KENDİMİ ANLATAYIM DEDİM- (Hayy'dan Geldim Hû'ya Gidiyorum)
Ahmet
Lütfi KAZANCI
"Biz onların
işleyip âhirete gönderdikleri amellerini de, geride bıraktıkları eserlerini de
yazıp muhafaza ederiz. " [ Yasin suresi, 36 / 12]
"Her kâtip mutlaka
ölecek, zamana da iki eliyle yazdığı (işlediği) kalacaktır.
Öyle ise, kıyamet günü
gördüğünde seni mutlu edecek olandan başkasını yazma" 8 (Hazreti Ali
kerremallâhu veche) [Louis
Şeyhu'l-yesûî, Mecani'l-edeb, Beyrut 1913, Cilt 1 / 10]
Hayatımı
her şeyiyle olduğu gibi vermek isterdim. Ancak buna gücüm ve cesaretim yok.
Çünkü hayatımın her bölümü gözümün önünde değil. Unutup gittiğim o kadar çok
hatıra var ki, bunlardan sadece zihnimde kalabilen bir kısmını burada
verebilmiş durumdayım. Pek tabii olarak bu hatıralar çoğu defa benimle birlikte
başkalarını da ilgilendiriyor. Mutlaka birileri incinecek, rahatsız olacak. Bu
sebeple ve mecburi olarak sadece kendimi ilgilendiren hususlarda biraz daha
açık konuşma yolunu tercih etmeyi, "Dananın kuyruğunun kopacağı"
yerlerde ya sessiz kalmayı ya da üstü kapalı ifadeler kullanmayı düşündüm.
Bir zamanlar eşim Sacide hanımla
İstanbul'a gitmiş ve fırsat bu fırsattır diyerek Dolmabahçe Sarayı'nı gezmiştik.
Bizi ve yanımızdaki insanları gezdiren şahıs, hayran hayran
seyrettiğimiz Sarayın belli bir kısmına kadar bizi götürüyor ve "Buradan
ötesi yasak" diyordu. Demese de öteye geçilmeyeceğini anlatmakta
olan kalın bir ibrişim halatın gerilmiş olması her şeyi açıkça anlatıyordu.
O halatın
ötesinde neler vardı?... Girebilsek neleri görecektik?... Acaba "Devlet
Sırrı" denilebilecek ve önüne gelene "Buyurun!..."
denilemeyecek çeşitten bir şeyler mi gizlenmekteydi?... Bu ve benzeri suallerin
cevaplarım o gün için verecek durumda değildik. Nitekim,
-Buradan
ötesi neden yasak?!... şeklinde sorduğumuz sorulara doyurucu bir cevap alamamıştık.
Halat
gerilerek "geçilmez" damgası vurulan yer sayısı, dikkat çekecek
sayıda idi. Yıllar sonra Uğur Dündar'ın televizyonda sunduğu bir program her
şeyi göz önüne serdi. Kepazelik kelimesinin bile pek hafif kalacağı derecede
bir vurdumduymazlık ya da geçmişe ait olanın ne kadarını hesaptan silebilirsek
kârdır düşüncesinin sonucu olarak halatların ötesi çürümeye terkedilmiş, paha
biçilmesi imkânı olmayan sayıya gelmez nadide eser, perişan şekilde
bırakılmıştı.
Maksadım
Dolmabahçe sarayım anlatmak değil. Ancak benim hayatımda da, yaşadığım
olaylarla ilgili olarak halatların gerilmesi gereken yerler var. Bu halatların
ötesine geçilirse hava bulanacak, rüzgarlar istenilmeyen cihetten ve
istenilmeyen hızda esecektir. Hal böyle olunca, ya "İnceldiği yerden
kopsun" diyecek ve halatların ötesine geçeceksin ya da herkesin
hayatında dil ile söylenmesi doğru olmayan bir nice olaylar vardır diyecek ve
sesini kısacaksın. Ben bu ikinci yolu daha huzurlu ve daha güvenli buldum.
Geri kalanların "Şuur altı" adı verilen mahzende muhafaza
edilmesi gerektiğine inanıyorum. Zannederim atalarımız bu gerçeği, "Sana
senden olur her ne olursa. Başın rahat bulur dili durursa" şeklinde
dile getirmişler.
Herkesin,
"Şuur altı" adı verilen bir zihin mahzeni vardır. Buraya kendisinden
başka hiç kimsenin girme imkânı yoktur. En yakını olduğu bilinen insanlar bu
mahzenin kilidini açamaz, şifresini çözemezler. Mesela bir insana, "En
yakın, en samimi dostun kimdir?..." denilse, o da bir isim verse, bu defa
o verilen isme gidilse ve aynı sual sorulsa karşımıza çıkacak olan çoğu defa
bir başkasıdır. Hatta görünüşte seviliyor gibi gösterilen şahıs, nefret edilenler
sırasında bile yer alabilecektir.[1]
Bir başka yoldan yürüyelim: bir
erkeğe ya da hanıma, "Şayet eşini bugünkü tanıdığın gibi tammış
olsaydın onunla evlenmeyi düşünür mü idin?..." denildiği zaman
verilecek cevap çoğu defa, "Bir başkasını hiç düşünmezdim" şeklinde
olacaktır. Halbuki onun şuur altında, "Dünyanın altı üstüne gelse asla
böyle bir evliliği düşünmezdim" düşüncesini bulma imkanı da vardır.
Kısacası,
suyun üzerinde görülen geminin bir de su altında bulunan kısmı vardır. Derler
ki soğuk denizlerde buzdağları olur. Buzdağlarının görünmeyen ve su altında
kalan kısmı, suyun üzerinde görülene nispetle daha büyüktür. İnsanlar da
böyledir. Bir dış görünüşleri vardır, bir de görünmeyen, bilinmeyen, dile
getirilemeyen iç alemleri vardır. İç alemlerinde öyle hatıralar, öyle arzular,
öyle düşünceler vardır ki, bu hatıraların, arzuların ve düşüncelerin düğümleri
çözülüverse şaşırıp kalacağımız, "Yaa demek ki..." diye parmaklarımızı
dişlerimizin emrine vereceğimiz, "Hiç tahmin etmiyordum..." demeye
mecbur kalacağımız bir manzara ile karşılaşırız. Şuur altı dediğimiz bu alemde anne ve babanın,
kardeşlerin, eşin, çocukların, en yakın arkadaşların bilmesi imkanı olmayan
neler ve neler bulunur. Bu duygu ve düşüncelerin, bu arzu ve hatıraların ağzı
sımsıkı kapalıdır. Dünya yedi defa dolaşılabilir ama, siz istemedikçe bu kapı
asla açılmaz.
Bu kapının
ötesinde, eni ve boyu hakkında hiç kimsenin söz söylemesi mümkün olmayan ama
üzerinde yaşadığımız maddî alem ile asla ölçülemeyecek bir başka dünya vardır.
Kapısı daima kapalı ve sadece sahibine açık olan, elle tutulmayan, gözle
görülmeyen bu dünyada sonu gelmeyen denizler gibi uçsuz bucaksız dertler ve
elemler, sevgiler ve nefretler, hırslar ve düşmanlıklar, kinler ve merhametler
koyun koyuna yatmaktadır. Bazan gözden çıkan üç beş damla yaş, sizin üzüntünüz
hakkında bir fikir verir. Ancak sizin üzüntünüz bu birkaç damla yaş ile ölçülecek
çeşitten değildir. Geride dağlar gibi üst üste yığılan elem ve kederden sızan
ve tamamı bir kahve fincanının dibini dolaşmayacak kadar az bir çeşnidir.
Nebiyy-i Muhterem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Allah korkusuyla
gözden akan bir damla yaşın, cehennem ateşini söndürmeğe yeterli olduğunu
anlatırken,[2] bu bir
damlanın gerisinde saklı olan ve ölçüye gelmesi imkanı olmayan korku, saygı ve
sevgi duygusunu ifade etmiş olmalıdır. Nitekim, büyük şairimiz,
"Ağlarım ağlatamam,
hissederim söyleyemem
Dili yok kalbimin ondan ne kadar
bizarım"
dememiş mi?[3]
İyisi mi "Şuur
altı" denilen mahzen yine kapalı kalsın ve yarın "Dili-im!...
Ettin beni dilim dilim" [4]
diyeceğimiz durumlara düşmeyelim. Zaten Aşık Dertli de bu sebeple,
"Bir başıma kalsam şehe
sultâna kulolmam,
Vîrânolası hânede evlâdü ıyal
var" [5]
diyerek, yeri geldikçe dilin
tutulması gerektiğini anlatmamış mı?...
Tertip ve
düzen sahibi bir şahsiyete sahip olmayı isterdim. Buna bağlı olarak günü
gününe, yer ve zaman belirterek hatıralarımı tutmam gerekirdi. Heyhat ki bunun
bir ihtiyaç olduğunu, hatta benim dışımdakilere bile faydasının olacağını
bilmeme rağmen yapamadım. Bu konuda üzgün olmanın getireceği bir fayda yok.
Sadece zihnimde geçmişi kurcalarken karşılaştığım hatıralar var.
Prof. Dr.
İsmail KARA'nın lütfedip "Hayat hikayeni yaz" demesi üzerine
kaleme aldığım bu hatıralar, inşaallah başkalarına faydalı olur düşüncesindeyim.
Ya da bizi yeterince tanımayan ama merak edenler için "Uzaktan davulun
sesi hoş gelirmiş. Biz onu kara keçi zannediyorduk" deme imkânı
elverir.
Her ne ise
de, pazara getirilen her malın nadîde (=görülmemiş derecede değerli) olması
şart değildir. Sergi açılır, müşteri beğenir alır, ya da görüp geçer. Birinin
itibar etmediği diğerinin hoşuna gider. Kimseye de, "Niçin beğenmedin?...
Neden dudak büküp geçtin?..." deme hakkımız olmasa gerektir. Şu kadarını
söyleyelim: Bizim sergimizde bulunanlar, "Ne alırsan bir lira" çeşidindendir.
Daha değerli ve pahalı eşyaya talip olan, "Biz Hint kumaşları, İran
halıları almayı düşünüyorduk" diyenler başka tezgahlara gitmelidir.
Bu kitabın
ismi ile ilgili bir iki kelime söylemek gerekirse, Atasözleri arasında, "Haydan
gelen huya gider" şeklinde bir cümle vardır. Genel olarak insanlar
bunu, "Meşru olmayan, alın terine dayanmayan bir yol ile elde edilen mal,
nereye harcandığı belli olmadan elden çıkıp gider," şeklinde anlamışlardır.
İnsanlar, özellikle vurguncu çeşidinden birinin iflas ettiğini duyduklarında
duygularını böyle dile getirirler. Çorum halkı arasında, "Hıyar
parasıyla alınan eşeğin ölümü sudandır" (Sahibine hayrı olmaz)
şeklinde bir anlatış yerleşmiştir. Aynı manayı ifade eder.
Ancak
yukarıda geçen atasözü ile anlatılmak istenen gerçek bu değildir. Bu atasözünde
Yüce Rabb'imizin iki ism-i şerifi yer almıştır. Bunlardan biri hayat veren,
varlıkların hayatlarını devam ettiren anlamına olan "Hayy", diğeri
ise Hû'dur.(Hû, "Hüve" nin kısaltılmışıdır. O demektir. O derken anlatılmak
istenen ise Yüce Rabb'imizdir.) Bu kısa bilgiyi verdikten sonra, kitabın ismini
bir defa daha tekrarlamış olalım:
Kendimi
Anlatayım Dedim: Hayy'dan Geldim Hû'ya Gidiyorum (Hayatımı veren Allah'dan
geldim, O Allah'a gidiyorum.) Kaldı ki en iyiden en kötüye herkes O'ndan
gelmiştir, istese de, istemese de O'na gidecektir. Bu gidişin sonu, bir takım insanlar
için sonu gelmeyen bir mutluluk, bir kısım kimseler için ebedi bir felaket...
Hüner, hayatı verene dönerken iç huzuruyla, bir ömür boyu hasret kaldığı, can
ve gönülden özlediği yurduna dönen insandaki heyecanla, arzu ve iştiyakla
dönebilmektedir. Server-i Enbiya Efendimiz (s.a.v.) "Kim Allah'a
kavuşmayı arzu ederse, Yüce Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kim Allah'a
kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmayı hoş görmez" buyurur.[6]
Hazreti
Mevlânâ'nın babası Sultanü’l-Ulema Bahaüddin Muhammed hazretleri, aile
efradıyla birlikte memleketi olan Belh şehrinden ayrılmış, evvela haccetmiş ve
oradan Anadolu'ya doğru hareket etmiştir. Yolda kendilerini karşılayan ve
nereden gelip nereye gittiklerini soran görevlilere "minallah, ilallah,
lâ havle velâ kuvvete illâ billâh... Allah'dan geldik, Allah'a gidiyoruz.
Güç ve kuvvet ancak Allah'ın ikram ve ihsanı iledir, cevabıyla mukabele
etmişti. Kur'an-ı Kerim, aynı konuyu bir başka yönden ele alır, bir musibete
uğrayan mü'minlerin kendilerini toparlamaları ve gerçekleri kabullenmeleri
maksadıyla "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn"[7] demeleri gerektiğini
hatırlatır. "Biz Allah'a ait kullarız, yine sadece ona döneceğiz" dedirir.
Kitabın ismi, okuyanlara bu gerçeği bir defa daha hatırlatmalı diyerek ve
okuyanlara Yüce Rabb'imin faydalar vermesini niyaz ederek hayatımı
arzediyorum.
Sh: 17-22
*
Babam,
Rasulullah Efendimizin hayat-ı saadeti hakkında kitap okumuş olamazdı. Çünkü
yoktu. İçinde yaşadığı devir, İslam'a ait her şeyi, noktasına virgülüne kadar
silip süpürmeyi, din adının telaffuz edilmediği mabetsiz şehirler meydana
getirmeyi, "Bir tavuk keserim, kanı akarsa canının var olduğuna inanırım,
gözümle görmediğim şeyin varlığına inanmaya mecbur değilim" diyen
bir nesil yetiştirmeyi hedef almıştı.[8] Bu sebeple babam, Nebiyy-i
Muhterem Efendimizden, onun hayat-ı saadetinden örnekler verme imkanını
bulamadı. Bilebildiği kadarıyla, zamanına yetiştiği şeyhlerden, velilerden menkıbeler
anlatırdı. Özellikle Çorum için ayrı bir değer olan Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi
Efendi, Şiranlı Şeyh Mustafa Efendi [9] ve Hacı Bekir Baba ile
ilgili sohbetler yapardı. Bu hatıralardan birer tane nakletme hakkım olmalıdır.
Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi
Babamın
dedesi Osman Efendi, Çerkez Şeyhi'nin dergâhında imamlık yapmakta ve bu vesile
ile ayrı bir itibara sahip bulunmaktadır. Bir gün arkadaşları tarafından
beraberce hacca gitme teklifi alır fakat reddeder. Çünkü hacca gidecek parası
yoktur. Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi, kendisini çağırır.
-Arkadaşlarınla
hacca gideceksin, emrini verir.
-Efendim
hazırlığım yok. Evdeki üç beş kuruşla hacca gidilmez.
-Sen
arkadaşlarına beraberce gideceğini haber ver, bir gün evvel gel ve beni gör.
Büyük
dedem, hareketten bir gün evvel gider ve Şeyh Efendiye veda eder. Şeyh Efendi kendi
eliyle dedemin beline bir kemer sarar.
-Mina'ya
varıncaya kadar bu kemeri açmayacaksın. Hep cebinde bulunan parayı
harcayacaksın. Şayet cebindeki para kurban için yeterli olursa ne güzel.
Değilse abdest alıp iki rekât namaz kılar ve besmele çekerek kemeri açarsın.
Para bitecek diye arkadaşların arasında yapılması gerekli hiç bir masraftan
kaçınmayacaksın, Fakat kemerdeki parayı sayma hakkın yoktur, der ve gönderir.
Kızıl
Denizi geçerken başlayan fırtına ile bindikleri geminin batacak hale gelmesi üzerine
dedem kendinden geçer. Bir de bakar ki Çerkez Şeyhi, dizlerine kadar denize
gömülmüş, sağ elinin iki parmağım geminin dümenine dayamış,
-İteyim mi
hoca!?... demektedir.
-Efendimizin
himmetine kaldık...
Dedem bu
cevabı verir ve kendine gelir. Bir dakika sonra deniz hiç bir şey yokmuşçasına
sütliman oluverir.
Gerçekten
de dedemin cebindeki para, Mina’ya varıncaya kadar yetmiştir. Kurban kesecek
para çıkışmayınca tarif edilen şekilde kemeri açar ve harcamağa başlar.
Hacc dönüşü
Şeyh Efendiyi ziyarete gider, tek kelime söylemeden sağ elinin şehadet
parmağını bir eliyle, orta parmağım diğer eliyle tutup birer birer öper.
-Hoca, bu
kadar hacı efendiyi taşıyan gemiye bu parmakların gücü yetti mi dersin?
Dedem bu
defa ağlayarak ayaklarını öpmek ister ve olanları bir bir anlatır. Şeyh
Efendi,
-Hocam,
çoban dediğin sürüsüne karada olduğu kadar denizde de sahip çıkmalıdır, der.
Babam,
Çerkez Şeyhine ait bu ve benzeri menkibeleri anlattıktan sonra "Nerede şimdi öyle....şeyhler?..." demekten kendini alamazdı.[10]
Ben İmam
Hatip Okuluna kaydedilmeden önce yanında çalıştığım Ustam Kunduracı Hafız
Mehmet Efendi'den aşağıda vereceğim olayı dinledim:
Kazancıların
Hafız İhsan ile ben, Kubbeli camiinde görevli idik. O imam, ben müezzin idim.
Her ikimiz Çerkez Şeyhi'nin dergahına devam etmekte idik. Bir sabah namazından
çıkar çıkmaz yine Alaybey Sokağına yöneldik. Gidecek ve orada yapılan sohbeti
dinleyeceğiz, zikrullah ile meşgul olacağız. Ama yolda gördüğümüz bir kadının
güzelliği bizi mestetti. Doya doya ona bakmaktan kendimizi alamadık. Daha sonra
yolumuza devam ettik. Bu arada o hanımın güzelliği konusunda üç beş kelam
etmeyi de ihmal etmedik.
Dergahtan
henüz içeri girmiş ama oturmamıştık. Şeyh Efendi bize döndü. Bakışları ateş
saçıyordu.
-Doğru
hamama gidecek ve gusledeceksiniz. Sonra da onun bunun hanımına bakmadan
buraya gelecek ve tevbe edeceksiniz. Hiç kimsenin namusu ile oynama hakkınız
yoktur, dedi.
Tepemizden
birer kova kaynar su dökülmüşçesine kıpkırmızı olmuştuk. Oradan çıktık ve Paşa
hamamına gittik, guslettik, daha sonra süt dökmüş kediler gibi Şeyh Efendinin
huzuruna vardık. Bize tevbe ettirdi ve
-Bir
başkası bu yaptığınızı sizin annenize yapsa hoş karşılar mıydınız, demekle
yetindi.
*
Babam,
Şiranlı Şeyh Mustafa Efendi ile ilgili olarak şunları anlatmıştı:
Dedem Hafız
Osman Efendi anlatırdı: Doksan'ın kıtlığında üç gün aç kaldık.[11] Elimde
bitmek üzere olan bir Kur'an-ı Kerim var. İki cüz daha yazarsam tamamlanacak
ve götürüp teslim edeceğim, parasıyla da çocuklara yiyecek alacağım.
Sabah
namazını Kellegöz camiinde kıldım, doğru eve koştum. Tam kapıdan girecekken
-Hafız
Efendi, diyen birinin sesini duydum.
Başımı
çevirdim, Şiranlı Şeyh Efendi. Benim baktığımı görünce eliyle gel işareti
yaptı. Gitmemek olmayacak. "Bre mübarek ben gidip gelinceye kadar iki
sahife yazardım" demekten kendimi alamadım. Fakat bir defa gördükten sonra
gitmemek edebe uymuyor. Çaresiz yanına vardım.
-İçeri
gir!...
-Gitti
bizim iki sahife...
Bu cümle
zihnimden bir defa daha geçti. Fakat Şeyh Efendi elimi tuttu,
-Bırak o
iki sahifeyi Osman Efendi!... Sen bunun keyfi ile iki Kelâm-ı Kadîm daha
yazacaksın.
Bunları
söylerken, içerdeki beş haklaalık[12]
(ölçeklik) bir çuvalı gösteriyordu. Un çuvalıydı.
-Haydi, hiç
beklemeden bunu eve götür, emrini verdi.
Başımı
kapıdan dışarı uzattım.
-Neye
bakıyorsun?
-Çuvalı
sırtıma kaldıracak biri varsa diyorum.
-Tut
bakalım.
Ve un
çuvalını sırtıma yerleştirdi, ben evin yolunu tuttum.[13] Eve girdim ve
-Dudu!...
çabuk şu çuvalı çömleklere bölüştür, dedim.
Çorum'un
tanıdığı ve pek sevdiği, saydığı değerli bir ilim adamı olan Kürt Hacı Mustafa
Efendi, Şiranlı Şeyh Efendi'nin, dergahında mesnevi okuttuğunu öğrenir. İlmin
verdiği gururla, gidip görmeyi kararlaştırır. Vardığı zaman Efendi
hazretlerinin Mesnevi'den Miraç bölümünü okutmak üzere olduğunu farkeder. Şeyh
Efendi yanındakilere,
-Bu konu
pek önemlidir. Keşke ehl-i ilim olan biri bulunsa da bize Efendimizin miracını
anlatsa der.
Hoca
Efendinin orada bulunduğunu söylerler. Hoca Efendi başköşeye davet edilir,
ancak hoca, zihninde bu konu ile ilgili malumatı bir araya toplayacak gibi
değildir.
-Bana izin
verin, kitaplardan araştırayım ve öylece anlatayım, demeye mecbur kalır.
Kendisine
yirmi bir gün izin verilir. Ancak hoca hangi kitaptan baksa, bir başka kitaba
geçtiğinde evvelki okuduklarının zihninden adeta silindiğini fark eder.
Müracaat ettiği kitaplardan elinde kalan bir şey yoktur. Netice olarak dergaha
gelir ve özür diler. Bu olay, Hoca Efendideki ilim gururunu kökünden yıkar.
İlmin sonu olmadığını, kendinden büyük ilim adamlarının da var olabileceği
kanaatine ulaşır.[14]
*
Babam
Şiranlı Şeyh Efendi'nin Hacc için Hicaz'a gittiğini, Medine'de hastalandığını,
hastalık ağırlaşınca Osmanlı Birlikleri komutanına, kendisini Baki' mezarlığına
defnetmesini vasıyyet ettiğini anlatırdı. Vefat ettikten sonra yıkanıp
kefenlenen bu mübarek zatın Baki'a defnedileceğini öğrenen Araplar itiraz
ederler, iş ciddi boyutlara ulaşır. Netice olarak komutan
-Ben bu zatın vasıyyetini silah zoruyla da
olsa yerine getiririm. Fakat gelin bir anlaşma yapalım. Ben vasıyyet gereği
onu istediği yere kadar götüreyim, siz de oradan alın, canınızın istediği bir
yere defnedin, der.
Araplar bu
teklifi kabul ederler. Komutan, tabutu Baki'a kadar getirir ve tabut yere
indirilir. O zaman Komutan,
-Ben vasıyyetini yerine getirdim. Sen de
eğer gerçekten Allah dostu bir kişi isen kendi yerini seç, der ve
askerlerin geri çekilmesini emreder.
Bu defa
Araplar devreye girerler, tabuta sarılırlar ama bütün zorlamalar sonuçsuz
kalır.
-Bu adamın yeri
gerçekten burası olmalı demeğe mecbur kalırlar.
Baki' mezarlığına girdikten
sonra sola doğru dönen yolda on beş, yirmi adım ilerlendiğinde Şiranlı Şeyh
Efendi'nin kabrine gelinmiş olacaktır. Mezarı yolun solundadır.
*
Hacı Bekir
baba ile ilgili belirgin bir hatıram yok. Gençliğinde bir başka şehre -belki
Tokat iline- okumağa gider. Bir gün hocası,
-Oğlum
annen her gün göz yaşı döküyor. Hadi git, gönlünü al ve dön, emrini verir.
Bu emir
üzerine genç Bekir, Tokat'tan ayrılmış ama bir de bakmış ki Milönü'ne gelmiş.[15] Buna
bir anlam verememiş. Bir iki gün annesiyle kaldıktan sonra tekrar yola çıkmış
ama yine Milönü'ne geldiği zaman kendini Tokat şehrinin kenarında bulmuş.
*
Burada yeri
gelmişken söylemem gerekiyor: Babamın dedesi olan Hafız Osman Efendi hattat
imiş, geçimini zengin şahıslara Kur'an-ı Kerim yazarak sağlamış. Hayatı boyunca
kırk iki tane Kuran-ı Kerim yazmış.
Yazdıklarından
hiç biri bizde değil.
Bir gün
babama gelen bir adam,
-Deden
tarafından yazılan bir Kur'an-ı Kerim var bizde. Ama okuyanımız yok. Arzu
edersen onu size vereyim, der.
Babam
memnuniyetle kabul edeceğini söyler ve adam, güzel bir çekmece içinde, otuz
ayrı cüz halinde ve siyah meşin kap ile ciltlenmiş olarak o mübarek hediyeyi
takdim etmiş.
Bu kitab
yıllar yılı bizim evimizde, değerli bir hatıra olarak kaldı. Evlendiğimden bir
iki yıl sonra o zat vefat etmiş, oğulları gelerek babamı bulmuşlar,
-Biz
babamızın o kitabı size vermesine razı değildik, istiyoruz, demişler. Babam,
-Siz razı
olmaya olmaya bizim o kitaba sahip çıkmamız doğru olamaz, diyerek bir gün sonra
götürdü, verdi.
|
Şu anda
dedemizin el yazması olarak bende, İmam Bûsîrî'nin "Kaside-i Bür'e"
sinden sekiz on beyitlik bir kısmının yazılı bulunduğu bir hatıra var. Yazılan
kırk iki Kur'an-ı Kerim'den hiç biri hakkında, kimlerde bulunduğuna dair
bilgiye sahip değilim. (Yan tarafta dedemin el yazısı)
*
Sh: 47-53
Burada,
bacanağım Süleyman Uludağ hakkında üç beş cümle söylememe izin verilmelidir.
Ben
Süleyman Uludağ'ı 1956 yılında İmam Hatip Okuluna geldiği günlerde tanıdım.
Amasya kökenli olan bir kısım öğrenciler, teneffüslerde, kendilerinden bir iki
yaş farklı görünen bu arkadaşın yanında toplanırlar, beraberce konuşur,
şakalaşır, sohbet ederlerdi. Hepsinin yüzlerinin ona dönük olmasından,
arkadaşları arasında sevilen, sayılan, değer verilen biri olduğunu anlardım.
Okumayı, çalışmayı pek sevdiğini farkettiğim bu arkadaş benim de dikkatimi
çekti. Zamanla aramızda gittikçe kuvvet bulan bir dostluk kurulmuş oldu.
Anlatıldığına
göre o, köyde eline bir kitap alır, gittiği yerde onunla meşgul olur, bazan
bir elektrik direğine yaslanır, tek ayağı diğerine dolanmış hal de ve ayakta
saatlerce kitap okur. Bir işi için oradan geçenler, işlerini görüp dönerlerken
Süleyman'ı aynı yerde ve ayakta kitap okurken görürler.
Bazan
haftada, on beş günde, gece toplantıları yapar, çay içer sohbet eder, oyunlar oynardık.
Bu toplantılarda Süleyman genel olarak sessizliğini muhafaza eder,
konuşulanları dinler, ama konuştuğu zaman aklı başında, bize göre üç beş yaş
ötesinin verdiği bir olgunlukla konuşurdu.
Bu
toplantılardan dağıldığımızda, benimle birlikte çıktığı olur, karanlık ve ıssız
sokaklardan geçerken benden ve Yüce Allah'tan başka kimsenin şahidi olmadığı
bir zamanı ve mekanı seçer, "Bak
Kazancı... " diye başlar ve bende gördüğü bir iki kusuru benim
anlayacağım şekilde anlatırdı. Ancak o mesele orada kapanır, bir daha hiç
açılmaz. Ben o kusuru bir defa daha tekrarlasam da "Ben sana bir gece şöyle bir şeyler anlatmıştım..."
dediği hiç olmaz. Bu bakımdan Süleyman, gıbta ettiğim bir anlayışın sahibi
olduğunu defalarca ispatlamıştır.
*
Bir
defasında Süleyman bizi köyüne davet etti. Birkaç arkadaş beraberce gittik. Amasya'da Müftü Sabri Efendi ile
tanıştırdı. Hoca Efendi İmam Hatipte okuduğumuzu öğrenince çeşitli sualler
sordu, din hususunda her şeyin bitmediğini, yeni yeni filizlerin boy
gösterdiğini farkederek memnun oldu. Biz oradan köye gittik. Orada dikkatimi
çeken bir husus, Süleyman'ın, bizim yanımızda Gürcüce hiç konuşmadığı idi. Üç
dört gün sonra Köyden ayrılırken ona Gürcü dilini bilip bilmediğini sordum,
-Biliyorum, benim ana dilim, dedi.
-Neden hiç
o dilden konuşmadın?
-Siz
yanımda iken bilmediğiniz dili konuşursam güzel olmazdı, cevabıyla mukabele
etti.
Süleyman
tatilde köyüne gittiği zaman orak tarlasında çalışır, ekin biçer, harman
aktarır, bu çeşitten bir çalışma onun ruhunu dinlendirir. Geri geldiğinde
bunları bize mutluluk duyarak anlatırdı.
*
Süleyman,
hafızası kuvvetli bir insandır. Okuduğunu kolay kolayına unutmadığını
biliyorum. Bir gün sorduğum bir suale aldığım cevap bende, onun seviyesine
ulaşabilmemiz için tekneler dolusu ekmek yemenin bile yeterli olmayacağı
kanaatini uyandırdı. Evet, İmam Hatip Okulunda okuduğumuz yıllarda idi. Bir
gün ona,
-Okudukların
zihninde nasıl bu kadar yer ediyor da unutmuyorsun, dedim.
-Ben bir mes'eleyi okurken
kendimi o mes'elenin dışında hissetmem. Mesela Mu'tezile mezhebini okurken
kendimi Mu'tezile mezhebinden biri olarak düşünür ve kendi mezhebimi
öğreniyorum diye okurum. Daha sonra Ben Mu'tezile mezhebine muhalif biri
olsaydım bu mezhebin görüşlerini hangi hususlarda tenkit edebilirdim diye bir
defa daha okurum. Artık o mes'ele benim zihnime bir daha çıkmamak üzere
yerleşmiş olur, dedi.
Yıllarca
sonra Tuzla'da askerlik yaparken "bir komutan birliğini kendisine göre en
güvenilir bir yere kondurur, onları orada bırakır ve birlikten uzaklaşır. Bu
defa ben düşman olsam bu birliğe nerelerden yol bulup nerelerden saldırabilirdim
diye bir gözlem yapar ve ona göre nöbetçilerini diker" diye anlatılırken
ben, Süleyman'ın daha öğrencilik yıllarında bu düşünceye nasıl varabildiğini
düşünüyordum.
Bir gün
Süleyman ile Arapça okumağa karar verdik. Ben evvela onu, okuyabildiği yerden
itibaren İzhar isimli kitabın sonuna kadar okutacaktım daha sonra beraberce bir
başka hocadan derse devam edecektik. Öyle yaptık, İzhar'ı bitirdik. Bir başka
hoca ile sözleştik. İkindi namazlarından sonra onun camisine gidiyor ve ders
alıyorduk. Ancak cemaat de dinlemek istiyor, bu arada hoca cemaatin de bir
şeyler dinlemiş olması için konuyu dağıtıyor ve biz, bir günde almamız
gerekenin dörtte birini alamadan oradan ayrılıyorduk. Bu gidişle bu işin
olmayacağı kanaatiyle vazgeçtik.
Süleyman
için hayat, çalışmaktan, okuyup yazmaktan, inandığı fikirler doğrultusunda
hizmet verebilmekten ibarettir, dense yeridir. O bulduğu her fırsatı sonuna
kadar değerlendiren, okuma ve yazma konusunda şunu da yapması gerekirdi demeye
hiç yer bırakmayan bir çalışma adamıdır. 1977 yılında Bursa'ya geldiğimiz
günlerde idi. Haftada bir "Mc.
Millan ve Karısı" isimli bir dizi film veriliyor. Bizim evde ise henüz
televizyon yok. Mecburen haftada bir onlara taşınıyor ve büyük bir heyecanla
film seyrediyoruz. Süleyman'a gelince Televizyonun bulunduğu masanın bir
köşesinde kendi âlemine dalmış yazıyor, okuyor, ilim ve irfan ile meşgul
oluyor, televizyonda çıkan gürültüler onu hiç ilgilendirmiyordu.
Süleyman,
hayatında hiç film seyretmiş değildir. Bir defasında "Bunu görmezsen hiç
olmayacak" denilerek götürüldüğü Titanik filminin en heyecanlı yerinde,
"Ben demedim mi bu film pek güzel diye!..." demek için dönen
yanındaki, Süleyman'ın tatlı bir uykuya daldığını hayretle görmüş ve ona film
seyrettirebilmek için artık yorulmamak gerektiğini gereği gibi anlamış-
Bununla
beraber Süleyman Belgesel film seyretmekten ciddi şekilde zevk alır. Her ne
kadar gidip görmek gibi olmasa da fikir ve tecrübe sahasında kendisi için bu
çeşitten yayınlar lüzumlu ve faydalıdır. Süleyman'ı bunca yıllık arkadaşlık
hayatımda futbol, voleybol, pinpon oynarken hiç görmedim. Bununla beraber
ameliyat olmadan birkaç yıl evveline kadar yürümekten zevk aldığını ve bol bol
yürüdüğünü biliyorum. Ara sıra bisiklet sürdüğü olurdu.
*
Süleyman,
olabildiğince sabırlı bir insandır. Ona göre zor olan iş olmaz. Kendinize göre
gerçekten zor bir işi söylersiniz, kolay der ve telaşa kapılmaz. Hiç bir şey
için "Bu iş zor" dediğini duymadım diyebilirim. Ufak tefek hastalıklar
onun için sözü edilmesi bile caiz olmayan hallerdir ve çalışmasına asla engel
teşkil etmez.
Bir
zamanlar Kayınpederime, "Süleyman
benden beş kat daha sabırlıdır" demiştim. Aradan yıllar geçti ve
Kayınpederim, Süleyman Kayseri'de iken onun yanma gitti ve birkaç ay onlarla
beraber kaldı. Döndüğünde kayınbiraderlere, "Kazancı Süleyman'dan bahsederken benden beş misli daha sabırlıdır,
demişti. O zaman mübalağa ediyor diye düşünmüştüm. Bana göre hiç de beş misli
değil çok daha sabırlı buldum" demekten kendini alamamış.
*
Süleyman
arkadaşlarına saygılı bir insandır. Arkadaşlarına bağlı bir insandır. Bununla
beraber o arkadaşının yoldan çıktığını bir başka yol tuttuğunu gördüğünde onu
yeterince ikaz eder. Bu da olmadığı takdirde artık kendi bildiği yolun yolcusu
olmaktan başka yapacağı bir iş yoktur.
Bir mecliste
beraberce bulunduğu arkadaşları ile konuşurken, aradaki derece farkını
hissettirmez, mecliste bulunanlardan biri gibi olmayı tercih eder. Bu gibi
sohbet toplantılarında horozlandığını, kibir ve gurura kapılıp bir başkasını
aşağı gördüğünü hatırlamıyorum.
Süleyman
yemek konusunda müşkilat çıkaran bir insan değildir. Sofraya konan ne ise onu
yer, şükreder oturur. Yemeğe kusur bulma gibi bir adeti de yoktur. Bir salata
ile bir ekmek onun karnını doyurması için yeterlidir. Bununla birlikte
domatesli bulgur pilavını sevdiğini de söylemek mecburiyetindeyim.
Giyim ve
kuşam Süleyman için ikinci, hatta üçüncü derecede önemli bir mes'eledir. O daha
çok rahat bir giyim tarzını tercih eder, bu konuda külfete pek tahammülü
yoktur. Güzel giyinmek iyi bir şey olsa da, insan onun için vaktini fazla
harcamamalıdır.
Ben Çorum
İmam Hatip Okulunda öğretmen iken derslerde tutturduğum notları İslah ettim,
Süleyman, bunları bir kitap olarak bastırsak dedi. 0 günlerde kendisi İstanbul
Yüksek İslam Enstitüsüne devam ediyordu. İrfan yayınevi sahibi rahmetli Mustafa
Pektut ile görüştü ve İslamda İrade, Kaza ve Kader isimli kitabımız bu vesile
ile basıldı. Ardından “İslam İmanı” isimli kitabımız da yine Süleyman'ın
delaletiyle basılmış oldu.
Siirt'te
askerlik yaparken Kaynana Münevver Hanım isimli bir roman yazmıştık. Çorum'a
izine geldiğimde Süleyman'la dolaşıyorduk. Akşama pek az bir zaman kalmıştı.
Şahinci Kitabevine üç beş adım kala bir yerde idik, Kaynana'yı bir de Üvey Anne
takip ederse iyi olacak, dedi ve bende Üvey Anne romanını yazma fikri orada
doğdu. Kitaplarımla böyle ilgilenmesinden dolayı kendisine teşekkür ediyorum.
Bir
zamanlar beraberce "Kur'an İlimleri" isimli bir çalışma başlattık.
Kendisine göre daha zor olan konuları o aldı, Bir kısım konuları da ben aldım.
O Kastamonu'da ben İsparta'da ve Çorum'da, zaman zaman mektuplaşarak, hatta
temize çektiğimiz kısımları birbirimize göndererek çalıştık ve bir hayli yol
aldık. Çalışmamız böyle devam edip giderken, Bursa'ya gelmemizden sonraya
rastlayan bir günde Süleyman, "Ankara'da
Diyanet ile görüştüm. El-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an" isimli eseri beraberce
terceme etmemizi istiyorlar," dedi. Paçaları sıvadık, el-İtkan'ın
konularını bölüştük. Geceli gündüzlü, bulduğumuz her fırsatı değerlendirerek
bir şeyler yaptık. Kitabın üçte ikisini bitirmiş durumda idik ki anlaşma
bozuldu. Yıllarımızı harcadığımız her iki çalışma da yarıda kaldı.
*
Süleyman
hoşgörü sahibi bir insandır. Evinde, arkadaşları arasında mızıkçılık yaptığı,
pireyi deve ettiği olmaz. Aksine o, deveyi pire etme, hatta hiç görmeme yolunu
tercih eder. Ona göre çalışmasına engel olmayan hiç bir eksiklik önemli
değildir.
Benim eşim Süleyman'ın eşinin
ablasıdır. Evlenme
itibariyle ben öndeyim, yani büyük bacanağım. İlim, irfan, anlayış ve
Müslümanlara hizmet yönüyle ise ona göre çok çok gerilerde olduğumu söylemek
mecburiyetindeyim- Bu ise Yüce Rabb'im biliyor ki tevazu değil, gerçeğin ta
kendisidir.
Süleyman,
son yıllarda cami yaptırma konusuna ciddi şekilde önem vermiş, sayısını
bilmediğim ama yüzden aşağı olmayan sayıda cami ve mescit yaptırmıştır.
Kendisine sıhhat ve afiyetle dolu hayırlı ömür diliyorum.
Sh: 200-205
*
Ahmed Davudoğlu
Arapça
dersimize Ahmed Davudoğlu hocamız geliyordu. Mert bir kişiliğin sahibiydi.
Kendi aleyhine de olsa, doğru olanı söylemekten çekinmeyen bir tabiatı vardı.
Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, kınayanın kınamasından korku
duymayan, olabildiğince saf ve temiz bir insandı.[16] Bulgaristan Türklerindendi.
1912 de Şumnu'da doğmuş, Nüvvab Medresesinde okumuş, sonra Mısırda yıllarca
ders görmüş ve tekrar Bulgaristan'a dönmüş öğrenim gördüğü Nüvvab Medresesi'ne
Müdür olmuş fakat daha sonra tutuklanmış, esaret hayatı bin bir çile ile geçmiş
ve nihayet Türkiye'ye gelebilmişti. Yeter derecede Arapça bilgisi vardı. Ben
şahsen onun derslerini zevkle takip ettim, çok faydalandığıma inanıyorum.
Önceden de söylediğim gibi Enstitüye geldiğinde, daha odasına çıkmadan
merdivenin başında kendisini karşılar, anlayamadığım Arapça ibareleri
sorardım. Bir defalığına da olsa yüzünü ekşittiğini, artık yeter dediğini
söyleyemem.
Bir gün
memlekete gitmek için Davudoğlu hocadan izin isteyeceğim. O zaman sınıf
arkadaşım (şimdi ise emekli Prof. Dr.) olan Mehmet Yaşar Kandemir; 'Beraber
gidelim' dedi, kabul ettim. Ben bir kağıda Arapça bir beyit yazdım. Zannederim
'Mecani'l-edeb' de görmüştüm (Beytin kime ait olduğunu hatırlamıyorum)
Men lem yebit ve'l-beynü yasdau
kalbehu,
Lem yedri keyfe tefettütü'I-
ekbâdi.
şeklinde
idi. Anladığım kadarıyla, 'Ayrılık acısı kalbini sızlatarak gurbette
gecelemeyen kişi, ciğerlerin nasıl parçalandığını bilmez' anlamına
geliyordu. Hatta beytin kenarını da birer çizgiyle çerçeve içine aldım.
Beraberce odasına gittik. Ben önden girdim ve kağıdı masasının üzerine
bıraktım. O, her zamanki gibi anlamadığım bir şeyleri sormağa geldiğimi
zannetti. Beyti okudu, lügate sarıldı:
-
Hocam, bilmediğiniz kelime varsa ben söyleyeyim,
dedim.
-
Şeyh, madem biliyorsun bana ne diye soruyorsun, dedi
hâlâ lügate hakıyor, tekrar beyte bakıyor. Sonra birden üç parmağının uç
kısmını başına vurdu:
-
Bre susak, bu adam senden izin istiyor. Baksana
've'l-beynü' var, dedi. Kaleme sarıldı, kağıdın kenarına 'Ve'l-uzrü makbulün'
yazdı ve kağıdı elime yerdi. On gün izinlisin dedi.
- Hocam bunu bir kağıda yazıp verseniz, dedim
-
Onu da yaparım, dedi ve yazdı.
Daha sonra
Yaşar Kandemir'e döndü;
-
Sen ne istiyorsun?
-
Hocam onun derdi de benim ki gibi, onun için beraber
geldik.
Bir on gün
de ona izin verdi. Teşekkür ederek ayrıldık. Bir hatıradır diyerek bu kağıdı
yıllarca sakladım. Ancak on üç defa ev değiştirmiş olmanın acı sonuçlarından
biri de bu ve benzerlerinin kaybı oldu.
Hocamız
Hanefi mezhebinin pek ciddi bir bağımlısı idi. Diğer mezhepleri batıl
saymamakla birlikte, ihtiyaç anında o mezheplere başvurmanın caiz olmadığı
görüşünü savunurdu. Onun bu özelliğini bilen ve Hayrettin Karaman ağabeyimizi
çekemeyen bir takım kimseler araya girmiş, hatırlanması bile rahatsız eden bir
sürü olaylara sebep olmuşlardı.
Hocamız 7
Nisan 1983 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Rabb'im rahmetiyle muamele buyursun.
*
Mahir İz
hocamız Ansiklopedik malumatı geniş bir insandı. Tasavvuf derslerine gelmesine
rağmen normal bir program takip etmez, çoğu defa, 'Söz sözü açar' kabilinden,
ama heyecan yüklü, edebiyat ağırlıklı konuşmalar yapardı. Mehmet Akif ERSOY ile
yakın arkadaşlığı veya talebe hoca ilişkisi olduğunu bilmeyen yoktu. Son devrin
Osmanlı Efendisi denilmeğe layık, oldukça temiz, dürüst bir beyefendi idi.
Bazen kendisine bir kahve getirttiği olur, kahve parasının iki mislini de
getiren garsona bahşiş verirdi. Ona göre insan aldığı maaşın zekâtını, maaşı
aldığı günde vermeli idi ki, geri kalanı gönül rahatlığı ile yiyebilsin.
Derslerinden
fazla istifade ettiğimi söyleme imkânından mahrumum. Bununla beraber o güzel
insana karşı içimde daima sevgi ve saygı bulunduğunu söylemek isterim. Hocamız
1974 yılında Yüce Rabb'imizin rahmetine kavuştu.
*
Tefsir
dersi hocamız Mehmed Sofuoğlu idi. Dersine ciddi şekilde önem veren, temiz,
dürüst bir insandı. Ankara İlahiyat Fakültesi mezunu olmasına rağmen, o güne
kadar alışa geldiklerimizin aksine ciddi şekilde kendini yetiştirmiş bir
insandı. Yıl sonunda hocalar arasında kendisini talebeye davranışı ve ders
işleyişi yönüyle ortaya koyabilen, isim ve numara yazmaksızın tenkit
edilmesini isteyen tek hoca o idi. Bir kısım arkadaşlar, onun ciddi şekilde
dersini yürütmesine itiraz ederken "Neden
sakalın yok?...Bıyığını neden kesiyorsun?..." gibi, kendilerine göre
çok daha lüzumlu olan cihetleri ele almışlardı. Sakalı ve bıyığı olmayan hoca,
her yönüyle mükemmel olsa, ağzından bal akıtsa ne yazardı?
Gece gündüz
çalışan, çalıştığı gözle görülen, dersin kaynatılmasına asla göz yummayan bir
hoca olmak, kısa yoldan yani alın teri dökme ihtiyacını hissetmeden Enstitü
hayatını bitirmek isteyen bir kısım arkadaşlarca hiç hoş karşılanmamıştı.
Halbuki
onun istediği, "Öğrencime daha nasıl faydalı olabilirim?" sorusunun
cevabını bulabilmek ve ona göre noksanları tamamlamak ve gerçekten iyi olduğuna
inanabileceği bir yol tutmaktı.
Mehmed
Sofuoğlu hocamızı, tertemiz hatıralarla yadedilmesi gerekli olan örnek bir
hoca, pek iyi bir insan olarak tanıdığımı söylemek istiyorum. Her gün ismini
söyleye söyleye dua ettiğim pek az insan arasında Sofuoğlu hocamızın da ayrı
bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerimden sonra dinimizin temelini oluşturan iki
büyük hadis kitabının (=Buhari ile Müslim'in) tam metin olarak tercemesini
yapan ve bu konuda İslam alemine büyük hizmet vermiş bulunan Sevgili Hocam,
1923 tarihinde doğmuş, 1990 yılında vefat etmişti. Kendisini minnet ve rahmet
duyguları ile yadediyorum. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.
*
İslâm
Felsefesi dersine Celal Hoca (Celalettin Ökten), Akaid ve Kelâm derslerine
Ömer Nasuhi Bilmen hocalarımız geliyordu. Ancak her ikisi de yaşını başını
almış, oturduğu yerden kalkamaz olmuşlardı. Artık her ikisi de, "Vemen nuammirhü... Biz kime uzun ömür verirsek,
yaratılışta baş aşağı ederiz" [17] hükmü, onlarda da iyice
belirgin hale gelmişti. Onlar da, herkes gibi gençliğin, orta yaşlı
olmanın mevsimlerini gerilerde bırakmışlar, güçlü kuvvetli oldukları
zamanları, hayal alemine teslim etmişler, bir başkasının yardımı olmadan
normal hayatı devam ettiremez duruma ulaşmışlardı. Her ikisini de sınıfta ders
yaparlarken ayakta görme şansını hiç yakalama •tttkânım olmadı.
Celal
Hocanın, İmam Hatip Okullarını büyük emeklerle, takdire değer fedakarlıklarla
açtırdığı yıllarda çok cevval, olabildiğince dinç bir "Öğretmen Hoca
Efendi" olduğunu duyardık. Fakat günlerin geceleri, yılların yine
yılları takip etmesi, o çalışma azmiyle, hizmet aşkıyla dolu insanın
bacaklarında kuvvet bırakmamış, koşa koşa çıktığı merdivenleri, bir başkasının
yardımı olmadan inemez hale getirmişti. Artık ders saati boyunca hep oturuyor,
sırtındaki paltosunu çıkarma ihtiyacını hissetmiyor, ders arasında iki üç defa
enfiye çekmeyince rahat edemiyordu. Sınıfa bir arkadaşın yardımı ile gelir,
oturduğu sandalyeden dersin bitmesiyle kalkardı. Bir gün, bizden üst sınıfta
bir arkadaşın, Denizli şivesiyle "Sana tenkit edeceğim" demesi
onu bir hayli üzmüş, bu üzüntüsünü bizlerle de paylaşmıştı.[18]
Rahmetli
Mustafa Göl anlattı: Hoca bir defasında enfiye kutusunu unutmuş,
"Enfiyesi olan var mı" dedi. "Babamın enfiyesi benim yanımda
kalmış" diyerek hocaya takdim ettim, memnun kaldı, o ders onunla yetinmiş
oldu. ;
1882
tarihinde doğan ve 1961 yılının sonbaharında vefat eden sevgili hocamıza Yüce
Rabb'imin rahmetini diliyorum.
*
-Ömer Nasuhi Bilmen
Ömer Nasuhi
Bilmen hocamız,
Erzurum şivesini olduğu gibi muhafaza etmişti. Tıpkı Çorum'da Server hocamızın
Ahıska Türkçesini devam ettirdiği gibi. Ömer Nasuhi hocamız, kendi ifadesiyle
"Mülehhes ilm-i Tevhid" adını verdiği küçük kitabının el yazması olan
nüshasını (ikiye katlanmış şekliyle) cebinden çıkarır, ondan cümle cümle okur,
hatırında kalan izahlar yapar ve ders böyle devam edip giderdi. Yazı, eskiden
pek muteber olan kopya kalem ile yazılmıştı. Ter ile ıslanınca kağıdın rengi
de, yazılar da bir başka hale dönüşmüştü.
Hoca Efendi
sınıf ile pek meşgul olmaz (olamaz) sadece oturduğu yerden dersi takrir ederdi.
Onun bu hali, tabiatıyla talebeye yansır, kimi açar kendi kitabını okur, kimi
dışarı çıkar, tekrar içeri girer, hocamız ne dışarı çıkanın farkına varır, ne
içeri girenden haberdar olurdu.
İmam Hatip
Okulunda iken aldığım ve kendi düşünceme göre "Bir Hazine" olarak
bildiğim ve pek çoğunu okuyarak istifade ettiğim "Hukuk-ı İslâmiyye ve
İstılâhât-ı Fikhıyye Kamusu" isimli eserin, Büyük İslam
İlmihali'nin değerli müellifini böyle görmeyi istemezdim. Keşke bu zat
çalişma odasında kalsa, ilmini, tecrübelerini kalem ile anlatsa ama bedeninin
taşıyamayacağı yükün altına girmesi teklif edilmese diye hayıflandığım oldu.[19] Nice
kolu bükülmez yiğitleri, içeceği su bardağını kaldıramaz hale getiren dünya
hayatı elbet sevgili hocamız için de geçerli olacak, dün tuttuğunu koparırken
bugün ona elini bile uzatamaz hale gelecekti. Kaldı ki o mübarek zat bu halinde
Kur'an-ı Kerim'in terceme ve tefsiri ile meşgul olmakta idi.
Ömer Nasuhi
hocamız, görünüş itibariyle tek kelime yazmamış, tek kitap okumamış bir
insandaki alçak gönüllülüğe sahip bir insandı. Sanki o dev eseri o yazmamış,
hatta adını bile duymamıştı. Üç beş sahife yazan ama üç beş cilt kitap
yazmışçasına tafra satan nicelerini görmüş olarak, Hoca Efendiyi takdir
etmemek elde değildi. Onu dikkatle izleyen bir insan onun, Rasul-i Emin
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz için yazdığı bir na'tinde dile
getirdiği,
"Günahkârım, peşimân bir
kulum, gâyet perîşânım
Niyâz etmekteyim senden şefaat yâ Rasulallah" [20]
Niyâz etmekteyim senden şefaat yâ Rasulallah" [20]
beytindeki
manayı, oturuşunda, yürüyüşünde, konuşmasında hasılı Ömer Nasuhi Bilmen olarak
görünüşünde rahatça izleyebilirdi. 13 Ekim 1971 de vefat eden hocamıza Rabb'im
rahmetiyle muamele buyursun.
*
Yaman Dede lakabıyla maruf olan hocamız
Farsça dersine geliyordu. Tam anlamıyla bir Peygamber âşığı, Mevlânâ âşığı bir
insandı. 1887 yılında Kayserinin Talaş ilçesinde Rum milletinden Hristiyan bir
ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve asıl adı Diyamandi (=Elmas) olan
hocamızın ailesi Kastamonu'ya yerleşir Burada tahsilini devam ettirirken İslam
ile ilgisi başlar ve nihayet gönülden İslam’ı kabul eder. 1942 yılına
kadar eşine ve kızına bile hissettirmeden namazını kılan ve orucunu tutan
hocamız bir gün ailesine Müslüman olduğunu açıkladığında kıyamet kopar. Tekrar
eski dinine dönmediği takdirde kendisiyle aynı çatı altında kalamayacaklarım
söylerler Aile bağının devam etmesi için yalvarmaları fayda vermeyen
Hocamız bir akşam üzeri, sırtına aldığı ceketiyle ve bir daha dönmemek üzere
evini terkeder. Artık resmen Müslüman olmuş, adını Mehmed Abdülkadir Keçeoğlu
olarak değiştirmiştir. Gerçek bir Peygamber aşığı, Mevlana aşığı olarak
hayatını devam ettirir.
Onun bu
özelliğini bilen ve dersi kaynatmak isteyen bir kısım arkadaşlar vardır,
onlardan biri söz ister,
-
Hocam derse başlamadan bir sual sorabilir miyim, der.
-
Buyur evladım, sor.
-
Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
buyurmuşlar ki...
Hocanın
gözlerinden inci tanesi gibi yaşların akmasına ve hüngür hüngür ağlamasına bu
kadarı yeterlidir. O bir zaman ağlar, sonra o arkadaşa döner;
-
Kusura kalma evladım, ne demiştin?
-
Rasûlullâh Efendimiz'in bir hadis-i şerifini
soracaktım...
Aslında
maksat bir şeyler öğrenmek değil, onu ağlatmak ve seyretmektir. Sorulacak
hadisin şu veya bu hadis olması hiç önemli değildir. Hoca tekrar ağlar ve
nihayet güç bela sorulan hadisi dinler, bildiği kadarıyla cevap verir. Böylece
dersin belli bir miktarı geçirilmiş olur.
Hocanın
yüzüne, onun gözlerinin içine bakan bir insanın; 'Bu adam mutlaka yanıp
tutuşmuş, iliklerine varıncaya kadar her şeyi erimiş' dememesi için hiç bir
sebep yoktur. Vücudunu çevreleyen derinin yanık bir deri olduğunu söyleyen bir
insana 'Nereden biliyorsun?' denilmeyecek derecede aşk ateşinin yakıp
kavurduğu bir insandı. 'Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Rasulallah' mısraını
okuyan ve bir de onun yüzüne bakan bir insan eğer; 'Bu adamın neresi yanmış
ki?' diyebilirse, onun sadece bakan ama göremeyen bir kişi olduğuna başka delil
aramamak lazımdır.
Ne yazık ki
bu değerli insandan yeterince faydalanma imkânı olmadı. Yaşı ilerlemişti,
vücudu rahatsızdı. Üç ay kadar devam ettiği sınıfımıza veda için bile gelme
imkânı olmadı. Bir gün onun vefat ettiğini duyduk. (03.05.1962) Onu
omuzlarımızda taşımak üzere gittik, Karaca Ahmet'teki mezarına konulurken
bizden bir üst sınıfta bulunan Tayyar Altıkulaç ağabeyimiz, kabrinin başında
Sevgili Yaman Dede'm izin; 'Yak sinemi âteşlere, efgânıma bakma' diye
başlayan, 'Ağlatma da yak, hâl-i perîşânıma bakma' diye biten manzumesini
okudu.
Şahsen,
tepeden tırnağa Peygamber sevgisiyle dolu, en meşru sevginin ateşiyle yanıp
kavrulmuş bir insanı tanımanın mutluluğunu duyuyorum. Peygamber Sevgisini hem
sözüyle, hem özüyle böylesine anlatan bir başka insanla tanıştığımı
hatırlamıyorum.
*
İhtilalin
Üniversiteden ilgilerini kestiği yüz kırk yedi profesörden biri olan ama kendini
kaf dağında görmeğe bile tahammülü olmayan bir hocamız vardı. Şeyh Sadii
Şirazi'nin; 'Edebi kimden öğrendin?' sorusuna cevap olacak nitelikteki
halleriyle hepimizi bezdirmişti. 'Bezdirdiği sadece biz miydik?' diye zaman
zaman düşündüğüm olur. Onun hakkında ne ders bakımından, ne de edeb ve
ahlak yönüyle "İyi bir insandı, iyi bir muallimdi" diyen tek fert
ile bugüne kadar karşılaşma imkânım olmadı.
Çorum İmam
Hatip Okulunda öğretmen olduğumuz günlerde idi. Söz döndü dolaştı bu
hocaya geldi. O zaman Lise'den bizim okula derse gelen edebiyat öğretmeni
bir hanım, onunla olan bir hatırasını anlattı: (Söz konusu olan hoca biraz
geç evlenmişti.)
-Bir gazinoda oturuyordum. Hanımıyla
birlikte içeri girdiğini gördüm hemen kalkarak masama davet ettim. Kabul
ettiler. Oturduk, sohbete başladık. Bir ara bana baktı,
-Kız güzelmişsin. Bununla
evlenmeden görseydim seni alırdım, deyiverdi.
Tabi ben utandım ama hanımın da
rengi değişmişti.
Sh:230-237
*
Burada 1960
ihtilali ile ilgili bir iki söz söyleme hakkımız olmalıdır. Çünkü ihtilalin
gerekçelerinden biri de, hükümet, Üniversitelere el attı. İki tane profesörü
görevden aldı... şeklinde idi. Onlar, "Üniversitelere dokunulmaması
gerekir. Üniversiteler özgür olmalıdır, eğitim ve öğretim sistemlerini, eğitim
ve öğretime ait faaliyetlerini ilmin ve tekniğin verdiği doğrultuda
yürütülmelidir," diyorlardı.
İki profesöre dokunuldu diye
ortalığı kasıp kavuran Üniversite gençliği, başlarında hocaları olarak
meydanlara dökülmüşler, hatta Kızılay meydanında Başbakan Adnan Menderes'in
yakasına yapışıp "Demokrasi istiyoruz, demokrasi istiyoruz!..." [21]diye
tartaklama gibi bir başarıya imza atanları da olmuştu. Bugün atılıp
tutulmayan, suratından düşen sinek bin parça olan, maneviyatın her çeşidine her
dereceden düşman olan o şahıs, onunla birlikte
hareket eden arkadaşları ve hocaları, istedikleri ihtilal yapılıverince muratlarına ermişler, meydanlardan çekilip
tekrar ilim ve irfan yuvası diye bildikleri fakültelerine dönmüşlerdi.
Sahi,
Dostlar Biz Kına yakacaktık...
Ne var ki, "Üniversitelere
dokunuldu..." diye ayağa kalkan çete mensupları, bu defa yüz
kırk yedi profesör emekliye sevkediliverince nelerin olup bittiğini
pek anlayamadılar. Başarı ödülü alma zamanının geldiği düşüncesiyle
mutlu hayaller kura kura yatıp kalkarken, alınlarının orta yerine okkalı
bir yumruk yemiş gibi oluverdiler. Bu yumruk, ülkeyi on yıldır devam edip gelen
bunalımdan kurtaracak ve özellikle kendilerine özgürlük getirecek diye
bildikleri ihtilalcilerden geliyordu. Bir ay evvel atılıp tutulmayan,
Başbakan'ı tartaklamaya varıncaya kadar kaldırmadık kazan bırakmayan yiğitler,
akıllarını başlarına topladılar, edebimizle oturalım diyerek birer köşeye çekilmeyi
uygun buldular. "İyi ki piyango bize de vurmadı" diyorlardı. Pırıl
pırıl rüyalar görme ümidi ile yatmışlar, kâbuslara rahmet okutacak, iyi ki
rüyada imişiz dedirecek bir uyanışla uyanmışlardı.
İçlerinde,
"Vela havle!..." çekip de, "İki profesör için kıyametler koparan,
kutsal cihadın bayrağını açan ve o günlerin kükremiş aslanları olan biz
cübbelilere neler oldu da siniverdik" diyeni bulunmadı. İkinci bir
atılımla, "Haydi aslanlar ileri!..." deyip ikinci bir kutsal cihad
düdüğünü çalma ve "Biz Menderes devrinde canımızın istediği kadar
bağırabiliyorduk" deme cesaretini gösterme gibi yiğitçe bir davranışın
ayıp ve edep dışı bir hareket olacağı kanaatiyle sessizliğe büründüler.
Az çok
vicdanı bulunanlar "Biz şu kadarcığına tahammül edemiyorduk ama şimdi
bunlar, Sabık ve Sâkıt İktidarın yaptığının yetmiş üç misli fazlasını yaptılar.
Demek ki onlar, bunlara göre çook çok insaflı imiş," diyebilmiş
olmalıydılar.
Ama artık
devir değişmişti. Eskilere canlarının istediği her çeşit hakareti yapan, iftira
kampanyası düzenlemekte hiç bir mahzur görmeyen hatta bunu dişlerini gıcırdata
gıcırdata, ağızları köpüre köpüre yapan, yerleştikleri gazete köşelerinden
Menderes hükümetini topa tutan muhterem yazarlar, özgürlüğün bir başka tadını
tatma mutluluğuna erdiler. Bu defa kendilerine, "İhtilali rahatsız
edebilecek bir tek kelimenin bile yazılmaması özgürlüğü" tanınmıştı.
Bu özgürlüğün içinde, ihtilali destekleme ve yine eskiden olduğu gibi sâbık ve
sâkıt idareye sövebilme hürriyeti de olabildiğince genişletilmişti.
Yapacakları hiçbir iftiradan sorumlu tutulmayacaklardı. Pek tabii olarak
"Siz Türk milletinin canına okudunuz. Ordunun haysiyetini ayaklar altına
aldınız. Söyler misiniz bir general, bir ordu komutanı nasıl olur da bir üsteğmenin,
bir yüzbaşının karşısında selama durur," diyeni bulunamamıştı. Menderes'in
asılmasında emeği geçen sayın celladın ücretini, darağacı ve yağlı ip için
harcanan parayı Menderes ailesinden isteme [22]gibi
bir faziletin temsilcisi olanlar, ilim yolcusu profesörlerin karşısına geçince
"Kusura kalmayın bilmezlikle bir ayıp ettik" demeyeceklerdi. Belki bu
kadarını olsun hatırlatanı bulunacaktı ama buna izin verecek, "Buyur,
canının istediğini söyleyebilirsin" diyecek bir merci yoktu. Böyle bir
hatırlatma yapana, "Erken öten horoz" muamelesi yapılacağını, Yassı
Ada'nın, Balmumcu'nun beş yıldızlı otellerinde, adanın karanlık ve gün yüzü
görmeyen dehlizlerinde ihtilal ikramları göreceklerini öğrenmeyeni kalmamıştı.
Kaldı ki Ordu disiplinine göre aynı sınıfta okuyan iki subaydan, sınıf
listesinde önce bulunanı daha kıdemli olurdu.
Sh: 237-239
*
Roman
yazmağa nasıl başladım?
Siirt'te,
kitap terceme etme işini bırakınca "Acaba uğraşsam bir roman yazabilir
miyim," dedim. Dedim ama teknik açıdan romanın tarifini bile bilmiyordum.
Roman yazarken nelere dikkat edilir? Neresinden başlanır, Ne gibi seyir takip
eder? Nasıl sonuçlanır?... Bu gibi konularda tamamen yaya idim. Ama, roman ve
hikaye konusunda gençliği doyuracak, "İyi ki okudum" dedirecek
eserlerin bulunmasını da, inkar edilmesi mümkün olmayan bir ihtiyaç olarak
görüyordum. Çünkü -bir kısım insanların hoşlarına gitmese de- Türkiye'de en saf
ve temiz öğrenci topluluğunu içinde barındıran İmam Hatip Okullarında bile en
çok okunan ve eskiyen kitaplar roman ve hikaye türünden olanlardı. O günün
gençliğine "Roman ve hikaye okuma!..." demenin bir anlamı yoktu.
Tıpkı bugünün gençliğine televizyon ve İnternet'ten uzak dur demek gibi. Ama,
"Onu değil şunu oku!..." diyebilirdiniz.
Evet
romanın tarifini bile bilmiyordum ama çağımızda yetişen gençliğe, edep ve
ahlakını bozmayacak, edep ve ahlak yolunda kendine rehberlik edecek
roman ve hikayeler yazılmalı diyordum. Bir delikanlının annesine, bir genç
kızın babasına yüzü kızarmadan okuyabileceği, milli ve manevi değerlerimizi
anlatmayı hedef alan, iyi insan portreleri çizerek okuyucuya iyi şeyler
verebilen kitaplar bulunmalı diyordum. Bizim edebiyatımızda roman, girdiği aşk
ve macera vadisinden bir türlü çıkamamış, eğlendirici olma vasfını bir türlü
terk edememişti. Okuyanlarda iyiye ve doğruya yönelik bir düşünce ve davranış
görülemiyorsa okunulan kitaptan ve tabiatıyla harcanan zamandan elde kalan ne
olabilirdi?
Gençliğimde
okuduğum ve sayısı hayli kabarık olan romanlardan elimde fazla bir şey
kaldığını zannetmiyorum. Bunlar arasında beni eğlendirmenin ve
heyecanlandırmanın ötesinde tertemiz bir hayata, pırıl pırıl bir dünyaya
yöneltecek, bana bu konuda rehber olabilecek bir örneği bulmakta güçlük
çekiyorum.
İsim vermek
istemiyorum, adı göklere çıkarılan bir romanı elime aldım, ilk sahifesinde üç
tane küfür kelimesiyle tanıştım ve ikinci sahifeyi çevirmeden bırakma ihtiyacı
duydum. Yine Edebiyat derslerinde örnek olarak gösterilen ve okumamız
istenilen üç romanı iki yıl önce (2004 de) okudum. Vardığım netice şu oldu:
Keşke bu kitaplar hiç yazılmasaydı, keşke bunları okuyarak değerli vakitlerimi
zayi etmeseydim ve keşke bu kitaplar sahte bir şöhretle göklere çıkarılmasaydı.
Burada şunu da ilave etme ihtiyacını
duyuyorum: İki binli yıllarda (2004?) Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
tavsiye edilen 'yüz eser' satış rekorları kıran seviyelerde alıcı
buldu ama bu kitapların bir kısmının bu listeye nasıl girebildiğini bir
türlü anlayamadım. Bu kitaplar, 'Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri'
[23] gibi
bir yoldan mı bu listeye sızdılar, ya da bu kitapları tavsiye edenler gerçekten
onları okudular da öyle mi tavsiye ettiler? Bunun cevabını bulamıyorum. Bu
milletin evladına gerçekten bir şeyler verebilmek, edeb ve ahlâkın adının
bile unutulmağa başladığı şu zamanda boğulmak üzere olanlara bir can
simidi uzatabilmek isteyen bir insan, tavsiye edeceği kitaplarda daha dikkatli
davranır, seçeceği kitapları ince elekten geçirirdi.
*
Kaynana
Münevver Hanım:
Bir
zamanlar annem, Emine Emem'in kayın validesi ile olan bir hatırasını
nakletmişti. Emem, ocakta suyu kaynatır. Bahçeye götürecek ve çamaşır yıkayacaktır.
Fakat elinde kazan ile dönerken tökecir (Ayağı bir yere takılır) ve elindeki su
dolu kazan, orada hasta yatan kayınbiraderinin üzerine dökülür.
Tam bu
sırada odada bulunan kayınvalidesi, halamın elinden kazanı kaptığı gibi
onu bir tarafa iter, "evladımı yaktım!..." diye feryada başlar. Kısacası
kayın valide hanım suçu üzerine alır ve hiç bir anne kendi evladını bile bile
yakmayacağı için mes'ele halledilmiş ve kapatılmış olur. Bu hanım daha sonra
halamı bir tarafa çeker ve "Bu olay burada kapanacak. Eğer benden
başkasına anlatırsan hakkımı haram ederim," der.
Bu değerli
hanımın, her türlü takdirin üstünde olan şu güzel davranışı ile Yüce
Rabb'imizin "Settârü'l-uyûb" (ayıpların üzerini örten) sıfatı
arasında pek yakın bir bağlılık bulunduğunu söylemeğe lüzum var mıdır? Sevgili Peygamberimizin öğrettiği ve Yüce Allah'ın
beğendiği ve razı olduğu ahlak bu değerli hanımın asil davranışı ile ortaya
çıkmış oluyordu.
Pek tabii
olarak halam, öz annenin bile yapamayacağı, "kör mü idi gözün?...
Elin kırılaydı da bu çocuğu yakmayaydm!... Ne gibi alacağın vardı benim gül yüzlü yavrumdan?..." gibi
sözlerin söylenebileceği, fırsat buldukça baş kakıncı edileceği, gelene
gidene ballandıra ballandıra anlatılacağı çeşitten bir olayı böyle
atlatmış, hayatı boyunca bunu gerçek ama tatlı bir sır olarak saklamış
ancak vefat ederken, rahmete vesile olur düşüncesi altında "Böyle bir
kaynanam vardı..." diye anneme anlatmış.
Bu olay bizim hayalimize bir "Kaynana
Münevver Hanım" romanı canlandırdı. İhtimal ki bu değerli
hanımın, geride kalan ve bize kadar ulaşmayan bir nice güzel davranışları
olmuştu.
Halamın
vefat ettiği yıllarda ben küçük bir çocuk olmasaydım ve bu olayı
bilseydim, kim bilir daha nice misli bulunmaz hatıralar dinleyecektim. Kim
bilir bu fazilet abidesi hanımın hayatında daha ne gibi güzellikler vardı bunu
öğrenememiş olmanın üzüntüsünü zaman zaman duyduğum olur. 'Ne olurdu Halam,
şöyle ve şöyle olaylar geçmişti dese de bir iki örnek daha verseydi' derim.
Kaldı ki bu romanda o meftunu olduğum kayın validenin asıl ismini de bilmiyordum.
(Allah ona rahmetini kandım deyinceye kadar bol bol versin.)
'Münevver' ismi ise, rahmetli annem
hastanede yatarken hizmetine bakan hastabakıcı hanımın ismi idi. Ben o
günlerde yaklaşık sekiz, dokuz yaşlarında olmalıydım. İçimde o hanıma karşı
bir sevginin, saygının bu güne kadar devam ettiğini söylemem gerekiyor.
(Allah rahmet etsin).
*
Sözün
kısası, elime kalemi aldım. Nereden başlayacağıma bir türlü karar veremiyordum.
En sonunda gönlüm bana,
-Nereden
başlasan olur. Göç yolda düzelir, dedi. Bu karara vardığımda otuz iki yaşımdaydım
ve Siirt'te askerlik görevimi yapıyordum.
Başladım ve
sekiz on sahife yazdım. Olmadığını görünce yırttım. İkinci defa başladım, bir
başka vadiden yürüdüm Yine olmadı, yine yırttım. Üçüncü defa başladım...
En azından
olmadığını biliyordum. Demek ki "olur!..." diyebileceğimi de
yazabilecektim. Birinci, ikinci ve üçüncüde olmayan dördüncüde de olmaz denilemezdi.
Nitekim "Yenile yenile yenmesini öğrenme" imkanı doğdu.
Askerlik bitmeden bir "Kaynana Münevver Hanım" ortaya
çıkmış oldu. Böylece çocuklarıma verememiş de olsam ilk romanıma "Münevver"
ismini vermiştim.
Münevver
ismi benim gönlümde bir iyilik âbidesini temsil ediyordu. Yüzü temiz, gönlü
temiz, duygu düşünce ve davranış bakımından tertemiz bir hanımın hayali
gözlerimin önüne geliyordu.[24]
İleriki
tarihlerde bu ismi taşıyan ama benim hayalimdeki o şahsiyeti taşımayan biri,
benim bu isme olan meylimi ve sevgimi adeta tekmeledi. Münevver'in böylesi de
oluyormuş dedim.
Kaynana
Münevver Hanım'ı okuyanlardan aldığım mektuplar, "İyi ki bu romanı yazmışım"
dedirtecek seviyede idi. "Bir kaç arkadaş toplanıp okuyoruz. Münevver
hanımın edep ve ahlakım gönlümüze yerleştirmek ve onun gibi olmak için gayret
ediyoruz" diyen mektuplar aldım.
*
Üvey
Anne:
Çorum'a,
kardeşim Mehmed'in düğünü vesilesiyle izin alıp geldiğimizde bacanağım
Süleyman Uludağ'a, yazdığım romandan bahsettim.
-Kazancı
bunu bir üvey anne takip edebilir, dedi.
İyi bir
üvey annenin, yetim bir çocuk için ne derece önemli olduğunu anlattı. Ondan
henüz ayrılmıştım ki, mahallemizde bulunan iki üvey anne gözlerimin önüne
geliverdi. Biri, üvey çocuğu yatağı kirlettiği için çocuğun edeb yerini biberle
doldurmuştu. Ben bu üvey annenin adını bile unuttum. Belki anlatırlarken adını
da söylememişlerdi. Diğeri ise beş tane çocuğun başına gelmiş ve onları kendi
yavruları gibi bağrına basmıştı. Bu beş çocuktan en büyüğü kendisinden (yani
Remziye hanımdan) iki yaş küçük, en küçüğü 'se, henüz süt emme devresinde,
yaklaşık bir yaşındaydı. Bu kardeşlerden biri benden büyüktü. Biriyle (İsmail
ile) arkadaştık. Yıllar yılı mahallede beraberce oyun oynamış, babasının
harmanında döven sürmüştük[25]
Ölen ve
ismi Nigar olan hanımın resmi, Remziye Hanımın yatağının başucunda duruyordu. Gelin olarak
geldiği gece, henüz damat odaya girmeden bir kadın geliyor ve yatağın üst
kısmında bulunan bu resmi alıp götürmek istiyor. Remziye hanım o resmin
rahmetli Nigar hanıma ait olduğunu öğrenince alıyor ve yine başucuna asıyor.
Eşimle ziyaretine gittiğim 2004 yılında bu
resmin yine yatağının başucunda durduğunu gördüm.
Remziye
hanımın bir kızı olmuş, onun adını da Nigar koymuştu. Bugüne kadar
dinlediğimiz pek çok üvey anne, ölen hanımın isminin o evde anılmasına
bile izin vermemişti. Nasreddin Hoca, eski kocasının adını söyleyip duran
hanımını bir tekmeyle yataktan atıp, 'Üçümüz bir yatağa sığmıyoruz' dememiş
mi idi? Halbuki Remziye Hanım hem onun resmini aziz bir hatıra olarak
saklamış, hem de öz kızına onun ismini vermek gibi bir fazilet örneği olmuştu.
Ne yazık ki kızı olan Nigar da, evlendikten sonra ilk çocuğunu doğururken
vefat etmiştir. (Allah rahmet etsin)
Babamın
mahalle imamı olması hasebiyle bakarsınız Remziye Hanım, elinde bir bakraç
yoğurt ile gelir;
-
Bunu alın, Nigar'a okuyun, der ve gider. Bazen süt
getirir, aynı arzuyu dile getirir. Her yıl mutlaka ölen hanım için mevlit
okuturdu.
Bu
çocuklara öksüzlüğün acısını tattırmamak için bir insanın yapabileceği her
şeyi yapan, onlarla oyun oynayan, gül gibi yedirip giydiren Remziye Hanım,
ilkokul tahsili de olmayan, köy hayatı yaşamış ve köy kültürü ile büyümüştü.[26] İyi
bir üvey anne olmak için eğitim ve kültürden çok insan olmanın, İnsanî
duygular taşımanın önemli olduğunu bizzat yaşayarak bize anlatmıştı. Üvey
kızlarını gelin ettikten sonra çamaşır yıkamak, ekmek yapmak gibi işin çok
olduğu günlerde onlara yardıma gittiği, komşularımızın bildiği gerçeklerdi.
Çocuklardan biri Çorum dışında ev almış, gelin hanım ise kendi annesi dururken
evvela Remziye Hanımı davet etmişti. Bu ise gelinleri tarafından bile kendi
annelerinden daha önde tutulduğunun bir göstergesiydi.
Halen
yaşayan (2008) bu hanım, bizim mahallemizin üvey annesi idi. Zaman zaman eşimle
birlikte gidip ellerini öptüğümüz Remziye hanım, yazacağım bu kitapta "Fatma
Hanım" ismiyle yer alacak, yazarken zaman zaman, hüngür hüngür ağlata
ağlata, benim içimde mükemmel bir "Üvey Anne Saltanatı" kuracak,
gönlümün derinliklerinden kopup gelen saygı, sevgi ve iyilik selinin
coşkun bir ırmağı halinde okuyanların gönüllerine dolacaktı.
Bu defa
Kaynana Münevver Hanım'da olduğu gibi tekrar tekrar yırtma yolu açılmadı.
Rahat rahat yazma imkanı doğdu. Öyle ki iznimi bitirip Siirt'e döndüğümden
itibaren teskere alıncaya kadar geçen bir buçuk aylık zamanda -ve tabii olarak
geceleri- kitabın yarıdan fazlası yazılmış oldu.
Üvey
Anne'yi bitiremeden teskere aldım ve İsparta'ya geldim. Baktım ki İsmail de
İsparta'da yedek subay olarak görev yapıyor.
-
İsmail, ben böyle bir roman yazıyorum. Bana Nigar'ın
öz, sizin üvey gibi tutulduğunuza dair bir iki örnek versen iyi olacak,
dedim.
Düşündü ama
bulamadı,
-
Abi, hiç yok. Biz öz kardeşler olarak büyüdük.
Aramızda böyle bir farkın bulunduğu hiç bir olayı hatırlamıyorum, dedi. Daha
sonra ilave etti;
-
Ben evleninceye kadar ne zaman yıkansam annem geldi,
sırtımı sürdü (keseledi).
-
Utanıyorum, derdim.
-
İnsan annesinden utanırsa ayıp olur. Güzel yavrum, ben
senin annen değil miyim? derdi.
Hâsılı
Remziye Hanım (yani kitaptaki ismiyle Fatma Hanım) dört başı mamur bir üvey
anne olunabileceğini bizzat yaşayarak mahallemize öğretmiş oldu.
-Elin gülü
koklanmaz diyenlere;
-
Evet elin gülü koklanmaz ama bu yavrular benim
güllerim, demesini bildi.
Bize göre
her kadın şefkatli merhametli bir anne olabilir ama her kadın iyi bir üvey anne
olamaz, olamamıştır. Kendi yavrusuna karşı sevgiyle, merhamet ve şefkatle dolu
olan gönlünde, üvey evladına karşı kin ve nefretin kaynayıp coştuğu kadınların
sayısı hiç de az değildir. Ama önemli olan bir yetimi bağrına basabilmek, bir
öksüzün başını okşayabilmek onun mahzun yüzünde gülücükler meydana
getirebilmek, güldürebilmektir. Bu gerçekten zordur. Ciddi
gayretlere, bitmez ve tükenmez bir şefkate ve merhamete sahip olmak gerekir.
Arzuları kontrol altında tutmağa, niyyetleri Allah rızası doğrultusunda
eğitmeğe ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki Nebiyy-i Muhterem (sallallâhü aleyhi
ve sellem) Efendimiz, "Ben ve yetimin kefili olan, cennette şöylece
yakın olacağız" buyurmuş ve iki parmağım göstermiştir.[27] Bu ise
her anne'nin değil, Remziye Hanım çeşidinden annelerin yapabileceği bir
iştir. Değilse önüne geleni parçalayan bir kaplan bile kendi yavrusuna karşı
sevgi ve şefkatle doludur.
Kitabın
yazılmasından sonraki bir zamanda Remziye Hanım bize gelmişti.
-
Bu kitapta seni anlattım, dedim.
Memnun
oldu. Daha sonra;
-
Bu çocukları memnun edebilmek için yıllar yılı eşimin
yanına oturup da bir kere yemek
yemeye gönlümü razı edemedim. Sofrada her zaman onları babalarının yanı başına oturttum, sofranın bir başına da
ben oturdum. 'Üvey anne geldi, bizimle babamızın arasına girdi' dedirtmedim.
Böylece eşimle bir olduk ve onları aramıza aldık, dedi.
Yüce
Rabb'imden Remziye Hanıma, hayırlı ve sağlıklı bir ömür vermesini, kapısından
başka kapıya muhtaç etmemesini, dünya ve âhiretini mamur etmesini niyaz
ediyorum.
Şurasını
kaydetmekte fayda var: Yazdığım romanlarda verilen bütün isimler değişik isimlerdir.
Bir tek Kaynana Münevver Hanımdaki gelin Emine asıl ismidir ve öz Halamdır.
Bir Vicdan Uyanıyor:
Bu romanın
konusu, babamın Tanrıvermiş [28]
köyünde imamlık yaptığı günlerde meydana gelen bir olayla ilgilidir. Babam
derdi ki;
Bir ikindi
namazından çıkmış, caminin kapısının önünde üç-beş kişiyle sohbet ediyorduk. Bu
arada öğretmenin evinde bir feryat koptu. İster istemez başlarımız o tarafa
çevrildi. Bir kadın avaz avaz bağırıyor, yalvarıyordu. Nihayet öğretmenin
evinin kapısı açıldı. Öğretmen iki eliyle bir şeyi dışarı çekmeğe uğraşıyordu.
Meğer hanımının saçlarını eline dolamış olduğu anlaşıldı- Çeke çeke dışarı
çıkardı, Sokağın ortasına kadar gelince durdu ve bize döndü. Muzaffer bir
komutan edasıyla,
-
Şahit olun, ben eşimi başı açık dışarı çıkardım, diye
bağırdı.
Daha sonra
kadıncağızı geri itti. Kadın arkası üstü devrildi. Kalktı, feryat ederek evine
koştu.
Bu olay,
bir bakıma 28 Şubat'ta (1997) yaşanan olayların bir başka çeşididir. Ya da 28
Şubat, o günlerin hasretini duyanların tekrar sahneye koymaktan zevk aldıkları
bir uygulamadır. O günlerde eşini başı açık gezdirmeyenlere gelebilecek ve
gönül hoşluğuyla kabul edilemeyecek olan tatsız uygulamalardan kurtulabilmek
için köy öğretmeni böyle bir yönteme başvurmuş ve başarılı olmuştu. Babam bu olaydan
fena şekilde etkilendiğini anlatırdı.
Yine
babamın anlattığı bir başka olay: Ezanın Türkçe'ye çevrildiği 1932 yılında
idi. Bir akşam namazına pek dar bir vakitte yetiştim. Minareye çıkamadım,
hemen caminin önündeki taşın üzerine çıktım, ezanı okumağa başladım. Bu sırada
mahallemizde oturan ama camiye girmek gibi kötü alışkanlığı olmayan medeni bir
şahıs durdu, Ezanı sonuna kadar dinledi. Bitirdiğim zaman;
-Ha şöyle
canım, biz de bilelim ne demek olduğunu. Bizim de anlamamız lazım, dedi.
-
-Anladıysan içeri buyur!...İçeride seni yemezler!...
-Tabi,
hemen geliyorum.
Ve
abdestini almak üzere gitti. Nedense bu abdest onun yıllarını aldı. Nihayet
başkalarının yardımıyla abdest aldırılmış olarak camiye gelmişti ama artık
tabutun içindeydi ve kaçmaması için iplerle bağlamayı ihmal etmemişlerdi.
İşte
"Bir Vicdan Uyanıyor" un tohumu olan ya da bana bu romanı yazma
fikrini veren iki olay. Geri kalanı, yaşanılan bir takım tecrübelerin zihnimde
biriktirdiği süslemeler olarak kabul edilebilir.
Son
Fırtına:
Babamın bir
başka hatırası şöyle: Köyde bir zamanlar hırsızlık yaparak hayatını kazanan bir
şahıs vardır. Bu adam zamanla hırsızlığın fena bir şey olduğu kanaatine
vararak ya da ihtiyarladığı ve yeter derecede enerjisi kalmadığından
hırsızlığa tevbe eder. Dürüst bir hayat yaşama kararı alır. Ama gel gör ki bazı
gecelerde adamı uyku tutmaz. Rahatça uyuyabilmesi için mutlaka bir şeyler
çalması gerekir. Kalkar yatağından ve başlar köyün içinde dolaşmağa. Kendine
göre stratejik bulduğu, hüner göstermeğe değer saydığı bir yere başındaki
şapkasını atar. Daha sonra dolambaçlı yollardan uğraşa didine o şapkayı çalar.
Artık evine gelip rahatça uyuması için bir engel kalmamıştır. Bu romanın
çekirdeği de budur. Gerisi bana aittir.
Romanlardan
ikisi hanımlara, ikisi erkeklere yönelik oldu ve ben bu dört roman ile hedefime
ulaştığıma inanıyorum. Okuyanlarla yaptığım görüşmelerde ve zaman zaman
aldığım mektuplarda bu memnuniyetin dile getirildiğini söyleme imkânına
sahibim. 'Bu romanları okudum ve yolumu şaşırdım,' diyen tek insanla
karşılaşmamanın mutluluğunu yaşıyorum.
Sh: 350-358
*
(14.
04.1990) tarihinde Üvey Anne, Kaynana, Bir Vicdan Uyanıyor isimli üç romanı
filme almak üzere bir firma ile anlaşma yapmıştık. Sözleşme süresi on üç yıl
idi. Bu müddet doldu, Hatta beş yıl daha geçti. Ama o müessese bu konuda
bir çalışma yapmış olmadı. Bana da bilgi verilmedi. Bundan böyle de hakları
olmaması gerekir.
Ama bir
başka müessese ortaya çıkar da, kanadını kuyruğunu kesmeden, kitabı tanınmaz
hale getirmeden filme alma yolunu tutacak olursa buna da hayır demem.
'Saadet
Devrinden' Serisi
Bu
kitaplarla ilgili olarak bir hatıramı anlatmama izin verilir diye düşünüyorum:
Çorum İmam
Hatip Okulunda öğretmen olduğum günlerde idi. Bir Bayram namazını İmam
Hatip Okulu Camisinde kılmak üzere gittim. Sabah namazı ile Bayram namazı
arasında Ulu Camiden yapılan konuşma diğer camilere de veriliyordu.
Birden elektriklerin kesilmesi huzursuzluk sebebi oldu. Bu arada bana,
“Kürsüye çık ve iki kelime söyle" dediler.
Hiç hazırlıklı değildim. Bununla
beraber Yüce Rabb'im, kalbime bir ferahlık ve dilime açıklık verir diyerek
çıktım. Zaten tutulacak bir başka yol da yoktu.
İmanın değerini anlatmağa çalıştım.
İman ve iyi niyyet olmayınca amelin değerinin olmayacağını belirttim.
Bugün bir otobüs firması, kendi biletinden başkasını kabul etmiyor ve
bileti aldığın firmanın otobüsüne bin diyerek yolcuyu geri çeviriyorsa,
elbet Yüce Allah da sadece kendi rızası için çalışana değer verecek demeye
çalıştım. Ahmed'in bağında çalıştıktan sonra Mehmet'ten ücret istenilemeyeceğini
anlattım. Kısacası dünya hayatım iyi değerlendirmek istiyorsak, yarın
huzuruna gideceğimiz Yüce Mevlâ'nın istediklerini hazırlamağa, değilse
elimizin boşa çıkacağı gerçeğini şimdiden kabullenmeğe hazır olmalıyız dedim.
Zannederim, aklımda kaldığı kadarıyla konuşmanın özeti bu idi.
Aradan on
beş gün kadar bir zaman geçti. Bir gün ilaç almak üzere Büyük Eczaneye girdim.
Eczane sahibi Lütfi Ersoylar,
-Hâlâ o
günkü yaptığınız konuşmanın tesiri altındayım, dedi.
-Teşekkür
ederim, dua bekliyorum.
-Ama hocam
Peygamber Efendimizin hayatı hakkında hazırlayacağınız eser var ya, işte
onu dört gözle bekliyorum.
-Peygamber
Efendimizle ilgili bir kitap yazmayı bugüne kadar hiç düşünmemiştim, dedim ve
ayrıldım.
Aradan ne
kadar zaman geçti bilmiyorum. Ama yine bir gün ilaç, belki de aspirin
almak üzere Lütfi beyin Büyük Eczanesinde idim.
-Hocam,
Peygamber Efendimizin hayatı hakkında hazırlayacağınız eser var ya, işte
onu dört gözle bekliyorum.
Bu ifadeyi
tuhaf karşıladım. Bir evvelki gibi yine, böyle bir düşünceye sahip olmadığımı
anlatmağa çalışhm.
Üçüncü bir
defa o eczaneye girdiğimde aradan iki üç ay geçmiş olmalıydı. Lütfi bey, dışa
dönük dudakları ve yüzünden eksik etmediği gülümsemesi ile aynı ifadeyi dile
getirdi, ben aynı cevabı verdim.
Aradan üç
beş yıl geçti. Bu arada biz 1977 Nisan'ından itibaren Bursa'da göreve başladık.
Mahmud Es'ad Efendi'nin "Tarih-i Din-i İslam" isimli eserini
sadeleştirme teklifi almış olduk. Sadeleştirmeyi yaparken "Sevgili
Peygamberimizin mübarek hayatım bir başka anlatışla versem ne olur ki..."
düşüncesi zihnimde belirmeğe başladı. Bu arada başta Buhari olmak üzere Müslim,
Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî ve İbn Mace'den oluşan "Kütüb-i Sitte" yi
baştan sona okumuş, Efendimizin hayatını öğrenmek isteyen bir mü'minin, hadis
kitaplarından uzak kalmaması gerektiği görüşüne sahip olmuştum.
Yüce
Rabb'imin yardım ve inayetine dayanarak başladım. İlk üç cildin çıktığında idi.
Çorum'a gittiğimde Büyük Eczane'ye uğradım. Bir kaç yıl önce ardı ardına
üç defa hatırlattığı arzunun gerçekleştiğini ve bu kitapların ortaya çıktığını
anlatarak "Özlenen Şafak, Aydınlıklara Doğru, Doğuş" isimlerini
verdiğim üç kitabı takdim ettim.
Lütfi bey,
yine aynı haliyle,
-Böyle bir
söz söylemiş olamam. Asla hatırlamıyorum, dedi.
İmam Hatip
Okulu Camiindeki Bayram Namazını, orada kürsüye çıkıp konuştuğumu... anlattım.
-Hayır
dedi. Hatırımda böyle bir olayın yer almadığından eminim.
-Yine de bu
kitaplarımı size hediyye edersem?
-Memnuniyetle
kabul ederim.
Oradan
ayrıldım. Bu adamla üç ayrı zamanda meydana gelen olay hakkında tereddüt
etmeden yemin edebilirdim. Ama Lütfi bey böyle bir olayı hatırlamıyordu.
Acaba Yüce
Rabb'im, Lütfi Bey görünümünde olan bir başka kulunu orada hazır edip bu fakir
kulunu yönlendirmiş olabilir miydi?
Yüce Allah
her şeye kadirdir.
*
Rasulullah
Efendimizin yaşadığı devire "Saadet Devri" denilmiştir. Siyasi
anlamda değil, tam anlamıyla dini ve ahlaki anlamda, insanın gerçek insan
olabilmesinin değişmez yolunun çizildiği, Allah'a ve onun rızasına giden yolun
Efendimiz tarafından yaşanarak gösterildiği zamana bu isim verilmiştir.
Bugüne
kadar Efendimizin hayatıyla, bir başka deyişle "Saadet Devri" ile
ilgili olarak pek çok kitap yazılmıştır. Bunca kitap varken bir de senin bu
konuyu ele almana ne diyelim denilebilir.
Derim ki,
bu sorunun, benden önce yazanlara da sorulması gerekir. Eğer Nebiyy-i Muhterem
Efendimiz hakkında ilk yazılandan sonra ikinci defa, üçüncü defa yazanlara bir
şey denilmedi ise, bana da denilmemesi gerekir. Kaldı ki, hangi konu olursa olsun,
tek kitap ile yetinme insanlığın hiç bir devrinde yaşanmamıştır.
Bu kitabı hazırlarken maksat ve
gayemize gelince, bir başka anlatış tarzı ile okuyucunun karşısına
çıkmak ve Efendimizin sevgisi ile okuyanın gönlü arasında bir bağlantı
kurabilmek, "Bu kitabı okudum ve Sevgili Peygamberimizi daha çok
sever oldum" durumuna getirebilmektir. İstedim ki Efendimizden on
dört asır sonra dünyaya gelenler arasında ona karşı bitmez, tükenmez bir
sevgiyle bağlanan, Peygamberine dünyada iken 'Gönül Komşusu' olma derdine düşen
değerli insanlar bulunsun. Hayatın onu sevmekle, onun yolundan gitmekle değer
kazanacağını ruhuna sindiren ve bunun neticesi olarak Rasülullah
Efendimizin ardında yürüyormuş gibi, onun bulunduğu sofrada oturuyormuş
gibi, onun bindiği otobüste beraberce seyahat ediyormuş gibi... edeb
ölçüleri içinde hayatını değerlendiren insanlar yetişmesine vesile olayım.
Efendimiz Hz. Ali'ye, "Yüce Allah'ın bir insana, senin sebebinle hidayet
vermesi, senin için dünyanın en değerli nimetlerinden daha hayırlıdır" demişti.[29]
İmanın tadı
ancak Allah'a ve Rasülüne karşı beslenen sevgi ve saygı derecesinde hissedilir.
Ne zaman onların sevgisi diğer sevgilerin önüne geçer ve diğer sevgiler
Allah ve Rasülünün rızaları doğrultusunda olur ve şekil alırsa o zaman iman
kemalini bulmuş, bir Müslüman için en yüce maksat gerçekleşmiş olur.
Efendimizin; 'İnsan sevdiği ile beraberdir' [30]müjdesi tahakkuk eder ve
bu insan özellikle âhirette göğsünden itilmez, kucaklanır.
Yine
istedik ki bu kitaplar, kuru bir anlatış tarzı ile verilmesin, hadiselere
canlılık ve renk katılmış olsun. Çünkü yaşanan hayat canlı ve alabildiğine
renkli bir hayattır. Meselâ; Hz. Bilal tarafından Medine'de okunan ezan, normal
ahvalde yerine getirilen bir vazife olarak kabul edilemez, Hz. Peygamber emretti,
Bilal de yüksekçe bir yere çıkarak ezan okudu denilemezdi. Denilirse kuru
olmanın yanında eksik bir anlatım olurdu. Mekke'de yıllar boyunca 'Allah birdir'
dediği için dayanılmaz işkencelere göğüs geren bir insanın 'Allahü Ekber!' diye
haykırırken hissettiği pek derin duygular olmalıydı. 'Hz. Peygamber Bedir
muharebesine gitti, şu kadar adam öldürdü, şu kadar esir aldı...' şeklinde kup
kuru bir anlatımla Peygamber sevilmiş olamazdı.
Biz bu
kitaplarda, bugüne kadar yapılmamış olanı yapmağa çalıştık.. Çünkü yaşanan
hayat kupkuru, cansız, robot hayatı değildir. Zevkin, sevincin mutluluğun
olduğu kadar derdin, elemin ve kederin yoğurduğu bir hayattır. Bu hayatta kin
vardır, intikam vardır, zulüm vardır. Ama bunun karşısında sabır, şükür, af ve
merhamet yer almıştır. Bu hayatın bir tarafından bakarsanız, ucu bucağı
olmayan sevgi, şefkat ve merhamet vardır. Diğer ucundan baktığınızda bitmez
tükenmez kin, nefret ve düşmanlıkla karşılaşırsınız. Bir tarafta Hz. Ebu
Bekirler, Hz. Ömerler yer alır. Diğer tarafın öncüleri arasında Ebu Cehiller,
Ebu Lehebler sıralanır. Kısacası anlatılacak olan ya da anlatılması lazım
gelen budur yani yaşanan bir hayattır.
Okuyanlardan
yazılı ve sözlü aldığım bilgiler, bu maksadımızın geniş ölçüde gerçekleştiğini
göstermektedir. Nitekim okuyan pek çok insanın bu duruma geldiğini öğrenme
mutluluğuna ermiş bulunuyorum.
Bu kitaplar
kesin olarak bir roman değildir. Çünkü roman üslûbunda ölçü olmaz. Yazarın
hayali nereye giderse kalem o yönde işler. Tasvirler yapar, roman kahramanını
düşündürür. Halbuki insan bırakın bir başka devirde yaşamış olanı, yanındaki
insanın neleri düşündüğünü bilemez. Ahmed'in, Mehmed'in, Ayşe'nin, Zeyneb'in
romanları yazılabilir. Hatta bu insanlar gerçek âlemde hiç yaşamamış olabilir.
Fakat bir Peygamber'in hayatı yazılırken yazar her yönüyle bir sorumluluk
altındadır. Bir Peygamber için, söylemediği bir sözü söyledi demek, ya da
yapmadığı bir işi yapmış gibi göstermek büyük sorumluluk getirir. Onun için bu
kitapların yazılışıyla alakalı olarak 'roman üslûbu ile yazılmış' ifadesi
yerine 'akıcı bir üslûpla yazılmış' tabirini kullanmak daha yerinde olur diye
düşünüyorum.
*
Bu kitaplar
yazılırken imkân ölçüsünde kaynakları vermediğim için üzüntü duyuyorum. Bu
üslub ile yazılan kitaplarda kaynak gösterilmesi ve dipnot verilmesi güzel
olmuyor denildi. Öyle yaptık. Ancak bu kitaplarda Rasûlü Emin Efendimizin
yapmadığı bir işi 'yaptı', söylemediği bir sözü 'söyledi' deme gibi bir hataya
düşmemeğe son derece riayet ettiğime inanıyorum- 'Efendimiz şöyle
düşünüyordu...' gibi bir ifadeye yer vermemeğe çalıştım- Ancak Efendimiz bizzat
kendisi öyle düşündüğünü haber vermişse o zaman böyle bir yol tutulmuş
olabilir. Zannederim yeterince hadis kültürü almış olanlar, kitabı okurken bu
konuda oldukça hassas davranıldığını müşahede edeceklerdir.[31]
Efendimizin
mübarek hayatını bir gün olarak düşündüm. Bu günü altı bölüm olarak hesabettim.
Doğumdan itibaren, Peygamberliğin gelişine kadar olan bölümü "Özlenen
Şafak" ismiyle verdim. Peygamberliğin gelişinden hicrete kadar olan on üç
yıl "Aydınlıklara Doğru " ismiyle tanımlandı. Medine devri ise ardı
ardına, "Doğuş, Yükseliş, Guruba Yaklaşırken ve Kavuşma" adını almış
oldu.
*
Öyle
zannediyorum ki hayatımın en mutlu yıllarını "Saadet Devri" ismiyle
verdiğimiz bu kitapları yazarken yaşadım. İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet
Akif Ersoy, Mekke ve Medine'ye gitmeyi, Arafat sahrasında oturup "Veda
Haccı ve Hutbesi" konusunda bir destan şiir yazmayı hayal etmiş ama buna
imkân olmamış. Ben de Efendimizin mübarek hayatını kaleme alırken bir umre
yapmayı, o mübarek topraklarda gezip dolaşmayı, oradan aldığım heyecan ile bu
eseri kaleme almayı düşündüm. Başvuru gününden sadece bir tek gün geçtiği ama
umre yolculuğu için önümüzde kırk beş gün bulunduğu halde izin alma imkanım
olmadı. Ankara'ya kadar gittim, çıkabileceğim en yüksek mercie kadar çıkarak
derdimi üç defa anlattım. Her birinde sadece "Olmaz!..." sözünün
muhatabı oldum. En sonunda,
-Beyefendi,
bir Müslüman, köyünde çiftini çubuğunu bırakıp gidiyor, geldiğinde ise
köyündekilere anlatabileceği hiç bir şeyi bulunmuyor. Ben gideceğim, gelince
öğrencime hikaye değil orada gördüklerimi anlatacağım. Şayet biz gitmezsek siz
bizi döve döve götürün, dedim ve ayrıldım.
Üzüntülü
idim. Çünkü Diyanet camiasının en üst kademesinde bulunan bu zat ile 1960
yılından beri tanışıyorduk. Beni para almadan gönderin de dememiştim. Başkasını
silin de yerine beni yazın gibi çiğ bir teklifte bulunmamıştım. Yapılacak iş,
Türkiyenin her hangi bir şehrinden hareket edecek bir otobüse iki kişi daha
ilave edilmesini söyleyivermesi olacaktı. Zaten her otobüse otuz dört kişi
alınıyordu. İki kişinin fazla olması, elli kişiyi rahatça taşıyan bir otobüsün
belini kırmazdı. Nitekim bir yıl sonra Umre için kaydımızı yaptırırken hareket
için sadece bir haftalık zaman kalmıştı.[32]
*
Kitaplar
piyasaya çıktığından bugüne kadar Olumsuz bir eleştiri ile karşılaşmadım. Şöyle
de denilebilir: 'İlmi bir kitap olmadığı için ilim âlemi ilgilenmedi, geri
kalan insanlar da aradıklarını geniş ölçüde bulmuş oldular.' Özellikle
hanımların toplantılarda okuduklarına dair haberler aldım. Çorum'da görüştüğüm
bir zat, yedinci defa okumakta olduğunu söylemişti. Bu zat aynı zamanda, kızını
İmam-Hatip Okulunda Kur'an-ı Kerim dersinden bütünlemeye bıraktığımız için
okula gelerek can ve gönülden teşekkür etmiş bir insandı. Çocuğunu bütünlemeye
bıraktığımız için teşekkür eden tek baba olarak onu biliyorum. Özellikle bu
altı cilt için tanımadığım bir zattan aldığım bir mektup beni meftun etmişti.
Onu buraya olduğu gibi almayı isterdim ama ne çare ki muhafaza edemedim. Ya da
nereye sakladığımı unuttum.
*
2002
yılında çıktığımız bir hacc yolculuğunda yaklaşık elli kişilik bir kafileye
karşı, bir fıkıh doçentinin yaptığı konuşmayı dinledim. Bu konuşmayı benim de
dinlediğimi bilmiyor ama hararetle Özlenen Şafak ile başlayan "Saadet
Devri" serisini mutlaka okumalarını tavsiye ediyordu.[33]
Hz.
Âdemden Hâtemü'l-Enbiyaya (Peygamberler Tarihi)
Biraz önce
söz konusu ettiğimiz 'Özlenen Şafak' diye başlayan Saadet Devri yayınlanınca
İzmir'deki Nil Yayınevi'ni temsil eden bir zat geldi ve bu altı kitabı basmak
istediklerini söyledi. 'Onu bir yayınevine verdiğimi ve ikinci bir yayınevine
vermemin söz konusu olmadığını' anlatmağa çalıştım. 'Bize de Rasulullah
Efendimizin hayatını yaz' dedi. 'İkinci defa yazılanın birinciye göre daha uzun
ya da daha kısa olacağını, her iki durumda da diğer yayınevine zarar vermiş
olacağımı' söyledim.
-
O halde biz senden mutlaka bir kitap istiyoruz, dedi.
Düşündükleri
bir konunun olup olmadığını sordum. 'Sen tayin et!' dedi. O zaman Hz. Adem'den
Hatemü'l-Enbiya'ya ismi altında bir Peygamberler tarihi ister misiniz?' dedim.
Kabul etti. Biz de yazmağa çalıştık.
Kitabı
yazarken o büyük insanların, daha doğrusu insanlığın baş tacı olan
büyüklerimizin hayatlarını imkân nispetinde Kur'an'a ve Hadis kitaplarına
müracaat ederek verdim ama özellikle onların hayatlarında insanlığa ders
olacak, ibret almağa değer taraflarını bulmağa çalıştım. Çünkü Yüce Mevlâ'mız
Kur'an-ı Kerim'de onlar hakkında bilgi verirken "Yemin ederim ki onların
hayat hikâyelerinde, akıl sahibi insanlar için çeşit çeşit dersler ve ibret
almağa değer hadiseler vardır"[34] buyurmuştur. Onun için
bütün peygamberlerin hayatlarının insanların rahatlıkla anlayabilecekleri
üslûpla yazılması ve herkesin zevkle okuması gerektiği kanaatindeyim.
Gerek
Saadet Devri ismi altında toplanan altı kitapta, gerekse Hz. Adem'den Hatemü'l-
Enbiyaya isimli eserde, Peygamberleri ilgilendirmeyen hususlarda yer yer roman
üslubuna uygun ifadelere rastlamak mümkündür. Fakat Peygamberleri anlatırken
böyle bir yol tutulmamıştır. Tutuldu ise Rabb'imin mağfiretini dilemekten ötede
yapacağım bir şey yoktur.
Şunu da
söylemem gerekiyor, Yüce Allah benim anlatışıma bir akıcılık verdi ise, yazdığım
kitapları zor okunur, zor anlaşılır hale getirmek için çaba sarf etmem
beklenmemelidir. Ben bu kitaplar için 'ilmi bir eserdir' demiyorum. Ancak şuna
inanıyorum ki, insanlara bir şeyler anlatabilmek ve faydalı olabilmek için
mutlaka ilmî üslûp yolunun tutulması lazım gelmez. İlim ayrıdır, ilmi üslûp
ayrıdır. 'İlmin kaidelerini, sonuçlarını anlatabilmek için mutlaka ilmi üslûp
kullanılmalıdır' diyenlere de katılmıyorum. Yüce Allah, elmanın, üzümün
vereceği fayda ve enerjiyi küçücük bir aspirin şeklinde de (yani rengi, kokusu
tadı olmadan) kullarına ulaştırmağa kadir idi. Ama o, aynı neticeyi verirken
bir şekil, bir güzellik, bir tat ve bir koku ile birlikte verdi ise biz ne
yapalım?..Tamamen ilmi bir eser olan 'Hz. Peygamber'in Hitabeti' isimli
kitabımızı okuyan bir zat; 'Bir doktora tezi olması hasebiyle çok sıkıcı
olacağım zannediyordum. Ama böyle olmadı, okudukça rahatlık hissettim' demişti.
Yazı
yazarken mümkün olduğu kadar riayet ettiğim bir prensibim vardır: Kendim
rahatlıkla anlayabiliyorsam o cümleyi yazarım. Anlamak için zorlanacağım bir
cümleyi yazmamayı tercih ederim. Bugün Profesör olan bir öğrencim, 'asistanlık
yıllarında bir makaleyi yedi defa okuduğunu ama yine de ciddi şekilde anladım
deme imkânını elde edemediğini' söylemişti.
Şunu da söylemek
isterim: Ben anlama zorluğunu çektiğim bir yazıyı zevkle okuyamıyorum. Bu
durumda okuyucumun da zorlanmamasını istemek kadar tabii bir şey olmamalıdır.
*
Kitap
üçüncü baskısını yaptığında gazeteler, özellikle Hz. Âdem'in boyu ile ilgili
olarak ileri geri sözler söylediler. 'Boyu şu kadar olmayan cennete
giremeyecekmiş' gibi sözler ettiler. Ben bunları ciddiye almadım. Bir
televizyon programında, Hazreti Adem (aleyhisselâm) Efendimize secde etmediği
zamanı anlatırken Şeytan için 'Sırık gibi dimdik duruyordu' sözü bahis konusu
edildi. 'İlmi bir eserde bu çeşitten ifade olmaz' denildi. Kabul ediyorum,
ilmi bir eserde bu olmaz. Ama bu kitabı ilmi üslûp ile yazmadım ve böyle bir
iddiada bulunmadım. Ancak bu eserimde 'Şeytan hakları'na saygılı olamadığımı
itiraf ederim. 'Bütün melekler Hz. Âdem'e secde ederken, şeytan da -medeni
ölçülere uygun olarak- hazır ol vaziyeti almış, saygı duruşuna geçmişti'
diyemezdim.
Bunların
dışında ciddi bir tenkit almadım. Belki de, tenkit etmeğe değmez denilmişti.
Kitabı okuyanlardan ise pek çok dua aldığıma inanıyorum.
Burada bir
kısım insanları rahatsız eden cihet, şeytana dil uzatma suçunun işlenmiş
olmasıdır. Çünkü devir, suçsuzun değil, suçlunun itibarını koruma devridir.
Nitekim bugün insan hakları denilirken kesin olarak hırsızın, katilin,
yankesicinin, kapkaççının, ırz ve namus düşmanlarının... hakları akla
gelmektedir. Mağdur ve mazlum olanın hakkının ayaklar altına alınmış olması
hiç önemli değildir. Adı geçen canilerin haklarım koruma derdine düşen Avrupa
milletleri, hapishanelerde bulunanların durumlarını ciddi şekilde gözden
geçirip inceden inceye araştırmalar yaparlarken; öldürülen, evi soyulan,
namusu kirletilen bir tek aileye, bir defalığına da olsa 'geçmiş olsun
ziyareti' yapamamışlar ve bu durum onları asla rahatsız etmemiştir.[35] Göstermelik
de olsa, "Suçlular hak ettikleri cezalarını buldular mı?... Çalman mallar
sahiplerine iade edilebildi mi?... Namusu kirletilenin psikolojik tedavisi konusunda
neler yaptınız?... Haysiyeti ayaklar altına alman insanlara gerekli ve yeterli
tazminat ödendi mi?... soruları gündem dışı kalmıştır.
*
Kitabın son
yani dördüncü baskısı tek ve büyük cilt halinde (basım yeri ve tarihi
konulmamış olarak) zannederim 2005 yılında İpek Yayınevi tarafından yapıldı.
Üçüncü baskıda doruğa ulaşan intizamsızlık belli ölçüde giderildi. Ancak
kitabın dizgisini yapanlarla baş edebilmek kolay değil. Çünkü siz imkân
ölçüsünde hataları sıfıra indirme gayretiyle tashih edip gönderiyorsunuz.
Fakat o yanlışlar tashih edilmeden, çoğu defa olduğu gibi baskıya giriyor.
Sizin sarf ettiğiniz bunca emek ve harcanan bunca zaman heba olup gidiyor.
Çünkü
mes'ele olabildiğince basittir. Atalarımız bu gerçeği uzun yılların tecrübesi
olarak dile getirmişler, "Keçiye can kaygısı, kasaba yağ kaygısı" demişlerdir.
Siz kitabınızın imkan nispetinde hatasız basılmasını, okuyanı rahatsız
etmemesini arzu edersiniz. Bu sizin en tabii hakkınız hatta görevinizdir.
Okuyucuyu rahatsız etme gibi bir hakkınız yoktur. Bir bakıma özürlü mal satma
gibi bir duruma düşmüşsünüz demektir. Ama diğeri yani basıma hazır vaziyete
getirme göreviyle daktilonun başına geçen için durum hiç de böyle değildir. Tek
hata olmadan basılmakla her sahifede üç beş hata ile basılmış olmak onu
ilgilendirmez O, hangi şartlar altında olursa olsun iki satır daha fazla yazıp
üç kuruş daha almayı düşünmekte ama, okuyucu her hâlü kârda hatayı size
bulmaktadır.[36]
Hulefâ-i
Râşidîn Serisi
Ben Rasulü
Emin Efendimizin hayatı ile yazı hayatımı sona erdirmiş olayım diye
düşünüyordum. Arkadaşlarım, ısrar ettiler, Efendimizin ashabı ve özellikle
halifeleri var, dediler. Tekrar başladık, Hulefa-i Raşidîn serisi meydana
gelmiş oldu.
Burada şu
açıklamayı yapmam gerekiyor: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer devrini yazmak kolaydır,
zevklidir. Çünkü olaylar daima olumlu yönde gelişmektedir. Ama Hz. Osman ve
Hz. Ali devirlerini yazmanın vereceği bir zevk yoktur. Zira Hz. Peygamberin bin
türlü emekle kurduğu, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in devam ettirdiği devlet,
temellerinden sarsılmağa başlamış ve Hz. Osman, yapılan bir suikastle değil,
evi kırk iki gün süren bir kuşatmadan sonra şehit edilmiştir. Acı olan da
Medine halkının günden güne sertleşen havayı seyretmenin ötesinde fazla bir şey
yapmamış ya da yapamamış olmasıdır. Hz. Osman'a cephe alanların arasında Hz.
Peygamberin ashabından olan insanların bulunması, hatta onu şehit etmek üzere
odasına girenlerin başında Hz. Ebu Bekir'in oğlunun mevcut olması hep hikmetle,
hep içtihad hatası ile değerlendirilirse sonu gelmeyen bir kavram kargaşası
olur. Zamanımızda veya bir başkası tarafından yapıldığı takdirde hata olanın
sırf o zamanda yapıldığı için fazilet ve sevap getiren bir davranış olacağı
düşüncesi hâkim olur. Çünkü okuyucu, genel olarak önceden bildiği yönde gelişen
olayları daha rahatlıkla takip ve kabul eder. Dün bildiğine muhalif olanlar
anlatıldığı takdirde aynı anlayış beklenmemelidir. Hele düne kadar Ashab-ı
Kiram hakkında "Hata etmeleri mümkün olmayan ve her yaptıklarında hikmet
bulunan bir toplum" olarak düşünülen bir neslin en üst seviyesini
oluşturan Hulefa-i Raşidin, bu kitaplarda bir başka yönden tanıtılmışlardır.
*
1977
yılında Bursa Yüksek İslam Enstitüsüne geldiğimiz sıralarda idi. İlim yolcusu
olan bir arkadaşa, "Rasulullah Efendimizin Ashabı hata edebilir
mi?..." şeklinde bir sual sordum. Ellerinin, hatta çenelerinin titremeğe
başladığını gördüm. Nasıl olur, böyle bir şey nasıl düşünülebilir, diyordu.
Bu arkadaş, ilim yoluna atılmış,
Yüksek İslam Enstitüsü tahsili yapmış, bunun ötesinde belli ölçüde
çalışmalar yapmıştı. Onun durumu bu olunca, geride kalanların durumu bir başka
türlü olamazdı.
1977
yılından daha önceki devirlerde ise, Efendimizin ashabının "İnsan"
olduklarını söyleyebilmek bile ciddi sonuçlar doğurabilirdi.
Bunun
sebebi ise, Mü'minlerin Kur'an ve hadis kültüründen uzak kalmaları, menakıb
kitaplarının, ve bu kitaplarla beslenen kişilerin zihinlere hakim olmasıydı.[37] İslam
Dini hakkında araştırma yapabilmek için yeterli malzemeye imkan vermeyen bir
idarenin ağır baskısı altında sonucun bir başka şekilde tecelli etmesi de
düşünülemezdi.
Ashab-ı
Kiramı en iyi şekilde Kur'an ve sünnet (Bir başka deyişle Yüce Allah ve onun
Büyük Peygamberi) tanıtabilirdi. Kur'an'ı ve Buhari, Müslim gibi eserleri
düşüne düşüne okuyan insanlar sadece "Normal insan hayatı yaşayan"
yani doğan, büyüyen ölen ve bu hayat içinde zaman zaman yanılan, hata eden bir
nesil ile karşılaşırlar. Bu nesil, iman ve itaat konusunda genel bir
değerlendirmeye tabi tutulursa, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Ümmetinin en üst seviyesini oluşturur. Kur'an bunu söylemektedir, Efendimizin
hadisleri de bunu anlatmaktadır, Ancak ne Kur'an'da, ne de hadislerde onların
"hatasız" oldukları ile ilgili bir bilgi bulma imkanı yoktur.
Kısaca
söylemek gerekirse, Enfal suresinin ilk sahifesinin tercemesini okumak bile bu
konuda ellerin alınlara konulup yeniden bir değerlendirme yapma gereğini ortaya
koymağa kafidir.
*
Hulefa-i
Raşidin devrini okuyanların Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile ilgili düşünceleri
tamamen müspettir. Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerinin aynı şekilde kabul gördüğü
kanaatinde değilim. Sebebi ise; şimdiye kadar gerek Hz. Osman ve gerekse Hz.
Ali devirleri mümkün mertebe suya sabuna dokunulmadan olabildiğince kısa
verilmesidir. Bununla beraber işi biraz derinlemesine inceleyen insanın
karşısına çıkan bir kısım davranışlar vardır ki bunları yazması zordur. Bugüne
kadar hiç duymadığı hatta duymak istemediği olayların karşısında kalan
insanların bir sarsıntı geçirmeleri de normaldir. Ancak bundan böyle her iki
büyük zatın hakkında araştırmalar yapılacak, daha geniş, daha muhtevalı
eserler verilecek diye inanıyorum.
Bugüne
kadar yazılı olarak yapılan bir tenkid olmadı ise de, ikinci hatta üçüncü
şahıslardan, özellikle Hz. Ali devri olayları konusunda rahat olmadıklarını
anlatır ifadeler duydum. Hatta yayınevi sahibi, bu kitap sebebiyle Hz.
Peygamberin hayatı kısmının bile satışlarında bir gerileme olduğundan bahsetti.
Bunun sebebi ise Muaviye'nin Hz. Ali karşısındaki durum ve tutumunu dile
getirmemizdir. Hz. Ali'ye minberlerde dil uzatması ve uzattırmasıdır. Onlara
göre bu dil uzatmanın bile bir hikmeti vardır. O, içtihadının bir gereği olarak
bunları yapmış hatta sevap kazanmıştır. Bu dil uzatmaların o zaman yaşayan insanlarda ne gibi
tesirler yaptığı, hatta Hz. Peygamberin ashabından olan insanların öldürüldüğü
gibi konular ise üzerinde durmağa bile değmez. Kötü yapmamış onları şehâdet
mertebesine ulaştırmıştır. Bu düşüncede olan bir insanın Hz. Ali kitabından
memnun olması düşünülemez.
Hâsılı
özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerini Yüce Allah'ın huzurunda öğreninceye
kadar insanların tek görüş etrafında birleşmeleri çok uzak bir ihtimal gibi
geliyor. Bu sebeple bu iki devri, kaynakların verdiği gibi yazan bir insan bir
takım oklara hedef olmaktan kurtulamayacaktır.
*
Burada
ödemem gereken bir vefa borcumu dile getirmem gerekiyor:
Evet, yazı
hayatına başlamamdan itibaren bugüne kadar bir şeyler yazılıp çizilmiş oldu.
Bunları, tafsilatlı şekilde verdim. Bu eserlerin üzerinde de âdet olduğu üzere
benim ismim yazılıdır. Ancak itiraf etmem gerekiyor ki, benim yetişmem için sayıya
hesaba gelmez emekler çekildi. Başta babam, annem, olmak üzere büyüklerim
yıllar yılı benim kahrımı çektiler, masrafımı yüklendiler. Hocalarım beni adam
edebilmek için yıllar boyu uğraşıp didindiler. Daha evvel yaşayan büyüklerimiz
hedefimizi belirlemek üzere kütüphaneler dolusu eserler bıraktılar. En azından
Yüce Rabb'im bana, evimde, ekmeğin gevreğini içine dürmeyi beceren, dır dır
etmeyi düşünmeyen, elde bulunanla yetinmesini ve mutlu olmasını bilen bir eş
nasip etti. O da bana hayatımın her devresinde iyi bir destek oldu. Ben
yemeğimi kendim hazırlasam, çamaşırımı, bulaşığımı kendim yıkasam, evimi
ocağımı kendim temizlemeğe çıksam... zannederim bu kitaplar yazılmış olmazdı.
Belki de yüzüme konacak sineği kovacak zamanı bile bulamazdım. Büyüklerimiz
öteden beri, "Yiğidi öldür lâkin hakkım ketmetme" demişlerdir.[38]
Şunu kabul
ederim:
Bir kısım
eserler, gerçekten de ağır ve zor şartların meyvesidir. Derler ki, Rus
edebiyatçıları, Rusya'da hüküm süren sert, acımasız ve ezici şartlar altında
en olgun eserlerini vermişlerdir.[39]
Muhammed
Hamidullah hocamız gibi büyüklerin hem de hiç evlenmeden tek başına bir hayat
yaşadıkları, pek değerli eserlerle hayatlarını süsledikleri düşünülebilir. Ben
de düşünüyorum. Ama benim adım hiç bir zaman Muhammed Hamidullah olmadı. Onun
yaşadığı hayatı yaşayıp onun bıraktığı eserleri bırakabileceğimi söyleyebilmem
için fırınlar dolusu ekmek yemem gerektiğini de biliyorum.
Hal böyle
olunca, büyüklerimin ve eşimin bana sağladığı huzur ortamında bir şeyler yazdı
ve çizdi isem ve bunun karşılığı olarak Yüce Rabb'im manevi bir mükafat
verecekse bu mükafatın yarısı benim yetişmemde emeği olanlara, yarısı da bu
satırları yazana olacaktır. Bunlar edebiyat değil, iltifat değil ciddi
anlamıyla bir hakikattir. Yüce Rabb'im, beni adam edebilmek için her türlü
çareye başvuran, bu kitapların yazılmasında emeği geçen, bana kitap yazabilmek
için gerekli huzuru temin eden herkese dünya ve ahiret saadeti, iman selameti
versin.
Zannederim
artık basılan kitaplarımın bir listesini verme zamanı gelmiştir.
Kitap Listesi:
1-
İslam'da İrade Kaza ve Kader, İstanbul 1966
2-
İslam İmanı, İstanbul 1970
3-
Kur'an Işığında Peygamberlik ve Peygamberler, İstanbul
1974
4-
Hz. Peygamberin Hitabeti, İstanbul 1980
5-
Nübüvvet Pınarından Kırk Hadis, İstanbul 1982
6-
Hz Peygamber'in Öğrettiği Dualar ve Zikirler, İstanbul
1982
7-
Dini Bilgiler (Komisyon), Ankara 1982
8-
Tarih-i Dini İslam (Osman Kazana ile-Sadeleştirme),
İstanbul 1983
9-
Özlenen Şafak, İstanbul 1984 - Özbekçe'ye terceme
edildi.
10- Aydınlıklara
Doğru, İstanbul 1986 - Özbekçe'ye terceme edildi.
11- Doğuş,
İstanbull986 - Özbekçe'ye terceme edildi.
12- Yükseliş,
İstanbul 1990 - Özbekçe'ye terceme edildi.
13- Guruba
Yaklaşırken, İstanbul 1990 - Özbekçe'ye terceme edildi.
14- Kavuşma,
İstanbul 1990 - Özbekçe'ye terceme edildi.
15- Hz. Ebu
Bekir, İstanbul 1994
16- Hz. Ömer 1,
İstanbul 1995
17- Hz. Ömer 2,
İstanbul 1995
18- Hz. Osman
1, İstanbul 1997
19- Hz. Osman
2, İstanbul 1997
20- Hz. Ali 1,
İstanbul 2002
21- Hz. Ali 2,
İstanbul 2002
22- Çeşitli
Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, İstanbul 1997
23- Hz.
Adem'den Hatemü'l-Enbiyaya 1, İzmir 1990 - Rusça'ya te edildi.
24- " " 2, İzmir 1990 - Rusça'ya
terceme edildi.
25- " " 3, İzmir 1990 - Rusça'ya
terceme edildi.
26- Peygamberimize
Neden İnanmadılar?, İstanbul 1984
27- Zulmetten
Nura (Osman Kazana ile-Sadeleştirme), İstanbul 1998
28- Maziden
Atiye (Osman Kazana ile-Sadeleştirme), İstanbul 2000
29- Mervan b.
Hakem, İstanbul 1998
30- Kaynana
Münevver Hanım, İstanbul 1969
31- Üvey Anne,
İstanbul 1971
32- Bir Vicdan
Uyanıyor, İstanbul 1973
33- Son
Fırtına, İstanbul 1976
34- Bizim
Sevgili Peygamberimiz, İstanbul 2009
35- Dört Ulu Çınar
(Peygamberimizin Halifeleri), İstanbul 2009
36- Kendimi
Anlatayım Dedim..., İstanbul 2009
*
Sh: 364-378
Buraya, 26
Temmuz 1992 tarihinde hazırladığım vasıyyetimi alıyorum. Olur ki bir kısım
insanlara faydalı olur.
Ben, Mehmed Nuri - Pakize Hatice oğlu Ahmed Liitfi
KAZANCI, elli altı yaşımı doldurduğum şu 1992 yılında vasıyyetimi hazırlarken
özellikle çocuklarıma bazı düşünce ve beklentilerimi aktarmakta fayda umuyorum.
1-Hayatta olduğum müddetçe mü’min ve Müslüman olarak
yaşamak ve bu iman ile ölmek en büyük emelimdir. Ben şehadet ederim ki, Yüce
Allah’tan başka hiçbir ilâh ve mabûd yoktur. Yine şehadet ederim ki Hz.
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) onun kulu ve Rasulüdür.
2-Hastalandığım zaman
kendiliğimden bu mübarek sözleri tekrarlamazsam hatırlatmanızı isterim. Bu
konuda sizi hiçbir şey engellemesin. Öleceğini zanneder, korkar, üzülür gibi
duygu ve düşüncelere asla yer vermeyin. Bana yapabileceğiniz son ve değerli
hizmet bu olmalıdır.
Şayet hastalanırım da hastaneye kaldırırsanız,
durumumun iyiye gitmediğini öğrendiğiniz takdirde hemen çıkarın ve evime
getirin. Hastane köşelerinde ölmek istemiyorum. Hayatta olduğum müddetçe
sırtüstü yatırmayın.
Öldüğüm zaman bağıra çağıra feryat etmenize, bir
mü’mine yakışmayan sözler sarfetmenize asla razı değilim. Canınınz ne kadar
istiyorsa o kadar ağlayın. İçinizi boşaltıncaya kadar göz yaşı dökün. Buna
benim bir diyeceğim yoktur.
Dışarıdan hafızlar getirip hatim okutmayın.
Fakültedeki arkadaşlarım kendiliklerinden okurlar da evde duasını yapalım
derlerse engel olmayın. Fakat kendiniz hatırlatmayın. Şayet Bursa’da ölürsem
namazımı (Şayet kendisi de vefat ettiğim şehirde ise) arkadaşım Mustafa
Öztürk’ün kıldırmasını arzu ederim. Çorum’da ölürsem Hafız Recep Camcı hocam
kıldırsın.
Fidye miktarını müftülükten öğrendikten sonra altmış
tane oruç keffareti ve on tane de yemin keffareti için ayırdedin. Bunları ya
bir fakire her gün birer tane verin.Ya da hiçbir fakire her gün birer tane
verin. Fidye miktarı mesela altı lira ise siz bunu on liradan hesaplayın
Cenazemi Çorum’a götürmek zor gelecekse, kendi
aranızda bir yer tayin edin. Ancak nedense Hamitler Mezarlığı benim içime
yatmıyor. Mesela İlahiyat Fakültesinin yanındaki mezarlıkta ya da Orhaneli’nde,
Kestel’de veya bir başka yerde olabilir. Eşim de benim defnedileceğim yerde
defnedilmeyi istemektedir.
Ben anam, babam, kardeşlerim hakkında her gün Rabb’ime
yalvardım. Bağışlanmalarım niyaz ettim. Onların üzerlerinde hakkı bulunanları
da bağışlaması için Yüce Rabb’ime yalvardım. Sizlerden beklediğim de budur.
Benim için hiçbir maddi külfete girmenizi istemiyorum.
3-Eşim Sacide'ye, evlendiğimiz ilk gecede, ölünceye
kadar olacak haklarımın tamamını, Allah Teâlâ’yı ve Rasûlü Emin Efendimizi
şahit tutarak helal etmiştim. Aynı duygu ve karar üzere olduğumu bir defa daha
tekrar ediyorum. Kendisinde hiç bir hakkım yoktur. Yüce Rabb'im onu, dünyada ve
ahirette mutlu etsin, cennetine ve cemaline kavuştursun.
Annenizi gül gibi geçindirmek sizlerin görevi
olmalıdır. Hatırını kırmak, huzur evine kapatmak gibi yolları denemenize razı
değilim. Şayet böyle bir yol tutarsanız cezanızı bulacağınızı da bilin.
Sizlere gelince Ayşe, Abdullah ve İbrahim:
Sizler için de dileğim dünya ve ahirette mutlu
olmanız, dünyadan ahirete kamil bir iman ile göçmenizdir. Rabb'im sizi razı
olduğu niyyetlere ve amellere yöneltsin, huzuruna razı olduğu ve beğendiği
kullar olarak alsın. Kendi kapısından başka kapıya muhtaç etmesin.
Çocuklarınıza da aynı mutluluğu tattırsın. Allah şahittir ki sizleri hep
kendimden üstün görme arzusunu taşıdım. Aşağıya sıralayacağım bazı
tecrübelerimi de sırf sizin daha iyi durumda, daha mutlu halde yaşamanız
maksadıyla yazmış bulunuyorum.
4-Ben filanın oğluyum, kızıyım gibi sözlerle
övünmenize asla razı değilim. Geçmişiyle övünmek hiç kimseye dünyada fayda
getirmemiştir. Ahirette hiç olmayacaktır. Evet en azından “Filan soysuzun oğlu/
kızı, filanca din düşmanının oğlu/ kızı…” dedirmedim. Kimin oğlusun, kızısın
denildiğinde yüzünüzün kızaracağı bir ad bırakmadım. Ancak bu, karın doyuracak
bir şey değildir.
Kendiniz yapabilirseniz bir şeyler yapın. Kimseden
fayda beklemeyin. Başkasından gelecek olanla iş yapacağım derdine düşenler
ellerinin boşa çıkacağını önceden kabul etmelidirler.
Evlerinizde ibadet kokusu, yüzlerinizde ibadet nuru
bulunmalıdır. En değerli sermayeniz, Allah’a ve Peygamberine saygı ve sevgi
olmalıdır. Kendinizi Yüce Allah’a ve Peygamberine iyice tanıtmış olarak
dünyadan ayrılmış olmalısınız.
Dedelerimden beri devam edip gelen hafızlık şerefini
ben çocuklarıma ulaştıramadım. Torunlarımdan olsun hafızlığı yeniden devam
ettiren birinin bulunmasını pek arzu ederim.
İslam’ın şartlarım yerine getirmek ilk hedefiniz
olmalıdır. Namazdan sonra zekat vazifesini hiç unutmayın, ihmal etmeyin. Belli bir iki aile tespit edin,
verdiğinizi daima zekât niyyeti ile verin. Ben bu konuda kusurlu
davrandığıma kanaat getirmiş durumdayım. İnşaallah ölmeden evvel telafi ederim
Yarın kıyamet gününde ne yapacağız?
Birbirimizi arayıp yardımcı mı olacağız. Bunu pek
isterdim. El ele tutuşup Rabb’imizin huzuruna varmayı, “Allah’ım, işte senin
istediğin gibi bir ailenin fertleri olarak geldik, bağışlamanı ve ikramını
diliyoruz” diyebilme mutluluğunu arzu ederdim. Böyle olmayacak diye
korkuyorum.
Yoksa birbirimizden kaçacak mıyız?... Bir kısmımız bir
tarafa, diğer kısmımız diğer tarafa mı gidecek? Hz. İbrahim (aleyhisselâm) in,
babasına fayda veremeyeceği günde [40]
hangimizin bir başkasına faydası olacak dersiniz?... Kıyamet gününün
dehşetinden küçücük yavruların saçlarının ağaracağı Kur’an’da belirtilmiş.[41]
Yeryüzü dolusu, hatta bir o kadar malı olanın, kendini kurtarmak için hepsini
de kurtuluş akçeşi olarak vermeğe razı olacağı ama fayda vermeyeceği yine
Kur’an’da bildirilmiş. [42]
O halde yarın mahşerde, “Allah’ın has kulu, Rasulullah’ın has ümmeti” olma yolunda
biriktireceğiniz sermaye ile gelmeye gayret edin. O gün pişman olmamağa bakın.
Çünkü oradaki pişmanlık insana hiçbir fayda temin etmeyecektir.
5-Geveze olmamağa gayret edin. "Bu adam ne zaman
susacak?" denilmesini beklemeyin. Üzerinize düşmeyen sözü söylemeyin.
Bilmediğiniz konularda konuşarak başkalarını kendinize güldürmeyin. Dinlemeyi
konuşmaktan üstün tutun. Bir sırrınız varsa sırdaşınız yine siz olun. Başkalarına
söylediğiniz sırrınız etrafa yayılırsa sadece kendinizi kınayın. Söylemediğiniz
sırrınız sizin esirinizdir. Söyledikten sonra siz onun esiri olursunuz.
6-Kimsenin hakkını çiğnememek, hakkınızı da kimseye
çiğnetmemek, sizin ömür boyu göz önünde bulunduracağınız bir prensip olsun.
Zalimin hasmı Yüce Mevlâdır, Mazlum olmakta da bir fayda yoktur. Bir başkasının
hakkını yemeyelim, ama hakkımızı da yedirmeyelim.
7-Sakın bir kimseye kefil olmayın. Çünkü borçlu olan
"Ödeme imkanım yok" dediği zaman kimse ona, "Öyle şey olmaz.
Ödeyemeyeceğin borcun altına girmeyeydin" demiyor. Bütün sorumluluklar
kefil olana yükleniyor. Sırf başkasına kefil olduğu için borçlu elini kolunu
sallayıp keyf içinde gezerken hapishanede yıllarca yatanları biliyorum. On tane
insanı zengin edecek durumda iken, sırf kefil olduğu için bütün mal varlığı
elinden alınan hatta sadece bir tek sigorta emekli maaşı ile geçinmeğe mecbur
kalanları biliyorum. Pırıl pırıl üç beş daire sahibi iken hepsi de elinden
çıkan kirada oturmaktan başka çaresi kalmayanları biliyorum. Kısacası kefil
olmanın getirdiği zararları gözleri ile görmüş bir insan olarak, eğer beş
paraya muhtaç, onun bunun vereceği sadaka ile geçinmeğe mecbur duruma düşmek
istemiyorsanız hiç kimseye kefil olmayın.
8-Gece yarısına doğru bir eve müsafir gitmekten daima
çekinin. Başkalarının zamanını almak, uykusuz bırakmak ve ardınızdan dedi kodu
ettirmek sizin vazifeniz değildir.
Uygun bir vakitte gittiğiniz yerde de, "Daha ne
zaman kalkıp gidecekler?" denilmesini beklemeyin. Çünkü siz ayrıldıktan
sonra o evin, kendi halinde iken yapacağı bir çok işi olabilir. En azından
uykusuz kalacaklardır. Yarın erkenden işe gideceklerdir. Hiç değilse başlarını
dinlemeğe, istirahate ihtiyaçları vardır.
Özellikle hastaları ziyaret edin ve hasta ziyaretini
on beş dakikadan fazlasına taşırmamağa gayret edin.
Müsafir iken sofradaki yemeğe görmemiş gibi
saldırmayın. Evinizde hiç yemediğiniz, bir daha yemeyeceğiniz çeşitten bir
yemek de olsa kendinize hakim olmasını bilin, ölçüyü kaçırmayın. Bunu
çocuklarınıza da iyice anlatın. O yemek sizi bir kerre doyurur, fakat o günkü
hareketiniz yıllarca zihinlerden silinmez. Kırk yıl kendinizi diyete çekseniz
onu insanlara unutturma imkanını bulamazsınız. Bu konuda benim de unutamadığım
hatıralarım vardır.
9-Başkalarının ayıp ve kusurlarım dilinize dolamayın.
Yapabilirseniz kendi ayıp ve kusurlarınız ile meşgul olun. Kendi kusurlarınız
için mazeret bulmağa alışkın olan zihinlerinizi başkası için de mazeret
bulmağa alıştırın. Gücünüz yeterse gördüğünüz kusuru, kırıcı olmaksızın ve
kimsenin bulunmadığı yerlerde anlatmağa düzeltmeğe gayret edin ve o olayı
unutup gidin. Ben şahsen kusurumu anlatanlara minnettar oldum.
10-Mecbur kalmadıkça kimseden emanet bir şey almayın.
Aldığınız takdirde işi bitince teslim edin. Sahibi tarafından istenmesini
beklemeyin. Söz gelimi bir kitap aldınızsa onu, bir gazete kâğıdına da olsa
kaplayıp kullanın. Verdiğiniz emaneti vakti gelince istemekten çekinmeyin.
Böyle yapmanız, ötede beride bunun dedikodusunu yapıp günaha girmekten daha
iyidir. Ben bunu yapamadığım için giden bir çok kitabımın geri gelmediğini
üzülerek söylemek zorundayım.
11-Ödünç para aldı iseniz mutlaka bir yere yazın.
Ödedikçe ödediğiniz miktarı düşün. Alacağınızı da yazın. Vaktinde ödenmediği
takdirde isteyin. Almak için meşru olan yolları denemekten çekinmeyin.
İşlerinizde, iş yerlerinizde tertip ve düzene dikkat edin. Okuduğunuz bir
kitap, kullandığınız bir alet, sırtınızdan çıkan bir gömlek bıraktığınız yerde
kalmasın. Eviniz ve işyeriniz "Aslan yatağı gibi" olsun ama
"Hayvan yatağı gibi" olmasın.
12-Veresiye alış veriş yapmamağa gayret edin. Hayatım
boyunca bakkala, kasaba... borç yapmadan yaşadım. Elimde varsa aldım, yoksa
olmasını bekledim. Pek mecbur kalmadıkça kimseden borç istememeğe gayret edin.
İstediğiniz zaman, "Para isteme benden, buz gibi soğurum senden"
diyen atalarımızı hatırlayın. Bu konuda yaşanan acı tecrübeler gözlerimin
önünde duruyor.
13-Kardeşler arasında iyi geçim olması benim, rüyada
görmeğe bile razı olduğum bir mutluluktur. Sizden istediğim, birbirinize,
kardeşe yakışır şekilde muamele etmeniz, kardeşlik bağlarını son nefesinize
kadar güzel bir şekilde devam ettirmenizdir. Herkesin geçmişinde ufak tefek kusurları
bulunabilir. Bunlar "Çocukluk günleri idi, geldi geçti" cümlesi ile
rahatça halledilebilir. Kısacası:
Mezarıma, el ele tutuşmuş, birbirini seven, sayan
kardeşler olarak gelin. Şayet, kardeşlik bağlarını -gayri meşru şekilde-
kopardınızsa mezarıma yaklaşıp da beni rahatsız etmeyin.
14-Annenizi evvela Yüce Allah'a, sonra size emanet
ediyorum. Yanınızda kaldığı müddetçe her türlü hizmetinde bulunmayı kendiniz için
bir şeref ve mutluluk sayın. Ben nice defa, "Annem şurada olsa da
hizmetini görseydim, ayaklarının altını öpseydim, yüzlerimi sürseydim"
diye hasretle kıvranmışımdır.
Dünyada kaybedilen para tekrar kazanılabilir. Evi
yanan ya da yıkılan tekrar yenisini ve daha güzelini yaptırabilir. Pek çok
sevdiği arkadaşından ayrılan, daha samimi, daha cana yakın arkadaş bulabilir.
Ama anne bir defa elden çıktı mı bir daha gelmiyor. Onun yerini bir başka
varlık dolduramıyor. Bir defa rüyamda gördüğüm zaman on beş gün onun sevinci
ile kıvranıyorum. Şunu iyi bilesiniz ki terazinin bir tarafına anne hakkı
konulduğu takdirde diğer tarafa neyi koyarsanız koyun o hakka müsavi
olmayacaktır.
15-Parayı, "Başkasına muhtaç etmiyor"
diyerek sevin. Fakat kendinize efendi yapmayın. İki kuruş mukabilinde
şerefinizi ayaklar altına almayın. Hileli yollara, utanç verici usullere
başvurmayın. Çünkü sonu, o paranın dünyada bırakıp gidilmesi olan bir hayatı
yaşamaktayız.
Mezarlıklarda "Filan çiftliğin sahibi - falan
makamın sahibi" gibi ifadelerle karşılaşıyorum. Bu sözlerle orada
yatanlar arasında ne gibi bir bağlantının kaldığım da bilemiyorum. Dünyanın
bir ucundan diğer ucuna söz geçiren kimseler bugün üzerlerinde dolaşan
köpeklere "Hadi, ötede dolaşın" diyemiyorlarsa, o çiftliklerin de, o
makamların da getireceği faydadan söz etmek budalalık olur.
16-Evlilik hayatınızda kendinizi olduğu kadar
eşlerinizi de düşünmenizi isterim. İyilik yapmadan iyiliği, hoşgörülü olmadan
hoşgörülmeyi beklemeyin. Yumuşak yoldan yürününce elde edilecek olanı sert bir
tutumla yaptırma yollarını denemeyin.
Çocuklarınızın eğitiminde dinin ve maneviyatın mutlaka
yeri bulunsun. Bundan böyle başlamakta olan "Robot devri" onları
kalpsiz, duygusuz hele imansız, ahlaksız, vicdansız hale düşürmesin.
Sizlere, kardeşlerime, yeğenlerime, öğrencilerime,
üzerimde hakkı bulunanlara haklarımı helal ediyor, dualarınızı bekliyorum.
***
Vasıyyetimi de böylece takdim ettikten sonra artık
yazacak fazla bir şey kalmamış olmalıdır. Hiç de kısa bir hayat yaşamış
değilim. Bununla beraber hayat, benim ve genelde bütün insanlar için "Dün
ve Bugün" den ibaret olmalı. Dün geçip gitmiştir, tekrarlayıp bir defa
daha yaşama imkanı yoktur. Bugüne gelince onu da elime, yüzüme bulaştırmaktan
ötede bir şey yapmış olmadım. Yüce Rabb'im yarın, "Biz size, düşünecek bir
insanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi?..."[43]
ayetini hatırlattığı zaman, "Hayır vermedin!..." deme imkanına sahip
değilim.
-Dünyaya hiç gelmemiş olmayı ister miydin?
Bu gibi soruların da, cevaplarının da insana fayda getireceği
inancında değilim.
-Peki ömrünü daha güzel, daha değerli bir şekilde
geçirmeyi ister miydin?
Böyle bir suale hayır demek için aptal olmak bile
yetmez. Ama, evet demenin getireceği fayda ne?
Hasılı, tafsilatını Yüce Rabb'imin bildiği, benim ise yüzde
doksandan fazlasını unuttuğum ya da kendime göre değerlendirdiğim bir hayat
yaşadım, Karşıma ne çıkacak, Yüce Rabb'imin affı mı, azabı mı?... Bunu
kestirebilmem çok zor hatta imkansız. Onun rahmetinin, mağfiretinin hudutsuz
olduğunu biliyorum, azabının çetin olacağını da biliyorum. Rahmetine
güvenirken, gazabından yine Yüce Rabb'imin rahmet ve mağfiretine sığınıyorum.
Sh: 614-620
**********************
Hayatımla
ilgili olarak yazdıklarım, yazmak istediklerimin tamamı mı?
Bu soruya
evet diyemiyorum.
Acaba
kendimi, olduğumdan fazla gösterdiğim oldu mu diyorum. Oldu ise normaldir.
Çünkü öteden beri kaidedir: "Keser kendi tarafına yontar."
Bunlar
benim kendi açımdan dile getirdiğim hayatım. Acaba başkaları beni nasıl ve ne
halde gördüler?.. Benim gibi görmediklerinde şüphe etmiyorum. Bununla beraber
önemli olan ne benim, ne başkalarının bakış açıları. Değil mi ki yarın Yüce
Rabb'imizin şaşması mümkün olmayan, yanlış netice vermesi düşünülemeyen
terazisine gireceğiz ve kaç okka geleceğimiz orada belli olacak?... o halde bu
konuda fazla yorulmağa, öyle değildi, şöyleydi demeğe de lüzum yok. Bir Arap
şairinin dediği gibi problem orada çözülecek, herkes bineğinin at mı, eşek mi
olduğunu, adalet terazilerinin kurulduğu günde öğrenecek.[44] Atalarımız da bu gerçeği
"Berber, saçım ak mı, kara mı?..." sorusuna verilen cevap ile
halletmişler ya. Bu saçlar bir gün önümüze dökülecek, değirmende mi ağartıldı
yoksa yüz ağartacak bir yol mu tutuldu belli olacak.
Gün
gelecek, üzerimize atılan üç beş kürek topraktan başka bu dünyada yaşadığımıza
delalet eden bir şey kalmayacak. Ya da yazdıklarımızdan memnun olan bir kısım
insanlar "Allah razı olsun," diyecek ve bir Fatiha gönderecekler.
*
Hatıralarımı
takdim ederken Dolmabahçe sarayını ziyaretimden bahsetmiş ve yer yer, "Buradan
ötesi yasak" şeklinde levhalarla karşılaştığımızı anlatmıştım. İçime
gömdüğüm, açıkça anlatamadığım, anlattığım takdirde havanın bulanacağından,
bir kısım rahatsızlıkların baş göstereceğinden endişe ettiğim hatıralar var ki
onlar benim içimi yakıp kavursa da benimle birlikte mezara kadar gidecek. Bu
hatıralardan bir kısmı da sırf sözü uzatmamak için terkedilmiştir.[45]
*
Şeyh Sadi-i
Şirazi, Gülistan isimli değerli eserinin sunuş kısmında, "Meclis temâm
şüd ve omr be âhır resid" sohbet meclisi tamamlandı ve ömür nihayete
erdi, der. Ben de bu sözlerle hatıralarımı bitirmek istiyorum. Bundan böyle
hayat nasıl devam edecek ve ne zaman ilahi davet gelecek?... Herkes gibi ben
de bilmiyorum. Ancak ben Yüce Rabb'imin "Ey iman edenler, Allah'a karşı
gereği gibi saygılı olun ve ancak Müslümanlar olarak ölün" [Al-i Imran suresi, 3/ 102] emrine uyarak, Nuh
(aleyhisselâm) ömrü yaşasam da İslam Dini üzere yaşamayı İslam Dini üzere,
kelime-i şehadeti söyleye söyleye ölmeyi arzu ediyorum. Dünya hayatından
beklediğim en büyük mutluluk budur. Bunun ötesinde mutluluğun bulunduğuna da
inanmıyorum.
*
Kardeşlerime,
arkadaşlarıma, eşim ve dostuma, öğrencilerime, kitaplarımla beni tanıyan ve
dua eden insanlara sıhhat ve afiyetle geçen, iman ve İslam nuru ile süslenen,
Allah ve Rasulüne sevgi ve hürmetle bezenen bir ömür diliyorum. Dualarını
bekliyorum,
Allah'ım
bizi gerçek anlamıyla tevbe eden kullarından kıl.
Allah'ım
bizi maddi ve manevi temizliğe kavuşturduğun kullarından kıl
Allah'ım
bizi, sevdiğin, razı olduğun, beğendiğin kullar haline getir.
Allah'ım
bizi, "kıyamet gününde korku duymayan, mahzun olmayan" kullarından
yap.
Allah'ım
son nefesimizi şehadet kelimeleriyle vermeyi, cennet ve cemaline kavuşmayı
nasip et. Cehennem azabından muhafaza buyur. (Âmîn, bi hürmeti
Seyyidi'l-Mürselin)
BİR
GARİB İLE TANIŞMAK İSTER MİYDİNİZ?...
Bir garibi anlatırlar, dert
yüküyle dolu imiş.
Hayat boyu ezilmiş hep, hor
görülmüş, sevilmemiş.
*
"Domuz Çollu" imiş
adı. Kırıkmış kolu kanadı.
Çarıkçılıkmış san'atı, ondan kadri
bilinmemiş.[46]
*
"Börtük" derler imiş
ona, kıvranırmış yana yana,
Saç sakal ağarmış ama, gönlü
delik deşik imiş.
*
Ayrı düşmüş vatanından, saçı
ağarmış ahmdan.
Habersizmiş günahından, felekten
hep sille yemiş.
*
Aklı ermezmiş çok şeye,
çekilirmiş bir köşeye,
Bir ağlaya, bir inleye,
"Neden sevenim yok?..." dermiş.
*
Bir gün çalınmış kapısı,
"Hadi, gidiyoruz!..." denmiş,
Söyletmeden götürmüşler,
öldüğünü bilememiş.[47]
***
*
Allahümme salli alâ Seyyidinâ ve Nebiyyinâ ve Şefîınâ
Muhammedin ve alâ âlihî ve ashabihî ecmaîn.
Emirsultan, 29 Safer 1430 / 24 Şubat 2009 Salı
Kaynak: Ahmet Lütfi
KAZANCI, Kendimi Anlatayım Dedim- (Hayy'dan Geldim Hû'ya Gidiyorum), Kasım,
2009, İstanbul
|
[1] Bunun en açık misalini görmek
isteyenler, Adnan Menderes ve Ethem Menderes arasındaki dostluğu gözden
geçirebilirler. Soyadı bir ama arada hiç bir akrabalık bağı mevcut olmayan bu
iki dost, küçüklükten beri hep yan yana yürümüş, sanki ikiz kardeşmiş gibi bir
görüntü vermişlerdir. Aydın'ın Çakırbeyli çiftliğinde kırk bin dönüm tutan ve
tamamı da Adnan Menderes'e ait olan (Taşkın Tuna, Adnan Menderesin Günlüğü, 89)
arazi, Ethem Menderes'i de yeterince doyurmuş olmalıydı. Başbakan'a göre en
sevdiği arkadaşı Ethem Menderes'ti. Bu dostluk dillere destan olmuştu. (Samet
Ağaoğlu, Marmara'da Bir Ada, İstanbul 1972, s. 36) 27 Mayıs 1960 ihtilali bu
dostluğun sadece tek taraflı olduğunu, Ethem Menderes'in, rahmetli Başbakan'a
içten içe pek derin bir kin ve nefret besleyen ve bunu gününe gün tuttuğu
defterine işleyen, gerçekten saygı değer bir insan olan Başbakanı samimiyetten
mahrum gülücüklerle aldatan biri olduğunu ortaya çıkardı.
Konuyu
anlatırken Samet Ağaoğlu der ki: "...Mahkemede hatıra defterleri okunduğu zaman
herkes önce şaştı., sonra irkildi, sonra iğrendi. Fakat heyhat!... Adnan
Menderes'i ölüme götüren yol bu hatıra defterlerinden başlıyordu. Bu
defterlerde daha başka öyle yapraklar vardı ki akla türlü şüpheler
getiriyorlardı. Bu şüpheler Cemal Gürsel Paşanın ihtilalden 23 gün önce yazdığı
meşhur mektubu Bayar'a asla göstermemiş, hükümet ve partinin sorumlu
heyetlerine insanlarına haber vermemiş olması ile daha ileri ihtimallere yol
açıyordu. İşte yine insan muamması ile karşı karşıyayız. Hayatta her şeyini
borçlu olduğu adama karşı neden bu hareket? Cevabı basit! Her şeyini (ona)
borçlu olduğu için. (Samet
Ağaoğlu, Marmara'da Bir Ada, 37, 38)
[2] Ahmed b. Hanbel, 4/ 134; Deylemi, Cihad 11
[3] Mehmet Akif Ersoy, Safahât'ı takdim etmek
üzere yazdığı beş beyte bakınız.
[4] İsmi lazım olmayan milletten bir adam
müsafirine buyur etmiş. İzzet ve ikramda bulunmuş. O gece, ertesi gece derken geceler
geceleri, günler günleri takip etmiş hatta haftalar birbirine eklenmiş. Bu
müddet içinde adam, müsafirliği iyice pekiştirmiş hatta perçinlemiş. "Bu
adam ne zaman gider ki?..." düşüncesi ev sahiplerine bir hayır getirmemiş.
Kendi milletlerinden olan birine de, "Arkadaş,
senin gidecek bir başka kapın yok mu?... Üç beş gün için bir başka aileyi
şereflendirsen de nefesimizi tazelesek!..." diyememişler.
Fakat adam az çok insaf sahibi imiş, bir sabah yatağını toplamış, heybesini
hazırlamış, atına binmiş.
-Sizi çok rahatsız ettik. Artık
gitmek gerek, demiş.
Ev
sahibi, "Hadi
güle güle, bir daha yolculuğa çıkarsan bizim köye uğramayı sakın düşünme!!!..."
diyememiş. Ne de olsa kendi milleti. Kökten ayıp etmiş olmamak
için, yarım ağız,
-Bir iki
gün kalsan olurdu, demiş.
Demiş
ama, hayatının en büyük hatasını yaptığını da anlamış, Çünkü adam atladığı gibi
yere inip,
-Allah
razı olsun. Atı nereye bağlayayım, demez mi?...
Ev
sahibi, dilini çıkarabildiği kadarıyla uzatmış,
-İşte
şuna bağla demiş.
(Bu
milleti tanıyamadık diyenler olabilir. Dolmabahçe'den öteye gidiversinler)
[5] Âşık Dertli diye bilinen zatın asıl
adı İbrahim'dir, Geredelidir. 1772 -1846 yılları arasında yaşamıştır.
[7] Bakara suresi, 2/ 156
[8] Gençlik günlerimde bu uğursuz sözü, göğsünü
gere gere, ağzı köpüre köpüre söyleyen medeni kişileri dinlediğim oldu. Bu
adamlar kendi canlarını, akıllarını görmemişlerdi. Hele varlığını hiç
hissetmedikleri vicdanlarıyla, namus duygularıyla da tanışmış olamazlardı.
[9]
http://muratdursuntosun.wordpress.com/2012/03/09/seyhi-seyrani-corumi-haci-mustafa-rumi-faruk-i-sirani-nami-diger-kara-seyh/
[10] Öyle kelimesinden sonraki üç noktanın
yerini tutan kelimeyi yazmak istemiyorum. Ancak babam bu kelimeyi telaffuz
ederken, fena anlamda kullanmaz, "Okka döver, terazide gerçek anlamıyla
ağır basar" manasında kullanırdı.
Şunu
söylemem gerekiyor: Babamın bir ilim adamı olmaması sebebiyle adı geçen
zatların ilmi sevileri hakkında söz söylemesi mümkün değildi. Özellikle onların
Yüce Rabb'imizin yanındaki derecelerine gelince bu konuda ne babamın, ne de bir
ilim adamının söz hakkı olamazdı.
[11] Ruslara mağlup olduğumuz ve o mel'unlann
ordularının Yeşilköy'e kadar ilerlediği 1873 yılı, hicretin 1290 yılma
rastlıyordu. Bir taraftan savaşın ağır baskısı, diğer taraftan mevsimin kurak
gitmesi gibi sebepler bir araya toplanınca, görülmemiş bir kıtlık yaşanmış ve o
felaket yılı, "Doksan'ın
kıtlığı" adıyla bilinir olmuştu.
[12] Haklâ kelimesinin son hecesi kalın ve
uzatılarak söylenir. Yukarıda yazılı şekli ile bu okuyuşu verebilme imkansız.
Çünkü kendim doğru dürüst okuyamadım.
[13] Çorumlular Kellegöz Camiini iyi bilirler.
Dedemin evi, Vali konağından (şimdiki Zafer okulundan) Kellegöze giden yol
üzerinde ve camiyi de geçtikten sonra sol tarafta idi. Şeyh Efendinin evi ise
aynı cadde üzerinde ve camiden vali konağına gelirken sol tarafta idi. Bildiğim
kadarıyla bir Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendinin, bir de Şiranlı Şeyh Mustafa
Efendinin evlerinin kapıları, dikkat çekecek derecede büyük ve iki kanatlı
idi. Şiranlı'nın kapısı değiştirilerek alelade demir kapı konuldu. Şu
satırların yazıldığı günlere kadar (09.01. 2008) Çerkez Şeyhi'nin kapısı eski
haliyle durmaktadır.(Alaybey sokağında, Katipler Konağı yanında)
[14] Şiranlı Şeyh Efendi, iki kızından birini Kürt
hocaya nikahlamıştır. Diğer kızı ise, yakın arkadaşım Mehmet Aksu'nun
annesinin annesidir,
[15] Milönü, Çorum'un güney- doğu cihetinde,
eski Medtözü caddesinin geçtiği tarafta idi. Milönü'nden itibaren Hacı Kerim
bağlarına giderken yükselen tepeye Şehir Doruğu denilirdi. Bugün bu isimler
geçerli mi yoksa sadece eskilerin hatıralarında mı kaldı bilmiyorum.
[16] ’Ahmed Davudoğlu Hocamız, Hayrettin Karaman
ağabeyimizi pek sever, pek takdir ederdi. Enstitüde bulunduğu gecelerde mutlaka
odasına çağırır, mütalaasını kendinin yanında yapmasını ister ve onunla sohbet
ederdi. Fakat daha sonra araya giren ve bu samimiyetini çekemeyen bir takım
müfsitler birbirini pek seven bu iki ilim adamını birbirinden ayırmışlar hoca
bu derece sevdiği hatta hürmet ettiği öğrencisine karşı alabildiğine soğuk
duygularla doldurulmuştu. İlim adına, edeb adına bu olayı kabul edemediğimi
ifade etmek istiyorum. Yüce Allah, müfsitlerin cezasını mutlaka
verecektir.
[18] Bilindiği üzere Denizli'den gelen arkadaşlar
"Seni tenkit edeceğim" yerine yukarıdaki ifade şeklini tercih
ederlerdi. Rahmetli Mehmet Sofuoğlu hocamız, bu çeşitten bir sohbet olduğunda,
şöyle anlatırdı: Adam gider, "Beni bir kebap yap" der. Kebapçı bu
sözü, "Bana bir kebap yap" şeklinde anlar.
[19] Ama bu derslere kimi getirebilirdiniz? Kök
kurutulmuş, cenaze yıkayacak insanı mum yakıp arama devrine girilmişti. Şöyle
on beş yirmi yıl daha geçse Türkiye'de kelime-i şehadeti bilen kimse
kalmayacak, "Mabedi
ve ezan sesi olmayan bir ülke" oluşturma başarısı yakalanacaktı.
İstanbul gibi, Türkiye'nin gözbebeği olan bir şehirde bile bu ilimleri
okutabilecek hocalar bulma imkanı maalesef yoktu..
[20] Bu beyit, rahmetli hocamızın, Seyyidü'l-Enbiya
Efendimiz için yazdığı bir na'tin son beytidir. Tamamı hocamız tarafından
kaleme alman Büyük İslam İlmihalinin sonundadır. (Na't, güzel sıfatların
anlatılarak medhedilmesi demektir. Na't ile sıfat arasında fark vardır. Sıfat
hem iyi, hem fena olan özellikler için kullanılır. Na't ise sadece iyi anlamda
olanlar içindir.)
[21]
Menderes
ona: "Bir Başbakanın yakasını toparlayıp bunları söyleyebiliyorken daha
hangi demokrasiden söz ettiğinizi anlamıyorum," cevabıyla mukabele
etmişti.
[22] Bu haber o günlerde dilden dile dolaşmışta.
Çirkin demek için bile insanın utanç duyacağı bu sefil davranış, bizzat
Menderes'in küçük oğlu Aydın Menderes tarafından açıklandı. Babasının
asılmasından birkaç gün sonra icra yoluyla ve yazılı olarak kendilerine tebliğ
edilen üç kalem masraf (Cellat, darağacı ve yağlı ip parası) istenmişti. (BUGÜN
Gazatesi 25 Mayıs 2009 Pazartesi) Türk insanı bu çeşit bir uygulamayı tarihinde
ilk defa görmüş oluyordu. Hangi dereceden bir cinayetin faili olursa olsun idam
edilen bir cani için ailesi bu anlamda rahatsız edilmiş değildi.
Bu tebliğ
ile iki gerçek vurgulanmak isteniliyordu: İlki, bu aileyi olabildiğince
çökertmek diğeri ise: Bizim ne kalitede kişiler olduğumuzu şimdiye kadar
öğrenemedinizse öğrenin, demiş olmaktı.
Gönül
kapım açıktır, çalmadan gir içeri.
(Söz Ayhan İlter, beste İrfan Özbakır, makam Hüzzam)
(Söz Ayhan İlter, beste İrfan Özbakır, makam Hüzzam)
[24] Hastanedeki
hanım gerçekten böyle biri mi idi? Bu konuda söyleyebileceğim hiçbir şey yok.
Rahmetli annem, bu hastabakıcı hanım hakkında bir şeyler söylemiş mi idi? Bunu
da hatırlamıyorum. Onu sadece anneme ve diğer hastalara hizmet ederken
görmüşlüğüm vardı.
[25] Yardımcı Doçent Doktor Mustafa Öcal tarafından
hazırlanan Cumhuriyet
Dönemi Din Eğitimi ve Dini Hayat (Ensar
Neşriyat, İstanbul 2008) isimli kitapta hatıralarımı anlatırken beş yerine altı
kardeş demişim. (Cilt 2/ 90) Düzeltir ve okuyuculardan özür dilerim. Beş
kardeşin üçü oğlan, ikisi kız idi.
[28] Çorum tabiri ile söylendiğinde Tânıvermiş. (Özellikle kadınlar
Tanrı kelimesini Tânı şeklinde söylerler. Tânı misafiri derler)
[31] Vaktiyle her Peygamber adına ayrı bir cilt
olmak üzere kitaplar yazılmıştı. Bir Peygamber hakkında kitap yazılırken Yüce
Rabb'imizin kitabına, Server-i Enbiya Efendimizin sünnetini ihtiva eden hadis
kitaplarına bakılır ve onlara dayanılarak, onlara muhalif olmayan rivayetler
değerlendirilir. Kitap ancak bu bilgilerin ışığında ortaya çıkar. Ama Kur'anda
ve sünnette yeterince bilgi bulunmayan bir Peygamber hakkında bir kitap yazıldı
ise bu ancak hayal mahsulü olan bir roman olmanın ötesine geçemez. Sözgelimi
Zülkifl, El-Yesea... gibi Peygamberler hakkında bilgilerimiz üç beş satırı
geçecek durumda değilken onların hakkında başlı başına bir kitap nasıl te'lif
edilebilir?
[32] Bursa Erkek Lisesi öğretmen ve öğrencileri
tarafından tertip edilen bir Umre seyahati idi. Her türlü hazırlık yapılmış
ancak iki kişinin daha varlığına ihtiyaç duyulmuştu. Hemen yazıldık. Arkadaşım
Osman Aşçıoğlu, diyanetteki bir arkadaşına telefon etmiş ve ismimiz, orada
bulunan listeye alınmıştı.
[33] Bu zat, Rize İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi
Doç. Dr. Kemal Yılmaz idi. Hac mevsiminde hastalandığım günlerde şahsıma karşı
samimiyetle yaptığı hizmetleri Yüce Rabb'imin ecr-i cezil ile karşılamasını
niyaz ediyorum. İlk tanıştığımızda pek memnun olmuş, hemen elimden tuttuğu
gibi, hanımının yanma götürmüş "Bak S... bu hocam Ahmet Lütfi Kazancı'dır,
demişti..
[35] Nitekim Eylül 2006'da İstanbul'daki İsmail Ağa
Camiinde saldırıya uğrayıp öldürülen Hoca Efendi tamamen unutulmuş, zaten
öldürülmesi gerekiyormuş gibi bir tavır takınılmış, katilin öldürülmesi ön
plana geçmiştir. Onun pek saygın ve değerli olan haklarının peşine düşülmüş,
fakat 'Bir de öldürülen hoca vardı, o ne olacak?' demek gibi bir sual hiç
kimsenin hatırından bile geçmemiştir. Bir kaç münasebetsiz yazarın, bu konuyu,
"Öldürülen imam insan değil miydi?..." şeklinde dile getirmesi,
savsaklanmış, asıl katilin hakkı dururken, hoca Efendinin ölümüyle uğraşma gibi
anlamsız bir yol tutulmamıştır..
[36] Böyle olduğu içindir ki, tashih edilmek üzere
önüme gelen ilk nüshada, çıldırtacak, beddua ettirecek derecede fahiş, her
sahifede ortalama yedi sekiz yanlışla karşılaşma mutsuzluğunu yaşadım. Üstelik
mesela benim, bir Peygamber'in ism-i şerifi geçtiği zaman (s.a.v.) yani sallallahü
aleyhi vesellem yazdığım yerlerde (r.a.) yani radıyallahü anh ibaresini koyan,
adam, "Neden böyle yaptın?" denildiğinde, "Kötü mü ettim?
Peygamber adı geçince böyle denilir, kitabını düzelttim" demez mi?
Şurasını hatırlatalım: Yazılı eserlerde Peygamber ismi geçtiğinde (s.a.v.)
sallallahü aleyhi vesellem veya (a.s.) aleyhisselam şeklinde işaret koymak,
şayet Rasulullah Efendimizin ashabından ise (r.a.) radıyallahü anh diye
göstermek bir adet olarak yerleşmiştir.
Ashab-ı Kiram'ın dışında kalan bir büyük için rahmetüllahi aleyh denilir.
[37] 2006 yılında idi. Bursa haricinde bir yerleşim
merkezinde namazımı kılıp mescitten çıktığımda, altmış beş yaşlarında, uzun
sakallı bir kişinin, ayaküzeri sohbet yaptığım gördüm. Hz. Ali'nin evlenmesi
konusunu anlatmakta idi. Sevgili Peygamberimiz, kızı Hz. Fatıma ile Hz. Ali'yi
nikahlayıp evlerine yerleştirdikten sonra Hz. Ali'nin, kılıcını kuşanıp dışarı
çıktığını görür. Sebebini sorar. Hz. Ali,
-Allah
yolunda yetmiş bin kafirin boynunu vurmadıkça Fatıma'nın odasına girmeme kararını
verdiğini söyler.
Bu
cahil adam bunları söylerken, etrafındakiler de, Kur'an ayeti dinler gibi
heyecanlı idiler. Ortada ciddi bir sebep yokken kafir ya da müşrik bir şahsın
öldürülmesi meşru ölçüler içinde düşünülemezdi. Ayrıca o günkü durumda,
Medine, Mekke ve etraftaki yaşayan insan sayısı yetmiş bine ulaşamazdı. Bu gibi
cahillerin anlattıklarıyla beslenen insanların bilgi dereceleri konusunda ne
denilebilir?.
[38] Bu sözün anlamı, kazansan da karşındaki
insanın hakkını ver. Onu bir vuruşta öldürdüm. Zaten bir vuruşluk canı vardı
deme, o da gerçekten iyi vuruyor, yaman kılıç kullanıyordu. Fakat Rabb'imin
yardımıyla ben galib geldim demeye alış, demektir. Bu sebeple, başımı dik
tutmağa, "Bunları
ben yazdım. Bunların hepsi benim eserim," demeğe
dilim varmıyor, hayatım boyunca kazandığımı zannettiğim edebim buna izin
vermiyor.
[39] Şunu da kaydetmem gerekiyor, ne zaman bir Rus
edibinin kitabını okuyayım dedi isem, (Misal: Kanser Koğuşu) onların ruhlarının
ağırlığı çöktü üzerime. Viktor Hügo'nun Sefillerindeki tadı, Rus yazarlarında
bulamadım. Viktor Kravçenko'nun "Hürriyeti Seçtim" isimli eserini
seve seve okuduğumu söylemem, bütün Rus yazarları için geçerli olmamalı.
Eferesün
tahteke em hımâru" (Toz açılıp göz gözü görür hale geldiği zaman,
bineğinin at mı eşek mi olduğunu görürsün. - Beytin yazarını bilmiyorum.
Rahmetli Server hocam sık sık bu beyti tekrar ederdi.) (Şeyh Bedreddin’in
Varidatında geçiyor.)
[45] Hiç düşünmediğim bir anda hayatımı kaleme
almamı hatırlatan Prof. Dr. İsmail KARA beye tekrar teşekkür etmeyi bir borç
biliyorum. Rabb'im kendisinden razı olsun, dünyada mutluluklar versin, Ahirette
cennet ve cemaline kavuştursun.
[46] Çollu, benzi soluk, sararmış, güçsüz demek
oluyor. Aynı anlamda Börtük de kullanılıyor, Taze fasulyeyi suya koyup bir
müddet kaynattığınız zaman henüz pişmemiş ama rengi değişmiş halini anlatırken
"börtlettim" derler. Börtük de yüzünün rengi iyice solmuş, buruşmuş
olana verilen bir sıfattır. Hoşa giden bir sıfat olmadığını söylemeğe lüzum
görmüyorum.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar