KABAĞI ÇATLAYAN EŞEKLER İÇİN “HAR” TAHLİLİ
Not: Hz.
Mevlâna Celâleddin Rumî kuddise sırruhu'l-âlî Efendimizin "Kabak
Hikayesi"ni anlamayan kitap okumuş (!) [eşekler]in tahlilini yapabilmek
için bu makaleyi okumanızı tavsiye ederim.
Hz.
Mevlâna, yıllarca okutulacak/okutulmuş Mesnevî-i Şerifini yaralayacak [olsa]
bir hikayeyi eserine almasındaki hikmeti kavramak, gerçekten erişilmesi yüce
olan hikmet bilgisine sahip olmanın seviyesini bizlere izah edecektir.
Ahmet ÖGKE
Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı, e-mail: ahmetogke@hotmail.com
Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı, e-mail: ahmetogke@hotmail.com
"Eşek
olduğunu bilmeyen, hakîkaten eşektir!" [1]
(Hz. Mevlânâ)
Abstract
The Metaphor of
Donkey in the Masnawî of Mevlana
It is seen that to be referred to metaphorical
way of expression very often to express abstract meanings in the fields of
Islamic mystic thought and its literature also which deal with as a basic theme
a metaphysical universe beyond the physical world and internal universe of man
(spiritual/psycholocial structure of man) rather than his external/outward
structure. In this context metaphor of donkey was used in Islamic mystic
thought generally to express meanings such as self (one's desires)/ the person
who couldn't keep oneself from psychical virtues/the person who filled his
heart and his mind with worldly goods (wealty) and vain and useless talks
(speechs) and feelings/ and the scholar who don't act according to his
knowledge. In our this study we are going to seek answers of this basic
question: "I wonder if Mawlânâ had used metaphor of donkey in his Masnawî
in which meaning?" Our this study is aiming to make a contribution to be
understood well better refinements of language which Mawlânâ used and to be
interrogated negativ and unjustifiable criticisms which are directed towards
him.
Key words: Mawlânâ, metaphor, donkey, scholars of
external/outward, self/one desires, love.
Özet
Fiziksel dünyânın ötesinde metafizik bir âlemi
ve insanın zâhirinden çok iç dünyâsını (mânevî/rûhî yapısını) kendine temel
konu edinen Tasavvuf düşüncesi ve edebiyâtı alanında da soyut mânâları ifâde
etmek için metaforik anlatım biçimine sıkça başvurulduğu görülmektedir. Bu
bağlamda tasavvuf düşüncesinde "eşek" metaforu, genellikle
"nefs/nefsânî hasletlerden kendini kurtaramamış kimse/gönlünü ve zihnini
dünyâlıklarla, boş ve faydasız söz ve duygularla dolduran kişi ve ilmiyle amel
etmeyen âlim" gibi mânâları ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Biz de bu
çalışmamızda, "Acaba Mevlânâ, Mesnevî'sinde "har (eşek)"
metaforunu hangi anlamlarda kullanmıştır?" temel sorusunun cevaplarını
arayacağız. Bu yönüyle çalışmamız, Mevlânâ'nın kullandığı dilin inceliklerinin
daha iyi anlaşılabilmesi ve ona yönelik birtakım olumsuz ve haksız
eleştirilerin sorgulanması noktasında katkı sağlamayı hedeflemektedir.
Anahtar
Kelimeler: Mevlânâ, metafor, eşek,
zâhir ulemâsı, nefs, aşk.
Mecaz ya da metafor, ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamının dışında
kullanılan kavram. Ad değişimi olarak da bilinir. Mecâz sanatı, anlatımı daha
etkili kılmak ve söze canlılık kazandırmak amacıyla yapılır. Söze güzellik,
güçlülük, canlılık, zarafet, derinlik veya genişlik verir.
Yunanca "öte" anlamına gelen meta sözcüğü ile "taşımak,
aktarmak, götürmek" mânâsındaki phoros kelimelerinin bileşiminden oluşan metapherein sözcüğünden türetilen[2]
metafor, "Bir deyimi/ifâdeyi, anlamlı
bağlantısı olan bir başka deyim/ifâde ile mecâzî olarak anlatmak"[3]
şeklinde tanımlanır. Öteden beri metaforlar, çeşitli din ve kültürlerde soyut kavramların
bir tür ifâde aracı olarak kullanıla gelmiştir. Mecaz, istiâre, teşbih, kıyas, mesel, kinâye ve sembolik imgelem gibi edebî söz sanatlarını
da içine alan metafor, daha çok şiir (poetik) ve belâgat (retorik) alanlarında kullanılan edebi bir sanat olarak görülmekle birlikte,
felsefe ve düşünce alanında kendisine sıkça
başvurulan bir anlatım
biçimi olarak
karşı- miza çıkmaktadır.
Fiziksel dünyânın ötesinde
metafizik bir âlemi ve insanın zâhirinden çok iç dünyâsını (mânevî /rûhî
yapısını) kendine temel konu edinen tasavvuf düşüncesi ve edebiyâtı alanında
da soyut mânâları ifâde etmek için metaforik anlatım biçimine sıkça başvurulduğu görülmektedir. Bu
anlatım tarzında, çoğunlukla görünür dünyâda yer alan motiflerden (tabiat,
bitki, hayvan vb. unsurlardan) hareketle, duyu organlarıyla algılanıp tecrübe
edilemeyen konular îzah edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda tasavvuf
düşüncesinde “eşek" metaforu, genellikle “nefs/nefsânî hasletlerden
kendini kurtaramamış kimse, gönlünü ve zihnini dün- yâlıklarla, boş ve faydasız
söz ve duygularla dolduran kişi ve ilmiyle amel etmeyen âlim" gibi mânâları ifâde etmek
üzere kullanılmıştır.
Esâsen eşek kelimesinin
sözlükteki anlamlarına bakıldığında, şu bilgilerle karşılaşılır: "Tek
tırnaklılardan, attan küçük, ince bacaklı, iri başlı, büyük kulaklı binek ve
yük hayvanı; merkep, har, hımâr. Mecâzen; kaba, inatçı, ahmak ve kabiliyetsiz
kişi."
Eşekle ilgili bâzı deyimler
ve anlamları da şöyledir:
"Eşek başı: Söz
dinlemez, lâftan anlamaz kafa; sözü dinlenmeyen, küçümsenen kimse.
Eşek cilvesi: Kaba-saba naz ve kırıtma.
Eşek inadı: Aşırı ve kırılmaz inat.
Eşek kadar olmak: İyice büyümek, aklı erecek
yaşa gelmek.
Eşek sudan gelesiye: Çok uzun süre.
Eşek şakası: Kaba ve rahatsızlık veren
şaka.
Eşekten düşmüşe dönmek: Çok gülünç ve alçaltıcı
duruma düşmek.
Tanım ve deyimlere bir bütün
olarak bakıldığında, eşeğin, dış görünüş bakımından biraz sevimsiz, huy olarak
da kaba-saba, sözden anlamaz, inatçı, ahmak ve yeteneksiz olma özellikleri öne
çıkmaktadır.
Edebiyâtımızda, Farsça'daki “Har" kelimesiyle karşılanan eşeğin konu edildiği “Har-nâme" adında ayrı bir tür de
vardır. Bu türün Türkçe'deki en meşhur örneği, Şeyhî'nin (Yûsuf Sinân,
Germiyanlı) (ö.834/1431) Har-nâme'sidir.
Mesnevi
tarzında, 126 beyit hâlinde yazılan ve dört ana bölümden oluşan bu eser,
"Türk mizah ve hiciv edebiyâtının şâheserlerinden biri"[5]
olup, "nev'inin müstakil bir eser olarak bilinen manzum ilk örneğidir."[6]
Ana tema olarak konusunu, İranlı mutasavvıf şâir Emir Hüseynî'nin (ö.719/1320) Zâdü'l-Müsâfirîn adlı eserindeki küçük bir eşek hikâyesinden alan[7]
Har-nâme'nin Osmanlı pâdişahların- dan
Çelebi Sultan Mehmed'e mi, yoksa II. Murad'a mı sunulduğu husûsunda iki farklı
görüş olmakla birlikte, ikinci görüş ağırlık kazanmaktadır.[8] Hattâ, bu
iki görüş telif edilerek, her iki pâdişâha da ayrı ayrı sunulmuş olabileceği
ihtimâlinden de söz edilmiştir.[9]
Fâilâtün
(feilâtün)/mefâilün/feilün (fa'lün) vezninde yazılan eser, 12 beyitlik tevhid ve na't kısmıyla başlar ve bunu 26
beyitlik Sultan II. Murad'a mehdiye bölümü izler. Daha sonra: “Bir eşek var idi zaîf ü nizâr/Yük
elinden katî şikeste vü zâr" beytiyle başlayan "münâsebet-i
hikâyet" başlığıyla asıl konuya geçilir. Hikâyenin baş kahramanı, sürekli
yük taşımaktan harap ve bîtap düşmüş bir eşektir. Bir gün otlakta gördüğü semiz ve boynuzlu sığırlar gibi olmaya özenen eşeğin başından geçenlerin mizâhî
bir dille anlatıldığı ve “haddini
aşan kimselerin karşılaşacakları kaçınılmaz son "un tasvîr edildiği Har- nâme, 9 beyitlik pâdişah medhiyesi ve "Şeyhî"
mahlasının zikriyle sona erer. Yaklaşık 1000 beyitlik meşhur Hüsrev ü Şîrin manzûmesini kendisine
sunduğu Sultan II. Murad tarafından çeşitli ikram ve ihsanlar verildikten sonra
memleketi Germiyan'a dönerken yolda harâmîlerin
saldırısına uğrayan ve canını zor kurtaran Şeyhî'nin, Har-nâme'yi, bu olayı ve kendi hâlini
tesbit ve hicvetmek için yazdığı rivâyet edilir. Bir başka rivâyete göre ise
Şeyhî, pâdişâha sunduğu Hüsrev ü
Şîrin
manzûmesini, "tercümedir ve takdîre lâyık değildir" diye kötüleyen
ve bu yüzden de çeşitli ikram ve ihsanlardan yararlanmasına engel olan hasımlarını
hicvetmek maksadıyla Har-nâme'yi yazmış ve bunu da pâdişâha
sunmuştur.[10]
Çeşitli kütüphânelerde 6 adet elyazması nüshası tesbit edilen,[11]
ilk kez M. Fuad Köprülü'nün tanıttığı,[12] Millet
Ktp., Ali Emîrî Efendi Böl., no: 238'de kayıtlı elyazması nüshasının (Şeyhî Dîvânı içinde) Türk Dil Kurumu'nca
tıpkıbasımı yapılan,[13]
daha sonraları Tâhir Olgun tarafından nesre çevrilip anlaşılması güç
kelimeleri îzah edilerek tab' ettirilen[14] ve Faruk
Kadri Timurtaş tarafından da yayınlanan[15] bu
manzûme; dilinin tabiîliği, tasvirlerinin canlılığı ve kuvveti, hicvetmede
haysiyetsizliğe düşmeyen seviyesi ile aynı zamanda kendi türünde bir sehl-i mümtenîdir.[16]
“Eşek" sözcüğünün Arapça karşılığı olarak kullanılan
“el-Hımâr" kelimesinin, Kur'ân-ı Kerîm'de -değişik varyantlarıyla
birlikte- beş ayrı yerde geçtiği görülmektedir: Bir yerde (Cuma, 62/5), kendilerine kutsal
kitaplardan Tevrat indirildiği halde onunla amel etmeyen Yahudiler ve Yahudi
âlimleri, “sırtında
ciltlerle kitap taşıyan eşek"[17] metaforuyla anlatılmıştır.
Yine bir başka âyette, “Yürüyüşünde
tabiî ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini, elbette eşeklerin
sesidir" (Lokman,
31/19) buyrularak, bâzı kötü huylar, eşeğin hoş olmayan, sevimsiz birtakım özelliklerine
benzetilmek sûretiyle yerilmiştir. Müddessir sûresinde de öğütten/nasihatten
yüz çevirip kaçan kimseler, “aslandan ürküp kaçan yaban eşek- leri"ne[18] (Müddessir, 74/49-51)
benzetilmiştir. Bakara sûresi 259. âyette ise, öldükten sonra yeniden
dirilmeyi îzah etmek üzere anlatılan bir sahnede, ölümünün üzerinden 100 yıl
geçtikten sonra yalnızca kemikleri kalmış bir eşeğin yeniden dirilerek ete kemiğe bürünüp canlanması
olayı[19]
(Bakara, 2/259) anlatılmaktadır. Nahl sûresinde eşeklerin, atlar ve katırlarla
birlikte hem binek hayvanı ve hem de bir ziynet olarak insanlar için
yaratıldığı[20]
(Nahl, 16/8) ifâde edilmektedir.
Biz, bu çalışmamızda, “Acaba Mevlânâ, Mesnevî'sinde “har (eşek)" metaforunu hangi anlamlarda
kullanmıştır? " temel sorusunun cevaplarını
arayacağız. Bu bağlamda, Mevlânâ'nın Mesnevî'de sıkça başvurduğu “eşek" metaforuna yüklediği anlamları ortaya koymaya
gayret edeceğiz. Bu yönüyle çalışmamız, Mevlâ- nâ'nın kullandığı dilin inceliklerinin daha iyi
anlaşılabilmesi ve ona yönelik
birtakım olumsuz ve haksız eleştirilerin
sorgulanması noktasında katkı sağlamayı hedeflemektedir.
Şimdi, Mevlânâ'nın Mesnevî'de “eşek" metaforuna yüklediği
anlamları, yedi başlık altında incelemeye çalışalım:
"Aşırı derecedeki sevgi ve muhabbet,
sevginin son mertebesi, sevginin insanı tam olarak hükmü altına alması"
şeklinde tanımlanan aşk, mutasavvıflara göre
varlığın aslı ve yaratılış sebebidir. Aşk, sevenin sevgilisinde kendini yok etmesi; öyle
ki, aşkın yok, sâdece mâşûkun var olması, her şeyin ondan ibâret olması hâlidir.
Dünyevî aşk, mecâzî/tabiî aşktır. Asl olan ise, hakîkî/ruhânî aşka, yâni Allah aşkına erebilmektir. Şu kadarı da
var ki, Allah aşkını derinden hisseden kimse, ilâhî güzellikten diğer
varlıklara yansıyan güzellikleri de sever. Yâni o, yaratandan ötürü,
yaratılanı sever. Buradaki aşk, güzele değil, güzelliğedir. “Mecâzî aşk, hakîkî aşkın köprüsüdür" sözü bunun için
söylenmiştir.[21]
Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî'nin "aşktan habersiz insan aklı"nı tasvir ederken başvurduğu en
temel benzetme, "çamura saplanıp kalmış eşek" metaforu- dur.
O, şöyle der: "Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı
kaldı. Aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti." (I/10).[22]
Akıl, aşkı îzah etme
husûsunda, “çamura
batmış eşek" gibi
debelenir durur; debelendikçe de daha bir çamurun içine batar.[23]
A şkın ve âşıklığın nasıl bir şey olduğunu, en iyi yine âşık olan biri
açıklayabilir. Aşk
yarasını da
yine âşık olan biri iyileştirebilir. Zira aşktan habersiz kimse, “kuyruğunun altına diken
batmış eşek"
gibidir:
“Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu
oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar./Zıplar durur, zıpladıkça da
diken daha kuvvetti batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzımdır/Eşek,
dikeni çıkarabitmek için can acısıyla çifte atar durur ve yüz yerini daha
yaralar.” (I/12-13).
Nasıl ki o dikeni çıkarmaya eşeğin aklı, tecrübesi ve bilgisi
yetmezse, aşktan nasîbi olmayan kişi de aşkı îzah edeyim derken, kafasını
gözünü yaralar; mahv u perişan olur ve bu konuda âciz kalır. O dikeni oradan, ancak, aşk acısını tadan, aşk yarasını bilen bir üstad
çıkarabilir; yâni, aşkı en iyi biçimde, aşktan nasîbi olan kâmil bir insan
anlatabilir. Zira aşk,
akıldan öte,
bir gönül işidir. Gönül, tinsel
sezginin/rûhî mükâşefe müşâhedenin kaynağıdır. Varlığın hakîkatine ancak aşk ile ulaşılabilir. Akıl, hakîkate ilişkin birtakım
verileri bize sunabilir; ama tek başına hakîkati yakalayamaz ve kavrayamaz.
Zira akıl, sonuçta gramere
mahkûmdur; ruh ve gönül ise bu tür bağlardan
âzâdedir. İşte bu yüzden aşk, bir ilim ve akıl işi
değil; bir ruh ve gönül işidir. Bu gerçeği, divan şâiri Fuzûlî şöyle ifâde
ediyor: Aşk imiş
her ne var âlemde/İlim bir kıyl ü kal imiş ancak.[24] Dolayısıyla sâdece akılla yol alınamaz. Çünkü Allah'a giden yol,
insanı yokluğa götüren, izâfî ve geçici varlığı terk ettiren, irâdeyi yalnızca
Allah'ın irâdesine bıraktıran bir yoldur. Bu yolun duraklarını akıl bilemez. Akıl, ancak
yaşadığımız şu sonlu, fiziksel varlık âlemini düzenlemeye çalışır. Onun sonsuz
metafizik âlemden haberi yoktur.[25]
Ancak burada Mevlânâ'nın yetersiz
gördüğü akıl,
küllî akıl değil,
cüz'î
akıldır. Küllî akıl (akl-ı maâd), "Allah'ın
kudretinden ilk önce ortaya çıkan akıldır; Hakîkat-i Muhammediyye'dir."[26]
Fiziksel dünyânın ötesini, metafizik âlemi de kavrayabilen akıldır. Cüz'î akıl (akl-ı maâş) ise, dünyâ işlerini ve
tabiat âlemine âit meseleleri idrak eden, ancak tabiat ötesini kavrayamayan
akıldır. Çeşitli düşünce kurallarına ve kalıplarına, kıyas ve mantık esaslarına
gereksinim duyan bu akıl ile metafizik konular gereği gibi bilinip kavranamaz.
Esâsında tek bir hakîkatten ibâret olan akla, her iki yönelişi açısından, bu
iki ayrı ad veril- miştir.[27]
Bu konuda Mevlânâ şöyle der:
"Akıl dediğin nedir? Akıl sâhibinin akl-ı küllü. Cüz'î akıl da akıldır;
ama pek makbul değildir." (I/265).
O, küllî akıldan kaçan ve cüz’î akla sığınmakta
yetinen insanları, “aslandan kaçan yaban eşekten’ne benzetir: “Şu halde ey
garip adam! Aslandan kaçan yaban eşeklerine benzedikten sonra, senin ne şerefin
var ki?!/Eşek, işe yaradığı için öldürülmekten kurtulur. Fakat yaban eşeği
olursa kanı mübahtır./Gerçi eşekte akıl ve iz ’an yoktur, ama yine de bu özrü
onu affedilmeye lâyık kılmadı./İşte ey yüce sevgili! İnsan, akıllı olduğu
halde, o nefesten (Peygamberlerin ve velîlerin öğütlerinden) kaçar,
vahşileşirse, nasıl mâzur olur?” (I/265). “(İşte, kendini) akıllı sanan biri),
evliyâdan kaçarsa o, hayvanlar zümresine geçer.” (Nahifi Terc, I/800-801).
Görüldüğü gibi Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Kur'an'da Müddessir sûresinde kullanılan “aslandan kaçan yaban
eşeği"
(Müddessir, 74/50-51) metaforunu burada aynen iktibas etmiş ve tıpkı ilgili
âyetteki gibi, küllî akıldan kaçıp cüz'î akla sığınmak sûretiyle peygamberlerin
ve velîlerin öğüt ve tavsiyelerinden (tezkire) kaçan kimseleri “aslandan kaçan yaban eşeği"ne benzetmiştir.
Tasavvuf yolunda kendine önderlik eden, yol
aldıran mürşidini, her ne sebeple olursa olsun, imtihan etmeye kalkışan mürîdi “eşek" metaforuyla îzah eden
Mevlânâ, şunları söyler:
“Mürid, önden giden, kendine kılavuzluk eden şeyhi
sınamaya kalkışırsa eşektir./Din yolunda onu sınamaya kalkıştın mı, a
hakikatten haberi olmayan, sen sınanmış otursun. ../Bu cüretinle ancak senin
bilgisizliğin açığa çıkar yoksa ona, senin bu imtihanından bir zarar gelmez./A
yiğidim, birzerre, dağı tartmağa kalkışırsa, terâzisi parçalanır gider !/Onlar
da kendi akıllarınca bir terâzi düzerlerde Tanrı erini tartmağa
kalkarlar!/Halbuki o, akıl terâzisine bile sığmaz, akıl terâzisini bile kırar,
parçalar!” (IV/31).
Bu tür dervişleri, dervişliği özüne, yaşantısına,
ahlâkına indirememiş, şekil ve görüntü bakımından "derviş gibi"
görünen “sûret
dervişleri" olarak
tanımlayan Mevlânâ Celâleddin, bu kimselerin “eşekliklerinin bâkî olduğunu
söyler: “Sûre-
tâ derviş olan, o zekâtı, o arılığı nereden tadacak? O, mânâdır; “faûlün
fâilât" de- ğil./Îsâ'nın eşeğinden şeker esirgenmez; ama eşek, arpadan
ottan hoşlanır./Şeker, eşeği neşelendirseydi, önüne tonlarca şeker
dökerdin." (VI/15; Nahîfî Terc.,
VI/50-51).
Nefs ile ruh, insan bünyesi üzerinde sürekli bir hâkimiyet
kurma savaşı vermektedirler. Ruh, insana, fıtratına uygun olanı; nefs ise hep aykırı olanı salık
vermektedir. İşte bu durumu Hz. Îsâ ve eşek metaforlarıyla anlatan Mevlânâ, rûhu- nun gıdâsını (zikir ve
mânevî ilimler) ihmâl edip sürekli nefsini (hayvânî ve şehevî duygularla) besleyen eşek mîzaçlı kimselere şöyle
seslenmektedir:
“Sen, Îsâ ’yı bıraktın da eşeği besledin Hulâsa, eşek
gibi perdenin ardında kaldın./İlim ve mârifet, Îsâ’nın tâlihidir, ey eşek
sıfatlı, eşeğin şansı değil./Eşeğin anırmasını duyar, acırsın. Hatbuki
bilmezsin ki eşek, sana eşeklik telkin ediyor./Îsâ’ya acı, eşeğe değil!
Tabiatını aklına baş etme!/ Bırak tabiatını, ağlaya dursun Sen, ondan al, canın
borcunu öde!/Yeter artık, yıllarca eşeğe kul olduğun. Bil ki eşeğe kul olan,
eşekten beterdir./“Onları geride bırakın” sözünden murat, nefsindir. Nefs
geride, aklın ileride gerek. Bu aşağılık nefs de eşekte aynı mîzaçta. Gece
gündüz bütün düşüncesi, yem kaygısı./Îsâ’nın eşeği gönül feyzini bulmuş,
akıllıların makamında konaklamıştır. /Çünkü akıl galebe çalınca, eşek
zayıflar. Zira eşek, şişman ve kuvvetli biniciden dolayı zayıflar. /Ey eşeğe
değer veren! Aklının azlığından dolayı bu hakir eşek, ejderha kesildi/Gönlün
Îsâ’dan hastalandıysa, yine ondan iyileşir, sıhhat yine ondan getir, onu
bırakma!” (II/142).
Mevlânâ, nefs eşeğini hak yola sokabilmek için,
tasavvufun en temel nefsi terbiye yöntemlerinden biri olan, "onun
isteklerinin zıddını yapma"yı tavsiye etmektedir:
“Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve
görenlerin yoluna sür.
Onu boş bırakma,
yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği sever.
Gaflet edip de
bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır.
Eşek yol
düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar
telef olup gitmişlerdir.
Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et;
doğru yol, o aykırı yoldur” (I/237).
Bir başka yerde nefsi, “yükten kaçan
eşeğe"
benzeten Mevlânâ, onu terbiye etme yollarından biri olan "sırtına sabır ve şükür yükünü yükleme"yi de salık
vermektedir:
“Mâna odur ki seni senden alır; suretten müstağni kalır.
Seni kör ve sağır eden, insanı, surete bir kat daha âşık
eyleyen, mâna olamaz.
Köre nasip olan, ancak gam arttıran hayallerdir. Gözün
nasibi bu fâni hayallerden ibarettir.
Körler, Kuran’ın harflerini ezberlemişlerdir. Eşeği
görmezler de semeri dövüp dururlar!
Gözün açıksa kaçan eşeği gör; ey puta tapan, niceye dek
semercilik?!
Eşeğin oldukça semer de mutlaka bulunur.Canın oldukça
ekmeğin mutlaka az çok gelir.
Eşeğin sırtı hem dükkândır, hem mal, hem mal kazanılacak
yer. Kalbinin incisi, yüzlerce kalbe sermayedir.
Ey boşboğaz,
eşeğe çıplak bin. Peygamber, çıplak binmedi mi?
Peygamber, çıplak eşeğe bindi. Yaya yürüdü de denmiştir.
Eşek nefsin kaçıyor, onu bir kazığa bağla. Ne zamana
kadar işten, yükten kaçacak?
İster yüz yıl olsun, ister otuz yıl. Mutlaka sabır ve
şükür yükünü yüklemeli.” (II/55-56, Nahîfî Terc., II/166-169). “Hoplayıp
zıplayıp duran eşeğin sırtına taş yükünü vur! O kaçmadan, sıçramadan önce,
sırtına yükü yükle !” (V/115).
Kötü huyların barınağı
konumundaki nefsi eşeklikten kurtarıp arındırabil-
mek için, mutlaka kâmil bir mürşidin terbiyesine sokmak lâzımdır. Zira “Ölmüş eşek tuz gölüne
düşünce, eşekliği, murdarlığı geçmişte kalır." (II/102). Burada tuz, "koruyucu" ve
"arındırıcı" olma özelliğiyle, mürşidi simgelemektedir.
Peki, bu nefs eşeğinin insana hiç mi faydası yok?
Bu sorunun cevâbını Mev- lânâ, Mesnevî'nin konumuzla ilgili en vurucu örneği olan kabak hikâyesinde (V/111-119; Nahîfî
Terc., V/268-287) verir. Hikâye, bir câriyenin eşekle ilişkisini anlatır. İç içe geçmiş iki türlü
metaforik anlatımın ustalıkla örüldüğü bu hikâyeyi burada uzun uzadıya anlatmak
yerine, yalnızca metaforik çözümlemesini vermekle yetineceğiz:
Ön plândaki metaforik anlatıma
göre, hikâyenin baş kahramanı olan eşek, nefsi simgelemektedir. Esâsen bunu, Mevlânâ bizzat
şöyle açıklamaktadır:
“Bitki bu hayvan nefs, bir eşektir. Onun altına düşmekse,
ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir./Eğer şehvet hırsıyla can verirsen, bil ki
sen de o kadından daha alçaksın!/Tanrı, nefsimize eşek sûretini vermiştir,
çünkü suretler huylara uygundur./Kıyâmet gününde sırların açığa çıkması, işte
budur. Tanrı hakki için, eşeğe benzeyen nefsten kaç!” (V/116).
Hikâyedeki câriyenin
sahibesi konumundaki kadın ise şehvet, hırs, sabırsızlık
vb. gibi yerilen nefsânî
hasletlere kapılmış,
üstelik, bu gibi kötü huylardan kurtulmak için kendine bir yol gösterici arayıp
bulmamış mürşitsiz
kişiyi simgelemektedir.
Bu mânâya da Mevlânâ, şu beyitleriyle işâret etmektedir:
“Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı, eşeği bile
Yûsuf gibi dünyâlar güzeli bir sevgili gösterir./.. ./Hırs, çirkinleri güzel
gösterir. Yol âfetleri içinde de şehvetten beteri yoktur./. ./Bir eşeği bile
Mısır’ın Yûsuf’u gibi güzel gösterdikten sonra, o çıfıt, bir Yûsuf’u acaba
nasıl gösterir?” (V/114).
Kadının mürşidsiz işe kalkışmasını da şu
beyitleriyle yermektedir:
“Ustasız iş yapmak
stedin, bilgisizlikte canınla oynamaya kalkıştın/Benden eksik bir bilgi çaldın;
çaldın ama, tuzağın nasıl bir şey olduğunu sormayı ihmâl ettin./. . ./Yalnızca
görünüşe kapıldın. Halbuki içyüzü senden gizliydi. Usta olmadan dükkân
açtın./... Fakat a haris! Neden kabağı görmedin? Yoksa eşeğin aşkına o kadar mı
dalmıştın ki, gözüne kabak görünmedi?!” (V/117).
Bu beyitlerden de
anlaşılacağı üzere, hikâyenin üçüncü kahramanı câriye de işin ustası olan mürşidi sembolize etmektedir. O, nefs eşeğiyle nasıl ilişkiye
girileceğini, onunla iyi geçinmenin ve hattâ onun faydalı yönlerinden yararlanmanın,
bu sâyede de ondan zarar görmek yerine zevk almanın sırlarını iyi bilen, ehil
kişidir. İşte, tasavvuf yolunda da yalan yanlış, eksik bilgisiyle ve "ben
artık oldum" vehmiyle mürşidsiz yola koyulanın başına gelecek kaçınılmaz
son, hikâyedeki "kabağı görmeden eşekle ilişkiye giren kadın" gibi olacaktır. Nihâyet
hikâyedeki kabak ise, nefs terbiyesini temsîl etmektedir. İnsan
ile nefsi arasında “mesâfe" işlevi gören kabak (nefs eğitimi) sâyesinde kişi, nefsinin
zararlarından korunabilmekte ve onun faydal ı yönlerinden istifâde
edebilmektedir.
Söz
konusu hikâyenin geri plândaki metaforik anlatım unsurlarını çözümlediğimizde
ise daha farklı ve ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ana fikir olarak, “olaylara yalnızca
zâhir gözüyle bakmanın insanı sürükleyeceği felâketlerin sonuçları "nın
işlendiği bu çözümlemeye göre, baş kahramanımız olan eşek, “mânevî
ilimlerden yoksun olmakla birlikte Cenâb-ı Hakk'ı, insanı ve evreni yalnızca
dış görünüş bakımından, zâhirî bakış açısıyla yorumlamaya kalkışma
ameliyesi"ni sembolize etmektedir. Olayların bâtınını, içyüzünü ve
birtakım inceliklerini kavramaktan uzak olan bu eksik
zâhirî bakış, tıpkı hikâyemizdeki eşek gibi, sâhibini iğfâl ederek onun işini
bitirir. Bu durumda hikâyedeki kadın ise, mânevî ilimlerden habersiz, yalnızca
zâhirî bakış açısıyla hüküm veren zâhir ulemâsını ve onların fikirlerine
kapılan kimseleri; câriye de işin derinliklerine ve inceliklerine vâkıf olan
mânevî ilim sâhibi kimseleri simgelemektedir. Nihâyet hikâyedeki kabak ise
mânevî bakış açısını, yâni mârifet ve hikmeti ifâde etmektedir.
Burada metaforik
çözümlemesini verdiğimiz Kabak
hikâyesinin, M.S.
II. yüzyılda yaşamış bir Latin yazar olan Apuleius'tan (d. 124 - ö. 170)
alınmış olduğu da unutulmamalıdır. Onun, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından
"dünyâ edebiyâtından tercümeler-Lâtin klâsikleri" arasında 27
numarada yayınlanan Altın
Eşek adlı
kitabında[28]
aynı hikâyeyi anlattığı görülmektedir. Mevlânâ'nın kronolojik olarak
kendisinden yaklaşık 11 asır [1100 (yazıyla: binyüz) sene] kadar önce yaşamış
olan bir yazarın kitabında geçen söz konusu hikâyeyi alıp bize aktarması, “Hikmet mü'minin yitik
malıdır; nerede bulursa onu alır"[29] ilkesinin bir gereği,
yansıması ve sonucu olsa gerektir. Bu demektir ki, içinde yaşadığı Doğu
kültürüne vâkıf olduğu kadar, hemen yanı başındaki Batı'dan da haberdar olan
bir Mevlânâ ile karşı karşıyayız. Belki onun büyüklüğü, biraz da buradan
kaynaklanmaktadır. Esâsen bu durum, Mesnevî'den veya Mevlânâ'nın başka herhangi bir
eserinden herhangi bir kısmın -deyim yerindeyse- "cımbızla
çekilerek", onun birtakım seviyesiz ithamlara mâruz bırakılmasının ne
kadar yanlış olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Konuyla ilgili Şefik Can merhûmun
değerlendirmesi, başka söze mahal bırakmayacak niteliktedir: "Bu arada,
bir câriyenin eşekle sevişmesi gibi meşhur hikâye
de, Latin şâir Apuleius'un Altın Eşek kitabından alınmıştır Apuleius'un Altın Eşek'ini okuyanlar insan tabiatının süflî arzularını
ifâde eden bu kitabı alkışlarken, aynı hikâye Mevlânâ'nın Mesnevî'sinde olunca hor
görülmüştür. Bu görüş tamâmiyle bîtaraf değildir. Garez gelince insanın gözü
kör oluyor, hakîkati göremiyor."[30]
Mevlânâ, nefsânî/bedensel şehvet ve sıfatların
boyunduruğundan kurtulamamış kimseleri, “kart eşekler" olarak tasvîr etmektedir. Çünkü onların elleri eğri, ayakları eğri,
gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğridir. Yâni onlar, nefs-i
emmârelerinin güdümünden kurtulamadıkları için yanlış işler yaparlar; kötü
yollara düşerler; gözleri hatâ ve kusurdan başkasını görmez; muhâtapla- rına
ihânet ve nefretle bakarlar; güzeli değil çirkini, doğruyu değil eğriyi görürler;
durduk yerde öfkelenirler, sebepsiz yere kızarlar; savaşı bile kuralına göre
yapmazlar; kalleşçe arkadan vururlar (I/206).
Mevlânâ, nefsânî/bedensel
şehvet ve arzuların esâretinden kurtulamamış, bedenen güçlü kuvvetli bir
kişiyle; bedensel güç bakımından zayıf olmakla birlikte hırs, kin, nefret,
şehvet, öfke gibi nefsin yerilmiş hasletlerinden kurtulmayı başarmış kişiyi
kıyasladığı bir hikâyeyi (V/312-327) anlattıktan sonra mu- hâtaplarına şöyle
seslenmektedir:
“Onda, eşek derin erkeklik gücü (cinsel güç) yoktu, fakat
peygamberlerin erliği vardı./Hırsı, şehveti, hışmı terk etmek erliktir. Bu,
peygamberdik damarıdır./İşte, eşek şehvetini terk edeni, Cenâb-ı Hakk
beylerbeyi diye vasıflandırır./.. ./Erliğin özü budur, öbürüyse dışı,
kabuğudur. Bu cennete, öbürü ise cehenneme götürür./. ./.Erkek, olan budur,
eşeğin erkekliği ise hileden ibârettir.” (V/327, Nahîfî Terc., V/778-779).
Bir
başka yerde de buna şunları ilâve eder:
“Ne arzu ânında bir hatâya düşüyorsun, dağ gibi aklın
saman gibi uçuyor.. ./ve ne de öfke ve kin zamanında sabrın gevşeyip karar ve
sebâtını terk diyor./Erlik budur işte! Yoksa adam, sakalla, tenasül âdetiyle
erkek olmaz! Öyle olsaydı eşeğin âleti, erlerin şâhı olurdu.” (V/302).
Mevlânâ'ya göre, nefsin, “kendini beğenme, gurur,
kibir ve kendinde bir varlık
görme" gibi
yerilmiş hasletlerinden kurtulamayan eşekleri aslan parçalar (I/245).[31] Nitekim
Mevlânâ, insanları bu gibi yerilmiş nefsânî hasletlerden kurtarmak için
çabalayan şeyhlerin (erdemli insanların, bilgelerin) terbiyesinden, öğüt ve
nasihatlerinden kaçan kimseyi, “sahibinden kaçan eşek" metaforuyla îzah etmiştir.
O şöyle der:
“Eşek, sâhibinden eşekliği yüzünden kaçar. Halbuki
sâhibi, onun iyiliğini istediği için peşine düşer./Onu, kendisi bir ayda elde
etmek veya bir zarardan kurtulmak için aramaz. Kurt, yâhut yırtıcı bir canavar
parçalamasın diye arar.” (II/145).
Allah'a giden yolda kurda
kuşa yem olmamak, türlü eziyet ve belâlara mâruz kalmamak için, ayrıca yol
arkadaşlarına (ihvân) da ihtiyaç vardır:
“Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleri ile dopdolu
bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni
aklı ile her an irşat edip yücelten dost.
Tutalım ki ihtiyatlısın da seni kurt kapmadı. İyi ama
topluluk olmadıkça o neşeyi bulamazsın ki.
Yalnız olarak bir yolda neşeli neşeli giden kişinin
neşesi, dostlarla, yoldaşlarla giderse birken yüz olur.
Eşek, ağır canlı olduğu halde eşeğiyle dostu ile giderse
neşelenir kuvvet bulur.
Kervandan ayrılıp, yalnız yol almaya kalkışan eşeğe o
yol, yüz kere daha uzar, o derece yorulur.
O çölü yalnız olarak aşıncaya kadar kaç sopa fazla yer,
kaç kere fazla nodullanır.
O eşek sana der
ki: Eşek değilsen yola böyle yalnız düşme. Sen de bu öğüdü iyi dinle.
Yolu gözeterek tenhaca ve güzel güzel giden, şüphe yok ki
dostlarla daha güzel gider. (VI/43-44; Nahifi Terc, VI/118-119).
Nefsinin esîri olması
yüzünden hevâ ve heveslerinin peşine takılıp giden, dolayısıyla da ayağı
tökezleyip yüz üstü yere düşen ve burnu bir türlü günah pisliğinden kurtulmayan
kimseyi, bakınız, Mevlânâ nasıl tasvir ediyor:
“Eşekliği yüzünden bir ayağı bağlanmış eşek serkeşliğe
kalkıştı mı iki ayağı da boynuna bağlanır!
Eşek, bana bir bağ kâfidir derse aldırış etme! Çünkü bu
iki bağ, o bayağı hayvanın hareketi yüzünden bağlanmıştır!” (IV/122).
Günlerden bir gün, uzun bir yolculuğa çıkan
sûfîlerden biri, sâkinlerinin çoğu yoksul ve garibanlardan oluşan bir tekkeye misâfir
olur ve eşeğini ağıra bağlayıp suyunu
yemini verdikten sonra dinlenmeye çekilir. Günlerdir yokluktan aç-bîtap halde
bulunan tekke mensubu sûfîler, eşeği satıp, parasıyla o gece güzel bir ziyâfet ve
semâ töreni düzenlemeye karar verirler. Tekkeye, “bu gece ziyâfet var, semâ var!" diye bir velveledir, düşer.
Misâfir ise, uzak yoldan geldiği için izzet ü ikrâmın kendisine yapıldığını
sanmaktadır. Ziyâfetten sonra semâ töreni başlamış, dervişler vecd ile
coşmuşlar, ortalık toz duman içinde kalmıştır. Semâ sona doğru yaklaşınca,
dervişler: “Eşek
gitti (har be-reft), eşek gitti (har be-reft)" diyerek ritim tutmaya
başlarlar. Bunu duyan misâfir de onları taklit ederek aşk u şevk ile aynı
sözleri tekrarlar. Nihâyet tören bitmiş, herkes bir tarafa dağılmıştır. Üstünün
başının ve eşyâlarının tozunu toprağını silkeleyen misâfir, toparlanıp yola
koyulmak için ahırdan eşeğini getirmeye gider. Fakat eşek ortalarda yoktur.
Hizmetkârdan eşeğin nerede olduğu sorar. Hizmetkâr: “Bilmiyor musun? Gece, olan
biteni haber vermek için her yanına gelişimde, sen de diğerleri gibi “Eşek
gitti, ey oğul, eşek gitti" diye zikretmekteydin. Ben de durumu
biliyorsun, hakîkaten ârif adammışsın, diyerek geri döndüm" der.
Sûfînin söyleyecek sözü
kalmamıştır. Bilinçsizce onların dediklerini ve yaptıklarını taklit etmenin
pişmanlığını duymaya başlamıştır. Ancak iş işten geçmiş, olan olmuştur.
Tamahkâr sûfîlerin kurbânı olduğunu yeni anlamıştır. Ziyâfete, zevk ve
eğlenceye tamah etmek; onun gözünü, kulağını ve aklını perdelemiş, hakîkati görmesine
engel olmuştur (II/40-45).
Görüldüğü gibi, hikâyenin
baş kahramanı olan eşek, ancak bir gecelik eğlenceye
yetecek “dünyâ
malı" ya da
çok kısa süreli bir “eğlencelik
sermâye" konumundadır.
Öyleyse ona ancak bu kadar değer vermeli; boşu boşuna ona hırs ve tamah göstermemelidir. Aksi
takdirde, “tamah"ın sonunda “tebah (zarar/ziyan)" ile karşılaşmak kaçınılmaz
olacaktır.
Mesnevî'de anlatılan bir başka hikâyeye göre, bir gün
yine sûfîlerden biri seyahate çıkar. Nihâyet bir gece yolu, bir tekkeye düşer
ve oraya konuk olur. Günlerdir sırtına binerek yolculuk ettiği yorgun ve
bitkin eşeğini ahıra bağlar. O sırada
tekkede dervişler, büyük bir mânevî zevk ve huzur içinde, aşkla, şevkle, vecdle
zikir ve murâkabe hâlindedirler. O da onlara katılır. Nihâyet zikir merâ- simi
bitince, misâfir olan sûfîye yemek getirirler. Sûfî, o zaman ahırdaki eşeğini hatırlar ve tekkenin
hizmetini gören kişiye: “Ahıra
git, hayvana saman ve arpa ver!" der ve bundan sonra aralarında şu konuşma
geçer: Hizmetçi: “Lâ
havle... Bu ne gereksiz bir söz! Eskiden beri bu işler benim işim." Sûfî: “Önce arpayı ısla! Çünkü
eşek karttır, dişleri sağlam değil." Hizmetçi: “Lâ havle... Ey ulu, bunu niye söylüyorsun? Bu
hizmet usûlünü, herkes benden öğrenir." Sûfî: “Öncesemerini indir, sırtına da ilâç sür!" Hizmetçi: “Lâ havle... Ey hakîm, benim,
senin gibi yüzbinlerce konuğum geldi; hepsi de yanımızdan râzı olup gittiler.
Konuk bizim canımızdır, bizdendir." Sûfî: “Suyunu ver; ama ılık olsun." Hizmetçi: “Lâ havle... Artık beni utandırıyorsun.
" Sûfî: “Arpaya az saman
karıştır!"
Hizmetçi: “Lâ
havle... Bu sözü kısa kes artık!" Sûfî: “Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz
kuru toprak serp!" Hizmetçi:
“Lâ
havle, a babam, lâ havle de! Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle!" Sûfî: “Eşeğin sırtını tımar
et!"
Nihâyet hizmetçi: “Lâ
havle... Baba, artık utan!" dedikten sonra: “İşte gittim, önce arpa, saman getireyim" dedi ve gitti; ama ahır
aklına bile gelmez. Sûfîyi aldatmanın keyfiyle, birkaç arkadaşıyla birlikte,
sûfînin dediklerine gülmeye, onunla alay etmeye başlar.
Sûfî, uzun süre yolculuk
yapmakta olduğundan gözlerini yumup uykuya dalar. Rüyâsında, bir kurdun eşeğine musallat olduğunu görür:
Kurt, sırtından, uyluğundan onu parçalamaktaydı. Uyanıp: “Lâ havle... Bu ne biçim
saçma rüyâ? Acaba o şefkatli hizmetçi nerede ki?" dedikten sonra yine uykuya
dalar. Bu sefer eşeğini yolda giderken, gâh bir
kuyuya, gâh bir çukura düşüyorken görür. Türlü türlü kötü rüyâlar görmektedir.
Kısacası sûfî, tam bir vesvese içindedir. Zavallı eşek ise, taş toprak içinde,
semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuş haldedir. Yol yürümekten canı çıkmış;
bütün gece yemsiz... Gâh can çekişmekte, gâh ölmek üzeredir. Bütün gece: “Yâ Rabbi, arpadan vazgeçtim,
bir avuçcağızdan da az saman olsa, o bile yeter" diye sayıklamaktadır. Hâl
diliyle “Ey
şeyhler, bir merhamet edin, bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden
yandım!"
demektedir. Nihayet bîçâre eşek, açlık illetinden o gece sabaha kadar yan üstü
yatar kalır. Gündüz olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltir, sırtına
vurur. Eşekçiler gibi, sırtına birkaç da sopa indirir. O köpek hizmetçiden ne
umulursa, eşeğe onu yapar. Eşek, dayağın şiddetinden sıçrayıp kalkar. Dili yok
ki, hâlini söylesin!
Sûfî, merkebe binip yola koyulunca,
mecalsiz eşek, her an yüz üstü düşüp
kalkmaya başlar. Halk, merkep düştükçe onu kaldırmaya
çalışıyor; herkes onu hasta sanıyordu. Birisi kulağını burmakta, öbürü yara var
mı diye damağını yoklamakta, diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü
puslu görmektedir. Sûfîye: “Ey şeyh, bu ne hal? Dün, “şükürler olsun, bu
eşek güçlüdür" demiyor muydun?" derler. Sûfî: “Geceleyin “Lâ havle" yiyen eşek, sabahleyin
ancak böyle gider. Merkebin azığı geceleyin “Lâ havle" olur, hep bu
tesbîhi çeker durursa; gündüzün de işte böyle (“ve lâ kuvvete" olur)
başını secdeden kaldıramaz (yâni ölür gider)!" der (II/13-20).
Sûfî, söyleyeceğini
söylemiştir. Burada sözü alan Mevlânâ, bu hikâyeden çıkarmamız gereken dersleri
şöyle sıralıyor:
“İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam
vermelerine pek emin olma!
Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lâfına
pek kulak asma!
Şeytan’ın ağzından çıkan “Lâhavle”ye kanan kişi, savaşta
o eşek gibi tepesi üstüne düşer.
Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın
hürmetine, hilesine kanarsa,
O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslâm yolunda,
Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir.
Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak
gör,emniyetle yürüme.
Yüz binlerce “ Lâhavle” okuyan Şeytan’a bak; ey Âdem,
iblisi gör,bak nasıl yılanda gizlenmiş!
Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey
sevgili” diye hitap eder.
Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu
tadan kişinin vay haline!
Ağlatıp inleterek kanını dökmek için kasap gibi ayağın
baş kor,sana hitaplarda bulunur.
Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının
yaltaklanmasını daterket,akrabanın yaltaklanmasını da!
Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o
hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan
kişilerin işvesinden iyidir.
İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör yabancı
kişinin işini değil!
Yabancı kişi
kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme düşmen de onun yüzündendir.
(II/20-21).
Görüldüğü üzere Mevlânâ, “şeytanlaşmış kimselerle dost
olan kişi"yi, bu
hikâyede anlatılan sersem
eşek
metaforuyla tasvir etmektedir.
Mevlânâ, bir başka yerde de
şeytanlaşmış kimselerle dost olan ahmakları, "eşeğin kıçını öpen
adam"a benzeterek onları şöyle uyarır: "...Eşeğin kıçını öpmede bir
lezzet yoktur!/Boşu boşuna bıyığını pis pis kokutmaktan başka bir işe
yaramaz." (IV/158-159).
Nitekim eşek yaratılışlı kişilerle dost
olan kimsenin burnu, güzel kokuyu duymaz; ancak pisliğin kokusunu alır. Bu
durumu, Mevlânâ şu şekilde ifâde ediyor:
“Fakat koku almayan, bunları nereden duyacak? Pisliğe
tapan eşeğe o koku haramdır. Eşek, yolda ancak eşek pisliğini koklar. Bu tür
mahdûklara misk kokusunu anlatmaya çadışmak boşunadır.” (VI/77).
Hakîkate
kulak vermeyen ve hakîkatten anlamayan kimselere, Mevlânâ'nın hitâbı çok
açıktır: “Eşek
kulağını sat, başka bir kulak al ki, bu sözü eşek kulağı anlayamaz!" (I/83).
Kendisine hakîkat ilmi, yâni hikmet, mârifet ve
tasavvuf ilmi tebliğ edildiği halde ona kulak vermeyen kimseyi, tertemiz bir
suya kavuşup da içine işeyen eşeğe benzeten Mevlânâ şöyle der:
"Fakat berrak suyu bulup da eşek gibi içine
işeyenin lâyığı budur (mahv u perîşân olmaktır)./Eşek o ırmağın kadrini bilse,
içine ayağını sokacağı yerde, başını uzatırdı." (II/37). Yâni, eğer
hakîkat ilmine kulak vermeyen kişi, eşek tiynetli olmasaydı, şeytanın bile
aklına gelmeyecek türlü saptırmalarla hakîkat ve tasavvuf ilmine sataşacağı
yerde, ona kulak verir ve onu olduğu gibi anlamaya çalışırdı.
Yine, Hakk'ı ve hakîkati bâtıldan ve fânî
şeylerden ayırt edemeyen kimseleri “eşek beyinli" (III/222) olarak niteleyen Mevlânâ'nın,
hakîkate kulak vermeyerek, Hak katında hiçbir kıymeti olmayan şeylere değer
veren kimseler hak- kındaki şu tasvîri de ilginçtir: “Eşek, müşteri olup bir şey
almaya kalksa, elbette ham kavun alır." (II/160).
Bir başka yerde de mârifet ve hikmet incilerinin
değerini bilemedikleri için hakîkate kulak vermeyen kimseleri şöyle tasvir
eder: "Bu inci, iki âlemde de değerlidir. Eşek gibi hiçbir şeyden anlamayan
o çocuğun elinden onu al!/Eşeğe göre, katır boncuğu ile inci birdir. O eşek,
zâten incinin de, denizin de varlığından şüphe etmektedir./O, denizi de inkâr
eder, incilerini de. Hiç hayvan, inciyi, süsü püsü arar mı?/Tanrı, hayvana
böyle bir hikmeti vermediği için, onlar, lâl ile incinin değerini
bilmezler./Sen hiç eşeğin kulağında küpe gördün mü? Eşeğin kulağı da
yeşilliktedir, aklı da!" (VI/82-83; Nahîfî Terc., 208-211).
Mevlânâ'ya
göre, sâhip olduğu zâhirî
ilme çok
güvenen, sâdece onunla her şeyin üstesinden geleceğini sanan ve bu yüzden de
başkalarını küçümseyen zâhir
ulemâsı, mârifet ilmi
gerektiren bir durumla karşılaşınca, “buz üstünde öylece kalakalan eşek" gibi ne yapacağını şaşırır;
sağa sola kımıldayacak hâli kalmaz. En küçük bir çabalamada kafası gözü
yarılır, perişan olur. Bu tür hakîkatten habersiz zâhir ulemâsına Mevlânâ, biraz da alaycı
bir edayla şöyle seslenir: “Ey âlim, sen halka eşek diyorsun; ama şimdi sen,
eşek gibi buz üstünde kalakaldın..." (I/288).
Bir başka yerde ise, işin
ciddiyetini en vurucu şekilde kavratacak şu yalın gerçeği onun yüzüne haykırır:
“Eşek
olduğumuzu bilmezsek, hakîkaten eşeğiz!" (I/229).
Mevlânâ, şu görünür dünyânın
dışındaki metafizik âlemin gerçekliğini kavrayamayan, sûrete takılıp hakîkati
göremeyen, yâni beş duyunun algılayamadığı hakîkatlere inanmayan kimselerin
yolunu “eşeklerin
yolu " olarak
niteler: “Ey
atlı! (Beş) duyu (his) yolu, eşeklerin yoludur. Eşeklere katılma, bundan
utan!" (II/4).
Zira, eğer “Hayvan
duyusu pâdişâhı görseydi, öküzle eşek de Tanrı'yı görürdü." (II/5).
Kur'ân'daki “İşte böyleleri hayvan
gibidirler; belki daha da aşağılıktırlar" (A'râf, 7/179)[32] âyetinden[33]
aldığı ilhamla Mevlânâ, gözü, duyularla algılanan fiziksel dünyâdan başka bir
şey görmeyen, dolayısıyla da metafizik âleme nüfûz edemeyip hakîkate
ulaşmaktan mahrum kalan kimseleri, “eşekten de aşağı" seviyede görmektedir. O,
şöyle der:
“Halbuki ey eşekten aşağı kişi, fikir âleminden emin ve
gafilsin, bir taş gibi o, cihandan haberin yok!
Çünkü suretten
ibaretsin, akıldan nasibin yok. İnsan huylu değilsin, bir eşek sıpasısın!”
(II/79, Nahîfî Terc, II/232-233)?[34]
Bu
tür kimseler, pislik ve çamur deryâsı hükmündeki
bu sûret
âlemini, hiç yok olmayacak kalıcı bir yurt sanırlar ve bu yüzden
oraya iyice yerleşmek için gayret ederler. Oysa, “Eşek bile, hızlı
yürüyeyim derken balçığa saplandı mı, oradan kurtulmak için an-be-an oynar
durur (çabalar)./Orada kalmak için yerini düzeltmeğe kalkışmaz; bilir ki, orası
geçim yeri değildir./Duygun, eşek duygusundan daha aşağı mı ki, gönlün bu
balçıktan sıçramadı bile?!" (II/257-258).[35]
Bir başka yerde de Mevlânâ,
hakîkate ulaşamamış, taklitten tahkîke geçememiş ve bu yüzden de bir türlü
hüccet (delil) ve aklî îzahlar getirme illetinden kurtulamamış cüz'î akıl sâhibi kimseleri, “gözleri bağlı değirmen
eşekleri"ne
benzetir. Onlar, akl-ı
kül şehrine
geldiklerinde, tıpkı “gözleri
bağlı değirmen eşekleri" gibi önlerini göremediklerinden, oldukları
yerde döner dururlar; hiç yol alamazlar (III/41-42).
Yine, dünyânın oyun ve
oynaşına, eğlencesine aldanıp kalan kimseleri “yaban eşekleri"ne benzeten Mevlânâ, onları: “Ey yaban eşekleri, bu yanda
tuzaklar var! Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var!" (III/41) diyerek
uyarmaktadır. Burada da onun, Kur'ân'da geçen “aslandan kaçan yaban eşeği" (Müddessir, 74/50-51) me-
taforundan esinlendiği görülmektedir.
Aslolan; sûret (şekil, zâhir) değil, sîrettir (öz, maya, yaratılış, huy,
bâtın). Çünkü sûrî güzellik, bakırın üzerindeki altın kaplama gibidir. Yâni aslî bir
unsur değildir; küçük bir darbede sıyrılır çıkar. Ama sîret güzelliği, eninde sonunda
kendini belli eder ve geç de olsa kıymeti anlaşılır. Bu yüzden, insanların dış
görünüşlerindeki güzelliğe aldanmamalı; gönül ve ahlâk güzelliğine önem
vermelidir. İşte, zamanla foyası meydana çıkan şekil güzelliğini “kart eşek" meta- foruyla îzah eden
Mevlânâ şöyle der:
“İnsanlardaki (sûrî) güzellik, altın kaplama gibidir.
Öyle olmasaydı nasıl olurdu da sevgilin kart bir eşek hâline gelirdi?/Melek
gibiyken şeytana döndü ya! Elbette! Çünkü o güzellik, onda eğretiydi./O
güzelliği yavaş yavaş mahvolur, tâze fidan git gide kurur./Var, “Kişiyi
yaşattıkça, yaratılış bakımından kuvvetlerini azaltırız” (Yâsîn, 36/68) âyetini
oku da gönül iste, kemiğe gönül verme!/Çünkü o gönül güzelliği, bâkî
güzelliktir. O güzellik devleti, âb-ı hayâtın sâkîsidir.” (II/54-55).
Ölümsüzlük suyu (âb-ı hayat) hükmündeki mârifet ve hikmet ilminden habersiz olan zâhir ulemâsına, ölüm ânındaki durumunu
hatırlatan Mevlânâ şöyle seslenir:
“Mezarda bu göze (başgözü) toprak dolar, mezarını
aydınlatacak nurun var mı? (gönül gözü lâmban açık mı?)/Bu elin ayağın
mecalsiz kalınca, canının uçması için kotun kanadın var mı?/Bu hayvânî canın
kalmayınca, yerine koyacak bâkî bir cana sâhip misin?/Şart, iyilik etmek değil;
iyilikle gelmek ve bu iyiliği Tanrıya götürmektir./Söyle şimdi: İnsanlıktan mı
bir cevhere sâhipsin, yoksa eşeklikten mi? ” (II/72).
Mârifet ve hikmetten yoksun
zâhir ulemâsının peşine takılıp, onların sözünü dinleyenleri de aynı
kategoride değerlendiren Mevlânâ şöyle der: “Senin gibi eşeğin bu sözüne inanan kimse de,
kendini senin yolunda kör ve sağır eden bir eşektir." (III/55).
Değerlendirme
ve Sonuç
Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan netîceye
göre, Mevlânâ'nın Mesnevî'de eşek metaforuna yüklediği
anlamlar, ana hatlarıyla şöyledir:
1.
Aşk benzeri aşkın/metafizik konuları cüz'î
akıllarının yetersiz ve dar kalıpları çerçevesinde îzah etmeye kalkışan kıt akıllı kimse,
2.
Şeyhini imtihân etmeye kalkışan densiz mürid,
3.
İnsanın her türlü hayvânî ve süflî dürtü ve
ihtiyaçlarını sırtında taşıyan nefs,
4.
İnsanlık mertebesine (hazret-i insân), nefs eşeğiyle yolculuk etmekle
ulaşılabileceğini sanan ahmak,
5.
Eğlencelik dünyâ malı ya da kendisiyle ancak çok
kısa süreli bir eğlence tertip edilebilecek sermâye,
6.
İnsan şeytanlarıyla dost olması sebebiyle, hayvanlık seviyesinden kurtulamamış
kişi,
7.
Sûrete takılıp kalan, dolayısıyla da hakîkat
ülkesine doğru yol alamayan câhil,
8.
Mânevî ilimlerden, mârifet ve hikmetten yoksun
olduğu halde, bu tür ilme sâhip mutasavvıflara sataşma cür'etini gösteren zâhir ulemâsı.
Esâsında Mevlânâ'nın “eşek" metaforuyla anlatmaya
çalıştığı varlık, “insan" dan başkası değildir.
Gündelik hayâtımızın her safhasında bu tür insan tipleriyle karşılaşmamız
mukadderdir. Ancak onun burada öne çıkardığı hususlar, genellikle insanın hayvânî, şehevî, nefsânî ve bedensel özellikleridir. Elbette
insan, yalnızca bu tür yerilmiş hasletlerden mürekkep bir varlık değildir; o melekî, ulvî, mânevî ve rûhânî değerler de taşır. Nitekim
Mevlânâ, insanın bu türden yüce hasletlerini ifâde etmek üzere daha başka
metaforlara da başvurmuştur ki, bu ayrı bir araştırmanın konusudur.
Mesnevî''deki yalnızca eşek metaforuyla ilgili dizeler bir araya getirilip
bir bütün olarak incelenecek olursa, aslında Mevlânâ'nın, burada tamâmen edebi-
yâtımızdaki Har-nâme türünde şiirler söylediği
görülecektir. Hattâ onun bütün eserlerindeki aynı türden metinler derlenip bir
araya getirilirse, "Mevlânâ'nın Har-nâme'si"nin ortaya çıkacağını söylemek bile
mümkündür. Çünkü o, söz konusu metinlerde, bu yazımızda da çeşitli başlıklar
altında toplamaya çalıştığımız insan tipleriyle âdetâ inceden inceye alay
etmekte, başarılı ve seviyeli bir şekilde onları hicvetmektedir. Dolayısıyla
onun, baş kahramanı eşek olan hikâyeleri, hep birer
mizah ve
hiciv edebiyâtının
ürünüymüş gibi okunup anlaşılmalıdır.
Burada, Mesnevî'deki metaforik anlatım tarzını îzah etmek üzere
seçtiğimiz “eşek" metaforu örneğinde de
görüldüğü üzere, Mevlânâ'nın en temel kaynağı Kur'an'dır. Yerinde bir tesbite
göre o, kültür zemîni ve bilgi mîrâsı tamâmen Kur'ân ve İslâm olan bir
mutasavvıf ve îmânı, aşkı ve cezbesi bakımından tam bir Muhammedî'dir.[36]
Mevlânâ'nın: “Canım
bedenimde oldukça Kur'ân'ın kuluyum. Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım.
Birisi sözlerimden bundan başka bir söz naklederse, o nakleden de rahatsız
olurum, bu naklettiği sözden de..."[37] ifâdeleri de bu hakîkate
işâret etmektedir. Nitekim bu çalışmamızda da görüldüğü üzere, “eşek" metaforuyla ilgili olarak
Kur'ân'da geçen hemen hemen bütün âyetleri bir şekilde referans almış olması,
onun bu sözünü doğrular niteliktedir. Bu itibarla Molla Câmî'nin, Mesnevî'yi “Fars dilindeki
Kur'ân" olarak
nitelemesi boşuna değildir.[38]
Bu noktada o, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled'in temsil ettiği görüşe bağlı
kalmaktadır: Sipehsâlar'ın ifâdesine göre Sultan Veled, bu hakîkate işaretle:
"Allah'ın velîlerinin şiiri, tamâmıyla tefsirdir ve Kur'ân'ın sırlarıdır.
Çünkü onlar kendilerinden tamâmen yok olmuşlardır ve Allah ile ayakta durmaktadırlar.
Onların hareket ve durmaları Allah'tandır"[39]
demektedir.
Konumuz olan “eşek" metaforu örneğinde de
görüldüğü üzere metaforik
üslûp,
anlatılması güç soyut konuların, somut kavramlar aracılığıyla kolaylıkla îzah
edilmesini sağlayan bir ifâde biçimidir. Bu metaforik mânâ dili, tıpkı "T" harfi
gibi üç boyutludur: Kullanılan metaforik malzeme ve motifler yatay; ama kastedilen anlamlar dikey boyutludur. Yâni yer
verilen metaforlar yüzeysel gibi görünmekle birlikte,
bunların ifâde ettiği mânâlar çok derinliklidir.
Sûfîler, görünmeyen
(bâtın/iç/mânevî) âleme âit konuları, fiziksel dünyâda kolaylıkla görüp
bilebileceğimiz ve algılayabileceğimiz nesnelerle ifâde etme yoluna
gitmişlerdir. Dolayısıyla onların kullandıkları metaforları anlayıp çözümleyebilmek için, bunun tam tersi
bir yol izlemek; yâni görünür (dış/zâhir) dünyâdan hareket ederek, bunları
görünmeyen (iç/bâtın) âleme, insanın gönül dünyâsına uyarlayarak anlamaya
çalışmak gerekmektedir. Aksi takdirde, bütün bir tasavvuf ve bu dili kullanan mutasavvıflar, ya
hiç anlaşılamayacaklar, ya da yanlış anlaşılacaklardır.
Kanâatimizce tasavvufa ve
çoğu sûfîye yönelik sataşmaların temelinde de bu inceliği kavrayamamak
yatmaktadır. Örneğin, meyhânenin içki satılan dükkân
değil de Allah aşkının alınıp verildiği ve nûş edildiği ârifin/âşıkın gönlü olduğunu; Sâkî'nin meyhâneci değil de ilâhî aşkı sunan Cenâb-ı Hak veya mürşid-i kâmil olduğunu; şarâbın meyhânede satılan içki değil de ilâhî aşk olduğunu; kısacası kadehi, şarâbı, bâdeyi,
cür'ayı
kavrayamayan, aşk
hastalığını
metabolizmayla ilgili biyolojik bir rahatsızlık sanan mârifet ve hikmetten
yoksun kimse, elbette zâhir gözüyle baktığı mutasavvıfı yerden yere vuracaktır;
hattâ netîcede onun ne sûfîliği kalacaktır ne de müslümanlığı.
İşte, eserlerinde kullandığı dili, baştan sona metaforik anlatım unsurlarıyla ören
Mevlânâ'nın[40]
şu sözleri de, bu anlamda muhâtaplarına açık bir uyarı niteliğindedir:
“Mesnevî’nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır,
yolunu kaybettirir; mânâya bakan kişiye ise yol gösterir, doğru yolu buldurur
/.. ./Arif“şarap” dedi mi, Tanrı için de otsa onu abes görme! Ârife nasıl olur
da (var olan) bir şey (ilâhî aşk/şarâbı),
yok olur?/Sen, (burada)
şeytanın içtiği şarâbı anlarsan, Tanrı şarâbını nereden düşünebileceksin?”
(VI/55). “Mesnevî’yi yayılmış bir mera hâline getir; örneklerinin sûretlerine
can ver!/Can ver de bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup
gitsin. /Zâten onlar, senin sâyende can âleminden gelip harf tuzağına
tutuldular, mahpus oldular. ” (VI/17). “Gerçi oğul, o mânâdır, bunlar sûret.
Fakat anlayışa yaklaştırmak için lâzım bu./Kederi dikene benzetirler, dikenin
kendisi değildir. Bu benzetiş, ancak uyandırmak, anlatmak içindir/Katı gönüle
taş derler. Gönlün taşla münâsebeti yoktur, fakat bir örnektir, verirler
işte./Düşünce de onun tıpkısı olmaz; fakat öyle değildir, deme de ayıbı
benzetişe, anlatışa ver!”(V/224). “Ey kardeş! Hikâye, bir ölçeğe benzer, mânâ
ise içindeki tahıl tânesine./Akıllı kişi tâneyi alır, ölçek var mı, yokmu, ona bakmaz. ” (II/278).[41]
“Mesnevî, Nil ırmağının suyudur:
Kıptî'ye kan görünür; ama Mûsâ kavmine kan değil, sudur!" (IV/3) sözüyle Mevlânâ, Mesnevî'nin, gönlünde/kalbinde
bozukluk ve fesat bulunan kimselere bir fayda sağlamayacağı gerçeğini dile
getirmektedir.
Ayrıca Mesnevî'de anlatılan hikâyelerin mutlaka
yaşanmış olması gerekmediği, bunların hakîkatlere kapı aralamak maksadıyla, öğüt ve misâl olsun diye anlatıldığı
husûsunu, onun şu ifâdelerinden anlıyoruz: “Bir misâl, ister doğru olsun, ister yanlış; her
zaman doğrulara nasîhat olur." (Nahîfî Terc., II/234-235).
Mevlânâ'nın Mesnevî'de müstehcen görünen hikâyeler
anlatması (kabak hikâyesinde olduğu gibi)
husûsunda ise şunlar söylenebilir: Bilindiği gibi, Mesnevî'deki bu tür hezlâmiz (şakacı, alaya ve
açık-saçık gibi görünen) beyit, hikâye ve fıkralar, bâzı kimseler tarafından
sürekli tartışma ve alay konusu edilmekte, hattâ Mevlânâ'ya bu hikâyeler
üzerinden ahlâk dışı ithamlarda bulunma cür'eti gösterilmektedir. Mevlânâ uzmanlarının tesbitlerine göre bunlar, zâhir ehli nazarında nezîh görülmese de
basîret
sâhipleri (ülü'l-ebsâr)
nezdinde hâl ve makama münâsip remizler olduğu için fasih ve beliğ sayılmakta[42]
ve kabul görmektedirler. Bazı hikâyelerdeki ahlâk dışı görünen anlatımlar ve
teşbihler, konunun açıklanmasındaki mecbûriyetler yüzündendir. Bu hikâyeler
için ayrıca bir erotizm düşünmek yersizdir. Bu tür anlatımların, Mevlânâ'nın
yaşadığı dönemin şartlarında, sokaktaki ve kırdaki Türkmen yaşayışında
yadırganmayacak; aksine konuyu benimsetecek ve daha iyi anlaşılmasını
sağlayacak bir kolaylık sunması bakımından özellikle seçilmiş olduğu
muhakkaktır.[43]
Mevlânâ'nın resmettiği birtakım müstehcen hayat safhalarında biraz fazla “realist" olması, onun mâne- vî
şahsiyetini ve eserini tanzim etmekteki gayesi düşünülünce, hiçbir sûretle
sorgulanamaz.[44]
Konuyla ilgili Şefik Can'ın değerlendirmesine katılmamak mümkün değildir:
"Bazı kişilerin Hz. Mevlânâ'ya açık saçık yazdı diye tarizde bulunmaları,
taş atmaları, onların Hz. Mevlânâ'yı gereği gibi anlamadıkları ya da
anladıkları halde kasten Hz. Mevlânâ'ya sataştıkları bir hakîkattir. İtalyan
yazarlardan Hz. Mevlânâ'nın çağdaşı olan Boccaccio, Dekameron adlı eserinde manastırdaki
râhibelerin sevişmelerinden apaçık bahsederken onu “realist" bir yazar diye
alkışladıkları halde, Hz. Mevlânâ Mesnevî'sinde sâdece iki üç hikâyede açık
açık insanın süflî arzularının başına neler getireceğini, insanı ne hallere
düşüreceğini ders olarak anlatınca haksız olarak eleştirilmiştir. Fransız
romancılardan Gustave Flaubert Madam Bovary adlı romanında, Emile Zola Nana adlı eserinde “realist" olarak alkışlanırken, Hz.
Mevlânâ'dan söz edilirken onu realist olarak görmek istememişlerdir. Hz.
Mevlânâ, bazı hakîkatlerin kolayca anlaşılması için her yerden hikâyeler
almıştır."[45]
Esâsen bizzat Hz. Mevlânâ: “Beyt-i men beyt nîst iklîmest/Hezl-i men hezl
nîst ta'lîmest = Benim her beytim, beyit değil, bir mânâ iklîmidir. Hezlim de
hezl (şaka) değil, tâlim için söylenmiş sözlerdir" (Nahîfî Terc., V/490-491)
diyerek bu tür hikâye ve teşbihleri kullanışının sebeb-i hikmetini[46]
beyan etmektedir. Bir başka yerde de bu konuya açıklık getirirken onun: “Şaka ve latîfe bir şey
belletmeye yarar. Onu ciddî gibi dinle; görünüşte latîfe oluşuna kapılma! Her
ciddî şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır. Fakat akıllılara göre ise,
latîfeler de ciddîdir" (IV/284) dediğini görmekteyiz.[47]
Burada, hepimizin bildiği “Her
şakanın altında bir ciddiyet yatar" sözünü hatırlamamak mümkün müdür?
Mevlânâ,
yüce hakîkatleri anlatmak için sıkça başvurduğu metaforik ve mecâzî anlatım
tarzını anlayamayıp hakîkat sanan ve üstelik bir de bu yüzden kendi gibi
mutasavvıflara sataşma cür'etini gösteren akılsızlara: “Halbuki o mecâzîdir, be
eşekler, bu hakîkat!"
(II/238) diyerek sitemde bulunmaktadır. Bir başka yerde de: “Ne zamana kadar testinin
sûretiyle oyalanıp duracaksın?! Testinin sûretini geç de, ırmağı, suyu ara!
Sûretini gördün; ama mânâdan gafilsin!..." (II/78) diye seslenmektedir.
Edindiği mânevî tecrübeleri her seviyeden insana
anlatmak gibi oldukça zor bir görevi üstlenen mutasavvıfların kullandıkları
metaforik kavramları, onların mensup olduğu tasavvufî düşünce sistemini, rûhî
ve mânevî halleri de dikkate alarak, mümkün olduğunca ön yargıdan uzak ve
gerçekten bir bilgi edinmek maksadıyla anlamaya çalışmanın, en isâbetli yol
olduğu kanâatindeyiz. Esâsen, ünlü sûfî şâir Niyâzî-i Mısrî'nin (ö.1105/1694):
“Bu fenâ
gülzârına tâlib olanlar anlamaz/Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar
bizi"[48] demesi de boşuna değildir.
Mevlânâ'nın: “Eşek olduğunu bilmeyen, hakîkaten eşektir!" (I/229) sözüne gelince:
Esâsında eşek,
eşek olduğunun
farkında değildir; eşeğin
eşekliğini bilmesine
imkân da yoktur. Zira eşek, akıl, duygu ve sezgiden yoksundur. Eşeklikten, ancak akıl ile, fehm ile, tefekkür ile, idrâk ile, bilinç ile, duygu ile ve sezgi ile kurtulunabilir. Bütün
bunları elde edebilmek için de gönlü hakîkate açmak lâzımdır. Hakîkate açık gönül,
yobazlıktan uzaktır; sürekli arayandır; aradıkça yolun zahmetlerinin farkına
varan ve bu arayıştan aslâ yüz çevirmeyen; arayışın zevkine varandır. İşte bu
da aşka kapı aralar.
Aşk, ulaşılamayanın sevgisine vuslat ve
sevgiliyi yüceltme iştiyâkı ve gayretidir. Âşık, yola koyulandır. Yola koyulan, yola girendir. Yolda
olan, insan olmanın haysiyetini kazanandır. İnsan olma şerefini elde edenden, eşeklik sâdır olmaz. O, artık
yüzünü hayra, iyiye, güzele, barışa, esenliğe çevirmiştir. Gerçek varlıkla
(metafizik âlemle), lâhûtîlikle irtibâta geçmiştir. Bir kişi, etin (dünyâ
lezzetlerinin) tadından ve kıymetinden vazgeçerse, artık rûhun ve mâneviyâtın
lezzetlerinden haz almaya başlar ve varlığın farkına varır. Zira artık eşeklik, süflî dünyâda kalmıştır ve
bu tür bağlardan kurtulduğu için o, ulvî âlemlere doğru kanat çırpmaktadır.
Hâtime-i kelâm olarak satırlarımızı, nefsânî ve
dünyevî sefâletlerden kendini kurtaramamış; dünyâ hayâtını ulvî âlemlere
yükseliş için iyi değerlendirememiş; bu yolda en küçük bir çaba harcamayan ve
üstelik sefâletinin farkında olmadan Mevlânâ gibi kâmil insanlara dil
uzatmaktan da geri durmayan; kısacası dünyâya geldiği gibi giden kimseler için
Mevlânâ'nın söylediği şu söz le bitirelim:
“Öküz gelmiş, eşek gitmiş, bize ne! Şimdi
vakit hoştur...[49]
Kaynak: Mevlânâ'nın Mesnevî'sinde "Har (Eşek)" Metaforu, TASAVVUF:
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8 [2007], sayı: 18, ss. 19-41.
Kaynakça
Apuleıus, Lucius, Asinus Aureus (Altın Eşek), çev.: Nurullah Ataç,
Ankara, 1950.
-------- , Metamorphoses (Başkalaşımlar)
Asinus Aureus (Altın Eşek), çev.: Çiğdem Dürüşken,
Kabalcı Yay., İstanbul 2006.
Arpaguş, Sâfi, Mevlânâ'nın Dîni Anlatım
Metodu,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul, 2001.
Can, Şefik, Mesnevî Hikâyeleri, 2. Baskı, İstanbul 2004.
Cebecioğlu,
Ethem, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997.
Çelebioğlu,
Âmil, Türk Edebiyâtında Mesnevî
(XV. yy/a Kadar), İstanbul, 1999.
Çiçek, Hasan, "Kadîm Üç
Felsefe Problemi Bağlamında Mevlânâ'nın Mes- nevî'sinde Metaforik
Anlatım", Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. XLIV, sayı: 1, Ankara, 2003, ss. 294-311.
Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, VI. baskı, İstanbul, 1989.
Eflaki, Ahmed, Menâkîbü'l-Ârifîn (Ariflerin
Menkıbeleri), çev.:
Tahsin Yazıcı, II. baskı, İstanbul, 1989.
Feridun b. Ahmed, Risâle-i Sipehsâlar, çev.: Tahsin Yazıcı,
İstanbul 1977.
Fuzuli, Dîvân, Haz.: Kenan Akyüz ve diğ.,
Akçağ Yay., Ankara 1990.
Karaismailoğlu, Adnan,
"Mesnevî Hikâyelerinde Şekil ve İçerik", Nüsha, Yıl: 5, sayı: 18, Ankara,
Yaz 2005, ss. 129-138.
Keklik, Nihat,
"Mevlânâ'da Metafor Yoluyla Felsefe", Selçuk Üniversitesi 1. Millî Mevlânâ Kongresi -
Tebliğler, Konya,
3-5 Mayıs 1985, ss. 39-73.
Köprülü, M. Fuad,
"Harnâme", Yeni
Mecmua, I. nr.
13, İstanbul 1917, ss. 253-256.
------- , Türk Edebiyâtı Tarihi, İstanbul, 1986.
Kutluer, İlhan, "Aşk", DİA, c. IV, ss. 17-19.
Mengi, Mine, "Harnâme
Kime Sunuldu?", Dîvan
Şiiri Yazılan, Ankara
2000, ss. 173-175 (Türkoloji
Dergisi, c.
VII, yıl: 1977'den).
Niyazi-i Mısrî, Dîvân, Haz.: Kenan Erdoğan, Ankara
1998.
Olgun, Tâhir
(Tâhirü'l-Mevlevî), "Mesnevî'de Tahkiye Usûlü", Şerh-i Mesnevî içinde, İstanbul, ts., c. I, ss.
21-22.
------- , Germiyanh Şeyhî ve Harnâme'si, Giresun
1949.
Öztürk, Yaşar Nuri, Mevlânâ ve İnsan, İstanbul 1993.
Pala, İskender, Kitâb-ı Aşk, V. baskı, İstanbul 2006.
Rumî, Mevlânâ Celâleddîn, Mesnevî, çev.: Veled İzbudak, Gözden
Geçiren: Abdulbâki Gölpınarlı, II. baskı, İstanbul 1990.
------- , Mesnevî-^ Şerîf, (Manzum Nahîfî Tercümesi), haz.: Âmil
Çelebioğlu, İstanbul, 2000.
------- , Rubâîler, çev.: Abdulbaki
Gölpınarlı, Ankara, 1982.
Sarp Erk Ulaş Felsefe
Sözlüğü, haz.:
A. Bâki Güçlü ve diğerleri, Ankara, 2002.
Sepetçioğlu, Mustafa Necati,
"Mevlânâ Celâleddin Rûmî'de Hikâye", II. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi, Konya 1991, ss. 35-45.
Timurtaş, Faruk Kadri, Şeyhî'nin Harnâme'si, İstanbul 1971.
-------- , Şeyhî'nin Harnâme'si, İstanbul 1971.
Ulfig, Alexander, Lexixon der Philosophischen
Begriffe,
Fourier Verleg GmbH, Wiesbaden, 1997.
Uludağ, Süleyman, "Aşk", DİA, c. IV, ss. 11-17.
------- , İslâm Düşüncesinin Yapısı, II. baskı, İstanbul, 1985.
-------- , Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991.
Uzun, Mustafa, "Aşk", DİA, c. IV, ss. 19-21.
[1] Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi, çev.: Veled
İzbudak, Gözden Geçiren: Abdulbâki Gölpınarlı, II. baskı, İstanbul 1990, c. I,
s. 229.
[3] Alexander Ulfig, Lexixon
derPhilosophischen Begriffe, Fourier
Verleg GmbH, Wiesbaden, 1997, s. 265'ten naklen: Hasan Çiçek, "Kadîm Üç Felsefe
Problemi Bağlamında Mevlânâ'nın Mesnevî'sinde Metaforik Anlatım", Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Ankara
2003, c. XLIV, sayı: 1, s. 294.
[8] Mine Mengi,
"Harnâme Kime Sunuldu?", Dîvan Şiiri Yazıları, Ankara 2000, ss. 173-175 (Türkoloji Dergisi, c. VII, yıl: 1977'den).
[10] Har-nâme'nin yazılış sebebiyle ilgili rivayetler için bk. Olgun, age, ss. 8-10; Çelebioğlu, age,
s. 236.
[11] Söz konusu nüshalar
ve ta ş ı d ı kları önem hakkı nda bir değerlendirme için bk. Mengi, agm, ss. 174-175.
[17] Âyetin meâli şöyledir: “Kendilerine
Tevrat yükletilmiş, sonra onu yüklenmemiş (onunla amel etmemiş) olanların
meseli, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin meseli gibidir. Allah'ın âyetlerini
yalanlayan kav- min meseli ne çirkindir! Allah, zâlim toplumu doğru yola
(hidâyet) erdirmez."
[18] Âyetin meâli şöyledir: “Ya
şimdi onlara ne oluyor ki, nasihatten yüz çeviriyorlar? Sanki onlar, aslandan
ürküp kaçan yaban eşekleridir.''
[19] Âyetin meâli şöyledir: “Yâhut
şöyle birini (Uzeyr (a.s.)'ı) görmedin mi ki, bir şehre uğramıştı; şehir, altı
üstüne gelmiş vaziyette, ıpıssız yatıyordu. “Bunu böyle öldükten sonra Allah
nasıl diriltecek?" demişti. Bunun üzerine Allah, onu yüz sene öldürdü,
sonra diriltti; “Ne kadar kaldın ?" diye sordu. “Bir gün, yâhut bir günden
az kaldım" dedi. Allah: “Hâyır! Sen, yüz sene ölü kaldın. Yiyeceğine, içeceğine
bir bak; henüz bozulmamış! Bir de eşeğine bak! (Nasıl çürümüş, yalnızca
kemikleri kalmış!.) Bunlar, seni insanlara karşı bir ibret nişânesi yapalım
diyedir. Hele şu kemiklere bak! Onları nasıl birbirinin üzerine
yerleştiriyoruz! Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!" dedi..."
[20] Âyetin meâli şöyledir: “(Allah)
hem binesiniz diye, hem de ziynet olarak atları, katırları ve eşekleri yarattı.
Ve sizin bilemeyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratacaktır."
[21] Aşk konusunda bk. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 120;
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, ss. 58-61; İskender Pala, Kitâb-ı Aşk, V. baskı, İstanbul 2006; Süleyman Uludağ, "Aşk",
DİA, c. IV, ss. 11-17; İlhan Kutluer, "Aşk", DİA, c. IV, ss. 17-19; Mustafa Uzun, "Aşk", DİA, c. IV, ss. 19-21.
[22] Bu çalışmamızda,
Mevlânâ'nın Mesnevî'sinden vereceğimiz referansları, metin içinde bu şekilde
kaydedeceğiz. Yararlandığımız temel kaynağın künyesi şu şekildedir: Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî, çev.: Veled
İzbudak, Gözden Geçiren: Abdulbâki Gölpınarlı, II. baskı, İstanbul 1990.
Parantez içinde referans olarak verdiğimiz romen rakamı, adı geçen kaynağın cilt numarasını,/işâretinden sonraki rakam da sayfa numarasını göstermektedir. Ancak, konunun gerektirdiği
yerlerde, Manzum Nahîfî Tercümesi'ne (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf (Manzum Nahîfî Tercümesi), haz.: Âmil Çelebioğlu,
İstanbul, 2000) de mürâ- caat ettik. İki tercüme arasında belirgin farkların
görüldüğü durumlarda ise Nahîfî Tercüme- si'ne
"Nahîfî Terc." kısaltmasıyla ayrıca atıfta bulunmayı tercih ettik.
[23] Benzer bir tasvir
için bk. Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s.
184. “Kara
saplanmış eşek" metaforu için bk. age., c. III, s. 261.
[24] Dörtlüğün bütünü şöyledir: "İlm
kesbiyle pâye-i rif'at/Arzû-yi muhâl imiş ancak // Aşk imiş her ne var
âlemde/İlm bir kıyl ü kal imiş ancak." Fuzûlî, Dîvân, haz.: Kenan Akyüz ve
diğ., Akçağ Yay., Ankara 1990, s. 306 (Mukattaât, 20).
[27] Uludağ, age, ss. 35-37; Cebecioğlu, age,
ss. 97-98; Konuyla ilgili geniş bilgi için bk. Süleyman Uludağ, İslâm Düşüncesinin
Yapısı, 2. baskı, İstanbul 1985, s. 151
vd.
[28] Lucius Apuleius, Asinus Aureus (Altın
Eşek), çev.: Nurullah Ataç, Ankara
1950. Aynı kitap, yakın zamanda tekrar tercüme edilerek yayınlanmıştır: Lucius
Apuleius, Metamorphoses (Başkalaşımlar) Asinus Aureus (Altın Eşek), çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yay., İstanbul 2006.
“açlık ve
hırs dürtüsüne tutsak olması yüzünden iki kez kurnaz tilkiye aldanıp sonunda
aslana yem olan ahmak eşek" hikâyesi için bk. Mevlânâ, Mesnevî, c. V, ss. 191-236.
[32] Âyetin tamâmı (meâlen) şöyledir: “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için
yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır,
onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar, hayvanlar
gibidir; hattâ daha aşağılıktırlar. İşte asıl gafiller onlar- dır."
[33] Benzer bir âyet de şöyledir: "Yoksa
sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini, yâhut düşüneceğini mi
sanıyorsun? Hâyır! Onlar hayvanlar gibidir; hattâ onlar, yolca daha da
aşağılıktırlar." (Furkan, 25/44).
[38] Bu konuda geniş
bilgi için bk. Sâfi Arpaguş, Mevlânâ'nın Dîni Anlatım Metodu, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2001, ss. 46-47.
[40] Mevlânâ'nın
metaforik anlatım tarzıyla ilgili geniş bilgi için bk. Nihat Keklik,
"Mevlânâ'da Metafor Yoluyla Felsefe", Selçuk Üniversitesi 1. Millî Mevlânâ Kongresi
- Tebliğler, Konya, 3-5 Mayıs 1985, ss.
39-73.
[41] Mesnevî
hikâyelerinin şekil ve muhtevâ açısından nasıl okunması/anlaşılması gerektiğine
dâir bir değerlendirme için bk. Adnan Karaismailoğlu, "Mesnevî
Hikâyelerinde Şekil ve İçerik", Nüsha,
Yıl: 5, sayı: 18, Ankara 2005, ss. 129-138.
[42] Tâhirü'l-Mevlevî
(Tâhir Olgun), "Mesnevî'de Tahkiye Usûlü", Şerh-i Mesnevî içinde, İstanbul ts., c. I, ss. 21-22.
[43] Mustafa Necati
Sepetçioğlu, "Mevlânâ Celâleddin Rûmî'de Hikâye", II. Milletlerarası
Mevlânâ Kongresi, Konya 1991, s. 38.
[47] Konuyla ilgili geniş
bilgi için bk. Arpaguş, Mevlânâ'nın Dîni Anlatım Metodu, ss. 56-57, 126127.
[49] Ahmed
Eflâkî, Menâkıbü'l-Ârifîn (Ariflerin Menkıbeleri), çev.: Tahsin Yazıcı, 2.
baskı, İstanbul 1989, s. 281.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar