İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I ATÂİYYE) den
a-Hatmü’l-enbiyâ
Peygamberlik
müessesesinin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile sona erdiğini, ondan
sonra yeni bir peygamber gelmeyeceğini ifade eden “Hatmü’n-nübüvve” terimi,
Arapça’da “bir işi tamamlayıp sona erdirmek, bir şeyin sonuna damga vurmak,
bir yazı veya belgeyi mühürlemek” anlamlarına gelen “hatm” maştan ile,
Arap dil bilginlerinin “yükseklik ve yüksek makam, haber vermek,
belirginleşip ortaya çıkmak” gibi anlamlarda kullanılan “nebve” veya
“nebe” köklerinden geldiğini belirttikleri “nübüvvet” kelimesinden oluşmuş bir
terkiptir. Buna göre “Hatmü’n-nübüvve” Allah ile kul arasındaki elçilik
görevinin sona erdiğini belirtmektir.
Hatmü’l-enbiyâ
inancından hareket eden bazı sûfîler, velîlerin de hâtemi olacağı fikrini
savunmuşlardır. Aslında bu görüşün temeli, velînin nebîden üstün olup olmadığı
tartışmasında yatmaktadır.
b-Hatmü’l-Evliyâ
Hatmü’l-evliyâ
görüşünü ilk defa ortaya atan Hakîm Tirmîzî’dir (öl.320/932). Veliliği
nebîlikten üstün görmekle suçlanan ve bu yüzden Tirmiz’den ayrılmaya zorlanan
Hakîm’in hiç bir eserinde buna dâir bir ifâde yoktur. Hakîm’e göre nasıl bir
hatmü’l-enbiyâ varsa bir de hatmü’levliyâ vardır. Velîlik de peygamberlik gibi
kesbî olmayıp İlâhî bir lütufdur. Peygamberlerin Allah Teâlâ’dan aldıkları
vahyi insanlara teblîğ etme görevi olmasına karşılık, tamâmen özel bir mahiyet
taşıyan velâyetin nebîler tarafından haber verilen bu İlâhî hakîkatleri bizzat
yaşamak ve yaşatmak gibi görevleri bulunmaktadır. Bundan dolayı peygamberin
mûcize gibi bir delîle ihtiyacı olmasına rağmen velînin, böyle bir delîle ihtiyacı
yoktur. Zîrâ veliler, hayır ve fazîletin birer canlı timsâlidir. Peygamberlerin
birbirlerine göre üstünlüklerinden hareket eden Hakîm Tirmîzî, velîler arasında
da böyle bir derecelenme bulunduğu sonucuna ulaşmakta, bunu “İnsanları uyar!
İnanalara da Rableri katında yüksek makamlar bulunduğunu müjdele!”
âyetindeki (Yûnus 10/2) “kademü sıdk” ifadesine dayanarak delillendirmeye
çalışmaktadır.
İbn-i
Teymiyye Hakîm’in bu görüşünün bazı kimselerin hatmü’l-evliyâ oldukları
iddiâsıyla ortaya çıkmalarına yol açtığını söyler. Daha sonraları bu görüş İbn-i
Arabi’de kemâl noktasına ulaşacaktır.
O’na
göre velâyet-i Muhammediyye dört kısımdır. Bu dört kısmın da birer hâtemi
vardır.
Birincisi sûrî ve ma’nevî tasarrufa sâhip olan, Ali b. Ebî Tâlib kerremallâhü
veche’dir. Çünkü O râşid halîfelerin sonuncusudur. Peygamberimiz hadîs-i
şerifde “hilâfetin kendisinden sonra otuz yıl olacağını” haber
vermişlerdir. Bu hâteme “hâtem-i kebîr” denir.
İkincisi
ise yine sûrî ve ma’nevî tasarruf sâhibi olan Mehdî aleyhisselâmdır. Âhir
zamanda ortaya çıkacaktır, ismi Muhammed olup yaratılış ve sûreti Rasûlüllah’a
benzerdir. Fakat ahlâkı O’ndan aşağıdadır. Ondan sonra hiç bir velî sultân
olmaz. Bu velâyet O’nunla hatm olur. O’na “hâtemi sağîr” derler.
Üçüncüsü
Ibn-i Arâbî’dir. O’na “hâtem-i asgar” derler. Çünkü o sûrî ve ma’nevî
tasarrufa kâdir almakla birlikte yalnız ma’nevî tasarrufa mâlik olup hilâfete
yakın olmayan velâyetin hâtemidir.
Dördüncüsü
İsâ ibn Meryem aleyhisselâm’dir. O’ndan sonra hiç bir velî gelmeyecektir.
Velâyet O’nunla hatm olunur. O’na da “hâtem-i ekber” denilir. O’ndan sonra da
kıyamet kopacaktır.
Ibn-i
Arabî’nin kendisi hakkında böyle bir hatmiyyet iddiâ etmesi 599 senesinde
Mekke’de gördüğü bir rüyâya dayanır.
Hatm-i
Nübüvvet
Bir
nesnede hatmiyyet itibar olunmak başlangıca bağlıdır. Bir işin başlangıcı
olmadıkça sonu da olmaz.
Nebîler
kendi aralarında bir yönden tafdîl bir yönden mefdûl oldular. Hatm-i Nübüvvet
ise bütün enbiyâda bulunan fazîletlerde olana denk ve başka hassâsiyetlerle
fazîletli oldu. Bütün
kemâlât meselâ Mûsâ aleyhisselâm veya İsâ aleyhisselâm ümmetine verilmiş
olsaydı o ümmetin Peygamberi hatmü’l-enbiyâ olması lâzım gelirdi. Dolayısıyla hatmiyyet fazîleti Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme mahsus ve bütün da’vetleri fiilen kabul etmek
devleti ümmetine lâyık görüldü.
Hatmü’l-enbiyâ
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ki enbiyâ dâiresi O’nunla tamam olmuş
ve mürselîn halkası O’nunla nihayet bulmuştur. Bu bir hazrettir ki bütün
hazretler ona baş eğmiştir. Bu
bir başlangıçtır ki bütün sonlar onu baba bilmiştir. Çünkü hatmiyyeti,
başlangıç olmasına zıd değildir. O’nun hatmiyyeti cismânî yöndendir.
Başlangıcı ise rûhâniyyet yönündedir. Hatmiyyeti, ilmî kemâlâtına bağlıdır.
Bursevî,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim” hadîsini hatmiyyetle izah eder. Daha evvel güzel ahlâk tamam
değildi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin gelmesiyle kötü sıfatlara,
övülen bir yön ta’yîn edilip ümmet o yönüyle amel etti. Meselâ hased kötü bir
sıfat ancak övülen tarafı “malını Allah yolunda harceden zenginlerle, ilmini
neşredip halkı ihyâ ile meşgul olan âlimlere” haseddir. Ayrıca bazı meşrû
ameller ta’yîn edildi ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatından
önce o amellerle ibâdet olunmamıştı.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin vücûdu, câmi’di. Mübârek alınları İlâhî nurla
parlardı. Hz. Âdem aleyhisselâmdan kendilerine gelinceye dek ne kadar insanların
havâssı geçtiyse hepsinin kemallerini tek başına elde ettikten sonra şerif bir
sıfatla ile onlardan üstün olmuştur. Bu rü’yettir. Çünkü diğer nebîlerde ve
velîlerde rü’yet İlâhî basîretle olmaya mahsusdur. Ancak Cenâb-ı Nebî’nin
Mübarek kalıbı diğerlerinin kalbi mesâbesindedir. Bunun için kalıbıyla da
İlâhî rû’yete kavuştu. Mi’rac gecesi bâtını ile keyfiyetsiz olarak idrak
etmekle beraber arşın üstünde zâhiriyle de keyfiyetsiz olarak idrâk etti.
İbrâhim
aleyhisselâm kavmine sıfat mertebesi verildi. Onun için Hz. İbrâhim ni’met ve
hamd mazharı oldu. Hâtemü’l-mürselînin kavmine ise bütün mertebeler verildi.
Onun için Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem berzah mertebesinden da’vet
etti ki bu ruhdur. Bundan dolayı bu ümmet tenzîh ve teşbîh makamını cem edip
hepsini geçtiler. Bununla ilgili âyetler olup meselâ “İki elimle yarattım” (Sâd
75) âyetinde “yedeyn”den murad tenzîh ve teşbîhdir ki onun kemâli bu ümmette
zuhûr etmiştir. Guyâ Âdem’in yaratılmasından murad da bu ümmetin zuhûrudur.
Çünkü Cenâb-ı
Nebî sallallâhü aleyhi ve sellem âlemin gâyesinin sebebidir. Âlem O’nun zâtının zuhûrunu bekliyordu.
Çünkü hikmetin gereği üzerine geldi ve hatmiyyet vâki’ oldu.
Hatmü’l-evliyâ
Bursevî
bu konuda Nebî’nin zâtında ilk hatmiyyet olduğunu, dolayısıyla hatmü’l-evliyâ’nın
hakîkatte hatmü’l-enbiyâ olduğunu söyler. Bütün enbiyâ nübüvvet hissesini
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aldıkları gibi bütün nebi ve veliler
de velâyet hissesini aynı zamanda hatmü’l-evliyâ olan Cenâb-ı Nebî’den
almışlardır. Bu görüşe uygun olarak İbn-i Arabî’nin “Bütün enbiyâ ve evliyâ, hatm-i
velâyetin nûrundan ahzaderler”
sözünden amacın yukarıda izah edildiği gibi olduğunu söyleyen Bursevî, zâhir
erbabının, sözün hakikatine vasıl olmadan, Şeyh aleyhinde söz söylemelerini
eleştirir.
Bütün
enbiyâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyada gölgesi olduğu ve kendi
asırlarında kutbiyyetleri vekâletle olduğu gibi evliyanın da Rasûlüllah’ın
velâyetinin zilli olan Hatmü’l-evliyâ'nın gölgesi olduğunu ve O’na vekâletle
görev yaptıklarını bildirir. Buna göre her asırda ve her şehirde zuhur eden
velî O’nun suret ve nâibidir. Her velînini bir nebî meşreb üzerine sulüku
vardır. Muhammedü’l-meşreb olan sairlerden ekmeldir. Ve hatmin hakîki ismi
Muhammed’dir.
Hatmü’l-evliyâ’nın
Mazharları:
Hatmü’l-evliyâ
dört olup hakîkatte ise birdir. O da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Buna göre velâyetin kemal derecesinin icmâlî olarak,
başta mazharı Hz.
Ali kerremallâhü vechedir.
Onun için “İlim şehrinin kapısıdır” buyrulmuştur. İcmal zâhir yönüyle
idi. Tafsîl Hz.Ali kerremallâhü vechenin bâtınında idi. Zâhirde ancak rumûz ve
işâretleri vardı. Tafsîlen mazharı Şeyh-i Ekber’dir. Cesedleri Şam’da, latîf
rûhu ise bütün şehirlerde mutlaktır. Diğer iki mazhar ise Mehdî ve Hz. İsâ
aleyhisselâmdır.
Hz. Ali
kerremallâhü veche
lmâm-ı
Ali İlâhî keşf ilmi ile şöhret bulmuştur. Bu ilmin nûru ona Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden aks etmiştir. Ondan sonra külliyeti, Şeyh’de
zuhur etmiştir. Evliyânın da her birine kabiliyetlerine göre nasib verilmiştir.
Enbiyâ ve mürselînin sırn lmâm-ı Ali’dir. O’nun sırrının tafsîli sureti
Hatmü’l-evliyâ’dır. Bu iki netîceden başkası küllî ve cüz’î netîcelerdir. Küllî
netice ekmel, cüz’î netice kâmil olanlardır.
İmam-ı
Ali velâyetin başlangıcı olup zuhur yönünden aydan hilâl gibi, hakîkat yönünden
ay gibidir.
O’nun cennette kasrı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kasrı ile
beraberdir. Rasûlüllah’la arasındaki münasebet güneşle ayın münasebeti gibidir.
Bu yönden hatmiyyet Hz. Ali’nin, hatmiyyetin zuhûru Şeyh-i Ekber’indir.
Bedriyyet ayın ortasında olur. Bu ma’nâdan hatmiyyet, ümmet-i merhumenin
müddeti olan bin senesinin ortalarında olur. Şeyhin zuhûru beşyüzden
sonradır.
Şeyh-i
Ekber kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Şeyh-i
Ekber Hz. Ali’nin aynası ve tam mazharıdır. Onun kemâlinin tafsîli Hz. Şeyh’de
zuhur etmiştir. Ve bu söylenen aynaya niçin ihtiyaç olduğunu keşf erbâbı
bilirler.
Mazhariyyet
Şeyh’indir. Eğer mazhariyyet olmasa karışıklık, küfür ve dalâl lâzım gelirdi.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem başlangıçta ahkâma da’vetle
görevliydi. Hikmetler ve hakikatler ahkâmın içinde idi. Rasûlüllah bazı
hakîkat mertebelerine remz ve işâret ettiler. Ancak tafsîl etmediler. Zîrâ
insanların o ma’nâyı anlamaya tahammüllleri yoktu. Anlatsaydı reddedilip bi’seti
zâyi’ ve abes olurdu. Onun için bu ma’nâyı mazhara alıkoydu. Böylece anlayan
kabul etsin ve anlamayan da ta’n ederse vâsıtaya ta’n etsin ve mazharı
reddetsin. Çünkü onlara göre “mazhar zâhirin gayrıdır.” Söyledikleri
indîdir, naklî değildir. Hakikatte ise kelam, Nebî’nin kelâmıdır. Mazhar,
O’nun tafsîlde tercümanıdır. Ancak şeriatın bâtınını fehm herkese müyesser
değildir. Bunun için Kur’ân’m bâtınını küfriyyâta i’tikad ederler. Kur’ân’m
yansı ile ameli terkederler. Bâtını zâhire muhâlif sanırlar. “Bunları ben kendiliğimden
yapmadım” (Kehf
82) sırrından hebersizdirler.
Bursevî,
hatmü’l-evliyâ’nm mazharlan konusunda ayın hallerini örnek gösterir. O’na göre
ayın devrinin nübüvvet mertebesinde bedriyyeti Cenâb-ı Mustafâ’nın (sallallâhü
aleyhi ve sellem) zuhûruyla olup ondan sonra hatmiyyet ile gizlendiği gibi,
velâyet mertebesinde de bedriyyeti hatm-i evliyâ’nın vücuduyla olup nûrun
ortaya çıkışı zulmet içine girmesinden beri yarım gün olmuştur. Bu beşyüz sene
ve belki daha fazladır. “Nihâyet o kurumuş eğri hurma dalı gibi bir hal
alır” (Yasin 39) gereğince sonunda görünmez olur. O’nun yay şekline
girmesi sonunun evveline dönmesine delâlettir. Bu ise büyük kıyamette vücûd
bulur. Demek ki hatmü’l-evliyâ ümmetin müddetinin ortasında bedriyyet
mertebesine geldi. Ve velâyet O’nun nuruyla doldu.
Hatmü’l-Evliyâ
Şeyh-i Ekber’dir. Bu husûsî mertebeye göredir. Yoksa O’nunla velâyet arkı
kesilir ma’nâsına değil. Çünkü O’ndan sonra sayısız evliyâ gelmiş ve
gelmektedir. Lâkin hepsi hatmü’l-evliyâ’nin nezâretindedir.
Dünyâda
son zamana dek ne kadar evliyâ gelecekse hepsinin ruhları Şeyh huzurunda hazır
olup onların âzâlarına nefh etmiş ve nefes vermiştir. Hepsinin hakîkat
ilminden hissedâr oldukları o nefhin eseridir. Çünkü ilâhî âdet üzere bu
merâtibe vusûl evliyânın tayyib nefeslerine bağlıdır. Bu misal âleminde olan
nefhdir. Ya ihzâr ya da uykuda olur. Bâzen hisde de olur.
Bursevî,
kendisine üstâdı Fazl-ı llâhî’nin, sonra el-Arabî’nin, sonra Hızır’ın ve nice
evliyânın “nefes-i nefis” bahşettiklerini söyler.
Mehdî aleyhisselâm:
Bursevî,
İbn-i Arabi’nin hatmiyyetinin husûsî mertebe itibariyle olduğunu sıkça
tekrarlar. “îlim
filan kimsede hatm olundu” derler.
Bununla beraber ondan başka dünyada âlimler de vardır. Bu ümmette Enbiyâ’nın
vârislerinin başı ve sonu mazbuttur. Buna göre velîlerin evveli tarikat
silsilesi hasebiyle Hz. Ali kerremallâhü vechedir. Tabii ki Hz. Ebu Bekir
tahakkuk yönünden O’ndan öndedir. Sonuncusu Hz. Mehdî’dir. Hz. Ali
nesebindendir. Mehdî’nin vâlidesi “Nercis”
(Nergiz) isimli
hâtûn Hz. Abbas evlâdındandır.
Sonuncu
evliya ile ilk evliyâ gûyâ birbirine benzerdir. Belki Hz. Ali kerremallâhü
vechenin fazl-ı zâidi vardır. Ondan sâdır olan hakîkatler, rumuz ve işâretler
diğer sahâbeden sâdır olmamıştır. Bidâyet ve nihâyetin aralarında câmia yönünden
külliyyet üzerine olduklarından âhir zamanda Hz. Mehdî’ye vezîreyn olmuşlardır.
Ya’nî bu ikisinin rûhâniyetlerinden Mehdî desteklenmiş olsa gerektir. Mehdî’nin
hatmü’l-evliyâ olması Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin vârisi olması ve
yaşantısının O’nun gibi olmasındandır.
Hz. İsâ
Âdem aleyhisselâmdan sonuna dek olan hilâfetin
hatmidir. Bu da hâtemü’levliyânın sırrıdır. Zîra İsâ aleyhisselâm O’nun
ümmetinden sayıldığı gibi hükmen evlâd-ı hatmdendir. Çünkü Cibril
Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) rûhundan yaratıldı, İsâ
aleyhisselâmda Cibril’in nefesinden yaratılmıştır. Dolayısıyla
İsâ aleyhisselâm hatme göre çocuğun çocuğu gibi olmuştur. Bu
yönden hilâfetin netîcesi yine onda karar etmiştir.
Kaynak:
İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I
ATÂİYYE), Kabe ve İnsan, Veysel AKKAYA,
İnsan Yayınları: İstanbul 2000, sh:84-89
Yâ Rasûlallah makamın arş-ı
a’lâdır senin
Merteben bâlâ-yı tûbâdan muallâdır
senin
Cevher-i lafzın katî kıymetlidir ya’küttan
Ânınî-çün her sözün makbûl-i
Mevlâdır senin
Mâidendir halka takdîm-i şefâat
eylemen
Feyz-i dil-cüy-i lebin sükkerden
a‘lâdır senin
Her ne suret kim verirsen kârına
dâreynde
Ettiğin tedbirler şâirden evlâdır
senin
Arza hâcet yok huzura hâcetin Hakkî
kulun
Akseder âyinene kalbin mücellâdır
senin[12b)
**
Yâ
Rasûlallah vücûdun oldu mahz-ı kimyâ
Kimse
bilmez künhünü ne enbiyâ ne evliyâ
Nâr-ı
aşkında erir eczâ-i âlem dem-be-dem
Cevherin
sâf etmede yanıp yakılır asfiyâ
Levh-i
sîmîn-i tenindir nakş-ı ahlâk olmasa
Böyle
izzet vermez idi zâtına zü’l-kibriyâ
Kân-ı
izzetten alındı cevher-i zâtın senin
Ağzını
açmaz sadef her giz eder senden hayâ
İsterisen
sende bâzâr-ı kabul içre revâc
Müşteri
ol na’tının gevherlerine Hakkı’yâ (58b]
**
Dervîş
odur kim sırrını sultân anın bilmez ola
Dil
hâteminde ismini her cân anın bilmez ola
Tenden
çıkıp ola melek devr ede râhu çûn felek
Keyfiyyet-i
ahvâlini devrân anın bilmez ola
Gözden
döke bârânını dilden yaka nirânını
Deryâ-yı
feyz katresin ummân anın bilmez ola
Vahy-i
İlâhi söyleye cevherleri bezi eyleye
Ammâ ne
yerde ma’deni bir kân anın bilmez ola
Hakkî odur
kim Hakk ile Hak ola Hakk ile dola
Remz-i kelâmın değme
bir insan anın bilmez ola[68a]
Kaynak:
İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I
ATÂİYYE), Kabe ve İnsan, Veysel AKKAYA,
İnsan Yayınları: İstanbul 2000
Nikâh,
ne üzerine olursa olsun üçüncü bir netîce için iki şeyin izdivâcıdır. Nikâh,
bazen teslis (üçleme) olarak da isimlendirilir. İki taraf arasındaki
neticelerin çeşitliliğine göre nikâhın da çeşitleri çoktur.
Teslîs,
Hak tarafından ve halk tarafından “üç”ten kâim olmadır. Hak tarafından kâim
olan “ZÂT”, ”İRÂDE” ve “KAVL”den ibâret bulunan üç şey ile; ve halk tarafından
da bu üçe mukâbil olarak kâim olan “şey’iyyet”, “istima”’ ve “emre imtisal”
keyfiyyetlerinden ibâret olan üç şey ile olmuş olur. Bunlardan birisi noksan
olsa yaratılış gerçekleşmez.
Delillerde
ve bir takım ma’nâların ortaya çıkmasında bile teslîs esastır. Meselâ mantıkî
kıyas mutlaka üçten olan düzenleme üzere olmalıdır. Aradaki tekrar erkekle
kadını birbirine bağlayan nikâh gibi, iki mukaddimeyi birbirine bağlar. Dünyâ
değişkendir. Her değişken hâdisdir. O halde dünyâ hâdisdir, dediğimizde burada
ikişer müfred vardır. Bunlar: Dünyâ, değişken, değişken, hâdis kelimeleridir.
Ancak ikinci mukaddimedeki değişken kelimesi tekrarlanmıştır. Bu da iki
mukaddimeyi birbirine bağlamak içindir. Böylece dünyâ, değişken, hâdis
kelimelerinden ibâret olan üç müfred kalır.
“O size rahimlerde dilediği gibi şekil verendir.” (Âl-i lmran 316) âyetini İbnü’l-Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz şöyle îzah eder: “Hayal rahimlerdendir. Onda ma’nevî nikâhla
ve ma’nevî hamle ile dilediği gibi hayalleri şekillendirir. Allah Teâlâ bu
ma’nâ rahmini (hayal) açar. Dilediği sûretleri meydâna getirir.”
Tenâsül,
bitki ve hayvanlarda olduğu gibi ilimlerde de olur. Buna ‘tenâsül-i meânî’
derler. Ma’nâlar, cesed suretlerini kabul ederler. Çünkü cisimler meydâna
getirme mahallidir.
İlâhi
tenâsül (ilâhî nikâh), Hakk’ın imkân mertebesinde sevgi irâdesiyle (Bilinmeyi
murad ettim.) mümküne teveccühüdür.
Âlem
neticedir. Netîce ise ancak iki mukaddime ile olur. Âlem, mümkünlerin
a’yınlarını a’yan ve ma’rifetlerde mevcûdun kemâlini muhabbet yoluyla
dilemesiyle İlâhî teveccühden meydâna gelmiştir. Bu hal nikâha benzer.
Bursevî,
tezevvücü ikiye ayırır:
1-Evlilik
Hilâfet
ve silsile için evlenme gerekli olup, nafile işlerin en fazîletlisidir. “Bekâr olan kimsede hayır
yoktur” denilmiştir.
Ayrıca kadınlara yakınlıktan amaç sadece şehvetin tatmîni değildir. Asıl
maksat evlâd edinmektir. Hadisde, “Doğuran siyah hâtûn doğurmayan
güzelden efdaldir” buyrulmuştur. Çünkü amaç silsiledir. Âyette "... Allah’ın sizin için
takdir ettiklerini isteyin.” (Bakara
187) buyrulması da yakınlıktan muradın evlâd taleb etmek olduğuna delildir.
2-Ma’nevî Evlilik
Ma’nevî evlilik tarîkat nikâhıyla mümkündür. Bu nikâhdan doğacak evlâda “ma’nevî
evlâd” derler. Tarîkat silsilesi bunlarla devam eder. Bu konuda şeyhler
farklıdır. Bazı şeyhlerin evlâdı erkek gibidir. Bunlar tasarruf sahipleridir.
Kendileri kemâle erdikten sonra başkalarını da olgunlaştırmaya çalışırlar.
·
Bazısının evlâdı kadın gibidir
ki tasarrufa gücü yetmez.
·
Bazısının evlâdı ise hem erkek hem
kadın gibidir.
·
Bazısı ise akimdir (kısır). Ondan hiç veled gelmez. Belki kendi nefsi ile
meşguldür.
Çünkü
insanı irşad etmek bakâ âlemine dönmekle olur. Onun için hadisde “Kıyamet günü bâzı peygamberlerin
ümmeti olmayacağı” haber
verilir. Bunun sebebi ya başkalarını ıslah ile me’mur değildir veya kâbiliyetli
kimse gelmemiştir.
Bursevî
ayrıca “(Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin) eşleri onların
anneleridir” (Ahzab 6) âyetini “Kâmillerin
eğitimi ile hâsıl olan arınmış nefis sahiplerinin, mü’minlerin anneleri
hükmünde olacağını” söyler.
Onlar, dîn ehlinin çocuklarını bir anne gibi terbiye eder.
·
Tarikat ehlinden bazı kadınlar “rical” (erkek)
hükmünde olup tasarrufa kadirdir. Bazı erkekler de “nisa” (kadın) hükmünde
olup tasarrufta bulunamazlar. Nitekim bazı şeyhler ârif kadınlardan feyz
almışlardır.
Bazı
erkekler terbiye açısından tarikat nikâhı ile başlangıçta şeyhlere zevce
hükmündedirler. Bu yönden şeyhler umuma vâlide ve
mürebbiye olurlar. Derler ki “ilim erkektir.” Halk onun ehline kadının
kocasına baş eğdiği gibi baş eğer. Anlaşılan o ki "Nerede İlâhî ilim varsa
onun sahibi merddir.” İlim perdedir dedikleri sulûkun
başlangıcına göredir. Sâlik başlangıçta bütün mâsivâdan ferâgat etmelidir. Bir
de ilim, cehle perdedir. Bu ise makbuldür. Çünkü ilim mutlaka kemâldir.
Tarikat
nikâhı şeriat nikâhı gibi dürüst olmalıdır. Onun için zinâdan doğanlar velâyet
dairesine kadem (ayak) basamazlar. Çünkü şeriat asildir. O fâsid olunca tarikat
onu ıslah etmez. Bunun için velâyet ehli azdır. Çünkü şeriat ehli geçinenlerde
nikâhı muhafaza az bulunur. Veled-i
zina velî olmaz, ama şer’an mü’mindir. Velâyetin netîcesi sahih nikâh üzerine mebnîdir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem “Eğer
ben bir kimseyi dost edinseydim Ebû Bekr’i seçerdim. Ancak Allah beni halil
ittihaz etmiştir.”
buyurur. Yani ben de bir yönden Hakk’ın dostluğunu kabul edip gayrıdan alâkayı
kestim demektir. Buna göre mü’minlerin birbirleriyle alâkaları ta’lîm ve
Hakk’ı tavsiye içindir. Hikmet âleminde ne türlü alâka olursa olsun makamına
göre hak ile olunca hakla Hak’la alâkaya mani olmaz. Buna “hakîkî nikâh” derler.
Buradan anlaşılır ki kemâl ehlinin nikâhı şer’î ve hakîkîdir. Onların zâhir ve
bâtın hallerinde zinâ dedikleri ma’nâ yoktur.
Bir
kimse bu zâtlara karşı kötü i’tikad taşısa sûrette nikâhı var bâtında yoktur. Çünkü i’tikâdını şeriat ve hakikatin
zıddına yapıp Hakk yolundan sapmıştır. Onun için zâhir erbâbından ma’nevî evlad
gelmez. Çünkü hakîkî nikâhlan yoktur. Zinâ eden şer’î nikâhdan, amel ve tarikat
niyyetinden hâriç olandır.
Hakîkî
İzdivaç
Akl-ı
evvelde olan nikâh ve imtizaç rûhânîdir. İnsan mertebesinde ise cismânîdir.
Cisim ve ruh müsennâ olduğu gibi “akd”de müsennâ oldu. Sûret ma’nâ ile
uygunluk buldu. Onun için akde iki şâhit lâzım geldi. Alış, verişte ise lâzım
gelmedi.
Bir
kimsenin cismânî zevki yoksa onun ruhu yoktur. Ruh erdir. Er demek mukabele-i zevcdedir. O da
ceseddir. Havvâ tenâsül için yaratıldgı gibi cesedin zevci de güzel amel
semeresi için yaratıldı. Âdem ve Havvâ zâtta bir, sûrette ayrı oldukları gibi
ruh ve cesedin zevci de böyle oldu. Zevcin noktası zevci ruhdan ayırdı. Tâ ki
izdivaç sahih olsun. Çünkü tek olan kendi ile izdivaç edemez. İzdivaç zât ve
sıfatla olur ki fiiller ve oluşlar bu ikisini eseridir.
“Kün”
âleminin hükmü de izdivaç
ve terkibdir. Âyette “sizi çift çift yarattık” (Nebe 8) buyrulur. Hattâ
“Kün” kelimesi bile zât ve sıfatın izdivacının sûretidir. “Kef” ve “Nun”dan
oluşur. Nikâha rağbet olunması ve nâfilelelerin efdali nikâh olması, burda
geçen sırra delâlettir. Bunun için kâmillerin nikâha (ma’nevî) hırsları
vardır. Zîrâ nikâh yakınlık zevkini ve vuslatı kapsar. Bu ma’nâ için
kâmiller bekâ âlemine gönderildiler. Çünkü fenâ âleminde zât ve sıfatın
izdivâcı yoktur. Belki sadece zât vardır. Zevk ise izdivacdadır. Bu sırr için
hadisde “Senden
senin yüce vechine nazar etmenin lezzetini niyaz ederim” buyrulur.
Evliyâ’nın
Nefhi (nefesi)
Evliyânm
nefhi ile rûhânî haşr meydana gelir. Bu
cismâniyyet kabrinden rûhâniyyet mevkiine geçiş demektir. Bu hal hayvânî
sıfatları öldürdükten sonra olur. Bundan sonra kaabiliyyetli olanlara bir
haşir daha vardır. O da enâniyyet kabrinden rabbânî hüviyyet mevkiine
geçişdir. Fenâ cesed ve ruhla olur. Cesedle mevcud olma annelerin doğurmasıyla
zorunludur, hissîdir. İkinci varoluş rûhun doğumu iledir. Onun vâlidi Hakk’ın
nûrudur. Buna ikinci doğum derler ki ma’nevîdir. Annenin doğurduğu cismânî
olup “kâleb” (kalıp) denir. Rûhun doğurduğu ise rûhânî olup “kalb” denir.
Züleyhâ’nın
nefsi, mutmainne mertebesine erişince Yusuf onu tezevvüc etti. Ondan sâlih evlâd zuhûr etti ki
kalbdir. Bundan anlaşıldı ki mutmainne nefs mertebesinde olan taallukâtın hepsi
hakîkîdir. Ma’nevî nikâha yakındır. İşte burada hevâ ehli tezkiye ehlinin
nefisleriyle nefislerini kıyas ederler. Ancak arada fark vardır. Bil ki kan
misk olunca diğer kanlar onunla beraberlik iddia edemez.
Nikâh-Hilâfet
İlişkisi
Suret
zâhir âleminin, ma’nâ bâtın âleminin halîfesidir. Hilâfet her ikisi ile tamam
olur. Ma’nevî doğum olmazsa hilâfet tam olmaz. Bunun için evliyânın
nefhi lâzımdır. Bu iş verimli araziye tohum atmak gibidir. Tohumdan taze tâne
bittiği gibi nefesin nefhinden de taze mevlûd hâsıl olur. Nitekim Cibril’in
nefhiyle Meryem’in bâtınından İsâ doğdu. Bundan dolayı Meryem tabiatın
suretidir. Kalem-i a’lânın hareketi onun üzerine bina edilmiştir.
İnsanın
vücûduna iki türlü şehvet konmuştur. Biri
sûrî silsileye diğeri ma’nevî silsileye sebeptir. Âyette “Sizin için bir
kalma bir de emanet yeri vardır” (En’am 98) buyrulur. Buna göre nutfenin
yeri anne rahmi, emanet bırakılan yer pederin sırtıdır. İkisinin izdivâcıyla
sûrî veled olur. Evliyânın nefesinin yeri kabiliyyetli kişiler, emanet
bırakılan yer ise fâil ruhun zahrıdır. İkisinin birleşmesinden ma’nevî veled
hâsıl olup hilâfet mertebesine erişir.
Kaynak:
İsmail Hakkı Bursevî, (TUHFE-I
ATÂİYYE), Kabe ve İnsan, Veysel AKKAYA,
İnsan Yayınları: İstanbul 2000, sh: 89-93
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar