KIZILDERİLİLER NASIL YOKEDİLDİ?
Hzl: BARTOLOME DE LAS CASAS
Amerika kıtası keşfedildiğinde
oraya medeniyetten önce ölüm gitti. Vahşet, hırsızlık, soykırım gitti. Peki
daha sonra medeniyet gitti mi? Hayır! Çünkü oranın yerlileri “Beyaz Adam”dan
çok daha medeniydiler. Hırsızlığı, insan öldürmeyi bilmiyorlardı. Huzur
içinde yaşayan büyük bir aile gibiydiler.
“Beyaz Adam” gelince onu
misafirperverce ve samimiyetle ağırladılar. Yiyeceklerinden bol bol ikram
ettiler. Topraklarını açtılar. Hatta altınlarının da çoğunu karşılığında hiçbir
şey beklemeksizin bu yeni misafirlerle (!) paylaştılar. Fakat “Beyaz Adam”ın gözü doymuyordu. Ne kadar verirlerse hep daha
fazlasını istiyordu. En sonunda canlarını da istedi. Verdiler...
Piskopos Bartolome de Las Casas,
bu kitapta anlattığı her şeyi bizzat yaşadı. O bir “beyaz” dı. Fakat bu vahşete
duyarsız kalamayacak kadar da insandı...
Geliyorlar ötelerden.
Başıma garip belalar geldi ama
yine de benimdir bu koskoca ülke.
Başıma garip belalar geldi ama
yine de benimdir bu koskoca ülke.
(Bir kızılderili şiirinden)
Amerika
kıtası, 12 Ekim 1492’ye kadar, üzerinde güneşin batmadığı bir ülkeydi. Coşkun
akarsularla kuşatılmış bu verimli topraklar üzerinde, yeryüzünün büyük
medeniyetlerini kurmuş, doğayı katletmeden ondan faydalanmasını öğrenmiş,
silahı ve savaşı tanımayan insanlar yaşıyordu.
“Avrupa
uygarlığı, eski dünya, Kolomb’un şahsında, sonradan Amerika adını alacak yeni
dünyaya ilk adımını attığında, ‘yeni dünya uygarlığının farklı gelişmişlik
derecesine sahip birimleri, üretim araçları ve üretim ilişkilerindeki gelişme
düzeyi bakımından Avrupalı kaşiflerin ‘komünallık’ aşamasından çıkarak
‘devletli toplum’ olma yoluna giren atalarının bulundukları noktaya henüz yeni
adım atıyordu. Şimdiki Meksika’da, Orta Amerika ve Antillerde, And Dağlarının
Kuzey ve Orta kısımlarında yaşayan halklar, Avrupalı fatihler tarafından
yokedilmeye başlandıkları sırada, altın çağ’ın da bulunan uygarlıklara
sahiptiler. Meksika’nın yüksek yaylalarında Toltek ve Aztek, Yucatan
Yarımadasında Maya, Antiller’de Karaib, şimdi Kolombiya adı ile anılan
topraklarda Chibcha, Peru ve Bolivya Adalarında İnka uygarlıkları kurulmuştu.
Bu uygarlıkların bir bölümü, yoğun nüfuslu, halkı toprağa bağlı ve tarımsal
kentlere sahip uygarlıklar, siyasal örgütlülük düzeyi bakımından devlet, hatta
bir kısmı imparatorluk aşamasına kadar evrimleşmişti. Daha geri ve ‘ilkel
uygarlıklar’ ise avcı, yiyecek toplayan göçebe veya yarı-göçebe, bazı yerlerde
de ilkel bir tarımcılık aşamasına gelmiş dağınık kabilelerden oluşuyordu.
Araştırmacıların
tahmini hesaplarına göre, Kolomb’un Hint Adaları sandığı Antil adalarına ayak
bastığı tarihte bütün Amerika kıtasının nüfusu 30-50 milyon arasındaydı. En
kötümser tahminciler, bu sayıyı 10 milyon rakamı ile sınırlandırıyor.
‘Eski
dünya’nın fatihleri tarafından yok edilmeden önce kentleri ve tapınaklarıyla,
mimarisi ve matematik bilimi ile ‘yeni dünya’, Avrupa uygarlığından habersiz ve
onu epeyce geriden izlemesine karşın, kendi iç evrimiyle gelişmeye devam eden
Atlantik ötesi bir uygarlık merkeziydi”
Amerika
kıtasının yerli halkının, gerek Kolomb’a gerekse ondan sonra gelen diğer
Avrupalılara karşı gösterdiği misafirperver ve cömert tavır onları adeta
büyülemişti.
“..Kristof
Kolomb, seyahatleri boyunca bir seyir günlüğü tutmuştu.
Bu günlük çok şey açıklıyordu. Bahamalarda karaya
çıktığında, kendisini ve adamlarını iyi niyetle karşılayan Kızılderililerden
söz ediyordu. Bunlar, Tainolar diye de
adlandırılan Arawak yerlileriydi. İspanyolları başka dünyalardan gelmiş
yaratıklar gibi gören Kızılderililer, sığ kıyıda, denizde yürüyerek teknelere
yaklaşmış, ilk karşılaştıkları yabancılara çeşitli hediyeler sunmuşlardı.
Kolomb, Arawakların barışçı ve yumuşak huylu insanlar olduğunu yazıyor ve
‘silah taşımıyorlardı diyor. ‘Silahın ne
olduğunu da bilmiyorlar. Onlara bir kılıç gösterdim, keskin tarafından tuttular
ve ellerini yaraladılar
Sonraki aylar boyunca Kolomb, günlüğünde yerli Amerikalılardan
saygılı bir hayranlıkla söz ediyor: ‘Bu yerliler, dünyanın en iyi, en nazik
insanları, diye yazıyor. ‘Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar,
öldürmüyorlar. Komşularını, kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar
tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar.’
İspanya’daki
patronlarından birine yazdığı bir mektupta da Kolomb, yerlileri tanıtmak için
şöyle diyor: ‘Son derece sade, dürüst ve aşırı
düzeyde eli açık insanlar. Herhangi birinden, sahip olduğu herhangi bir şey
istenince, hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine olandan
çok daha fazla. Ama bu övgüleri sıralayan Kolomb, günlüğün bir yerinde de şöyle
diyor: “Bunlardan çok iyi
hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun
eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.”
Evet... Kolomb, Kızılderilileri böyle değerlendiriyordu. Onun gözünde
yerliler konuksever evsahipleri değil, (her istediğimizi yaptırabileceğimiz
hizmetkârlar idi
Yerli
halk, bu yeni tanıştığı misafirlere topraklarını açtı, yiyeceklerini paylaştı
ve altın süs eşyaları hediye etti. Avrupalılarsa, Amerika’ya, salgın hastalık,
yağma ve ölüm getirdiler. 1492’de Amerika kıtası, yeryüzünün gördüğü en trajik
alışverişlerden birine sahne olmuştur. Yerliler altın, yiyecek ve toprak
verdiler, karşılığında salgın hastalık, yağma ve ölümle ödüllendirildiler.
Avrupalılar, altın olarak istediklerini elde edemediler fakat yine de
kendilerine çok kazanç getirecek başka bir yol buldular: Köle ticareti! Tıka basa gemilere bindirilen zavallı Kızılderililerin pek çoğu
yolda soğuktan ve hastalıktan öldü. Artık yeni bir hayat başlamıştı onlar için.
ABD’li tarihçi Samuel Eliot Morison’a ait şu satırlar
bize vahşetin boyutu hakkında bir fikir verecektir:
“1492’de bir
yeryüzü cenneti olan İspanyol Adasının bütün insanlarının yokedilmesi siyaseti
ve o siyasetin uygulanması, tek sorumlusu olan Kolomb tarafından başlatıldı.
Çağdaş bir etnologa göre, 1492’de 300.000 olması gereken ada nüfusunun üçte
biri 1494-1496 arasında öldürüldü. 1508’de, sağ kalan yerlilerin sayısı 60.000
idi. 1548’de Oviedo (İspanyolların resmi fetih tarihi yazarı), adada yaşayan
Kızılderililerin 500’ü bulduğundan kuşkuluyduk
**
Bartolome de Las Casas, yerli halka hristiyanlığı aşılamak için
Amerika’ya gitmiş bir papazdır.
Kristof
Kolomb’un yakın arkadaşlarından birisinin oğludur. 1522’de Dominiken tarikatına
girmiştir. Ömrünü Kızılderililerin haklarını korumaya adamış ve onların lehinde
yasalar çıkartacak kadar da başarılı olmuştur.
Yazdığı
eserlerde, Kızılderililerle İspanyolların nasıl karşılaştıkları ve
İspanyolların yaptığı vahşet, tüyler ürpertici bir şekilde anlatılmaktadır.
Özellikle, şu an elinizde bulunan ve orijinal adı “Brevisima historia de la
destrucciorı de las îndias (Yerlilerin imhasının çok kısa Tarihiolan bu eseri,
İspanyolların yerli halka yaptıkları zulmü en ince ayrıntılarına kadar gözler
önüne sermektedir. Yazdıklarını yayınladığı yıllarda resmi tarihçilerin
saldırılarına maruz kalan Las Casas, yaşayan pek çok şahit göstererek
anlattıklarının doğruluğunu ispat etmiştir.
Bugün ise, hâlâ Amerika’daki okulların ders kitaplarında bir
halk kahramanı olarak tanıtılan Kolomb ve diğer kâşiflerin gerçek yüzü, pek çok
yazar tarafından ortaya çıkarılmıştır. Resmi tarihin ısrarla korumasına rağmen, ciddi
araştırmacılar, Kolomb ve diğerlerinin tarihteki gerçek yerlerini ortaya
koymuşlardır.
Bugüne kadar, özellikle filmlerle insanların kafasına yerleştirilmeye
çalışılan “Kızılderili” imajını yıkan ve Amerika kıtasını keşfedenlerin gerçek
yüzünü ortaya çıkaran bu kitap, tarihi incelerken “madalyonun öbür yüzü”nü de
görmek isteyen okuyucularımıza önemli ipuçları sağlayacaktır.
Şûle
Sh.7-12
BU KİTABIN HAZIRLANMA NEDENİ
Amerika
kıtasının büyüleyici keşfinden itibaren, başlangıçta oraya belli bir süre için
yerleşen İspanyollar ve daha sonra da onları bugüne dek takip edenler, olayları
başdöndürücü bir hızla başlatıverdiler. Tanık olmayanlar için bu olaylar öylesine
garip ve inanılmazdı ki, geçmiş yüzyıllarda görülmüş ve duyulmuş bütün
benzerlerini ne denli önemli olursa olsun karartacak, susturacak ve unutturacak
nitelikteydi. Aralarında katliamlar, masum insanların kıyımı, bu eylemlerin
yapıldığı köylerin, eyaletlerin ve krallıkların boşalması ve benzeri korkunç
olaylar vardı. Törenle göreve geldikten sonra, Piskopos Bartolome de Las Casas,
efendimiz İmparatora bilgi vermek için saray erkânına katıldı. Kendi gözleriyle
gördüğü bu olayları, bilmeyen birçok kişiye anlattı. Hikâyesi, onu
dinleyenlerde bir çeşit kendinden geçme ve şaşkınlık uyandırdı. Öylesine ki,
olaylardan bazılarını kısaca yazmasını rica ettiler. O da yazdı. Birkaç yıl
sonra, duygusuz, açgözlülük ve hırs içinde dejenere olmuş, devam eden eylemleri
ile kınanacak bir yola sürüklenmiş insanları gördü. Bu insanlar halkını
yokettikleri kıtada zulmü iğrenç bir sanat haline getirmişler, yaptıkları
kötülüklerle, ihanetlerle tatmin olmamışlardı. Daha korkunç (daha korkunç
olabilirse!) yeni zulümler yapabilmek için kralın kendilerine yetki ve güç
vermesini istiyorlardı. Bunun üzerine, Bartolome de Las Casas bunları krala
yazmaya karar verdi. Önce, efendimiz prense bir mektup yazarak bu yetkiyi
vermemesini rica etti. Daha sonra da, bu anlattıklarını yazılı, kısa bir özet
şeklinde sunmayı uygun gördü. İşte biraz sonra okuyacağınız bu kitabın
hazırlanma nedeni budur.
Sh: 15-16
GİRİŞ
Piskopos
Bartolome de Las Casas veya Casaus tarafından, ulu ve güçlü efendimiz İspanya
prensinden Felipe'e:
Çok
ulu ve güçlü efendimiz,
Tanrı’nın
inayetinin dünyada emrettiği gibi, krallar insan soyunun yönetimi ve ortak
çıkarları için, krallıkların ve ulusların babaları, çobanları olurlar
(Homère'ın dediği gibi). Dolayısıyla devletlerin en soylu ve en cömert
fertleridir. Hiç kimse haklı bile olsa onlann krallık ruhunun doğruluğundan
şüphe etmemelidir. Eğer devletlerde, hatalar, önyargılar ve kötülükler
ortalığı kasıp kavuruyorsa, bunun tek nedeni kralların durumdan haberdar
olmamasıdır. Bilselerdi, büyük bir dikkatle ve ustalıkla onların kökünü
kazırlardı. Salomon atasözlerinde kutsal yazıtların söylemek istediği de buydu:
Rex qui sedet in solio juidict, dissipat omne malum intu itu suo [Tahtta
oturan kral çevresindeki tüm kötülükleri yargılar ve yok eder.] Çünkü özündeki doğal meziyet sayesinde,
krallığındaki en ufak bir kötülük haberi, o kötülüğü defetmesi için yeterli
olur. Ve eğer kötülükten sakınırsa bir an bile zarar görmez.
Çok
güçlü efendim, bu kadar büyük krallıkların, daha doğrusu bu geniş yeni dünyanın
(Amerika’nın) yakılıp yıkılmasını, orada yapılan kötülükleri (insanların bu
denli korkunç şeyler yapabileceği hayal bile edilemezdi) düşünüyorum. Tanrı bu
topraklan Castilla krallarına bahşetti; yönetmeleri, değiştirmeleri ve
maddi-manevi ümit aşılamaları için onlara emanet etti. 50 yıldan fazladır bu
topraklarda yaşıyorum ve zulümlere şahit oluyorum. Sayın Altes hazretleri bu
sömürülerden bazılarını bilseydi, zorbaların “fetih” adı altında yaptıkları
keşifleri ve işledikleri suçları kabul etmemesi ve hiçbir şekilde onlara izin
vermemesi için majestelerine yalvarırdı. Bu eylemlere izin verilirse, eylemler
daha da artacaktır. Mademki doğal, kutsal ve İnsanî bütün kanunlar, (kimseye
zara n dokunmayan, yumuşak ve uysal yerli pasifik halkına karşı işlenen) bu
eylemleri yasaklar, kınar ve lanetler, susarsam zorbaların yok ettiği vücut ve
ruhlardan sorumlu olurum. Bu yüzden olaylardan birkaçını yazmaya karar verdim.
Aslında anlatabileceğim sayısız örnek var ama, sayın Altes hazretlerinin daha
kolay okuyabilmesi için bir özet yaptım.
Sayın
Altes'in genel valisi, Tolede başpiskoposu, Carthagène'de psikopos olduğu
sırada benden bu öyküleri istedi. Daha sonra onlan sayın Altes hazretlerine
sundu. Ancak sayın Altes, karada ve denizde yaptığı uzun yolculuklar ve çok
sayıda kraliyet görevi nedeniyle onları ya okumamış veya unutmuş olabilir.
Haksız yere birçok insanın kanını dökmeyi, 1 milyar kişiyi öldürerek bu geniş
topraklan doğal sahiplerinden temizlemeyi ve eşsiz hâzinelerini çalmayı önemsiz
bulanların tehlikeli ve mantık dışı arzuları gün geçtikçe büyümektedir.
Kendilerine fetih izni verilmesi için her yolu denemekte, değişik aldatıcı
görüntülere bürünmektedirler.
(Doğal ve kutsal kanunu ihlâl etmeden, yani cehennem azabına lâyık
ölümcül günahlar işlemeden bu fetihlere izin vermek imkânsızdır). Uzun uzun yazılabilecek yazılması da gereken yakıp yıkma, yerle bir
etme öykülerinin kısa bir özetini sayın Altes'e sunmayı gerekli buldum. Sayın
Altes’in, halkın menfaati ve Kraliyet Devleti'nin refahı için hizmet veren
yandaşlarına ve hizmetçilerine gösterdiği bağışlama ve teveccühü bu özeti
okurken de göstermesini rica ediyorum. Sayın Altes, özeti okuduğunda
yokedilen, parçalara ayrılan bu masum insanlara yapılan korkunç haksızlığı
görecektir. Sebep, bu iğrenç suçlan işleyenlerin açgözlülüğü ve hırsı
değilse nedir?
Sayın
Altes, majestelerine yalvaracak, onu, canilerin yıkıcı iğrenç teşebbüslerini
reddetmeye ikna edecektir. Bu korkunç isteği hemen hemen hiç endişe
uyandırmadan susturan majesteleri bundan böyle tek söz sahibi olacaktır. Çok
ulu efendimiz, Tann'nın Castille Kraliyet Devleti'ni geliştirmesi, koruması ve
maddi, manevi mutlulukla doldurması için bu gereklidir.
Amin.
Sh: 17-19
KIZILDERİLİLER NASIL YOKEDİLDİ?
Amerika
1492 yılında keşfedildi. Ertesi yıl İspanyol Hristiyanlar oraya yerleştirildi. Sonuçta
49 yıl içinde birçok İspanyol oraya gitti. Yerleşmek için girdikleri ilk
toprak, çevresi 600 mil olan, büyük İspanyol adasıydı. Etrafında sayısız başka
büyük adalar vardı. Hepsi de dünyanın herhangi bir toprağı gibi nüfuslanmıştı.
Orada pek çok insanın yaşadığını görmüştük.
En
yakın noktası adadan aşağı yukarı 250 mil uzaklıkta olan kıtanın bilinen 10 bin
mil sahili vardı ve her gün yeni yerler keşfediliyordu. 1541'e kadar keşfedilen
toprakların hepsi bir arı kovanı gibi öylesine kalabalıktı ki, Tanrının buraya
insan soyunun çoğunluğunu yerleştirdiği düşünülebilirdi.
Tanrı,
bu çeşit çeşit, kalabalık insanları son derece sade yaratmıştı. Kötülükten
ve ikiyüzlülükten uzak, yerli efendilerine (beylerine) ve Hristiyanlara hizmet
ediyorlardı. Dünyadaki en uysal, en sabırlı, en
barışçı ve en sakin insanlardı. Gürültüsüz patırtısız, ne sinirli ne de
kavgacı; kırgınlıktan, nefretten, intikam arzusundan uzaktılar. İnce,
narin, kırılgan bir yapılan vardı; işlerini güçlükle yapabiliyorlar, herhangi
bir hastalıkta da kolayca ölüyorlardı. Bizde, zenginlik ve tatlı bir hayat
içinde yetiştirilen prens ve soylu çocuklan bile onların köylülerinden daha
narin değildir.
Maddi
varlıklara sahip olmak istemediklerinden, ne gururlu, ne hırslı, ne de
açgözlüydüler. Gıdaları ne çok bol, ne mükemmel, ne de çöldeki Saints
Pére’inkilerden daha zengindi. Genelde sadece utanılacak yerlerini kapatıp
gezerlerdi. Birbuçuk karış uzunluğunda kareli pamuklu bir kumaşa sannırlardı.
Yatakları hasırdı ve ada İspanyolcasında “hamak” denilen asılı filelerin
ortasında uyurlardı.
Açık,
sağlıklı ve canlı bir anlayışları vardı. Her türlü iyi öğretiyi öğrenecek kadar
yetenekli ve uysaldılar. Bu bakımdan kutsal katolik inancımızı ve erdemli
geleneklerimizi benimseye çok uygundular. Tanrı, bünyesinde böylesine az
olumsuzluk taşıyan başka bir halk daha yaratmamıştır.
Dini şeylerden sözedildiğini duyar duymaz, büyük bir ısrarla
öğrenmeye, kilisenin dinsel törenleri ile kutsal ibadetlerini yerine getirmeye
çalıştılar. Aslında din adamlarının, onlara dayanabilmek
için, Tanrı tarafından büyük bir sabırla donatılmış olmaları gerekirdi. Son
birkaç yıldır, din adamı olmayan birçok İspanyol'dan bu insanların aşikâr
iyiliklerinin yadsınamayacağını duyuyorum. Eğer Tanrıyı tanısalardı, kuşkusuz
dünyanın en mutlu insanları olurlardı.
İşte İspanyollar onları tanır
tanımaz, yaratıcılarının böyle güzel meziyetlerle donattığı bu müşfik
koyunların topraklarına, günlerdir aç vahşi kurtlar, kaplanlar, aslanlar gibi
girdiler. 40
yıldan beri ve bugün hâlâ onları parçalara ayırıyor, öldürüyor, tedirgin
ediyor, acı ve sıkıntı veriyorlar. Tuhaf, yeni, çok çeşitli, şimdiye dek ne
okunmuş, ne duyulmuş, ne de görülmüş bir zulümle onları yokediyorlar.
Bazılarını daha sonra söyleyeceğim. Yalnız şu bir gerçek; İspanyol adasına ilk
çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200'den fazla kalmadı.
Aşağı
yukarı Valladolid-Roma mesafesi kadar uzun olan Küba adası bugün neredeyse
bomboş. Mutlulukla dolup taşan, büyük ve güzel San Juan ve Jamayka adaları
yakılıp yıkılmış durumda. Kuzeyde İspanyol ve Küba adalarına komşu olan Lucayes
adalarını, Geants adaları ve diğer irili ufaklı 60'dan fazla ada oluşturuyor.
En kötüsü bile Sâvilla Kralı'nın bahçesinden daha güzel ve verimli. Burası
dünyanın en verimli toprağı. 500.000'den fazla insanın yaşadığı bu yerlerde,
bugün hiçkimse yok. İspanyollar bütün halkı İspanyol adasına götürerek
öldürdüler. Halk orada kendilerine hiçbir şey kalmadığını görmüştü.
Her
bağbozumundan sonra, 3 yıl boyunca bir gemi adaları dolaştı. Çünkü iyi kalpli
bir Hristiyan orada yaşayanlara acıyarak dinlerini değiştirmiş, onları
hristiyanlığa kazandırmıştı. Benim gördüğüm kadarıyla sadece 11 kişi
bulunmuştu.
San
Juan adasına komşu 30'dan fazla ada, aynı sebepten dolayı boşaltılarak kaybolup
gittiler. Bütün bu adalar, tamamen boşaltılmış, 20.000 milden fazla ıssız bir
alanı kapsıyor.
Eminiz
ki İspanyollar, zulüm ve kötülükleriyle, akıllı insanlarla dolu olan bu
insanları topraklarından kopardılar, yurtlarını yerle bir ettiler. Böylece kıta
bugünkü terkedilmiş halini aldı. İspanya, Aragon ve Portekiz'in toplamından 10
krallık daha büyük, Sâvilla Jerusalem mesafesinin iki katı, yani 2000 milden
daha büyük bir alandan sözediyoruz.
Bu 40 yıl boyunca, kadın,
erkek, çoluk-çocuk, 12 milyondan fazla insan Hristiyanların iğrenç eylemleri ve
zorbalıkları yüzünden öldü. Bu rakam kesin ve doğrudur
(gerçektir). 15 milyondan fazla kurban olduğunu düşünerek,
aslında belki de iyimser bir tahminde bulunmuş oluyorum.
Oraya
giden ve Hristiyan olduğunu söyleyen kişiler, bu zavallı insanları yurtlarından
zorla çıkarmak ve yeryüzünden silip atmak için başlıca iki yöntem kullandılar.
Biri, onlarla haksız, cani, kanlı ve zorba savaşlar yapmaktı. Diğeri ise, önce
özgürlüğü arzulayabilecek, umabilecek, düşünebilecek, ya da içinde bulunduğu
sıkıntılardan kurtulmayı isteyebilecek herkesi öldürmek (yerli beyler ve
erkekler gibi; çünkü savaşlarda genellikle sadece kadınlar ve gençler hayatta
bırakılıyordu); daha sonra da, hiçbir insanın hatta hayvanın bile yapmayacağı
en ağır, korkunç, hayvani işlerde onları ezmekti. Diğer bütün yoketme şekilleri
çok çeşitliydiler bu iki iğrenç zorba yönteme dayanır, onda özetlenirler.
Eğer Hristiyanlar onca nitelikli
insanı öldürdüler, yokettilerse, tek amaçları altın sahibi olmak, kısa sürede
çok zenginleşmek ve kişilikleriyle orantısız yüksek mevkilere gelmekti. Açgözlülükleri, dinmek bilmez hırsları bütün dünyada daha kötüsü
olamazdı toprakların mutluluğu ve zenginliği, yerli halkın bu denli sakin,
sabırlı ve kolayca boyun eğen oluşuyla birleşince, onları saymadılar, sevmediler
ve değer vermediler. (Bütün bu süre boyunca gördüğüm ve bildiğim gerçekleri
söylüyorum). Onları, hayvan demiyorum, (keşke hayvan muamelesi yapsalardı)
hayvandan da kötü, pislikten aşağı gördüler.
İşte
yerlilere ve hayatlarına böyle özen göster diler(!). Bu yüzden de sayısız insan
dinsiz ve kutsal törensiz öldü gitti. Oysa, bütün Amerika kıtası yerlilerinin, Hristiyanlara
hiçbir zaman en ufak bir kötülük yapmadığı herkesçe hatta despotlar ve
katillerce de bilinen, kanıtlanmış ve kabul edilmiş, apaçık bir gerçektir
. Yerliler önce onların gökten indiğini sandılar. Ta ki Hristiyanlar onlara
veya komşularına, defalarca binbir çeşit kötülük, hırsızlık, şiddet ve eziyet
uygulayana kadar.
Sh:
21-25
İSPANYOL ADASI
Daha
önce söylediğimiz gibi, İspanyol adası Hristiyanların ilk girdiği ve bu
halkları kırıp geçirmeye başladığı yerdi. Yani ilk yıktıkları ve boşalttıktan
yer... Yararlanmak veya kötüye kullanmak amacıyla karılarını, çocuklarını
alarak, emek ve alın teriyle kazandıkları besinlerini yiyerek işe koyuldular.
Herkesin olanakları ölçüsünde
kendi rızasıyla verdiği onlara yetmedi. Yerliler zayıflı çünkü genelde
ihtiyaç duydukları ve az bir çabayla ürettiklerinden fazlasını ellerinde
tutmazlardı. Ayda
onar kişilik üç zileye yeten miktar, bir Hristiyan’ın sadece bir günlük
tüketimiydi. Ancak, uğradıkları şiddet ve aşağılama
karşısında Amerika yerlileri, bu adamların gökten inmediğini anladılar. O
zaman, bazıları yiyeceklerini, bazıları kanlarını, bazıları da çocuklannı
sakladı. Diğerleri, böyle gaddar ve korkunç insanlardan uzaklaşmak için
ormanlara kaçtı. Hristiyanlar halkı tokatla, yumrukla, sopayla dövüyorlardı,
hatta köy beylerini ele geçiriyorlardı. Cüretkârlıkları ve küstahlıkları
öyle arttı ki, Hristiyan bir yüzbaşı, bütün adanın beyi sayılan, en büyük hükümdarın
öz karısının ırzına geçti. İşte o zaman, yerliler
hristiyanları topraklarından kovmak için yollar aramaya başladılar.
Silahlandılar. Çok zayıf, az saldırgan, dayanıksız ve savunmasızdırlar. (İşte bu yüzden savaşları bugünkü değnek
oyunları ya da çocuk oyunları gibiydi). Atlarını,
kılıçlarını ve mızraklarını alan hristiyanlar, yerli Amerikalıların daha önce
hiç görmediği eylemlere başladılar: Katliam ve kan dökme! Köylere giriyor,
çoluk çocuk, yaşlı, hamile veya lohusa (kadın) demeden, ağıllarına sığınmış
kuzulara saldırır gibi, karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin
tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla
başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse
giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup
başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten
ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı. Çocuklar suya düştüğünde: “Kımıl kımıl
oynuyorsun, seni komik şey seni!” diyerek gün geçtikçe daha da
iğrençleşiyorlardı. Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan
geçiriyorlardı. İsa peygamberimizi ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını
iletmek için uzun dar ağaçlan kuruyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek
şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri
yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu
şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri
herkesin ellerini kesiyorlardı. Elleri sarkar durumda, onlara: “Gidin,
mektupları götürün” diyorlardı. Bu, ormana kaçanlara haber götürmek
demekti. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler
üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları ızgaraya
bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı. Yerliler bu korkunç
işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı. Bir keresinde dört veya beş önemli beyin ızgaralar
üstünde yandığını gördüm (sanırım başkalarının da yandığı iki üç çift ızgara
daha vardı). Yüksek çığlıklar attıkları için, subayın içi sızlamış veya uykusu
bölünmüş olmalı ki boğulmalarını emretti. Onları yakan cellattan da kötü polis
memuru (ismini biliyorum, hatta Sevilla'da ailesiyle tanışmıştım), boğmak
istemedi. Önce, gürültü yapmasınlar diye kendi elleriyle ağızlarına odun
parçacıkları tıktı. Daha sonra istediği gibi yavaş yavaş kızarsınlar diye ateşi
körükledi. Yukarıda anlattığım
her şeyi ve sayısız daha birçok olayı gözlerimle gördüm. Kaçabilenlerin hepsi
ya ormanlara sığınıyor ya da dağlara tırmanıyorlardı. Amaçları böyle
insanlıktan uzak kişilerden, bu kadar merhametsiz ve yırtıcı hayvanlardan,
insan soyunun en büyük düşmanları ve yıkıcılarından kaçabilmekti. Bunun
üzerine Hristiyanlar, özellikle kötü tazı ve köpekler yetiştirdiler. Bu hayvanlar
bir yerliyi görür görmez, kaşla göz arasında paramparça ediyorlardı. Saldırarak,
bir domuzdan daha çabuk yiyorlardı. Bu köpekler büyük zararlar verdiler,
korkunç kasaplıklar yaptılar. Çok ender olarak, yerliler birkaç Hristiyan
öldürdüğü için, Hristiyanlar kendi aralannda bir karar aldılar. Öldürülen her
bir Hristiyan için yüz yerli öldürülecekti.
Sh: 25-28
BARTOLOME DE LAS CASAS
İspanyol Kilise büyüğü (Sevilla 1474-Madrid 1566). Yaşam öyküsünü
yazdığı Kristof Kolomb’un arkadaşlarından birinin oğlu idi. Santo Domingo’da
babasından kalan toprakları bırakarak Küba’da papaz oldu (1510) ve 1522’de
Dominiken tarikatına girdi. Yerlileri savunan ve encomienda’nın yolsuzluklarını
açıklayan yapıtları geniş yankılar uyandırdı; bunları [özellikle, Brevisima
historia de la destruccion de las Indias (Yerlilerin imhasının çok kısa tarihi), 1542
adlı yapıtını] Aragónlu Fernando’ya, sonra da Carlos’a yolladı. Böylece,
yerlilere yapılan haksızlıkların ve encomienda’nın yavaş yavaş kaldırılmasını
sağlayan ‘Yeni Yasalar”ın öncüsü oldu (1542). Yasaların uygulanması, Casa
de Contratación’dan destek gören encomiendero’ların direnişiyle karşılaştı ve
sonuçta zenci ticaretinin gelişmesine yol açtı. Meksika’da Chiapa piskoposu
olan (1544) Las Casas, uğradığı başarısızlıktan ötürü umutsuzluğa düşmekle
birlikte eylemini sürdürmeye karar verdi, piskoposluktan istifa etti.
İspanya’ya döndü (1547) ve Historia de las Indias (Amerika yerlilerinin tarihi) adlı
yapıtını verdi. (Bu kitap ancak 1875’te yayımlandı) Rahip Grégoire onun için
bir Apologie yazdı. Kuramsal alanda, Las Casas’m fikirleri öyle büyük bir
başarı kazandı ki, en büyük rakibi Juan Gines de Sepúlveda’nın kitapları bu
yüzden XIX. yy. sonuna kadar yayımlanamadı.
Kaynak: BARTOLOME DE LAS CASAS,
KIZILDERİLİLER NASIL YOKEDİLDİ?, Türkçesi: Meryem Ural, Orijinal İsmi:
Brevisima historia de la destruccion de las Indias, Editör A. Ali Ural, Şûle
Yayınları: 45 Tarihi Gerçekler Dizisi: 3 , 1997, İstanbul
[archiveorg
elltimoViajeDelAlmirante-IvnSinz-pardo width=640 height=480 frameborder=0
webkitallowfullscreen=true mozallowfullscreen=true]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar