Print Friendly and PDF

İKTİDARIN TEMELLERİ-İktidarın Mahiyeti ve Târihi Gelişimi-Bertrand de Jouvenal



Çeviren:  Nejat Muallimoğlu
Hâdiselerin basıncının sakin düşünceyi güçleştirdiği ve köklü ve kesin tedbirlere başvurulması gerektiği, tereddütü, skeptisizmi (şüphecilik), tenkidi âdeta hıyanet olarak göster­diği kötülüklerle dolu günümüzde, Bertrand de Jovenal’ın eseri gibi bir kitabın yayımlanmasının yerinde olabileceği düşünülebilir. Çünkü onun kitabı, tereddüt ve skeptisizm için bir başvurudur; “zalim’in başvurusu” olan şartların ihtiyaç haline getirilmemesinin, her istenilenin yapılma­sına müsaade edilmemesi gerektiğinin savunulmasıdır. Veya, daha doğrusu, devletin veya gücü tekelinde tutan herhangi bir bünyenin güç ve yetkilerini arttırma yolun­daki her adımın titizlikle incelenmesi gerektiğinde bir sa­vunma, ve bundan böyle, hükümetin hareket serbestisini sınırlama ve yönetilenlerin de boyun eğme iradesini zayıf­latma yolunda bir savunma olarak ele alınabilir.
Fakat kitabın ana tezi bunlar değil: Bertrand de Jouvenal, dünyanın ve yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına sırt çeviremeyecek kadar derin ve kesin hislere sahip bir in­san. Fakat onun bu eseri, önlenmesi mümkün hallerde karanlıkta sıçranılması aleyhinde ve karanlığın gerçekte, iyi aydınlanmış ve uçurumun sadece hafif bir iniş olduğu iddiaları karşısında bir savunma—hem de gayet güçlü bir savunma.
Bu kitapta dikkatimiz, her şeyden önce, çarpıcı bir te­sadüf üzerinde toplanıyor: devletin gücü devamlıca artar­ken, beşer ırkının öldürücü kötülükler yapabilme gücü de arttı. Kitap, Hiroşima’dan [Hiroşima’ya atom bombasının atılmasından] önce yazılmış olduğundan, yazar, elbet bu paralel gelişmenin en çarpıcı örneği üzerinde durmadı. Fakat şunu da belirtmek yerinde olur ki, modern ilmin yaratılışında mevcut olan ve bizi haklı olarak korkutan kötülük yapabilme potansiyellerini düşündüğümüz za­man, bu kötülük yapabilme potansiyellerinin devletin ira­desi ile kuvveden fiile çıktığı gerçeğini hatırlamamız ge­rek. Atom bombasını, spontane [kendi kendilerine] hare­ket eden bir grup ilim adamı yapmadı. Atom bombasını yapanlar, Amerikan Hükümeti’nin emrinde çalışan bir grup insandı ki, onların da en önemlileri ilim adamları idiler. Fakat nasıl o bombayı kullanma kararını Cumhur­başkanı Truman verdi ise, bombayı yapma kararını da Cumhurbaşkanı Rosevelt vermişti. Bunu böylece belirt­mekle, bu iki devlet adamının şeytanî ruha sahip oldukla­rını elbet söylemek istemiyoruz. Biz sadece bu büyüklük­te bir hasarı yapabilecek gücün ancak devlet olduğunu — ve ister Beyaz Ev’de ister Kremlin’de otursunlar, devletin daima politikacılar demek olduğunu— belirtmek istiyo­ruz. Devletin, kral olmuş filozofların veya komiser olmuş ilim adamlarının yönetimi demek olduğunu düşünmek tehlikeli ve ham hayaldir. Çünkü eğer filozoflar kral veya ilimciler komiser olurlarsa, onlar gerçekte artık politikacı olmuşlardır, ve devlete verilmiş güçler de devletin yöneti­cileri olan insanlar, tehlikeli mesleklerinin bütün sınır ve iğvalarına tâbi olan insanlardır. Bu gerçek göz önünde bulundurulmadıkça şüphe ve korkuların yersizliği üzerin­de duran tehlikeli bir iyimserlik havası esmeye başlaya­caktır, zira düzenleyicilerinin indinde devletin elindeki gücü, henüz görmediğimiz ve bilmediğimiz akıl ve fazilet ölçüsüne sahip insanlar kullanacaktır. Hayır, devleti bu tür insanlar yönetmeyecektir. Devletin elindeki gücü kul­lanacaklar, önce insan ve sonra yöneticiler ve çok daha sonra ilimci veya azizlik mertebesine erişebilecek olanlar­dır. “İnsanların değil, kanunların hükümeti”ni kurabile­ceklerini söyleyen ilk Amerikan anayasalarını hazırlayanlar bir hayal peşinde gidiyorlardı.
Bütün hükümetler, insanların hükümetleridir, ve an­cak bu hükümetlerin iyileri arasında yöneticilerin, iste­dikleri gibi hareket etme hürriyetlerini tesirlice engelle­yen kanunlar vardır.
Tabiî, yeni bir sistemin, yeni bir doktrinin, politikanın, tecrübelerle getirilen konuları değiştireceğine inanmak mümkündür. Şüphesiz, Bertrand de Jouvenal’i şüpheye düşüren ve korkutan şeyin, sadece, eski sistemlerdeki ko­laylıkla belirlenen ve hükümsüz bırakılabilecek sakatlık­lar olduğuna ftıanmak mümkündür. Özel mülkiyetin,[1] ırk ayırımlarının, veya dinin bulunmadığı, veya tatillerde yağmurun yağmadığı bir dünya peşinde gidenler için in­sanı demoralize eden bu tür düşünceler elbet geçerli de­ğildir. Eğer Wellington Dükü’nün söylediği gibi, buna ina­nırsanız, her şeye inanabilirsiniz. Fakat burada (kimse­nin hiçbir zaman romantik iyimserlikle suçlamadığı) Lenin’in hayal kırıklığını hatırlamak yerinde olur. Yine de Lenin, iktidarı ele geçirmesinin arifesinde yazdığı Devlet ve ihtilâl adlı kitabında, devlet makinesinin geçici olaca­ğını ve kısa zamanda gözden kaybolacağını söyledi. Le­nin, kısa zamanda gerçeği gördü, ve şayet otuz yıl sonrası Leningrad’a dönmüş olsaydı, orada Çarların bildikleri herhangi bir hükümetten daha heybetli bir devlet gücü­nün kurulmuş olduğunu görecekti ki, bunun sebebi de, “İhtilâlin ihanete uğradığı değil, sadece dış görünüşünü değiştirdiği” idi. Politika, güç üzerine yürütülür; bu gerçe­ğe ve onun neticelerine sırt çeviremeyiz. Biz, daha iyi bir dünyanın rüyasını görüyoruz, ama o tür bir dünya ütop­yadadır —yâni hiçbir yerde yoktur.
Devlet gücünü büyütenlerin en tesirli müttefiki, Ütop­ya peşinde gidilmenin popüler oluşudur. Ancak son dere­ce güçlü bir cihazdır ki, her derde deva iksir vaizlerinin vaazlarını gerçekleştirebilir. Böylece, biz, devlet cihazını benimsiyoruz, ama iksirin faydalı tesirlerinden yararla­namadığımızı, veya ancak çok yüksek bir ücreti, belki bizi iflasa sürükleyecek ücreti ödedikten sonra yararlanabile­ceğimizi de görüyoruz. Bu kitabın birçok değerlerinden bi­ri, Fransız İhtilâli gibi tarihî zaferlerde de ödenen yüksek ücret üzerinde ısrarla durmasıdır. Belki Fransız devleti­nin eski rejimde [ancien regime] saplandığı-çıkmazlardan kurtulabilmesi için ihtilâl yegâne yoldu. Gerçekte, Bertrand de Jouvenal’in İhtilâl-öncesi Fransız elitinden [seç­kin insanlarından] fazlasıyle tenkit edici ifadelerle bah­setmesi de bunu gösteriyor. Fakat İhtilâl karşılığında ödenen fiyat çok yüksek oldu. Cumhuriyet, hiçbir kralın cesaret edemeyeceği fedakârlıklar talep etti, ve bu feda­kârlıkların neler olabileceği de gösterildi. Belki de Bolşe­vik İhtilâli, Rus devleti merkezindeki çürümüş Çarlığı de­ğiştirmek için yegâne yoldu, ama bu başarı yolunda öde­nen ve hâlâ da ödenmekte olan fiyatı düşünün. Şayet millet-devletle bir tutulmayacak dinî veya genel bir istek bizden bu fedakârlıkları istemiş olsaydı, şimdikinden çok daha fazla tenkit etmiş olurduk. Ve hattâ modern devle­tin, yapacağını vaadettiklerini yerine getirme yolunda en yüksek ölçüde başarılı da olsa, biçbir şeyin bedava yapılmayacağına ve ödenecek fiyatın yıkıcı olabileceğine dik­kat etmemiz gerekir.
Öğreneceğimiz diğer ders, politikacıların yanılmaya­cakları ve tertemiz oldukları iddialarının da sıkı bir elek­ten geçirilmesi olmalıdır.
“Yanlış yönetmek kralların İlâhî hakkıdır” doktrinine bugün hepimiz gülebiliriz. Fakat bu doktrinin savunucu­su, kralların da hatâlı yönetebileceklerini inkâr etmedi: Böyle bir yönetim, onların hatâsı ve onların günahları idi.
Fakat ister demokratik ister totaliter olsun, günümüzde modern devleti ilâhlaştıranların bazıları, Filmer’den çok daha az tenkit edenler, bir İlâhî Hak doktrinini vaaz edi­yor ve uyguluyorlar. Çünkü onların savunduğu yönetici­ler, yâni Führer veya Duçe, Parti veya Hâkimiyeti Eline Almış Halk, ahlâkî veya entellektüel sahada hatâ yapa­maz. Batı dünyasındaki pekçoğumuz, Berlin ve Roma’da [Nazizm ve Faşizm] kurulduktan sonra bütün kredilerini yitirmiş halleri ile veya hattâ Moskova’da daha ileri [mo­dern] şeklini almış hatâ yapmayan tertemiz politika dokt­rinine karşı aşılanmış durumdayız. Gelgelelim, kendi ço­ğunluğumuz olduğu müddetçe bir çoğunluğun hatâ yapa­mayacağını söyleyen veya îma eden “demokratik” iddiala­ra karşı aşılanmış değiliz; çünkü, biz o çoğunluğun bir parçası isek, o çoğunluk felâkete sebebiyet verecek aptal­lık yapamaz. Ama yapabilir ve yapar. Ve Bertrand de Jouvenal da (ister önce [Jean Jacque] Rousseau söylemiş ol­sun veya olmasın, pek farkı yoktur), bu hayâlin tehlikeli neticeleri üzerinde haklı olarak durdu; çünkü, halk her zaman haklı ise ve devlet de halk ise, o zaman kontrol edilemeyen ve geri alınamayacak mutlak gücü halkın vekillerinin ellerine teslim etmekle bir tehlike düşünüle­mez.
Fakat halk her zaman haklı olmadığından, ahlâken ve aklen hatâ yapabileceğinden ve iktidar da “halkın” elinde bulunacağından daima tetikte olmak —ki hürriyet uğrun­da ödenecek fiyat için daima tetikte olmak— gerekir ki, bu hâlin gevşetilmesi tehlikeli neticeler doğurur. Zira na­sıl seçilmiş olurlarsa olsunlar, yöneticiler onlardır. “Biri ihtilâlci olan, diğeri olmayan iki milletvekili arasındaki müşterek noktalar, biri milletvekili olan, diğeri olmayan iki ihtilâlci arasındaki müşterek noktalardan fazladır. Ve Bertrand de Jouvenal’in Üçüncü Cumhuriyet için yazdık­ları bütün millet toplulukları için de doğrudur. Bir hü­kümdar, bir yönetici olmak bir meslektir. Bundan böyle,
Swift’in hükmünü her türdeki yöneticilere uygulayabili­riz: “Şarabın veya kadınların genç bir erkek, veya rüşve­tin bir hâkim, veya gurur ve gösterişin bir kadın üzerin­deki etkisi ne ise, bir yöneticinin elindeki mutlak iktida­rın da tesiri aynıdır.” Çünkü en iyi bir maksat uğrunda dahi, yöneticiler, mahkemeler gibi, kendilerine tanınan haklara ilâveler yapacaklardır.
Hiçbir zaman sona ermeyecek küstahlığa yol açabile­cek bu durum, hiç olmazsa, nasıl sınırlandırılabilir?
 Etkili gücün belirli ellerde toplanmasını engellemekle. Bir Fran­sız görüş noktasından hareket eden Bertrand de Jouvenal, Fransız devletinin gücü karşısında, halk ile devlet gücü arasındaki bütün ikinci derecedeki iktidar merkezle­rinin güçlerini kaybetmelerinin Fransa’ya neye mal oldu­ğunu biliyor. Biz, devletin hırs ve tamahına, devletin kıs­kançlığına daha az müsamaha ediyoruz ve Fransa misâli, kendi durumumuza tam bir paralel olmaktan ziyade, dik­katli olmamız gerektiğini gösteriyor. Fakat İngiliz devle­tinin gücünün, geçmiş zamanlarda çeşitli güçlerin kayna­ğı olan bağımsız teşekkülleri ezerek büyümediğini iddia etmek de ahmaklık olur. Bertrand de Jouvenal’in Minotor[2] dediği devlet, ülkedeki bütün güçleri doymak bilmezcesine kendinde toplayan bir devlettir.
Ne var ki, devlet ile halk arasındaki ara teşekküllerin, bir zamanlar iyi yaptıkları işleri artık iyi yapamadıkları­nı, veya bir zamanlar var oluşlarının sebebi olan fonksi­yonların yerine modern dünyanın gerekçelerine ayak uy­duracak yeni fonksiyonlar bulamadıklarını söyleyen hırslı ve haris devletin de, bu açıdan bakıldığında, haksız oldu­ğunu söylemek de ahmaklık olur. Parlamentolar gibi as­lında kamu hizmetkârı olması gereken kuruluşların geri­lemelerinin, Fransız hukukî liderlerin kendilerinden baş­kasını düşünmeyen ve çok defa parazit kimseler hâline gelmelerinin kitapta şaheser bir tarzda analiz edilişi Bertrand de Jouvenal’in okuyucularını, bağımsız otorite kaynaklarının gerilemesinin sebebinin sadece devletin tecavüzü olduğu yanlış düşüncelere götürmeyecektir. Devletin, mutlak bir devlet hâline gelmesinin sebebi, bir zamanların faydalı kuruluşlarının kendilerini değişen dünyaya ayak uyduramamaları olabilir. Tabiî, 1949’da, Paris Parlamentosu’nun hatâlarını hepimiz görüyoruz. Oxford ve Cambridge’nin İngiliz Sanayi Derneği’nin, İşçi Sendikaları Federasyonu’nun, Bertrand de Jouvenal’in ele aldığı çürümüş Fransız kuruluşları ile aynı paralelde teşekküller olduğunu belirtmek ve onların kendi hatâla­rından başka devletin aşağı yukarı belirli tecavüzü neti­cesinde ölmekte olduklarını söylemek biraz zor olur.
Ve nihayet, Bertrand de Jouvenal, herşeye kaadir devlet otoritesinin benimsenmesinin başlıca sebebinin ül­kede yıllar boyu görülen huzursuzluğun yarattığı yorgun­luk ve ümitsizlik olduğuna dikkat etmeyecek biri de değil­dir. Fransız halkı, dahilî harbe nihayet verecek XIV. Louis’i kabul etti, hattâ kucakladı; onun yönetimi, ne fiyatı­na olursa olsun, dahilî barış ve huzurdu. Biz, bir diğer ve daha korkunç bir harbi önlemek için aynı şeyleri yapma­ya tahrik edilebiliriz. Mr. Huxley, masalındaki “Cesur Ye­ni Dünya”yı dokuz yıl harbinin sonunda yarattı. Birinci Dünya Harbi’nden sonra Chesterton, “Dünya, demokrasi için hiçbir zaman güvenilir olmayacak.” dedi. [Amerika Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson, Amerika’nın Birinci Dünya Harbi’ne, “Harbe dünyayı demokrasi için güvenilir yapmak için” katıldığını söylemişti.] Chesterton, “Demok­rasi tehlikeli bir ticarettir,” diyordu. Niye tehlikeli oldu­ğunun bir sebebi de, bu kitapta şaheser bir şekilde izah ediliyor. Hürriyeti aziz tutan iyi vatandaşların vazifelerinden biri de, bu kitapta açıklanan ve geliştirilen mesele­ler üzerinde düşünmek olmalıdır.
D.W.Brogan
Sh: 11-17
İktidar Üzerine'nin Fransızca orijinali 1945’te Cenevre’de basıl­dı. Elinizdeki baskı, aramızdan ayrılan aziz dostum J.F. Huntington’un hâtırasına hürmeten, I948’de İngiltere’de ve 1949’da da Birleşik Amerika’da yayımlandığı tarzda basıldı. Kitabın ucuz baskısı için baş­vurulan işlem, onun yeniden gözden geçirilmesini engelledi. Bununla beraber, yayımcılar, gayet nazik bir davranışla birkaç sayfa eklememe müsaade ettiler, ve işte bu sayfalarda, kitabın yazıldığı yıllarda yazarı­nın maksadının ne olduğunu anlatacağım.
Amerikalı bazı eleştiriciler, 1949’da, kitabın “hissî” olduğunu söylediler. Ama niye “hissî” olmasın?
 Kitap, işgal altındaki Fransa’da, harbin çocuğu olarak dünyaya geldi. Harp, her hâlimize, hükmümüze, davranışımıza, hislerimize ve düşüncelerimize sızmıştı. Böylesine hal ve hislerle derin çalkantı hâlinde bulunduğumuzu idrak ettiğimizden, daha önceki zamanlarda durumun böyle olmadığını biliyordum. Onsekizinci yüzyıl Avrupa’sında, hırs ve ihtiras hislerine kapılmaksızın yü­rütülen harplerle iştigal edenler sadece profesyonel insanlar ve genç asilzâdelerdi.[3] Halk, maddî ve manevî bakımdan harple meşgul olmu­yordu: Harbin özel hayatlar üzerindeki tesiri hafifti, rutin işler, sekteye uğramaksızın devam ettirildi, düşman uyrukları ile şahsî münasebetler devam ettirildi, ve krallıktaki herhangi bir kimsenin hürriyetine tecavüz edilmedi.[4] Harp, kısacası, cemiyeti ne derinden harekete getiren ne de tesir eden küçücük bir dalgacık idi. Ben, hiç de zorlayıcı olma­yan harplerden günümüzün topyekûn harbine nasıl gelindiği üzerinde durdum, ve bu konuda kaleme aldığım kısa tarihî yazı bir İsviçre aylık dergisinde yayımlandı. Kitaptaki VIII. Bölüm bu yazıdır.[5]
Çağdaş harbin halkın günlük yaşayışını nasıl etkilediğinin en berrak örneği, Almanya’daki mecburi iş kamplarına gitmemek için ka­çan Parisli işçilerin benim Correze’me akın ederek sığınmak isteme­leri idi. Onlar sonraları, Fransız Direniş Örgütü’nün (maquis'\n) üye­leri oldular. Bu, benim için topyekûn harbe giden yolu daha iyi anla­mama vesile oldu: 1943 Eylül’ünde orman arasından İsviçre’ye geçti­ğim zaman beraberimdeki tek malım, topyekûn harp üzerindeki dü­şüncelerimi kaydettiğim defterimdi ve o zamanki faaliyetlerimin nasıl devam ettiğini de burada anlatmaya gerek yoktur.
Harp öncesi yıllarında bu konu üzerinde durmaya hazır değil­dim. Vatandaşlarıma daima şunu ikaz ediyordum: (nüfus ve ekonomi bakımından) Almanya’nınkinden daha az ağırlığı olan Fransa, savun­ma harcamalarında Almanya’dan geri kalmamalıdır. Bu mesele üze­rinde devamlıca duruşum beni, pek tabiî biribirleriyle rekabet hâlinde­ki güçlerin, askerî harcamalarının biribirininkine eşit olmadığı mazi­deki tarihî durumlara götürdü. Bu yayımlanmamış araştırmam, Yüz Sene Harpleri’nde İngiltere’nin, onsekizinci yüzyıl harplerinde Prus­ya’nın, ve İhtilâl ve Napolyon harplerinde Fransa’nın gösterdiği üs­tünlüğü daha iyi anlamama yardım etti. Bu durumlarda, millî kaynak­larının büyük kısmını askerî gayeler uğrunda kullanan ülkeler diğerle­rinden daha başarılı idiler.
Şüphesiz, herhangi bir ülkenin durumunda kendisini o anda kar­şısında bulduğu veya ileride karşısında bulabileceği güçlerle mukaye­sede, kendi otoritelerinin millî kaynaklar üzerindeki hâkimiyetinin, ec­nebi rakiplerinin kendi kaynakları üzerindeki hâkimiyetinden daha az tesirli oluşu kötü bir şeydi; ve bundan böyle, herhangi bir zamanda, biribirleriyle rekabet hâlindeki güçlerin kendi kaynaklarını en üstün derecede kullanmaları “akıllı” bir tutumdur.
Kafamda daha da berrak yerleşen bir düşünce şu oldu: Uzun vâdeli olarak düşünülür ve bütün ülkeler ele alınırsa, zamanla, halkın harple iştigali derecesinin yükselişi kötü ve “gayri-mantıkî” bir haldi.
Bu noktaya kadarki düşüncelerim, silâhlanma yarışının uzun va­deli politik adaptasyonundan pek fazla bir şey değildi. Fakat, gerçek­ler üzerinde durduğum vakit, rakip gücün, kaynakları kontrol seviyesi­ne “ulaşma” arzusunun, işlemde sadece ikinci derecedeki faktör oldu­ğunu gördüm. Gerçekten, tarihî deliller gösterdi ki, millî kaynakların politik kanallarla harp gayretlerine çevrilişinin yıllar boyunca incelen­mesi, tarihin belirli bir ânında ileriye doğru büyük bir hamle yapan ül­kenin bu büyük hamlesinin mahallî politik değişme ile bağlantılı oldu­ğunu gösterdi. Ondan sonra da, biribirleriyle rekabet hâlindeki güçler, aynı şekilde hareket etme yoluna girdiler, fakat gerçek şu ki, mahallî politik direniş yüzünden “gerilikler” giderilemedi, ve ekseri durumda, rekabet hâlindeki gücünküne benzeyen dahilî politik değişmeyi bir öl­çüde gerçekleştiren bir devlet, o “önde giden” devlet gibi kaynakları kontrol edebilir duruma gelebilirdi.
Mahallî politik sistemdeki belli başlı değişmelerin, otoritelerin, millî kaynakları kontrol edebilmesini büyük ölçüde arttırması, bana, ele almak istediğim fenomenin [müşahede edilen fevkalâde vakıanın] ana kaynağı olarak göründü. Feodal hânedan, âcil durumlarda ihtiyaç duyduğu birazcık para ve çok az sayıda insan için sağa sola yalvarı­yordu. Yönetimsel monarşinin gelişmesiyle birlikte, daimî bir vergi ile finanse edilen daimî bir ordunun kurulduğunu görüyoruz. Feodal hiç­bir krallık, yönetimsel bir monarşiye hiçbir zaman karşı koyamazdı; hattâ, Petro’nun, ülkesini yeni modele göre düzenlemesinden önce, Rusya bile İsveç’le baş edecek durumda değildi. Onsekizinci asrın sonlarında, Avrupa’daki bütün devletler yönetimsel hânedanlıklar hâ­line dönüşmüşlerdi. Yapısında hâlâ feodal kalan yegâne ülke olan Po­lonya ise parçalandı. Prusya, toprak alanının çok ötesinde bir önem kazanmıştı; çünkü onun yapısal mekanizması diğer devletlerinkinden çok daha fazla gelişmişti.
İleriye doğru, ondan sonraki büyük adım —eğer böyle diyecek­sek!—ülkeye evrensel askerî yükümlülük getiren ve bunu uygulamaya başlayan Fransız İhtilâli ile atıldı; ve böylece Fransa, o zamana kadar düşünülmeyen sayıdaki askerleriyle Avrupa’yı sildi süpürdü. Bunun bir neticesi de, —burada belirtmek gerekir— generallerin, kumandala­rındaki insanların hayatını çok ucuz olarak düşünmeleri idi, ve bu dü­şünce savaş taktiklerinde gayet etkili oldu.
Basit bir düşünceden—bir harpte halkın harbe ne ölçüde katıldı­ğı düşüncesinden— hareket etmekle bana öyle göründü ki, halkın har­be katılımı Avrupa tarihinde asırlar boyunca gitgide artmıştı. Bundan böyle, otoritenin yıkılmasını ve hürriyetin çiçeklenmesini anlatan Av­rupa siyasî tarihi yerine, kendi görüş noktamdan hareketle, ülkeler haklarının, harp gayretlerine katılmalarının nasıl devamlıca arttığı ko­nusunda okumaya başladım. Gerçekten de, hükümdarlık hakları, tabiî şahıslarda görünürcesine toplandığı müddetçe, insanların yanılabileceğinin idrak edilmesi, hükümranlık haklarının gelişmesini tesirlice frenlemişti; hükümranlık hakları ahlâkî bir insana, millete, halka, veya ce­miyete bırakıldığı zamanlarda ise, hükümranlığın ahlâkî iddiaları diki­len engelleri başarı ile aşmıştı. Hükümdarların tantana ve gösterişleri­ni azaltacak bir kavram, gerçekte hükümdarların tantana ve gösteriş meraklarını pekiştirdi. Dahilî baskı gücünün (polis) muazzam bir şe­kilde artmasının büyük tesiri ile yerleştirilen yeni inançlarla uyruklar, merkezî otoriteye çok daha derinden tâbi bir hâle getirildi. İşte o za­man bana, yapılar ve inançlardan oluşan, millî kaynakları çıkarıp tak­dim eden cihazın, çağlar boyunca nasıl geliştiğini öğrenebileceğimizi gösterdi. İktidarın büyümesi dediğim şey bu idi. [Karl] Marx’ın işaret ettiği gibi, her ihtilâl, ilân ettiği programına zıt şeyler yapsa da, o ciha­zı güçlendirdi, ona zindelik verdi; ve bu düşünce, onun adına yapılan ihtilâlde de doğrulandı. Bu hal, sağladığı yarar ne olursa olsun, aynı zamanda harbin geliştiğini de îma ediyordu.
Ben tekâmülün bu özelliğini bilhassa rahatsız edici buldum: yâ­ni, harp uğrundaki seferberlik ne kadar yoğun olursa, iktidarın, halkı harp gayretlerine katılmaları uğrundaki başvuruları da o kadar tiz, o kadar keskin, âdeta karşı taraftakinden nefret edilmesini kutsal bir va­zife, ve yetersiz nefreti de millî vicdanın zayıflamasının bir işareti ola­rak gösterecek kadar tiz ve keskin oluyordu. Maamafih, şunu da belirt­mek gerekir ki, hislerin böylece ayaklandırılması, topyekün seferber­lik için sadece tecrübelere dayanan bir gerekçe değil, gerçekte, gittikçe ve gittikçe haklı gösteriliyordu.
Bir zamanlar, bir eyaletin sâkinleri bağlılıklarını bir hükümdar­dan diğerine aktardıkları vakit, ferdî haklarının, mahallî müesseselerinin, oy kullanma haklarının ve ticarî müesseselerinin, sahip oldukları imtiyazların— kısacası, sosyal hayatlarının her şekil ve özelliğinin— eyaletteki politik değişiklik dışında kalacağına güvenleri vardı. Bu, XVI. Louis gibi birinin dahi hürmet ettiği bir prensipti: yâni, bir hâne: dam tahttan indiren bir diğer hânedan, yeni uyruklarını, tamamen alı­şık oldukları tarzda yönetmeli idi. Öyle ki, bir tek gümrük kulübesi dahi değiştirilmedi; onlar, eski sınır boyundaki yerlerini yine muhafa­za ettiler; yeni ele geçen eyalet, ticarî ilişkilerini, önceleri yaptığı gibi yürüttü.
O zamanlardan günümüze ne değişmeler gördük! Devlet fikri öylesine uzaklara gelişti, sosyal organizasyonundaki bünyeleri ve özel hayatın nasıl yürütülmesi gerektiğini belirleyen fonksiyonu öylesine genişledi ki, diğer bir devlete geçmekle, şirketlerin ve fertlerin her hakkı tehlikeye bırakılmış olur. Böyle bir tecrübeyi veya böyle bir hâ­disenin korkusunu yaşamamış olan talihli Amerikalılar, bunun ne de­mek olduğunu 1949’da bilmiyorlardı.
Daha geniş bir şekilde ele alındığında, bu kitaba ilham veren en­dişeler Amerikan okuyucularına yabancı olduğundan, onlar, bu kitabı, kendilerinin, üzerinde tartıştıkları devletin ekonomik faaliyetleri ola­rak ele almak temayülünü gösterdiler. Benim perspektifim, uzun vâdeli ve uzun sınırlı, siyasî, ve ahlakî idi.
Başlangıçta, harbin genişlemesinin doğurduğu üzüntülerle, ve harbin bu genişlemesinin Avrupa tarihinde dev. lin genişlemesi ile bağlantılı olduğunu gördüğümden, bundan böyle, devletin genişleme­sini tenkit edici bir noktadan ele almam kaçınılmazdı. Minotaur’un imajının yardımı ile, bazı okuyucular benim devleti, şeytanî bir hilkat garibesi olarak çizdiğimi sandılar. Eğer öyle olsa idi, bugün görünen büyüklüğüne nasıl ulaşabilirdi?
 Devleti büyüten sosyal yararlardır ki, bu yararlar ne kadar aşırılıktan uzak olurlarsa o kadar iyi yerine geti­rilir. Belirli bir anda, sosyal yardımın belirli bir artışı, gerçek yarar sağlayabilir ki bunu inkâr etmek ahmaklık olur; ama istikbalin getire­ceği zararlara göz yummak da tedbirsizlik olur, sağgörüden yoksunluğü gösterir. Benim, diğerlerinin önemsemediği ikinci husus üzerinde ısrarla durmam, birinci hususu önemsemediğim anlamına gelmez. Gerçekte, İhtilâlden yarım asır önceki Fransız tarihinin incelenmesi bana şunu öğretti ki, merkezî otoriteye aşırı güvensizlik onun, bir ucu­be şeklinde güçlenmesine yol açar. Bizim o zamanlardaki hür ve güçlü yargı sistemimiz (ki les Parlements diye biliniyorlardı), devlet yöneti­minin gelişmesinden korktuğundan, onu sistematikçe engelledi, onun, değişmekte olan bir cemiyetin meselelerine hal çareleri bulamayacak kadar zayıflamasına, ve sınırlı monarşik hükümetin felce uğramasına sebep oldu ki, bütün bunlar Napoleon’un iyiden iyiye merkezleşmiş ve otoriter yönetiminin yolunu hazırladı.
Bu kitaba başlamamdan çok öncesi, ülkemizde, devletin kontro­lündeki bir sosyal bütünleşmeye gidildiğinin güçlü sebeplerini biliyor­dum; bunun doğuracağı tehlikeleri düşündüğüm için de, bu sebepleri küçümsemek istemedim. Bu vakıanın farkında olduğum içindir ki. “ta­biat” ismi ikinci başlığa alındı. Bu kitaba adanmış güzel makalesinde, |ünlü İtalyan tarihçisi] Benedetto Croce, kitaptaki analizi kabul etmek­le birlikte, yarınların kötü olacağı düşüncelerinin kitap boyunca belir­tildiği için de beni azarladı. Başka türlü nasıl olabilirdi?
 Çünkü o za­man moda sayılan her düşünce, güçlü bir cihazı kasıtlı, inatçı, fanatik kimselerden uzak tutacak engelleri yıkarken, her sosyal faktörün kat­kıda bulunduğu seküler [laik] bir temayülün hızlandığım keşfetmiştim. Mesele belirtildiğinden, kafa, çözüm yolları bulmak için harekete ge­çer; şimdi ümit ederim ki pekçokları bu yolda çalışacaklardır.
Burada anlattıklarım sadece bir ifade, bir izahtır. Üzülerek söy­lüyorum ki, yazılmasına hemen hemen yirmi sene öncesi başlanması­na rağmen, bu ifade günümüz için daha az değil, belki daha çok geçer­li.
Kasım 1961
Bertrand de Jouvenal
Sh: 19-24
1. İnançların dizginlediği İktidar. 2. İlahî kanun.
3.Kanunun ciddiyet ve vekarı. 4. Kanun ve kanunlar.
5.Kanunun iki kaynağı. 6. Kanun, âdetler ve gelenekler.
7. Yasama otoritesinin gelişmesi. 8. Rasyonalist kriz ve Protagorizm' in siyasî neticeleri.
Araştırıcı bir kafanın herhangi bir beşerî formasyon'da gördük­leri, grupları üzerinde üstünlük kuran ve onların faaliyetlerini yönlen­diren otoritelerin çıkmakta olduklarıdır. Fakat bu görünen otoritelerin kural ve kısıntıları kendiliklerinden, insanlar arasında ahenk ve işbirli­ği yaratamayacağı çok geçmeden anlaşılır.
Haricî kuvvetlerin fertlerin davranışları üzerindeki tesirleri, onların hareketlerini kendi içlerinden tayin ettiği görünen bir direktö­rün tesirinden çok daha azdır. Belirli bir cemiyette belirli bir mevkii olan herkes ancak son derece istisnaî durumlarda kendi tipik davranı­şından ayrılır. Bu inanç ve ahlakî kurallar dizisinin yarattığı bu düzen­lilik hissi, cemiyetteki her insanın tabiatında köklüce yerleşmiştir.
Kadîm insanlar, âdetlerine verdikleri önemle bunu çok iyi idrak etmişlerdi; eğer âdetler iyi ise, hükümete hemen hemen ihtiyaç yoktu, ve şayet âdetler kötü ise, hükümet etmek hemen hemen mümkün ola­mazdı.
Herkes, herkesin bildiği sabit kurallara göre hareket ettiği tak­dirde, onların her durumda nasıl hareket edecekleri, işbirliği içinde bu­lundukları diğerleri tarafından bilinir, ve beşerî münasebetlerde güven hükümran olur. Aksi yönde, âdet ve gelenekler aleyhinde bir davranış, bütün hesapları altüst eder, her türlü tedbirin alınmasını gerektirir, bu tür yanlış hareketler karşısında karşıt hareketler çıkar, ve kötülük daha da büyürse, sonunda nefret, güvensizlik, ve şiddet kol gezer.
Kadîm insanlar, bundan böyle, bir ecnebiyi kendilerinden uzak tutmakta haklı idiler. Onun âdetleri farklı idi, ve nasıl hareket edeceği bilinmiyordu. Onların, eşyanın normal hareketine karşı çıkan davra­nışları en şiddetli bir şekilde cezalandırmaları da daha az mantıkî sa­yılmaz. Bu şartlar altında sadece küçük bir hükümete gerek vardı, çün­kü hareketleri düzenlemek için gerekli olan şeyleri eğitim yerine getir­mişti.
Bundan böyle, sosyal güveni sağlamayı gaye edindiği müddetçe İktidar, âdetlerde, ve âdetleri ayakta tutan inançlarda, kendisinin en değerli yardımcılarını bulur. Fakat onun özü olan egoizm, İktidarı, da­ha geniş sahalara uzanmaya zorlar. İktidarın gelişmesi sırasında, ken­disine yardım eden otoritelere saldırdığını, onların harabelerini kendi­sine siper edinerek tabiî aristokrasileri kendisinin devletokrasisi ile de­ğiştirdiğini gördük. Aynı şekilde, adet ve inançlar da alaşağı edilmeli­dir ki İktidar, onların cemiyetteki nüfuzu yerine kendi otoritesini yer­leştirsin ve onların harabeleri üzerinde kendi mâbedini kursun.
1
Kamu otoritesinin devamlıca gelişmesi, eğer onun güç ölçüsü­nün onun resmî anayasasında bulunduğunu düşünürsek, anlaşılmaz.
Hükümetler, anayasalardaki, kontrol ve denge unsurlarının, hü­kümetleri yönetenlerin önlerine koydukları kısıntıların sayısına göre derecelendirilir. Ve en mutlak hükümet, en keyfî hükümet, en hür hü­kümet her istediğini yapan hükümettir ki, önünde kısıtlayıcı hiçbir or­ganize kuvvet yoktur.
Bu ölçü—entellektüelce tembel biri onu yüksek derecede elve­rişli bulacaksa da—tamamen yanlıştır, çünkü ahlakî hislerin sahasına göz yumar ki, bu ahlakî hisler de, ne vasıfta olurlarsa olsunlar, mu­azzamdır. Burada en üst tipteki hislerden, ferdin kendi şuurundaki hâ­kim iyilik hissinden değil, en geniş mânası ile bir cemiyetin kendi comme il faut’ sunu oluşturan hareket ve hisler tarzlarına bir cemiyetin bağlılığından bahsediyorum. Böylece anlaşılan ahlakî hisler, sosyal bünyeyi ve yönlerini onlara göre tayin eden yöneticilerin vicdanlarını tedirgin eder. O hareket, yerleşmiş âdet ve inançlarla yürütüldüğü za­man tesirlidir, ve onları fena halde rahatsız ettiği zaman da tesiri olmaz.
Bundan böyle, bir cemiyetin âdet ve inançları ne kadar istikrarlı ve köklü olursa, onun muhtelif durumlarda nasıl hareket edeceği o kadar önceden bilinir, ve İktidarın hareket serbestisi o kadar az olur. Eğer sadece âdetlerin müsaade ettiği kısmı uygulasa dahi, yine de mutlak bir cemiyet görüntüsünü verir. Fakat bir defa bu âdet ve inanç­lara karşı haraket ederse, son derece zayıf olduğu görünecektir. Ve bu âdet ve inançlar ne kadar sert uygulanırsa, İktidarın hareket serbestisi de o kadar sınırlı olacaktır.
Adet ve hurafelerin bizi hayrette bırakırcasına kendilerine bah­şettiği lüks ve şiddete rağmen, kadîm despotik cemiyetlerin bizim için çok basit görünen tedbirleri uygulayamamalarının sebebini işte burada aramak gerek. Hurafeler, bazı hususlarda, onları ayakta tuttu, diğerle­rinde onları kontrol etti. Bu sebepten ötürü, onsekizinci asır felsefesin­de sık sık rastlanan “hurafeler, despotizmin desteğidir,” sözü kabul edilmeden önce iyice irdelenmesi gerekir. Bu konuda söyleneceklere son vermeden önce, fikirlerimizi çok daha berrak ve değişik olarak or­taya koymak gerekecek.
Onyedinci ve onsekizinci asrın rasyonalist [akılcı] düşünürleri indinde ilkel insan, kendi iradesinin kaprislerinin emrine göre hareket eden tamamen hür bir kimse olarak göründü. Ve ancak, kanunun ya­sak meyvalar dediği sosyal boyunduruk altında boynunu eğdi. Ve din­dar sahtekâr da, bu aynı kanuna İlahî vahiy görünüşünü verdi. Bundan da şu çıktı: Her yasaklanan şeyin ve davranışın kuralının müellifi İktidardı, ve din de, İktidarın hayalî polisi olarak hareket ediyordu.
Konuya bugünkü bakış çok farklıdır. İlkel insanları ne kadar fazla öğrenmek istersek, gözümüze o kadar fazla çarpan şey, onların davranışlarındaki aşırı özgürlük değil, bilâkis, davranışlarının son de­rece kısıtlı oluşudur. Çok geri cemiyetlerde, bir insanın hayatı, her za­man aynı olan hareketlerle küçük bir daire içinde geçer. Bu tür bir dü­zenlilik bir kanun yapışıcının işi değildir; hükümet otoritesinin asgarî olduğu günümüzün bazı topluluklarında da bu hal görünür.
Vahşi, topluluğunun âdet ve geleneklerine ayak uydurmakla kendisini memnun hisseder. Onu, alışmadığı faaliyetlere itme gayret­leri karşısında ilkin tiksinti duyar ve çok geçmeden bu tiksinti paniğe dönüşür. Bunu izah etmek kolaydır. Her yenilik, belirsiz korku hisleri­ni açığa vurdurur. “Yapılmayacak olan şeyler’in oluşturduğu muaz­zam kütledeki farklılıklara bizler âşinâyız: gayri-ahlakî, gayri-meşru, şoke edici, tehlikeli, bu kütleden ayrılmış değildir. Kötü, ilkel insanın bütün görüş sahasını hemen hemen kapatan ayırt edilemeyen bir kütle olarak görünür. Biz, fizikî olarak mümkün olan herşeyi bir haritada gösterebilirsek, ahlaken mümkün olanlar bu haritada daracık bir yeri kaplar—gerçekte, bir çizgiden pek farklı değildir. Veya, mecazî olarak düşünürsek, ahlaken mümkün olanlar, incelenmemiş bir bataklıktaki dapdaracık bir patikadır; ecdatlar da o yolda yürüdüklerinden, üzerin­den güvenlikle geçilebilir.
Böyle bir cemiyetin dahi başında bir despot bulunursa, âdetlerin aşırı sabitliğinin onu da bu patika üzerinde yürümeye zorlayacağına emin olabiliriz. Bir zamanlar düşünülmeden yapıldığının zannedilmesi aksine, bu sosyal disiplinin müellifi de, o disiplinin uygulanmasından sorumludur.
Kanun yapıcılık çok modern bir fikirdir; yalnız ben bunu söyler­ken, onun, tamamen bizim kendi zamanımıza ait olduğunu belirtmek istemiyorum; demek istediğim şu: kanun yapıcılık, bir cemiyetin geli­şen hayatının çok ileri safhasında ortaya çıkar. Genç bir cemiyette, kim olurlarsa olsunlar, bir grup insanın cemiyetteki herkesin nasıl dav­ranacakları hususundaki kuralları tespit edeceği düşünülemez. Mevcut kurallar, ister güçlü ister zayıf olsunlar, cemiyetin bütün üyelerinin ke­sinlikle boyun eğmesi gereken kurallardır.
Bu kurallar, her yerde korkulu bir hürmet ilham eden ataların bütün otoriteleri ile güçlendirilir. Eğer “kanun” kelimesi onlar için ye­rinde bir kelime ise, kendi “kanunlar”ını izah etmek vahşilerin kapasi­teleri dışında değildir. Bu kanunların her biri, bir efsanevî veya insan­üstü ecdatla bağlantılı efsanevî bir masal ile haklı gösterilir.
Bu tür masalların bütün yapısı tamamen yerine getirilmesi mec­buri âyinlerle, merasimlerle, ve pratiklerle desteklenir, ve bu konuda bir vahşinin bunlara boyun eğmemesi, bizim kendi durumumuzla kı­yaslandığında, hemen hemen imkânsızdır, çünkü biz kendi kanunları­mızın orijinlerinin insanlar olduğunu ve insanların getirdikleri kısıtla­malarla ayakta tutulduğunu biliyoruz.
Bir cemiyet ne kadar az gelişmiş ise, âdetleri o kadar kutsaldır, ve bir kral, âdetlerle bağdaşmayacak bir şeyi emredecek kadar düşün­cesizlik gösterirse, kendi otoritesini çiğnemiş ve hayatını tehlikeye sokmuş olur.1
Her zaman biribirlerine benzediğinden taklit içgüdüsünün egzantrik davranışlara yer vermediği bu hallerin telkin gücü öylesine bü­yüktür ki, egzantrik bir durum ortaya çıktığı takdirde, ne yapılması ge­rekeceği hususunda bir şart konmaya ihtiyaç hissedilmemiştir.
Çok ilkel cemiyetlerde hükümlerini yürüten yaptırımların özel mahiyetlerinin izahı budur—meselâ, Greenland’da olduğu gibi, Eskimolar’ın belirli zamanlarda toplanan meclisleri, onların yegâne hükü­met organıdır; kamu düzenini çiğneyen herhangi bir kimse lânetlenir, ve kendisine “alaylı” şarkılarla eziyet çektirilir. Topluluk tarafından böylece küçük düşürülme, çocukların halka dillerini çıkarmalarını akla getiriyor ki, Eskimolar’ın hareketi de, topluluk düzenini bozmaya çalı­şan kimsenin mahcubiyet ve pişmanlık hisleri ile dağlara kaçmasına sebep olur, ve orada rezil olmasını içine sindirene kadar kendi insanla­rından uzakta kalır. Üstelik, cemiyetteki hislere daha derinden karşı çıkmış ise, aşiretinden kovulması dışında başka hiçbir ceza mümkün değildir; bu tür bir ceza da Eskimolar arasında olduğu kadar Bedeviler arasında ve Incil’de de görülür.
2
Titizlikle işlenmiş kurallara tam mânasıyla boyun eğilmesi küçük ilkel cemiyetlerin bir özelliğidir. Fakat, kolayca görüleceği üze­re, insanlık tarihinde oldukça son zamanlarda meydana çıkan istilâlar­la birtakım zorluklar meydana çıkar: bu istilâlar, biribirlerinden farklı âdetlere sahip müteaddit toplulukları bir ve aynı hükümetin yönetimi altında toplar. Onların her biri, pek tabiî, kendi âdet ve geleneklerini muhafaza eder, fakat neticede meydana çıkan çekişme yine de oriji­nalliği mümkün kılar ve teşebbüs hislerini serbest bırakır. Üstelik, fet­hetmek isteyen herhangi bir halk, her yerde var olan görünmeyen kuv­vetleri harekete geçirmek korkusundan kendisini kısman de olsa kur­tarmalıdır.
Binlerce yıl diğerlerini kölece taklit ederek yaşamış yenilikçi bir halk, bu kölelik yıllarının getirdiği uykudan uyanınca, her tür orijinal faaliyete düşünmeksizin koşar. Daha sonraki bir tarihte kendisine, ge­lişmenin çeşitli meyvalı yollarını açacak bir kanun sistemi araya girer­ken, halkı, yıkımlarına sebep olacak yolda yürütmeye çalışanlar, ken­dilerinin İlahî otoritesini tamamen kaybederler. Medeniyete doğru yü­rüyen her halkın, gelişmesini şartlandıran bir İlahî kitabı vardı. Büyük tarihî halkların durumunda bu kitaplar öylesine hayranlık uyandırıcı idi ki, dinî inançları zayıf olan biri dahi onda İlahî müdahaleyi görü­yordu. Öte yanda, bu kitapların cemiyetin ihtiyaçların çok uygun ol­ması, onların, beşerî hikmetin âbideleri olarak ele alınmasına yol açtı ki, inandırıcı bir hile ile, o hikmetlerin İlahî bir kaynaktan çıktığı düşüncesi yerleştirildi. Bu çok kötü hatâ, peşinde bir diğerini de geti­rir: İktidarın, kanunların müellifi olduğu düşüncesi yerleştirilir. Ger­çekte İktidar kanunlara tâbidir; Deuteronomy’den öğrendiğimize göre, kralın vazifesi, Kanunlar kitabının bir kopyasını alıp her gün okuması, ondaki emirleri sadakatle yerine getirmesi, ve onlardan ne sağ ne sol eli ile ayrılmaması gerekiyordu.
Kanun verici İktidar değil, ya derinden ilhamlanan veya, en azından, derinden inanan insanların dilleri vasıtasıyla konuşan Al­lah’tır. Onun gösterdiği yoldan herhangi bir şekilde ayrılmak, sosyal otoriteyi değil, Allah’ı gücendirir. Cezalandıran, sosyal otorite değil, Allah’tır. Maine3, Kızıl Derililer’in en eski kutsal belgelerinde devlet tarafından cezalandırılma konusunda hiçbir madde bulunmadığını gör­dü; bu belgeler sadece, suçlu insana, meselâ, kendisini üç defa ateşe atmasını, veya düşmanlarının kötülüklerine karşı savunmasız durması­nı tavsiye ederler ki, böylece, kendisini Allah’ın çok daha şiddetli ce­zasından kurtarmış olabilir.
İlk insanlar arasındaki güçlü dayanışma hislerinden ötürü, bir kimsenin dinî inançlara saygısızlığı, bütün halkın kanun getirici tabiatüstü otorite ile ittifakını tehlikeye sokar. Suçlu, günahının diğerlerine de bulaşacağı korkusu ile, cemiyetten uzaklaştırılmalıdır. “Eğer onun eli seni rahatsız ederse .. .”
İnsanlar, günah işleyenleri aralarından uzaklaştırırlar, çünkü böyle yapmazlarsa, İlahî intikamın kendilerini bulacağını düşünürler; onlar, bu kimseyi cezalandırmaz, varlığı, kendi hayatlarını tehlikeye sokan o kimse ite münasebetlerini keserler. Oedipus [Odipus] efsane­si, bu gerçeği çok güçlü ifade eder. Odipus iyi bir kraldı, ve halkın çı­karı, onun, bilmeyerek işlediği bütün günahlar üzerine bir örtü konma­sını gerektiriyordu. Sophokles, Odipus’u faziletlerini daha iyi bilme­mizi göstermek istercesine, onun düşüşünden sonra, Tebes’in ilkin, Eteokles ve Polinices arasındaki dahilî harple nasıl parçalandığını, ve ardından zalim Kreon’un eline düştüğünü anlatır. Bundan böyle, Odipus’u tahtında tutmak daha iyi olacaktı. Ama bu mümkün değildi. Tahtta, ana ve babasını öldüren, kendi ailesi mensuplarıyla cinsî mü­nasebette bulunan bir kimsenin bulunması ilâhları gazaba getirmişti; onlar da, bundan böyle, Tebes’e veba salgınını gönderdiler. Gözleri oyuklarından çıkarılan Odipus, şehirden uzaklaştırıldı.
Kimi memnun etmek için?
 İnsanları değil, İlâhları.
Bir Yunan gemisinin kaptanı, bir katili gemiye almayı reddettiği zaman, onu dehşete düşüren katil değil, İlahî intikamın, suçlu insanla birlikte kendisini, hattâ onu taşıyan gemiyi de çarpacağı korkusu idi.
Suç işleyenleri cezalandırmak Allah’ın işi idi. Bu sebepten, me­deniyetin ileri safhalarında bile, hüküm vermek O’na bırakıldı. Ölüm cezasına çarptırılmış bir kimseyi bir kano’ya [ince kayık] koyarak açık denize salan Polinezya aşiretleri vardır; eğer Allah istiyorsa, onu bir limana götürecektir. Hemen hemen evrensel fenomenler olan ateşten gömlekler [büyük sıkıntılar] aynı prensipten doğar. Kendi Batı mede­niyetimizde bile, çok uzun olmayan bir zaman önce, suçlu olduğu söy­lenen bir kimsenin, suçsuz olmadığını ispat etmesi için, bir gece önce­si ateşte kızartılmış haçı, dinî âyinden sonra elleri ile tutması isteni­yordu. Eğer bu kızgın haçın açtığı yara üç gün içinde iyileşirse, Allah onun suçsuz olduğuna karar vermiş olacaktı.
Kanun sahasında, kanunu yapan Allah’tır, hâkim Allah’tır, yö­netici Allah’tır.
3
Allah’ın bu rollerinden sadece üçüncüsüne insanlar katılabilir­ler; suçu güvenilir delillerle onaylanan bir kimseyi—Allah’a bir kur­ban olarak—onu öldürebilirler. Daha sonraki bir tarihte, hüküm ver­me ve uygulama hakkını kendilerine aldılar. Fakat, şu noktayı belirt­mek gerekir ki, Orta Çağlar’da, asillerden oluşan mahkemelerin ve Roma’da halkın kararı ile verilen ölüm cezalarında görüldüğü üzere, hüküm verme işini yüklenen, İktidarın bir temsilcisini değil, çok defa halkın meclisleri idi.
Kanun yapıcısı mevkiindeki İktidar henüz görünmemişti. Bize, otoritenin en yüksek ifadesi olarak görünen şey, kanunî olanın gayrikanunî olandan ayrılması, neyin yapılması ve neyin yapılmaması ge­rektiği hususu, siyasî İktidarın, ancak gelişmesinin geç bir safhasında özelliği oldu.
Bu gerçek son derece önemlidir. Neyin iyi ve âdil olduğunu be­lirleyen bir İktidar, ne şekilde olursa olsun, neyin iyi ve âdil olduğun­da tabiatüstü otoritelerden aktarılan İktidardan çok farklı bir şekilde mutlaktır. Beşerî davranışları, sosyal yararlığın ne olduğundaki kendi düşüncelerine göre düzenleyen bir İktidar, hareketlerinin Allah tara­fından belirlendiği uyrukların İktidarından çok daha farklı bir şekilde mutlaktır. Ve burada şu gerçeği bir göz atmış oluyoruz: İlahî kanun vericiliğinin reddedilerek yerine, beşerî kanun vericiliğinin konulması, bir cemiyetin gerçekten mutlak İktidar yolunda attığı en büyük adım­lardır. Kanunlar, tabiatüstü bir orijine atfedildiği zamanlarda, bu adım atılmadı.
Eğer kanunları gönderen Allah ise, onları tâdil etmek kimin had­dine?
 Onun yeni bir kanun göndermesi gerekir. Ve bundan böyle, Hıristiyanlar’ın, İsa’nın dokunmadığı hususları ele alan kanunlara da Musa’nın Kanunları, veya Eski Kanunlar diyorlar. Aziz Thomas, on­lardan Eski Kanunlar diye bahsetti.
Bu noktaya kadar Müslümanlar da aynı düşüncedeler. Fakat on­lar, üçüncü bir vahy’e, Allah’ın, Muhammed’e ilettiği vahiylere de yer veriyorlar ki, onları, bizimkilerden çok daha fazla süren bir devamlı­lıkla hâlâ kendi kanunlarının temeli olarak kabul ediyorlar. İbn Batuta’nın Seyahatnâme’sini okuduğumuz zaman, [Hz.] Muhammed'in kendi doğum yerinden mümkün olan en uzaklarda dahi adaleti yerine getirmekle görevlendirildiğini görüyoruz. Fransa’ya yeni gelmiş bir Habeş’in, Fransa’nın en yüksek mahkemesinin başına getirilebileceği­ni tahayyül edebilir misiniz?
 Sadece Fransız kanunlarını bilmeyişi, onun bu mevkiye getirilmesini gayri-mümkün kılacaktır. Fakat İbn Batuta, bütün İslâm dünyasında geçerli olan kanunu biliyordu. İnancın birliği, kanun vericiliğinin birliğini doğurdu, çünkü Allah'tan başka kanun vericisi yoktu.
Bütün büyük cemiyetler, cemiyete verilen bir İlahî kanunun çatı­sında teşekkül ettiler; bu öyle bir kanundu ki, bütün iradelerin en güçlüsü olduğundan, İktidarı uygulayanların iradesi dahi, onu parça­layacak veya yerine başkasını getirecek güçte değildi.
Tarihin en az dindar insanları olan Yunanlar ve Romalılar’da da böyle idiler. Şüphesiz, Roma kanunlarındaki dinî hususlar çabucak kayboldu. Fakat onların sivil kuralları ve müesseseleri, Ihering’in gös­terdiği gibi, kutsal özellikteki kadîm kural ve müesseselerin tıpatıp yeniden düzenlenmiş şekilleri idiler.
Kanunların, topluluğun huzurunu sağlamak düşüncesiyle çıkarı­lan insan yapısı kurallar olduğu düşüncesiyle aşılanan modern insan, Çiçero’nun, medeniyetin ileri bir safhasında bile kanunlarla ilgili te­zinde ilâhları şereflendiren teferruatlı yazılara yer verdiğini oldukça hayret içinde müşahede edecektir?
 Ama ondan da mantıkî hiçbir şey olamaz: kanunlara saygı, ilâhlara saygının bir yönüdür.
Çiçero, kanunların mahiyetini apaçık şöyle anlatıyor:
En büyük filozoflarımızın hepsi şu noktada hemfikirdiler ki, kanun, ne insanın bir icadıdır ne de günlük hayatın nasıl yürütüleceğini anlatan kurallara benzeyen bir şey değil, kâinatı, emir ve yasaklarının çıktığı hikmeti ile yöne­ten ezelî bir şeydir. Bu aynı otoritelere göre, bu ilkel kanunlar, Allah’ın kendi ruhunun yüce ifadesinden başka bir şey değildir, ve yapmak veya yapmamak hususundaki her emrin kaynağı O’nun hükümranlık sebebidir. Bu kanunlar­dan, Allah’ın beşeriyete verdiği asalet çıkar ki, bu asalet de, neyin iyi oldu­ğunda ve neyin yasaklanacağında insana bahşedilen sebep ve hikmettir.8
İlahî emirler ve yasaklar sosyal gerekçelerin bütün sahasını elbet kaplamaz. Böyle bir durumun ortaya çıkması da, Çiçero’nun, tepeden bakarcasına îma ettiği kuralları gerekli kılar. Çiçero onlara, “günlük hayatın kuralları” diyor. Ama İlahî kanunlarla bu beşerî kanunlar ara­sında ne büyük bir fark var!
Yüce kanunun çıktığı yer onu çıkaran ilahî ruh olduğundan, hiç de daha az olmayacak şekilde, akıllı veya mükemmel olan, insanın ruhunda da yerleş­miştir. Aynı konularda farklı seslerle konuşan ve kısa bir müddet devam eden yazılı kanunlara gelince, onlar, kendi değerlerinden değil de, halkın onları öy­le kabullenmiş olmasından ötürü “kanun” adını taşırlar.
4
Bundan böyle, iki tür kanun vardır. İlkin, emir diye adlandırıla­bilecek, yücelerden gelen kanun vardır ki, ya dinî inançları derin in­sanlar onun bir peygambere gönderildiğine inanırlar veya beşerî zekâ­ya daha fazla güvenle bakan bir halkın ancak gaipten gelebileceğine karar vermeleriyle ortaya çıkar. Her iki durumda da, kanunun müellifi Allah’tır. Bu kanunun çiğnenmesi, O’na karşı işlenmiş bir suçtur. Böyle bir hareket, dünyevi güç araya girsin veya girmesin, cezalandı­rılır. Ve sonra da, cemiyetin büyüyen muğlaklığının peşinde getirdiği sınırsızca değişik davranışları disiplin altında tutmak için, insanların yaptıkları düzenlemeler vardır.
Bu sosyal tekâmüle ne kadar fazla dikkat edilirse, kanunların bu iki yönü o derece berraklaşır. Adetlerini yavaş yavaş değiştiren insan, bazı belirli hareket tarzlarına hâlâ sadık kalacak ve bazı yasaklardan da saygı ile kaçınacaktır. Katı bir mecburiyet bu sosyal değişmezleri ayakta tutar. Mutlak’ın sahası işte budur.
Öte yanda, yeni faaliyetler ve temaslar, yeni yeni meseleler orta­ya çıkarır, ve onlar da yeni durumlara cevap verebilmek için yeni dav­ranış ölçülerini gerektirir. Yeni durumlara cevap verecek yeni kurallar şarttır. Bu yeni kurallar nasıl formüle edilecektir?
 Hakikî mânasıyle dindar insanlar için sadece bir yol-vardır. İlahî kanun, ahlâkın bir te­meli ve hukukun da yegâne tabanıdır; sualler ortaya çıktıkça, kendile­rini Kitabın prensiplerine dayayan din doktorları gereken cevapları formüle ederler. Böylece bir millet, din adamlarının hukukî bilgilerine güvenerek, bir kanun yapıcılar meclisine ihtiyaç hissetmeksizin haya­tını sürdürebilir. Meselâ, Yahudi halkı, dağınık yaşamalarına rağmen, bu yolla en hararetli anlaşmazlıkları bile çözerler, Usulü ile kurulmuş bir devletin bulunmadığı zamanlarda böylece formüle edilmiş pratik kanun örneklerinin siyasî düşünürlerin gereken dikkatini çekmediği görülüyor. İslâm dünyasında, Kur’an’a dayalı hukuk da aynı rolü oy­nadı.
Şu halde, bu durumlarda, kanunlar yapılmaz. Kanunun yorumu, bütün belirli durumlar için gereken cevabı verir. Kanunlar bir hukuk sisteminden başka bir şey olamaz, ve hukuk sistemi de bir ahlâk siste­midir.
Doğu dehası bu çözüm yoluna meyleder; Batı etmez. İkincisi İlahî kanunu kendi sahasında, yâni mutlakçasına mecburi veya mut­lakçasına yasaklanmış olarak kompartmanlaştırmaya meyleder, ve ka­nunda belirtilmeyen hareketler karşısında da aldırmazlıktan gelir. Böylece, bu açık sahada, ferdî enerjiler ve teşebbüsler, kendilerinin biribirlerine empoze ettikleri kısıtlamalardan başka bir kısıtlama tanı­maksızın dolu dizgin giderler; bu kısıtlamalar da harp etme veya dâva açma gibi somut şekillere bürünür.
Davranışların geliştiği ilkel bir cemiyetin tekdüzeliğinden ne ka­dar uzaklaşılırsa, o kadar fazla çatışmaya yol açılır; bu çatışmaların artması da cemiyetin tekâmülünün görünen refleksidir. İstihale adımı hızlandıkça anlaşmazlıkların sayısı da artar. Statik bir cemiyette görül­düğü gibi, davranışların ahengi artık normal bir şey değildir. İşte o za­man belirli hükümlere (adlî) ve genel hükümlere (kanun yapıcılık) ih­tiyaç vardır, ve onların hızla artan sayıları süper yapıyı kanunun üzeri­ne oturtur. Onlar, İlahî kanunlara karşı beşerî kanunları oluşturacaklar­dır.
İki saha arasındaki farkın kesinkes belirli olduğu Roma’yı alı­nız. Diyelim, bir Romalı, bir bakireyi kendisine metres aldı: bu hare­ketiyle ilâhları gücendirdiğinden, İlahî gazabın cihazı olarak hareket eden kral, suçluyu cezalandırır. Şimdi yine diyelim ki, o bir Roma va­tandaşını öldürdü: o sadece öldürülen kimsenin ailesini gücendirdiğin­den, adaleti yerine getirmek işi aileye bırakılmıştır. Fakat katilin ailesi de, bu kan davası bütün topluluğun haysiyetini tehdit edene kadar onunla birlikte bulunacağından, kral, o zaman, cemiyetin çıkarları uğ­runa hareket ederek bir hakem sıfatıyla müdahale eder.
Bu iki müdahalenin kökünde biribirinden çok farklı iki prensin uygulandığı gayet açıkça görüldü: biri ahlakî veya dinîdir ve diğeri de sosyal veya kestirme bir prensiptir. Yine şuna da dikkat edilmelidir: ikinci prensip ancak dinî hislerin yetersiz olduğu zamanlarda ortaya çıkar ki, dinî hislerin yetersizliği de, Batı insanını ilâhlarının, ilgileri sınırlı olan ilâhlar olarak düşünülmesi neticesidir. Romalılar, belki yeryüzünde en az mistik insanlardılar. İşte bunun içindir ki, ilâhların yasakladığı (fas) ile insan beyninin işi olanı (jus) kısa zamanda biribi­rinden ayırdılar.
5
O zamandan itibaren kanunun iki kaynağını ayırt etmek müm­kündür. Bir yanda, davranışın kesin kuralları vardır ki, özelliğinde dinî olan objektif bir kanunu vücuda getirirler. Diğer tarafta, biribirleriyle didişen insanları görüyoruz, ve, herkesin ilgisi göz önünde tutularak, sayıları bir hayli olan sübjektif haklar taraflarca tanınır. Eğer dışarıdan bakılırsa, objektif bir kanunun özelliği yararlı olmak amacını taşıması­dır.
Bu iki kanunun sahaları, cemiyetin taptığı ilâhların egoist olma­larına ve sadece yakılacak adaklar istemelerine veya hukukî oldukları­na ve insanların sadece gerçekten ahlâklı davranıp davranmadıklarına göre, herhangi bir cemiyette çok değişik görünümler ortaya koyar. Bi­rinci alternatifi en saf şekli ile bazı Afrika kabilelerinde görüyoruz ki, söylendiğine göre, “din, sadece âyinlerle ilgili tapınmalar demektir, ve bir âyinin ihmal edilmesi veya atlanması ilâhların gazabını halka gön­dermek için yeterlidir.”10 Bu aşırı bir durumdur, ama ilâhların aşağı yukarı “ahlakî*1 oldukları da gerçektir. İlâhlar ne kadar az ahlakî olur­larsa, saf beşerî kanunun sahası da o kadar geniş olur.
İki saha arasındaki sınır da, bir daha ele alınmamak üzere kesin­likle belirtilmiş değildir. Beşerî kanunu gıdalandıran şey, hayatın akışı ve menfaatler ve hırsların basıncıdır. Ihering, hattâ, sübjektif bir hak­kın sadece korunmuş bir çıkar olduğunu söylüyor. Biz bunu, çıkar sertleştikçe, gösterdiği kuvvetten ötürü kendisine hukukî bir örtü aldı­ğını müşahede ettiğimiz zaman görüyoruz. Beşerî kanun, herhangi be­lirli bir zamanda ortaya çıkan gerginliklerle periyodik revizyonlardan geçen mevcut bir anlaşma gibidir. Böyle bir hareket, kaçınılmazcası­na, İlahî kanunun sahasına uzanmaya meyleder; inanç, canlı ve aktif olmadıkça, orada pasif bir muhalefetle karşılaşır.
Daha da fazlası, çıkar ve hırsların bu karışımı fikirleri heyecan­landırır. Fikirler, inceleme ürünleri değildir, ama zamanın ve mekânın tesirlerine tâbidir. Bunun neticesi de şudur: ilâhların arzularının ne ol­duklarındaki fikirler, sosyal savaşın sıcaklığında tâdilata uğrar ve ah­lakî yükümlülük, sızmalar ve yıpranmalarla zarar görür.
Bu iki saha arasındaki farkın nasıl çizilebileceğini ve onların biribirlerinin nüfuzuna kapalı olmadığını gösterebilmek için bu tezin ge­nişletilmesi gerekiyor.
Romalılar gibi seküler bir halk ilâhlara sadece kanunun sahasını verirken, kendi kanunları üzerinde etraflı yorumlara girişirler. İlâhla­rın direkt olarak kızgınlıklarını çekmemek için bu yeterlidir. Öte yan­da, Orta Çağlarda olduğu gibi, dinî, inançları derin olan bir cemiyet, İlâhi kanunu başta gelen ortağı yapar. Allah kavramı ne kadar yüceltilirse, beşerî meselelere de o kadar tam cevap vermelidir. Aziz Thomas böylece, İlahî kanunun herşeyi içine aldığını iddia ediyor:
O zaman İlâhi kanun yüce yöneticinin aklında bulunduğundan, bundan çıkan netice şu olur ki, alt kademelerdeki akıllarda bulunan bütün hükümet plânlan ezelî kanundan çıkar. Şimdi, aşağı kademelerdeki yöneticilerin hükü­met plânları, kanunların bütün bünyesini oluşturur; onlar, hiçbir zaman ezelî kanun değillerdir. Bundan böyle, bütün kanunlar doğru sebebi ihtiva ettikleri ölçüde ezelî kanundan çıkmışlardır....
Beşerî kanun, kanun fikrine akılla uyuştuğu ölçüde cevap verir; eğer böylece uyuyorsa, ezelî kanundan çıktığı açıktır. Fakat akla karşı olduğu ölçü­de de, kanuna aykırıdır; ve o zaman da, kanunun değil, şiddetin kategorisinde yer alır.
Bundan daha kesin hiçbir şey olamaz: beşerî, veya pozitif kanun İlahî, veya tabiî kanunun çatısı içinde kaleme alınmalıdır. Aziz Thomas, bunu daha da genişletiyor:
Ezelî kanun, gerçekte, hiçbir zaman değişmeyen belirli emirlerden baş­ka hiçbir şeyi ihtiva etmez; öte yanda, insan yapısı kanun ise, ileride ortaya çı­kacak durumlara cevap vermesi için bazı belirli kuralları ihtiva eder.
Şu halde, cemiyetin büyüyen muğlaklığı, daha fazla reçetelere ihtiyaç hissedebilir. Aziz Thomas’ın onlardan istediği, hepsinin baş­langıç noktasının her zaman aynı kalacakları prensipler olmasıdır. Böylesine bir işlemle ferde verilen garantileri anlamak kolaydır. O, hemen hemen çocukluk yıllarında öğrendiği prensiplere boyun eğdiği takdirde, mutlak bir güvenlik içindedir, çünkü kanunun bu prensipler­den başka bir temeli yoktur.
Bu, pek tabiî, bir cemiyetin kanunu çiğnemeyeceği demek değildir. Üyelerinin hırs ve otorite ile yanıp tutuştukları bir cemiyette, insanlar çok defa kanunu fena halde çiğnerler, ve bu işi prensler her­kesten fazla yapar. Eğer bütün Hıristiyan prensleri Hıristiyanlar gibi hareket etmiş olsalardı, Aziz Louis[6] hiç de meşhur olamazdı.
Fakat bir uyruk, kanuna aykırı bir hareketin ıstırabını çekerken dahi kanunu, bir an için, suç dalgasının doldurduğu fakat beraberinde götüremeyeceği bir bent olarak düşünebilir.
Otoritenin kötüye kulanılmasının ne olduğunu suçu işleyenler dahi kabul ederler. Böylece, otoritelerini kötüye kullananlara, dışarı­dan yöneltilen tenkitler, suçu işleyenlerde pişmanlık yaratır. Orta Çağ­lar, hânedanlık pişmanlıkları vak’aları ile doludur; böyle durumlarda vicdanın rahatsızlığı, sizin rasyonalist [akılcı] tarihçisinin düşündü­ğünden fazla rol oynadı.
Kanuna, böylece bir çerçeve verilir, gelenekler kendilerini o çer­çeveye uydururlar, ve o çerçeve içinde de, özel veya kamu bütün dav­ranışlar, daha çok veya daha az gayri-muntazamlıkla yerleştirilir. Be­şerî işlerin nasıl yürütülmesi gerektiğinin bilinmediği zamanlarda, ka­nun, beşerî hesaplara, mümkün olan en yüksek derecede kesinlik ka­zandırır.
6
İlahî kanun gelenekle karıştırılmamalıdır. Gelenek, bir cemiye­tin bütün âdetlerinin billurlaşmış şeklidir. Geleneğin hükümranlık sür­düğü bir halk, ölmüş bir kimsenin despotizmine tahammül eder. Ka­nun, öte yanda, cemiyetin muhafazası için şart olan âdetleri ortaya sü­rer ve diğerlerini gerektiğinde düzeltirken, yararlı ve uygun değişik âdetlere de kapıyı kapamaz: tâbir caizse, ayırıcı bir süzgeç gibi hareket eder.
İnancın üstünlüğü şüphesiz uysal bir ırk üzerinde her zaman için geçerli olacak bütün beşerî davranışları yerleştirecek hukuk doktorla­rının hükümran otoritesini perçinleştirecektir. Fakat günümüze gelin­ceye kadar Batı insanlarının çıkardıkları şahsiyetler, böyle bir boyun­duruktan korkulmayacak kadar önemli kimselerdi. Davranışlardaki değişiklikler otoriteye karşı olan iradenin şiddetli itici gücü altında vu­ku buldu. Kanun bunları hemen suçlamadı, fakat bu yenilikler netice­sinde ortaya çıkacak anlaşmazlıkların halledilmesi için ölçüler ortaya koydu.
Kanun ve gelenek, mantıkî olarak aynı olmamakla birlikte, pra­tik maksatlarda aynıdırlar.
Ecdadın bıraktığı kanunlara karşı duyulan saygı, onların hareket tarzları için de geçerlidir. “İçinde Allah korkusu bulunan babam böyle hareket etti.” Geleneksel tutumlar ve müesseseler, dinî muhtevaları bulunmadığı zaman bile, şu veya bu şekilde, dinle kaynaşırlar: onlar, bir zamanlar katedrallere [büyük kiliselere] bitişik kiosk’lara [gazete, dergi satılan küçük kulübelere] benzerler.
Gelişmekte olan bir cemiyette iradelerin çatışması neticesinde müşküller içinde kalan ahengi ara vermeksizin restore etmek için çı­karılan kanun kuralları, başka hiçbir şeyden olmamak üzere, ancak inançlar ve âdetlerden çıkar. Kural yapıcı faaliyet ya sadece hukukî hükümler şeklini veya meclislerin çıkardıkları kanunlarla birleşmiş hukukî kanunlar şeklini alırlar.
Eğer birincisi ise, sayısız çeşitlerde meselelerle karşılaşan “âkil insanlar,” çok daha gerilerdeki ecdatlarının da aynı meselelerle karşı­laştığını belirterek çok daha cüretli masallar yaratmalıdırlar. Fakat ka­nun, hayata ayak uydurarak gelişir, ve en muğlak sosyal kurallar siste­mi de bütün cemiyetin müşterek mirasa olan prensiplerin yığınıdır.
Durum öylesine böyledir ki “âkil insan”ın, ince ve ustalıklı bir düşün­cesi, köyün yaşlılarının söyledikleri atasözlerinin birinci yeğenidir.
Yeni davranış usullerinin düzenlenmesi hukukun tesiri altına gi­rince, önemli politik ve psikolojik neticeler ortaya çıkar. Cemiyet bir bütün olarak ele alındığında, kadîm geleneklere tesirli bir şekilde gi­dilmek ihtiyacı, cemiyetin devamlılığı hissini güçlendirir, ve böylece, ecdada tapınmanın gittikçe gerilemesine karşı bir düzeltici olarak ha­reket eder. Şu halde, her noktada, kendisini gerekli kanun maddesi ile teçhiz etmemek, kendisinin ne yapması gerektiğinde kendisinin karar vermesi ve hukukî çatışmada saygı duyulması için ferdin lise öğrenci­si seviyesindeki birinin ahlakî düşünceler ve canlılığına sahip olması gerekiyor. Ve nihayet İktidar için—ki bizi burada ilgilendiren de odur—kendisi dışındaki bir kanuna inanmak birinci derecede önemli­dir.
Davranışlar, onların nasıl olması gerektiğinde İktidarın bir emir­ler yayınlamamasına rağmen, değişmekte devam ederler, ve bu deği­şikliklerin doğurdukları meseleler de İktidarın müdahalesi olmaksızın çözülmekte devam ederler. Beşerî kanun, uzun emirlerle hemen he­men, aşağı yukarı yakın bağları olan İlâhî kanunla kıyaslanabilecek şe­kilde bir otorite kazanır. Beraberce ele alındıklarında kanun, güçlü bir bütün oluşturur: İktidar, ona sadece saygı duymakla kalmaz, İktidarı uygulayan insanlar da kendilerini, bir vâsi yükümlülükler ağında kal­mış hissederler. Kanun onların üstündedir, ve onlar, ancak onun yolla­rında yürüyebilirler. Roma’nın ilk zamanlarında böyle idi: devlet, va­tandaşlara karşı belirli polis haklarını kullanmak yerine, onlara, actio populaıis denen hareketi getirdi. İngiltere’de de böyle idi, ve Dicey’e göre,
anayasanın prensipleri denilen hususlar, fertlerin belirli haklan ile ilgili meselelerde mahkemelerin verdikleri belirli hükümlere dayalı tümevarımlar [özel durumlarda doğruluğu kesin olan bir hükmün genel durumlarda da doğru olduğunu kanıtlamalar] ve genelleştirmelerdi.15
Şu halde İktidara hiçbir borcu olmayan Corpus Juris’te sosyal disiplinin güçlü bir cihazını görmekte iyi sebepler vardır: Corpus Juris, İktidara karşıdır ve kendisini ona empoze der: o, İktidarı hem sı­nırlar hem de kontrol etmeye çalışır.
7
Şu halde açıkça görülüyor ki, İktidarın bir cemiyette oynadığı rol, kanunları yapıp yapmamasına göre, davranış kuralları hakkında emirler yayınlanıp yayınlamadığına göre veya kanunlara saygı duyul­ması işini yüklenerek tatmin olup olmadığına göre önümüze çok deği­şik manzaralar koyacaktır.
Tarihî gelişmenin belirli bir ânında İktidarın, bütün halkın mu­vafakati ile veya bir meclisin rızası ile kanunlar yaptığını, ve bu rıza olmaksızın kanun yapamadığını gördüğümüz zaman, halkın veya meclisin bu haklarını, İktidar üzerinde bir sınırlama, onun ilkel mut­lak durumundan bir gerileme olarak görmeye meylederiz. Fakat bu il­kel mutlakiyet sadece bir efsanedir. Beşeriyetin, hâkimlerin ve kralla­rın, kendi kafalarından çıkardıkları davranış kurallarını bütün cemiye­te kabul ettirdikleri bir önceki devletten çıktığı doğru değildir. Gerçek­te. onların böylesine bir hakkı, veya, daha doğru olarak, böyle bir gü­cü yoktu.
Şu halde, halkın veya meclisin, İktidarın kendisini kanun yapma yeteneğinden mahrum ettiği düşüncesi bahis konusu olamaz, çünkü hiçbir zaman böyle bir yeteneği yoktu. Eğer bir veya birkaç kişinin, tesirli bir otorite uyguladıklarını, ve böylece uyruklarına onların be­nimsedikleri inanç ve geleneklere aykırı davranışları empoze ettikleri­ni düşünürsek çocukluk çağlarındaki cemiyetler hakkında tamamen yanlış fikirlere sahip oluruz. Böyle bir düşünceden çok farklı olarak, yöneticileri, kabul edilmiş düzenin köleleri olarak görüyoruz.
Halkın veya meclisin yükselişleri, daha önce hiçbir zaman sahip olmadıkları hareket hürriyetlerini engellememeleri için yöneticilerin ayaklarına zincir takmaları bir yana, hükümet otoritesinin genişlemesi­ni mümkün kıldı.
Orta Çağlar’da İngiltere Parlamenterlerini ve Fransız Eyalet Va­lilerini toplantıya çağıran İktidardı. Bunun başlıca gayesi, geleneğin isimlendirmediği vergileri arttırmaktı. Hattâ 1789’da da, gerekli bul­duğu reformlara karşı koyanların direnişini halkın yardımıyla kırabile­cek gücü elde edeceğini düşünerek, eyalet valilerini toplantıya çağıran yine İktidardı.
Kanun yapma gücü, bir meclisin veya popüler danışmanların kurulmasıyle İktidarın elinden alınan bir özellik değildir. Bu, İktidara yapılan bir ilâvedir; bu öylesine yeni bir şeydir ki meclis veya popüler danışmanlar olmasaydı, hiçbir zaman mümkün olamazdı.16 İktidarın, nasıl yavaş ve çekingen adımlarla ilerlediğine dikkat ediniz. Başlan­gıçta, geleneğin yeniden ifadelendirilmesinden başka hiçbir şey yok­tur.17 Ardından, yavaş ölçülerle, yenileştirici kanunlar, yeniden, eski­nin iyi geleneklerine dönülüyormuş hissi titizlikle yaratılarak getirilir. Kanun yapıcılık pratikleri ile, bu fikir yavaş yavaş genişler, ve böylece kanun veya kanunlar, yeniden ifadelendirilmekle kalınmaz, resmî bil­dirilerle yaratılır.
Şu halde, her medeniyetin tarihinde aşağı yukarı geç ortaya çı­kan bu düşüncenin, yâni bir yönetici iradenin herhangi bir anda, insan­ların davranışlarının, kanun ve tarzları hakkında sualler sorabileceği bir ünlü despotun kaprislerinin neticesi değil, popüler veya temsilî müesseselerin ortaya çıkışları neticesidir.
Böyle bir şeyin vuku bulması için, onları yerleştiren İlahî otori­teye karşı çıkan bir otoritenin, tek başına kalmış bir kralın değil, cemi­yetin bulunması gerekiyordu. Belirttiğimiz gibi, eğer İlahî otorite (Roma’da olduğu gibi), kanunların formüle edilişinde nisbeten az bir rol oynamış olsaydı, bütün üyeleri için şuurluca davranış kuralları gelişti­ren bir cemiyet kavramı çok daha erken ortaya çıkmış olurdu; böyle bir düşüncenin zaferini, her medeniyetin tarihinde vuku bulan rasyo­nalist [akılcı] krizden başka hiçbir şey garanti etmez.
8
Her medeniyet gençlik çağında tabiat-üstü güçlerden korkar; ec­datları yüceltmek geleneklere saygı göstermektir. Eğer eşyanın daha iyi bir durumda bulunabileceğini düşünürse, önceki düşüncelerini ma­ziye bırakır ve bu da onun gelişmesinin güvenilir bir işaretidir; şimdi, onu en çok korkutan ve bu yüzden önlemeye çalıştığı şey, cemiyetin dejenereleşmesidir.
Onun hayatı o zaman, öncekine karşıt bir safhada gelişir: kendi ışıklarına güvenerek, azamî yararlık getirmeye çalışırcasma insanların davranışlarını düzenlemeye çalışır; istikbalde gizlenmiş Altın Çağ’a ulaşacak güce sahip olduğuna derinden inanır, ve bütün benliğini ken­disini geliştirmek fikrine adadığından, artık mazinin mirasını muhafa­za etmeyi düşünmez, ve bazen, ümitlerinin en çok abartıldığı bir za­manda dejenereleşir ve son bulur.
Bir zaman gelir, âdetlerinin kendisine verdiği canlılıktan ötürü bir halk yayılır, kendisininkinden çok farklı cemiyetlerle temas kurar.
İlkin onlarla alay eder, ardından, kendisininkinden farklı inanç ve dav­ranış tarzlarını daha yakından inceler. “Âdil ve gayri-âdil, genellikle bir coğrafya meselesidir. Toprağın üç derece yükselmesi, bütün hukuk sistemini parçalar.”18
Bir yanda, bu temaslar, Çin’e giden cizvit misyonerlerinde gö­rüldüğü üzere, dış görünüşler üstünde yükselebilen ve kanunlar altın­daki birliği sezebilen kafaları müsbet yönde etkiler; öte yanda ise, bu temaslar, bir cemiyetin bütün inanç ve gelenek sistemi içindeki daya­nışma ve bağlılığı göremeyen aşağı seviyedeki kafalar için tehlikeli­dir; çünkü onlar, şu veya bu tarzda bir hayatı benimsemekte kendileri­ni hür addederler, ve ondan sonra da, herhangi bir hayat tarzının ge­rekli olup olmadığında hayrette kalırlar.
İnançlarından birinin evrenselce benimsenmediğini gördükleri zaman, kendi cemiyetleri için gerekli olabileceğini düşünmeksizin, hiçbirinin gerekli olmadığı düşüncesine varırlar. Bu noktada, ya karşı­lıklı ilişkiler veya bir tesadüf eseri olarak, saf [temiz] zekâ kendi mazi­sinin aktardıklarını tahrip etmeye başlar. İlkin, kendisine tabiî gelen fikrinin ne olduğunun izahına, akılcılığın ve güzelliğin ne olduğunu öğrenmeye, ve bir kimsenin, hayranlık uyandıran kanunların güvenli­ğine dayanmasının insanın ahlâken ve maddeten gelişmesi olduğunu ispata çalışır. Ardından, gerisin geri dönerek, daha önce inandığı her şeye şüpheli gözlerle bakmaya başlar.
Meselâ Yunanistan’da Pitagoreanlılar, kanunun mahiyetinin İla­hî orijin19 olduğunu ve alışılmış kanunların değiştirilmeyeceğini söy­lerken filozoflar, kanunların sadece insan emeğinin ürünleri olduğunu ve yukarıdan gelen hayalî bir müdahale cihazı ile ayakta tutuldukla­rını söylemeye başladılar.
Öyle bir durumda kanunlar sadece değişmeye bağlı kalmazlar— filozoflar o zamanki Kanun yapıcı pratikleri haklı göstermekten başka bir şey yapmadılar—fakat ilâve olarak, kanunlarda, sabit hiçbir şey, tabiî kanunlarla veya objektif ahlâkla ilgili hiçbir şey yoktur. Bunun da, hiçbir kanunun her yerde her zaman halkın muvafakati ile getiril­memiş olmasıyle ispat edildiğini söylediler.21 Bundan da, tabiî kanun bulunmadığı neticesini, kanunlar ve ahlâk telâkkilerinin sadece alışılagelinmiş şeyler, beşerî iradelerin ürünleri oldukları neticesini çıkar­mak kolaydır.
Plato, aklın bu tutumunu, herkesçe benimsenecek şekilde şöyle anlattı:
İlâhlara gelince, bu insanların iddialarına göre, onların tabiî varlıkları yoktur; onlar sadece kanunların mahiyeti ile yaşayan eşyalardır. Onlar, her halkın onları ortaya çıkarmaktaki maksatlarına göre, değişik halklar arasında biribirlerinden farklıdırlar, ve iyi, tabiatta ve kanunda başka başka şeylerdir. Adalete gelince, mahiyeti itibariyle hiçbir şey mutlakçasına âdil değildir, fakat insanların onlar hakkındaki hisleri daima değişiktir, ve bu aynı şeylerle ilgili olarak devamlıca yeni yeni düzenlemeler yaparlar; ve düzenlemeler de, tabiat­tan değil, sanat ve kanunlardan çıkmış olup, insanlar onlara tahammül ettikleri müddetçe âdilin ölçüşüdürler.
Rasyonalist [akılcı] kriz, her cemiyetin gelişmesindeki belirli bir safhada vuku bulur. Gerçi onun tarihî önemi genellikle kabul edildi ise de, sadece ilk önce vuku bulanlar ele alındığından, sabep olduğu neti­celerin yanlış yorumlanmasına meyledilir.
Tahtı ayakta tutmanın bir hurafe olduğu söylendi, ve rasyonalist saldırının tesiri de, bundan böyle, inançlarla desteklenen İktidarı zayıf­latarak alaşağı etmektir.
Biz daha ötelere bakmalıyız. İnanaçların oluşturduğu bir toplu­luk sosyal dayanışma için güçlü bir faktördü; müesseselerin dayanağı ve halkın âdetlerinin bekçisi o idi. sosyal düzeni sağlayan o idi, politik düzeni tamamlayan ve onu koruyan da o idi; onun varlığı, kanunun bağımsız ve kutsallığı ile gösterildiği üzere, vâsi ölçüde sorumluluk­larla İktidarı uyguladı ve onu korumak için hemen hemen geçilemeye­cek bir engel dikti. Onaltıncı asırdan onsekizinci aşıra kadar inançla­rın parçalanması ile mutlak monarşilerin aynı anda meydana çıkmala­rına gözlerimizi kapayabilir miyiz?
 Monarşiler, böylece yükselmeleri­ni bu inançların parçalanmasına borçlu oldukları açık değil midir?
 Bundan çıkan netice de şu değil midir: büyük rasyonalizm çağı, aynı zamanda, aydınlanmış ve hür düşünceli despotların çağı idi;23 hepsi, alışılmış müesseselerin teminat altında bulunduklarını garanti ettiler, hepsi, kendileriyle beraber halkın, topluluğun geleneklerini tersyüz ederek akla uygun bir hâle getirilmesi gerektiğini söylediler, hepsi, kendi emelleri uğrunda bürokrasilerini, ve her çeşit muhalefeti ezmesi için de polis kuvvetini muazzam bir şekilde büyüttüler.
Bunları yöneten irade o zaman, bütün eşyayı yeni baştan düzen­lemekle övüldü, kanun yapma gücü plâna göre yeniden düzenlendi, ve beşerî düzen ve emirlerin efendisi ve rehberi olan kanunlar, artık eski bir kanunlar kitabından başka bir şey değildi.
Tarih, İktidar’ın büyümesine bundan daha fazla uygun başka bir şey bilmiyor. Ve onsekizinci yüzyılın en iyi kafaları bunu o kadar iyi biliyorlardı ki onlar, kanun yapıcıların yolunu kendisinde kusur bulu­namayacak bir rehberle kapamak istediler—Rousseau’nun “tabiî din”i veya Voltaire'in “tabiî ahlâk”ı ile. Bu frenlerin ondokuzuncu yüzyılda nasıl işlediklerini, ve sonunda nasıl işlemez hâle geldiklerini görece­ğiz.
Mantıkî olarak düşünüldüğünde, onların iflâs etmelerinin önüne geçilemezdi. Çünkü insan bir defa “her şeyin ölçüsü”[7] diye ilân edi­lince, artık bir doğru, ve bir iyi, veya bir âdil yoktur, sadece eşit geçer­lilikleri olan kanaatler vardır ki, onların çarpışması da ancak siyasî ve­ya askerî kuvvetlerle halledilebilir, ve her kuvvet de, kendisinin zafer saati gelince, ancak kendisi kadar ayakta kalabilecek bir doğruyu, bir iyiyi, veya bir âdili tahta çıkarır.
Sh: 227-246
1. İhtilâller, [8] zayıflığı yok eder ve kuvvet getirir. 2. Üç ihtilâl. 3. İhtilâl ve istibdat. 4. Demokratik devletin monaışik devletle özdeşleştirilmesi. 5. İktidarın devamlılığı. 6. Eski rejimin otoritesinin biribirinden farklı karakterleri. 7. İktidarın zayıflaması. Aristokratik koalisyon. 8. Üçüncü kuvvet mensuplarının, kralsız monarşiyi restore edişleri. 9. Napoleon'un öğrencisi: İhtilâlin çocuğu. 10. İhtilâl ve ferdî haklar. 11. Adalet, İktidar önünde silâhsız durur. 12. Devlet ve Rus İhtilâli.
Müesseselerin meslek hayatlarında şiddetli krizler olan politik ihtilâller, tarihçilerin yakından dikkatini çeker. Gizli tutulmuş hırsların birdenbire ateşlenmesi, o zamana kadar yer altından yayılmaya çalışan prensiplerin patlayıcılığı ve tahrik ediciliği, yepyeni insanların roket gibi ortaya çıkarak önem kazanmaları, birtakım kimselerin vahşi ve şiddetli oyunları, güruhun canavarca hareketleri, ve bütün bu insanla­rın yüzlerinde ilkin okunan ciddiliğin yerini çok geçmeden hayvan vahşeti, nefret uyandırıcı çehrelerin alışı—bütün bunlar yazarı ateşlen­diren ve ocağı başında bunları okuyan okuyucuyu da dehşete düşüren hususlar!
Bunlar, tarihin üzerinde en fazla durulan çağlarıdır, fakat onlar aynı zamanda en az anlaşılan çağlarıdır da. İnsan ruhu hâlâ çocukluk çağındadır, ve daha fazla öğrenmesi de, çok defa onu eğitmekten ziya­de yüzünde bir gülümseme uyandırır. Hâdiseleri, dış yüzlerinden idrak ettiğinden, onların mânalarını anladığını zanneder, gözlerinin önünde kabaran dalgaları, düşünce melekesi isteyen denizin hareketi sanır.
Her ihtilâlin başlangıcında yükselen “Hürriyet” haykırışlarına sarılır; İktidarın ağırlığının artmasıyla neticelenmemiş bir ihtilâlin şimdiye kadar asla görülmediğini henüz anlamaz.
İhtilâllerin gerçek rolünü anlamak ve tarihin uzun yürüyüşünde­ki yerlerinin çabuk ve göz kamaştırıcı sonlarının nasıl geldiğini anlata­bilmek için, gözlerimizi, onların hayret uyandırıcı patlamalarından ayırıp, ırmağın, bu hızlı akmalarına gelmeden önce nasıl göründüğünü ve hâdiseler normal seyrine döndüğü vakit onu hangi şekilde gördüğü­müzü ele almak gerekecek.
İhtilâl ırmağının hızlandığı yerlerinden önce bir I. Charles, bir XVI. Louis, ve bir II. Nicholas vardı. Hızlandıkları yerlerden sonra bir Cromvvell, bir Napoleon, ve bir Stalin vardı. Stuart veya Bourbon ve­ya Romanov “zulmü”ne karşı ayaklanan halk, ardından, kendilerinin yukarıda isimleri geçen kimselerin emirlerine tâbi olduklarını görürler.
Bu fenomen, ihtilâli yanlış anlayanların her zamanki yorumları kadar şaşırtıcıdır. Bu insanlar, ihtilâlin tabiî seyrinden ayrılmasının çok üzücü bir şey olduğunu söyleyen bu insanlar, hürriyetin anti-sosyal aşırılıklarının disiplin altında tutulması için sınırlayıcı bir kuvvete ihtiyaç gösterdiğini, ve bu aşırılıklar çok yaygın hasarlara sebebiyet verdiğinden, ihtilali yeniden yapılandıracak birine ihtiyaç vardır! Keş­ke, o veya bu hatâ yapılmasaydı! Ahlâksızlığın tam nerede başladığını anlamak için, ihtilâli bir günah yapan hareketi ayırmak için, suçlunun kim olduğunu söylemek için, maharetin bütün melekeleri serbestçe kullanılır.
O pectora caecal Burada, ihtilâl fenomeninin ne ölçüde yanlış anlaşıldığını görüyoruz. Cromvvell’ler ve Stalin’ler tesadüfen ortaya çıkmış kimseler, ihtilâl fırtınasının tesadüfi vakaları değillerdir. Onlar, ihtilâlin daha önceden tayin edilmiş ve bütün sarsıntı ve kargaşanın kaçınılmazcasına onlara doğru gittiği hedeflerdir; yetersiz İktidarın düşmesiyle başlayan dönüşüm daha mutlak bir İktidarın kendisini ta­mamen yerleştirmesiyle kapanacaktı.
1
Bir ihtilâlin başlangıcı tarif edilemeyecek bir büyüleyicidir. Hâlâ muallakta duran hâdise her imkâna açık görünür. Tatmin edilmemiş rüyalara karşı, yaralanmış çıkarlara karşı, ümitsizlik içindeki ihtirasla­ra karşı, nefret edilen sisteme karşı büyük vaadler verir, herşeyi düzel­tecektir, herşeyi yerine getirecektir, ve herşeyi başaracaktır. Onun gençlere özgü yünüyüş tarzının uyandırdığı sevinçli güven hissi, her­kesin kalbini kazanır ve hattâ kendileri için tehlikeli olabilecekleri bile ona çeker.
Bu mutlu saatler, ihtilâlleri yapanların hâtıralarında silinmezcesine yazılıdır; onlar, olup bitenlerin kendilerini nasıl aldattığını, kendi­lerinden sonra gelenler için gözlerimiz önüne koyuyorlar. İnsanların, hareketlerin ipuçları için bakacakları şeyler, onların hissî özellikler ta­şıyan bu yazılarında. İhtilâlin ne olduğunu, insanlar, gerçi onlar ne yaptıklarını ve düşündüklerini, nasıl yaptıklarını biliyormuşlarcasına, bu eski ihtilâlcilerden soracaklar! Onlar, zulme karşı çarpıştıklarını, İktidarı sınırlamak istediklerini, keyfî hareketlere son vermek istedik­lerini, herkesin hayat ve hürriyetini garanti etmek istediklerini, halkın sömürülmesine son vermek istediklerini ve onları sömürenleri kustur­mak istediklerini sanıyorlardı.
Onların yapmak istedikleri şey, boş bir arzu idi, çünkü onların kaderi bu değildi. Onların tarihî görevi İktidara, cesaretle karşı çıktık­ları zamandı. Bu hareketlerin cezalandırılmaması, İktidarın zayıflığını gösterir ve bu âciz canavara karşı genel bir hücuma geçilmesinin işa­retini verir. Kıskançlığı kapalı tutan bütün kapaklar açılır, ve otoriteye karşı iştahın bütün sınırları kaldırılır. İktidar düşer, ve onun düşüşünün çıkardığı ses bütün sosyal otoritelerde işitilir. Geride, dalgaların kırıp parçalayacağı harabelerden başka hiçbir şey kalmaz. Bu dalgaların tepesindekiler şimdi, meydana yeni çıkmış insanlardır. Onlara, program­larının ne olduğunu sormak onları küçük görmek, onlarla alay etmek­tir. Onlar, artık yelkenleri kendi zamanının rüzgârı ile dolmuş, fırtına­nın sesini yakalayacak hızla giden teknelerdeki insanlardır.
Fakat nihayet, cemiyet denizi yeniden sakinleşir. Şimdi, Emir Şehiri’nden geride ne kalmışsa, orada yerleştirenlerin ellerine fırsat geçmiştir; onlar, bu Emir Şehiri’ni, sosyal emir merkezlerinden aldık­ları parçalarla güçlendirirler, kimsenin hayır diyemeyeceği İktidarları­nı yayarlar.
Zayıf İktidarın temizlenmesi, güçlü bir İktidarın yükselmesi: Böylesine bir âfetin sonunun, İlâhi bir güç tarafından önceden tayin edilmişçesine, başka türlü olmasına imkân mı var?

2
İngiliz İhtilâli, Dahilî Harp, toprağa, “gemi parası” denen küçük bir vergiye karşı çıkarak kızgın mülkiyet hakları nâmına başladı. İhti­lâl, çok geçmeden, toprağa bunun on misli vergi koydu. Bu, Stuartların bazı el koymalarına karşı bir protesto idi. Aradan çok geçmeyecek, yeni İktidar, sadece Kilisenin malını sistematikçe yağmalamakla kal­mayacak, politik bahanelerle, özel ellerdeki mülkiyetin büyük bir kıs­mına el koyacaktı. İrlanda’da büyük bir halk kütlesinin elindekilere el konuldu. İskoçya—ki kendi hayat ve hükümet tarzını muhafaza için silâha sarılmıştı—son derece değer verdiği herşeyini kaybetti.
Böylece güçlenen Cromwell, Kral Charles’in yapamadığını ya­parak bir ordu topladı, ve kralın boyun eğmek mecburiyetinde olduğu Parlamento’daki insanları attılar. Diktatör Cromwell, gayri-mutlu kra­lın rüyasını gördüğü donanmayı yapabilecek, ve Charles’in imkânsız­lıktan yapamadığı Avrupa harplerini yürütebilecekti.
Fransız İhtilâli, köylüleri feodal baronların ellerinden kurtardı, fakat onları silâhlanmaya mecbur ederek İhtilâle karşı çıkanların üstü­ne gönderdi; lettres de cachet'leri sindirdi, ama meydanlarda giyotin­ler kurdu. İhtilâl, 1790’da, krala atfettiği bir plânı lânetledi; bu plâna göre, İngiltere ile çarpışan İspanyollar’la ittifak yapacaktı; fakat kendi­si, milleti bütün Avrupa’ya karşı harbe sürükledi, ve, emsali görülme­miş isteklerle, ülkenin kaynaklarını o derece eline geçirdi ki, krallığın terkettiği programı, Fransa’nın tabiî sınırlarını istilâ etmeyi başardı.
Rus İhtilâli’nin (1917) gerçek ışık altında görülebilmesi için bir çeyrek asır geçecekti. Çarınkinden çok daha yaygın bir otorite, ülkede, çok farklı kuvvetlerin serbest bırakılmasını sağladı, ve bu kuvvetlerle Çarlık İmparatorluğu’nun kaybettiği toprakların hepsini—hattâ daha da fazlasını— geri aldı.
Böylece, ihtilâllerin gerçek tarihî fonksiyonunun İktidarı yeni­leştirmek ve güçleştirmek olduğunu görüyoruz. Onları, hürriyet ruhu­nun zalime karşı reaksiyonları olarak selâmlamaktan vazgeçelim. O isim için yaptıkları o kadar azdır ki, gerçek bir despotun devrildiği tek bir misâl gösterilemez.
Halk, XIV. Louis’e karşı ayaklandı mı?
 Hayır, ama İsviçreli Mu­hafız Birliği’nin ateş açmasını istemeyecek kadar iyi tabiatlı XVI. Louis’e karşı ayaklandılar. Büyük Petro’ya karşı mı?
 Hayır, sevgili Rasputin’in intikamını almaya bile cesaret edemeyecek II. Nicholas’a karşı, evet. O eski mavi sakallı VIII. Henry.’ye karşı mı?
 Hayır, fakat bir krala yakışacak birkaç yönetim teşebbüsünden sonra kendi hâlinde ve kimse­ye zarar vermeyecek şekilde yaşamaya başlayan I. Charles’e karşı.
Bu krallar, zulümlerinden ötürü değil, zayıflıkları sebebiyle öl­düler. İnsanlar, darağaçlarını, despotizme ahlakî bir ceza olarak değil, zayıflığın biyolojik cezası için kurarlar.
İnsanlar, kendi benliklerindeki hayatı sıkar ve onları ayaklan al­tında ezen bir İktidara karşı ayaklanmazlar. Öylesine bir İktidarın vah­şetinden korkulur—bazen bu İktidarın büyükleri kamçılamasına hay­ranlıkla baksalar bile. İktidarın nefret ettiği şey, yumuşaklıktır; ilkin, o tabiî içgüdünün sebebiyle, binici tereddüt içinde olduğu zaman altın­daki en yumuşak bir atı bile vahşi bir hayvana döndürür; İkincisi, yu­muşak bir İktidar, maksadı ne kadar iyi olursa olsun, halkın düşmanı­dır: halkın zenginliğine el uzatmaktan ve sosyal boyunduruğu daha sıkıştırmaktan kendini alamaz, ve nihayet, rekabet kanunu, halkı, daha büyük bir yoğunlukla zorbanın eli altında toplanmaya zorlar.
3
İhtilâller havayı zalimlerin lânetlenmesiyle doldurur. Ama ger­çekte, hiç de zulümle karşılaşmazlar ve sonunda kendi zulümlerini yükseltirler. Yıktıkları hükümetin prensibi, eskimiş, ancak mütevazi bir saygı uyandıran, ve solmuş bir otoriteden başka bir şey kalmayan prensiptir. Bu sebeplerdir ki, onun düşüşüne yol açtı, despotizm kur­mak imkânlarını önledi.
Sinirleri kalmamış bostan korkuluğu yerine, popüler kışkırtma, kendi şevk ve heyecanının bayrağını asar, ve yorgun ve skeptik yöne­ticilerin yerlerini, ihtilâlin ortadan kaldırıcı kanlı yarışmalarından za­ferle çıkan politik sporcularla doldurur.
Böylesine şiddetli arzuları dışarı vuran bir prensip nâmınâ hare­ket eden bu tür insanlara fanatikçe itaat edilmemesi mümkün mü?
 İktidar, kendi merkezinde yeni bir hayat kazanmakla kalmaz, fakat İktidarın millet için tayin ettiği yeni yolda, kasırganın alıp götürdüğü sosyal otoritelerin koydukları engeller artık yoktur.
Aristokrasinin ortadan kaldırılma işi ne kadar ileri götürülürse, ihtilâlin getirdiği istibdat o kadar derin olacaktır.
Cromvvell’in el koymaları şüphesiz çok büyüktü, fakat toprak ezilerek öğütülmedi—çok defa sadece onların yeni sahiplerine, Doğu Hindistan Şirketi’nin hizmetinde zenginleşmiş kimselere aktarıldı. Bu sebepten ötürü, sosyal çıkarlar, güçlü muhafazakâr kuvvet hâlinde ha­yatiyetlerini sürdürdüler. Bu kuvvetler, Monk’un ilham verdiği Levellers’i [Tesviye edicileri, düzleştiricileri] durdurdular, ve, Birliğin kaybolmasıyla, kendilerini devletin otoritesini sınırlamaya verdiler; ve bu­nun için de otuz seneye ve başka bir hanedanlığa ihtiyaçları vardı, fa­kat onların yaptığı işler bir-buçuk asır ayakta kaldı.
Fransa’da, imtiyazlı sınıflar üzerinde baskı ve büyük toprakların parçalanması çok daha kesin oldu. Fakat servet eşitsizliğine saygı du­yuldu, ve Kilise’nin mallarına el konulması ve Avrupa’nın yağma edilmesi yeni zenginliklere yol açtı. Ve böylece, herşeye kaadir devle­te karşı kapitalist engelleri kuruldu.
Rus İhtilâli, her türdeki özel mülkiyete el koydu. Böyle hareket etmekle Rus Devleti, yükselmesine müsaade ettiği Nepmen, ve bağım­sız yaşayışlarının ilkin tahribe değemeyecek kadar küçük göründüğü kulaklar’dan başka engelle karşılaşmadı. Böylece, İngiliz İhtilâli, İktidarı, Fransız İhtilâli’nden daha az tesirli ve daha uzun ayakta du­racak şekilde destekledi, ve Fransızlar, Ruslar’ın yaptıklarından daha azını yaptılar. Yine de, bu üç ihtilâl de aynı yolda gitti. Onların gerçek tesiri, yeni bir güç ve denge sağlamak, ve onun gelişmesini uzun müd­det zorlayan engelleri kaldırmaktı.
4
Devletin her türdeki şekil değişmesinde, ve bu değişmelerin ona sağladığı büyümenin en çarpıcı örneğini Fransız İhtilâli verdi. Gerçi bu ayaklanma çok şiddetli idi, fakat Fransız devletinin tekâmülünün devamını durdurmadı; daha ziyade, onsekizinci asrın sonlarında önün­deki yolda toplanarak ilerleyişini engelleyen engelleri şiddete başvura­rak ortadan kaldırdı.
Viollet bunu iyi anladı:2
Monarşinin son üç asır boyunca tarihî gelişmesinin başlıca özelliği, bir­leşme ve tekdüzeliğe doğru bir temayüldü. Her yerde hürriyet düştü, otorite yükseldi.
İhtilâl, muazzam bir barajın suyun ağırlığı altında bir defada çökmesine benzedi. Suyun bu akışı genellikle, geleneksel ve tarihî kuvvetlerdi; bundan böyle, eski rejimin dehasının yeni fikirlerin hizmetinde kalmasına yakından dikkat edemeyiz. Özünde otoriter ve merkeziyetçi olun deha, İhtilâl ile zafer kazandı ve yüz defa arttırılmış bir kuvvetle tahrip işinin başına geçti. Mazinin kalbi hâlâ atıyor ve yaşıyordu.
Gerektiği şekilde anlaşıldığı üzere, bizim herşeye kaadir devlet kavra­mımız, bundan böyle, eski rejimin yönetme hırsını bir doktrin ve sisteme dönüştürmektir. Başka bir ifade ile, modern devlet, daha önceki asırların kra­lından başka bir şey değildir, bütün mahallî hürriyetleri bastırma işine ara vermeksizin muzafferane devam eder, o da, eski rejim gibi düzleştirici ve stan­dardize edicidir.
Eğer bu gerçek henüz genel olarak benimsenmemiş ise sebebi, onsekizinci yüzyılı araştıran ekseri tarihçilerin benimsedikleri metotta aranmalı. Telemaque'den[9] Madam de Stael’in Considerations sur la Revolution Fıançaise'ine kadar ideolojik iddialarla yazılmış pekçok kitap yayımlandı. Politika üzerinde istihzalı ve iddialı böylesine çok sayıda kitap o zamana kadar yazılmamış, o kadar fazla konuşma yapıl­mamıştı. Bizim okumuş insanlarımız, son derece dikkat ve ustalıkla fi­kir ağacının bir asır öncesinden nihaî çiçeklenmesine kadar şeceresini çıkardılar. Onları okumak uyarıcı, ama tarihin açıklanması için, insan­ların ne söylediklerini dinlemek, ne yaptıklarını müşahade etmekten daha az önemlidir.[10]
Politikada hareket, son çare yönetimindedir. XIV. Louis’in hü­kümranlığından Napoleon’unkine kadar uzanan yıllar boyunca hazır­lanan yönetim dosyaları incelensin. O zaman İktidarın devamlılığı derhal göze çarpacak; karşılaştığı engeller ve hâdiselerin gerçek yönü o zaman belli olacaktır.
5
Monarşi görevlilerinin değişmeyen bir politikası vardı: Richelieu ve Mazarin’in politikaları. Bu politikanın esası Habsburg Hânedanlığı’na karşı, XI. Louis’e kadar uzanan mücadele idi. Mazarin'in, XIV. Louis tarafından benimsenen ve gerçekleştirilen teferruatlı plânları Habsburg’ları İspanya’dan söküp atmıştı. İspanya ve İtalya’da Avusturyalı prensler yerine Bourbon’lar hüküm sürmeye başladılar. Viyana’ya hâlâ karşı çıkmak gerekiyordu, bir devleti yıkmak gerektiği için değil, fakat ona karşı çıkmakla Fransa, Alman prenslerinin husumetini üzerine çekti. Bu Alman prensleri Fransız İmparatoru’ndan korkuyor­lardı, ve İmparator, artık büyük bir güç olmaktan çıkan Habsburg’ların idaresi altında Alman birliğine mâni olduğu gibi, hepsinin üstünde, dahilî bir direniş merkezini kristalize eden Prusya, Fransa terkettiği takdirde, prenslerin koruyucusu rolünü şüphesiz oynayacaktı.
Fransa, basit olduğu kadar uzak görüşlü bu politikasını hiçbir zaman terketmedi. Fakat bu politikayı muhafaza edemediler; çünkü büyük elçilik ve bakanlık vazifelerini ellerine geçiren nüfuzlu asiller, Fransız siyaseti aleyhine çalıştılar: ya incinen gururlarını tatmin etmek için veya Choiseul’un durumunda olduğu gibi, yabancı bir Versailles’teki devamlı entrikalara karşı, yabancı bir sarayı kendilerine birleşme noktası olarak seçtiler.
Eğer Marie Antoinette, kendisinden önce gelen herhangi bir Fransız kraliçesinden fazla nefret edildi ise, bunun başlıca sebebi, Avusturya ile ittifakı temsil etmiş olması idi, ve bu ittifak da Fran­sa’ya, felâketli Yedi Sene Harpleri’ni getirdi ve onu birinci sınıf bir Avrupa devleti mevkiinden indirdi.
Gelelim, İhtilâlin, Fransız dış siyasetindeki tesirlerine. Avustur­ya’ya karşı harp, Prusya’ya karşı da harp, fakat Prusya ile kısa zaman­da anlaşıldı ve bir ittifak kurulmak istendi. Ve harp, monarşinin zafer yıllarında olduğu gibi aynı plânlarla, aynı gayeler uğrunda, aynı düş­mana karşı yürütüldü. Devletin görevlileri zaferi kazandı, ve devletin devamlılığı sağlandı. “Evet, Fransa Cumhuriyeti’nin bir diğer XIV. Louis olduğunu kim düşünebilirdi?” Bu sadece bir tesadüf müydü?
 Hiç de değil. [Edmund] Burke Polonya’nın bölünmesinin ertesi günü resmî çevrelerdeki kızgınlığı anlatıyor; bu, hükümdara hakareti engel­lemedi. Broşürcü Soulavie, bu çevrelerin emri üzerine De la Decadence de la Monarchie françois’i [Fransız Monarşisinni Dejenereleşmesi] yazdı. Bu eserinde, eski Fransa’nın politik prensipleri üzerinde durdu: “Onun gayesi, hariçte küçük küçük devletler kurarak Büyük Devletleri küçük düşürmek; dahilde ise, devletin gücünü yükselterek alt kade­melerdeki bütün otoriteleri küçük düşürmekti.”
6
Bu programın ikinci kısmını yerine getirmek, monarşi yöneti­minde, birincisini uygulamaktan daha başarılı olmadı.
Kraliyet otoritesi temkinli fakat devamlı ilerleme ile yavaş yavaş büyümüştü; gerekli olduğu zamanlarda prensipleri, kestirme yollara feda etti. Ülkenin muhtelif kısımlarındaki İktidarı farklı şekillerde kendini gösterdi. Meselâ, seçim bölgeleri dışındaki bölgelerde yaşa­yanlardan vergi alınmadı; öte yanda, devletin bölgelerinde, kral nâmı­na ne kadar vergi toplanacağına mahallî meclisler karar verdi, ve bu parayı halktan topladılar. Otoritesinin derecesindeki bu farklılıkların sebebi halkın “emri” idi ki, kral da uyguladı. Ruhban sınıfının bağışla­rı “hediye” unvanını muhafaza etti. Mahallî imtiyazlara ve rütbenin sağladığı imtiyazlara ilâve olarak şimdi, devlet görevlileri ve devlet mevkilerindekiler de eklendi ki, ve İkincilerin çoğu da Parlamento in­sanları idiler; onlar, kralın fermanlarının geçerli olabilmesi için kendi­lerinin tasdikinden geçmesinin gerekli olduğunu iddia ediyorlardı.
Bu yolla İktidar,
her adımında bizim hak ve teamüllere boyun eğmek mecburiyetinde olmamız ile kontrol edildi.
Uyruklarından hediye, vergi ve bağış istediği zaman, onları toplamak için, Fransa’nın ruhban sınıfı temsilcilerini, onların da onaylaması için, bir araya getirmeye mecburdu.
Malî fermana bir şey eklemek istediği zaman Parlamento ile görüştü.
Languedoc eyaletinde yargılama hakkının kendisine verilmesini istedi. Onu Burgundy’de uyguladı.
Brittany’de ise, aşağı yukarı gizli yollarla, o hakkı satın almak zorunda idi.
Bölgesel yönetimlerde o hakkı silâh gücü ile aldı.
7
Doğumla asillik kazananlar, kralı çevreleyerek bir paravana oluşturdu ve böylece onun ecdadına sadakatle hizmet eden halk sınıfı hizmetçilerinin muhtemel bir ayaklanmasına engel teşkil ettiler. XIV. Louis, asilleri, her politik mevkiden bilhassa uzaklaştırmıştı, fakat şimdi güç ve mevki hırsı ile yanıp tutuşan bu saraylılar grubu, kralın vekillerine karşı devamlı bir harp başlattılar, ve her biri o zaman, ken­di mevkiini sağlamlaştırmak için kendi hiziplerini ortaya çıkaracaktı.
Bunun neticesi şu oldu: monarşik hükümet artık istikran sağla­yamadı, tartışmalı konularda, kendisine saygı getiren önceki tarafsızlı­ğını muhafaza edemedi. Saraydaki her grup, desteğini ülkede aradı, ve bir anlık avantaj kazanmak için de, Choiseul ve Parlamento[11] durumla­rında görüldüğü üzere, kısmî çıkarları kuvvetlendirdiler. Hattâ yardım için ecnebi İktidarlara başvurdular, ve onların elçileri ve ajanları League[12] günlerinden beri unutulmuş bir rol oynadılar.
Otorite ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içinde sallanırken. Parlamentolar, merkezî kuvvetlere karşı birleştiler. Kendi başlangıçla­rında olduğu gibi, hukukçuları otoritenin hizmetinde tutmak için ya­pılması gerekli bütün şey, onların aralarına mahkemelerdeki fakir kâ­tipler katılmalı ve, hiç olmazsa, asillerle aralarında büyük bir gedik bulunan orta sınıftan gelmeliydiler. Fakat miras yolu ile bırakılan mevkiler—ki ilkin bazı orta sınıf ailelerini devletin çıkarlarına bağla­mıştı— onları orta sınıftan ayırarak belirli bir sınıf hâline getirdi ki, sı­nıflar arasındaki devamlı evlilikler de onları, yüksek sınıf asillerinin çıkarlarına bağladı. Parlamento insanları—ki ilkin, kendi mevkilerinin verdikleri otoritelerden başka otoriteleri olmayan devletokratlardılar— aristokratlar oldular, ve şimdi peşinde gittikleri çıkarlar devletin çıkar­larından farklı idi. Eğer saçmaca çoğaltılmış sayıdaki devlet memurla­rının—ki işlerin yürütülmesini engelliyorlardı—sayısı azaltılmak is­tenince Parlamento insanları bunu engellediler. Sebebi de bu memur­lar, mevkilerini, Parlamento insanları gibi (ekonomik durumun iyi ol­madığı zamanlarda gelir sağlamak için yaratılan bu mevkileri) satın almışlardı ve Parlamento insanları da, kendilerine önem sağlayan bu tür bir mülkiyet7 şekline saldırıya müsaade edemezlerdi. Bilhassa öde­yecek durumda olmalarına rağmen, hiç vergi ödemeyen kimseler dü­şünülerek vergileri bütün düzeylere yaymak düşünüldüğü zamanlarda, kendilerine ait malî imtiyazları olan parlamento insanları, kimler olur­larsa olsunlar, bulabildikleri herkesle işbirliği yaptılar. İktidarla kendi­leri arasında başgöstermeye başlayan çatışmayı göz önünde tutarak kendilerini—ki geleneklere göre mahallî muafiyetlerin [dokunulmaz­lıkların] düşmanları idiler—paradoksalcasına o aynı muafiyetlerin savunucuları yaptılar.
Onlar, sonunda o kadar güçlü oldular ki, Maupeou’nun 1770’den onları atması âdeta bir coup d’etat [hükümet darbesi] mahi­yetinde idi. O zamanları otorite o kadar zayıflamıştı ki, parlamento hizbinin bazı görevlileri, kral sarayının giriş holünde Maliye Vekili’ni hırpalayabiliyorlardı.
Parlamentonun gerisinde asiller, ruhban sınıfı, eyaletler, ve prensler vardı. Ama onlarla eş değerde kralın temsilcileri yoktu. Veya, daha doğru bir ifade ile, halk vardı.
8
Yönetim 1788’de her yerde, kendisini, önceleri engellediği kuv­vetlerin karşısında buldu. Yönetim, beceriksizliğin en alt seviyesine itilmişti. İhtilâl, onu, birdenbire bütün muhaliflerinden kurtaracaktı.
Monarşi öylesine gerilemişti ki, popüler gürültüler karşısında, merkezî hükümet iradesini uygulayan bölgesel memuriyetleri kaldırdı; yerlerine bölgesel meclisleri getirdi ki, bu hareket Fransa’nın bütün ta­rihine aksi istikamette idi. Öte yanda, İhtilâl ise, o zamana kadar gö­rülmemiş bir kesinlik ve tekdüzelikle bütün ülkeyi İktidarın iradesine verdi.
İhtilâlin işi mutlak monarşinin geri getirilmesi idi. Halkın arzu ve ümitlerinin ne istikamette olduğunu Âdil Philip anlamıştı; bu se­bepten o—Fransa tarihinde ilk defa olarak—Üçüncü Kuvveti Eyalet Valiliklerine getirdi. Hemen hemen beş asır sonra hâdiseler onu hâlâ haklı çıkaracaktı; fakat XVI. Louis, Âdil Philip âyarında değildi. Ve restorasyon da, bir krala ihtiyaç hissettirmeksizin vuku bulacaktı.
İhtilâlci meclislerin düzensiz ve kargaşalı mesleğini teferruatı ile inceleyen biri, ilkin fikir akımları ve karşıt-fikir akımları arasında ken­disini kaybeder, ve hiziplerin entrikaları da gerçek niyetlerini çok defa kullandıkları dil ile örtmeye çalıştılar. Fakat bir şey apaçıktır: daha başlangıçta Anayasa Meclisi, Eyalet Valilerinin toplanmasını talep eden imtiyazlı insanların çıkarlarını katletti, meclisin birkaç toplantı­sında, kralın, asillerin dokunamadığı imtiyazları, tamamen kaldırıldı. Bu arada, asırlar boyunca krallık siyasetinin gayesi olan eyalet meclis­lerinin yetkileri iyice azaltıldı. Ruhban sınıfının ellerindeki mülklerin büyük bir kısmı çabucak İktidara aktarıldı, ve engelleyici taktikleriyle Eyalet Valilerinin toplanmasını sağlayan parlamenterler de, Maupeon’un zamanındakinden çok daha çabuk saf dışı edildiler.
Kontrol ve denge unsurları tamamen kaldırıldı, ve işte burada, Miraseau’nun işaret ettiği gibi, kralın önüne büyük bir fırsat çıkmıştı. Krala şunu yazdı: “Bütün vatandaşların bir sınıf hâlinde toplanması fikri Richelieu’yu memnun ederdi, çünkü bu tür bir eşitlik İktidarın işini kolaylaştırır.”10 Mirabeau. kendisini bu büyük kardinalin yerini dolduracak, kesilen pekçok kafanın meyvasını toplayacak biri olarak gördü.
Fakat XVI. Louis ve Meclis, ve tarih, başka türlü düşünüyordu.
Netice vermeyen teşebbüslerle Anayasa Meclisi’nin neler yap­mak istediği araştırıldı. Doğru, İktidarın, kralın şahsında toplanan bir icraî kuvvet hâline gelmesini, ve kanun yapıcılığın halkın temsilcileri­nin uhdesine verilmesini kabul ettiler. Doğru, mahallî yönetimlerin mahallî halkın seçtiği kimselere bırakılmasını da kabul ettiler, ve bunu yaparken de, İktidarın.daha da fazla bölünmesine yol açtılar. Fakat otoritenin bu şekilde parçalanması, anayasanın müelliflerinin, bu bö­lünmüş İktidarlara verdiği büyük öneme rağmen, tarihî bir önemi yok­tu. Çünkü bu Meclis’in çalışması, nihaî pişmanlığı da gösterdiği üzere, kendisine rağmen, İktidarın tamamen transfer edilmesi oldu.
Meclis, kanun yapma gücünü kralın elinden aldı, ve başka bir şey almayacağına and içti. Lalli-Tollendal11 ve Mirabeau12, ikisi de, meclis şayet kralın elinde kalan güçleri de eline aldığı takdirde, onun ne büyük bir tehlike hâline geleceğini yüksek sesle söylediler. “Evet, sizi temin ederim ki,” diye haykırdı Mirabeau, “altı-yüz kişiden olu­şan hükümran bir aristokrasiden daha dehşetli bir şeyi ben düşünemi­yorum.” Ne var ki, karşı konulamazcasına bütün bunlar vuku buldu. Ve bu da filozoflar için bir manzara: ilkin Anayasa Meclisi'nin ve ar­dından kanun Yapıcı Meclis’in üyeleri, hem hayal ettikleri hem kork­tukları kaderlerine karşı çarpışıyorlardı.
İlk ihtilâlciler, bir millî meclis yaratmak için, genel irade pren­sibi bayrağı altında toplandılar ve kendilerini onun vekilleri ilân etti­ler. Bu prensibin, tepesinde, yeni bir İktidarın kurulmasında onları na­sıl taşıdığını müşahade etmek garipti, fakat o İktidarı küçük düşürücü ilk işarette baş aşağı düştüler. Bütün otoritenin kaynağı millî irade ol­duğundan, kral da, otoritenin bir kısmını elinde bulunduracaksa, “mil­letin bir temsilcisi” olan Meclis’le birlikte tutacaktı. Fakat o zaman da, halkın seçtiği temsilcilerle mirasla kalan temsilcilerin de aynı anda çalışmaları paradoksu ortaya çıktı. Ve çok geçmeden, kral birinci fonksiyonerden başka bir şey değildi; ama o zaman da, sadece bir fonksiyoner olan biri niye yerinden alınamıyordu?
 Temsilcilerin eline fırsat geçmişti, ve kralı sindirdiler, ve o zaman da icraî ve kanun yapı­cı güçler Kongrede birleştiler. “Güçlerin dengesine gelince, biz mazi­de onun prestiji ile kendimizi aldattık,” dedi, Robespierre. Fakat şim­di, zalimlerin otoritelerini dengelemek için getirilen vasıtalar bizi niye ilgi­lendirsin?
 Kökünden koparılıp atılması gereken zulümdür: halkın hedefi, efen­dilerin çatışmalarında kendileri için kısa sürecek bir huzur bulmak değil, ken­di sağ kollarını kendi haklarının garantisi yapmalarıdır.
Başka bir ifade ile, İktidar başkalarının ellerinde iken, biz onun sınırlanmasını istedik; şimdi İktidar bizim elimizde bulunduğundan, çok büyük bir İktidar hâline gelemez.
Böylece Meclis hükümran oldu. Fakat otoriteyi, genel iradeyi ifade ettiği gerçeğinden alıyorsa, pek tabiî, onu oraya koyanlara tâbi olmak şartı ile orada kalabilirdi. Hiç de değil! Daha ilk günlerinde, "Anayasacılar,” kendilerini oraya gönderenlerden aldıkları talimatları kaldırıp attılar.
Popüler hükümranlık yerine parlamentonun hükümranlığı kon­du. Halk, kendi temsilcilerini seçtiği zaman, şüphesiz, mutlakçasına hükümran olmalı, çünkü o zaman temsilciler, halktan, sınırsız otorite ile hareket etmek hakkını almış olurlar. Fakat halk, onlara bu otoriteyi verdiği zaman, onun rolü artık bitmiştir ve artık halkın önemi yoktur. Genel iradenin oluştuğu yer sadece meclistir ve halkla danışmak, bütün bir milleti özel kazanlar içinde kaynatıp altı-yüz kişiye indir­mekten farksızdır, ama bu altı-yüz kişi, son derece cesur bir hayalle, bütün bir millet olarak gösterilir.
Fakat bu yüceltilmiş hükümranlık—ki kralı darağacına gönder­mek cüretini gösterdi ve Girondin’in seçici meclislere başvurulması teklifini mağrur bir eda ile reddetti—kendisini alçalttı ve iki büklüm oldu. Kimin önünde?
 Kongre divanınca karşılanan ve çılgınca dilekçe­leri popüler iradenin ifadesi diye kabul edilen dizginlerinden boşanmış fanatikler önünde.
Bütün bu çelişkileri anayasa teorilerine sıkıştıran hayranlık uyandırıcı maharetlere sahip hukukçular geldi, geçti, Benim muhayyi­lemin kabul etmediği şeyler var: onlar, nasıl oluyordu da, aklın kulağı ile sokaklardaki bağırışmaları ve suçluları öldürülecekleri yerlere gö­türen arabaların takırtılarını işitmiyorlardı, ve nefret ve paniğin tesiri altında, haysiyetler ayak altına alındığı ve yorgunluk saatlerinde kale­me alınmış bu kelimelere nasıl güvenilirdi?
Bir ihtilâl çağının mantığı fikirlerle değil, gerçeklerde bulunur.
Merkezî gerçek yeni bir İktidarın yükselişidir: kendilerini halkın temsilcileri ilân edenlerin İktidarı. Ve bu insanlar, eğer biribirlerini öl­dürmemişseler, Kongre günlerinden itibaren Directory ve Consulate günlerine kadar daima toplantı hâlinde bulundu ve kendi kota’larına düşen insanları İmparatorlukta vazifelendirdiler.
Bu yeni İktidarın gerçek tecessümü Sieyes idi. İhtilâlin açıklan­masında hiç kimse ondan daha büyük rol oynamadı. Anayasa Meclisi’nin, Kongre’nin, ve Halkın Güvenliği Komisyonu’nun bir üyesi, bir Direktör ve bir Konsolos olarak, hiç şüphesiz Napoleon’un şu sözleri­ni söyledi (Eğer kendisi bunu söyleyecek durumda olsa idi, kendi keli­meleriyle söyleyecekti): “İhtilâl kapanmıştır; onun prensipleri benim şahsımda yerleşmiştir. Şimdiki hükümet, hükümran halkın temsilcisi­dir. onun hükümranlığına karşı çıkılamaz.”
9
Napoleon’un sınırsız otoritesi, Orleans’ın hırsının ve Lafayette’nin gururunun başlattıkları günden itibaren bütün ayaklanmanın git­tiği hedefti. “Denilebilir ki, İhtilâl’i yapan insanların her gün ve titiz­likle üzerinde ara vermeksizin çalıştıkları plân I. Napoleon’u yarat­maktı.”^ Her şey bu noktada birleşti. Meselâ, Fransız cemiyetinin de­ğişmez bir özelliği olacak eyalet valiliklerin birbiri ardına hazırlanan safhalarla nasıl diktatörlükler hâline geldiğine bakınız.
Halkın arzusu kendisinin, kraliyet memurları tarafından değil, mahallî halk tarafından yönetilmesi idi. Anayasa Meclisi aynı düşünce ile bütün eyaletlerin yönetimini halkın seçeceği mahallî meclislere verdi. Fakat bunu yaparken de, kendi kendilerini yönetme yeteneğine ve iradesine sahip bu tarihî üniteleri yıktı. Sieyes’in geometrik zekâsı ülkeyi, yirmi-dört eşit dikdörtgene bölecek, ve bu dikdörtgenlerin her biri de dokuz eşit komün’e bölünecek, ve aynı çocukça geometrik dü­şünüşle, bu komünlerin her biri de dokuz eşit kanton’a bölünecekti. Gerçi bu çılgın plân uygulanmadı ise de, bütün eyaletlerin ideali ola­rak kaldı. O’ndan sonra da bu sun’i yaratıklara özerklik tanımakta hiçbir mahzur görülmeyecekti! Sanki kendi hayatlarında nefes alıp ve­rirlerken kendilerinin tehlike içinde bulunduğunu hissediyorlardı!
Benjamin Constant diyordu ki:
Sistematik ruh, ilkin bu simetriye kendinden geçercesine sevindi. İktidar hırsı, bu simetrinin sağlayacağı muazzam avantajı keşfetti. Tıpkı lej­yonların ve ordu birliklerinin numaralarla tanıtıldığı gibi, şehirler ve eyaletler de numaralarla tanımlanacaktı: yapılmak istenen herhangi bir şeye ahlakî bir fikirle sarılma korkusu benliklerini altüst ediyordu.
Fakat çok geçmeden eyaletlerin sefil direktörleri, merkezî otori­tenin siyasetini geciktirmekle veya kontrol etmekle itham edildiler. Billaud Verenne, onları şu kelimelerle suçladı:
Muğlak hükümet organizmasının yönetici sinirleri rahatladığı zaman bu tür yönetimin talihsiz neticeleri her zaman görülecektir: merkezî otorite dü­zenli olmalı, ve bunun için de, sadece aradaki en yakın bir destekle, dairenin merkezinden ara vermeksizin yönetilmeli.
“Aradaki en yakın destek,” Napolyonik eyaletler olacaktı. Benjamin Constant diyor ki:
Demagojinin yerini despotizm aldı, ve kendisini demagojinin bütiiıı yaptıklarının varisi ilân etli, ve onun ateşlediği yolda başarı ile yürüdü. Bu noktada iki aşırı aynı düşüncede idiler, çünkü temelde, her ikisinde de zulüm iradesi yatıyordu. Mahallî geleneklerden çıkan ilgiler ve hâtıralarda otoritenin sevmediği ve bundan böyle kökünden kazıyıp atmak istediği direniş tohumlan vardır. Otorite, özel fertleri, daha kolay hakkından gelinecek bir av olarak gö­rür; onun muazzam ağırlığı, sanki onlar kum yığınları imişcesine, hiç gayret sarfetmeksizin onları ezer.
10
İhtilâl’in, kullandığı dil ne kadar iyi olsa da, hürriyet için değil de İktidar için çalıştığı, 1789’da başlayan ayaklanma müddetince ferdî haklarda olup bitenlerin çarpıcılığı ile apaçık ispat edildi.
İnsanın, insan olarak belirli kutsal haklara sahip bulunduğu o za­mana kadar bu kadar çarpıcı—veya, şüphesiz, bu kadar samimi— bir şekilde ifade edilmemişti. Anayasa Meclisi üyelerinin büyük kavramı bu idi; yâni, onları şöhrete götürecek unvan bu idi. Ve aynı şekilde Yasama Meclisi, ve Kongre üyeleri, ve Thermidorian’lar, hattâ Bonaparte, kendilerini bu hakların garantisine adadıklarını ilân ettiler. Fakat İhtilhal, ilân ettiği fikirlerin çalkantılarına boyun eğmekten ziyade, onu harekete geçiren hayatın görünmeyen prensiplerine boyun eğdi­ğinden, yücelteceğini ilân ettiği bütün hakları silip attı, ve bunun neti­cesi olarak, kendilerini sınırsız otoriteye bırakan vatandaşları İktidara karşı güvenilir garantilerden mahrum bıraktı.
Gerçekleri gözden geçirelim.
Ferdî hakların güven altında tutulması adlî otoritelerin fonksiyo­nudur. Anayasa Meclisi’nin eski Parlamentolara karşı nankörlüğü bu idi: bu eski Parlamentoların engelleyici taktikleri Eyalet Valilerinin toplanmasına yol açmıştı, ve Anayasa Meclisi de eyalet valilerinin bu toplantısını dağıttı. Ondan sonra da Adaletin, “bütün fertlerin imdadı­na koşması için “herşeye kaadir” adalet mabedini yeni temeller üze­rinde yeniden inşa etti. Adalet, şimdi İktidara karşı tamamen bağımsız olacaktı. Büyük jüri gerçek sebebi göstermedikçe bir vatandaş hakkın­da herhangi bir suç için takibata girişilemeyecekti.
O takdirde, bir kimsenin muhakemesine başlanılmadan önce, gelişigüzel seçilen ve aralarındaki görüşmelere hâkimin hiçbir şekilde karışmayacağı vatandaşların, o kimsenin cevap vermesi gereken bir durumu bulunduğuna karar vermesi gerekiyordu. Bu insan, daha sonra kimin karşısına çıkarılacaktı?
 Mahkeme Şubesi’nin önüne. Ve oradaki diğer bir jüri onun suçlu veya suçsuz olduğuna karar verecekti. Fakat bütün bunlara, ve otoritesini azaltmak için sarfedilen bütün gayretlere rağmen, hâkimler, oldukça tesirli roller oynadılar. Pekiyi, o zaman da hâkimler halk tarafından seçilmeliydi. O zaman vatandaş hakkındaki hükmü sadece halk verecekti, ve kendi seviyesindeki kimselerin bera­at ettirdiği bir kimseyi de İktidar cezalandıramayacaktı.
Bundan daha tamam garantiler düşünülebilir mi?
Fakat İhtilâl’in dünyaya getirdiği İktidar, genç ve ateşli cemiyeti kendi hayaline göre şekillendirme hırsında, derhal suçlu ilân ettiği bü­tün muhalefete karşı sabırsızdı. Çok geçmeden, kendisinin bahşettiği garantilerin kendisi için sıkıntı yarattığını anladı. Hâkimlerin, ilhamla­rını, Anayasa Meclisi’nin ilkin formüllediği, ve kendilerine sundukları genel prensiplerden değil, özel sınıfları gaye edinen, ve kanunlar adı altında soytarılık eden ve zaman zaman ortaya çıkan standartlardan al­dıklarını iddia etti. Onları, çok yumuşak olmakla suçladı. Danton 10 Ağustos, 1792’de Adliye Vekili olduktan sonra, bu mevkie Tuileries’in duvarlarını yıkarak geldiğini, ve top’un artık yegâne çare oldu­ğunu, ve şayet fonksiyonerler vazifelerini yapmış olsalardı kan dökül­mesinin önleneceğini söyleyerek hâkimleri dehşete düşürdü. Hâkimler popüler dernekler ve tenkitçi yazarlar aleyhinde takibata girişirlerken, jürilere seçilmeyen rahipleri korumuşlardı. Bir popüler derneğin kararı ile Philippeaux, iki sene öncesi, altı sene için seçilen bütün mahkeme­lerin kaldırılmasını istedi. “Bu mahkemelerin ekserisinde,” dedi, “bir kimsenin vatansever olması için üzerindeki elbisesini kaybetmiş olma­sı yeterlidir.” Ve ondan sonra da, biribiri ardına seçimler yapıldı. Fa­kat halkın seçtikleri kimseler, halkın oyları ile seçilenleri kabul etme­yen İktidarın hoşuna gitmiyordu: Direktörlük, meselâ, kırk-dokuz böl­gedeki seçimlerin hükümsüz olduklarını ilân etti.
Terör için, seçilen kimselerin yerlerinden atılması da kâfi değil­di Terör’ün istediği Paris’teki İhtilâl Mahkemesi modelinde İhtilâl mahkemeleri idi; ve bu mahkemelerde de büyük jüriler yoktu; ne şa­hitler ne de dâvâlının avukatı dinlendi, ve bu mahkemelerin hâkimleri, oturdukları yerlerden kalkmayarak, hattâ adları ve kendilerine isnat edilen suçların bile belirtilmediği kimseleri suçlu ilân ettiler.
Bu ucube yaratıklar kaldırıldıktan sonra, İktidar, tekrar normal hâkimleri geri getirdi ise de, onlara bağımsızlık bahşetmedi. O zamana kadar, seçimleri hükümsüz ilân etmekten bıkan İktidar, VIII. senede hâkimlerin tayinini ve yükseltilmelerini kendisine aldı.21 Ve artık on­dan sonra da, eski rejim zamanında görülmeyen bir şekilde baskı vası­talarını kullandı; eski rejimde böyle bir şey yoktu, çünkü o zamanlar­da mevkiler ya satın alınıyor veya miras bırakılıyordu.
Önceki zamanlarda parlamentolar, monarşi ortasında küçük cumhuriyetlerin bir federasyonu gibi idiler; onlar hürriyetleri üzerinde çok kıskançtılar ve Roma geleneklerinin de bekçileriydiler. Eski re­jimde uygulanan adaletin kusurları ne olursa olsun. Tocqueville’nin söylediğine göre, nüfuz ve rüşvetin en kötü şekli olan otoritelere dalkavukluk onda yoktu. Mahkemeleri soysuzlaştırmakla kalmayıp kısa zamanda bütün halka yayılan bu öldürücü kötülük eski rejime tamamen yabancı idi.
Bağımsız ve yüce olan ve krala karşı da çıkabilen adlî sistem, halkın karakterine derinden tesir etti.
Adlî âdetler, pekçok hususta, milletin âdetleri oldular. Mahkemeler, her anlaşmazlığın tartışılabileceğini ve her kararın temyiz edilebileceği fikrini yaydılar; insanların kendi gayretlerini övebileceklerini normalleştirdiler ve formalite’nin de arzu edilir bir şey olduğunu düşüncesini yaydılar ki, bunların ikisi de dalkavukluğu uzakta tutar.
Bu bağımsızlık hiçbir zaman yeniden görünmedi. “Adaletin hü­kümete boyun eğmesi, İhtilâl’in zaferlerinden bir tanesidir. İhtilâl, in­san haklarını ilân ettiği anda, onların şatolarını yıktı ve savunucuları felce uğrattı.”
11
Bu, “ilerici” adaletin, kendisini, İhtilâl-öncesi günlerdeki ferdî hakları savunmasından daha kötü durumda olduğunun yegâne örneği değildir.
Önceki yıllarda Parlamentolar, mahkemeleri, vicdanları rahatsız olmaksızın İktidarın ajanları olarak ilân edebiliyorlar, veya yine vic­danî hiçbir rahatsızlık duymaksızın onlara karşı özel şahısların hakla­rını savunabiliyorlardı.
Şurası hayret uyandırıcı: ferdî hakları ihlâl edilemeyecek bir te­mele oturtan aynı insanlar, Parlamentoları, kralın hareketlerine karşı bu kimseleri korumakla suçlandırdılar. Bunları söyleyen kimlerdi?
 Kongredeki insanlar mı?
 Hiç de değil; bunları söyleyenler Anayasa Meclisi’ndeki insanlardı. Onlar, kendi aralarından biri olan Thouret’i,25 adlî otoriteleri tenkit ettiği zaman oybirliği ile alkışladılar ki, dikkatlice dinleselerdi, onun sözlerinin tenkit değil övme olduğunu göreceklerdi: “Yönetici otoritenin rakibi olarak, Anayasa Meclisi üye­leri, yönetici otoritenin hareketlerine müdahale etti, hareketlerini kont­rol etti ve onun görevlilerini rahatsız etti.” Meclis, 8 Ocak, 1790’da bir bildiri yayımlayarak mahkemelerin, yönetimin işlerini gerileten veya durduran her hareketin, anayasaya aykırı olduğunu ilân etti ise de te­sirsiz kaldı ve elinde muhtelif yönetici bünyeleri kontrol edecek güç de yoktu. Aynı yılın 24 Ağustos’unda şu madde kanunlaştı: “Hâkimle­rin, yönetim bünyelerinin hareketlerine şu veya bu şekilde müdahale­leri veya yöneticiler vazifelerini yerine getirirken onların yaptıklarını zikretmek yasaklanmıştır.”
Halkı daima tetikte bulunmaya davet eden komisyonlar bütün ülkeyi ajan ve ispiyoncuların kapladığını—ki böyle olacağı belli idi— ve mahkemelerdeki halk temsilcilerinin adaletin ve insanlığın her prensibini çiğnediğini gördükleri zaman, Kongre, gazabını bu kimse­lere değil, hâkimlerin koydukları zayıf ve ürkek engellere yöneltti. Ama unutmamak gerekir ki, halk, bu hâkimleri, keyfî zulümleri önle­meleri için seçmişti.
Millî Kongre el konulan eşyalarla, ihtilâl vergileri ile ve diğer yöntemsel hareketlerle ilgili olarak yapılan şikâyetler hakkında mah­kemelerde yönetim bünyeleri üyelerine ve teyakkuz komisyonlarına yöneltilen bütün işlemlerin iptal edildiğini ilân eder.
Mahkemeler, ne mahiyette olursa olsun, yönetimsel hareketleri göz önünde bulundurmaktan men edilmişlerdir. .. .
Bu pasajları buraya almaktaki maksadım, İhtilâl’in adalet meka­nizmasından, ferdi, İktidarın mütecavizlerinden korumak için önceleri yürüttüğü vazifesinden geri aldığını göstermek içindir. Ve yine göster­mek istedim ki, adaletin küçücük bir yere sıkıştırılmış olması ve fert­lerin haklarını aramasının engellenmesi Terör’ün işi değil, Anayasa Meclisi’nin işi idi. Ve yine şunu da göstermek istedim: İhtilâl’in mo­dern cemiyete miras bıraktığı şeyler, modern cemiyetin prensipleri olarak hayatiyetlerini muhafaza ediyorlar.
İhtilâl, otoriteleri, görevleri, devletin hareketlerini sınırlamak olan bünyeleri nasıl ezdi ise, fertleri, kendilerini devlete karşı savun­mak için kullanabilecekleri her türlü anayasal vasıtadan da mahrum bıraktı. İhtilâl, İktidarın mutlaklaşması uğrunda çalıştı.
12
Rus İhtilâli de aynı çelişkileri önümüze koymakla birlikte, vâdedilen hürriyet ile gerçekleştirilen otorite arasında çok daha kesin ifade­leri de ihtiva eder.
Marx ve Engels ekolünün, anarşistlerin sözlerindeki hemen he­men eşit şiddette lânetledikleri İktidar, herhangi bir İktidar değil, nasıl ve nerede olursa olsun, İktidarın kendisi idi. Lenin, ünlü broşüründe “İhtilâl, bütün güçlerini devletin kudretine karşı toplamalıdır,” diyor­du. “Onun görevi, hükümet makinesini geliştirmek değil, yıkmak ve kaldırıp atmaktır.”[13]
. . . felsefeye göre, devlet, fikrin gerçekleştirilmişidir. Devlet, felsefî dilde, Allah’ın yeryüzündeki hükümranlığıdır, ve bu ülkede de hakikat ve ada­let yerine getirilmiştir, veya yerine getirilmesi gerekir. İşte, devlete gösterilen bâtıl hürmet buradan gelir, ve bütün bunlardan ötürü devlete duyulan saygı in­sanların kafalarında daha kolay bir yer bulur, çünkü onlar çocukluklarından itibaren, günlük işlerin ve bütün cemiyetin çıkarlarının başka türlü yönetilemeyeceğini, yâni devlet, ve devletin kendi mevkilerine getirdiği kimseler ol­maksızın yönetilemeyeceğini sandılar. Ve halk ırsî monarşiyi devirip sadakat­lerini demokratik cumhuriyete gösterdikleri zaman gayet olumlu bir ilerleme yaptıklarına inanıyor. Fakat devlet, bir sınıfın diğerini baskı altında tutacak bir cihazdan başka bir şey değildir, ve bu baskı da, bir monarşide olduğundan zi­yade demokratik bir cumhuriyette daha köklüdür.
Devlet, “bir gücün belirli bir organizasyonu olduğundan, bu gü­cün kaderinde belirli bir sınıfı hâkimiyeti altına alması mukadder­dir.” Devletin var olmasının sebebi, mütecavizle birlikte ortadan kaybolacaktır: “Marksizm’in her zaman öğrettiği şu: Devletin baskısı, sınıfların baskısı ile aynı zamanda kendini belli eder.”
Engels’in aşağıdaki sözleri, bütün Marksistler’in indinde son de­recede önemlidir:
Proletarya, devletin bütün otoritesini eline alır ve istihsal vasıtalarım derhal devletin mülkiyetine geçirir. Proletarya, bu vasıta ile kendini fesheder, proletarya olmaktan çıkar. Sınıf husumetlerinin ortasında harekete geçen eski cemiyetin devlete ihtiyacı vardı, çünkü, sömürücü sınıfın, istihsalin dış şartla­rını muhafaza etmesi, ve hepsinin üstünde sömürülen sınıfın mevcut istihsal tarzının (kölelik, uşaklık, ücretli işçiler) uşaklığında kalması için gerekli şart­ların muhafaza edilmesinde her safhada bir organizasyona ihtiyacı vardı. Dev­let, cemiyetin resmî temsilcisi ve bütün cemiyeti temsil eden sınıfın devleti ol­duğu zaman doğru idi: eski zamanların, köle sahipleri vatandaşların devleti, Orta Çağlar’ın feodal asillerin devleti, kendi çağımızın burjuva devleti. Fakat devlet, bütün cemiyetin tesirli temsilcisi olma yolundaki hareketinde, kendisi­ni gereksiz kılar, bir zamanlar eski istihsal yönetiminin anarşisi ve devletin baskısı altında bulunan sınıfların çatışma ve çarpışmasına yol açan şartlar artık ortadan kalktığından, hareketlerinin önlenmesi gereken devlet de ortadan kal­ktığından, devlet, artık gerekli olmaktan çıkar.
Yukarıdaki alıntıdaki düşünce canlılığı ve ifade berraklığı onu meşhur yaptı. Bu alıntı, gerçek doktrinle ilgili bütün şüpheleri dağıtır. Keza Komün’ün başlangıcında Marx’ın, Hügelmann’a yazdığı mektup da, “Ben diyorum ki, Fransa’daki ihtilâl, ihtilâlin şu andaki yegâne neticesi olan bürokratik ve askerî makineyi başka ellere transfer etme­meli, kırıp parçalamalı,” deniliyordu. Bu alıntıda Marx, daha ihtilâl ni­hayete ermeden bile, aykırı hareketleri önleyici ve sınırlayıcı cihazın kırılıp parçalanmasını istiyor; öte yanda Lenin ise, o gücün, “sömürü­cülerin direnişini bastırmak ve nüfusun çok büyük bir kısmının—köy­lüler, aşağı orta sınıf mensupları ve yarım-proletaryalar—sosyalist ekonominin kurulmasında kullanılmasını istiyordu.
Her iki şıkta da, İktidar, er veya geç, kaybolmalıdır. Lenin, “İktidar parçalanıp ezildikten sonra devlet mekanizmasının yerine ne­yin konulacağı” sorusuna şu cevabı verdi:
İmtiyazlı küçük bir azınlık (devlet memurları ve askerî görevliler) için kurulan müesseseler yerine çoğunluk, hükümetin görevlerini doğrudan doğru­ya kendisi yürütebilir, ve bu işleri ne kadar çok sayıda insan yüklenirse, hükü­mete olan ihtiyaç da o kadar azalacaktır. Bu hususta, Komün’in, Marx’ın bil­hassa işaret ettiği adımları üzerinde durulmaya değer: [Fransız İhtilâli sırasın­da kurulan] Komün, devlet memurlarının “yan ödeme”lerini ve para ile ilgili diğer imtiyazlarını kaldırdı, ve bütün memurların maaşlarını işçilerin ücretle­riyle aynı seviyeye indirdi. Bunda, orta-sınıfın demokrasisinden proletarya de­mokrasisine, baskı yapanların demokrasisinden, baskı altında ezilenlerin de­mokrasisine geçilişin en iyi işaretleri görülüyor.”
Şimdi bu prensipleri, İhtilâl’in Rusya’da koyduğu dehşetli en­gelleyici cihazlarla mukayese ediniz. Marksist doktrinine bağlananlar, isterlerse, İhtilâl'i, hedeflerinden ayrılmakla suçlayabilirler. Hem doktrinin hem de rejimin düşmanları, isterlerse, çelişkileri işaret edebilirler. Rejimin partizanları, isterlerse, sosyalizmin kurulmakta oldu­ğu istihale devresinde, bunun yerinde olduğunu söyleyebilirler.[14]
Bizim amacımız, burada tartışmalara girmek değil, muazzam te­sirleri olan çağdaş bir hâdisede, ihtilâllerin kanununun ne olduğunu örnekleriyle göstermektir: yâni ihtilâller, her zaman İktidarı—onun adamlarını değiştirerek ve onun ruhuna yeni hayat üfleyerek—güçlen­dirmeye meylederler.
Bir millet, XVI. Louis’in zayıflamış Fransa’sının, tabiî hudutla­rını kazanması için gereken enerjiyi alması gibi, ihtilâlden yeni bir güç elden edebilir, ve 1917’de mağlûp Rusya’sının 1942’deki fethetme iradesini kazanabilir; fakat o millet, bir ihtilâlden asla hürriyet bekle­mesin. İhtilâller, sonunda, insan için değil, İktidar için yapılır.[15]
Sh: 249-270
Kaynak: Bertrand de Jouvenal, İKTİDARIN TEMELLERİ-İktidarın Mahiyeti ve Târihi Gelişimi-Fransızca’ dan-İngilizce’ ye D.W.Brogan, Türkçeye Çeviren: Nejat Muallimoğlu


[1] Aristo’nun Politika’sı, 1263b: “Bu kötülüklerin hiçbirisinin sebebi müşterek mülkiyetin mevcut olmayışı değildir. Bütün bunların sebe­bi, insan tabiatında yaratılıştan mevcut kötülük yapma kapasite­sidir.”
[2] Minotor, Girit Adası’nda yaşadığı sanılan ve insan eti ile beslenen yarı insan yarı boğa şeklinde efsanevî bir canavardı.
[3] Fransız Ordusu’na 1710 Harbi’nde kumanda eden Marechal de Villars, Hâtı­ralarında diyor ki: "Biribirine muhasım iki gücün biribirine yakınlığı, onların üst rütbeli subaylarının Scarpe sahillerinde mevzilenmiş kuvvetlerimizin üst rütbeli subayları ile muhavere etmelerine imkân veriyordu. Hesse Prensi (bir düşman subayı) de oraya geldi ve son günlerde kazanmış olduğumuz küçük bir zaferimiz için bana iltifat etti. ‘Ben bundan nasıl müteessir olabilirim?
’ de­di. ‘Çünkü şimdi, yeteneklerine hayranlık duyduğum bir generalle tanışmış ol­manın zevkini duyuyorum.’ Daha sonra, benim yaralanmamın, kendi ordusunda çok endişe uyandırdığını söyledi. . . . Ben de aynı tarzda cevap verdim, ve (düşman birliklerinin başkumandanı) Prens Eugene’yi görebil­mek ümidi ile aynı yere müteaddid defa gittim. Fakat kendisini göremedim.”
[4] Fransa Krallığı 1759’da üç kıt’ada; Avrupa, Amerika ve Asya’da, ve dört de­nizde savaşıyordu. O yıllarda, kamu harcamalarının millî harcamaların onda birinden (tabiî, tahmini bir rakam) biraz fazla olduğunu ve vergilerin de çok düşük olduğunu söyleyenlere inanmak çok güç.
[5] Suisse Contemporaine, Ocak, 1943.
[6] IX. Louis (1226-1270), genel bir haçlı seferi ile bütün Hıristiyanlan uzlaştırmak ve herkese adalet getirecekti. (Bu adaletini Vincennes’in meşe ağacı altında izah etti.) Yüce dinî ahlâk sahibi Louis, kamu hayaUnın olduğu kadar özel hayatıntemelinin ahlâk olması gerektiğine inandı.
[7] Bu sözün orijini Protagoras’a atfedilir. Montaigne, Reimond Sebond için Tarzi­ye’ sinde, Pliny’nin o sözü kullandığını belirtir: “Kendisinin ölçüsünü alamazsa da, diğer herhangi bir şeyin ölçüsünü alabilecekmiş gibi hareket eder!” Monta­igne, bu noktada diyor ki: “Pisagor, kendisinin ölçüsünü asla bilmemesine rağmen, insanı, her şeyin ölçüsü yaptığı zaman, bizi gerçekten gayet iyi dol­durdu.”
[8] Bu bölümdeki “parliament”in Fransız tarihindeki mânasının ne olduğu, X. bö­lümün dipnotunda izah edildiği hatırlanmalıdır.
[9] Telcmaque, Fenolen’in 1699’da basılan meşhur "ütopik” romanı idi.
[10] Dr. Johnson, “Biz insanların kalplerini araştıranlayız, ama onların yaptıkları müşahadeye açıktır.”
[11] Duc de Choiseul (1719-85), XV. Louis’in, 1758’den 1771 ’e kadar birinci vekili idi. O, yükselişini Madam Pompadour’a borçlu idi. Onun ölümü ile (1770), Choiseul’un mevkii de sarsıldı, ve 1770’de mevkiinden uzaklaştırılmasında Madam du Barry’nin büyük rolü oldu. Uzaklaştırılmasının bir sebebi, rakibi Şansölye Maupeou’ye karşı bölgesel parlamentoları desteklemesi idi. Son za­manlardaki bir tarihçisi ondan “etroilement tie aux parlements, jansenistes” di­ye bahsetti.
[12] League, Fransız tarihinde Duc de Guise tarafından 1576’da kurulan teşkilâttı; gayesi, Katolik dininin üstünlüğünü muhafaza etmek, aralarında kan bağları olan Protestan prenslerini tahttan uzaklaştırmaktı. Teşkilâtın kurulmasından kısa bir müddet sonra dahilî harp başladı.
[13] Londra The Times gazetesi 10 Mart, 1947 tarihli sayısında, Stalin ve Vişinski’nin Bolşevik adlı Rus dergisinde çıkan makalelerinden parçalar veriyor. Bu makalelerden, Rusya’nın günümüzdeki liderlerinin Marksist teorinin bu yönü­nü resmen terkettikleri anlaşılıyor.
[14] Bu üç gruptakilerin hepsi, hiç şüphesiz, Gibbon’un söylediklerini görmemezli­ğe geldiler: "Şevk ve heyecandan sahtekârlığa giden yol kaygan ve tehlikelidir; Sokrat’ın şeytanı, akıllı bir insanın kendisini nasıl aldatacağının, iyi bir insanın diğerlerini nasıl aldatacağının, vicdanın, insanın kendi kendisini hayallere kaptırmasının ve gönüllü sahtekârlığın ortasında nasıl uyuyakaldığının örnek­lerini veriyor.”
[15] Tocqueville 1848 İhtilâli' nden Hatıralar’ında Marrast için der ki:”. . . il appanenail a la race ordinaire des revolutionnaires français qui, par liberte de peuple, ont toujurs entendu le despotisme exerceau nom du peuple"

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar