Print Friendly and PDF

Idris Şah

Bunlarada Bakarsınız


Idris Şah "Sufizm'ı yani geleneksel deyimiyle "tasavvufu Batıda tanıtan en önemli Doğulu bilgedir. Ailesinin kökeninin peygambere, daha gerilerde Sasani İmparatorlarına hatta İ.Ö.122 yılma kadar uzandığı söylenmektedir. Tam adı Navvab Zaba Sayed İdris Şah olup, Sufilerin büyük şeyhlerinden biridir. 1924 yılında Himalayalarda, ailesinin atalarının 1221 yılından beri egemen olduğu Hindikuş'ta Pagman bölgesinde doğmuştur. Londra'da yaşıyor.
İdris Şah Batı ve Doğu kültürlerinin arasında bir yakınlaşma sağlanması için en çok çaba harcayan kişilerden biridir ve insan düşüncesine seçkin hizmetlerinden ötürü Uluslararası Biyografi Sözlüğü tarafından ödüllendirilmiştir.
İdris Şah’ın çeşitli dillere çevrilen pek çok kitabı vardır. Bunların arasında Sufizmi teorik olarak anlattığı The Sufis, The Way of Sufi, The Caravan of Dreams, Sufilerden kısa meseller ve düşüncelere yer verdiği Thinkers of the East, ünlü Sufi öykülerini derlediği Sufi Tales ve kendisinin yazdığı mesel ve düşüncelerin bulunduğu Reflections özellikle önemlidir. Her ne kadar Sufi düşüncesini popülerleştirmeye çalışsa da, bunu onu hiçbir şekilde sığlaşürmadan yaptığı söylenebilir. Learning How to Learn kitabında, ayrıca radyo ve T.V. programlarında Sufi yaklaşımını ruhsal, psikolojik ve sosyal problemlerimizin çözümüne nasıl adapte edebileceğimizi araştırmıştır.           
Burada bizim tasavvuf ve Sufilerle ilgili tanıtıcı fazla bir söz söylememize gerek yok. Yunus Emre, Mevlana, Ömer Hayyam, Şeyh Sadi gibi Sufi uluları, kültürümüze hiç yabancı olmayan isimler. Yalnız İdris Şah'ın konuya yaklaşımıyla ilgili bir iki şey söylenebilir. Sufi'lerin her şeyin başına "deneyimi" koyduğunu ve bunun "deneyle" kısıtlanan pozitif bakış açısına karşı, bir panzehir olduğunu söylüyor. Sufi, teoriye, dogmaya, fazla ağdalı düşüncelere yüz vermez. Aynı, kendisinden etkilendiği söylenen Zen düşüncesinde olduğu gibi pratik, günlük yaşamın içinde, sade ve doğaldır. Ortaya koyduğu paradokslar bizim çelişkilerimizi yansıtmak içindir. İdris Şah örneğin Nasreddin Hocayı da Sufi düşüncesinin bir temsilcisi sayar ve The Tales of Incomparable Nasreddin kitabında onun öykülerinden örnekler verir. Buradaki derlemede yer verdiğimiz son öykü olan (ve pek de bilinmeyen) bir Nasreddin Hoca öyküsünün kıssasını İdris Şah şöyle yorumluyor: Doğaüstü deneyim ve mistik amaçlar insanlığın düşündüğünden çok daha yakında, hemen elinin altındadır. Bir şeyleri görebilmek için öyle çok uzaklara bakmamıza gerek yoktur.
İdris Şah, bir kitabında (The Sufist) Tasavvuf düşüncesini ayrıntılı olarak anlatmakla birlikte, bu düşüncenin aynı Mevlana'nın şiir ve öykülerinde yaptığı gibi, şiir, öykü ve mesellerle daha iyi aktarılabileceğini düşünmektedir. Biz de aynı düşünceyi paylaştığımız için, burada İdris Şah'ın çeşitli kitaplarındaki öykü, mesel ve düşüncelerden bir seçme yaptık. Çok kapsamlı olmasa bile, Zen'in koanlarından hiç geri kalmayan bu metinlerin bir fikir vermeye yeterli olacağım düşünüyoruz.
Burada kitabın düzenlenişi ile ilgili bir açıklama yapmak gerekiyor. İlk bölümde İdris Şah’ın kendi düşünceleri ve öykülerinin bulunduğu Reflections kitabından seçmeler var. İkinci bölümde, Sufilerin derslerinde kullandığı ünlü Sufi öykülerinin bulunduğu Sufi Tales kitabından seçmelere yer verdik. Üçüncü ve son bölümde, İdris Şah’ın ünlü Sufilerin mesel ve düşüncelerinden örnekler verdiği Learning How to Leam kitabından örnekler var. Bu bölümde ayrıca The Sufis kitabından da birkaç mesel bulunuyor.
Eğer söylediklerime karşı bir ilgi duymuyorsanız, bu iş burada biter.
Söylediklerimin bazıları hoşunuza gidiyor, bazıları gitmiyorsa nedenini anlamaya çalışabilirsiniz.
Eğer söylediklerim hoşunuza gidiyorsa, hangi geçmiş etkilerden ötürü hoşlandığınızı anlamaya çalışın lütfen...
Söylediğim hiçbir şey hoşunuza gitmiyorsa, bu tutumun nereden kaynaklandığım keşfetmeye çalışmaya ne dersiniz?
Problemlerin hakkında bana söyleyeceğin her şeyi dinledim. Bana 'onlar hakkında’ ne yapmak gerektiğini soruyorsun.
Bence senin asıl problemin insan türünün bir üyesi olman.
Önce bu problemle yüzleş.
Görece doğrunun varlığı, evrensel doğrunun yokluğunu kanıtlamaz. 
Koyun, "Ben her zaman seçeneklere baktım" dedi. "Kemirebilirim ya da ısırabilirim!"
Yukarıya uzanamayan birçok insan kollarının daha uzun olması gerektiğini düşünür.
Bazı durumlarda, fazla kısa görebilirsiniz.
Yıldırım meşe ağacına şöyle dedi:
Ya kenara çekil, ya da başına gelecekleri kabullen. 
Sıradan bir insanı mutlu etmek, ya da mutlu olduğunu düşündürmek istiyorsanız ona övgü, güç, para, armağan ve payeler verin.
Bilge bir insanı mutlu etmek istiyorsanız, kendinizi geliştirin.
Eğer sizin kusurunuz da erdem peşinde koşmaksa, bunu sineye çekip kabul edin.
Kendine çeki düzen vermeni istiyorum, çünkü seni bir dahaki görüşümde seninle konuşmak istiyorum, senin hakkında değil.           
Ve artık seninle konuşmam gerekmediğinde de, senin hakkında konuşmak istiyorum, diğerlerinin aydınlanabilmesi için.
Sarışın, yumuşak ve tombuldu; yüzeyi kırık, hareketleri çirkin, güvensizlik, açlık ve açgözlülükle doluydu.
Temel arzusu hiçbir şey istemeyeceği, hareket etmesine gerek kalmayacak, dünyaya karşı düzgün, homojen ve narin bir şekilde tatmin edici bir yüzey sunabileceği bir hale ulaşmaktı.
Yumurta olmak isteyen bir civciv olduğunun farkında değildi.
Karıncalar "Bu bir ejderha, herkesin katili!" diye bağırdı. Sonra bir kedi atladı ve yakaladı bir kertenkeleyi.
Mesele yalnızca kimin bildiğini önemsemek değil, aynı zamanda kimin önemsediğini bilmektir.
İki mikrop şöyle konuştu:
"Şimdi çok fazla bir şeye benzemeyebiliriz. Ama biraz bekleyin bakalım."
KEDİ VE KÖPEK
Bir kedi ve köpek dövüşüyordu. Bir adam ne yaptıklarım sordu. "Kazanan, hangimizin fare olduğuna karar verecek" dediler.
Adam "İkiniz de yanılıyorsunuz " dedi.
Onlar da adamın peşine takılıp onu kovaladılar.
"Bırakın dilediğimi yapayım, ama beni desteklemeyi de ihmal etmeyin "
Bir adam odasında oturmuş kendi kendine düşünüyordu.
Yüksek sesle şöyle dedi:
"Kendimi ne istersem yapabilirim ne büyük bir meydan okuma! Ne ufuklar! Ne fırsatlar!"
Köşede duran buruşuk bir kağıt parçası onu duydu. Kendi kendine şöyle konuştu:
"Duygularımın başkalarınca paylaşıldığını bilmek ne güzel. Bu gerçekten güç veren bir durum."
Cömertlik ve bilgelik arasında nasıl bir bağlantı vardır?
İşte bir yolu:
Cömert bir insan bilge olmayabilir, ayna diğerlerinden farklı olarak ona ulaşma yolları, araçları vardır.
Fikir, insanların kapsamlı bir bilgiye sahip olmadıkları zaman sahip oldukları şeydir.
DOĞRU
Bir şey, bir görüş, bir söz ancak geçerli olduğu zaman ve yerde doğru olur. Bir şeyin doğruluğu, bağlamına uygun olarak söz konusudur. Bağlamın olmaması, insan düşüncesinin anladığı anlamda doğrunun da olmaması demektir.
Sorularla yanıtlar arasındaki en büyük farklardan biri şudur:
Bir soru her yer ve zamanda sorulabilir, ama yanıtı ancak belli bir zaman ve yerde verilebilir.
Egosantrik bir kötümser kendisinin değişmediğini, ama diğerlerinin eskisinden daha kötü davrandığını düşünen kişidir.
Her şeye inanıyorsanız hiçbir şeye inanmıyorsunuz demektir.
Yüce bir 'iç deneyim'den derin bir şekilde etkilenen kişiler şu sözün üzerinde dikkatle düşünmeli:
"Tanrı bir karıncayı yok etmek istediği zaman, ona kanat verir."
Birçok sağırlık türü için mükemmel bir şifa buldum:
Adı "övgü".
Diğerlerinden kuşkulanın, onlar da sizden kuşku duyacaktır. Onlardan kuşku duymayın. Onlar hâlâ sizden kuşkulanabilir.
Can attığınız, arzu ettiğiniz ilginin, çok daha azıyla yaşamınızı rahat rahat sürdürebilirsiniz.
Kimi eleştirmek yanlıştır?
Sizi.
Mükemmelliği anlatan bir sözcük olduğu için, insanlar hep onu bildiklerini düşünürler.
Bilgi sizin kullanabileceğiniz bir şeydir. İnanç sizi kullanan bir şeydir.,
Hiçbir şeyden kesinlikle emin olmadığını ve bundan kesinlikle emin olduğunu söyleyen bir kişiyle ne yapılabilir?
Bazen kötümser, yalnızca fazlaca bilgisi olan bir iyimserdir.
Alınabilecek olanı veriyorsanız, gerçekte vermiyorsunuz demektir. Size verileni alın, verilmesini istediğinizi değil.
Alınamayacak olanı verin.
YAŞAM VE DÜŞKIRIKLIĞI
Trende karşımda büyük bir dinginlik ve bilgelikle oturan yaşlı bir hanımı görünce, ona doğru eğildim ve şöyle sordum:
"Bana aktarabileceğiniz bilginedir?" "Genç adam" dedi "tüm söyleyebileceğim, yaşamın benim için büyük bir düş kırıklığı olduğu
Lütfen bir kez daha şu soruları sormayalım: Neleri çalıştın?
Onlara ne kadar zaman harcadın?
Kaç kitap yazdın?
İnsanlar hakkında ne düşündün?
Onlar yerine şunu sormalı:
Ne öğrendin?
Turist, başlangıçta ziyarete değer olan bir yere giden kişidir.
Hiç kuşkusuz doğaüstü güçlerle donatılmıştır. Çünkü turistlere yeterince maruz kaldıktan sonra yerlileri, o yerden nefret etmeye başlar.            .
İnsan "bu doğru değil" derse, şunları kastediyor olabilir:
"Onun hakkında bir şey bilmiyorum, bu nedenle doğru olmadığı görüşündeyim."
Ya da: "Ondan hoşlanmıyorum."
Bir adam yıllarca ünlü olmak için uğraştı:
En sonunda çok fazla para kazanıp, bir halkla ilişkiler uzmanı tutmayı başardığında, ta baştan neyi hedefleyebileceğim anladı.
Aramaya geldiğini söylüyorsun.
Sana verebileceğim bir şey yok, nasıl aranabileceğini anlamanın yolu dışında.
Ama sen de zaten bunu yapabileceğini düşünüyorsun.
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz' sözünü ilk söyleyen belki de derin bir gerçeği ifade etmiyor, gününün teknolojisinin düzeyini anlatıyordu.
Eğer bir başarıyı kendinden hoşnutluk izliyorsa, bu başarı gerçekte yapılabilecek olanın yanında küçük bir başarıdır.
Başarısızlık diye görülen şeyi izleyen depresyon da, girişimde bir yanlışlık olduğunu gösterir: Bu demektir ki, aslında herhangi bir girişimde bulunulmamıştır. Öyle gibi gözükse de.
Sorun her zaman kralın çıplak olup olmadığı değildir. Bazen kralın gerçekten kral olup olmadığıdır.
İnsan icatlarının hep birkaç adım arkasından gider.
Hâlâ makinelerin kolayca yaptıkları şeyleri yapabildikleri için saygıyla otorite olarak kabul edilen birçok insan vardır. Yaygın bir örnek, insanların iyi bir belleği (sıklıkla gereksiz olgularla dolu) olan biriyle karşılaştıkları zaman duydukları saygıdır.
Bu insana, işleri ve eylemleri, insanları giderek daha çok makineye dönüştürmeye yönelik olan insanlar tarafından sık sık söylenen bir sözü çağrıştırıyor:
"İnsan bir makine değildir."
İnsanın değer ve bireyselliğini, en kuvvetle ve sık vurgulayan kişilerin, aynı zamanda onu en çok otomatikleştiren, makineye dönüştürenler olması hiç de rastlantı değil.
Bir zamanlar bir adam bir tılsım bulmuştu. Tılsımın bir tarafında deşifre edilemeyen bir yazı vardı, öbür tarafında ise şöyle yazıyordu: "Taş ve altını dönüştürme kısmı"
Tılsımı taşlarla dolu bir yere götürdü ve böyle işlemlerde kullanılan sihirli formülü söyledi:
"Tılsım, görevini yerine getir!"
Göz açıp kapayıncaya kadar tılsım taşa dönüştü.
Bir adam yıllarca çalışıp didindikten sonra, ruhlara egemen olmanın yolunu keşfetti. Bir cin çağırdı:
Cin ona üç dilek hakkı tanıdı.
İlk önce, hemen para sahibi olmayı diledi.
Tüm parasını hızlı yaşamaya harcayıp alkolik oldu. İkinci dileği alkolizmin tedavisi oldu.
Şimdi de ne yapacağına karar veremiyordu. Üçüncü ve son dileği ilk başlangıçtaki durumuna dönmek ve başından geçenleri unutmak oldu.
Tırtıla "Sen bir yumurtaydın ve sonra da bir kelebek olacaksın" diyebilseydiniz, yanıtı şöyle olurdu:
"Pis hayvan."
Ya da "Hayal kuruyorsun ya da benim aklımı oynatmamı sağlamaya çalışıyorsun."
Ya da "Sen kim oluyorsun da bana böyle şeyler söylüyorsun." Ya da şöyle:
"Anlat, anlat heyecanlı oluyor, özellikle ben bu ağaca sürünerek çıkarken."
 SÜT
Beni ziyarete gelen biri, toplantıdan sonra evden ayrılan biri için şunları söyledi:
"O adam buraya aynı, bir şişe süt arayan birisi gibi girdi."
Ona nasıl bu kadar emin olabildiğini sordum.
"Çünkü" dedi "eskiden sütçülük yapmıştım ve bu bakışı iyi bilirim. "
"Birbirimizden hoşlanıp hoşlanmamamızın ne önemi var. Hiç kuşkusuz hayatta önemli olanlar daha derin şeyler."
Genç bir şeytan yaşlısına şöyle dedi:
"İnsanın bağımsız zekâsını kullanmasını bir önleyebilsek. Onun kendini geliştirme çabalarını durduracak bir plan hazırlayamaz mıyız?"
Yaşlısı yanıtladı:
"Çocuğum bu zaten yapılmış. İnsan çağlar önce bir çeşit armağan olarak verilen seçme yeteneğine ve bağımsız, güçlü bir zekâya sahip olduğuna inandı, O zamandan beri -birkaç istisna dışında geliştirilmesi gereken bir zekâsı olduğunu söyleyenlere inanmıyor zaten."
Bir gün, bir arabanın sürücüsü şöyle düşündü:
"Atla arabayı bırakacağım, nereye isterlerse gitsinler. Belki de her şeyi kontrolümde tutmak için fazla çaba harcıyorum. ”
Her şey bir süre için iyi gitti, çünkü at arabayı alıştığı yoldan götürüyordu. Bir gün adam onun başka bir yoldan gitmesini istediğinde hiçbir şey olmadı.
Adam kendi kendine "Daha fazla irade gücüne ve daha az disipline gereksinim var” dedi.
Bir gün at şöyle düşündü:
"Neden boyun eğmeliyim ki?" ve at arabayı canı istediği zaman, istediği yere götürmeye başladı. Sonunda adam onu dizginlerini çok kısa tutan birine sattı.
Başka bir zaman da, araba şöyle düşündü:
"Bağımsızlığımı ilan edeceğim. Tekerleklerim bazen dönecek, bazen sıkışacak. Bazen gıcırdayacağım, bazen gıcırdamayacağım. Çivilerim canım isteyince gevşeyecek."
Güvenilir olmadığına karar verilen araba, odun olarak kullanılmak üzere parçalandı.
Adı tüm İslam dünyasında yankılanan bir dervişin müridi, bir gün Horasan'ın büyük şeyhini ziyaret etti.
"Bir öğrenci olarak kabul edilmem, ustama gönderilen yüzlerce kişi arasından benim seçilmem, beni onurlandırıyor."
"Sevgili kardeşim" dedi Şeyh, "sana temel bir bilgi vererek eğitimini sürdürmeye çalışacağım. Diğer başvuranlardan daha nitelikli olduğun için değil, eğitime daha fazla ihtiyacın olduğu için seçildin."
Genellemelerin tehlikeli olduğu sık sık söylenir. Bu doğrudur; ama ancak doğru olduğu zaman. Genellemeler belli durumlarda yararlı, hatta hayatidirler, bazılarında da tehlikeli. ’Arabalar tehlikelidir’ demek hayatının belli bir döneminde bir çocuk için yararlıdır. Ondan sonra yoldan karşıya geçmesini önleyen bir engel oluşturabilirler. O noktada çocuğu bir döneni korumak, ya da öğrenmede daha ileri bir aşamaya taşımak için yeni genellemeler sağlanır.
İnsan hayatı ve düşüncesinin çok büyük bir alanı, genellemelerin akıllıca kullanımını gerektirir: bu da onları kullanmayı, değiştirmeyi ya da aşmayı içerir.
Hayatlarını görece bilgisizliğin sabitliği üzerine kuran insanlar, kendi peşin hükümlerine uymayan her tür girişimi gereksiz bulur.
"Gereksiz"in bilgisizlik ve özellikle korkaklığı sürdürmek için ideal terim olduğunu nadiren durup düşünürler. "Tanrı uçmamızı isteseydi, bize kanat verirdi."
Onlar kendi mantık sistemleriyle anlayamadıkları zaman bilimsel araştırmayı gereksiz diye niteleyen, ama başkalarının geliştirdiği antibiyotiklerin üzerine atlayan insanlardır.
Muzların toplanma yerine yetiştirilebileceğine inanmak maymun için "gereksizdir". Çünkü o bir maymundur.
Ateşin gökten tanrılar tarafından gönderildiğini sorgulayıp, kendinin de ateş yakabileceğini düşünmek, ilkel için "gereksizdir". Çünkü o ilkeldir.'
Çocuğun hayatımızı kazanmamız gerektiğine inanması "gereksiz" dir. Çünkü büyümesi gerekse de, o hâlâ bir çocuktur.
Erişkinin, bir kol işçisi ise, entellektüel eğitime gerek duyduğuna inanması gereksizdir. Eğitimli kişinin daha farklı ya da yüksek bir eğitime gerek duyabileceğine inanması gereksizdir. Çünkü kendi durumunu zaten en iyi ya da en yüksek olarak tanımlamaktadır.
Ama kimse öğrenme, sorgulama sürecini durduramaz, bu sadece atalarımız bu yola binlerce yıl önce girmişler diye de olsa. Bizi bu yola soktular ve çıkışımız yok.
Bir adamla çivi sohbet ediyordu.
Çivi şunları söyledi:
"Burada bu tahtaya çakılı geçirdiğim yıllar boyunca, yazgımın ne olacağını merak ettim."
Adam yanıtladı:            . '
"Senin geleceğinde potansiyel olarak, bir kerpetenle çekilip çıkarılmak, tahtanın yanması, düşme, tahtanın çürümesi gibi birçok şey olabilir."
Çivi şöyle dedi: "Böyle aptalca sorular sormamayı akü etmeliydim. Gelecekte olabilecek bir şeyi bile kimse öngöremez, birbirinden çok farklı ve muhtemel olmayan birçok şeyi ise hiç."
Ve beklemeye başladı bu çivi bilgeliğini edindikten sonra, kendisiyle daha akıllıca konuşup, onu tehdit etmeyecek birisinin gelmesini. .
Uzun bir zamandır insanlar toplumdaki bozukluğun iletişim eksikliğinden ileri geldiğini iddia ediyorlar.
Bunların birçoğunun iletişimde bulunamadıkları görüşünden başka iletecek bir şeyleri yok.
Ama bunu da yeterince etkili bir şekilde iletebiliyorlar.
Eğer, arada sırada, beklentilerinizden vazgeçerseniz, elinize geçenin, aldığınızın ne olduğunu algılamaya fırsat bulursunuz.
Bir adam bir keresinde şunları söyledi:
"Ölüm mü? Bu onun varlığına ilişkin kanıtlar olduğunda inanacağım bir şey."
Bir dağın doruğuna tefekküre çekildi ve hiçbir canlıyla görüşüp konuşmamaya başladı. Çünkü ölüm üzerine araştırmaları onun için en önemli şeydi.
Bu binlerce yıl önceydi.
O zamandan beri kimse onu görmediği için, yaşayıp yaşamadığını da bilen yok.
Onu tarih bile unuttu, bu da insanlığın kahraman ve öncü araştırmacılarına karşı ne kadar nankör olduğunu göstermeye yeterli.
Gömülü bir hazine olduğunu öğrenen adamın öyküsünü duydunuz mu? Hazine yabancı bir dilin konuşulduğu bir ülkede gömülüydü. Tarifi tam ona uyan bir kişiye verilecekti.
İyi niyetli bir adam yola çıkmadan önce ona Çince öğretmeyi teklif etti.
Dili öğrenmek için o kadar çök zaman harcadı ki, artık onun tadını çıkarmak için fazla yaşlı hale gelmeden hâzineye ulaşabilmek için bir at almaya karar verdi. 
Oraya vardığında o ülkede konuşulan dilin Çince olmadığını gördü. Hâzinenin olduğu yeri bulunca, insanlarla hazine hakkında konuştu ve ona şunları söylediler:
"Tabi ki hâzineyi alabilirsiniz; yalnız maalesef bilgi sahibi olmadığınız bir nokta var: hâzineyi gömen kişi, bir atla gelen kimsenin kesinlikle hâzineye sahip olamayacağını belirtmişti.
İnsanlar önyargıyla baş edemiyor, çünkü semptomla uğraşmaya çalışıyorlar. Önyargı semptomdur, yanlış varsayımlar neden.
"Önyargı varsayımların çocuğudur."
Hoşgörü ve diğerlerini anlama çabası, son zamanlara kadar bir lüks iken, bugün bir zorunluluk haline gelmiştir.
Çünkü bizim kendi fikirlerimiz olduğunu düşündüğümüz halde üzerlerinde hiçbir denetimimiz olmayan pek çok önyargı ve şartlanmadan ötürü, şimdiki gibi davrandığımızın bilincine, var-madıkça, tümümüzün sonunu getirecek bir şey yapabiliriz.
Ondan sonra da hoşgörünün iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu öğrenmek için hiç zamanımız kalmayacak.
Bir kapı gürültüyle kapandığında, dikkatlerini gürültünün çektiği insanlar ona dönüp bakarlar.
Çok az insan, aynı anda açılan ya da açılmak üzere olan başka bir kapıya bakabileceğini düşünür.
İnsanı dinleyin: kendine başka her şeyden daha fazla değer verdiğini düşünür. Ancak kendine ve diğerlerine dünyadaki en ucuz hammadde olarak muamele eder.
Dünyadaki insanlar üzerindeki etkilerini arttırmak isteyen bir grup göksel varlık, onlara bir fizibilite raporu hazırlaması için tecrübeli bir bağımsız araştırmacıyı tutmaya karar verdiler.
Geri döndüğünde, şunları söyledi:
"İşte size durumun tam bir analizi. İnsanlara ulaşabilmek için, üzgün olanlara mutluluk vaat etmeli, mutlu olanları da mutsuzlukla tehdit etmelisiniz. Hepsinin gerginlik, endişe, neşe ve tekrara maruz bırakılması gerekir. İkiyüzlü oldukları zaman, içlerinde dürüst ve içten oldukları düşüncesi uyandırılmalıdır. İnsanların acıdan hoşlanmasını sağlayacak, ondan sonra bunun bir ceza olduğunu ve aslında bundan hoşlanmadıklarını söyleyeceksiniz."
Göksel varlıklar, "Ama bu çok kötü" dediler. "Bunu asla yapamayız, insanları robota dönüştürmek, onları manipüle etmek..."
"Bana bakın" dedi uzman, "egemenlik alanınızı genişletmeyi istiyor musunuz, yoksa istemiyor musunuz? Eğer bu alanda genişlemeyi planlıyorsanız, rakiplerinizin -binlerce yıldır- sizin çok ilerinizde olduğunu anımsayın. Orada çoktandır yerleşmişler ve son derece başarılılar. İşin doğrusu, bunun yalnızca_ birkaç önemsiz istisnası var."
Aslam adında bir adam, bir gün kendini, düğün alayı olduğunu sandığı bir topluluğu izlerken buldu. Şöyle seslendi:
"Bu mutlu günü kutlayın."
Ama bu aslında bir cenaze töreni olduğu için, yas tutanlar onu yakalayıp şiddetle eleştirdiler:
"Söylemem gereken uygun şey neydi? " diye sordu.
"Ruhuna fatiha demeliydin" diye yanıtladılar.
Kısa bir süre sonra başka bir topluluk geldi; bu sırada Aslam hâlâ söyleyeceği sözü ezberlemekle meşguldü.
"Ruhuna fatiha" diye bağırdı.
Ama bu da bir düğün alayıydı ve davetliler onu azarlayıp, ne söylemesi gerektiğini sorunca "Ne mutlu bir olay diye bağıracaksın" dediler.
Söylemesi gerekeni tam olarak öğretene kadar tekrarlattılar, sonra da onu bıraktılar.
Başka bir grup ona doğru yaklaştı, o da "Ne mutlu bir olay" diye seslendi. Çok öfkelendiler "Biz kaybolduk, nereye gideceğimizi bilmiyoruz ve sen buna mutlu bir olay diyorsun ha."
Aslam'ı biraz patakladılar. Sonra da "X'e giden yolu biliyor musun?" diye sordular. Aslam "burada ben de yabancıyım" dedi.
Hemen ona darbeler indirmeye başladılar, sonra da açıklama yaptılar "Biz yabancı sözcüğünü kullanmayız, uğursuzluk getirir."
"O halde" dedi "ben bir yabancı değilim."
Yabancı sözcüğünü duyunca onu yeniden dövmeye başladılar.
Ondan sonra polis geldi. Onu mahkemeye götürüp para cezası kestiler. Çünkü o kentte yabancı olmayan ve dürüst yolculara yol göstermeyen birisi suç işlemiş sayılıyordu.'
Aslam serbest bırakılınca, "Burası tam bana göre" dedi. "Daha önceden bilmediğim birçok yeni şey öğreniyorum."
Ama söylediklerini birisi duydu ve yeniden tutuklandı; çünkü bu ülkenin geleneklerine göre, hem yasal hem de toplumsal olarak "Burası tam bana göre" sözü uygunsuzdu.
Aslam mahkemeden çıkar çıkmaz "Burası hiç bana göre değil" diye söylendi.
Onu alıp içeri attılar, toplumun aleyhinde ve sosyal hoşnutsuzluğa yol açabilecek şeyler söylediği için. 
Bir fare bir gün kayalık bir labirentte kısılıp kaldı. Koridorlar öyle karışık, girişler o kadar az ve küçüktü ki, fare zaman geçtikçe daha çok çıldırdı, zayıfladı ve onu bu duruma düşüren her neyse ona saldırma isteği içinde güçlendi.
Tam bir çatlaktan çıkabilecek kadar zayıfladığı sırada, dışarıda bir köpek tüm bir fare topluluğunu dehşete düşürmüştü.
Tuzağa düşmüş fare dışarı çıkınca, köpeğe şöyle bir baktı ve toplanmış farelerin gözü önünde üzerine atlayıp dişlerini şah damarına geçirdi. Herkes tarafından oybirliğiyle "tüm zamanların en büyük faresi " seçildi.
Bu fare bir kahramandı. Bu gerçek kahramanların varolmadığı, her şeyin rastlantısal olduğu anlamına mı gelir? Hayır ama fareler kıstırıldığı zaman, her şeyi deneyebilir ve inanabilirler anlamına gelir. 
Gerçek sır, yalnızca bir kişinin bildiğidir.
Bir an için kendiniz değil insanlar arasında bir yabancı, bir ziyaretçi olduğunuzu düşünün, onların davranışlarını ve kendilerini kandırmak için geliştirdikleri ince numaraları bilmeyen.
İlk fark edeceğiniz şeylerden birisi, insanların zamanın çoğunu aynı diğer insanlar gibi davranmakla geçirdiği, ama aynı zamanda iddialı bir şekilde kendilerinin farklı olduğunu öne sürdükleri olacaktır.
Bu eğilimin düşüncede önemli-bir çarpıklıktan kaynaklandığı ve anladıkları şeyleri kullanmalarının bile önünde ciddi bir engel oluşturduğu sonucuna varırdınız.
İnsan kabilesinin, en önemli adetlerinden birini ortaya çıkarır bu: "Rol yapalım, daha sonra rol yaptığımızı unutalım ki, bunu vicdanımız rahat inkâr edebilelim."
Aslan doyuncaya kadar yedikten ve çakallar da paylarını aldıktan sonra, karıncalar gelip gururlu geyikten geri kalan etleri kemiklerinden sıyırırlar.
Doğru zaman, doğru insanlar=başarı.
Yanlış zaman, yanlış yer, yanlış insanlar= insanlık tarihi.
Söylenir ki Büyük İskender'in doğuya çıktığı büyük seferin, asıl amacı ab-ı hayatı bulmakmış.
Büyük Fatih'in ab-ı hayatın olduğu mağaraya girdiği anlatılır.
Sudan içmek için eğildiği anda mağaranın tavanından tuhaf bir ses duymuş.
İskender başını kaldırınca karanlıkta bir kargayı güçlükle seçebilmiş.
Karga: " Dur, Tanrı aşkına dur” demiş.
Kral ona neden mucizevi sudan içmesini istemediğini sormuş.
Karga yanıt vermiş:
" Büyük kral. Bana iyi bak. Ben de ab-ı hayatı aradım ve buldum. Onu bulur bulmaz kaynağından kana kana içtim. Şimdi bin yıl sonra, hiçbir şey, görmeden, gagam kırık, pençelerim dökülmüş, tek bir tüyüm kalmadan yaşıyorum. Tek istediğim olanaksız bir şey: "ÖLMEK İSTİYORUM, AMA ÖLEMİYORUM".
İsteklerin yalnızca arzuya değil, bilgiye göre de formüle edilmesi gerektiğini fark eden Büyük İskender doğrulmuş ve. oradan hemen uzaklaşmış.
Bir gün ünlü bir bilginin evine davet edilmiştim. Onun ve karısının arkadaşlarının bir kısmı da oradaydı, tümü de hem çağdaş hem geleneksel insan düşüncesinin yoğun olarak incelenmesine vakıftı.
Yemekten sonra, oturma odasında toplandığımızda, üç saatlik uyarıcı entellektüel egzersizin hazırladığı bir ortamda, büyük adam gırtlağını temizledi, sandalyesini düzeltti ve bana hitap etti. Tüm yüzlerdeki beklenti ifadesinden, bunun gecenin önemli olayı olduğunu anlayabiliyordum.
"Sizin şöyle... şöyle bir kitabınızı okudum” dedi "ve? onun amacına ulaşamadığını, malzeme ve tartışmasının yetersiz olduğunu ve içeriğinin adına hak verdirtmediğini düşündüğümü sizden saklamama hiç gerek-yok."
"Benim önemsiz eserim için bu kadar çaba harcamanıza gerçekten müteşekkirim" dedim.
"Kendinizi savunmak için ne diyeceğinizi duymak isterdim" dedi akademisyen.
Ona bildiğim kadarıyla akademisyenler arasında kişinin kendini savunması, ya da görüşlerin çürütülmesine çalışılmasından önce, ayrıntılı tartışmalar yapılmasının adet olduğunu söyledim. Lütfedip, eserimde hangi ayrıntıları beğenmediğini bana söyleyebilir miydi?

Bunu gayet ayrıntılı olarak yaptı. Konumu çok iyi tanıdığı görülüyordu, diğer insanların görüş açılarını vermek için kitap üzerine kitap zikretti ve orada hazır bulunan herkesi etkileyen bir virtüözite gösterisi yaptı.
Tüm bunlar yaklaşık bir buçuk saat sürdü; bu arada ben ve diğer hazır bulunanlar sessiz kaldık.
Bitirdiğinde ona şöyle dedim.
"Hiç kuşkusuz bu konuyu son derece etkileyici bir açıdan ele aldınız. Benim görüşlerimi ve onlara karşı tezleri çok iyi çizdiniz. Kendi tezlerimi savunurken aynı başarıyı gösterebilmeyi dilerdim, ama sizin akademik yeterliliğinize sahip olmadığımı düşünüyorum."
Ondan sonra ona benim yerimde olsaydı, benim görüşlerimi savunan aynı güçte bir argüman geliştirip geliştiremeyeceğini sordum.
Sonuçta, bir saate yakın bir sürede, zihnini kullanmanın hazzı ve zerafetiyle kendinden geçerek, nokta nokta kitabıma karşı geliştirdiği tezi çürütmeyi başardı.
Ama asıl garip olan, bu hiç kuşkusuz etkileyici adamın yüceliğine tapınmaya alışmış olan diğer ziyaretçilerin onu olağanüstü zekasından ötürü kutlamaları oldu; bir de, benim işimi kendisinin yaptığını ve bu süreçte hem kendi düşüncelerini, hem de alıntı yaptığı otoriteleri çürüttüğünü kimse fark etmiş gibi görünmüyordu.
Londra Telefon Rehberini hafızasından ezbere okusaydı, ona aynı miktarda hayranlık duyulacağından kuşkulanıyorum. Umarım yanılıyorumdur.
Bir parça yosun bir kayanın üzerinde bitmişti.
Normal yosun düşüncelerine ek olarak, neden kayanın çıplak olan kısımlarına yayılamadığını düşünmeye başladı.
Yosunun en akıllı kısmı "Orada yosunlar için besleyici bir madde yok" dedi. "Bize doğru gelmesini beklemeliyiz."
Yıllar geçtikçe, yosunların beklentisi giderek daha güçlendi. Yavaş yavaş iklim değişiklikleri kayanın çatlamasına yol açtı. Bazı kimyasal maddeler salındı ve dışarı sızmaya başladılar. Kayanın çıplak yüzeyine yayıldılar.
İnançlı yosunlar için bu, dualarına bir yanıttı ve süratle leziz yemeğin üzerine yayıldılar. _
Birçok yıl geçti. Bu maddeler tükenmeye başladı. Bu durum bileşimleri ve varlıklarındaki farklılığı derin sosyal değişikliklere atfeden yosunların karakterinde değişikliklere yol açtı.
Birçok teorisyen türedi, her birinin ayrı bir açıklaması vardı. Yosun filozofları, akademisyenler ve bilim adamları olduğunu tasavvur edebilirsiniz. Her bir yorum, gözlemlenen olguların yorumuna dayanıyordu. Aslında teoriler kişisel inançları yayma girişimleriydi.
Daha sonra başka bir olaylar zinciri, kayaya başka bir yosun besin maddesinin yayılmasına neden oldu. Böylece yosunlar yeniden üreyebildiler.
Bu Uyarının kendisi de teorisyenleri yeniden canlandırdı. Son dönemde artan endişeler zihinsel etkinliklerini keskinleştirmişti. Bu da onların önceki sıkıntı ve şimdiki bolluğun nedenini anlamalarını sağladı.
Ama o ana dek, yosunlar, onların yaşamasını ve yayılmasını sağlayan nedenler zincirinin ardında yatan herhangi bir algılanabilir plan bulabilecekleri noktaya ulaşmamışlardı.
Bu nedenle, onun üzerine düşünmeyi bıraktılar. Ama yine de bu konuda düşündüklerine inanıyorlar. Ama bunun nedeni aşağıdaki sözleri düşünce olarak kabul eden bir kültür seviyesinde olmaları.
" Her şey rastlantısaldır”.
" Her şey doğaüstü kökenlidir".
" Bazı şeyler rastlantısaldır, bazıları doğaüstü".
" Ne düşüneceğimi bilemiyorum”.
"İnanabiliyorum, bu nedenle fikrin bilgiyle aynı şey olduğuna inanabilirim ".
"Bazı sonuçlar çıkarsadım, o halde başka şeyleri de gözlemleyebilirim ".
"Gözlemlenemeyen çıkarsananabilir, çıkarsanamayan ' hissedilebilir, ama gözlemlenemeyen, çıkarsanamayan ya da hissedilemeyenin hiçbir şeyle ilgisi olamaz ve bu nedenle saçmadır".
İnsanoğlunun yosunlardan farklı olması ne büyük şans.
Bir zamanlar bir havuzda yaşayan üç balık vardı. Biri akıllı, biri yarı akıllı, biri de aptaldı. Hayat onlar için her yerde balıkların hayatının geçtiği gibi geçiyordu. Ta ki bir gün bir adam gelene dek.
Bir ağ taşıyordu ve akıllı balık onu gördü. Deneyimlerine, duyduğu öykülere ve aklına başvurarak, harekete geçmeye karar verdi.
"Bu havuzda saklanacak çok az yer var" diye düşündü. "Bu nedenle ölü numarası yapacağım "
Gücünü toplayıp havuzdan dışarı atladı, balıkçının ayağının dibine düşünce adam şaşkına döndü. Ama akıllı balık, nefesini tuttuğu için, balıkçı öldüğünü düşündü ve onu gerisin geriye havuza attı. Balık kıyının kenarında ufak bir deliğe sığındı.
İkinci, yan akıllı balık, ne olduğunu pek de anlayamadı. Bu yüzden akıllı balığın yanına kadar yüzdü ve ne olup bittiğini sordu. "Kolay" dedi akıllı balık. "Ölü numarası yaptım, o da beni yeniden suya attı."
Böylece yarı-akıllı balık da kendini hemen sudan dışarı, balıkçının ayağının dibine attı. Balıkçı, "Tuhaf" diye düşündü, "balıklar sıçrayıp duruyor." Yarı-akıllı balık nefesini tutmayı unuttuğu için, balıkçı onun canlı olduğunu anladı ve çantasına attı.    
Yeniden suya dönüp baktı, önüne atlayan balıklar kafasını karıştırdığı için, çantasını kapatmadı. Yarı-akıllı balık, bunu anlayınca dışarı çıkıp çırpınarak suya dönmeyi başardı. İlk balığı arayıp buldu, onun yanına nefes nefese uzandı. Üçüncü, aptal balık, tüm bunlardan bir şey anlayamadı, birinci ve ikinci balığın başına gelenleri dinledikten sonra bile. Bu yüzden ona her noktayı özenle anlatıp, Ölü rolü yapmak için nefes almamanın önemini vurguladılar.
"Çok teşekkürler, şimdi anladım" , dedi aptal balık. Bunları söyleyerek, kendini havuzdan dışarı attı ve balıkçının yanına düştü.
Balıkçı, iki balığı kaybettikten sonra, bunu nefes alıp almadığına bakmaksızın çantasına attı. Yeniden ağı havuza attı, ilk iki balık kıyının kenarında bir deliğe gizlenmişlerdi ve çantasının kapağı tamamen kapalıydı.
Sonunda balıkçı vazgeçti. Çantayı açtı, aptal balığın nefes almadığını fark edince, onu alıp evine kedisine götürdü.
Not: Öykünün bu versiyonu, Abdal Afifi'dendir. O da 1813'te ölen Şeyh Muhammed Asgar'dan almıştır.
Bir zamanlar, Musa'nın hocası Kidr, insanlığa uyarıda bulunmuştu. Belli bir tarihte, dünyada özellikle bir yerde toplanmayan tüm sular kaybolacak, yok olacaktı. Ondan sonra, bu suyun yerine insanları çıldırtacak yeni bir su gelecekti.
Onun uyarısını yalnızca bir kişi anladı. Su toplayıp onları güvenli bir yere depoladı. Daha sonra suyun değişmesini beklemeye başladı.
Verilen tarihte ırmaklar akmayı durdurdu, kuyular kurudu; adam durumu görünce saklandığı yere döndü ve sakladığı suyu içti.
Suların yeniden akmaya başladığını görünce, diğer insanların yanına çıktı. Onların, öncekine göre tamamen farklı bir biçimde düşünüp konuştuklarını fark etti, ama neler olup bittiğini ve de uyarıyı hiç anımsamıyorlardı. Onlarla konuşmaya çalıştığında, deli olduğunu düşündüklerini fark etti. Onu anlamıyor, düşmanlık ya da acıma duygusuyla yaklaşıyorlardı.
İlk başta yeni sudan hiç içmedi, yerine dönüp sakladığı suları içmeye başladı. Ama sonunda yeni suyu içmeye karar verdi; çünkü yalnızlığa, herkesten farklı düşünüp davranmaya artık dayanamıyordu. Yeni sudan içti ve herkes gibi oldu. Sonra kendi özel su deposunu unuttu ve çevresindekiler onu mucizevi bir şekilde aklı yerine gelen eski bir deli olarak görmeye başladılar.
Not: Rivayete göre, bu öykü,. Mısırlı Dhun-Nun'dan (ölümü 860) geliyor. Masonların bir kolunu kurduğu söylenir. Malamat Dervişlerinin en eskisidir. Söylenene göre, Firavunların hiyerogliflerinin anlamını yeniden keşfetmişti.
Bu elimizdeki versiyon 1818'de ölen Said Sabir Ali-Şah'a atfedilir.
Uzak dağlardaki kaynağından çıkan bir ırmak, her çeşit coğrafi bölgeden geçtikten sonra, en sonunda çölün kumlarına ulaştı, ama diğer tüm engelleri aştığı gibi, bu engeli de aşmaya çalışınca, kuma girdikçe sularının kaybolduğunu fark etti.
Yazgısının bu çölü aşmak olduğundan emindi, ama hiçbir yol bulamıyordu. Birden çölün içinden gelen gizli bir ses, şöyle fısıldadı: "Rüzgâr çölü geçebilir, o halde ırmak da geçer."
Irmak kendini kumun üzerine attığını, ama emildiğini söyleyerek karşı çıktı: rüzgâr uçabiliyordu, bu nedenle çölü geçebiliyordu.
"Kendi geleneksel yolunda hamle ederek öbür tarafa geçemezsin. Ya kaybolur gider, ya da bataklığa dönüşürsün. Rüzgârın seni hedefine götürmesine izin vermelisin "
Ama bu nasıl olabilirdi? "Rüzgârın seni emmesine izin vererek."
Bu fikri ırmak kabul etmedi. Daha önce emilip, başka bir maddeye dönüşmemişti. Kendi kimliğini yitirmek istemiyordu. Bir kere yitirildikten sonra, yeniden kazanıp kazanamayacağını nereden bilebilirdi ki?
Kum "Rüzgâr bu işi yapar" dedi. "Suyu alır, çölün üzerinden geçirir ve yeniden bırakır. Yağmur olarak yağıp, su yeniden ırmak olur."
"Bunun doğruluğundan nasıl emin olabilirim?"
"Bu böyledir, ama eğer inanmıyorsan bataklıktan başka bir şey olmazsın ve bu bile yıllar alır, ayrıca ırmakla aynı şey değil."
"Ama aynı bugün olduğum ırmak olarak kalamaz mıyım?" "Kalamazsın " dedi fısıltı. "Ama senin özün taşınıp yeniden bir ırmak oluşturur. Bugün bile bu adı taşıyorsun, çünkü hangi kısmının senin asıl parçan olduğunu bilmiyorsun."
Bunu duyunca, ırmağın düşüncelerinde bazı şeyler yankılanmaya başladı. Bir rüzgârın kollarında taşındığı bir zamanı anımsadı ve bunun yapılacak aşikâr şey, gerçek şey olduğunu anımsadı.
Ve ırmak, buharını rüzgârın ona uzanan kollarına emanet etti; o da onu kolayca ve nazikçe yukarılara taşıdı, millerce kilometre ötede, bir dağın doruğuna ulaşınca yumuşak' bir şekilde bıraktı. Ama kuşkulan olduğu için, ırmak,, deneyiminin ayrıntılarını daha güçlü anımsayıp kaydedebildi. "Evet, sonunda gerçek kimliğimi öğrendim" diye düşündü.
Irmak öğreniyordu. Ama kumlar fısıldadı. "Biliyoruz, çünkü her gün bunun olduğunu görüyoruz. Çünkü biz kumlar, ırmaktan dağa kadar uzanıyoruz."   
İşte bu nedenle, yaşam ırmağının yolculuğuna nasıl devam edeceği kumlarda yazılıdır denir.
Not: Bu öykü dervişler arasında çok popülerdir. Bu versiyon 1870'te ölen Tunuslu Acad Afifi'den alınmıştır.
Nuri Bey, derin düşünceli ve saygıdeğer bir Arnavuttu. Kendinden çok daha genç bir hanım almıştı.
Bir akşam eve vaktinden evvel dönünce, sadık hizmetçilerinden biri yanına gelip şöyle dedi:
"Sizin hanımınız,, bizim efendimiz, kuşkulu davranıyor. Dairesinde ninenize ait, bir adamın sığabileceği kadar büyük bir sandıkla oturuyor."
"İçinde yalnızca birkaç eski işleme olması gerekir."
"İçinde çok daha fazlası olduğuna inanıyorum. Benim, en eski hizmetlinizin, içine bakmasına izin vermiyor."
Nuri, karısının odasına gitti, onu büyük tahta sandığın yanında kederli bir şekilde otururken buldu.
"Bana sandığın içindekileri gösterir misin" dedi.
"Bir hizmetçinin kuşkusundan ötürü mü, yoksa bana güvenmediğin için mi?"
"Neyi ima ettiğini, düşünmeden açmak daha kolay değil mi?" diye sordu Nuri.
"Mümkün olduğunu sanmam."
"Kilitli mi?"
"Evet."
"Anahtar nerede?"
Anahtarı uzattı. "Hizmetçiyi kovun, ben de onu size vereyim." Hizmetçi kovuldu. Kadın anahtarı verdi ve kendisi düşünceli bir şekilde köşesine çekildi.
Nuri Bey uzun süre düşündü. Ondan sonra dört tane bahçıvan çağırdı. Sandığı hiç açmadan arazilerinin uzak bir köşesine taşıyıp gömdüler.
Bir daha da bu konudan hiç söz açılmadı.
Not: Bu öykü gezici (Kalender) dervişlerinin repertuvarına aittir. Eskiden Türkiye'de çok yaygındılar. Bu öykü, A.B.D.'de 1916 ve 1922'de yayımlanan, H.G. Dwight'ın Stambul Nights (İstanbul Geceleri) kitabında yer almıştır.
Bir zamanlar iki paralel sokaktan oluşan bir kent vardı. Bir derviş bir sokaktan geçti ve İkincisine vardığı sırada, insanlar gözlerine yaş dolmuş olduğunu gördüler. Birisi "Yan sokakta biri ölmüş" diye bağırdı ve kısa zamanda mahalledeki tüm çocuklar bağrışmaya başladılar.      
Aslında derviş soğan soyuyordu.
Kısa bir süre sonra vaveyla ilk sokağa da ulaştı. Her iki sokaktaki erişkinler de öyle üzülmüş ve korkmuşlardı ki (tümü akrabaydı) kargaşanın nedenini soruşturmaya cesaret edemediler.
Akıllı bir adam her iki sokaktaki insanları, niçin birbirlerine ne olduğunu sormadıklarını söyleyerek, makul olmaya çağırdı. Ne dediklerini bilmeden, kafaları karmakarışık, "Tüm bildiğimiz, öbür sokakta ölümcül bir salgın başladığı" dediler. Bu söylenti de orman yangını gibi yayıldı, ta ki her iki sokaktakiler de diğerinde yaşayanların işinin bittiğini düşününceye dek.
Düzen biraz yerine geldikten sonra, iki topluluk da kendilerini kurtarmak için, göçmeleri gerektiğine karar verdi. Ve böylece iki sokağın halkı da şehrin farklı yönlerinden sokaklarını terk etti.
Şimdi, yüzyıllarca sonra, şehirleri hâlâ terk edilmiş durumda; çok da uzak olmayan bir yerde iki köy var. Her bir köyün, ayrı bir menkıbesi var.
Uzak zamanlarda, bilinmeyen bir kötülükten, lanetli bir kentten, kaçıp kurtulduktan sonra, nasıl kuruldukları anlatılıyor.
Not: Bu öykü Şeyh Kalender Şahin Asrar-i-Khiwatia (Münzevilerin Sırlan) adlı eğitim kitabından. Kalender Şah, Sühreverdi tarikatı üyesi ve 1832'de ölmüş. Türbesi, Pakistan'da Lahor'da bulunuyor.
Bir zamanlar iyi bir adam vardı. Tüm hayatını Cennet’e ulaşanların sahip olduğu nitelikleri geliştirmeye harcamıştı. Fikirlere yardımda bulundu, diğer insanları sevdi ve onlara hizmet etti. Sabırlı olma ihtiyacını anımsayarak, birçok büyük ve beklenmeyen zorluğa katlandı, çok zaman başkalarının hatırına. Bilgi peşinde yolculuklara çıktı. Onun mütevazılığı ve örnek davranışları öyleydi ki bilge biri ve iyi bir yurttaş olarak ünü Batı'dan Doğu ya, Kuzey’den Güney'e her yere ulaşmıştı.
Tüm bu özelliklere gerçekten de sahipti uygulamayı anımsadığı zaman. Ama bir eksiği vardı, o da dikkatsizlikti. Bu eğilim onda çok güçlü değildi ve diğer özellikleriyle karşılaştırıldığında, bunun ufak bir kusur olarak kabul edilebileceğini düşünüyordu. Yardım etmediği bazı fakirler vardı, çünkü zaman zaman onların ihtiyaçlarına karşı duyarsız oluyordu. Sevgi ve hizmet de bazen unutuluyordu, kişisel gereksinimler ya da arzular olduğunu düşündüğü şeyler içinde ortaya çıktığı zaman.
Uykuya düşkündü ve bazen o uyurken, bilgi arama ya da anlama, mütevazılik gösterme ya da toplam iyi davranışlarına yenilerini ekleme gibi fırsatlar çıkıyor, ama bir daha geri gelmiyorlardı.
Bir gün geldi öldü. Kendini bu hayatın ötesinde, duvarlı bahçenin yolunda bulunca, durup vicdani muhasebesini yapmaya karar verdi. Ve cennete gitme şansının yeterince yüksek olduğunu hissetti.
Kapılar kapalıydı, daha sonra bir ses ona seslendi: "Dikkatli ol, çünkü kapılar yalnızca birkaç yüzyılda bir açılır." Heyecanlı bir şekilde, beklemek için oturdu. Ama insanlara karşı erdemli davranışlarda bulunma fırsatlarından yoksun kalınca, dikkat kapasitesinin yeterli olmadığını anladı. Bir çağ kadar uzun gelen bir şiire bekledikten sonra, başı önüne düştü. Bir an için göz kapaklan kapandı ve o küçücük anda, kapılar açılıverdi. Gözleri tam olarak yeniden açılıncaya dek de, kapandılar: ölüleri uyandırmaya yetecek kadar büyük bir gürültüyle.
Not: Bu tanınmış bir derviş öyküsü olmakla birlikte kaynağı bilinmemektedir. Bazıları peygambere kadar gittiğini söylerler.
Buradaki şekli 17. yüzyılın bilinmeyen bir dervişinden, AmilBaba 'dan gelmektedir.
Bir zamanlar bir deniz yolculuğuna çıkan bir derviş vardı. Diğer yolcular tekneye birer birer çıktıkça, onu görüp —adet olduğu üzere— birer tavsiye istediler. Dervişin tüm yaptığı herkese aynı şeyi tekrarlamaktı: Dervişlerin dikkatlerini zaman zaman yönelttiği formüllerden birini tekrarlıyormuş gibiydi.
Formül şöyleydi: "Ölümün farkında olmaya çalış, ölümün ne olduğunu bilene kadar". Bu öğüt yolcuların çok azına çekici geldi.
Sonra korkunç bir fırtına çıktı. Mürettebat ve yolcular dizlerinin üstüne çöküp Allah’a gemiyi kurtarması için dua etmeye başladılar. Bir yandan da dehşet içinde çığlıklar atıyor, işlerini bitmiş sayıyor ve kurtuluş umutlarını sürdürüyorlardı. Tüm bu zaman boyunca derviş sessiz, düşünceli bir şekilde, çevresindeki hareket ve sahnelere karşı hiçbir tepki göstermeden oturdu.
En sonunda gürültü, patırtı durdu, deniz ve gök-sakinleşti ve yolcular dervişin tüm bu zaman boyunca ne kadar sakin kaldığını fark ettiler.
Biri ona şöyle sordu: "Tüm bu korkunç fırtına sırasında ölümle aramızda bir tahta parçasından başka bir şey olmadığının farkında mıydın?"
Derviş "Evet, tabii" diye yanıtladı. "Denizde bunun her zaman böyle olduğunu biliyorum. Ama, karada, her şey yolunda giderken, ölümle aramızda o kadarcık bir şey bile olmadığım düşündüğümü de fark ettim."
Not: Bu öykü Bistam'lı Beyazıt’a ‘ atfedilir. Hazar Denizi’nin güneyinde yaşamıştır. Eski Sufilerin en ünlülerinden biriydi ve 9. yüzyılın 2. yarısında yaşadı.
Büyükbabası Zerdüşt dinine mensuptu. Ustası Abu-Ali İslamın ritüellerini iyi bilmediği için bazıları Abu-Ali'nin Hintli olduğunu ve Beyazıt‘ın Hint mistik metotlarını incelediğini düşündüler. Ama Sufiler arasında hiçbir otorite bu görüşü kabul etmemiştir.
Zeki, eğitimli bir akademisyen bir gün bir köye geldi. Orada temsil edilen farklı görüş açılarını, bir çalışma için, karşılaştırmak istiyordu.
Kervansaraya gitti ve köyün en doğru sözlü ve en yalancı sakinleriyle tanışmak istediğini söyledi. Orada bulunanlar köyün en büyük yalancısının Kazzap, en doğru sözlüsünün de Rastpu olduğunda hemfikir oldular. O da onları ziyaret etti ve basit bir soru sordu: "Komşu köye giden en iyi yol hangisi?"
Doğrucu Rastpu: "Dağ yolu" dedi.
Yalancı Kazzap da "Dağ yolu " dedi.
Doğal olarak, bu durum yolcunun kafasını çok karıştırdı. Bu yüzden diğer, normal köylülere de aynı şeyi sordu. Bazıları 'ırmak' dedi, diğerleri 'tarlalardan'. Daha başkaları da yine 'dağ yolu' dedi.
Dağ yolundan yola çıktı. Ama yolculuğunun amacının yanı sıra doğrucu ve yalancı problemi de zihnini meşgul ediyordu. Komşu köye varıp, öyküsünü köy kahvesinde anlattı ve sözlerini şöyle bitirdi: "Açıkçası, doğru ve yalan söyleyenlerin adlarını yanlış kişilere sormuş olmalıyım. Buraya dağ yolundan kolayca vardım."
Orada bulunan bilge bir adam şöyle konuştu:
"Mantıkçılar, öyle görünüyor ki kör olma eğiliminde ve diğerlerinden yardım istemeleri gerekiyor. Ama burada mesele farklı. Gerçekler şunlar: Irmak en kolay yûldur, bu nedenle yalancı dağı önerdi. Ama doğrucu yalnızca doğruyu söylemekle kalmadı. Bir eşeğin olduğunu fark etmişti, bu da yolculuğu yeterince kolay kılıyor. Yalancı da senin teknen olmadığını fark etmedi, yoksa ırmağı önerirdi."
Bir gün Adi -hesapçı denen bir genç (çünkü matematik çalışmıştı). Buhara'dan ayrılıp daha yüce bilgileri aramaya karar verdi. Hocası ona güneye doğru gitmesini salık verdi ve "Tavuskuşu ve yılanın anlamını ara" dedi, bu genç Adi'yi derin düşüncelere sevk etti.
Horasan’dan geçip sonunda Irak'a ulaştı. Burada bir tavuşkusuyla bir yılanın bulunduğu bir yere geldi ve onlarla konuştu. "Görece faydalarımız konusunda tartışıyoruz" dediler.
Adi, "Bu tam da öğrenmek istediğim şey" dedi, "lütfen devam edin."
Tavuskuşu, "Ben kendimi daha önemli hissediyorum" dedi. "Ben yücelmeyi, göklere yükselmeyi, göksel güzelliği ve bu nedenle daha üst şeylerin bilgisini temsil ediyorum. Benim misyonum, insanlara taklitle kendisinden gizli yönlerini anımsatmaktır."
Yılan, hafifçe tıslayarak "Ben de aynı şeyleri temsil ediyorum" dedi. İnsan gibi, toprağa bağlıyım. Bu ona kendini anımsatıyor. Onun gibi, toprakta yolumu bulurken, esneğim. Bunu da unutuyor. Geleneksel olarak, toprakta gizli hâzinelerin bekçiliğini yapan benim."
Tavuskuşu, "Ama sen iğrençsin” diye bağırdı. "Kurnaz, gizli ve tehlikelisin."
Yılan "Sen benim insani özelliklerimi sıralıyorsun" dedi. "Ben demin yaptığım gibi diğer işlevlerimi sıralamayı tercih ederim. Şimdi de sana gelelim. Kendini beğenmiş, aşırı şişmansın ve kaba bir sesin var. Ayakların fazla büyük, tüylerin fazla gelişmiş."
Adi bu noktada müdahale etti: "İkinizin de haklı olmadığınızı anlamamı sağlayan yalnızca sizin anlaşmazlığınız. Ama yine de kişisel saptantılarınızı bir yana bırakırsak, bir arada insanlık için bir mesaj oluşturduğunuzu açıkça görebiliyoruz."
Ve iki rakip dinlerken, onlara işlevlerini neler olduğunu açıkladı.
"İnsan yılan gibi toprakta sürünür. Bir kuş gibi göklere de yükselebilir. Ama aynı yılanın açgözlü, hırslı olması gibi, yükselmeye çalıştığı zaman bencilliğini muhafaza eder ve bir tavuskuşu gibi aşırı gururlu olur. Tavuskuşunda insanın potansiyelini görebiliyoruz, ama tam olarak gerçekleşmeden. Yılanın parıltısında güzellik olasılığını görebiliriz. Tavuskuşunda bunun göz alıcı bir hal aldığını görüyoruz."
Daha sonra Adi’nin içinden bir ses konuştu ve ona şöyle dedi: "Hepsi bu değil. Bu iki yaratık da yaşamla donatılmış; bu onların belirleyici faktörü. Onlar mücadele ediyor, çünkü her birinin kendi yerleşik yaşam biçimi var ve bunun gerçek bir statünün elde edilmesi olduğunu düşünüyor. Ama biri bir hâzineyi koruyor, fakat onu kullanamıyor. Diğeri bir hâzineyi, güzelliği yansıtıyor, ama kendisini onun aracılığıyla dönüştür emiyor. Kendileri için ulaşılır olan bir şeyden yararlanamamalarına karşın, onu sembolize ediyorlar, görebilen ve duyabilenler için."
Not: Irak'taki yılan ve tavuskuşu kültü [Yezidiler/Ezdiler] 12. yüzyılda Musafir'in oğlu, Adi adlı bir Sufi Şeyhi tarafından kurulmuştur. Arapçada "Tavus kuşu" aynı zamanda "süs" anlamına gelir ve "yılan" organizma ve yaşamla aynı karakterle, harfle anlatılır. Sembolizmleri buradan ileri gelir.
Bedevi Harith ve karısı Nazife ordan oraya dolaşıp harap çadırlarını, birkaç palmiyenin, develeri için biraz otun ve küçük bir acı su birikintisinin bulunduğu her yerde kuruyorlardı. Bu onların yıllardır devam eden yaşam biçimiydi ve Harith çok nadiren günlük rutinlerini değiştirirdi: Çöl farelerini derileri için tuzakla yakalamak, geçen kervanlara satmak için palmiyelerden iplik eğirmek.
Ama bir gün çölde yeni bir kaynak ortaya çıktı ve Harith suyun birazını ağzına attı. Kendisinin her zaman içtiğinden daha tatlı olduğu için su ona cennet suyunun ta kendisi gibi geldi. Bize çok tuzlu gelirdi. "Bunu, onu takdir edebilecek birine götürmeliyim."
Bunun için Bağdat'a Harun Reşid'in sarayına doğru yola çıktı. Yolda biraz bir şeyler kemirmek dışında hiç mola vermeden yoluna devam etti. Yanına iki keçi tulumu su almıştı. Biri kendisi, diğeri de halife için.
Günler sonra Bağdat'a ulaştı ve doğruca saraya gitti. Muhafızlar hikâyesini dinlediler ve yalnızca kural olduğu için onu Harun Reşid'in huzuruna çıkardılar.
Harith "İnananların efendisi” dedi, "ben yoksul bir bedeviyim ve çölün tüm sularını bilirim, pek başka bir şey bilmesem de. Bu cennet suyunu yeni keşfettim ve onun size uygun bir armağan olduğunu anlayınca sunmak için hemen geldim,"
Dürüst Harun suyun tadına baktı ve halkını anladığı için, muhafızlara Harith'i alıp o karar verinceye kadar bir yere kitlemelerini söyedi. Daha sonra muhafızların komutanını çağırıp şunları söyledi: "Bizim için hiç olan, onun için her şey. Bu nedenle, onu saraydan gece vakti götürün. Dicle nehrini görmesine fırsat vermeyin. Çadırına kadar tatlı suyun tadına bakmasına izin vermeden eşlik edin. Ondan sonra ona bir altın verin ve teşekkürlerimi bildirin. Söyleyin, o artık cennet suyunun muhafızı ve her yolcuya bedava verilmesi için benim adıma orayı işletecek."
Not: Bu öykü "İki Dünyanın Öyküsü" adıyla da bilinir. Abuelatahiya'ya atfedilir (Harun Reşid’in çağdaşı ve "Mashhara" derviş tarikatının kurucudur). Arap kutsal şiirinin babası olarak adlandırılmıştır. 828 yılında ölmüştür.
İki değerli ve dindar adam bir camiye birlikte girdiler. İlki ayakkabılarını çıkarıp kapının dışında yan yana koydu. İkincisi ayakkabılarını çıkarıp eline aldı ve onlarla birlikte içeri girdi.
Kapıda oturan başka dindar ve değerli adamlar arasında bu iki adamın hangisinin daha iyi olduğu konusunda tartışma çıktı. Biri şöyle dedi: "İnsan camiye çıplak ayakla giriyorsa, ayakkabıları dışarıda bırakmak daha iyi bir fikir olmaz mıydı?" Başka biri karşı çıktı: "Ayakkabılarını içeri götürenin onları kendine mütevazılıktan ayrılmamayı anımsattığı için almış olabileceğini neden hesaba katmıyoruz?"
İki adam dışırıya çıktıktan sonra, orada oturan ayrı gruplar tarafından ayrı ayrı sorguya çekildiler.
İlki şöyle dedi: "Ayakkabılarımı olağan bir nedenle dışarıda bıraktım. Eğer biri onları çalmak isterse, bu kışkırtmaya karşı koyma fırsatı olacak, böylece erdemi artacaktır". Dinleyenler, malı mülkü kendisi için onları yazgılarına terk edebilecek kadar önemsiz olan bu yüce-düşünceli adamdan çok etkilendiler.
İkinci adam aynı zamanda şunları söyledi:
" Ayakkabılarımı camiye götürdüm, çünkü onları dışarıda bıraksaydım, onları çalmak için insanları kışkırtmış olurdum." Dinleyenler bu yüce duygudan çok etkilendiler ve bilge kişinin düşüncelerini takdir ettiler.
Ama olanları izleyen bir başka bilge şöyle seslendi.
'' Siz ikiniz ve sizi izleyenler varsayımsal durumlarla oynar ve takdir edilmesi gereken duygu ve düşüncelerinizle ilgilenirken, bazı 'gerçek' şeyler olup bitiyordu."
Kalabalık " Bu gerçek şeyler neydi? " diye sordu.
"Ayakkabılar kimseyi kışkırtmadı. Teorik günahlar ortaya çıkmadı. Onun yerine, yanında taşıyacak ya da kapıya bırakacak hiçbir ayakkabısı olmayan başka biri içeri girdi. Kimse onun davranışını fark etmedi. Onu gören ya da görmeyen insanlar üzerindeki etkisinin bilmemde değildi. Ama gerçek içtenliğinden ötürü, onun camideki duaları, ayakkabıları çalacak ya da çalmayacak ya da kışkırtmayla karşı karşıya kalınca kendisini düzeltebilecek tüm potansiyel hırsızlara en dolaysız şekilde yardımcı oldu."
Ne kadar mükemmel olursa olsun kendinin bilincinde olarak yapılan eylemin, gerçek bilgilerin varlığı bilgisiyle karşılaştırıldığında gölgede kaldığını halâ göremiyor musunuz?
Mevlana Bahaddin Nakşibendi'ye sordular: "Birçok öyküdeki kötü adamlar ya da çocuklar yalnızca büyük bir bilgeyle karşılaşınca bile, bir bakışla ya da başka bir dolaylı yoldan nasıl maneviyat edinebiliyorlar? "
Yanıt olarak aşağıdaki öyküyü anlattı. Bu metodun dolaylı maneviyat kazandırma yoluna paralel olduğunu söyledi.
Bizans’ın güçlü çağında, imparatorlarından biri, hiçbir doktorun tedavi edemediği amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Her ülkeye hastalığı tarif etmek üzere elçiler gönderildi. Bunlardan biri de, imparatorun adını Doğu ’nun büyük bilgelerinden biri olarak duyduğu, bir Sufi olan Büyük Gazalinin okuluna vardı. Gazali, öğrencilerinden birini İstanbul’ a yolladı.
El-Arif, İstanbul'a varınca kendisi, imparatorun huzuruna çıktı. İmparator onu çok iyi karşıladı ve bir çare bulmasını diledi. El-Arif hangi tedavilerin denendiğini ve daha hangilerinin düşünüldüğünü sordu. Sonra da hastayı muayene etti.
Sonra tüm saray eşrafının toplanmasını istedi, tedavinin nasıl olabileceğini açıklayacaktı.
İmparatorluktaki tüm soylular toplandığı zaman, Sufi "Majestelerinin inancını kullanması gerekir" dedi.
Din adamlarından biri "İmparatorun inancı var, ama tedaviye etki yapmıyor" dedi. "Bu durumda, dünyada onu kurtarabilecek tek bir şifa olduğunu söylemek zorundayım. Ama öyle korkunç bir şey ki, bundan söz etmek istemiyorum."
"Yedi yaşın altındaki birçok çocuğun kanından yapılacak bir banyo, imparatoru kurtaracaktır." Bu sözlerin yol açtığı kargaşa ve telaş yatıştıktan sonra, devletin ileri gelenleri bu şifanın denenmeye değer olduğuna karar verdiler. Bazıları kuşkulu bir yabancının sözü üzerine böyle bir barbarlığa kalkışmaya kimsenin hakkı olmadığını söyledi ama, çoğunluk, herkesçe hayranlık derecesinde saygı duyulan bir imparatorun hayatını kurtarmak için bu riskin alınmaya değer olduğunu ileri sürdü.
Kral bu konuda gönülsüz olmasına karşın, sıkıştırdılar. " Majesteleri, reddetmeye hakkınız yok; çünkü yokluğunuz, bırakın bir miktar çocuğu, tüm tebanızın kaybından daha fazla şeyden imparatorluğu yoksun bırakacaktır "
Sonuçta Bizans'ta uygun yaştaki tüm çocukların, imparatorun sağlığı için kurban edilmek üzere belli bir süre içinde İstanbul'a gönderilmesi buyruğu her yere yollandı.
Bu çocukların anneleri çoğunlukla, kendi kurtuluşu için çocuklarının kanını isteyebilecek kadar canavar olduğunu düşündükleri imparatorlarına lanetler yağdırdılar. Ama bazıları da, çocukları öldürülmeden önce imparatorun iyileşmesi için dua etti.
İmparatorun kendisi de bir süre geçtikten sonra, ne nedenle olursa olsun, küçük çocukların katledilmesi gibi bir eyleme izin vermeyeceğini hissetmeye başladı. Bu problem onu gece gündüz meşgul etmeye, kıvrandırmaya başladı. Sonunda şunu söyledi: "Masumların ölmesini görmektense kendim ölmeyi tercih ederim."
Bunu söyler söylemez hastalığı düzelmeye başladı. Kısa zaman içinde sağlığını kazandı. Sığ düşünceliler iyi hareketinden ötürü ödüllendirildiği sonucuna vardılar. Onlar kadar sığ düşünen başkaları da düzelmesini çocukların annelerinin ilahi güçler üzerindeki etkisine bağladılar.
El-Arif'e hangi yoldan hastalığın düzeldiği sorulduğunda şunları söyledi. "İnancı olmadığı için, ona eşdeğer bir şey bulmak zorundaydım. Onun kararlılığıyla, hastalığın belli bir zamandan önce düzelmesini isteyen annelerin arzulan bir araya geldi."
Bizanslılar arasında ona kuşkuyla bakanlar şunları söyledi.
"Kana susamış Arab’ın formülü denenmeden önce, din adamlarının dualarına yanıt olarak İmparator'un iyileşmesi ilahi güçlerin yüce bir müdahelesidir. Çünkü o ileride büyüyüp, belki de onun gibilere karşı Bizans'ı savunacak olan genç nesli yok etmeye çalışıyordu."
Durum El Gazali 'ye bildirildiğinde, şunları söyledi:
"Bir etki sağlanabilmesi için, ancak gereken zamanda sonuç verecek tarzda gerçekleşir."
"Aynı Sufinin kendini bulduğu insanlara göre yöntemini adapte etmesi gibi dervişler de çocukların, cahillerin hatta kötülerin maneviyatını kendince bilinen yöntem aracılığıyla aydınlatabilir. "
Bu da Bahaddin ’in açıklamasıydı.
Bir zamanlar üç derviş vardı. Adlan Yek, Dü ve Se idi. Kuzeyden, Batıdan ve Güneyden geliyorlardı. Bir-ortak noktaları vardı, o da 'Derin Gerçek’i aramaktı. Bunun için bir yol arıyorlardı.
İlki, Yek-Baba, oturup başı ağrıyana kadar düşündü. İkincisi Dü-Ağa, ayakları ağrıyana kadar başının üzerinde dikildi. Üçüncü Se-Kalender, burnu kanayana dek kitap okudu.
En sonunda ortak çaba harcamaya karar verdiler. Bir köşeye çekilerek egzersizlerini hep birlikte gerçekleştirdiler; bu yolla ’Derin Gerçek’ dedikleri gerçeğin görüntüsünü oluşturmaya yetecek kadar güç toplayabileceklerini umuyorlardı.
Kırk gün kırk gece durmadan çaba harcadılar. En sonunda beyaz bir duman içinde çok yaşlı bir adamın başı belirdi. Birincisi "Sen insanların rehberi, gizemli kaderi misin?" diye sordu. İkincisi "Hayır, o kutup, evrenin sütunu" dedi. Üçüncüsü "Eminim, o değişenlerden biri” dedi.
Görüntü "bunların hiçbiri değilim" diye kükredi. "Ama ne olduğumu düşünüyorsanız oyum. Hepiniz 'Derin Gerçek’ dediğiniz aynı şeyi istiyorsunuz."
Hep bir ağızdan "Evet, üstad" dediler.
Baş "insanlar ne kadarsa yollar da o kadar sözünü hiç duymadınız mı? " diye sordu. "İşte yollarınız."       
"İlk derviş Budalalar ülkesine gidecek. İkinci derviş Büyülü Aynayı bulmak zorunda. Üçüncü derviş girdaptaki cini yardıma çağıracak"
Bunları söyleyerek, gözden kayboldu.
Bunun hakkında bir süre tartışma oldu. Çünkü hem yola çıkmadan önce daha fazla bilgi istiyorlardı, hem de o zamana dek farklı farklı yollar denemelerine karşın, her biri ancak tek bir yol olduğunu tabii kendisininki düşünmüştü. Şimdi hiçbiri, gördükleri ve adını bilmedikleri görüntüyü çağırmaktan kısmen sorumlu da olsalar, yeterince yararlı olduğundan emin değildi.
Yek-Baba derviş hücresinden ilk ayrılan oldu ve adeti olduğu üzere çevrede bilgili bir adamın olup olmadığını soruşturmak yerine, her önüne gelene sorarak bilen birini buldu ve oraya doğru yola çıktı. Ülkeye girer girmez sırtında bir kapı taşıyan bir kadın gördü. "Hanım, neden böyle yapıyorsun?” dedi.
"Çünkü kocam sabah işe giderken, 'evde değerli eşyalar var, hiç kimsenin o kapıdan geçmesine izin verme' dedi. Dışarı çıkarken, kimse geçmesin diye kapıyı yanıma aldım. Lütfen bırak da geçeyim."
"Sana o kapıyı yanında taşımanı gereksiz kılacak bir şey söylememi ister misin?" diye sordu Derviş Yek-Baba.
Kadın "Tabii ki hayır" dedi. "Bana yardımcı olabilecek tek şey kapının ağırlığını nasıl azaltabileceğimi söylemen olurdu."
"Bunu yapamam " dedi ve ayrıldılar.
Biraz daha uzakta bir grup insan gördü. Bir tarlada büyümüş dev bir kavunun karşısında korku içinde titriyorlardı. Ona "Bu canavarlardan daha önce hiç görmemiştik” dediler. "Kesinlikle daha da büyüyüp hepimizi öldürecek. Ama ona dokunmaya cesaret edemiyoruz. "
"Bu konuda yapabileceğiniz bir şeyi söylememi ister misiniz? " Budalalar "Yapma" diye yanıtladılar. "Onu öldürürsen ödüllendirilirsin. Ama onun hakkında bir şey bilmek istemiyoruz." Bunun üzerine derviş bıçağını çıkardı, kavuna doğru yürüdü ve bir dilim kesip yemeye başladı.
Dehşet çığlıkları arasında insanlar ona bir avuç para verdi. Ayrılırken "Lütfen geri dönmeyin saygıdeğer canavar avcısı, gelip bizi de böyle öldürmeyin", dediler.
Böylece, zamanla Budalalar ülkesinde, hayatta kalabilmek için, insanın bir budala gibi düşünüp davranması gerektiğini öğrendi. Birkaç yıl sonra bazı budalaların aklını başına getirmeyi başardı ve ödül olarak bir gün 'Derin Gerçek’e ulaştı. Ama Budalalar onu canavarın kanını içen adam olarak anıyorlardı. 'Derin Gerçek’e ulaşabilmek için aynısını yapmaya çalıştılar, ama hiçbiri başaramadı.
Bu arada ikinci derviş Dü-Ağa “Derin Gerçek” peşindeki yolculuğuna çıkmıştı. Gittiği her yerde yerel bilgeleri ve yeni egzersizleri sordu. Ona birçok yanıltıcı yanıtlar verildi, ama sonunda nerede olabileceğini anladı. Bir kuyuya kıl kadar ince bir iplikle asılmıştı ve bu da sadece bir parçasıydı, çünkü insanların düşüncelerinden yapılmıştı ve tam bir ayna yapmaya yetecek kadar düşünce yoktu.
Onun muhafızlığını yapan şeytanı atlattıktan sonra Dü-Ağa aynaya baktı ve 'Derin Gerçek'i istedi. O anda onun oldu. Dolaştı ve uzun yıllar boyu mutluluk içinde insanları eğitti. Ama müritleri aynaya, sürekli olarak yenilenmesi için gereken aynı konsantrasyonla bakmayı sürdüremedikleri için ayna kayboldu. Yine de bugün hâlâ Dü-Ağa'nın büyülü aynası olduğunu sanarak, aynalara bakan insanlar vardır.
Üçüncü derviş Se-Kalender'e gelince, o da her yerde girdaptaki cini aradı. Cinin başka bir sürü adı daha vardı ama, Kalender bunu bilmiyordu ve yıllarca o cinin izini sürdü, her zaman, aradığı bir cin olarak tanınmadığı ya da girdapla ilişkisinden söz açılmadığı için onu kaçırıyordu.
Sonunda yıllar geçtikten sonra bir köye geldi ve "Ey insanlar" diye seslendi, "hırada girdaptaki cinden söz edildiğini duyan kimse var mı?"
Birisi "Cinden söz edildiğini hiç duymadım " dedi. "Ama bu köyün adı Girdap’tır".
Kalender kendisini yere atıp bağırdı. "Girdaptaki cin bana görünene dek buradan ayrılmayacağım"
Yakınlardan geçen cin onun yanına gelip şöyle dedi.
"Köyümüzün yakınında yabancılardan hoşlanmayız. Onun için gelmedim. Aradığın nedir? "
"'Derin Gerçek'i arıyorum ve onu nasıl bulabileceğimi bana söyleyebileceğini duydum".
Cin "Tabi ki söyleyebilirim" dedi. "Başından çok şey geçti. Tüm yapman gereken şu sözü söyleyip, bu şarkıyı söylemek, şöyle bir eylemde bulunup, böyle bir eylemden kaçınmak. O zaman 'Derin Gerçek'e ulaşacaksın."
Derviş cine teşekkür etti ve programına başladı. Aylar yıllar geçtikten sonra egzersizlerini doğru olarak yapmaya başladı. İnsanlar gelip onu izlediler. Daha sonra da, çoşkusundan ve değerli ve dindar bir adam olarak bilinmesinden ötürü onu taklit etmeye başladılar.
Sonunda derviş 'Derin Gerçek'e ulaştı. Arkasında onun usûllerini sürdüren bir sürü insan bıraktı. Tabii ki hiçbir zaman ’Derin Gerçek’e ulaşamadılar. Çünkü dervişin yolunun bittiği yerden başlıyorlardı.
Bu dervişlerin müritleri birbirlerine rastladıkları zaman şöyle konuşurlardı.
"Aynam burada, yeterince bakarsanız ’Derin Bilgi'ye ulaşırsınız"
"Bir koyun kurban edin. Derviş Yek-Baba'ya yardım ettiği gibi size de yardım edecektir."
"Saçma! Tek yol belli pozisyonların, duaların ve eylemlerin sürdürülmesinde sebat etmektir."
Gerçekten ’Derin Gerçek’e ulaştıklarında üç derviş şunu anladılar ki, geride bıraktıklarına yardımcı olma güçleri yoktu; bir dalganın üzerinde giden bir insanın, bir leoparın kovaladığı bir hayvanı görüp yardımına gidememesi gibi.
Not: Bu dervişlerin maceraları bazen geleneksel din anlayışının bir taşlaması olarak yorumlanır.
Bu ünlü bir eğitim öyküsüdür. Muradillerin lideri, 1719 yılında ölen sufi hocası Murat Şami'ye atfedilir.
İkinci rütbeden dört kutsal derviş bir araya gelip tüm dünyada insanlara yardımcı olmalarını sağlayabilecek nesneleri aramaya karar verdiler. Yapabilecekleri her şeyi incelemiş ve böyle bir işbirliğiyle en iyi hizmeti verebileceklerine karar vermişlerdi.
Otuz yıl sonra yeniden buluşmayı aralarında kararlaştırdılar. Saptanan günde yeniden bir araya geldiler. İlki en kuzeyden büyük bir asa getirmişti. Ona binen herkes hedefine bir an içinde ulaşabiliyordu. İkincisi en batıdan büyük bir başlık getirmişti. Başına onu geçiren hemen anında, var olan herkese ve her şeye dönüşebiliyordu. Üçüncü, doğudan büyük bir ayna getirmişti, Bu aynada, dünyada istenilen her yer görülebiliyordu. Güneyden gelen dördüncü ise, her hastalığı iyileştirebilen büyük bir kupa getirmişti.
Böylece donandıktan sonra, savaşırken ellerindeki araçları etkili bir şekilde kullanmalarına yetecek kadar uzun süre yaşamalarım sağlayacak yaşam suyunu bulmak için aynaya baktılar. Yaşam suyunun yerini buldular, büyük asaya binip oraya uçtular ve suyu içtiler.
Ondan sonra aynaya yardımlarına en çok ihtiyaç duyan adamı görmek için baktılar. Aynada ölmek üzere olan bir adamın yüzü belirdi. Günlerce uzaktaydı.
Dervişler hemen asalarına binip bir an içinde hasta adamın evine ulaştılar.
Kapıdaki adama "Efendinizin hasta olduğunu duyduk. Bizler ünlü hekimleriz. Bizi içeri alın, ona yardım edelim" dediler.
Yaşlı adam bunu duyunca dervişlerin yatağının başucuna getirilmesini istedi. Ama onları görür görmez cin çarpmışa döndü ve bahtı da kötüleşti. Derhal dışarı atıldılar; orada bulunanlardan biri, hastanın dervişlerin düşmanı olduğunu ve onlardan nefret ettiğini açıkladı.
Başlarına büyük başlığı geçirip görünüşlerini değiştirdiler; böylece hasta adamı rahatsız etmeyecek bir kılığa bürünüp kendilerini hekim olarak takdim ettiler.
Adam büyülü kupadaki ilaçtan biraz içince, daha önce hiç olmadığı kadar iyi hissetti kendini. Çok mutlu oldu ve zengin biri olduğu için dervişlere bir ev armağan etti, o eve yerleştiler.
Bu evde yaşamaya devam edip, insanların iyiliği için bir araya getirdikleri büyülü araçları ayrı ayrı kullanmaya devam ettiler.
Bir gün diğer dervişler dışarıdayken, askerler büyülü kupanın sahibi olan dervişi tutukladılar. Ülkenin kralı bu büyük doktorun ününü duymuş ve acaip bir hastalığa yakalanmış olan kızını tedavi etmesi için, onu getirmişti.
Derviş prensesin yatağına götürüldü ve o da özel kupasında kendi ilaçlarından sundu. Ama tedavi için büyülü aynaya danışma fırsatı bulamadığı için tedavi işe yaramadı.
Prenses düzelmedi ve kral, dervişin duvara çivilenmesini buyurdu.
Arkadaşlarına danışabilmek için biraz zaman istedi, ama kral sabırsızdı ve bunun dervişin kaçması için bir taktik olduğunu düşündü.
Öbür dervişler eve döner dönmez, arkadaşlarının nereye gittiğini öğrenmek için büyülü aynaya baktılar. Onun ölmek üzere olduğunu görünce, büyülü asa ile yardımına koşup ucu ucuna kurtardılar. Ama kralın kızını kurtaramadılar, çünkü kupayı bulamıyorlardı.
Büyülü aynaya bakınca, onun kralın emriyle en derin okyanusun derinliklerine atılmış olduğunu gördüler.
Ellerindeki mucizevi aletlere rağmen, kupayı geri alabilmek bin yıllarını aldı. Prensesle olan deneyimlerinden sonra, dört derviş gizli çalışmaya karar verdi. İnsanlığın iyiliği için yaptıkları her şeyin sanki doğal, açıklanabilir bir yoldan gerçekleştiğinin sanılması için gerekeni yaptılar.
Not: Bazıları bu öyküde İsa'nın çarmıhta ölmediğine dair bir referans olduğunu düşünür. Diğerleri büyük derviş ekollerinin dört tekniğine ve bunların Nakşibendilerle birleşmesine atıf olduğunu savunur.
Daha genel Sufi açıklaması ise, derviş etkinliğinin gizlilik içinde ve bir arada uygulanması gereken dört unsurdan oluştuğudur.
Ebu-Osman-El-Hiri bir gün yolda giderken bir pencereden üzerine çok miktarda kül döküldü. Yanındakiler bunu yapan kişiyi azarlamasını istediler.
Ama El-Hiri yalnızca şunları söyledi:
"Sıcak kömürü hak eden birinin başına yalnızca kül döküldüğü için müteşekkir olmalıyız."
Üç derviş bir kütüphanede karşılaştı.
Birincisi şöyle dedi: "Sufi bilgeliğiyle ilgili olan tüm kitapları okuyacağım. Daha sonra onların üzerine düşünüp benim için önemini görmeye çalışacağım."
İkincisi şöyle dedi: "Tüm kitapları kendi elimle bir daha yazacağım ki dersler iyice derin yerleşsin içime. Ondan sonra iç ve dış manaları için tümünü yorumlayacağım."
Üçüncüsü şöyle dedi: "Tüm kitapları almaya yetecek kadar para kazanacağım, daha sonra da onları okuyacağım. En sonunda, size sorular sorup, söz ve eylemlerinizin anlamadığınızı gösterdiği kısımlardan yararlanmaya çalışacağım."
Oradan geçerken durup onları dinleyen bir dördüncü derviş de şöyle dedi:
"Ben de üçüncü dervişi inceleyip, boş gururunun kitaplarda görülebilecek olanı görmesine izin verip vermediğini görmeye çalışacağım."
Herat'lı ünlü Sufi Şeyh Abdullah Ansan kötülük konusunda şöyle der:
"Başka birinin kötülüğünden kurtulabilirsiniz.
Ama kendi kötülüğünüzden hiçbir kaçış yoktur."
Manevi dünyayı öğrenmeye çalışan bir Batılı, adını bir gazetede gördüğü Doğulu bir bilgeye öfkeli ve suçlayıcı bir mektup yazdı.
"Sizin dünyevi şeylere karşı tamamen ilgisiz olmanız gerekir" dedi ve daha birçok eleştiri sıraladı.
Bilgeyi ziyaret ettiğimde, tepkisini mektubun yazarına iletmek için, mektup hakkında ne düşündüğünü sordum.
"Evet, gerçekten mektuplar alıyorum" diye mırıldandı. "Ama ne yazık ki okuyamıyorum, çünkü bunlar dünyevi şeyler ve onlarla ilgilenmiyorum. "
Beyazıt Bistami bir gün sokakta müritleriyle birlikte yürüyordu.
Bir köpek onlara doğru gelince Beyazıt kenara çekilip köpeğe yol verdi. Müritlerinden biri kendi kendine bunun hatalı olduğunu düşündü. Beyazıt; yüksek bir statüye sahip, öğrencilerin eşlik ettiği büyük bir azizdi çünkü.
Beyazıt onun duygularını algıladı ve açıkladı.
Köpek onların yaklaştığını görüp, bir köpek olarak yaratıldığına göre büyük bir günah işlemiş olması gerektiği düşüncesini iletmişti Beyazıt'a. Oysa bu adam, çok büyük biri olmalıydı, öyle kutsal biri olarak görüldüğüne göre.
Beyazıt "Köpeğin ilettiği bu düşünceden ötürüdür ki ona öncelik ve yol verdim".
Otoritelerin hiç hoşum gitmeyen acayip konuşmalarından ötürü, Şibli deli diye zincire vurulmuştu. Ona saygı duyan bir dizi insan ziyaretine gidip sağlığını sordular. Onlara kendilerini ne kabul ettiklerini sordu, onlar da onun arkadaşları olduklarını söylediler.
Bunun üzerine Shibli onlara taş atmaya başladı, onlar da kaçıp gittiler.
Şibli arkalarından bağırdı. "Benim arkadaşım olduğunuzu, beni düşündüğünü söylüyorsunuz! Ama size benim hastalığımdan kaçtığınızı gösterdim, onun için siz benimle değil, daha çok taşlardan korunmakla ilgilisiniz!"
Rabia Kazvinli, Salih'in şu ifadeyi kullanarak öğrencilerini yetiştirdiğini duydu. "Kapıyı çalın, size açılacaktır."
Rabia şöyle dedi: "Ey Salih, daha ne kadar böyle söylemeye devam edeceksin, kapı aslında hiçbir zaman kapanmamışken
Ahmed Şah, herkes tarafından saygı gören bir dervişken kral ilan edilmişti. O zamandan itibaren sık sık-derviş cübbesi giydi ve kullarının arasında, yönetiminin kalitesini arttırmak amacıyla dolaştı.
Bir gün yine tebdil-i kıyafet ederek, ormanda bir kulübede yaşayan bir oduncuyu ziyaret etti. "Eğer odunlarını satamazsan he yapardın?" diye sordu. Oduncu "Saygıdeğer Derviş" dedi, "Tanrı'ya güvenip yapacak bir şey bulurdum".
Ertesi gün kral şehre hiçbir oduncunun sokulmaması emrini verdi ve iki üç gün sonra adamı yine derviş kılığında ziyaret etti.
"Kral, odunculara ¡çarşı acayip bir tavır aldıktan sonra, şimdi nasıl sürdürüyorsun yaşamını?"
"Şimdi de deri kemerler yapıp dükkânlara satıyorum. Tanrıya güvenip karnımı doyuracak bir şeyler bulabiliyorum."
Kral onun yanından ayrıldı ve bir süre dükkânlarda deri eşyaların satılmasını yasaklayan bir ferman çıkardı.
Ahmet Şah, fakir oduncu-dericiyi yeniden ziyaret ettiğinde şöyle dedi: "Nasıl idare ediyorsun? Yazgı peşine düşmüş gibi, yeni uğraşın da engellendi."
"Efendim" dedi adam, "Tanrı'ya güveniyor ve pazar yerinde hamal olarak çalışıyorum. Her şey yolunda, yiyecek yeterince şeyim var."
Ahmet Şah, bu sefer de tüm hamalların saray muhafızı yapılmasını emretti. Ama ücret, hatta uyuyacak bir yer bile verilmeyecekti.
O gece kral, derviş kıyafetiyle yine arkadaşını görmeye gitti ve onu kulübesinde bir şeyler yer ve tahta oyarken buldu.
Kral "Ne yapıyorsun?" diye sordu.
"Kraliyet Muhafızları arasına alındım, ama yiyecek ve uyuyacak bir yer verilmedi. Ben de bana verilen kılıcı rehine verdim, gerekli gıdaları aldım, şimdi de geleceğim belli olana kadar, sahte bir kılıç yapıyorum."
Kral sarayına döndü.
Ertesi sabah muhafız komutanı oduncuyu çağırıp bir mahkûmun kellesini uçurmasını emretti. Kralın, adet olduğu üzere, beklediği idam yerine birlikte gittiler. Oduncu, kralı tacı ve elbisesiyle tanımadı ama "Allah'a emanet" diyerek tahta kılıcını çekti ve indir emrini beklemeye başladı. Mahkûm şöyle dedi. "Allah aşkına, bu kılıç kesmeyi reddetsin; çünkü masumum ben" oduncu kılıcını yere indirdi. Bir araştırmadan sonra mahkûmun aslında suçsuz olduğu ortaya çıktı. Ahmet Şah bu durumdan öyle etkilendi ki, oduncuyu Sadrazam yaptı.
Ortadoğu'da üç dervişle tanıştım ve Batı'dan bilgelik peşinde gelenlerle hiç karşılaşıp karşılaşmadıklarını sordum. "Sık sık" dediler. Bu insanlara bir şey öğretip öğretmediklerini sorunca, "Her zaman aynı şey oluyor" dedi içlerinden biri. "Yanımıza gelip bizi eğitin diyorlar, onların yanına oturup zihinsel algıyla iletişime girmeye çalışıyoruz." Sonra ne olduğunu sordum. "Her zaman aynı şey oluyor. İki üç gün geçtikten sonra yanımızdan ayrılıyor, yapmaya söz verdiğimiz şeyi yapmadığımızdan yakınıyorlar."
Elinde bir mumla yürüyen bir çocuğa sordum:
"O ışık nereden geliyor? "
Çocuk mumu hemen söndürdü. "Bana nereye gittiğini söyleyin. Ben de size nereden geldiğini söyleyeyim."
İdris 'e sordular:
"Ermişler hakkında ne düşünüyorsun?"
"Varlığı değil, yokluğu zenginleştirme tehlikeleri var. Onlar, genellikle varlıklarını yokluğa sunduklarını düşünüyorlar.
Ben yokluğumu varlığa sunmayı tercih ederdim."
Şeyh Abdullah Ansar-i şöyle söyler :
"Oruç sadece ekmek tasarrufudur. Dua, yaşlı adam ve kadınlar içindir. Hac da-bir dünyevi zevktir. Kalbinizi fethedin. Sufi hayat yasası şunları gerektirir asıl:
Gençlere nazik davranış
Yoksullara cömertlik
Arkadaşlara iyi öğüt
Düşmanlara merhamet
Budalalara kayıtsızlık
Bilgelere saygı.
Molla Nasreddin, bir gece karanlıktan korka korka, bir elinde bir kılıç, diğerinde hançerle yürüyordu. Bunların güvenli bir korunma yöntemi olduğunu duymuştu.
Yolda karşısına bir hırsız çıktı, eşeğini ve değerli kitaplarla dolu heybelerini elinden aldı.
Ertesi gün bahçede yazgısına söylenirken, biri sordu:
"Ama Molla, neden mallarını almasına izin verdin ki? Onu önleyecek şeylerin yok muydu?”
"Eğer ellerim dolu olmasaydı, o görürdü gününü."
Nasreddin Hoca bir gün bir emlakçıya gitmiş.
"Yaşadığım evin yarısını satmak istiyorum."
"Ama Molla, sen zaten yaşadığın evin yalnızca yarısına sahipsin
"İyi ya, elimdeki yarımı satıp elime geçen parayla diğer yarısını alacağım."
Bir gün bir Sufi bir softayla konuşuyordu:
Sufi "Kendini Allah karşısında sıfır sayma, sen onun güzelliğinin yansımasısın” demiş.
Softa; "Allah'ın karşısında kulun isteği, varlığı hiçtir, yalnızca onun sadık kuluyum ” demiş.
Sufi "Ben senin söylediğin anlamda bir Allah'ı tanımıyorum” diye yanıt vermiş.
Softanın buna tepkisi çok şiddetli olmuş.
"Ne, sen benim inançlarıma karşı saygısızlık edersin, beni hiçe sayarsın ha" demiş, Sufiyi öldürmüş.
 GÖL
Bir gün Molla Nasreddin bir gölde yüzüyormuş.
Oradaki balıkçılardan biri "Bu çok tehlikeli bir göldür Molla" demiş. "Burada yüzenler her zaman dibinde ölü bulunur."
Nasreddin Hoca "Sağolasın arkadaş, dibinden uzak durmaya dikkat edeceğim " demiş.
Bir gün Ebu-Bekir-Şibli Bağdat'ta dolaşırken bir bilgenin "Sessizlik konuşmaktan daha iyidir" dediğini duydu. Şibli ona şöyle dedi: "Senin sessizliğin konuşmandan daha iyi, ama benim konuşmam sessiz kalmamdan iyi; çünkü senin konuşman boş gurur, sessizliğin de sadece bir jest, oysa benim sessizliğim mütevazılık, konuşmamsa sessizlik. "
Şibli bir gün Bağdat'ta, Mekke'ye hacca gidecek yoksullara ayakkabı almak için 1.000 dirheme ihtiyacı olduğunu söyledi. Bir Hıristiyan parayı vermeyi önerdi, yalnız onların kervanına alınmayı şart koşuyordu.
Şibli ona bu yolculuğa yalnızca Müslümanların çıkabileceğini söyledi. Bunun üzerine Hıristiyan, bir yük hayvanı olarak gelebileceğini bildirdi. Onların inançlı olması gerekmiyordu. Hıristiyan, bir yük hayvanı gibi koşum takımlarına bağlı yola çıktılar. Her molada hacıların oturacağı yerleri de temizliyordu.
Kabe'ye geldiklerinde Şibli, Hıristiyana Kabe'ye giremeyeceğini söyledi. Hıristiyan da girmesine izin verilmesi için dua etti. Ondan sonra göklerden bir ses duyuldu ve Hıristiyanı içeri buyur etti. 
Molla Nasreddin bir gün bir tersaneye gitmiş. Denizle ilgisini anlayamadığı bir ateş görünce, bir denizciye ne işe yaradığını sormuş.
Adam "Onunla katran yapıyoruz" demiş. "Katranla geminin altındaki çatlakları kaplıyoruz, bu da. onun daha hızlı gitmesini sağlıyor."
Nasreddin Hoca doğruca eve gidip bir ateş yakmış. Sonra da eşeğini bağlayıp bir tavada bir miktar katran eritmiş. Üzerinden duman tüten katranı hayvana yaklaştırır yaklaştırmaz, hayvan ipini koparıp dört nala kaçmış.
"Sahiden işe yarıyormuş.
Gezginci bir derviş bir gün yolun kenarında duran üzgün bir adamın yanına oturdu.
Adam konuşmaya başladı.
"Dua edemiyorum. Sufi klasiklerini anlamıyorum. Batıni egzersizlerden hoşlanmıyorum."
Derviş "O zaman, tüm bunlardan vazgeç" diye tavsiyede bulundu.
"Nasıl yapabilirim ki? Ben bu bölgede tanınmış bir Sufi hocasıyım."
Nasreddin Hoca, bir gemide giderken fırtına çıkmış, Kaptan geminin yelkenlerinin indirilmesi emrini verince, Nasreddin Hoca itiraz etmiş:
"Görmüyor musun, sorun yelkende değil, dalgalarda."
Nasreddin Hoca her gece eşekleriyle sınırdan geçiyordu. Eşeklerin sırtında samanla dolu çuvallar vardı. Kaçakçılık yaptığını kendisi açıkça söylediği için, sınırdaki muhafızlar onu her gün ayrıntılı şekilde arıyordu. Üstünü arıyor; samanları karıştırıyor, suya atıyor hatta zaman zaman da yakıyorlardı.
Bir gün Hoca tüm bu işlerden elini eteğini çekti ve başka bir ülkede yaşamaya başladı. Burada gümrük muhafızlarından biriyle yeniden karşılaştı. Muhafız "Şimdi artık rahatlıkla söyleyebilirsin" dedi. "Ne kaçırıyordun da bir türlü bulamadık?"
Hoca yanıt verdi:
"Eşek!"
Kaynak: İDRİS ŞAH-SEÇME MESEL VE DÜŞÜNCELER, Derleyen: Mustafa Yılmazer, Ayraç Yayınevi, İkinci Baskı Mart 1997, Ankara


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar