Print Friendly and PDF

KISALMA-KOPMALARLA KIYAMETİ ÖNE ALMAK




Teknolojinin, ulaşımın, iletişimin, ticaretin vb. yaygınlaşması ve hızlanması kısalma ve kopmayı doğurmuştur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hadislerinde buna “tekarubuzzaman” denilmektedir. Zamanın hızlanması ve yoğunlaşması anlamındadır. “Zaman kısalacak ve vasıtalarla mesafeler kısalacak.” [1]
Yaşadığımız yüzyılın sesten hızlı uçakları, trenleri ve diğer gelişmiş ulaşım araçlarıyla, eski dönemlerde aylar süren yolculuklar şimdi birkaç saat içinde, üstelik çok daha güvenli, rahat ve konforlu bir biçimde yapılabilmektedir. Hadisin işareti de bu şekilde gerçekleşmektedir. Günümüzün ileri teknoloji ürünü ulaşım araçlarına Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde işaret etmiştir:
“Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır.” [2]
Zaman tekarüb ederek (yaklaşarak) gece ile gündüz birbirine yaklaşır... “Zaman kısalıp sene ay, ay hafta, hafta gün, gün saat, saat de ateş tutuşturacak kadar az bir zaman olmadıkça kıyamet kopmaz.” [3]
"Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Zaman yakınlaşmadıkça Kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, haftada bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.” [4]
 Zamanı kullanma biçimimiz ve onu algılama biçimimizin değişimi “zaman kavramı” nın değişimine, aynı şekilde bu değişim de tekrar zamanı kullanma ve algılama biçiminin değişimine sebep olmaktadır.
 [“Gerçek”in anlamını yitirdiğini, gerçeklik (simülakr)[5] kavramının onun artık egemen olamadığı alanı büyük bir kabiliyetle doldurduğunu birçok disiplinde yapacağımız tarama işlemiyle anlamamız zor olmayacaktır. Bağlamlarından kopartılarak içerikleri sürekli boşaltılıp doldurulan kavramlar silsilesinin bu sürekli başkalaşımının sebep ve sonucu, yaşadığımız her ayrıntıyı resmeden zaman kavramının uğradığı “değişim”dir.
17. yüzyılda Aydınlanma Çağı ile başlayan felsefe, bilim, sanat, edebiyat gibi birçok disiplinin uğradığı sürekli değişim bugüne kadar uzanan bir altyapıya sahiptir. Sanayi Devriminin altyapısını hazırlayan Aydınlama Hareketleri sosyo-ekonomik açıdan toplulukların köklü değişimine sebep olmuştur. Sanayi Devriminin birinci bölümünü oluşturan “makineleşme çağı” üretim teknolojilerinin uğradığı evrimin yerini sağlamlaştırırken yepyeni bir hayat biçimini, estetik anlayışı ve gündelik hayatı da örgütlüyordu. Bu dönemi takiben oluşan fabrikalaşma, şehirlerin konumlanma biçimlerini kökten değiştirdi. Çalışma kavramının zamanla olan ilişkisini keşfeden, seri-üretiminin gücüne hayran kalıp etkisi altında zevkten kendini kaybeden yeni hayat biçimleri “hız”ı da keşfetmiştir. Üretimde zamanın rolünün öneminin kavrandığı bu dönemi takip eden dönemde, üretimin lokomotifi olan “tüketim”in yaptırım gücü keşfedilmiştir. Üretim ve tüketim birbirini öteleyerek öyle bir konuma getirmiştir ki bugünün insanı kendisi için üretilip paketlenmiş zaman programları (bir tatil, eğlence turu, uçak, gemi, tren yolculukları, eğitim programları, emeklilik poliçeleri vb.) satın almaya başlamıştır. Sanayi Devriminin son bölümü olarak da adlandırılan “bilgi çağı” ise sonraki adımı takip etmektedir. Bilgisayarın keşfinin ve ileri teknolojik gelişmelerin sanayi devriminin üçüncü aşamasını oluşturduğu varsayılmaktadır. Gerçeklerin yerini suretlerinin aldığı, “katı olan her şeyin buharlaştığı”, ağırlıklarını yitiren kavramlar sebebiyle uç kutupların birbirine hızla yaklaştığı dönemdir.
Mekâna katı bir sadakatle bağlı bireyin bu yeni dönemde bedenî ve zihnî olarak hareket kabiliyeti artmış, mekânla bağları zayıflamış ve kopma noktasına gelmiştir. Büyük üretim teknolojilerinin yarattığı iş kapasitesine bağlı olarak artan şehir nüfusları yüzünden, çeperlerine baskı yapan şehirler yeni ağlar sistemi kurmuştur. Kırsalı sürekli yutan şehir, geçmişteki insanın domestik [6] yapısını terörize etmiştir. Göç nitelikli olan bu “hareket” [7] şehirlerin merkezlerinin suretlerini üretip şehir içinde şehirler oluşturmaya başlamıştır. Bu da metropolleşen şehrin tanımını oluşturmaktadır. Sürekli genleşen, sınırlarına baskı yapan şehirlerde özerk hayat şehirden kaçarcasına kurulmaya başlanmıştır. Ve bu üretmek ve tüketmek için şehrin kaynaklarına ihtiyacı olmasına rağmen kendi hayat aralığını oluşturmak için şehir’den kaçan yeni hayatlar üretmeye başlamıştır.
Sadece teknolojileri değil düşünme biçimi de değişen yeni insan dünyayı farklı bir biçimde görmeye başlamıştır. Ulaşım teknolojilerinin artışı ve “mobilite” kavramı insanı yere bağımlı bir varlık olmaktan çıkarıp bir zamanlar hayal bile edemeyeceği mesafelere hâkim olmasını sağlamıştır. Bu da bedenin hâkimiyet alanını genişletmiştir. Ancak bu değişimlerle gelişen insanın aşırı hareketliliği sadece bedensel değil aynı zamanda zihinsel alanda da kendini göstermiştir.
“Sürekli hareket” halinde olan insanın oluşturduğu hayat biçiminin “sürekli iletişim-kavuşma” yı da talep ettiği ve bunun da insanın bir gün içerisinde yapabildiklerinin her geçen gün artmasına sebep olduğudur. Hareketli beden iletişim-kavuşma ağını genişletmek zorundadır. Bu genişleme de daha çok hareketi doğurmaktadır. Ancak bu çift taraflı tepkime belirli bir durumdan sonra hareketini zihnin içine sığdırmış hareketsiz bedenlerin doğmasına sebep olmaktadır. Çünkü artık birçok eylemi teknolojiler sayesinde hareket etmeden yapmak mümkündür. Teknolojilerin ilerleme yönünde önünü böyle cömertçe açan bu durum, birçok disiplinde yeni deneyimlerin oluşmasına sebep olmaktadır. Ve hatta biraz daha geleceğe doğru bir önerme yapacak olursak, bu hareketsiz ama özgür bireyin bedeni öyle bir beden halini almaktadır ki tüm bu yetenekleri bünyesinde barındıran bir seviyeye ulaşmış bir post-hüman özne olmaktadır.][8]
[“Tüketim devir süresinin” de hızlanması; yine bu organizasyon değişimi nedeniyle iletişim ve enformasyon sistemleri, dağıtım teknikleri gibi kavramların gelişmesi, bunun da sonucu olarak mesafelerin giderek daha çok ve korkusuzca kat(l)edilmesi “mekânın zaman tarafından sıkıştırılmasına, yok edilmesine” neden olur. Hızla artan dünya nüfusu bir gün yeryüzüne sığamayacağından şüphelendiren kalabalıkları yaratır. Ve insanlık bir organizma gibi yayılmaya devam eder. Ancak bu durum sadece yeni topografyaların işgaline değil aynı zamanda var olan şehirlerin de sıkışmasına neden olur. Bu arada birey öteki üzerinden kendi benliğini keşfeder, kalabalığın içinde çok olmanın değil tek olmanın doğasını kavrayınca, kendi dışında gelişmiş olan ve üst ölçekte hayata damgasını vuran kapitalist sistemin, öngördüğü “tüketmek için üret” mantığında üretilen nesneleri, tüketmek için simülakrlarla çevrelenmiş kişisel hayatının olmadığını yarı şuurlulukla görür. Tam olarak görmez çünkü bu durum onu öyle uyuşturmuştur ki daha önce nasıl olduğunu sorgulama yetisini kaybetmiştir. A. Toffler’in de dediği gibi “kullan at” toplumunun bir parçası olmuştur. Üstelik bu toplum sadece üretilen nesneleri değil, fikirleri, ideolojileri, mesafeleri de kullanıp atmaktadır. Öznenin ‘mekân’ la kurduğu bağların giderek zayıflaması, onu “kök salamaz” hale getirir.
Kapitalist sistemin oluşturduğu, birbirini aralıksız biçimde birbirinin içine alan mekânın, bedenin de hareketlenmesiyle, zaman tarafından sıkıştırılması, bedenin hayatla ilişkinin zayıflamasına neden olmuştur.
Belki bu anlatılanlar sosyo-kültürel kavramların yaşadığı bu değişim bir felaket göstergesinin habercisidir. Sosyo-ekonomik faktörlerin değişmesiyle postmodernist insanın, ulaşılamayan dinamik dünyanın dinamik bireyleri haline gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Zihnin, bedenin hâkim olamayacağı kadar geniş bir alanda hâkimiyet göstermesi nedeniyle, diğer yandan da onu daha yoğunlaşan dinamik bir hayat biçimine zorlar. Bu ikili durum sarkacın yaptığı salınım hareketi gibi birbirini öteleyerek devam etmektedir. Bedenin hareket yasası korundu ama özgürleşen zihin bu bağlamda bedenin etki alanının önemini sınadı. Zihin her şeyi beden üzerinden tanımlayan, bedenî deneyimin birincil olduğu dönemin aksine bedenin yapacağı eylemleri hiper-gerçeklik ortamlarında yerine getirme imkânını bulmuştur.
Başlangıçtan bu yana zamanla kurduğumuz çok önemli ilişki sayesinde bedenî ve zihnî var oluş biçimlerimizde yaşadığımız değişim gözler önündedir. Büyük bir ivmeyle gelişen teknolojilerinin ve kapitalist sistemin etkisiyle oluşan aşırı-hareketli insan, teknolojilerinin artışıyla zihnî olarak hareket sınırlarını yıkarak bedenî deneyime ait mekânlardan, sanal mekânlara transfer olduğundaki ilişkide, kendi yerini bulamayan bedenin, bu teknolojiler karşısında kendi eksikliğini ve kısıtlı yeteneklerini keşfetmektedir. Bu nedenle bedenin eksikliğinin zihin aracılığıyla farkına varılması kaçınılmaz tekamül sürecinin zeminini hazırlamakta ve öznenin hayat oyununda yer alması için bu kopmadan korunması zorunlu bırakmaktadır..][9]
Sonuç olarak çağımızda zaman-mekân-zihin ilişkisindeki durum insan dünyasında sanal bir algıya dönüşmüştür. Bu algının tabii olaylarla bağıntısındaki izafiyeti çok kısalınca insanın yeni bir şeyler bulma ve güdüsü olan “ihtiyaç” kavramı kaybolma noktasına gelince kopmalar oluşmuş, hayat dayanılmaz hale gelmiştir. Çünkü duyguların seyri bedenin seyrinden hızlıdır. Kavram karmaşasına düşen geleceğin kaosu ise “mutsuzluk” ve sonuçta “inançsızlık” ve ileri aşamada “intihar eden topluluklar” meydana çıkarmaktadır. Bu ise kıyameti öne almak gibi bir şeydir. Her istediğine kavuşup, doyuma kavuşturacak bir şey kalmayınca insanoğlu Allah Teâlâ’nın ulûhiyetine tecavüz etmek isteğini içinde bulacak (bilim-kurgu) haddini aşacaktır. Saçma sapan düşüncelere ayna olan kurgulamanın sapıtmada ve hayal dünyasında derecelerini bulmakta zorlanmaktayız. Ancak kıyamet büyük haşmetiyle acele tecelli etmesini sağlayan hırsı insana acizliğini hatırlatıp yok olmasına sebep olacağını görebilmekteyiz.


OMURGA VE EKSEN KAYMASI HAKKINDA BİR YAZI

İBRAHİM KARAGÜL
13.05.2005/ Milli Gazete

500 DİN ADAMI ABD'DE NE YAPACAK?


Önce 18 Mart 2004'te RAND Carporation'a "Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, kaynaklar ve stratejiler" başlıklı bir rapor hazırlattılar. Bu köşede "Sivil demokratik İslâm ve ABD'nin din inşası" başlığı ile tartışılan rapor, aslında İslam dünyasına yönelik derin bîr medeniyet savaşının izlerini taşıyordu. Amerika için keskin bir savaş planı içeren raporun temel ilkeleri şu başlıklar altında özetleniyordu:
1-    Önce modernist ve laik Müslümanları destekle.
2-    Geleneksel Müslümanları fundamentalistlere karşı destekle.
3-    Fundamentalistlerle savaş.
4-    Seçici bir şekilde laikleri destekle.
5-    "Batılı İslam" tezini destekle.
6-    Sufızmi destekle ve güçlendir.
Rapor, bu başlıklar altında gruplandırılan Müslümanlar arasında çatışma çıkarılmasını, ihtilafın büyütülmesini istiyor ve özetle; "Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek yakınlık kesinlikle engellenmeli. Hatta birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur'an'ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir" diyordu. Daha genel anlamıyla iki amaç güdüyordu:
1-11 Eylül sonrası ABD talepleri çerçevesinde yeni bir İslam oluşturulmalı.
2- Hem İslam dünyasında hem de Batı'daki Msülüman azınlıklar arasında bölünmeler teşvik edilmeli.
Ardından yine RAND Corporation'a, "US Strategy in the Müslim World After 9/11" başlıklı bir başka çalışma daha yaptırıldı. "Müslüman neo-conlar ve yeni RAND raporu" başlığı ile yine bu köşede tartışılan çalışma, İslam dünyasının geleceğinde kanlı iç savaşların nasıl damga vuracağına dair ürpertici projeler hakkında geniş bilgiler sunuyor. "Medeniyetler çatışması" projesinden sonra neo-con'ların en orijinal keşfi olan "medeniyet içi çatışma" tezinin, daha doğrusu "İslam kendi içinde çatışacak" tezinin nasıl uygulanacağı bu projede apaçık ortaya koyuluyor. Doğrudan işgal ve çatışmaları ikinci plana iten ve Müslümanların dinini, kültürünü, alışkanlıklarını ve hayat tarzını temelden değiştirmeyi amaçlayan, "demokratikleşme" büyüsü adı altında Müslüman elitlerin yardımıyla gerçekleştirilmesi planlanan proje 15 Aralık 2004'te duyuruldu. 567 sayfalık raporun yazarları arasında halen "U.S. Institute of Peace"in başında bulunan siyonist öncülerden Daniel Pipes da bulunuyor.
İslam dünyası için tam bir kaos senaryosu öngören rapor, Atlantik'ten Pasifik'e uzanan geniş coğrafyada kanlı iç savaşlara, etnik çatışmalara, mezhep savaşlarına, iktidar çatışmalarına yol açacak bir planı ortaya koyuyor. Ne yazık ki, söz konusu plan Müslüman entelektüeller, akademisyenler, kanaat önderleri, İslami cemaatler ve sivil toplum örgütleri üzerine kurulmuş. Özeti şu:
Şii-Sünni bölünmesi: Müslümanlar'ın büyük çoğunluğunun Sünni olduğu, Şiiler'in dünya Müslümanlarının yüzde 15'ini teşkil ettiği belirtildikten sonra ABD'ye Şiiler'le işbirliğine gitme önerisi yapılıyor. Şiiler'in bulundukları bölgelerde iktidara taşınması ve siyasi sürece katılmalarının sağlanması istenerek böylece demokratik kurumların daha da yerleşebileceği belirtiliyor.
Arap-Arap olmayan bölünmesi: İslam dünyası Arap ve Arap olmayan olarak ikiye bölünüyor. Araplar Müslüman dünyanın sadece yüzde 20'sini oluşturuyor. Öyleyse "İslam dünyasının ağırlık merkezi Arap olmayan ülkelere kaydırılmalı."
Özel olarak ABD'nin, genelde ise Batı dünyasının İslam'ı, Müslümanları ve bu coğrafyayı hedef alan kontrol stratejilerinin her gün yeni bir çarpık örneği ile karşılaşıyoruz. İşgal ve sömürüye dayanan askeri stratejilerinde olduğu gibi, bu coğrafyaya yönelik siyasi, kültürel ve sosyal çalışmalarının hepsi güvenlik eksenli ve aynı merkezler tarafından hazırlanıyor. Sadece Müslümanları dönüştürme değil, İslam'ın temel ilkelerini de değiştirmeyi ve yeni bir Müslüman toplum inşa etmeyi öngören çalışmaların temel amacı, yaşadığımız bölgeyi, direnç merkezlerini yok ederek, kontrole hazır hale getirmek.
İncil, Tevrat ve Kur’ân-ı Kerim’in karışımından oluşan 77 sürelik "Gerçek Furkan" adlı "kutsal kitap" çalışmasından, Amerikalı kadın Profesör Amina Wadud'un New York'taki St. John The Divine Katedralinde Cuma namazı kaldırmasına ve yeni bir İslam'ın öncülüğüne soyunmasına, Fas'tan Endonezya'ya uzanan her ülkede İslam-demokrasi sempozyumlarının yine ABD ve Batılı istihbarat kuruluşları tarafından organize edilmesine kadar, yüzlerce örnek, yukarıda aktarılan genel stratejinin birer göstergesi oldu.
Amsterdam'da Pazar günü açılan, açılışını Mısırlı Feminist yazar Nevval es-Saadavi'nin yaptığı, imamlığını kadınların yaptığı, ezanı kadınların okuduğu cami örneği de bu çalışmanın Avrupa'daki yansımasını oluşturuyor. Hollanda hükümeti, finanse ettiği bu camiyi "Euro İslâm"ın göstergesi olarak sunuyor. Bu kesimlerin Haccın kaldırılması talebini, Batı'nın İslam'a yönelim medeniyet savaşı merkezli yaklaşımı açısından dikkatle değerlendirmek gerekiyor.
Aynı proje çerçevesinde, Müslüman ülkelerden 500 civarında din adamı yakında Washington'a götürülüp eğitilecek ve "Amerikan İslamı" için seferber edilecekler. Artık Cuma hutbeleri ABD tarafından yakından izlenecek. Din derslerinin okullardan kaldırılması istenecek. El Ezher gibi İslam üniversitelerinin eğitim müfredatı ABD'li akademisyenler öncülüğünde yeniden belirlenecek.
Yine ABD'de, bugüne kadar Amerikan Müslümanlarını temsil eden örgütleri devreden çıkarmak için sayısız devlet/istihbarat örgütlenmesi yapılıyor. "Terörizme Karşı Özgür Müslümanlar", "Kuzey Amerika İlerici (Reformcu) Müslümanlar Birliği" ve "İslami Çoğulculuk Merkezi" bunlardan sadece bir kaçı.
19. yüzyıl oryantalizminin yeniden doğuşuna tanıklık ediyoruz. İslam'ın, Müslümanların ve İslam coğrafyasının ABD çıkarlarına göre düzene sokulmasını hedefleyen bu süreç, Kur’ân-ı Kerim’in tahrif edilmesine kadar devam edecek. Demokrasi, özgürlük ve refah hayalleriyle işgal güçlerinin peşine takılan bireyler, sivil toplum kuruluşları ve toplumlar, bir medeniyet savaşının öncü güçleri olduklarını biliyorlar mı?

DEVLETLERİN BOĞULDUĞU ÜLKE AFGANİSTAN


Aşağıda verilen alıntı ile Afganistan’nın tarihi geçmişinde meydana gelen olayların ışığında bilgilerimizi tazelemenin gerekli olduğu inancındayız...
[Afganistan, Asya kıtasının doğu-batı, kuzey-güney geçiş yollarının kesiştiği bir kavşak noktasıdır. Bu nedenle tarih boyunca doğuya ve batıya ilerleyen güçler burayı aşmak zorunda kalmıştır. M.Ö 500'lı yıllarda ilk defa İran hükümdarlarından Daru ve ardından Makedonya kralı Büyük İskender tarafından işgal edilen Afganistan o tarihten beri sürekli aynı nedenlerle işgal edilmektedir. Asya'nın devleri Çin, Hindistan, İran ve Rusya'yla ortak bir sınıra sahip bulunan Afganistan, ya bu ülkelerden birini kontrol altına almak isteyen harici bir güç tarafından veya bu ülkelerden dışarıya açılmak isteyen dahili bir güç tarafından kontrol altına alınmak zorundadır. Bu stratejik konumundan dolayı 2500 yıldır Afganistan sürekli dış müdahalelere maruz kalmaktadır.
Bu müdahalelerin neticesinde Afganistan, ancak 1748 yılında milli bir devlet kurabilmiştir. Ahmet Şah Dürrani tarafından, Afganistan'ın İran'ın kontrolü altında bulunduğu bir sırada İran'daki bir iç karışıklıktan istifade edilerek kurulan Afganistan, bu müdahalelerden dolayı birlik halinde yaşayan ve ülkesinde çoğunluk olan bir toplum maalesef oluşmamıştır. Bu yüzden ortak bir kimlik de yoktur. İslam dini tek ortak noktadır.
Örneğin; bugün Afganistan'da sen kimsin sorusuna cevap olarak ben 'Afgan'ım' diyen kimse yoktur. Herkes kendini kavmi veya aşiretiyle tanıtmaktadır. Afganistan'da bölünmüş bir toplum vardır. Bunlar ancak bir dış müdahale karşısında bir araya gelmektedir. Fakat çok ilginçtir; 1750'li yıllardan sonra ise milli birlik ve bütünlüğünü sağlamış bir Afganistan'ın İran ve Hindistan'ı kontrol altına aldığı ve Afgan İmparatorluğunu kurduğu görülmüştür. Ancak 19.y.y'dan itibaren şiddetlenen sömürgecilik savaşında Afganistan zayıflayarak, Rusya ile İngiltere arasında 'Büyük Oyun'un oynandığı paylaşılamayan bir ülke haline gelmiştir. İngiltere için Afganistan, Hindistan'ın korunması ve Rusya'nın Asya kıtasına hapsedilmesinde tampon bir bölge olmuştur. Rusya içinse sıcak sulara inmenin en kısa yoludur.
İngiltere Türkistan'ı Rusya nüfuz alanı olarak belirlemesine rağmen Afganistan'ı Rusya'ya karşı silahla savunmuş hatta aralıklarla bizzat üç defa işgal etmiştir. Afganistan'a büyük zararlar veren bu işgaller İngiliz İmparatorluğunun zayıflamasında önemli rol oynamıştır.
19. y.y'daki Dünya dengeleri 20.y.y.'da değişmesine rağmen Afganistan'ın önemi değişmemiştir.
20.y.y'da tarih sahnesine Sovyetler Birliği olarak çıkan Rus İmparatorluğunun sıcak denizlere ulaşma hedefine bu kez İngiltere'nin yerini alan Amerika Birleşik Devletleri karşı çıkmıştır. Bu iki güç arasında yaklaşık yarım yüzyıl süren soğuk savaşta Sovyetler Birliği tarafından 1979 yılında işgal edilen Afganistan, ABD tarafından İslam ülkelerinin organize edilerek uygulanan 'Yeşil Kuşak' projesiyle, yine silahla savunulmuştur. Yaklaşık dokuz yıl süren Sovyet işgali sonucunda, Afganistan'ın tıpkı İngiliz İmparatorluğu gibi bu kez Sovyet İmparatorluğunun yıkılmasında rol oynadığını görmekteyiz.”
1988 yılında beklenmedik bir şekilde sona eren Sovyetlerin Afganistan işgalinden geriye tamamen harap olmuş bir devlet ve fikri olduğu kadar fiziki olarak da darmadağın bir toplum kalmıştır. 1979 yılında 22 milyon civarında bir nüfusa sahip olan Afganistan'a işgalin faturası olarak, 4-5 milyon (çoğu Pakistan'daki kamplarda olmak üzere) mülteci, 2 milyon ölü, 4 milyon yaralı ve Sovyetlerin serptiği milyonlarca mayınlı toprak kalmıştır.
Sovyetlerin çekilmesinden sonra başta ABD olmak üzere Uluslararası sistem tarafından kendi haline terk edilen Afganistan'da, Sovyet işgaline karşı mücadele eden belli başlı 7 mücahit grubun savaş sonunda birbirleriyle iktidar mücadelesine girişmeleri sonucu 1988-1994 yılları arasında on binlerce insan ölmüştür. Rusların bile bombalamadığı Kabil'i bombalayan bu gruplardan bıkan Afgan halkı, Rusları arar bir hale gelmiştir.
S.S.C.B' nin dağılmasıyla biten soğuk savaşın ardından kurulmaya çalışılan Yeni Dünya Düzeninde ve Bağımsızlığını yeni kazanan Orta Asya Cumhuriyetlerinin Ruslara karşı bağımsız kalma arzusu, yeni keşfedilen enerji kaynaklarının ihraç yolları sıkıntısıyla birleşince yeniden "II. Büyük Oyun" gündeme gelmiştir. Orta Asya ülkelerinden petrol ve doğal gazın Batı ülkelerine güvenli bir şekilde aktarılması için tasarlanan Orta Asya Petrol Boru Hatları Projesi (OAPBHP)  güzergâhı için en kısa yol Afganistan'dır. Bunun için Afganistan tekrar çatışmalara sürüklenmiştir. Görüldüğü gibi oyun'un aktörleri ve oyun'un konusu değişmesine rağmen Afganistan'ın önemi değişmemektedir.
Batı ülkelerinin artan enerji ihtiyaçlarını karşılamak için ucuz ve güvenli bir kaynak yeri olan Orta Asya ülkeleri ile Batılı petrol şirketleri arasında anlaşmalar yapıldıktan sonra Uluslararası Sistem tarafından bir süre önce kaderine terk edilip iç çatışmaya sürüklenen Afganistan, bu kez bunlar arasında çatışma alanına dönmüştür. Dış müdahalenin bu hattın (OAPBHP) güvenliği için Afganistan'ı güvenlikli bir ortama kavuşturmak gerektiğinden, öncelikle çatışan gruplar arasında barış sağlanmaya çalışıldıysa da başarı sağlanamayınca Pakistan ülkesindeki mültecileri değerlendirerek bunları (Taliban) Afganistan'da iktidara oturtmuştur. 1994-2001 yıllan arasında süren ve çok kısa bir süre içerisinde Afganistan'ın %90'nını kontrol altın alan Taliban ABD'den de himaye ve destek görmüştür.
Başta Pakistan ve Suudi Arabistan tarafından tanınan ve desteklenen Taliban'ı ABD Petrol şirketi Unocal, Arjantin petrol şirketi Bridas da desteklemiştir. ABD'nin çıkarları doğrultusunda hareket ettiği takdirde mahiyetine bakılmaksızın süren destek 11 Eylül 2001 yılından itibaren birdenbire tersine dönmüştür. Taliban Uyuşturucu ekimini yasaklaması ve ABD çıkarlarına ters hareket etmesi nedeniyle ABD tarafından yıkılmıştır.
Unocal Petrol şirketi yerine, Arjantin Bridas petrol şirketini, çıkarlarına uygun gören Taliban hem kendini hem de kurucusu Pakistan'ı ABD tehdidine maruz bırakmıştır. 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak gösterilen El Kaide terör örgütü ve Usame Bin Ladin bahanesiyle Afganistan ABD tarafından Ekim 2001 yılından itibaren işgal edilmiştir.
İşin en ilginç yanı Taliban'la Unocal adına pazarlık ve danışmanlık yapan kişilerin bugün ABD ve Afganistan'da başında bulunmalarıdır. Karzai, Halilzad, Rice, Cheney...
11 Eylül saldırıları ABD'de yapılan bir darbedir. Bu saldırılar başta petrol ve silah olmak üzere çeşitli şirketlerin desteğiyle yapılmıştır. Amaç şirketlerin hâkimiyetindeki ABD'nin kontrolü altında 'Yeni Bir Dünya Düzeni' kurmaktır. Bunun için düğüm yine Afganistan'da çözülmektedir. 11 Eylül darbesini yapanlar bu yüzden Afganistan'dan başlayarak Irak'ı kontrol altına aldılar. ABD İmparatorluğunun ikinci ayağı da 'Büyük Ortadoğu Projesi' ini uygulamaya geçirilmesidir.
Görüldüğü gibi Büyük İskender'den II. George W. Bush'a kadar 2500 yıl geçmesine rağmen Afganistan hala dünya hâkimiyetinin en önemli kavşak noktası olarak karşımızda durmaktadır. İngilizler ve Sovyetler arasında Afganistan'ın kontrolü için Uluslararası ilişkiler literatüründe 'Büyük Oyun' olarak adlandırılan çatışmalar yaşanmıştır. Şimdi ise buna devletlerin yanı sıra şirketler de aktör olarak katılmaktadır. Ve oyun daha da şiddetlenmektedir.
ABD bugün bir Dünya imparatorluğunu kurmaya çalışmaktadır. Bunun için NATO'yu Rusya'nın aleyhine genişlettiği gibi Güneye ve doğuya doğru İslam ülkelerine karşı kaydırmaktadır. NATO'yu Afganistan ve Irak'ta aktif olarak kullanmaya çalışmaktadır. Şu anda Güney Asya bölgesinde İngiltere, Ortadoğu 'da ise İsrail'le birlikte ve global olarak ikisiyle birlikte hareket eden ABD Afganistan üzerinden bölgeye karşı ciddi tehdit oluşturmaktadır. Çin, Hindistan, İran ve Rusya'nın da kontrol edilebileceği bir noktada bulunan Afganistan'ın ABD'nin işgaline girmesi bu ülkeleri ittifaklara yöneltmektedir. Şanghay bu amaçla ABD'ye Orta Asya'yı kapatmayı amaçlıyorsa da hala tehdit çok ciddi olarak ortada durmaktadır.
İslam ülkelerinin Stratejik coğrafya desteği, Japonya, Çin ve Hindistan'ın İnsan ve teknoloji desteği, Rusların silah desteği birleşirse ABD'nin kontrolünde Yeni Bir Dünya Düzeni de kurulamaz.
Bunun ilk uygulama alanı, ABD Küresel imparatorluğunun da ilk uygulama alanı olan Afganistan olacaktır. Afganistan'da yenileceği kesin olan ABD'nin de diğer İmparatorlukların akıbetine uğrayacağı güçlü bir ihtimaldir. Çünkü Afganistan tarihi bunun örnekleriyle canlı olarak karşımızda durmaktadır.] [10]
Tarih, tekerrürden ibaret olup bizi hiç yanıltmadı. Tekrar tekrar insanlara ve devletlere kendi batağına çekerek hep aynı şeyleri uyguladı. Fakat olan hadiselerin birçoğu insanlar tarafından hep yeni bir olaymış gibi algılandı. Aslında yeni bir şey vuku bulmamıştı. Yalnızca hırsları yüzünden kurban olanların ve isyan edenlerin helak oluşlarının masum olanlara nasıl zarar verdikleri akıllarda hiç kalmadığı görüldü! Bu ise fitnenin nasıl iyi ve kötü ayrımı yapmadığı gerçeğinin ta kendisidir. İyi olmanın hiç mi bir değeri yoktur? Tabiî ki iyilik bir elzemdir. Ancak “hamakat (aptallık) edenler karşısında susmak gerekir” derler. Bu susma fiili ise yok oluşun  sebeplerindendir. Haklı olduğu davada Allah Teâla’ya dayanana mutlaka yardım gelir. 
Ne hikmettir ki, aptal rolünü oynayanlar için uyarıcı olmamak ve susmak, yok olmanın haberlerini çağrıştırmıyor mu?
Hayır, bu şekilde olmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir vaadi vardır. İyiler ve adil olanlar mahzun olmayacaklardır.
Gerçek acıdır.
Tarihi tekerrür ettirmek ise aptallık değil midir?
Dibi görünmeyen denizlere girerek boğulmayacağını sananlar kendilerini aldatmıyorlar mı?  Bu nedenle fitnede bereket yoktur.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah’ın azabının şiddetli olduğunu bilin.” [11]


[1] Buhari, Fiten: 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313
[2] Nahl, 8 
[3] Tirmizi, İbn-i Mace, Ahmed bin Hanbel;
[4] Tirmizi, Zühd: 24, 2333
[5] Simülakr: İkonlara tapanlar, Tanrı'yı övmek adına onu betimlediklerini ileri süren usta insanlardı, ama gerçekte Tanrı'yı simgeleriyle bir simülakra dönüştürürken aynı zamanda onun varlığı sorusunu ortadan kaldırıyorlardı. Her imge, Tanrı'nın varlığı sorusunu sormayı engellemek için bir bahaneydi. Gerçekte Tanrı, her imgenin ardında görünürlüğünü yitiriyordu. Ölmemişti, görünürlüğünü yitirmişti yani artık böyle bir soru sorulmuyordu. Tanrı'nın varlığını ya da yokluğuna dair sorulan soru simülasyon aracılığıyla çözülmüştü. (Baudrillard'dan)
Simülakr orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan; kendisi zaten kopya olan bir şeyin kopyasını anlatan bir terim. Simüle edilen veya edilebilen her şey orijinalliğini kaybeder. Her görüntü bir simülasyondur, ergo simülasyonun simülasyonu simülakrdır. O yüzdendir resim yıkıcılığı gelişmiştir.
Nasıl ki İslam resme karşı çeşitli nedenlerle bir tavır geliştirdiyse, yasaklamaya çalıştıysa, Hıristiyanlık ta aynı şekilde ilk zamanlarında resme karşı bir tutum almıştı. (İstanbul’daki resim yok etme olayları) Baudrillard'ın simülakr ile bahsettiği dünya aslında Matrix filminde de anlatılan bir simülasyon mu gerçek mi dünyası. Baudrillard'ın gerçekten ilginç tezleri vardır. Hepsi de anlaşılır değil. Post modern dile yatkınlıkla da ilgisi var bu düşüncenin. Ama bazen bazı şeyleri gerçekten anladığınızı hissedersiniz. Bu bir andır, geçicidir genellikle, o kısacık anda her şey aslında çok mantıklıdır, çözülmüştür. bu bir bilinçlenme (consciousnes) anıdır. Bilinç dediğimiz "şey"in de aynen bu anlarda ortaya çıktığını, sürdürülebilir olduğu şekilde insanlarda yerleşebileceği gibi bir fikir ileri sürülebilir. (http:// oyleveyaboyle.blogspot.com /2006/01/simlakr.html) (Erişim:27 Temmuz 2009)
[6] Domestik: 1.    Evcil. 2. İsim  İç, ülke içi. 3. Yerel, yerli.
[7]Burada bahsedilen hareket yayılmacı, doyumsuzluk olarak düşünülmelidir.
[8] Bkz: (ÖZBEY, Haziran 2007 ),s. 1-3
[9] Bkz:(ÖZBEY, Haziran 2007 ), s. 44-47
Kaynakça
ÖZBEY Mim. Damla Onur Zaman-Mekan Sıkışmasıyla Oluşan Aşırıhareketli İnsanın, Beden-Mekân İlişkisinin Dönüşümü. - İstanbul Teknik Üniversitesi-Fen Bilimleri Enstitüsü-Yüksek Lisans Tezi,223066 , Haziran 2007 .
[10] ŞEYHANLIOĞLU Hüseyin 11 Eylül Sonrası Değişen Dünya Dengelerinde Afganistan [Kitap]. - [s.l.] : Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Tezi 148415, Haziran 2004. s. 98-102
[11] Enfal, 25

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar