İSLÂM DÜNYASININ GELECEĞİ
27 Mart 1913 te Hanry Nivet
tarafından yazılmış
“Balkan Haçlı Seferinde Avrupa Siyaseti Ve Türklerin Felaketi” Eseri
ile günümüzü Tekrar Gözden Geçirmek İçin
“Balkan Haçlı Seferinde Avrupa Siyaseti Ve Türklerin Felaketi” Eseri
ile günümüzü Tekrar Gözden Geçirmek İçin
Uygar insanlar olarak, geçmiş
zamanların tarihine bakar ve olayları düşünürsek, milletler ve ırklar arasında
meydana gelen savaşların şiddet ve vahşeti vicdanımızı titretir ve bizi üzer.
Kaybedenlerin öldürülmesi, hırsızlık, namusa saldırma, yağma ve çapul,
ganimetlerin mülk haline getirilmesi, bize, vahşet dünyasının zamanın
ilerlemesiyle insanlık sayfasından silinmeyen izi ve eski yapının pislik ve
alçaklığı gibi tarifi imkânsız iğrençliği ile görünür.
Biz bu utanç verici şeylerin
düşünce ve ahlakın ilerlemesiyle artık ortadan kalktığını sanıyorduk.
Uygarlığın, savaşın kendisini bile insanlık kurallarına uygun bir hale
getirdiğini düşünüyorduk.
Uygar
Avrupa'da kabul edilen tanınmış bir ilke vardı:
Savaşın
yalnızca savaşanlar arasında sürmesi. Yaralıya, yenilene saygı gösterilecek,
kadınlar, çocuklar ve yaşlılar korunacak, silahsız halk saldırıdan uzak
tutulacaktı. Biz, atalardan kalan ve geçmişe gömülen, fakat daima yarı örtük
mezarından fırlamaya hazır olan zorba güçler ve vahşice hareketler arasında
kazanılan bu sonuçla iftihar ediyorduk.
Balkan
hükümetleri bize, bu düşüncemizde ne kadar yanıldığımızı gösterdi. Osmanlı
Devleti'yle yaptıkları savaşta işledikleri vahşet ve zulümler bu hükümetleri
karanlık ve kanlı geçmişe doğru sürüklüyor. Bu, askerlik adına hakkıyla
yakışan, askerlere özgü şeref ve insanlık düşünceleriyle oluşturulmuş bir
ordu değil, yenilen düşmanı her ne pahasına olursa olsun yok etmek gibi
aşağılık bir amaçla hareket eden, bir ırkın katliamını politik bir ilke mertebesine
çıkaran vahşiler sürüsüdür.
Adlandırılamayacak
derecedeki şiddetli zulümlerin, mazeret kabul etmez cinayetlerin ve alçaklığın
en açık göstergesi olan rezillikler ve öldürme olaylarının örneği pek çoktur.
Müttefik hükümetlerle, beraberlerinde sürükledikleri eşkiya çetelerinin hareket
ve davranışlarına ilişkin gerçekler, politikacıların önceden tasarlayarak
uyguladıkları zulümler ve satılmış basının sürekli yalanları arasında yavaş yavaş
ve ağır bir biçimde ortaya çıkıyor.
Fakat bunu, (1913 Yıllarında)Fransız halkının ancak çok az bir kısmı
biliyor. Yalnızca mezalimden nefret ettiğini gösteren sosyalist partisi itiraz
sesini yükseltti. Sessizliği seçen tüm Fransa içinde, boğazlanan Türk
kavminin lehinde şikâyet sesi çıkaran yalnızca onlar oldu.
İstila
edilen Selanik'ten kaçarak bana gelip Bulgarlar tarafından işlenen vahşetleri
anlatan Refik Hıfzı Bey'le geçirdiğim acı verici dakikaların anısını hiçbir
zaman unutamayacağım. Ciddi ve yumuşak yüzüne, bazen, gizli yaşlar akıtan
gözleri derin bir hüzün veriyordu. Yollar boyunca yatan, ırkçılar ve düzenli
askerler tarafından akla gelmedik işkenceler yapılan arkadaşlarının cansız
cesetleri gözlerinin önünden gitmiyordu. Kavala şehrinin birkaç kilometre
uzağındaki ıssız sahrada, düşman eline geçen genç kardeşinin de cesedini
görüyordu. Onu, iki bahtsız vatandaşıyla bağlamışlar, sonra dipçikle vura
vura götürmüşler. Şehirden biraz uzaklaşınca, vahşi hunharlar süngülerini bu
günahsız kurbanlarının titreyen kalblerine saptamışlardı. Yüzlerce zavallı
Türk de aynı sona uğramışlardı.
Kendisine
bu üzüntü verici olaylar anlatıldığında Jevres, Avrupa ve Fransa'yı açık bir
dille adalet ve merhametin gereklerini yerine getirmeye çağırmıştı. Bu
feryadına Millet Meclisi kürsüsünde olduğu gibi "Hümanite" gazetesinde
de devam etmişti.
Piyer Loti ve Klod Farer gibi, Türk ırkını ve onun hemen hiç tanınmamış olan
fıtri üstünlüklerini bilen ve tanıyan bazı kimseler, yenilmiş olarak toprağa
serilen Türkiye'nin lehinde etkili ve heyecanlı savunmalarda bulundular.
Rus
Çarının isteklerine uyan ve ona boyun eğen Fransa hükümeti, Slav ihtiraslarına
politik dönüş prensiplerine, geleneksel cumhuriyetini feda etti. Eski nesil,
yağmacı zorbanın yüzüne karşı: "Sakat ve hasta, fakat hak ve adalet gibi kutsal
olan Lehistan yaşasın!" diye bağırıyordu. Yeni nesil ise: "Milletleri
boğan, hükümetleri gasbeden Rusya yaşasın!" diye
haykırıyor.
Fransa
Millet Meclisi kürsüsünde, Meclis başkanı olan Borlorenli: "Zafer,
Balkanlıların Türk topraklarını mülk edinme haklarını doğurdu" demeye
cesaret ediyor.
Vahşi, "Vay
yenilenlerin haline!" diyordu. Bir Alman, "Kuvvet hakka üstün
gelir!" dedi. Bizim Lorenli ise, "Kuvvet hakkı doğurdu!"
diyor.
Ne yazık
ki, kendi tarihini ve kendi çıkarlarını inkâr ederek bu kutsal göreve tecavüz
eden Fransa oldu. Dünyaya insan haklarını, vatandaş haklarını açıklamıştı.
Geçmişi ona, geleneklerine bağlı kalmak ve mağluplar lehinde hak ve adalete
uygun sözler söylemek görevini telkin ediyordu. Özgürlüğü yaymak, soylu
düşüncelerin koruyucusu olmak dünyada bizim için en büyük bir kuvvetti. Sırf
ahlaki olan bu güç, bize milletlerin saygı ve sevgisini sağladı. Onlar, bilgi
ve uygarlık ışığını bizden almaya koştular. Uzun süreden beri tembellik uykusu
içinde uyuşan eski hükümetler, yüksek olgunluğumuzla dolu, devrim tarihimizin
büyük benzerleriyle coşan, filozof ve sosyoloji bilginlerimizin dersleriyle
olgunlaşan gençler, Türkiye'yi yüzyıllarca kökleşmiş zalim bir yönetimden
kurtarmak istediler. Onlar, Osmanlı Hükümetini uygar bir Avrupa hükümeti haline
getirmeyi istediler ve bakışlarını bize çevirdiler. Fransa uygar ve yüce
fikirlerin yol göstericisiydi. Onlar da onun beyin iplikleriydiler.
Tecrübesizlikleri bazı yanlışlıklar yapmalarına neden oldu. Fakat bu
yanlışlıklardan dolayı onları cinayetle suçlamak doğru olur mu?
Biz
de, özgürlüğü kurup devam ettirmeye çalıştığımız dönemlerde böyle yanlışlar
yapmadık mı?
Fakat
bu beyin iplerimize, onların toprağını istila edenleri tercih ederek
kendilerini terk ettik. Ruhbanın düşmanı olan inançsız Fransa, Haçlı seferlerine
kalkışan Bulgarlara, gözlerini taassup dumanı bürümüş Mutezile ile Ortadokslara
politik yardımlar dağıtıyor.
Dört
yüzyıllık bir geçmişi unutarak, kendi tarihimizi inkâr ederek şimdiki uygar
Fransa'dan iktibas edilen düşünceleri çiğniyoruz. Duygularımız bize, başka
türlü tavır ve hareketi tavsiye ediyordu. Çıkarlarımızı göz önünde bulundurmak
gerekiyordu.
Türkiye'de
binlerce Fransız yaşıyor. Dilimiz onun her yanında yayılmış. Sayısı çok fazla
olan okullarımız orada her türlü kolaylığa ve ayrıcalıklara kavuşmuş olarak
binlerce çocuğa eğitim vererek Türk kavmi arasında Fransız nüfuz ve terbiyesini
yayıyor; orada yüzlerce "laik" kuruluşları var. Sınai ve
ticari büyük girişimler, bankalar, şimendiferler, deniz şirketleri hep
Fransızların elindedir. Türkler ise bir itiraz ve tehdit sesi çıkarmaksızın
bizi yıllardan beri kendi çalışmalarımızı rahat rahat yapmaya bırakıyorlar.
Haris
Bulgarlar, mutaassıp Sırplar, hileci ve ahlaksız Yunanlar sonunda bizim bu
suça katılmamız sayesinde çapulculuklarının meyvesini elde ettikleri zaman,
acaba bize karşı yine aynı yumuşaklık ve saygıyla mı muamele edecekler? Hayır.
Onlar bir kez bu yerlere sahip oldular mı, bizi derhal kapı dışarı
edeceklerdir.
İşte bu da Türkiye'nin paylaşılmasını, Türklerin yok olmasını seyreden
Katolikler, sermayedarlar için layık bir ceza olacaktır.
Evet,
hükümetin emrindeki basın ne kadar sükûnet etse bile, bu şeyler yine yakında
ortaya çıkacak ve herkes tarafından anlaşılacaktır. Fakat ne yazık ki
şimdilik, genel olarak, durumdan habersiz ve gafil bütün Fransız kitlesi
hareketsiz veya düşman kalıyor.
Her
şeyden önce onu haberdar etmek, gerçeği öğretmek ve olayları aktararak onu
etkilemek gerekir.
Bu nedenle, dostum Hanry Nivet'nin bu eseri tam
zamanında yayın alanına giriyor. Balkan müttefiklerinin işledikleri alçaklık
ve vahşetleri reddedilmesi imkânsız olan gerçek vesikalarla halkın önüne
koyuyoruz.
Bu eser, açık ve belli ayrıntıları, ahlaki büyük
değeri bakımından zavallı Türk milleti için uygarlık dünyasının vicdanına
yapılan en açık bir hitap, en yüksek bir müracaat olduğu gibi, bizim için de
işlenen hataları yeniden onarmak demektir.
Hayır,
Balkan vahşetinin, halkın kayıtsız bakışları önünde olanca şiddetiyle yıkımını
sürdürebileceği görüşü doğru değildir; bu eser onun çürüklüğüne bir kanıttır.
Fransız
milleti bunu okuyacak; o, adil ve insanseverdir.
Köylülerimiz
ve işçilerimiz, hakkı savunmak için temiz duygularına başeğmekle iftihar
ederler. Bu nedenle hiçbir zaman kadınları ve çocukları öldüren, zorla genç
kızların ırzlarına tecavüz eden, Avrupa'yı tarihin en karanlık dönemlerine geri
götürerek Attila’nın Hun'ları gibi, bastıkları yerlere zulüm ve ölüm ateşi
saçan kan içici canavarlara yardımcı olamazlar.
DOKTOR LEON TİVERİYE (sh:7-13)
Uluslararası
İşçi Derneği, kurucuları olan Kari Marks'la Friedrich Engels'in koymuş
oldukları kural ve ilkelere bugüne kadar sadık kaldı. Bunların düşünceleri,
bulundukları bütün sosyalist teşkilatında itirazsız bir şekilde kabul edildiği
gibi, onları yenilemek gerektiğini savunanların en şiddetli saldırılarına da
başarıyla karşı koyabilmiştir.
Eski
uygar milletlerin resmi ve gayrı resmi basını, işçi sınıfının siyasi ve
toplumsal kuruluşlarına etkili bir darbe indirmek istedikleri zamanlar, sorumluluğu
kasden tahrif ve tezyif ettiği Marksizme yüklemekten geri durmadı.
İşçiler,
topluluklarının esaslarını böylesine güçlü olarak görünce, Marks'la Engels'in
eserlerinde ve hatta dünyadaki politik ve ekonomik hareketleri değerlendiren
makalelerinde, içlerinden birçoklarının gerek öngörü ve gerekse keramet gibi
gördükleri birçok düşünceyi inceden inceye araştırmayı alışkanlık haline
getirdiler.
Onlar,
Marksizmin yalnızca bir ekonomik görüş olmayıp, geçmişteki olayların
nedenlerini bulup bugünkü olayların nedenlerini yanlışlardan korunmuş bir
biçimde değerlendirmeye uygun bir tarihi araştırma metodu olduğunu unuttular.
Hoca,
elli yıl önce ortaya konulan ırkı veya ekonomik araştırmalara dayanan
kanıtları yirminci yüzyılın olaylarına uygulayan öğrencilerini görürse, doğal
olarak onları öğrencileri olmaktan uzaklaştırır. Bununla birlikte onun "Doğu
Sorunu" adlı eserinin, Balkan Haçlı Seferi hakkında bir fikir
edinmek için Marksistlerin büyük çoğunluğu tarafından tek kılavuz olarak kabul
edildiği anlaşılıyor.
Onların
gözünde "Müttefikler" uygarlığı, Türkler de vahşeti temsil
ediyorlardı.
Genç
Türkler hakkındaki görüşler bazı kısımlara ayrılıyorsa da, çoğunluk bu
devrimci kimselerin kendi ülkelerini ekonomik bakımdan diriltmeye yetenekli
olmadıkları düşüncesini besliyordu.
Eğer Marks’m eseri gözden geçirilirse, Türkler hakkında beslenen bu
düşüncenin nedeni derhal ortaya çıkar. Fakat "Doğu Sorunu" adlı
eserin 1853 yılında, yani genç Türkiye'nin henüz var olmadığı bir dönemde
yazılmış olduğunu da gözden uzak tutmamak gerekir.
Marksın
ileri sürdüğü iddia, tabii şimdiki olaylarla oldukça aydınlandı.
Marks'ın
düşüncesine göre 1853'deki Türkiye düşüş durumunda olup, Afrika'daki Türk
sömürgesi, Rumeli ve Anadolu'dan ibaret olan üç parçaya bölünmeye mahkûmdu. Bu
üç parçadan birincisi Avrupa sermayedarlarının avı olacaktı. Gerçekten,
Marks'ın önceden tahmin ettiği gibi, bugün İngilizler Mısır'ın gerçek hakimi
bulunuyorlar; Tunus, Fransa himayesine geçti; fakat Trablusgarb'ın
Osmanlı hükümetinden ayrılması için, İtalya'nın oyunda hile yapması gerekti.
Marks,
Rumeli hakkında aynen şunları söylüyordu:
"Bu güzel ülke, hangisinin ilerleme ve uygarlığa en az yetenekli
olduğunun belirlenmesi çok zor olan milliyetleri ve ırkları değişik bir insan
kitlesi ile doludur. Slav, Ulah, Arnavut olmak üzere oniki milyon nüfus, bir
milyon Türk'ün egemenliği altında bulunuyor. Çok yakın bir zamana kadar, böyle
karmakarışık bir ahali içinde, bu çeşitli milliyetlerden yalnız birine ait
olması gereken egemenlik hakkına sahip olmak için gereken nitelik ve
üstünlükleri Türklerin taşıyıp taşımadığı, haklı olarak akla gelen bir
soruydu".
Bu
sözlerin arkasından Marks'ın, Türkiye'nin egemenlik hakkına karşı çıkmasının
nedeni, Türk görevlilerinin "İslamlık taassubuyla" başıboş
bir duruma gelen müslüman halkı uygar bir duruma sokmaya güç
yetiremeyeceklerini görmesidir. Öte yandan hükümet, sürekli olarak başgösteren
Hristiyan isyanlarının önünü almaya güç yetiremiyordu.
Onun
yanında Türk köylüsünün önemi yoktu. Gerçek müslüman gücünü yalnız büyük
şehirlerin halkında görüyordu ki, "bunlara oranla eski imparatorluk dönemindeki
Roma şehrinin ahalisi bir akıllı ve kahramanlar topluluğuydu". Bugün
Türkleri atmak istedikleri Anadolu, onun düşüncesine göre, egemen milletlerin
tükenmez bir kaynağıydı.
Sonra
Türkiye'de oturan diğer kavimleri inceleyerek: "Rumların...
özellikle Slav neslinden olduklarını" ve fakat
nüfuzlarının ancak ikinci derecede bulunduğunu açıklıyor. "Halkın
büyük bölümünü oluşturan ve "nesillerin" karışık bulunduğu her yerde
üstünlüğü eline alan Slav neslidir" diyor. Arkadan da, bugün bile
önem ve değerini yitirmeyen şu bilgileri ekliyor:
"Büyük Slav Rumları kitlesi, mukaddes Moskova'da veya Petersburg'daki
Hükümdar Matbaasında basılan eserlerin tümünde bir mezhep hakikatinin, bir
kutsallık kokusunun bulunduğuna kanaat getirmişlerdir. Kendilerini, her ne
olursa olsun, her türlü kötülükten kurtaracak Mesih'in zuhurunu bekledikleri
Petersburg'dan gözlerini ayırmıyorlar".
Karadağ
hakkında da ayrıca:
"Onlar, ovaları yağma ederek ganimet mallarını sarp kalelerde saklayan
bir eşkiya topluluğudur" görüşünü belirtiyor.
Türlere
ait bölümü dışarda kalmak üzere, "Doğu Sorunu" adlı
eserdeki bilgiler, aradan altmış yıl geçmiş olduğu halde yine aynen geçerlidir.
Marks, o zaman yalnız sosyalistlere değil, aynı zamanda bütün Batı
Avrupa'ya aşağıdaki fikri telkin ediyordu:
"Rusya aslında cihangir bir hükümettir. Milli egemenlik
taraftarlarının düşünce patlamasından doğan bir güç, insanın özgürlüğe kavuşmak
için beslediği sonsuz bir azim olan Avrupa devrimini meydana getiren o müthiş
1789 galeyanına kadar, tam bir yüzyıl, o cihangirlik sürekli kaldı. Avrupa kıtasında
o zamandan beri gerçek bir biçimde egemenlik yürüten iki güç var: Rusya ve
Mutlakiyet yönetimi, ihtilal ve demokrasi... Eğer Rusya Türkiye'yi istila edip
ele geçirmiş olsaydı, gücü bugünkünün en az yarısı kadar artacak ve diğer
Avrupa hükümetlerinin toplamına üstün bulunacaktı. Böyl bir olay, ihtilalciler
için çokbüyük bir felaket olacaktı.”
Tehlike
her ne kadar Rumeli için yarı yarı ortadan kalkmışsa da, Anadolu için
bütünüyle bakidir. Bu konuda Marksiztlerin de akıllarını başlarına çok
geç aldıkları görülüyor. Bununla birlikte Marks, Hristiyan isyanlarıyla
bunların muhtemel sonuçlarına ilişkin duygularında aldanmıyordu:
"Eski bir dönemde Rus hükümeti, Avrupa'nın güney doğusundaki son
derece uygun konumundan yararlandı. Yüzlerce Rus görevlileri Türkiye'yi
dolaşarak Hristiyan Rumlara, Ortodoks hükümdarın (Çarın) Türk pençesinde
inleyen doğu Hristiyanlarının koruyucusu, sığınağı ve başı olduğunu telkin
ettiler. Özellikle güney Slavlarına bu imparatoru, Slav ırkını er geç tek bir
yönetim altına alarak Avrupa'nın en güçlü bir milleti haline getirecek mutlak
güç sahibi bir çar gibi gösterdiler. Rum patriğine bağlı ruhbanlar, bu
düşünceleri yayacak gizli bir topluluğun en etkili üyeleri oldular... Merkezi
hükümete karşı nerede isyan bayrağı kaldırıldıysa, Ruslar fiilen ve para
bakımından bu isyancılara yardım ettiler".
Marks
bu konuda söz söylerken bilinmezlik içinde koştuğunu biliyordu. Bu nedenle
özellikle, Türk halkı hakkında yeterli bilgi bulunmamasından şikayet ediyordu.
David Orkar adında, o dönemin tanınmış bir İngiliz bilgini
tarafından verilen bilgilerin, Türk hayatına ve Türk halkının niteliklerine
ilişkin özel bir fikir edinmeye yeterli olmadığı görüşündeydi. Gerçekten bu
bilgiler aşırı övgülerle dolu olup Marks'ın tezini çürütüyor ve ona bu
çelişkinin nedenini açıklamaya uygun bulunmuyordu.
Zıtlık
henüz bugün de bulunmaktadır. Sermayedarların Türkiye’deki girişimleri lehinde
söz söyleyenler, Türk "tassubunu", uygarlık için göğüs gerilemez
bir engel olarak suçluyorlar ve sonuç olarak "Türk bir vahşidir"
kararını veriyorlar. Fakat bu suçlamalara karşı, Türklerin nasıl yaşadıklarını
gören, Türk düşüncesinin ne olduğunu bilen, Batılıların ve özellikle
Fransızların Türkler hakkında ne kadar yanlış düşüncelere sahip olduklarını
Piyer Loti ve Klod Farer gibi aydın düşünceli iki zabitin sanatkarca
açıklamaları ortada olduğu için fazla birşey söylemeyeceğiz.
Marks,
Türklerin Anadolu'ya gönderilmesini gerçek belgelere dayandırıyor. Bugün de
Fransız sermayedarları ve katolikleri, Türk milletinin ticarete yeteneksiz
olduğunu ileri sürüyorlar. Bu şikâyeti uzun uzadıya söz konusu etmeksizin,
yalnızca, bu suçlamanın Rumeli’deki birbirini izleyen Rumlara, Avusturyalılara
ve İtalyanlara karşı ilan edilen boykotajın geçerliliğini yitirmesiyle hükümden
düştüğünü söylemekle yetiniyoruz.
Burada
şunu da belirtelim ki, Marks’ın benimsediği iddia 1853 yılı için doğru
olabilirdi, fakat 1913'teki Türkiye hakkında kesinlikle doğru olamaz.
Marks,
İttihad ve Terakki Cemiyetinde, Rus baskısına karşı milli egemenlik ilkesine
dayalı devrimci bir niteliğin varlığını zorunlu olarak kabullenmiş olacak ve
Genç Türklerin Avrupa sermayedarlarından şikâyetleri de, ona Türk milletinin
sınai ve ticari yeteneklerine dair gerçek bir fikir vermiş olacaktı.
Bu
düşünceleri aşırı bulan kimselere, Marksın 1853 yılında Japonya ile ilgili
olarak yazdığı bir eser hakkındaki düşüncelerinin ne olduğunu sormak gerekir. O
dönemde, bugünkü Japonya'nın ulaştığı yüksek yeri sezinleyebilmek mümkün müydü
ve eğer mümkünse, Japon kavmine uygarlık adına lanet edilebilir miydi?
Oturduğu
ülkeye Avrupa kapitalistleri nüfuzunun girmemesi için büyük bir direniş
gösterdiğinden dolayı bir milletin sürülmesini ve bağımlılığını veya bağımlılık
altına alınmasını haklı göstermek gerektiği takdirde, bütün "Düveli
Muazama" tarafından ayrımsız uygulanmakta olan "Sömürge
edinmek" politikasına karşı, sosyalistlerin elinde ne gibi
belgeler kalabilirdi?
Uluslararası
İşçi Topluluğuna baskı yapan ikinci etken, slav kışkırtmasıdır.
Bizim
sömürgecilerin düşündükleri olaylara karşı kin ve öfke besleyen Fransa
sosyalistleri gibi Rusya'da da Çarlık politikasının girişimlerini protesto eden
Sosyal-Demokratlar vardır. Bundan başka, Balkanlarda da, askeri harekât
sırasında soylu bir tavır alan sosyalistler vardır ki, bunun doğruluğunu
kanıtlayan bir Sırp zabitinin mektubundan daha sonra söz edeceğiz. Fakat,
Slavlar kesin olarak hayli süreden beri Uluslararası İşçi Topluluğunda özel bir
endişe doğurmuşlardır.
Bunlar
Fransa'da toprak sorununun müzakeresi sırasında Fransa Marksistlerinin
aldıkları tavır ve hareketi, garip bir ısrarla suçladıkları gibi, aynı zamanda
da, mağlup veya parçalan uzun süreden beri dağılmış olan Slav milletlerinin tek
bir kitle haline gelmesine yardım etmek için Uluslararası İşçi Topluluğunun
nüfuzundan yararlanmaya çalışıyorlardı. O yörede bulunan sosyalistlerin, kendi
ülkelerinde kendisine uydukları hükümetin amansız düşmanı oldukları halde,
Rumeli'deki milletdaşları lehindeki kışkırtmaları iyi bir sonuca ulaştırmış
olmalarının nedeni, bu kışkırtmaların, Balkanlardaki kralların veya
kralcıkların amaçlarını kolaylaştırmasıdır. Slavlarla birlikte, her yerden daha
çok Rusya'da kötü muamele gören Museviler bile Doğu Avrupa sosyalistlerine
yardımda bulundular ve Balkan Savaşında "Müttefikler" tarafını
tutmak suretiyle Rusya'daki toplumsal yerlerini sefalet ve zulümden kurtarabileceklerini
sandılar. Gerçek ortadoks sosyalistlerin doğurdukları meşguliyet ve gailelere,
özel olarak Musevi unsurunu savunmak endişesini ekleyen Bundun hareketi başka
türlü açıklanabilir mi?
Uluslararası
İşçi Topluluğunun özellikle Rus olan bölümü, Musevi unsuru için yeterli güvence
göstermeyecek mi?
İşte,
gerek Slav sosyalistleri ve gerekse Rusya'daki Museviler Uluslararası İşçi
Topluluğunda bu şekilde sürekli olarak nüfuz icra ettiler ve Abdülhamid'in
yaptırdığı katliamlardan zarar görenlerin şikâyetleri, uygar işçilerin büyük
politik kuruluşları içinde, genellikle Türkiye'ye ve hatta Genç Türklere karşı
kindar bir akımın oluşması için bir bahane oldu.
Fransa'da,
Türk bütünlüğünün gelişmesi hakkında bir yargı vermek için Ermeni sorunu bir
ayrıcalık ölçüsü olarak kabul edildi.
Ermenistan,
II. Abdulhamid’in saltanat döneminde karşı karşıya kaldığı sorunlar sayesinde
Avrupa'nın merhametini çeken Doğu Anadolu bölümüdür. Bu yöredeki müslüman halk,
çoğunluk olarak kültür nimetinden payını alamayan Kürtlerden meydana geldiğinden,
uygarlık merkezleriyle ilişki kurma zorluğu bundan doğuyor. Osmanlı
hükümetinin o sarp ve ürünsüz dağlara gönderdiği memurlar ya sürgünler veya
memurlar sınıfının bilgili ve liyakatli olmayan kısmından seçilenlerdi.
Abdülhamid,
yirmi yıldan fazla bir süre içinde müslüman halkı, Kürtlerden daha uygar olan
Hristiyanlara musallat etti; kürtleri uygarlaştıracağı yerde öylesine şımarttı
ki, bunlar insan öldürmeyi adeta sinek öldürmek gibi görüyorlardı. Hatta bugün
bile çok az bir para karşılığında istenildiği kadar Ermeni öldürtülebilir. Ve
ülke içinde, böyle birkaç öldürme olayı, genel bir katliama neden olmak için
yeter.
Böyle
bir hareketin ortaya çıktığını hükümet merkezi ancak iki gün sonra haber
alabilir ve dışardan gönderilecek jandarma kuvvetiyle etkili önlemler
alıncaya kadar birçok günler geçer.
Genç
Türkler iş başına geçince, bizim kadar kendilerine de çirkin görünen bu
durumun önüne geçmeye çalıştılar. Bunlar hunhar zalimin düşüşünden sonra bile,
Hristiyan halkın merkezi hükümete karşı düşmanca duygular beslemesine engel
olamadıkları gibi, korku ve öfkelerinin acısını Hristiyanlardan çıkarmaya
alışmış olan Kürtlerin de, kendilerinin Ermenilerle eşit tutulduklarını
görerek İstanbul'dan gelen emirlere karşı çıkmalarını engelleyemediler.
Bilmeyerek Rusya’nın kışkırtmalarına alet olan Ermeni komitecileri ve ileri
gelenlerinin iddiaları ne olursa olsun, Atina soykırımı, Genç Türklerin etkili
biçimde müdaheleye zaman bulmalarından önce meydana geldi.
O zamandan başlayarak olağanüstü askeri önlemler alınmış ve yeni
katliamlara meydan vermemek için Ermenistan’daki memurlara kesin talimatlar
gönderilmiştir. Osmanlı hükümeti, gerektikçe ayaklandırılmak üzere Rus
memurları tarafından Hristiyan ahalinin teşvik edildiğini bildiği gibi, aynı
memurların yeni öldürmeler için memnun olmayan Kürtlere, gizlice para
dağıtabilecek güçte olduklarına da vakıftı.
Öyle
bir zaman geldi ki, Hristiyanlara zararı dokunacak karışıklıkların çıkmasından
kaygı duyduğunu bahane eden Rusya, nerdeyse Ermenistan'ı istila edecekti.
Hatta "bir Fransız gazetesi" olan "Maten", Türkiye'yi
Edirne'yi bırakmaya zorlamak için Rusya hükümetine bu istilaya karar vermesini
tavsiye bile ediyordu. Bu ikiyüzlülük, Ermeni Sorunu hakkında
sosyalistlerin düşüncesini aydınlattı. Eğer yeni soykırımlar meydana
gelecek olursa, bunların sorumluluğunu şimdi, bugün Avrupa muhalefetine
düşmanlık ilan etmekte sosyalistlerle birleşen Genç Türklerin aleyhinde Güney
Slavlarının ortaya koyduğu intikam arzusuna kapılacak yerde: Çarlık politikasına
yüklemek gerektiği anlaşıldı.
(sh:57-67)
Balkan savaşının hüzün verici
faciası artık esas itibariyle bizce bilinmektedir. Müttefiklerin cinayetlerini
saklamak için Düveli Muazzama tarafından "herşeyi sükut içinde
boğmak" amacıyla izlenen metod ve harcanan çaba başarılı olmadı. Bütün
tanıkların ağızları kapatılamadı. Bulgar askeri sansürü, hatta karşılıklı
milli çıkarlarını ileri sürmek suretiyle bile, bütün savaş muhabirlerini
susturamadı.
Türkiye'nin hiç olmazsa şeref ve
namusunu kurtarmak istemesinden dolayı izlenen askeri harekât artık nasıl bir
sonuç verirse versin, tarih, Hristiyan ordularıyla maiyetlerinin işlemiş
oldukları vahşi mezalimi kaydedip onları, gelecek nesillerin intikamcı
nefretine sunacaktır. Bin yıl geçse bile onbirinci yüzyıl haçlıları ile yirminci
yüzyıl haçlılarının İslam dünyasına reva gördükleri mezalim ve vahşetler
arasında bir fark görülemeyecektir. Çünkü yirminci yüzyıl haçlıları, "uygarlık"
kelimesinin hiçbir anlam taşımadığı bir dönemde yaşayan ataları gibi mazur
görülemez.
Fakat bu cinayetler,
gelecek için yeni sorunlar çıkarıyorlar. Avrupa diplomasisine tam bir güvenle
kendilerini teslim eden Türkler, zalimce bir şekilde aldatıldılar. Resmi Avrupanın kesin vaatleri üzerine
"Müttefiklerin" tecavüz etmelerine imkân vermedikleri için mağlup
olduklarından, her türlü hakaretlere ve vahşi mezalime maruz kaldıktan sonra
Asya'ya püskürtülmüş bulunuyorlar.
Acaba bunlar, genel bir
intikam ve mukabil bir misilleme hazırlamak için, daha önce Avrupa tarafından
mağlup edilerek esaret altında yaşatılan büyük İslam kitlelerine iltihat
edecekler mi?
Japonya, koca Rus'u bir
tekme ile zillet toprağına serdiği gün Avrupa ona saygı göstermek zorunda
kaldı. Bu uyanma dersi unutulamaz. Avrupa’nın barbarlığı nedeniyle meydana
çıkan Sarı Irk Tehlikesine, bunun gibi Düveli Muazzama'nın ihtirasları ve
ikiyüzlülüğü ile ortaya çıkan İslam tehlikesi de eklenebilir. Bizim kıt
düşünceli diplomatlarımız, torunlarımıza, yeryüzünü müthiş şekilde kana
boyayacak mücadeleler hazırlamak için Avrupa sermayedarlarının çevirdikleri
entrikaları kolaylaştırdılar.
Türkiye ve zulme uğrayan
diğer kavimler için barış ve selamet dönemi herhalde çok yakındır. Osmanlı
hükümeti, artık politik olarak bir tek insanın elinde oyuncak değildir. Bugün
iktidar mevkiinde bulunan Genç Türkler, hükümeti yavaş yavaş yabancı
saldırganlardan kurtulduğu andan başlayarak çağdaş ekonomik ilerlemenin
gerektirdiği sorunları diğer uygar kavimler gibi çözümleyebilecek bir "demokrasi"
haline çeviriyor. Felaket içinde büyüyen ve gençliklerinde büyük Avrupa
düşünürleriyle, özellikle Fransa özgürlükçülerinin yetiştikleri aynı okulda
kültür öğrenimi gören Genç Türkler, yeni ekonomik yönetimin gereklerinden olan
bir işçi sınıfı meydana geldiği zaman, el emeğiyle geçimini sağlayan bu
namuslu vatan evlatlarının isteklerine zor ve şiddet kullanarak muhalefette
bulunmak yanlışına düşmeyeceklerdir. Bugünkü hallerin cereyanı sırasında,
halen işbaşında bulunan Türk hükümet adamları, Avrupa’nın Türkiye'ye reva
gördüğü haksızlığı iftihar ederek ve halisane bir surette telin eden bağımsız
düşünen kimselere karşı resmi çevreler tarafından gösterilen düşmanlığın
derecesini takdir ettiler.
Bitirirken
Bu kitabın basılmasına
Yanya'nın düşüşünden önce başlanmıştı. O kale daha sonra Yunanlıların eline
düştü; az bir zaman sonra Edirne kalesi de, tarihe altın sayfalarla yazılmaya
layık kahramanca bir savunmanın ardından Bulgar-Sırp ordusu tarafından ele
geçirildi.
Düveli Muazzama da bu
bakımdan, Hristiyan medeniyetinin maddi üstünlüğünü kabul ettirmek için Türkiye'yi
son dereceye kadar hor ve hakir duruma getirmek, şiddetli bir maddi sıkıntı
içinde yaşatmak ve daha sonra Anadolu'da uğrayacağı taksik felaketine karşı onu
kendini savunamayacak bir duruma düşürmekten ibaret olan amaçlarında başarıya
ulaştılar.
Önceki bölümlerde
okuyucuların gözleri önüne konulan olaylar da bu suretle, evrelerini çok az değiştiren
sonraki olaylarla tamamlandı. Fakat onlardan çıkarılan sonuçlar güç kazandı.
Her ne olursa olsun,
kahramanca mağluplara gösterilmesi insanlık görevlerinden olan dostluk ve
teveccüh, alçakçasına saldırıya maruz kalan, resmi Avrupa tarafından aldatılan,
Avrupa kapitalistlerinin verdikleri maden paralara karşılık vicdanlarını
namussuzların ayakları altında ezdiren gazetecilerin suçlama ve hakaretlerine
hedef olan Türkiye lehinde, bundan böyle çok fazlaca artacaktır. (sh:141-144)
27
Mart 1913
Kaynak: Balkan Haçlı Seferinde Avrupa Siyaseti Ve
Türklerin Felaketi, Yazan: Hanry Nivet; Çeviren: Ragıp Rıfkı Günümüz diline
aktararak hazırlayan: Yüksel Kanar BİRLEŞİK YAYINCILIK, 24
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar