorarak bilen
birini buldu ve oraya doğru yola çıktı. Ülkeye girer girmez sırtında bir kapı
taşıyan bir kadın gördü. "Hanım, neden böyle yapıyorsun?” dedi.
"Çünkü
kocam sabah işe giderken, 'evde değerli eşyalar var, hiç kimsenin o kapıdan
geçmesine izin verme' dedi. Dışarı çıkarken, kimse geçmesin diye kapıyı yanıma
aldım. Lütfen bırak da geçeyim."
"Sana
o kapıyı yanında taşımanı gereksiz kılacak bir şey söylememi ister misin?"
diye sordu Derviş Yek-Baba.
Kadın
"Tabii ki hayır" dedi. "Bana yardımcı olabilecek tek şey kapının
ağırlığını nasıl azaltabileceğimi söylemen olurdu."
"Bunu
yapamam " dedi ve ayrıldılar.
Biraz
daha uzakta bir grup insan gördü. Bir tarlada büyümüş dev bir kavunun
karşısında korku içinde titriyorlardı. Ona "Bu canavarlardan daha önce hiç
görmemiştik” dediler. "Kesinlikle daha da büyüyüp hepimizi öldürecek. Ama
ona dokunmaya cesaret edemiyoruz. "
"Bu
konuda yapabileceğiniz bir şeyi söylememi ister misiniz? " Budalalar
"Yapma" diye yanıtladılar. "Onu öldürürsen ödüllendirilirsin.
Ama onun hakkında bir şey bilmek istemiyoruz." Bunun üzerine derviş
bıçağını çıkardı, kavuna doğru yürüdü ve bir dilim kesip yemeye başladı.
Dehşet
çığlıkları arasında insanlar ona bir avuç para verdi. Ayrılırken "Lütfen
geri dönmeyin saygıdeğer canavar avcısı, gelip bizi de böyle öldürmeyin",
dediler.
Böylece,
zamanla Budalalar ülkesinde, hayatta kalabilmek için, insanın bir budala gibi
düşünüp davranması gerektiğini öğrendi. Birkaç yıl sonra bazı budalaların
aklını başına getirmeyi başardı ve ödül olarak bir gün 'Derin Gerçek’e ulaştı.
Ama Budalalar onu canavarın kanını içen adam olarak anıyorlardı. 'Derin
Gerçek’e ulaşabilmek için aynısını yapmaya çalıştılar, ama hiçbiri başaramadı.
Bu
arada ikinci derviş Dü-Ağa “Derin Gerçek” peşindeki yolculuğuna çıkmıştı.
Gittiği her yerde yerel bilgeleri ve yeni egzersizleri sordu. Ona birçok
yanıltıcı yanıtlar verildi, ama sonunda nerede olabileceğini anladı. Bir kuyuya
kıl kadar ince bir iplikle asılmıştı ve bu da sadece bir parçasıydı, çünkü
insanların düşüncelerinden yapılmıştı ve tam bir ayna yapmaya yetecek kadar
düşünce yoktu.
Onun
muhafızlığını yapan şeytanı atlattıktan sonra Dü-Ağa aynaya baktı ve 'Derin
Gerçek'i istedi. O anda onun oldu. Dolaştı ve uzun yıllar boyu mutluluk içinde
insanları eğitti. Ama müritleri aynaya, sürekli olarak yenilenmesi için gereken
aynı konsantrasyonla bakmayı sürdüremedikleri için ayna kayboldu. Yine de bugün
hâlâ Dü-Ağa'nın büyülü aynası olduğunu sanarak, aynalara bakan insanlar vardır.
Üçüncü
derviş Se-Kalender'e gelince, o da her yerde girdaptaki cini aradı. Cinin başka
bir sürü adı daha vardı ama, Kalender bunu bilmiyordu ve yıllarca o cinin izini
sürdü, her zaman, aradığı bir cin olarak tanınmadığı ya da girdapla
ilişkisinden söz açılmadığı için onu kaçırıyordu.
Sonunda
yıllar geçtikten sonra bir köye geldi ve "Ey insanlar" diye seslendi,
"hırada girdaptaki cinden söz edildiğini duyan kimse var mı?"
Birisi
"Cinden söz edildiğini hiç duymadım " dedi. "Ama bu köyün adı
Girdap’tır".
Kalender
kendisini yere atıp bağırdı. "Girdaptaki cin bana görünene dek buradan
ayrılmayacağım"
Yakınlardan
geçen cin onun yanına gelip şöyle dedi.
"Köyümüzün
yakınında yabancılardan hoşlanmayız. Onun için gelmedim. Aradığın nedir? "
"'Derin
Gerçek'i arıyorum ve onu nasıl bulabileceğimi bana söyleyebileceğini
duydum".
Cin
"Tabi ki söyleyebilirim" dedi. "Başından çok şey geçti. Tüm
yapman gereken şu sözü söyleyip, bu şarkıyı söylemek, şöyle bir eylemde
bulunup, böyle bir eylemden kaçınmak. O zaman 'Derin Gerçek'e
ulaşacaksın."
Derviş
cine teşekkür etti ve programına başladı. Aylar yıllar geçtikten sonra
egzersizlerini doğru olarak yapmaya başladı. İnsanlar gelip onu izlediler. Daha
sonra da, çoşkusundan ve değerli ve dindar bir adam olarak bilinmesinden ötürü
onu taklit etmeye başladılar.
Sonunda
derviş 'Derin Gerçek'e ulaştı. Arkasında onun usûllerini sürdüren bir sürü
insan bıraktı. Tabii ki hiçbir zaman ’Derin Gerçek’e ulaşamadılar. Çünkü
dervişin yolunun bittiği yerden başlıyorlardı.
Bu
dervişlerin müritleri birbirlerine rastladıkları zaman şöyle konuşurlardı.
"Aynam
burada, yeterince bakarsanız ’Derin Bilgi'ye ulaşırsınız"
"Bir
koyun kurban edin. Derviş Yek-Baba'ya yardım ettiği gibi size de yardım
edecektir."
"Saçma!
Tek yol belli pozisyonların, duaların ve eylemlerin sürdürülmesinde sebat
etmektir."
Gerçekten
’Derin Gerçek’e ulaştıklarında üç derviş şunu anladılar ki, geride
bıraktıklarına yardımcı olma güçleri yoktu; bir dalganın üzerinde giden bir
insanın, bir leoparın kovaladığı bir hayvanı görüp yardımına gidememesi gibi.
Not: Bu dervişlerin maceraları bazen geleneksel din
anlayışının bir taşlaması olarak yorumlanır.
Bu ünlü bir eğitim öyküsüdür. Muradillerin lideri,
1719 yılında ölen sufi hocası Murat Şami'ye atfedilir.
İkinci
rütbeden dört kutsal derviş bir araya gelip tüm dünyada insanlara yardımcı
olmalarını sağlayabilecek nesneleri aramaya karar verdiler. Yapabilecekleri her
şeyi incelemiş ve böyle bir işbirliğiyle en iyi hizmeti verebileceklerine karar
vermişlerdi.
Otuz
yıl sonra yeniden buluşmayı aralarında kararlaştırdılar. Saptanan günde yeniden
bir araya geldiler. İlki en kuzeyden büyük bir asa getirmişti. Ona binen herkes
hedefine bir an içinde ulaşabiliyordu. İkincisi en batıdan büyük bir başlık
getirmişti. Başına onu geçiren hemen anında, var olan herkese ve her şeye
dönüşebiliyordu. Üçüncü, doğudan büyük bir ayna getirmişti, Bu aynada, dünyada
istenilen her yer görülebiliyordu. Güneyden gelen dördüncü ise, her hastalığı
iyileştirebilen büyük bir kupa getirmişti.
Böylece
donandıktan sonra, savaşırken ellerindeki araçları etkili bir şekilde
kullanmalarına yetecek kadar uzun süre yaşamalarım sağlayacak yaşam suyunu
bulmak için aynaya baktılar. Yaşam suyunun yerini buldular, büyük asaya binip
oraya uçtular ve suyu içtiler.
Ondan
sonra aynaya yardımlarına en çok ihtiyaç duyan adamı görmek için baktılar.
Aynada ölmek üzere olan bir adamın yüzü belirdi. Günlerce uzaktaydı.
Dervişler
hemen asalarına binip bir an içinde hasta adamın evine ulaştılar.
Kapıdaki
adama "Efendinizin hasta olduğunu duyduk. Bizler ünlü hekimleriz. Bizi
içeri alın, ona yardım edelim" dediler.
Yaşlı
adam bunu duyunca dervişlerin yatağının başucuna getirilmesini istedi. Ama
onları görür görmez cin çarpmışa döndü ve bahtı da kötüleşti. Derhal dışarı
atıldılar; orada bulunanlardan biri, hastanın dervişlerin düşmanı olduğunu ve
onlardan nefret ettiğini açıkladı.
Başlarına
büyük başlığı geçirip görünüşlerini değiştirdiler; böylece hasta adamı rahatsız
etmeyecek bir kılığa bürünüp kendilerini hekim olarak takdim ettiler.
Adam
büyülü kupadaki ilaçtan biraz içince, daha önce hiç olmadığı kadar iyi hissetti
kendini. Çok mutlu oldu ve zengin biri olduğu için dervişlere bir ev armağan
etti, o eve yerleştiler.
Bu
evde yaşamaya devam edip, insanların iyiliği için bir araya getirdikleri büyülü
araçları ayrı ayrı kullanmaya devam ettiler.
Bir
gün diğer dervişler dışarıdayken, askerler büyülü kupanın sahibi olan dervişi
tutukladılar. Ülkenin kralı bu büyük doktorun ününü duymuş ve acaip bir
hastalığa yakalanmış olan kızını tedavi etmesi için, onu getirmişti.
Derviş
prensesin yatağına götürüldü ve o da özel kupasında kendi ilaçlarından sundu.
Ama tedavi için büyülü aynaya danışma fırsatı bulamadığı için tedavi işe
yaramadı.
Prenses
düzelmedi ve kral, dervişin duvara çivilenmesini buyurdu.
Arkadaşlarına
danışabilmek için biraz zaman istedi, ama kral sabırsızdı ve bunun dervişin
kaçması için bir taktik olduğunu düşündü.
Öbür
dervişler eve döner dönmez, arkadaşlarının nereye gittiğini öğrenmek için
büyülü aynaya baktılar. Onun ölmek üzere olduğunu görünce, büyülü asa ile
yardımına koşup ucu ucuna kurtardılar. Ama kralın kızını kurtaramadılar, çünkü
kupayı bulamıyorlardı.
Büyülü
aynaya bakınca, onun kralın emriyle en derin okyanusun derinliklerine atılmış
olduğunu gördüler.
Ellerindeki
mucizevi aletlere rağmen, kupayı geri alabilmek bin yıllarını aldı. Prensesle
olan deneyimlerinden sonra, dört derviş gizli çalışmaya karar verdi. İnsanlığın
iyiliği için yaptıkları her şeyin sanki doğal, açıklanabilir bir yoldan
gerçekleştiğinin sanılması için gerekeni yaptılar.
Not: Bazıları bu öyküde İsa'nın çarmıhta ölmediğine
dair bir referans olduğunu düşünür. Diğerleri büyük derviş ekollerinin dört
tekniğine ve bunların Nakşibendilerle birleşmesine atıf olduğunu savunur.
Daha genel Sufi açıklaması ise, derviş etkinliğinin
gizlilik içinde ve bir arada uygulanması gereken dört unsurdan oluştuğudur.
Ebu-Osman-El-Hiri
bir gün yolda giderken bir pencereden üzerine çok miktarda kül döküldü.
Yanındakiler bunu yapan kişiyi azarlamasını istediler.
Ama
El-Hiri yalnızca şunları söyledi:
"Sıcak
kömürü hak eden birinin başına yalnızca kül döküldüğü için müteşekkir
olmalıyız."
Üç
derviş bir kütüphanede karşılaştı.
Birincisi
şöyle dedi: "Sufi bilgeliğiyle ilgili olan tüm kitapları okuyacağım. Daha
sonra onların üzerine düşünüp benim için önemini görmeye çalışacağım."
İkincisi
şöyle dedi: "Tüm kitapları kendi elimle bir daha yazacağım ki dersler
iyice derin yerleşsin içime. Ondan sonra iç ve dış manaları için tümünü
yorumlayacağım."
Üçüncüsü
şöyle dedi: "Tüm kitapları almaya yetecek kadar para kazanacağım, daha
sonra da onları okuyacağım. En sonunda, size sorular sorup, söz ve
eylemlerinizin anlamadığınızı gösterdiği kısımlardan yararlanmaya
çalışacağım."
Oradan
geçerken durup onları dinleyen bir dördüncü derviş de şöyle dedi:
"Ben
de üçüncü dervişi inceleyip, boş gururunun kitaplarda görülebilecek olanı
görmesine izin verip vermediğini görmeye çalışacağım."
Herat'lı
ünlü Sufi Şeyh Abdullah Ansan kötülük konusunda şöyle der:
"Başka birinin kötülüğünden
kurtulabilirsiniz.
Ama kendi kötülüğünüzden hiçbir kaçış
yoktur."
Manevi
dünyayı öğrenmeye çalışan bir Batılı, adını bir gazetede gördüğü Doğulu bir
bilgeye öfkeli ve suçlayıcı bir mektup yazdı.
"Sizin
dünyevi şeylere karşı tamamen ilgisiz olmanız gerekir" dedi ve daha birçok
eleştiri sıraladı.
Bilgeyi
ziyaret ettiğimde, tepkisini mektubun yazarına iletmek için, mektup hakkında ne
düşündüğünü sordum.
"Evet,
gerçekten mektuplar alıyorum" diye mırıldandı. "Ama ne yazık ki
okuyamıyorum, çünkü bunlar dünyevi şeyler ve onlarla ilgilenmiyorum. "
Beyazıt
Bistami bir gün sokakta müritleriyle birlikte yürüyordu.
Bir
köpek onlara doğru gelince Beyazıt kenara çekilip köpeğe yol verdi.
Müritlerinden biri kendi kendine bunun hatalı olduğunu düşündü. Beyazıt; yüksek
bir statüye sahip, öğrencilerin eşlik ettiği büyük bir azizdi çünkü.
Beyazıt
onun duygularını algıladı ve açıkladı.
Köpek
onların yaklaştığını görüp, bir köpek olarak yaratıldığına göre büyük bir günah
işlemiş olması gerektiği düşüncesini iletmişti Beyazıt'a. Oysa bu adam, çok
büyük biri olmalıydı, öyle kutsal biri olarak görüldüğüne göre.
Beyazıt
"Köpeğin ilettiği bu düşünceden ötürüdür ki ona öncelik ve yol
verdim".
Otoritelerin
hiç hoşum gitmeyen acayip konuşmalarından ötürü, Şibli deli diye zincire
vurulmuştu. Ona saygı duyan bir dizi insan ziyaretine gidip sağlığını sordular.
Onlara kendilerini ne kabul ettiklerini sordu, onlar da onun arkadaşları
olduklarını söylediler.
Bunun
üzerine Shibli onlara taş atmaya başladı, onlar da kaçıp gittiler.
Şibli
arkalarından bağırdı. "Benim arkadaşım olduğunuzu, beni düşündüğünü
söylüyorsunuz! Ama size benim hastalığımdan kaçtığınızı gösterdim, onun için
siz benimle değil, daha çok taşlardan korunmakla ilgilisiniz!"
Rabia
Kazvinli, Salih'in şu ifadeyi kullanarak öğrencilerini yetiştirdiğini duydu.
"Kapıyı çalın, size açılacaktır."
Rabia
şöyle dedi: "Ey Salih, daha ne kadar böyle söylemeye devam edeceksin, kapı
aslında hiçbir zaman kapanmamışken
Ahmed
Şah, herkes tarafından saygı gören bir dervişken kral ilan edilmişti. O
zamandan itibaren sık sık-derviş cübbesi giydi ve kullarının arasında,
yönetiminin kalitesini arttırmak amacıyla dolaştı.
Bir
gün yine tebdil-i kıyafet ederek, ormanda bir kulübede yaşayan bir oduncuyu
ziyaret etti. "Eğer odunlarını satamazsan he yapardın?" diye sordu.
Oduncu "Saygıdeğer Derviş" dedi, "Tanrı'ya güvenip yapacak bir
şey bulurdum".
Ertesi
gün kral şehre hiçbir oduncunun sokulmaması emrini verdi ve iki üç gün sonra
adamı yine derviş kılığında ziyaret etti.
"Kral,
odunculara ¡çarşı acayip bir tavır aldıktan sonra, şimdi nasıl sürdürüyorsun
yaşamını?"
"Şimdi
de deri kemerler yapıp dükkânlara satıyorum. Tanrıya güvenip karnımı doyuracak
bir şeyler bulabiliyorum."
Kral
onun yanından ayrıldı ve bir süre dükkânlarda deri eşyaların satılmasını yasaklayan
bir ferman çıkardı.
Ahmet
Şah, fakir oduncu-dericiyi yeniden ziyaret ettiğinde şöyle dedi: "Nasıl
idare ediyorsun? Yazgı peşine düşmüş gibi, yeni uğraşın da engellendi."
"Efendim"
dedi adam, "Tanrı'ya güveniyor ve pazar yerinde hamal olarak çalışıyorum.
Her şey yolunda, yiyecek yeterince şeyim var."
Ahmet
Şah, bu sefer de tüm hamalların saray muhafızı yapılmasını emretti. Ama ücret,
hatta uyuyacak bir yer bile verilmeyecekti.
O
gece kral, derviş kıyafetiyle yine arkadaşını görmeye gitti ve onu kulübesinde
bir şeyler yer ve tahta oyarken buldu.
Kral
"Ne yapıyorsun?" diye sordu.
"Kraliyet
Muhafızları arasına alındım, ama yiyecek ve uyuyacak bir yer verilmedi. Ben de
bana verilen kılıcı rehine verdim, gerekli gıdaları aldım, şimdi de geleceğim
belli olana kadar, sahte bir kılıç yapıyorum."
Kral
sarayına döndü.
Ertesi
sabah muhafız komutanı oduncuyu çağırıp bir mahkûmun kellesini uçurmasını
emretti. Kralın, adet olduğu üzere, beklediği idam yerine birlikte gittiler.
Oduncu, kralı tacı ve elbisesiyle tanımadı ama "Allah'a emanet"
diyerek tahta kılıcını çekti ve indir emrini beklemeye başladı. Mahkûm şöyle
dedi. "Allah aşkına, bu kılıç kesmeyi reddetsin; çünkü masumum ben"
oduncu kılıcını yere indirdi. Bir araştırmadan sonra mahkûmun aslında suçsuz
olduğu ortaya çıktı. Ahmet Şah bu durumdan öyle etkilendi ki, oduncuyu Sadrazam
yaptı.
Ortadoğu'da üç dervişle tanıştım ve Batı'dan bilgelik peşinde
gelenlerle hiç karşılaşıp karşılaşmadıklarını sordum. "Sık sık"
dediler. Bu insanlara bir şey öğretip öğretmediklerini sorunca, "Her zaman
aynı şey oluyor" dedi içlerinden biri. "Yanımıza gelip bizi eğitin
diyorlar, onların yanına oturup zihinsel algıyla iletişime girmeye
çalışıyoruz." Sonra ne olduğunu sordum. "Her zaman aynı şey oluyor.
İki üç gün geçtikten sonra yanımızdan ayrılıyor, yapmaya söz verdiğimiz şeyi
yapmadığımızdan yakınıyorlar."
Elinde
bir mumla yürüyen bir çocuğa sordum:
"O
ışık nereden geliyor? "
Çocuk
mumu hemen söndürdü. "Bana nereye gittiğini söyleyin. Ben de size nereden
geldiğini söyleyeyim."
İdris
'e sordular:
"Ermişler
hakkında ne düşünüyorsun?"
"Varlığı
değil, yokluğu zenginleştirme tehlikeleri var. Onlar, genellikle varlıklarını
yokluğa sunduklarını düşünüyorlar.
Ben
yokluğumu varlığa sunmayı tercih ederdim."
Şeyh
Abdullah Ansar-i şöyle söyler :
"Oruç
sadece ekmek tasarrufudur. Dua, yaşlı adam ve kadınlar içindir. Hac da-bir
dünyevi zevktir. Kalbinizi fethedin. Sufi hayat yasası şunları gerektirir asıl:
Gençlere
nazik davranış
Yoksullara
cömertlik
Arkadaşlara
iyi öğüt
Düşmanlara
merhamet
Budalalara
kayıtsızlık
Bilgelere
saygı.
Molla
Nasreddin, bir gece karanlıktan korka korka, bir elinde bir kılıç, diğerinde
hançerle yürüyordu. Bunların güvenli bir korunma yöntemi olduğunu duymuştu.
Yolda
karşısına bir hırsız çıktı, eşeğini ve değerli kitaplarla dolu heybelerini
elinden aldı.
Ertesi
gün bahçede yazgısına söylenirken, biri sordu:
"Ama
Molla, neden mallarını almasına izin verdin ki? Onu önleyecek şeylerin yok
muydu?”
"Eğer
ellerim dolu olmasaydı, o görürdü gününü."
Nasreddin
Hoca bir gün bir emlakçıya gitmiş.
"Yaşadığım
evin yarısını satmak istiyorum."
"Ama
Molla, sen zaten yaşadığın evin yalnızca yarısına sahipsin
"İyi
ya, elimdeki yarımı satıp elime geçen parayla diğer yarısını alacağım."
Bir
gün bir Sufi bir softayla konuşuyordu:
Sufi
"Kendini Allah karşısında sıfır sayma, sen onun güzelliğinin yansımasısın”
demiş.
Softa;
"Allah'ın karşısında kulun isteği, varlığı hiçtir, yalnızca onun sadık
kuluyum ” demiş.
Sufi
"Ben senin söylediğin anlamda bir Allah'ı tanımıyorum” diye yanıt vermiş.
Softanın
buna tepkisi çok şiddetli olmuş.
"Ne,
sen benim inançlarıma karşı saygısızlık edersin, beni hiçe sayarsın ha"
demiş, Sufiyi öldürmüş.
Bir
gün Molla Nasreddin bir gölde yüzüyormuş.
Oradaki
balıkçılardan biri "Bu çok tehlikeli bir göldür Molla" demiş.
"Burada yüzenler her zaman dibinde ölü bulunur."
Nasreddin
Hoca "Sağolasın arkadaş, dibinden uzak durmaya dikkat edeceğim "
demiş.
Bir
gün Ebu-Bekir-Şibli Bağdat'ta dolaşırken bir bilgenin "Sessizlik
konuşmaktan daha iyidir" dediğini duydu. Şibli ona şöyle dedi: "Senin
sessizliğin konuşmandan daha iyi, ama benim konuşmam sessiz kalmamdan iyi;
çünkü senin konuşman boş gurur, sessizliğin de sadece bir jest, oysa benim
sessizliğim mütevazılık, konuşmamsa sessizlik. "
Şibli
bir gün Bağdat'ta, Mekke'ye hacca gidecek yoksullara ayakkabı almak için 1.000
dirheme ihtiyacı olduğunu söyledi. Bir Hıristiyan parayı vermeyi önerdi, yalnız
onların kervanına alınmayı şart koşuyordu.
Şibli
ona bu yolculuğa yalnızca Müslümanların çıkabileceğini söyledi. Bunun üzerine
Hıristiyan, bir yük hayvanı olarak gelebileceğini bildirdi. Onların inançlı
olması gerekmiyordu. Hıristiyan, bir yük hayvanı gibi koşum takımlarına bağlı
yola çıktılar. Her molada hacıların oturacağı yerleri de temizliyordu.
Kabe'ye
geldiklerinde Şibli, Hıristiyana Kabe'ye giremeyeceğini söyledi. Hıristiyan da
girmesine izin verilmesi için dua etti. Ondan sonra göklerden bir ses duyuldu
ve Hıristiyanı içeri buyur etti.
Molla
Nasreddin bir gün bir tersaneye gitmiş. Denizle ilgisini anlayamadığı bir ateş
görünce, bir denizciye ne işe yaradığını sormuş.
Adam
"Onunla katran yapıyoruz" demiş. "Katranla geminin altındaki çatlakları
kaplıyoruz, bu da. onun daha hızlı gitmesini sağlıyor."
Nasreddin
Hoca doğruca eve gidip bir ateş yakmış. Sonra da eşeğini bağlayıp bir tavada
bir miktar katran eritmiş. Üzerinden duman tüten katranı hayvana yaklaştırır
yaklaştırmaz, hayvan ipini koparıp dört nala kaçmış.
"Sahiden
işe yarıyormuş.
Gezginci
bir derviş bir gün yolun kenarında duran üzgün bir adamın yanına oturdu.
Adam
konuşmaya başladı.
"Dua
edemiyorum. Sufi klasiklerini anlamıyorum. Batıni egzersizlerden
hoşlanmıyorum."
Derviş
"O zaman, tüm bunlardan vazgeç" diye tavsiyede bulundu.
"Nasıl
yapabilirim ki? Ben bu bölgede tanınmış bir Sufi hocasıyım."
Nasreddin
Hoca, bir gemide giderken fırtına çıkmış, Kaptan geminin yelkenlerinin
indirilmesi emrini verince, Nasreddin Hoca itiraz etmiş:
"Görmüyor
musun, sorun yelkende değil, dalgalarda."
Nasreddin
Hoca her gece eşekleriyle sınırdan geçiyordu. Eşeklerin sırtında samanla dolu
çuvallar vardı. Kaçakçılık yaptığını kendisi açıkça söylediği için, sınırdaki
muhafızlar onu her gün ayrıntılı şekilde arıyordu. Üstünü arıyor; samanları
karıştırıyor, suya atıyor hatta zaman zaman da yakıyorlardı.
Bir
gün Hoca tüm bu işlerden elini eteğini çekti ve başka bir ülkede yaşamaya
başladı. Burada gümrük muhafızlarından biriyle yeniden karşılaştı. Muhafız
"Şimdi artık rahatlıkla söyleyebilirsin" dedi. "Ne kaçırıyordun
da bir türlü bulamadık?"
Hoca
yanıt verdi:
"Eşek!"
Kaynak: İDRİS ŞAH-SEÇME MESEL VE
DÜŞÜNCELER, Derleyen: Mustafa Yılmazer, Ayraç Yayınevi, İkinci Baskı Mart 1997,
Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar