Print Friendly and PDF

İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I ATÂİYYE) den


a-Hatmü’l-enbiyâ

Peygamberlik müessesesinin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile sona erdiğini, ondan sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini ifade eden “Hatmü’n-nübüvve” terimi, Arapça’da “bir işi tamamlayıp sona erdirmek, bir şeyin so­nuna damga vurmak, bir yazı veya belgeyi mühürlemek” anlamlarına ge­len “hatm” maştan ile, Arap dil bilginlerinin “yükseklik ve yüksek ma­kam, haber vermek, belirginleşip ortaya çıkmak” gibi anlamlarda kulla­nılan “nebve” veya “nebe” köklerinden geldiğini belirttikleri “nübüvvet” kelimesinden oluşmuş bir terkiptir. Buna göre “Hatmü’n-nübüvve” Allah ile kul arasındaki elçilik görevinin sona erdiğini belirtmektir.
Hatmü’l-enbiyâ inancından hareket eden bazı sûfîler, velîlerin de hâtemi olacağı fikrini savunmuşlardır. Aslında bu görüşün temeli, velî­nin nebîden üstün olup olmadığı tartışmasında yatmaktadır.
b-Hatmü’l-Evliyâ
Hatmü’l-evliyâ görüşünü ilk defa ortaya atan Hakîm Tirmîzî’dir (öl.320/932). Veliliği nebîlikten üstün görmekle suçlanan ve bu yüzden Tirmiz’den ayrılmaya zorlanan Hakîm’in hiç bir eserinde buna dâir bir ifâde yoktur. Hakîm’e göre nasıl bir hatmü’l-enbiyâ varsa bir de hatmü’levliyâ vardır. Velîlik de peygamberlik gibi kesbî olmayıp İlâhî bir lütufdur. Peygamberlerin Allah Teâlâ’dan aldıkları vahyi insanlara teblîğ etme gö­revi olmasına karşılık, tamâmen özel bir mahiyet taşıyan velâyetin nebîler tarafından haber verilen bu İlâhî hakîkatleri bizzat yaşamak ve ya­şatmak gibi görevleri bulunmaktadır. Bundan dolayı peygamberin mûcize gibi bir delîle ihtiyacı olmasına rağmen velînin, böyle bir delîle ih­tiyacı yoktur. Zîrâ veliler, hayır ve fazîletin birer canlı timsâlidir. Pey­gamberlerin birbirlerine göre üstünlüklerinden hareket eden Hakîm Tirmîzî, velîler arasında da böyle bir derecelenme bulunduğu sonucuna ulaşmakta, bunu “İnsanları uyar! İnanalara da Rableri katında yüksek makamlar bulunduğunu müjdele!” âyetindeki (Yûnus 10/2) “kademü sıdk” ifadesine dayanarak delillendirmeye çalışmaktadır.
İbn-i Teymiyye Hakîm’in bu görüşünün bazı kimselerin hatmü’l-ev­liyâ oldukları iddiâsıyla ortaya çıkmalarına yol açtığını söyler. Daha sonraları bu görüş İbn-i Arabi’de kemâl noktasına ulaşacaktır.
O’na göre velâyet-i Muhammediyye dört kısımdır. Bu dört kısmın da bi­rer hâtemi vardır. Birincisi sûrî ve ma’nevî tasarrufa sâhip olan, Ali b. Ebî Tâlib kerremallâhü veche’dir. Çünkü O râşid halîfelerin sonuncusudur. Peygambe­rimiz hadîs-i şerifde “hilâfetin kendisinden sonra otuz yıl olacağını” ha­ber vermişlerdir. Bu hâteme “hâtem-i kebîr” denir.
İkincisi ise yine sûrî ve ma’nevî tasarruf sâhibi olan Mehdî aleyhisselâmdır. Âhir zamanda ortaya çıkacaktır, ismi Muhammed olup yaratılış ve sûreti Rasûlüllah’a benzerdir. Fakat ahlâkı O’ndan aşağıdadır. Ondan son­ra hiç bir velî sultân olmaz. Bu velâyet O’nunla hatm olur. O’na “hâtemi sağîr” derler.
Üçüncüsü Ibn-i Arâbî’dir. O’na “hâtem-i asgar” derler. Çünkü o sû­rî ve ma’nevî tasarrufa kâdir almakla birlikte yalnız ma’nevî tasarrufa mâlik olup hilâfete yakın olmayan velâyetin hâtemidir.
Dördüncüsü İsâ ibn Meryem aleyhisselâm’dir. O’ndan sonra hiç bir velî gel­meyecektir. Velâyet O’nunla hatm olunur. O’na da “hâtem-i ekber” de­nilir. O’ndan sonra da kıyamet kopacaktır.
Ibn-i Arabî’nin kendisi hakkında böyle bir hatmiyyet iddiâ etmesi 599 senesinde Mekke’de gördüğü bir rüyâya dayanır.
Hatm-i Nübüvvet
Bir nesnede hatmiyyet itibar olunmak başlangıca bağlıdır. Bir işin başlangıcı olmadıkça sonu da olmaz.
Nebîler kendi aralarında bir yönden tafdîl bir yönden mefdûl oldu­lar. Hatm-i Nübüvvet ise bütün enbiyâda bulunan fazîletlerde olana denk ve başka hassâsiyetlerle fazîletli oldu. Bütün kemâlât meselâ Mûsâ aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm ümmetine verilmiş olsaydı o ümmetin Pey­gamberi hatmü’l-enbiyâ olması lâzım gelirdi. Dolayısıyla hatmiyyet fazîleti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme mahsus ve bütün da’vetleri fiilen kabul etmek devleti üm­metine lâyık görüldü.
Hatmü’l-enbiyâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ki enbiyâ dâiresi O’nunla ta­mam olmuş ve mürselîn halkası O’nunla nihayet bulmuştur. Bu bir haz­rettir ki bütün hazretler ona baş eğmiştir. Bu bir başlangıçtır ki bütün sonlar onu baba bilmiştir. Çünkü hatmiyyeti, başlangıç olmasına zıd de­ğildir. O’nun hatmiyyeti cismânî yöndendir. Başlangıcı ise rûhâniyyet yönündedir. Hatmiyyeti, ilmî kemâlâtına bağlıdır.
Bursevî, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” hadîsini hatmiyyetle izah eder. Daha evvel güzel ahlâk ta­mam değildi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin gelmesiyle kötü sıfatlara, övülen bir yön ta’yîn edilip ümmet o yönüyle amel etti. Meselâ hased kötü bir sıfat ancak övülen tarafı “malını Allah yolunda harceden zenginlerle, il­mini neşredip halkı ihyâ ile meşgul olan âlimlere” haseddir. Ayrıca ba­zı meşrû ameller ta’yîn edildi ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatından önce o amellerle ibâdet olunmamıştı.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin vücûdu, câmi’di. Mübârek alınları İlâhî nurla parlardı. Hz. Âdem aleyhisselâmdan kendilerine gelinceye dek ne kadar insanların havâssı geçtiyse hepsinin kemallerini tek başına elde ettikten sonra şerif bir sıfatla ile onlardan üstün olmuştur. Bu rü’yettir. Çünkü diğer nebîlerde ve velîlerde rü’yet İlâhî basîretle olmaya mahsusdur. Ancak Cenâb-ı Nebî’nin Mübarek kalıbı diğerlerinin kalbi mesâbesindedir. Bunun için ka­lıbıyla da İlâhî rû’yete kavuştu. Mi’rac gecesi bâtını ile keyfiyetsiz olarak idrak etmekle beraber arşın üstünde zâhiriyle de keyfiyetsiz olarak id­râk etti.
İbrâhim aleyhisselâm kavmine sıfat mertebesi verildi. Onun için Hz. İbrâhim ni’met ve hamd mazharı oldu. Hâtemü’l-mürselînin kavmine ise bütün mertebeler verildi. Onun için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem berzah mertebesinden da’vet etti ki bu ruhdur. Bundan dolayı bu ümmet tenzîh ve teşbîh ma­kamını cem edip hepsini geçtiler. Bununla ilgili âyetler olup meselâ “İki elimle yarattım” (Sâd 75) âyetinde “yedeyn”den murad tenzîh ve teşbîhdir ki onun kemâli bu ümmette zuhûr etmiştir. Guyâ Âdem’in yara­tılmasından murad da bu ümmetin zuhûrudur. Çünkü Cenâb-ı Nebî sallallâhü aleyhi ve sellem âlemin gâyesinin sebebidir. Âlem O’nun zâtının zuhûrunu bekli­yordu. Çünkü hikmetin gereği üzerine geldi ve hatmiyyet vâki’ oldu.
Hatmü’l-evliyâ
Bursevî bu konuda Nebî’nin zâtında ilk hatmiyyet olduğunu, dola­yısıyla hatmü’l-evliyâ’nın hakîkatte hatmü’l-enbiyâ olduğunu söyler. Bütün enbiyâ nübüvvet hissesini Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aldıkları gibi bü­tün nebi ve veliler de velâyet hissesini aynı zamanda hatmü’l-evliyâ olan Cenâb-ı Nebî’den almışlardır. Bu görüşe uygun olarak İbn-i Arabî’nin “Bütün enbiyâ ve evliyâ, hatm-i velâyetin nûrundan ahzaderler” sözün­den amacın yukarıda izah edildiği gibi olduğunu söyleyen Bursevî, zâhir erbabının, sözün hakikatine vasıl olmadan, Şeyh aleyhinde söz söy­lemelerini eleştirir.
Bütün enbiyâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyada gölgesi olduğu ve kendi asırların­da kutbiyyetleri vekâletle olduğu gibi evliyanın da Rasûlüllah’ın velâyetinin zilli olan Hatmü’l-evliyâ'nın gölgesi olduğunu ve O’na vekâletle görev yaptıklarını bildirir. Buna göre her asırda ve her şehirde zuhur eden ve­lî O’nun suret ve nâibidir. Her velînini bir nebî meşreb üzerine sulüku vardır. Muhammedü’l-meşreb olan sairlerden ekmeldir. Ve hatmin hakîki ismi Muhammed’dir.
Hatmü’l-evliyâ’nın Mazharları:
Hatmü’l-evliyâ dört olup hakîkatte ise birdir. O da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Buna göre velâyetin kemal derecesinin icmâlî olarak, başta mazharı Hz. Ali kerremallâhü vechedir. Onun için “İlim şehrinin kapısıdır” buyrulmuştur. İcmal zâhir yönüyle idi. Tafsîl Hz.Ali kerremallâhü vechenin bâtınında idi. Zâhirde ancak rumûz ve işâretleri vardı. Tafsîlen mazharı Şeyh-i Ekber’dir. Cesedleri Şam’da, latîf rûhu ise bütün şehirlerde mutlaktır. Diğer iki mazhar ise Mehdî ve Hz. İsâ aleyhisselâmdır.
Hz. Ali kerremallâhü veche
lmâm-ı Ali İlâhî keşf ilmi ile şöhret bulmuştur. Bu ilmin nûru ona Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aks etmiştir. Ondan sonra külliyeti, Şeyh’de zuhur et­miştir. Evliyânın da her birine kabiliyetlerine göre nasib verilmiştir. Enbiyâ ve mürselînin sırn lmâm-ı Ali’dir. O’nun sırrının tafsîli sureti Hatmü’l-evliyâ’dır. Bu iki netîceden başkası küllî ve cüz’î netîcelerdir. Küllî netice ekmel, cüz’î netice kâmil olanlardır.
İmam-ı Ali velâyetin başlangıcı olup zuhur yönünden aydan hilâl gibi, hakîkat yönünden ay gibidir. O’nun cennette kasrı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kasrı ile beraberdir. Rasûlüllah’la arasındaki münasebet güneşle ayın münasebeti gibidir. Bu yönden hatmiyyet Hz. Ali’nin, hatmiyyetin zuhûru Şeyh-i Ekber’indir. Bedriyyet ayın ortasında olur. Bu ma’nâdan hatmiyyet, ümmet-i merhumenin müddeti olan bin senesinin ortaların­da olur. Şeyhin zuhûru beşyüzden sonradır.
Şeyh-i Ekber kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Şeyh-i Ekber Hz. Ali’nin aynası ve tam mazharıdır. Onun kemâlinin tafsîli Hz. Şeyh’de zuhur etmiştir. Ve bu söylenen aynaya niçin ihtiyaç olduğunu keşf erbâbı bilirler.
Mazhariyyet Şeyh’indir. Eğer mazhariyyet olmasa karışıklık, küfür ve dalâl lâzım gelirdi. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem başlangıçta ahkâma da’vetle görevliydi. Hikmetler ve hakikatler ahkâmın içinde idi. Rasûlüllah bazı hakîkat mertebelerine remz ve işâret ettiler. Ancak tafsîl et­mediler. Zîrâ insanların o ma’nâyı anlamaya tahammüllleri yoktu. An­latsaydı reddedilip bi’seti zâyi’ ve abes olurdu. Onun için bu ma’nâyı mazhara alıkoydu. Böylece anlayan kabul etsin ve anlamayan da ta’n ederse vâsıtaya ta’n etsin ve mazharı reddetsin. Çünkü onlara göre “mazhar zâhirin gayrıdır.” Söyledikleri indîdir, naklî değildir. Hakikat­te ise kelam, Nebî’nin kelâmıdır. Mazhar, O’nun tafsîlde tercümanıdır. Ancak şeriatın bâtınını fehm herkese müyesser değildir. Bunun için Kur’ân’m bâtınını küfriyyâta i’tikad ederler. Kur’ân’m yansı ile ameli terkederler. Bâtını zâhire muhâlif sanırlar. “Bunları ben kendiliğimden yapmadım” (Kehf 82) sırrından hebersizdirler.
Bursevî, hatmü’l-evliyâ’nm mazharlan konusunda ayın hallerini ör­nek gösterir. O’na göre ayın devrinin nübüvvet mertebesinde bedriyyeti Cenâb-ı Mustafâ’nın (sallallâhü aleyhi ve sellem) zuhûruyla olup ondan sonra hatmiyyet ile gizlendiği gibi, velâyet mertebesinde de bedriyyeti hatm-i evliyâ’nın vü­cuduyla olup nûrun ortaya çıkışı zulmet içine girmesinden beri yarım gün olmuştur. Bu beşyüz sene ve belki daha fazladır. “Nihâyet o kuru­muş eğri hurma dalı gibi bir hal alır” (Yasin 39) gereğince sonunda gö­rünmez olur. O’nun yay şekline girmesi sonunun evveline dönmesine delâlettir. Bu ise büyük kıyamette vücûd bulur. Demek ki hatmü’l-evliyâ ümmetin müddetinin ortasında bedriyyet mertebesine geldi. Ve velâ­yet O’nun nuruyla doldu.
Hatmü’l-Evliyâ Şeyh-i Ekber’dir. Bu husûsî mertebeye göredir. Yok­sa O’nunla velâyet arkı kesilir ma’nâsına değil. Çünkü O’ndan sonra sa­yısız evliyâ gelmiş ve gelmektedir. Lâkin hepsi hatmü’l-evliyâ’nin nezâretindedir.
Dünyâda son zamana dek ne kadar evliyâ gelecekse hepsinin ruhla­rı Şeyh huzurunda hazır olup onların âzâlarına nefh etmiş ve nefes ver­miştir. Hepsinin hakîkat ilminden hissedâr oldukları o nefhin eseridir. Çünkü ilâhî âdet üzere bu merâtibe vusûl evliyânın tayyib nefeslerine bağlıdır. Bu misal âleminde olan nefhdir. Ya ihzâr ya da uykuda olur. Bâzen hisde de olur.
Bursevî, kendisine üstâdı Fazl-ı llâhî’nin, sonra el-Arabî’nin, sonra Hızır’ın ve nice evliyânın “nefes-i nefis” bahşettiklerini söyler.
Mehdî aleyhisselâm:
Bursevî, İbn-i Arabi’nin hatmiyyetinin husûsî mertebe itibariyle ol­duğunu sıkça tekrarlar. “îlim filan kimsede hatm olundu” derler. Bunun­la beraber ondan başka dünyada âlimler de vardır. Bu ümmette Enbiyâ’nın vârislerinin başı ve sonu mazbuttur. Buna göre velîlerin evveli ta­rikat silsilesi hasebiyle Hz. Ali kerremallâhü vechedir. Tabii ki Hz. Ebu Bekir tahakkuk yö­nünden O’ndan öndedir. Sonuncusu Hz. Mehdî’dir. Hz. Ali nesebindendir. Mehdî’nin vâlidesi “Nercis” (Nergiz) isimli hâtûn Hz. Abbas evlâdındandır.
Sonuncu evliya ile ilk evliyâ gûyâ birbirine benzerdir. Belki Hz. Ali kerremallâhü vechenin fazl-ı zâidi vardır. Ondan sâdır olan hakîkatler, rumuz ve işâretler diğer sahâbeden sâdır olmamıştır. Bidâyet ve nihâyetin aralarında câmia yönünden külliyyet üzerine olduklarından âhir zamanda Hz. Mehdî’ye vezîreyn olmuşlardır. Ya’nî bu ikisinin rûhâniyetlerinden Mehdî desteklenmiş olsa gerektir. Mehdî’nin hatmü’l-evliyâ olması Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin vârisi olması ve yaşantısının O’nun gibi olmasındandır.
Hz. İsâ
Âdem aleyhisselâmdan sonuna dek olan hilâfetin hatmidir. Bu da hâtemü’levliyânın sırrıdır. Zîra İsâ aleyhisselâm O’nun ümmetinden sayıldığı gibi hük­men evlâd-ı hatmdendir. Çünkü Cibril Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) rûhundan yaratıldı, İsâ aleyhisselâmda Cibril’in nefesinden yaratılmıştır. Dolayısıyla İsâ aleyhisselâm hatme göre çocuğun çocuğu gibi olmuştur. Bu yönden hilâfetin netîcesi yine onda karar etmiştir.
Kaynak:
İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I ATÂİYYE),  Kabe ve İnsan, Veysel AKKAYA, İnsan Yayınları: İstanbul 2000, sh:84-89
Yâ Rasûlallah makamın arş-ı a’lâdır senin
Merteben bâlâ-yı tûbâdan muallâdır senin
Cevher-i lafzın katî kıymetlidir ya’küttan
Ânınî-çün her sözün makbûl-i Mevlâdır senin
Mâidendir halka takdîm-i şefâat eylemen
Feyz-i dil-cüy-i lebin sükkerden a‘lâdır senin
Her ne suret kim verirsen kârına dâreynde
Ettiğin tedbirler şâirden evlâdır senin
Arza hâcet yok huzura hâcetin Hakkî kulun
Akseder âyinene kalbin mücellâdır senin[12b)
**
Yâ Rasûlallah vücûdun oldu mahz-ı kimyâ
Kimse bilmez künhünü ne enbiyâ ne evliyâ
Nâr-ı aşkında erir eczâ-i âlem dem-be-dem
Cevherin sâf etmede yanıp yakılır asfiyâ
Levh-i sîmîn-i tenindir nakş-ı ahlâk olmasa
Böyle izzet vermez idi zâtına zü’l-kibriyâ
Kân-ı izzetten alındı cevher-i zâtın senin
Ağzını açmaz sadef her giz eder senden hayâ
İsterisen sende bâzâr-ı kabul içre revâc
Müşteri ol na’tının gevherlerine Hakkı’yâ (58b]
**
Dervîş odur kim sırrını sultân anın bilmez ola
Dil hâteminde ismini her cân anın bilmez ola
Tenden çıkıp ola melek devr ede râhu çûn felek
Keyfiyyet-i ahvâlini devrân anın bilmez ola
Gözden döke bârânını dilden yaka nirânını
Deryâ-yı feyz katresin ummân anın bilmez ola
Vahy-i İlâhi söyleye cevherleri bezi eyleye
Ammâ ne yerde ma’deni bir kân anın bilmez ola
Hakkî odur kim Hakk ile Hak ola Hakk ile dola
Remz-i kelâmın değme bir insan anın bilmez ola[68a]

Kaynak:
İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I ATÂİYYE),  Kabe ve İnsan, Veysel AKKAYA, İnsan Yayınları: İstanbul 2000

Nikâh, ne üzerine olursa olsun üçüncü bir netîce için iki şeyin izdivâcıdır. Nikâh, bazen teslis (üçleme) olarak da isimlendirilir. İki taraf arasında­ki neticelerin çeşitliliğine göre nikâhın da çeşitleri çoktur.
Teslîs, Hak tarafından ve halk tarafından “üç”ten kâim olmadır. Hak tarafından kâim olan “ZÂT”, ”İRÂDE” ve “KAVL”den ibâret bulunan üç şey ile; ve halk tarafından da bu üçe mukâbil olarak kâim olan “şey’iyyet”, “istima”’ ve “emre imtisal” keyfiyyetlerinden ibâret olan üç şey ile ol­muş olur. Bunlardan birisi noksan olsa yaratılış gerçekleşmez.
Delillerde ve bir takım ma’nâların ortaya çıkmasında bile teslîs esas­tır. Meselâ mantıkî kıyas mutlaka üçten olan düzenleme üzere olmalı­dır. Aradaki tekrar erkekle kadını birbirine bağlayan nikâh gibi, iki mu­kaddimeyi birbirine bağlar. Dünyâ değişkendir. Her değişken hâdisdir. O halde dünyâ hâdisdir, dediğimizde burada ikişer müfred vardır. Bun­lar: Dünyâ, değişken, değişken, hâdis kelimeleridir. Ancak ikinci mu­kaddimedeki değişken kelimesi tekrarlanmıştır. Bu da iki mukaddime­yi birbirine bağlamak içindir. Böylece dünyâ, değişken, hâdis kelimele­rinden ibâret olan üç müfred kalır.
“O size rahimlerde dilediği gibi şekil verendir.” (Âl-i lmran 316) âye­tini İbnü’l-Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle îzah eder: “Hayal rahimlerdendir. Onda ma’nevî nikâhla ve ma’nevî hamle ile dilediği gibi hayalleri şekillendirir. Allah Teâlâ bu ma’nâ rahmini (hayal) açar. Dilediği sûretleri meydâna getirir.”
Tenâsül, bitki ve hayvanlarda olduğu gibi ilimlerde de olur. Buna ‘tenâsül-i meânî’ derler. Ma’nâlar, cesed suretlerini kabul ederler. Çün­kü cisimler meydâna getirme mahallidir.
İlâhi tenâsül (ilâhî nikâh), Hakk’ın imkân mertebesinde sevgi irâde­siyle (Bilinmeyi murad ettim.) mümküne teveccühüdür.
Âlem neticedir. Netîce ise ancak iki mukaddime ile olur. Âlem, mümkünlerin a’yınlarını a’yan ve ma’rifetlerde mevcûdun kemâlini mu­habbet yoluyla dilemesiyle İlâhî teveccühden meydâna gelmiştir. Bu hal nikâha benzer.
Bursevî, tezevvücü ikiye ayırır:
1-Evlilik
Hilâfet ve silsile için evlenme gerekli olup, nafile işlerin en fazîletli­sidir. “Bekâr olan kimsede hayır yoktur” denilmiştir. Ayrıca kadınlara yakınlıktan amaç sadece şehvetin tatmîni değildir. Asıl maksat evlâd edinmektir. Hadisde, “Doğuran siyah hâtûn doğurmayan güzelden efdaldir” buyrulmuştur. Çünkü amaç silsiledir. Âyette "... Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin.” (Bakara 187) buyrulması da yakınlıktan muradın evlâd taleb etmek olduğuna delildir.
2-Ma’nevî Evlilik
Ma’nevî evlilik tarîkat nikâhıyla mümkündür. Bu nikâhdan doğacak evlâda “ma’nevî evlâd” derler. Tarîkat silsilesi bunlarla devam eder. Bu konuda şeyhler farklıdır. Bazı şeyhlerin evlâdı erkek gibidir. Bunlar ta­sarruf sahipleridir. Kendileri kemâle erdikten sonra başkalarını da ol­gunlaştırmaya çalışırlar.
·        Bazısının evlâdı kadın gibidir ki tasarrufa gücü yetmez.
·        Bazısının evlâdı ise hem erkek hem kadın gibidir.
·        Bazısı ise akimdir (kısır). Ondan hiç veled gelmez. Belki kendi nefsi ile meşguldür.
Çün­kü insanı irşad etmek bakâ âlemine dönmekle olur. Onun için hadisde “Kıyamet günü bâzı peygamberlerin ümmeti olmayacağı” haber verilir. Bunun sebebi ya başkalarını ıslah ile me’mur değildir veya kâbiliyetli kimse gelmemiştir.
Bursevî ayrıca “(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin) eşleri onların anneleridir” (Ahzab 6) âyetini “Kâmillerin eğitimi ile hâsıl olan arınmış nefis sahiplerinin, mü’minlerin anneleri hükmünde olacağını” söyler. Onlar, dîn ehlinin çocuklarını bir anne gibi terbiye eder.
·        Tarikat ehlinden bazı kadınlar “rical” (erkek) hükmünde olup tasarrufa ka­dirdir. Bazı erkekler de “nisa” (kadın) hükmünde olup tasarrufta bulunamazlar. Nitekim bazı şeyhler ârif kadınlardan feyz almışlardır.
Bazı erkekler terbiye açısından tarikat nikâhı ile başlangıçta şeyhle­re zevce hükmündedirler. Bu yönden şeyhler umuma vâlide ve mürebbiye olurlar. Derler ki “ilim erkektir.” Halk onun ehline kadının koca­sına baş eğdiği gibi baş eğer. Anlaşılan o ki "Nerede İlâhî ilim varsa onun sahibi merddir.” İlim perdedir dedikleri sulûkun başlangıcına gö­redir. Sâlik başlangıçta bütün mâsivâdan ferâgat etmelidir. Bir de ilim, cehle perdedir. Bu ise makbuldür. Çünkü ilim mutlaka kemâldir.
Tarikat nikâhı şeriat nikâhı gibi dürüst olmalıdır. Onun için zinâdan doğanlar velâyet dairesine kadem (ayak) basamazlar. Çünkü şeriat asildir. O fâsid olunca tarikat onu ıslah etmez. Bunun için velâyet ehli azdır. Çünkü şeriat ehli geçinenlerde nikâhı muhafaza az bulunur. Veled-i zi­na velî olmaz, ama şer’an mü’mindir. Velâyetin netîcesi sahih nikâh üze­rine mebnîdir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem “Eğer ben bir kimseyi dost edinseydim Ebû Bekr’i seçerdim. Ancak Allah beni halil ittihaz etmiştir.” buyurur. Yani ben de bir yönden Hakk’ın dostluğunu kabul edip gayrıdan alâkayı kestim de­mektir. Buna göre mü’minlerin birbirleriyle alâkaları ta’lîm ve Hakk’ı tavsiye içindir. Hikmet âleminde ne türlü alâka olursa olsun makamına göre hak ile olunca hakla Hak’la alâkaya mani olmaz. Buna “hakîkî ni­kâh” derler. Buradan anlaşılır ki kemâl ehlinin nikâhı şer’î ve hakîkîdir. Onların zâhir ve bâtın hallerinde zinâ dedikleri ma’nâ yoktur.
Bir kimse bu zâtlara karşı kötü i’tikad taşısa sûrette nikâhı var bâ­tında yoktur. Çünkü i’tikâdını şeriat ve hakikatin zıddına yapıp Hakk yo­lundan sapmıştır. Onun için zâhir erbâbından ma’nevî evlad gelmez. Çünkü hakîkî nikâhlan yoktur.  Zinâ eden şer’î nikâhdan, amel ve ta­rikat niyyetinden hâriç olandır.
Hakîkî İzdivaç
Akl-ı evvelde olan nikâh ve imtizaç rûhânîdir. İnsan mertebesinde ise cismânîdir. Cisim ve ruh müsennâ olduğu gibi “akd”de müsennâ ol­du. Sûret ma’nâ ile uygunluk buldu. Onun için akde iki şâhit lâzım gel­di. Alış, verişte ise lâzım gelmedi.
Bir kimsenin cismânî zevki yoksa onun ruhu yoktur. Ruh erdir. Er demek mukabele-i zevcdedir. O da ceseddir. Havvâ tenâsül için yaratıldgı gibi cesedin zevci de güzel amel semeresi için yaratıldı. Âdem ve Havvâ zâtta bir, sûrette ayrı oldukları gibi ruh ve cesedin zevci de böy­le oldu. Zevcin noktası zevci ruhdan ayırdı. Tâ ki izdivaç sahih olsun. Çünkü tek olan kendi ile izdivaç edemez. İzdivaç zât ve sıfatla olur ki fiiller ve oluşlar bu ikisini eseridir.
“Kün” âleminin hükmü de izdivaç ve terkibdir. Âyette “sizi çift çift yarattık” (Nebe 8) buyrulur. Hattâ “Kün” kelimesi bile zât ve sıfatın iz­divacının sûretidir. “Kef” ve “Nun”dan oluşur. Nikâha rağbet olunması ve nâfilelelerin efdali nikâh olması, burda geçen sırra delâlettir. Bunun için kâmillerin nikâha (ma’nevî) hırsları vardır. Zîrâ nikâh yakınlık zev­kini ve vuslatı kapsar. Bu ma’nâ için kâmiller bekâ âlemine gönderildi­ler. Çünkü fenâ âleminde zât ve sıfatın izdivâcı yoktur. Belki sadece zât vardır. Zevk ise izdivacdadır. Bu sırr için hadisde “Senden senin yüce vechine nazar etmenin lezzetini niyaz ederim” buyrulur.
Evliyâ’nın Nefhi (nefesi)
Evliyânm nefhi ile rûhânî haşr meydana gelir. Bu cismâniyyet kab­rinden rûhâniyyet mevkiine geçiş demektir. Bu hal hayvânî sıfatları öl­dürdükten sonra olur. Bundan sonra kaabiliyyetli olanlara bir haşir da­ha vardır. O da enâniyyet kabrinden rabbânî hüviyyet mevkiine geçişdir. Fenâ cesed ve ruhla olur. Cesedle mevcud olma annelerin doğurma­sıyla zorunludur, hissîdir. İkinci varoluş rûhun doğumu iledir. Onun vâlidi Hakk’ın nûrudur. Buna ikinci doğum derler ki ma’nevîdir. Anne­nin doğurduğu cismânî olup “kâleb” (kalıp) denir. Rûhun doğurduğu ise rûhânî olup “kalb” denir.
Züleyhâ’nın nefsi, mutmainne mertebesine erişince Yusuf onu tezevvüc etti. Ondan sâlih evlâd zuhûr etti ki kalbdir. Bundan anlaşıldı ki mutmainne nefs mertebesinde olan taallukâtın hepsi hakîkîdir. Ma’nevî nikâha yakındır. İşte burada hevâ ehli tezkiye ehlinin nefisleriyle nefis­lerini kıyas ederler. Ancak arada fark vardır. Bil ki kan misk olunca di­ğer kanlar onunla beraberlik iddia edemez.
Nikâh-Hilâfet İlişkisi
Suret zâhir âleminin, ma’nâ bâtın âleminin halîfesidir. Hilâfet her ikisi ile tamam olur. Ma’nevî doğum olmazsa hilâfet tam olmaz. Bunun için evliyânın nefhi lâzımdır. Bu iş verimli araziye tohum atmak gibidir. Tohumdan taze tâne bittiği gibi nefesin nefhinden de taze mevlûd hâsıl olur. Nitekim Cibril’in nefhiyle Meryem’in bâtınından İsâ doğdu. Bun­dan dolayı Meryem tabiatın suretidir. Kalem-i a’lânın hareketi onun üzerine bina edilmiştir.
İnsanın vücûduna iki türlü şehvet konmuştur. Biri sûrî silsileye di­ğeri ma’nevî silsileye sebeptir. Âyette “Sizin için bir kalma bir de ema­net yeri vardır” (En’am 98) buyrulur. Buna göre nutfenin yeri anne rah­mi, emanet bırakılan yer pederin sırtıdır. İkisinin izdivâcıyla sûrî veled olur. Evliyânın nefesinin yeri kabiliyyetli kişiler, emanet bırakılan yer ise fâil ruhun zahrıdır. İkisinin birleşmesinden ma’nevî veled hâsıl olup hilâfet mertebesine erişir.
Kaynak:
İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I ATÂİYYE),  Kabe ve İnsan, Veysel AKKAYA, İnsan Yayınları: İstanbul 2000, sh: 89-93


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar