MASALLARIN ŞİFRESİ
Hzl: İsmail Gezgin
Masalların
dünyasında birçok insan var; toplumlar var, masalları anlatan kadınlar, nineler
ve dinleyen çocuklar var. Masalların içinden zamanlar akar, zamanın içinden
insanlar. Bir sihirdir masallar; bir vardır bir yoktur. Hem vardır hem yoktur.
Hemen herkesi içine alıveren büyülü bir dünyadır masal dünyası. Çocukları
masallarla uyutan büyükler de masala dahil olurlar. Masal canlıdır;
anlatıldıkça beslenirler, gelişirler; bir zamandan diğerine akmaları
kolaylaşır. Kahramanları unutulmaktan, ölmekten kurtulurlar. Tarihin
derinliklerinden gelirler; ancak anlatıldıkça güncellenirler. Kendilerini
anlattırmak için çaba sarfederler. Çocukların aklına düşerler; kimi zaman hiç
nedensiz "bana masal anlat"
diyen bir çocuğa rastlamak mümkündür. Masallar büyükleri çocukların ağzından
kandırırlar. Öyle masallar vardır ki, neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir.
Onlar sürekli anlatılmayı başaran güçlü masallardır. Kültür var oldukça onlar
da varolacaklardır. Varlığını sürdürmenin hep bir yolunu bulan ölümsüz
masallardır. Kimi masal vardır anlattığımız sürece yaşarlar. Anlatım bittiğinde
masal da biter. Ama kimi masal vardır; anlatıldıkça güçlenir ve büyür. Kısa
sürede yayılır.
Masal dünyası çocuksu
bir dünyadır. Çocukların bir dönem gerçekliğidir. “Benim babam dünyanın en güçlü adamıdır
ve yıldırımları bile tutabilir" diyen bir çocuğa her an
rastlayabilirsiniz. Her çocuğun uçabildiği, imkânsız görünen şeyleri
yapabildiği ve bunu diline yansıttığı bir dönem vardır. Yetişkinlik öncesi
dünya diyebiliriz masal dünyası için. Gerçeklik ve yaşam diye dayattığımız
safsatanın öncesinde var olan büyülü dünya, masal dünyası. Hepimizin içinden
geçerek, gerçekliğe ulaştığı bir zaman tünelidir masal dünyası. Her çocuğun bir
kahraman olduğu bu dünyadan geçmeyen kimse yoktur. Herkesin bir biçimde yolu bu
dünyadan geçmiş, herkes mutlaka masallarda rol almıştır. Her kız çocuğu
ömründe en az bir kez Pamuk Prenses olmuştur; her erkek çocuğu da Pinokyo.
Bütün kültürlerde ve
bütün zamanlarda masal vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Büyüklerin çocuklara
masal anlatmadığı bir toplum düşünülemez bile. Çünkü toplum olmanın en temel
taşlarından birisidir aslında masallar. Masallar çocukların gerçeklikleridir.
Hatta bazı masalların her kültürde aynı olduğu bile ileri sürülebilir. Çok
iddialı gibi görünebilir; ancak gerçekten de masallar birbirine çok benzerler
ve hatta aynıdırlar. Uzaklık, farklılık gibi şeyler masallara engel olamazlar.
Onların dünyası her yerde aynıdır ve geçerlidir. Bir Kızılderili çocuğunun dinlediği masallar ile bir Anadolu çocuğunun
dinlediği masallar içerik olarak aynıdır. Dillerin ve kültürlerin farklılığı
bile buna engel değildir.
Masallar ihtiyaçtır;
masal kitaplar da bittiğinde bile herkes üretebilir; üretmelidir. Çocuklar
üretim isterler, yeni masallar isterler. Çocuk yapan her anne-baba masal
üretmek zorundadır. Çocukların dünyasına girmek masal üretme yeteneğinden
geçer. Aynı dili konuşmak masal yoluyla gerçekleşir. Masal ortak dil ve ortak
dünya anlamına gelir. Büyüklerin dilini çocuk diline çeviridir. Masalın
dilinden bal damlar. Tatlı, çocukların en sevdiği şeydir.
Çocuklu evlerde ve
ailelerde yaşayan masallar, çocuklar büyüyünce kendilerine yeni yaşam alanları,
yeni çocuklu aileler ararlar ve başka evlere taşınırlar. Masalların terk ettiği
büyük çocuklar, bu boşluğu başka bir şeyle ve başka bir dünyayla doldururlar.
Masalların dünyasına çok benzeyen bir dünyadır bu dünya. Yine gerçeküstülerin
kol gezdiği, imkânsızların gerçekleştiği bir dünya. Bu dünya rüyaların
dünyasıdır. Masallar kadar renkli, bol kahramanlı ve fantastik olan bu dünya
uzunca bir dönem çocuğun hayatına damgasını vurur. Masallardan çok küçük
farklılıklarla ayrılır. Masala çok benzemesine rağmen anlatıcı farklıdır.
Görünürde bir anlatıcı yoktur. Ninelerin anlattığı büyülü dünya yerini görsel
imgelerle dolu bir dünyaya bırakır. Bu dünya sinema perdesinde izlenen
fantastik bir film seyretmek gibidir; ancak izleyenin de dâhil olabildiği
interaktif bir büyülü dünyadır. Rüyanın masaldan bir diğer farkı kontrolün
elinizde olmadığı bir dünya olmasıdır. Anlatımı durduramadığınız bir masal
gibidir. Başlayınca bitmesini beklemekten ve üzerinize düşeni yapmaktan başka
çaresi yoktur. Bazen hoşlanmadığımız hatta korktuğumuz bir gerçekliğe dönüşebilir
ve bitmesi için uyanmayı beklemeliyiz. Uyanık kaldığımız sürece rüyaların
korkusundan kurtulmak mümkün olabilir. Rüyalar bireysel masallardır
diyebiliriz. Kaynağı farklı olan, kişiden kişiye değişen senaryolardır.
Masallar gibi toplumdan topluma dolaşmazlar. Doğdukları yerde ve insanda
kalırlar genellikle. Ergenlik öncesinde başlayan bu süreç yoğunluğunu yitirse
de insanla birlikte yaşamaya devam eder. İnsan ölmeden rüya bitmez. İnsanla
birlikte rüyalar da ölürler.
Masalların bir
sınırı vardır; anlatanın kontrolündedir. Ancak rüyaların bir sınırı yoktur ve
kontrol dışıdır. Ürkütücü bir özgürlük vardır. Kimi zaman ve özellikle ergenlik
öncesi ve sırasında öyle rüyalar görülür ki uyanıklığı bile etkileyebilir. Bazı
rüyalar ise günümüzün kötü geçmesine neden olabilir. Bazen anlatmaktan bile
utandığımız kimi senaryolar gecemize egemen olabilirler. Hatta bir dönem
çocukların gecelerini esir alan bir rüya dönemi vardır. Bu dönem uyumaktan bile
çekinilebilir. Bu dönem günahların, suçların geceleri işgal ettiği dönemdir.
Çocukluğun o masum masal dünyası yerini şiddet ve erotizm içeren bir dünyaya
bırakmıştır. Bu çocuğun gerçekliğe hazırlandığı, toplumsal düzene dâhil
edilmeye başlandığı dönemdir. İleride uzun uzun anlatacağım gibi bu, çocuğun
pohpohlanma döneminden kültürün kural dünyasına geçiş yapma dönemidir. Rüyalara yansıyan
suç bu geçişin sancılarıdır.
"Göster oğlum amcana" döneminden "ayıp, günah" dönemine geçiş dönemidir. Veya kısa
donların yerini pantolonun aldığı dönem olduğunu da söyleyebiliriz.
Masallar ile rüyalar
arasında bir ilişki de kurmak mümkündür. Hatta masalların rüyaları hazırlayan
bir işlevi olduğu bile iddia edilebilir. Çocuğu rüya ve mitosların dünyasına
hazırlayan bir hazırlama evresi masal sayesinde gerçekleşir. Ebeveynler ile
çocuk arasındaki ilk dil birliğinin sağlanmasına vesile olan masal, çocuğun
zihinsel dünyasının zeminini de oluşturur. Bu bir altyapı inşaatıdır. Sonradan
çıkılacak katların temelini oluşturur. Çocuğun uyumadan masal anlatılmasını
istemesinin nedeni budur. Doğrudan rüyalar dünyasına geçmek istemeyen çocuk
için masaldan rüyaya geçmek daha keyiflidir. Hele sonu güzel biten bir peri
masalı tatlı bir rüyanın gelişini müjdeler. Anne veya baba tarafından çocuk
uyumadan önce anlatılan masallar, çocuğun nasıl bir rüya göreceğini belirleyen
masallardır. Masalın seçimi ve hatta anlatma biçimi çocuğun rüyalarını etkiler.
Çocuğun uykuya
dalması masal dünyasından rüya dünyasına geçişi de sağlar. Bu toplumsal
dünyadan bireysel dünyaya geçiş anlamına gelir. Kendi dünyası ile masal yoluyla
oluşturulan zihinsel dünyanın çekiştiği bir dünyadır bu. Burada hesaplaşma
vardır. Toplumsallık ile
bireyselleşme çarpışırlar. Masallar ile rüyaların savaşıdır bu.
Uyanıklık ile uyku arasındaki tezatlık, toplumsallık ve bireysellik arasındaki
tezatlıktır. Buradaki senaryonun oluşumunda toplumun rolü çok büyük olmakla
birlikte, bu senaryoyu bireyin kendisi, hem de kontrol dahi edemeden oluşturur.
Bu iki dünya (masal ve rüya) arasındaki fark toplumsallıktaki masumiyet ile
bireysellikteki günahtır. Ancak rüyayı gören ve onu dinleyen bunun farkında
değildir. Farkındalığı olmayan bir dünyanın kuralları kendiliğinden devreye
girer. Bu dünyanın rolleri insanlar tarafından farkında olunmadan oynanır.
Burada herkes kendi gerçeğinin farkında olmanın ıstırabını yaşar. Birey bu
ıstırabı dışarı yansıtmaz. Çünkü yansıtamayacağı kadar bireysel bir ıstıraptır
bu. Bu dönem görülen rüyalar genellikle başkalarıyla paylaşılmayan rüyalardır.
Ya da en azından sansürlenerek paylaşılabilen bir dünyadır. Bu noktada tekrar
vurgulamak isterim ki, masallar kendisinden sonra gelecek "gerçek"
gerçeküstü dünyanın ve bunun ürünlerinin kabul edilmesi ve yaşam bulması için
zemin hazırlayıcılardır.
Masallar ile büyüyen
insan ilerleyen yaşlarda da sık sık bu dünyanın gerçeküstülüğüne kendisini
bırakmak ister. Aslında çocukluk döneminin bal damlayan masallarının etkisi ile
gerçekleşir bu durum. Gücümüzün tükendiği, bedenimizin yorulduğu sıkıcı
zamanların ferahlatıcısı bu geri dönüşlerde yaşanır. Sık sık "keşke
burnumu oynatınca şimdi birden şurada oluverseydim" gibi hayaller kurarız.
Masal kahramanları kadar güçlü, onlar kadar imkânsız ve onlar kadar büyülü bir
dünyanın kahramanı olmak istemektir bu aslında. Gerçekliğin yavanlığından
uzaklaşmak isteğidir. İçine düşülen çaresiz, bunalımlardan kurtulmanın kolay
yoludur. Kimi zaman da gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz halde, hayal kurarız;
büyülü dünyaların kahramanlık rolünü kendimize veririz. Bu aslında uyumadan
önce dinlenen bir masal gibidir. Bizi sakinleştirir; güçlendirir ve dünya
gerçekliğine hazırlar.
Sık sık söylediğimiz
şeylerden birisi "elimizde büyülü
bir asa yok ki" ile başlayan cümlelerdir. Büyülü bir asaya sahip olan
masal kahramanı olmak ne güzel olurdu. Her şeyi istediğimiz gibi yönlendirme
şansına sahip oluverirdik. Bizi rahatsız eden her türlü durumdan bir çırpıda
kurtulur, kendimizi büyülü bir güzelliğin içinde buluverirdik. Hayaller masalın
yarattığı gerçeküstü dünyanın kişisel yansımalarıdır. Burada da masalların
kuralsızlığı söz konusudur. Hiçbir sınırlama yoktur. İstediğimiz her şey en
azından hayal etme sürecinde bizim oluverir. Alice gibi harikalar dünyasına
geçiveririz.
Masalların
boşalttığı dünyayı, dolduran asıl şeyin mitoslar olduğunu söyleyebilirim.
Aslında masallarla beraber anlatılmaya başlanan ancak çocuğun masallar çağından
sonra daha iyi algılamaya başladığı ve bireyi ölüme kadar terk etmeyen sadık
anlatılardır mitoslar. Kurallar ve anlatıcılar aynı olmakla beraber içerikte
küçük farklılıklar vardır. Masallardaki kahramanların yerini, burada tanrılar
ve dini kahramanlar alır. Çocuk okulda bir sınıf daha atlamış gibidir. Masal
sınıfından mitos sınıfına geçmiştir. Bir diğer söyleyişle kahramanlar
dünyasından tanrılar dünyasına geçmiştir. Buna prens ve prenseslerin
dünyasından cennet ve cehennemin dünyasına geçiş de diyebiliriz.
Masalların ve
kahramanların dünyasından dinin dünyasına geçişi gerçekleştiren mitoslar,
insanın kutsalla ilişkilerini de organize ederler. Dolayısı ile insanın dünya
ile kurduğu bağın da sağlayıcısıdırlar. Çünkü burada başka masallardan kopup
gelen mitik bir günah kavramı yer alır. Bu yeni gerçeküstülükte ceza ve ödül
esas dinamiği oluştururlar. Burada gerçeklikle gerçeküstülük iç içe girer ve
ayırt etmek zordur. İnanç burada gerçeği belirler. İnanılan şey gerçektir.
Gerçeküstünün gerçek olduğu bir dünya yaşıyoruz. Tanrı, cennet, günah,
melekler, dini kahramanlar ve onların başından geçenler bizim yeni
gerçeklerimizdir. Çocukluğun bittiğinin göstergeleridir. Masalların saçma
dünyasına gülmeye başlarken kendimizi onlardan daha gerçekçi olmayan yeni ürünlerin
içinde buluveririz.
Masalların çocuğun
kafasında hazırladığı gerçeküstü dünyaya transfer artık kolaydır. Rüyaları,
mitosları ve hayalleri bu dünyaya taşıyarak kendimize yeni gerçeklikler, daha
doğrusu gerçeküstülükler inşa ederiz. Kimini kutsal kabul eder ve toplumla
paylaşırken, kimi bireysel yalnızlıklarda kalır. Mahrem duyguların
arsızlığından doğan utançla toplumsallaşamazlar. Bebeklikten başlayan ve hatta
bir dönem çocuğun gerçekliği haline gelen bu gerçeküstücülük durumu insanı bir
şekilde ölüme kadar takip eder. Her dönemde farklı kimliklerle ve farklı
içeriklerle çıkarlar. Uçabilen çocuk bir başka dönemde bir dervişe dönebilir.
Ya da çocukken bir sıçrayışta çıktığımız gökyüzünde büyüklerin tanrısı ile
karşılaşabiliriz. Ya da büyükken gökyüzüne çıkmış, tanrıyla konuşmuş
kahramanlar dünyası gerçeğimizi oluşturabilir. Küçükken konuşan, bizimle sohbet
edip oyun arkadaşlığı yapan bir bebek büyüklerin dünyasında kanatlı bir meleğe
dönüşebilir. Her ne olursa olsun en azından rüyamızda, bir gerçeküstülük bize
yaşamımız boyunca eşlik etmektedir.
Bu gerçeküstülük
kimi zaman patolojik bir gerçeklik de yaratabilir ve yaşamı bir problem haline
getirebilir. Büyük
metropollerin yalnız insanları, apartmanların kuytuluklarında yalnızlıklarından
ürettikleri gerçeküstülükle, şizofren bir ilişki yaşayabilmektedir.
Çocukluk masallarındaki gibi hayaller görebilmekte, kahramanlar
yaratabilmektedirler.
Sonuçta baştan
itibaren anlattığımız bütün ürünlerin birbirine ne kadar benzediklerine
dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü bunların hepsi (masallar, rüyalar,
mitoslar, hayaller ve psikolojik rahatsızlıklar) aynı mekanizmanın ürettiği
ürünlerdir.
Sh: 13-22
Bilinçdışı, üzerinde
çok tartışılan ve bir uzlaşıma varılamamış konulardan birisidir. Yaklaşık
olarak yüzyıldan buyana birçok düşünür, psikanalist ve araştırmacı bilinçdışı
üzerine araştırmalar yapmış onu tanımlamaya çalışmışlardır. Burada benim de
tanımlama güçlüğü çekmem normaldir. Bilinçdışı hepimizin varlığını bildiği
tanıdık bir zihinsel durumdur ve örneklerle bu durumu size hatırlatmaya
çalışacağım.
İnsan sınırları
çizilmiş, kuralları konulmuş, özgür hareket etmeye izin vermeyen bir dünya
içine doğmaktadır. Doğarken beraberinde ebeveynlerinden taşıdığı genetik bir
takım kodlamalar ve özellikleri de yaşama taşımaktadır. Bebek doğduğunda büyük
oranda biyolojik bir varlıktır. İhtiyaçları çerçevesinde bir yaşam sürmeye
başlar. Dilin oluşturduğu kültürün yasalar dünyasından bihaberdir. Başlangıçta
içine doğduğu dünya ebeveynler tarafından bebek için ve bebeğe göre
düzenlenmiştir. Hareketleri zaten sınırlı olan bebeğin bütün yaptıkları
hoşgörülün Bir süre sonra biraz daha büyüyen bebek hareketlenmeye ve dillenmeye
başlanması kelimeleri ve heceleri söylemeye başlar. İşte bebeğin hayatında bir
dönüm noktasıdır. Dillenen bebek dilin dünyasına geçiş yapmaktadır. Bilmez ki
burada kendisini bekleyen bir sürü yasalar ve yasaklar vardır. Bu yeni durum
onun biyolojik yaşamdan kültürel yaşama geçişini de temsil eder. Burada cıslar, öcüler, eeler ve kakalar
vardır. Bu dünya kısıtlamalar ve yasaklamalar dünyasıdır. Bebek yasakları
öğrenmeye başlar. Büyüdükçe ve öğrendikçe giderek artan bir yasakçı dünyanın
içine giriyordun
Bebek büyüdükçe
kültürün öngördüğü biçimde bilinci de gelişmektedir. Burada bilincin çiftli bir
yapısı vardır. Negatifi ile birlikte varolan ikili bir yapı. Kültürün
onayladığı davranışlarla artan bilinçlilik durumunun aksine, öcüler ve cıslarla
çocuğun hayatına giren yasakçı kültür, çocuğun doğallığından vazgeçmesini
öngörüyor ve bunu destekleyen yasaklar getiriyordu. Artık çocuk çok istese de
pipisiyle oynayamıyor ya da kakasını elleyemiyordu. Küçük, yeni doğmuş bebekken
hiçbir yasak bulunmayan tamamen biyolojik ihtiyaçların şekillendirdiği yaşam,
sınırlanmaya başlıyordu. Her istediğini yapması mümkün değildi artık. Kültür ve
toplum neyi öngörüyorsa o şekilde davranmak zorundaydı. Bilmemesi ve
konuşmaması gerekenler vardı. Bu tür sorular sorması hatta bunları konuşması ve
düşünmesi bile yasaktı; ya da en azından hoş karşılanmıyordu.
Çocuğun toplum
tarafından oluşturulan, alkışlanan ve onaylanan davranışları zihinsel
mekanizmanın bilinç kısmını geliştirirken, yasakların ötelediği duygu
durumlarının bilinçdışım oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni oluşum gerçekte
yasakçı kültürün çocuğun doğasında oluşturduğu yarıktır. Çocuk
toplumsallaştıkça, bilinçlendikçe ve kültürlendikçe bu yarık büyümekteydi.
Toplumun kabul görmediği, reddedilen, bütün cıslar, öcüler ve kakalar bu
yarıkta birikiyordu. Bu yarıkta birikenler kontrol edilmesi zor bir gücü de
oluşturuyorlardı. Bilincin kontrolü dışındaydı bu güç. Kontrol edilmesi oldukça
zordu ve olmadık zamanlarda ortaya çıkıyordu. Kendi içerisinde tutarlı ve
anlamlı bir dille ortaya çıkıyordu. Ortaya çıkmak için zaman kollayan bir
canavar gibiydi. Bebekken bu yarığa kapatılan "cıslar" büyüyerek
birer canavara dönüşmüşlerdi. Bu canavarlar kültürün ve onun getirdiği
yasakların en büyük düşmanları idi. Hatta onlardan intikam alırcasına onların
boşluğunu doldurmaya çalışıyorlardı.
Bilinçdışı
mekanizma, kültürün (bilincin) olmadığı, çaresiz kaldığı veya kontrolden
çıktığı durumlarda ortaya çıkar. Bilinç ve kültür onun gardiyanları ve
başarıcılarıdır. Onların olmadığı bir durumda hapisten kaçıp ortaya çıkarlar.
Şimdi anlatacağım durumlar bilinçdışını daha anlaşılır kılacaktır. Bilinç
karanlığı sevmez, bilincin olduğu yer aydınlıktır. Karanlığın olduğu yerde
bilinç yoktur. Bilinçdışının en sevdiği durumlardan birisi işte bu karanlıktır.
Hava karanlık, evde yalnızız veya dışarı çıkmamız gerekiyor. Korkuyorsunuz; ama
çıkıyorsunuz. Sokaklar bomboş ve karanlık; ayak sesiniz sokağın öte yanından
yankılanıyor. İçinizdeki korku takip edildiğinizi hissettiriyor. Daha çok
korkuyorsunuz; ama arkanıza bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz; kimse yok. Ama
birisinin olduğundan ve sizi takip ettiğinden emin gibisiniz. Kalbinizin atışı
hızlanıyor ve adımlarınız biraz daha sıklaşıyor. Kendi ayak sesiniz sizi takip
edene aitmiş gibi geliyor. Aslında kimsenin olmadığını biliyorsunuz. Kendinize "saçmalama, kimse yok sokakta benden
başka" diye telkin etmeye çalışıyorsunuz. Ama içinizi kaplayan korku
nefesinize baskı yapmaya başlıyor. Kalbiniz ağzınızdan çıkacak gibi oluyor.
Koşmaya başlıyorsunuz. Mantıklı olmanın bir çaresi yok zaten eve de
yaklaşmışsınız. Korktuğunuzu ve kaçtığınızı kimsenin görmediğinden de eminsiniz
nasılsa. Giderek daha hızlı koşuyor, koşuyorsunuz. Merdivenleri hızla çıkıyor.
Korkudan anahtarı güçlükle kapıya sokuyor, açıp içeri giriyor, hemen kapıyı
kapatıp arkasına yaslanıyor ve derin bir "ohhh" çekiyorsunuz.
Bu oyunu size
bilinçdışınız oynuyor. Elektriğin kesildiğinde jeneratörün devreye girmesi gibi
devreye giren bilinçdışı, ağlarını örüyor. Karanlık ve yalnızlıklar
bilinçdışının en sevdiği atmosferlerdir. Evde yalnızsınız. Sevgiliniz sizi terk
etmiş. Hem üzüntülüsünüz hem de kendinizi iyi hissetmiyorsunuz. Alacakaranlıkta
oturmuş kederinizi hafifletmesi için biraz da şarap alıyorsunuz. Müzik
setinizde de efkârlı bir müzik (genellikle bu tür durumlarda insanın canı biraz
duygulu müzik ister). Gece bastırdıkça, terkedilmişlik, yalnızlık ve alkol
üzerinize çökmeye başlıyor. Zaman zaman kontrolünüz dışında gözlerinizden
yaşlar süzülmeye başlıyor. Bilinçdışı pusuya yatmış ortaya çıkma anını
bekliyor. Emin olun ki, onu çok bekletmeyeceksiniz. Kısa süre sonra aklınıza
kötü kötü düşünceler gelmeye başlıyor. Bunlar gündüz ve toplumsal bir varlıkken
akla gelmeyecek cinsten düşünceler. Hiç kimseye itiraf edemeyeceğiniz türden
düşünceler. İşte bilinçdışı harekete geçti. Aklınız almıyor yalnızlığınızı,
gençsiniz, güzelsiniz; sizi nasıl terk edebilir ki? Bilinciniz bu soruya
verecek cevap bulamadığında bilinçdışı mekanizma sizin acınızı azaltacak utanç
verici cevaplar üretmeye başlıyor. Muhtemelen sabah hatırlamak dahi
istemeyeceğiniz türden düşünceler bunlar. Hatta sabah bunları hatırlayınca
biraz utançla karışık kendinizi ayıplayıp lanetleyeceksiniz bunları
düşünebildiğiniz için. Bu tür gecelerin hakimi bilinçdışıdır. Bilinçdışı
bilincin bittiği noktada başlar. Suça yakın bir kavramdır. Hatta teşvik
edicidir. Bu nedenle geceler venpuslu havalar suç ve suçun yoğun işlendiği
havalardır.
Hemen herkesin
başına sıkça gelebilecek örneklerdir bunlar ve bu tür gerçeküstü düşünceler
üretmeye başlamışsak, bilinçdışının kontrolüne girmişiz demektir. Bilincimizin
erişemeyeceği bir mecradayız anlamı da çıkarılabilir. Sadece bu da değil,
geceleri bilinç uykuya daldığında da bilinçdışı kendini gösterme fırsatını
kaçırmaz ve kendi iç tutarlılığıyla bir sürü görüntüyü ve konuyu bir senaryo
etrafında toplayarak bize rüya olarak sunar. İlk bakışta çoğunlukla anlamsız
gibi görünebilen bu rüyalar da bilinçdışının ürünleridir ve gerçeküstüdür.
Aslında bizimle ilgili görüntülerdir bunlar ve hepsinin bir anlamı vardır;
yeter ki çözmesini bilelim. Rüyalarda bilinçdışı kendi gözünden bizim nasıl
göründüğümüzü gösterir. Bunu yaparken de kendi kamerasına kaydettiği
görüntülerden bir seçki sunar. Bizim gündelik hayatımızla ve çoğunlukla içinde
bulunduğumuz haleti ruhiye ile ilişkili görüntüler ve konular seçilmiştir.
Ancak anlamak kolay değildir.
Bilinçdışının ortaya
çıktığı başka durumlar da olmaktadır. İnsanlığın tarihinden beri mekanizma
işlemektedir. Dünyaya geldiğinden bu yana insan, varoluşu sorgulamaya
çalışmıştır ve halen de devam etmektedir. İnsanın yaşamla ve dünyayla ilişkisi,
evren, varoluş vs bu sorgulamaya dâhildir. Ancak bu kadar bilimsel gelişmeye
rağmen aslında bugün bile bu soruya tatmin edici bir cevap bulunamamıştır.
İnsanın ürettiği bilgi, birikim ve kültür bu sorulara cevap vermekten uzaktır.
Bir de uzak geçmişi düşünürseniz olayın vahameti ortaya daha iyi çıkar. İnsan
bilinciyle cevap bulamadığı bu problemler karşısında aciz kalmıştır. İnsanı
zorlayan doğa koşulları, bilmediği ve kontrol edemediği doğal güçler karşısında
psikolojik olarak kendisini ezik hissetmiş olmalı. Çünkü bilmek çok önemli bir
işleve sahiptir. Özellikle de varoluş söz konusu ise temel bir sorundur. Bilmek
kontrol etmektir. Bildiğiniz şeyden sakınabilirsiniz, onu kontrol altına
almanın yollarını bulabilirsiniz. Ama bilmediğiniz şey karşısında gerçekten de
acz içine düşersiniz. Doğadaki bütün canlılar gibi insanlar da yaşamaya
kodlanmışlardır. Bilinçlenmek insana ölüm korkusunu hediye etmiştir. Ölüm
korkusuna aranılan çare kültür üretimine neden olmuştur. Dolayısıyla insan
arkaik bir ölüm korkusunu bedeninde hep taşımaktadır. Ölüme karşı direniş bu
anlamsız korkudan uzaklaşmayı, bilinmezleri bilinir kılmayı gerektirir. İnsanın
en başından beri her şeyi anlamlandırma çabası bunun içindir. Ancak bilinç her
şeyi bilmeyi ve anlamlandırmayı başaramaz. Onun boyutları yetmez; sınırları ulaşmaz
bunları bilmeye. İşte bu tür durumlarda da bilinçdışı devreye girer. Masaldan
biraz daha farklı bir gerçeküstü hikâye örgüsü yaratmaya başlar. Dünyanın ve
insanın nasıl varolduğunu, niçin varolduğunu ifade eden öyküler ortaya çıkmaya
başlar. Bu öykülerin kahramanları da bilinçdışından gelmektedir. Görünmeyen
büyük yaratıcı güçler burada devreye girerler ve insan zihnindeki arkaik ölüm
korkusunu biraz olsun yatıştırmaya çalışırlar. Ölümün bile gerçek olmadığı,
ölümden sonra ölümsüz bir hayatın varolduğu, insanın bilinçdışı kanalıyla
ürettiği en büyük ve temel gerçeküstü öyküsüdür. Bu öykünün en azından elli bin
yıldır yaşadığı bilinmektedir. Bu minvaldeki gerçeküstü öykülerin (mitlerin)
dünyadaki yaşamı şekillendiren öyküler olduğunu belirtmem gerekir. Her şeyimizi
bu öykülerin işleyişine göre ve onların içeriklerine göre planlamak isteriz. Bu
öyküler tanrıların rol aldığı öykülerdir. Bilincin tahayyül sınırlarını aşan
kahramanların olduğu ve olayların yaşandığı öykülerdir. Yaratılış içerirler.
İnsanın içindeki arkaik boşluk duygusu veya korkuyu yatıştıran ve anlamlı hale
getiren işlevsel öykülerdir.
Rüyalar, masallar ve
mitoslar aynı üretim merkezinde üretilmekle beraber aralarında bazı farklar
olduğunu söylemeliyiz. Her şeyden önce rüyalar diğer ikisinden bireysel ürünler
olarak ayrılırlar. Bu bireysel deneyimler ardından, bireyin kendisinin ve
kendisi için ürettiği ürünler olmaktadır. Masallar ve mitoslar da ise durum
biraz daha farklıdır; çünkü onlar bireysel üretimler değillerdir. İsteseniz de
bu mümkün değildir. Bunlar toplumsal bilinçdışının üretimleridir. Bireyler gibi
toplumların da bilinçdışı mekanizmaları bulunmaktadır. Bu mekanizmalar da
bilincin yetersiz kaldığı durumlarda üretime geçerek genel kabul gören
gerçeküstü öyküler üretirler. Bu ürünlerin masallar ve mitoslar olduğunu
yukarıda vurgulamıştık. Bu iki ürün arasında da küçük bir fark vardır. Bu fark
masalların daha çok kültürel ve toplumsal birlikte yaşam pratikleri ile ilgili
söylenceler olmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü mitoslar dinsel içeriklidir
ve çoğunluğu bir yaratılış öyküsü içerir.
Geçmişten gelen
masal ya da mitoslar için bazı yazarlar (Andersen ve Homeros gibi) söz konusu
edilse bile bunların sadece derlemeci oldukları veya yazıya aktaran katipten
öteye gitmedikleri akıldan çıkarılmamalıdır. Bu türlerde yapılan bireysel
üretim denemeleri genellikle başarısız olmakta ve üretenle birlikte yok
olmaktadırlar. Anonim olanların ise binlerce yıldır yaşadıkları bir gerçektir.
Toplumsal bilinç önemli gündönümlerini, bazı olayları, anıtlar ve törenlerle
anıp hatırlatan bir dizgeyken, bilinçdışı daha çok karanlık öykülerin ve
kahramanların izlerini hayata taşırlar ve sıklıkla kendilerini hatırlatmanın
bir yolunu bulurlar. Dini olaylar, tapımlar, şeytanlar, periler ve cinler
toplumsal bilinçdışının varlığının göstergeleridir.
Sh: 23-31
Yukarıda uzun uzun
anlatmaya çalıştığım, bilinçdışının dışa yansımasından ortaya çıkan masal gibi
ürünlerin yapıları oldukça karmaşıktır. Örneğin rüyalarımızı anlamlandırmak ilk
bakışta neredeyse imkânsızdır. Hatta anlamsız oldukları bile düşünülebilir.
Rüyalar, toplumumuzda çoğunlukla evrensel ürünler gibi algılanmışlar ve
geleneksel anlamlar yüklenmeye çalışılmışlardır. Örneğin balık görmek kısmet
demektir, murat demektir gibi anlamlar piyasadaki rüya tabirlerinin standart
anlamlandırma yöntemleridir. Ancak psikanalistler rüyaların kişisel bir deneyim
olduğunu ve dolayısı ile anlamlarında bireysel ve ancak görenin yardımı ile bir
uzman tarafından çözümlenebileceğini ileri sürerler. Örneğin burada balığın
rüyayı gören için ne anlamlara geldiğini bilmek gerekir. Çünkü herkes için
farklı bir anlam taşıyabilir. Yorumlama ve anlamlandırma, bu kişilerin balıkla
ilişkileri dolayımıyla değişecektir. Burada kişisel anlam ve semboller önem
kazanacaktır; çünkü baştan itibaren vurguladığım gibi rüya bireysel bir
davranıştır.
Masal ve mitoslar
için durum biraz farklıdır. Bunların her ikisi de toplumsal ürünlerdir. Ve
bunların da anlamları vardır. Hatta çoğunlukla neredeyse şifreli
diyebileceğimiz bir anlam dizgesine sahiptirler. Toplumsal uzlaşımın sağlanması
toplumsal semboller yardımıyla gerçekleşebilir. Buradaki anlam ve sembolik dizge toplumsal anlamlar
taşırlar ve bireysel olmaktan bir hayli uzaktadırlar. Hatta masallar ve
mitoslar yoluyla toplumların ortak bir sembolik dil oluşturduklarını
söyleyebilirim. Aksi takdirde Danimarka'da üretilen bir masalın Anadolu'da da
anlatılıyor olması anlaşılamaz bir durum oluştururdu. Tabi masal ve
mitlerin tamamının evrensel sembollerden oluştuğunu söylemek de imkansızdır.
Yerel semboller ve özellikler de bunlar arasında yerlerini alırlar. Bazı
masallar vardır ki söyleyeceğini çok da şifrelemeden söyleyiverir; ama bazı
masallar vardır ki, üzerinde kafa yormak gerekir anlamak için.
Toplumlar, bu tür
bilinçdışı ürünleri, kültürlerini gelecek nesillere aktarmanın aracı olarak
kullanmaktadırlar. Fiziksel genlerini DNA'lar yardımı ile yeni nesile aktarmak
gibi, kültürel genleri de masallar ve mitoslar yoluyla geleceğe aktarırlar.
Kuşaktan kuşağa aktarılmasını istedikleri değerleri bilinçdışı yardımı ile
şifrelemiş ve masallara yüklemişlerdir. Gerçekte anlatanın da dinleyenin de
bunun farkında olmadığı söylenebilir. Annelere, ninelere sorsanız bu masalı
niçin anlattın veya bu masalın içeriği nedir bilmezler. Onlar çocukları kandırmak
için anlattıklarını söylerler. Uyutmak istenilen çocuğa masal anlatılır. Bu
ürünlerin de zaten bunun için uydurulmuş olduğundan söz ederler. Öncelikle şunu
vurgulamak gerekir: masallar uydurma öyküler değildir. Belli ihtiyaçlar
etrafında şekillenmiş, işlevsel anlatılardır. İhtiyaçtan doğarlar. Bilinçli
olarak yaratılmamışlardır; ama masalların kendi bilinçleri vardır, masalın
bilinci masalın anlatılarak yaşatılmasını sağlar. Bu kendiliğinden dönen çarkın
harekete geçiricisi masalın ta kendisidir. Yukarıda da anlattığım gibi masal
kendini anlattırır. Çocuklara baskı yapar; çocuklar da ebeveynlere; "büyükanne bana masal anlatır
mısın?"
Yeni nesillerin
nasıl bir toplumsal yapıya gireceklerini sembollerle ifade eden masallar onları
hayata hazırlar, bir nevi toplumsallaştırır. Ama dediğim gibi kimse bunun
farkında değildir. Çocuğun nasıl bir toplumsal yapı içine doğduğu masalların
dilinden okunabilir. Masallar yeni doğan çocukları topluma hazırlayan, onları
şekillendiren katalizörlerdir. Onları toplumun kabul edebileceği fertler
olmalarını sağlamak görevleridir.
Masalların
cinsiyeti de farklıdır ve bu konuda mitoslardan farklıdır. Mitoslar dinsel bir
içeriğe sahip oldukları için bütün bireyleri hedef kitlesi olarak kabul
ederler. Bununla birlikte masallar anlatılacak kişinin cinsiyetine göre
değişir. Her masal her çocuğa anlatılmaz. Bu noktada cinsiyet rolleri
belirleyicidir. Toplumlar çocuklardan cinsiyetlerine göre farklı beklentiler
içine girmektedirler. Geleneksel yaşam biçiminde evin dışında görev alan erkek
çocuk, eve ekmek getirmekle görevli olup, sosyal ilişkilerden sorumluyken, kız
çocuklardan beklenenler daha farklıdır. Özellikle kültürün kız çocukları
üzerinden aktarılması bu konuda belirleyici olmaktadır. Masal seçimi de buna
göre yapılmaktadır. Kız çocuklarının ileride büyüyerek anne olacakları ve
onların da çocuk büyütecekleri gerçeği buradaki en büyük etkendir.
Kız ve erkek
çocuklarına anlatılan masalların en önemli ayrımı sembollerin farklı olmasıdır.
Zihinsel süreçlerinin farklı kodlanmasından kaynaklanır bu farklılık. Erkek
çocuklar daha somut bir zihinsel yapıya sahip olduğu için onlara anlatılan
masallar daha basit ve doğrudan anlaşılırdır. Ancak kız çocuklarına anlatılan
masalların çok daha sembolik bir dile sahip olması, kızların zihinsel yapılarının
daha soyut olduğu anlamına gelmektedir. Toplumsal düzen içindeki kişisel
ilişkilerde erkekler bile kadınların daha soyut olduklarını ve daha anlaşılmaz
davrandıkları konusunu sıkça dile getirirler.
Kadın bedeninin
doğayla olan benzerliği bu konudaki ayrımın en önemli nedeni olarak
gösterilebilir. Ay ve kadın ilişkisi bu konuda önemli bir örnektir. Ay dünya
etrafında 28 günde bir tur atar ve her turda dünyadaki su sistemini
etkileyerek, gelgite neden olur. Kadın bedeninde de bir devinim vardır ve bu
devinim bir turu tam 28 günde tamamlar. Ve her turda kadın bedeninde bazı
değişikliklere ve kabarmalara neden olur. Her iki devinimin de 14. günü önem
taşır. Ayın on dördü en parlak ve en güçlü olduğu zaman iken kadının
devinimindeki on dördüncü gün kadının yumurtlama dönemini temsil eder. Kadın
bedeni de doğa gibi besleyici ve anlaşılması zor bir işleyişe sahiptir. Her
ikisi de anaçtır ve yaratma özelliklerine sahiptirler. Yaratma tanrısal bir
vasıftır.
Kadın bedeni kolay
anlaşılamayan bir soyutluğa sahiptir. Bir bakışta onu keşfedemezsiniz.
Gizemlidir. Bedeninin en mahrem yerleri saklıdır. Gözle keşfetmek mümkün
değildir. Ortada olmayan daha gizemli bir cinsel organa sahiptir. Cinsel organ,
kan ve bebek ilişkisi olayı daha da anlaşılmaz kılmaktadır. Bu erkeği korkutan,
onun arkaik korkularını depreştiren bir durumdur. Erkeğin iktidarını test eden
bir gerilim yaratır. Önünde bir ok işareti ile dolaşan ve okun gösterdiği yönde
hareket eden erkek, kadın bedeninin gizemi karşısında onu kontrol etme ihtiyacı
duymuştur. Onun cinselliğini kontrol altına almaya çalışmıştır.
Kültür tarihinin en
önemli sorunlarından birisi kadın cinselliğinin kontrol altına alınmasıdır.
Çünkü bu kültürün düşmanı olarak görülür. Daha ilerleyen sayfalarda da
okuyacağınız üzere, erkeğin bunu kadının kendisini kullanarak başarması
gerçekten de takdire şayan bir durumdur. Çünkü kızma masal anlatan anne
masalında erkeğin felsefesini aktarmaktadır. Eril toplum kadına masal yoluyla
daha çok küçükken kuralları aktarmakta ve kendi adına çıkabilecek problemleri
önlemektedir.
Sh: 33-38
Alıntı Kaynak: İsmail Gezgin, MASALLARIN
ŞİFRESİ, Kırmızı Başlıklı Kız'dan İlk Günah'a... Birinci Baskı. Aralık 2007
İstanbul
Eliade, M. (1993) Mitlerin Özellikleri
(çev. Sema Rifat) Simavi Yayınları.
Estes, C.P. (2003) Kurtlarla Koşan
Kadınlar. Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler (çev. Hakan Atalay).
Ayrıntı Yayınları.
Freud, S. (1978) Rüyalar ve Yanılgılar
Psikolojisi, (çev. A. Seden) Altın Kitaplar Yayınevi.
Fromm, E. (1997) Rüyalar, Masallar,
Mitoslar (çev. Aydın Arıtan, H. Kaan Okten). Arıtan Yayınevi.
Gezgin, İ. (2004) Mythos ve Logos:
Mythology. Hayatımıza Yön Veren Söylenceler. Güncel Yayıncılık.
Gezgin, I. (2007) Kültürlerime Sürecinin
Mitik Kahramanı: Gılgamış. Sel Yayıncılık (Yayına Hazırlanıyor). Hughhess, J.D.
(2000) "Dream Interpretation in Ancient Civilisations." Dreaming,
vol.10; 718.
Jung, C.G. (2005) Dört Arketip (çev. Zehra
Aksu Yılmazer) Metis Yayınları.
Schimmel, A. (1998) Sayıların Gizemi (çev.
M. Küpüşoğlu) Kabalcı Yayınları Trigger, G.B. (1997) A History of
Archaeological Thought.
Cambridge Univ.Press.
Tura, S.M. (2002) Şeyh ve Arzu. Metis
Yayınları.
Tura, S.M. (2005) Freud'dan Lacan'a
Psikanaliz (III.baskı). Kanat Kitap.
Tura, S.M. (2005) Günümüzde Psikoterapi
(II. Baskı). Metis Yayınları.
Winnicott, D.W. (1998) Oyun ve Gerçektik
(çev. Tuncay Birkan). Metis Yayınları.
Zingsem, V. (2006) Lilith, Âdemin İlk
Karısı. (Çev. D.D. Yüzer) İlya İzmir Yayınevi.
"Bir varmış,
bir yokmuş. Masalların egemen olduğu bir çağda küçük ve tatlı bir kız varmış.
Bu kız öyle sevimliymiş ki, onu sevmeyen neredeyse yokmuş. Annesi ile yaşayan
bu kızın ormanın derinliklerinde yaşayan bir de ninesi varmış. Ninesi çok
sevdiği torununa kırmızı bir bere örmüş ve hediye etmiş. Kız da ninesini çok
sevdiği için onun verdiği bu başlığı hiç başından çıkarmaz, ninesinin hediyesi
olduğunu herkese anlatırmış. Bu başlık kızla o kadar örtüşmüş ki, herkes onun
adını unutup ona Kırmızı Başlıklı Kız diye seslenmeye başlamış. Kendilerinden
ayrı yaşayan ninesi için, Kırmızı Başlıklı Kız sık sık annesinin yaptığı
çöreklerden ve reçellerden götürürmüş.
Günlerden bir gün
annesi yine nefis çöreklerinden ve reçellerinden yapmış ve ninesine götürmesi
için Kırmızı Başlıklı Kız'a seslenmiş. "Kızım, ninen hasta ve güçsüz,
artık yemeklerini kendisi yapamıyor, şu çörekleri ve reçeli ona götür de
sevinsin gariban" demiş. "Yalnız, tanımadığın insanlarla konuşma,
yoldan çıkma, ve dikkatli taşı ki şişeyi kırma, reçel dökülmesin" diye
tembih etmiş. Kırmızı Başlıklı Kız ninesini görecek olmanın ve kendisine böyle
bir sorumluluk verilmesinin sevinciyle götürmeyi kabul etmiş ve annesinin
sözüne uyacağına dair söz vermiş.
Ormanın
derinliklerinde oturan ninenin evine varmak için epey bir yol gitmesi
gerekiyormuş. Kırmızı Başlıklı Kız başlığını kafasına ve sepeti koluna taktığı
gibi düşmüş yola. İçinde hiçbir korku yokmuş. Çünkü o zamana kadar kimse ona
bir kötülükte bulunmamışmış. Bunun verdiği rahatlıkla bir de türkü tutturarak
başlamış yürümeye. Tam ormana girmiş ki Kırmızı Başlıklı Kız, karşısına bir
kurt çıkıvermiş. Kırmızı Başlıklı Kız daha önceden hiç kurt görmediğinden
korkmamış. Kurt günlerdir hiçbir şey girmeyen midesinin gurultularını
bastırmaya, ağzının salyalarını toplamaya çalışarak başlamış Kırmızı Başlıklı
Kız'la konuşmaya. "Merhaba" demiş kurt. Ve "merhaba" demiş
Kırmızı Başlıklı Kız. Başlamışlar sohbet etmeye. "Nereye böyle sabah
sabah" demiş kurt. Kırmızı Başlıklı Kız, "nineme gidiyorum"
demiş, "annemin yaptığı çöreklerle reçeli götürüyorum." Kurt işin
içerisine çöreklerin, reçelin ve bir de ninenin girdiğini görünce karnında
artan gurultuları bastırarak daha bir ilgiyle sormuş: "ninenin evi
nerede?" Kırmızı Başlık Kız "az ileride ormanın içinde" diye
cevap vermiş. Kurt bu sohbetten oldukça memnun kalmış; hiçbir şeyi kaçırmamak,
hepsini yiyebilmek için hemen oracıkta kafasından ustaca bir plan yapmış. Çünkü
nineyi de, kızı da, çörekleri ve reçeli de yemek istiyormuş. Hiçbirinden
vazgeçmemiş. Bir plan yaparak hemen uygulamaya koymuş. "Kırmızı Başlıklı
Kız" demiş; "bak bahar geldi her yer çiçek içinde, niçin ninene taze
kır çiçekleri de toplayıp götürmüyorsun? Ormanın içi çiçeklerle dolu."
Bunun üzerine Kırmızı Başlıklı Kız şöyle bir çevresine bakıp, gerçekten de fark
etmediği çiçekleri görünce, iyi fikir diyerek çok sevinmiş ve kurda bu fikri
verdiği için teşekkür etmiş. Ninesinin nasıl sevineceğini düşünerek yoldan
çıkmış ve ormanın derinliklerine doğru ilerleyerek gördüğü çiçekleri toplamaya
başlamış. Bakmış ileride daha güzel çiçekler var, biraz daha ilerlemiş; her
seferinde biraz daha ileri derken ormanın derinliklerine kadar gitmiş farkında
olmadan. Çiçeklerin güzelliğine kaptırmış kendisini ve kurdun varlığını bile
unutmuş.
Kendi varlığını
unutturan kurt, bu sırada planını gerçekleştirmek üzere ninenin evine doğru
düşmüş yola. Yol boyunca da nineyi nasıl yiyeceğini, Kırmızı Başlıklı Kızı
nasıl ürkütmeden yakalayacağını ve yutacağını düşünerek, açlıktan çığlık atmaya
başlayan karnına mesajlar gönderiyormuş. Hele bütün bunların üzerine çöreklerle
reçeli yiyeceğini düşününce heyecandan daha da hızla yol almaya başlamış. Kısa
süre sonra Kırmızı Başlıklı Kız'ın tarif ettiği ninenin evini bulmayı başarmış.
Uzun zamandır burada yaşadığı için adres bulmakta zorluk çekmiyormuş. Nine
küçük bir kulübede yaşıyormuş. Bir süre etrafı kolaçan eden kurt asayişin
berkemal olduğunu görünce, sessizce eve yaklaşmış ve kapıyı çalmış. Kurt olduğu
anlaşılmasın diye bir kız narinliğinde çalmış kapıyı. "Tok! Tok!
Tok!" hasta yatağında yatan nine "kim o" diye seslenmiş. Kurt
mümkün olduğunca sesini incelterek ve Kırmızı Başlıklı Kız'ın sesine benzetmeye
çalışarak, "benim nine; Kırmızı Başlıklı Kız. Sana annemin yaptığı
çöreklerden ve reçelden getirdim" diye cevap vermiş. Yaşlı kulakları iyi
duymayan nine sesin farklılığını anlamamış. "Çok hastayım, kapıyı kendin
aç. Ben kalkamam" demiş. Kapının kilitli olmadığını anlayan kurt sevinçle
planının işlediğini düşünmüş ve kapıyı açarak ninenin üzerine atlamış. O kadar
aç ve o kadar sabırsızmış ki, nineyi bir hamlede yutup midesine indirivermiş.
Sonrada ninenin kıyafetlerinden kendisine uyacakları seçmiş ve hemen aceleyle
üzerine giyerek, yatağına uzanmış ve nine gibi oflayıp inleyerek. Kırmızı
Başlıklı Kız'ı beklemeye başlamış. Koca burnu olmasa hiç kimse onun nine olmadığını
anlayamazmış.
Başına
geleceklerden bihaber olan Kırmızı Başlıklı Kız ise bir yandan çiçek topluyor
bir yandan da kurdun ne kadar iyi bir hayvan olduğunu, kendisine ne kadar
yardımcı olduğunu düşünüyormuş. Öte yandan ninenin çiçekleri çok sevdiğini bildiğinden
onun ne kadar sevineceğini hayal ederek mutlu oluyormuş. Kocaman ve rengarenk
bir buket hazırladıktan sonra tekrar yola koyulmuş ninesinin evine doğru.
Ninesinin evine geldiğinde kapının açık olduğunu görmüş. Kurt alışık olmadığı
için kapıyı kapamayı unutmuş, tedbirsiz davranmıştı. Zaten aceleyle davrandığı
için ninenin giysilerini ararken ortalığı da biraz dağıtmıştı. Kırmızı Başlıklı
Kız, kapının açık ve ortalığın dağınık olduğunu görünce önce bir şüphelenmiş,
daha sonra ise "neden korkuyorum ninem, hasta ve yaşlı olduğu için
ortalığı toplayamamıştır" diye kendi kendine söylenmiş ve içeri girmiş.
"Günaydın" demiş ninesine. Ninesinden bir cevap gelmeyince yatağa
doğru yaklaşıp yorganın ucundan ninesine bakmış. Çok tuhaf! Ninenin görüntüsünde
bir tuhaflık varmış bugün. Kırmızı Başlıklı Kız kurdun saklamaya çalıştığı
büyük kulaklarını görünce sormuş; "nine kulaklarına ne oldu? Niçin bu
kadar büyük?" kurt elinden geldiğince ninenin sesini taklit etmeye
çalışarak, "seni daha iyi duyabilmek için yavrum" demiş. "Peki
nineciğim, gözlerin niye bu kadar büyük?" "Seni daha iyi görebilmek
için yavrucuğum." "Ellerin niye bu kadar büyük?" "Seni daha
sıkı tutabilmek için yavrucuğum." "Nineciğim senin ağzın neden bu kadar
büyük?" "Seni daha kolay yutabilmek için yavrucuğum." Kurt
sözünü bitirmeden daha yataktan fırlayarak atlamış Kırmızı Başlıklı Kız'm
üzerine. Ve bir hamlede de yutuvermiş gerçekten, kocaman ağzıyla.
"Deveyi
yardan uçuran bir tutam ottur" derler ya, kurdun da ne gelirse başına bu
oburluğu ve açgözlülüğünden gelirmiş. Doymamış kurdun gözü ve Kırmızı Başlıklı
Kız'm sepetindeki çörekleri ve reçeli de üzerine yutmuş. Bu kadar şeyi bir
hamlede yutunca da üzerine bir ağırlık, bir rehavet çöküvermiş tabi ki. Yeniden
ninenin yatağına dönerek kendisini yumuşacık yatağa zor atmış. Daha kafası
yastığa ulaşmadan da uyumaya başlamış. Ama ne uyumak. Hazımsızlıktan dolayı
sırt üstü yattığı için öyle bir horluyormuş ki, orman horultuyla
çalkalanıyormuş.
Bu sırada ninenin
evinin yakınlarından geçen bir avcı, duyduğu seslerden şüphelenerek kulübeye
doğru yaklaşmış. Ninenin bu kadar yüksek ve kalın bir sesle horlayamayacağından
da şüphelenmiş. Kulübenin kapısının da açık olduğunu görünce içeri girmiş. Evin
dağınıklığından, burada bir şeylerin olduğuna iyice emin olduktan sonra yatağa
doğru yaklaşmış. Yatakta nine yerine kurdun olduğunu görünce usulca silahını
kurda doğrultup nişan almış. Tam ateş edecekken etrafta ninenin olmadığından
şüphelenip kurdun yemiş olabileceğim düşünmüş. Silahını kenara bırakıp,
bıçağını çıkarmış ve sırt üstü yatan ve oldukça gerilmiş olan karnını kesmeye
başlamış. Biraz kestikten sonra, Kırmızı Başlıklı Kız kurdun karnında görünmeye
başlamış. "Aman tanrım kurdun karnı ne kadar da karanlıkmış, çok
korktum" diye bağırarak çıkmış Kırmızı Başlıklı Kız. Biraz daha kesmiş
avcı kurdun karnını ve nineye de ulaşarak onu da kurtarmış. Avcı henüz
uyanmayan kurda bir oyun oynamak istemiş ve Kırmızı Başlıklı Kız'la beraber
etrafta ne kadar taş buldularsa, kurdun karnına doldurmaya başlamış. Daha sonra
da kurdun karnını bir güzel dikmiş kaim iplerle. Hiçbir şeyden haberdar olmadan
binbir rüya içinde uyuyan kurt bir süre sonra, uykusunu almış olarak uyanmış.
Karnında bir ağrı hissetse de bunu çok yediğine yormuş ve yataktan kalkmak
istemiş. Ancak taşlar o kadar ağır gelmiş ki, ayağa kalkmak istediğinde yere
düşmüş, taşların ağırlığından karnı yırtılmış ve ölmüş.
Avcı, nine ve
Kırmızı Başlıklı Kız çok sevinmişler kurdun ölmesine. Avcı hemen bıçağını
çıkartarak kurdun derisini yüzüp almış. Nine ise Kırmızı Başlıklı Kız'ın
getirdiği çörek ve reçelleri yiyince iyileşmiş ve eski gücünü kazanmış. Kırmızı
Başlıklı Kız ise annenin sözünden çıkmamanın ne kadar önemli olduğunu düşünerek
bir daha annesinin sözünden çıkmayacağına dair kendi kendine söz vermiş."
Kırmızı Başlıklı Kız
masalı dünyanın hemen her yerinde özellikle de kız çocuklarına annelerin
anlattıkları masalların başında gelir. Hemen her anne, dediklerinin ne kadar
değerli olduğunu vurgulamak amacıyla bu masalı kız çocuğuna anlatmıştır. İlk
bakışta son derece saçmalıklarla dolu gerçeküstü "annelerin öğütlerini tutma" konusunu işleyen bir masal
gibi görünmektedir. Annenin anlatma arzusunun yanı sıra bu masalı kız
çocukların da dinleme arzusu vardır. Neden böyledir, bilinmez. Anneler bunun
üzerine düşünmezler. Günümüzde hayatında kurt görmemiş kız çocuklarına bile bu
masal anlatılmaya devam edilmektedir. Aslında anne bilinçli olarak bu masalı
seçmez. Ama diş fırçamızı seçerken bile tesadüfi davranmadığımızı açıklayan
uzmanların dediği gibi, bu da tesadüfi seçilmiş bir masal değildir. Ancak
farkında olunarak da seçilmiş değildir. Farkında olmadığımız zihinsel bir
mekanizma bizim yerimize bu seçimi yapar. Her şeyden önce bu masalın bu kadar
uzun süre anlatılmaya devam edilmesinin bir nedeni olmalı. Anneler ve kızları bu
zırva (insanları yutan kurt ve onu öldürerek onları kurtaran avcı figürünün
başrolü üstlendiği) masalı niçin bu kadar sevmektedirler?
Masalları
anlatıldıkları gibi değerlendirmeye çalışırsanız çok sıkıntı yaşarsınız ve
hatta bir sonuca ulaşmanız da zor olabilir. Çoğu masal özellikle de kız
çocuklarına anlatılan masallar anlamlarını yitirirler. Çünkü masallar
toplumların bilinçdışındaki sembolik dille ifade bulurlar. Yani masalları tam
olarak anlamak için mutlaka bu sembolik dili çözümlemek gerekir. Kırmızı
Başlıklı Kız masalların sembolik dilleri olduğunun en çarpıcı örneklerinden
birisidir. Öncelikle bu masaldaki toplumsal sembolleri tespit edelim. Her
şeyden önce masalın adı (Kırmızı Başlıklı Kız) sembolik bir ifadedir. Sonra
annenin verdiği öğütler yine sembolik ifadelerdir; yoldan çıkma, şişeyi kırma,
yabancılarla konuşma. İkincisi bu masalda önemli bir rol oynayan kurdun kendisi
sembolik bir karakterdir. Son olarak da avcının ve ninenin de sembolik anlamlar
taşıdığını söyleyebilirim.
O zaman ilk önce bu
sembollerin anlamlarını bulalım ve yerlerine koyalım. Masalın isminden
başlamakta yarar görüyorum. Kırmızı Başlıklı Kız'dan başlayalım. Bu isim tamlamasında üç önemli sembol
bulunuyor; bunlar, kırmızı, başlık ve kız. Bu konuda
verdiğim bütün konferanslarımda ve derslerimde izleyenlere sordum;
"kırmızı sıfatı sizde neyi çağrıştırıyor?" diye. Hepsinde de Freud ve
diğer psikanalistlerin yanılmadığını gösteren cevaplar aldım: kan, aşk, şehvet,
kadın, tutku, erotizm, günah vs. Gerçekten de kırmızı sözcüğünün ilk
hatırlattığı şeyler benim için de benzer şeylerdi. Bu evrensel bir anlamdı.
Zaten görsel sanatların ürünlerinde de bu sembolik dilden olabildiğince
yararlanıldığını söylemek mümkündür. Kırmızı ojeler, ruj ve kıyafetler, tutku,
aşk veya şehvet içerikli filmlerin vazgeçilmez sembolleridir. Ve kesinlikle de
dişil ve suça yakın, baştan çıkarıcı bir renk olarak kırmızıyı gösterebilirim.
Ebeveynlerin bile kafasında bilinçsiz bir biçimde kırmızı ve kız kelimelerinin
birleştiği bir gerçektir. Kız çocuklarının kırmızı tonda giydirilmesi bunun en
iyi örneğidir. Bununla birlikte erkek çocuk rengi mavidir. Burada işlevini
yitirmiş bir gelenek olan yılbaşında kırmızı don giyme geleneğini hatırlamak
gerekir. Kırmızı don, aşkın, şehvetin ve daha da önemlisi bereketin sembolü
olarak kullanılmaktadır. Eşini arzula ve bol çocuk yap anlamına gelir.
İkinci sembolümüz
başlık da en az kırmızı kadar belirgin bir semboldür. Başlık kelimesinin akla
ilk getirdiği anlamlar konusunda insanların biraz zorluk yaşadıklarım her zaman
gördüm. Burada "kimlerin başlık sahibi olabilecekleri" sorusuyla
biraz yönlendirme yaptım çoğu zaman. Genellikle de bu soruya aldığım cevaplar,
makam ve mevki sahibi olan, sorumluluk taşıyan insanların başlığa sahip
oldukları idi. Hakikaten düşünüldüğü zaman, başlığa sahip ilk akla gelenler,
asker, polis, kral vb. oluyor. Bir ayrıcalık ve sorumluluk taşıyan insan tam da
bu sembolün karşılığı olsa gerekir diye düşünüyorum. Son olarak kız kelimesi
zihinlerde kadın olmayan, yetişkinlik öncesi durumu yaşayan, çocuk anlamına
gelir. Masalın adını oluşturan bu üç sembolü birleştirdiğimiz zaman nasıl bir
masalla karşı karşıya olduğumuzu az çok veren bir anlamla karşılaşırız. Çünkü
bu başlık aslında bize menstürasyon dönemine girmiş, regl olan, ergen bir genç
kızın masalı olduğunu hatırlatmaktadır. Bir genç kızın hayata atılmadan önceki
dönemini tasvir eden bir başlıktır. Bilincimiz masalı ilk duyduğunda böyle bir
çıkarım yapmaz. Ancak öyle bir mekanizma vardır ki biraz sonra uzun uzun
anlatacağım, verilen bu mesajı harfiyen anlar, algılar ve uygular.
Büyükannenin verdiği
kırmızı başlıktan sonra kızın herkes tarafından "kırmızı başlıklı
kız" olarak anılması da anlamlıdır. Bu, kızın biraz büyüdükten sonra
toplumun veya geleneksel yapının kendisine yüklediği bir kimliktir. Kırmızı
başlık verilmeden önce sıradan bir kızken başlık verildikten sonra
sorumlulukları olan bir kıza dönüşme gerçekleşmiştir. Büyüyen kız toplumsal bir
sorumluluk üstlenmiştir. Onun artık bir kırmızı başlığı vardır. Ondan
beklentiler geliştiren bir toplum var. Küçük kız artık toplumsal bir ürün
gibidir. Özgünlüğü yok edilmiştir. İstediği gibi davranma hakkı yoktur. Ona
biçilen giysileri giymek ve ondan istendiği gibi davranmak zorundadır.
Bu çözümlemeden
sonra annenin Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği öğütler ve tembihler de daha
anlaşılır bir hale gelirler. Aslında masalın tümü artık daha anlaşılırdır.
Annenin verdiği öğütlerden birisi "yoldan çıkma" idi. Dünyanın
neresine giderseniz gidin, "yoldan çıkma"nın anlamı aynıdır. Bu anlam
mecazi bir anlam olup kendini daha çok argo kullanımlarda bulur. Yol herkesin
gittiği bir ve tek yoldur; bu yoldan birisinin çıkması herkesin gittiği yoldan
gitmemesi, topluma ters düşmesi anlamına gelir. Çünkü bu yolu inşa eden
toplumun ta kendisidir. Bu yolun taşları toplumsal ahlak kurallarından
döşenmiştir. Kırmızı Başlıklı Kız'ın yoldan çıkması ise, namusunu korumaktan
sorumlu bir genç kızın, toplumun istemediği, onaylamadığı bir ahlak ve hatta
bir cinsel eylem içerisine girmesi anlamına gelir. Toplumda bir genç kıza
yoldan çıktı deniliyorsa bunun anlamı çok açıkça kızın cinsel ahlak anlayışının
dışına çıktığıdır. Bütün anneler bu öğüdü kızlarına doğrudan verirler ve
defalarca tekrar ederler. Bir anne için kıza verilebilecek en önemli
nasihatlerden birisidir.
Diğer bir sembolik
öğe "şişeyi kırma"dır. Dünyanın her yerinde argoda aynı anlama gelir.
Hatta Anadolu kültüründe ayrıca bir önemi vardır. Şişeyi kırmak tahmin
edeceğiniz gibi kız çocuğunun onaylanmayan bir cinsel ilişki yoluyla bekaretini
kaybetmesi anlamına gelmektedir. Bir annenin kızı için isteyebileceği son şey
bu olmalıdır. Burada geleneksel bir anlam dizini yaptığımızı da göz ardı
etmeyin. Anadolu'nun birçok yerinde "şişeyi kırmak" toplumsal olarak
kullanılan sembollerden birisi olmuştur. Kırılan şişe ve dökülen reçel,
yırtılan zar ve akan kanı temsil eder. Kurdun ağzının suyunu akıtan lezzet
budur. Kimi yerlerde çömleği kırmak değimi de kullanılmaktadır. Ancak bu
çoğunlukla erkekler için kullanılagelmiştir. Erkeğin eşcinsel ilişkide pasif
rol üstlenmesi bu sembol ile ifade edilir. Ancak kızlar için de bu sembolün
kullanıldığını biliyoruz. Karadeniz'in
kimi bölgelerinde ve özellikle de geleneksel yaşamın hüküm sürdüğü yerlerinde,
evlerin damlarına konulmuş çömlekleri görebilirsiniz. Bu evler genellikle
gelinlik kızın bulunduğu evlerdir. Kızların toplumun öngördüğü bir biçimde
evlenip bakire çıkması durumunda bu çömleklerin bir ritüel halinde kırılacağı
bilinmektedir. Benzer bir biçimde
Denizli'nin Pamukkale Kasabası'na bağlı bazı köylerde de damlara konulmuş
şişeler görebilirsiniz. Bu şişeler evlerde bulunan kız sayısını göstermektedir.
Kızlar evlendiğinde bu şişelerin kırıldıkları da bilinmektedir. Ancak
kırılan şişenin içinden dökülen reçelin herkes tarafından görülmesi için, sabah
balkonlara asılan çarşaflar asıl trajediyi gösterir. Çarşaftaki leke, toplumun
içerisindeki kurdu yatıştırır. Bu insanlar için geleneksel bir ahlâk ve gurur
vesilesi olmalıdır. İstanbul'dan ya da bir metropolden bakılınca çok önemsiz
gibi görünen cinsellik, Anadolu'nun hemen her noktasında bir tabu olmaya devam
etmektedir.
Türk filmlerinde gazozuna uyku hapı koyma
motifi bizim gibi geleneksel erkek egemen toplumun bilinçdışından sızmış bir
korkudan kaynaklanmaktadır. Siz ne kadar işittiniz bilemem ama
Anadolu'nun küçük yerleşimlerinden büyük şehirlere okumaya gelen bütün kızların
bu tembihi, üstelik de defalarca aldıklarına adım kadar eminim. "Yabancılarla konuşma, seni kandırabilirler, insanı yoldan
çıkarırlar" gibi sözler Anadolu kızlarının ailelerinden en çok duydukları sözlerdir.
Bu noktada önemli
figürlerden birisi kurdun kendisidir. Kurttan türediğine inandığımız ve dişi
bir kurt olan Asena'nın rehberliğinde Ergenekon'dan çıkarak Anadolu içlerine
kadar gelen bir halkın evladı olduğumuza inanmamıza rağmen kurda olumsuz
anlamlar yükleyen bir kültüre sahip olduğumuz ortadadır. Bunu "kurt
dumanlı havaları sever", "kurt gibi aç olmak" ve "aç kurt
gibi saldırmak" sözlerinden anlamak mümkündür. Kötü emelleri olan kurt
Kırmızı Başlıklı Kız'ı önce yoldan çıkarmış ve sonra da yutmuştu. Bu senaryonun
kötü adamı bu kurttu. Genç kızları yoldan çıkaran bir karakterdi. Kurt hem
dişisi hem de erkeği olan bir figür olmasına karşın toplumsal anlamında bir
"erillik" içerdiği çok açıktır. Daha açık bir ifadeyle kurt erkeği
sembolize eder. Hem de masaldaki gibi, masum, körpe, hayatı tanımayan genç
kızları yoldan çıkararak, kötü emellerine alet eden bir erkeğin rolünü
üstlenir. Toplumun verdiği anlamdır bu kurda. Kurt üzerine düşeni ya da
kendinden bekleneni yapmış, hayatı tanımayan Kırmızı Başlıklı Kız'ı kandırıp yoldan
çıkarmıştı. Bu masaldaki rolüne uygun olarak kurtların, ataerkil toplumların
kurduğu geleneksel yaşam biçiminin en büyük düşmanlarıdır. Büyük bir sinsilik
içinde ortaya çıkarak, sistemin çarkına çomaklarını sokuverirler.
Türk mitolojisinde
hayvanlar arasında ilk sırada öneme sahip olan kurdun pek de sevilir bir
karakter olmamasını anlamak pek kolay görünmese de aslında anlamlıdır. Yüzlerce
yıldır, Orta Asya'dan çıktığından yakın zamana kadar göçebe yaşamış ve
hayvancılık yaparak geçinmiş bir toplumun en büyük düşmanının kurt olması
normaldir. Hayvancı insanların yakın zamana kadar en büyük düşmanları, hayvan
sürülerine gözlerini diken kurtlardı. Bugün artık ne hayvancılık kaldı ve ne de
onları tehdit eden kurtlar.
Kırmızı Başlıklı
Kız'ın masaldaki şansı kurdun aç gözlülüğüdür. Kurt açgözlü davranmasa aslında
Kırmızı Başlıklı Kız için de geri dönüş ve kurtuluş mümkün olmayacaktır. Ancak
kurt hiçbir şeyden vazgeçmeyerek her şeyi yemeğe kalkınca hazmında zorlanmış ve
yediklerinin ağırlığından uyuyakalmıştı. "Aç kurt gibi saldıran" kurt
bu açgözlülüğünü canıyla ödemişti. Bu masalda kurdun da çıkarması gereken ders
buydu. Açgözlü olma bulduğunla yetin! Kırmızı Başlıklı KızTa yetinseydi, hiç
avcıyla da karşılaşmayacak ve ölmeyecekti de.
Masaldaki
sembollerden birisi de "avcı"dır. Jungçu bir perspektiften baktığımda
avcının gerçekte Kırmızı Başlıklı Kız'ın sağduyusu olduğu sonucuna varmam
mümkündür. İnsanı içine düştüğü kurdun karnından (kötü durumdan) çıkaran bir
sağduyu sembolik olarak gayet güzel bir anlam ifade eder. Ama avcı olarak da
zaten burada olumlu bir sembol oluşturmaktadır. Avcı toplumda kabul gören bir
meslektir. Özellikle de silahıyla toplumsal değerlerin bir koruyucusudur.
Kurtlarla baş edebilen kültürün ve sistemin kurtarıcı ve koruyucusudur. Masalda
tam da bu anlamı hedeflenmiştir.
Adım adım sembolleri
çözümlemeye başlayınca masalın daha bir anlamlı hale geldiği görülür. Sonuç
olarak bu masal, geleneksel bir toplumda annenin kızına verdiği öğütleri ve
bunlara dikkat etmezse başına neler gelebileceğini anlatır. Burada aslında asıl
konu kızın anne olmaya aday, ergenliğe ulaşmış bir yaşta olduğu ve onun bir
şekilde kendisine toplum tarafından emanet edilen bekaretini koruması
gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Ancak bu vurgu oldukça sembolik bir dille
yapıldığı için düz bir bakışla anlaşılamamaktadır.
Buradaki asıl nokta,
bu satırları okuyan annelerin de kabul edeceği gibi, annenin bu masalı
anlatırken böyle bir mesaj vermek gibi bir bilinçli davranışı söz konusu
değildir. Yani anne farkında bile değildir. Bu durumda daha da önemli bir diğer
nokta, annenin verirken bile farkına varmadığı bu mesajları küçücük kız
çocuklarının nasıl anlayacağı noktasıdır. Doğrusunu söylemek gerekirse annenin
anlattığı ve kızın anladığı şey bizim çözümleyerek ulaştığımız şey değildir. Bu
aslında "körler sağırlar birbirini ağırlar" durumuna çok uygun bir
durumdur. Anne kızına bir mesaj vermek istiyor; onu toplum kurallarına uygun
bir biçimde yetiştirmek istiyor. Ancak bunu doğrudan söylemesi hem çocuklarda
bir tepki yaratabilir hem de bir annenin kızma böyle şeyler söylemesi pek de
hoş bir durum değildir. Bu durumda ise bilinçdışı devreye giriyor ve sembolik
bir dil amaca hizmet etmeye başlıyor. Anne ne anlattığını bilmiyor ama aslında
söyleyemediklerini farkında olmadan kızma bir masal diliyle aktarıyor. Kız ise
bir masal dinliyor aslında ama annenin verdiği mesajları farkına varmadan
alıyor. Farkında olunmadan kurulmuş bir iletişim ağı bu masalın asıl şifresi.
Ne anne ne anlattığının farkında, ne kız ne dinlediğinin farkında. Masal
yoluyla kurulan iletişim kanalında asıl ileteşenler hem anne hem de kızın
bilinçdışı mekanizmaları. Küçük çocukları uyutmak veya oyalamak isteyen saçma
sapan gerçeküstü öyküler gibi düşünülen ve görülen masallar, gerçekte daha bir
bebekken toplum kurallarının öğretilmesini hedefleyen bir eğitimdir. Birine
kızdığımız zaman "bana masal anlatma" deriz. Bu bir küçümseme içerir.
Çünkü masalın ne kadar önemli olduğunu bilmeyiz. Bunu hiç düşünmemişizdir.
Masalımızdaki
sembolik öğeler bununla da sınırlı değildir elbette. Buradaki sembollerin hemen
hepsinin erkek egemen bir toplumun üstünlüğüne vurgu yapar. Ona hizmet eder.
Hatta çocukları erkek egemen bir toplum yapısına hazırlayan uyum kursları
gibidir. Anneler, hem de pek çoğu erkeklerin toplumsal dünyasında yaşamaktan
şikâyet eden anneler, aslında bilmeden bu düzenin devamını bu masalları
anlatarak sağlarlar. Çünkü kültürün devamı annelerin/kadınların dolayımı ile
sağlanır. Kültürün kalıtsal özelliklerini taşıyan DNA ları anneler çocuklarına
masallar yoluyla aktarmaktadırlar. Bu masaldaki asıl Bizans hilesi veya kurt
kapanı budur. Kız çocukları kendilerine biyolojik olarak verilmiş bir cinsel
organı toplumun istediği gibi, onun kurallarına uygun hareket ederek
kullanabilir. Kendi iradenle ve toplumu hiçe sayarak cinselliğini yaşarsan, sen
yoldan çıkmış kabul edilirsin ve toplum tarafından da lanetlenirsin. Asıl
verilen mesaj budur. "Ninen saygınlığını bu yoldan giderek kazandı.
Sen de bu yoldan çıkmazsan onun kadar saygın olursun. Aksi takdirde kurtlara
yem olursun. Bu nedenle sana verilen şişeyi sakın kırma. Şişeni ne zaman, nasıl
ve kimin kıracağına toplum karar verir. Şişe artık senin olmaktan çıkmıştır;
kamulaştırılmıştır.
Sh: 38-56
Alıntı Kaynak: İsmail Gezgin, MASALLARIN ŞİFRESİ, Kırmızı Başlıklı Kız'dan
İlk Günah'a... Birinci Baskı. Aralık 2007 İstanbul
Çok uzak ülkelerin
birinde Geppetto adında yaşlı bir marangoz yaşarmış. Karısı olmayan Geppetto
Usta iyi bir marangoz olmasına rağmen pek de mutlu değilmiş. Çünkü o kadar yalnızmış
ki, çekilir gibi değil. Karısı çok uzun yıllar önce ölmüş ve Geppetto Usta bir
daha evlenmemiş. Hiç çocuğu da olmadığı için yapayalnız yaşamış. Sandıklar,
bastonlar yapar kendisini avutmaya çalışırmış. Özellikle bir çocuk gördüğü
zaman çok hüzünlenir/ gıptayla bakarak "keşke
benim de bir çocuğum olsaydı" diye aklından geçirirmiş.
Günler geçtikçe
geçiyor, Geppetto usta giderek yaşlanıyormuş. Yaşlandıkça da içindeki evlat
hasreti giderek artıyormuş. Bu hasret o kadar dayanılmaz bir noktaya gelmiş ki,
bir gün hayal bile olsa bir evlat sahibi olmaya karar vermiş. Bütün ustalığını
konuşturarak, ağaçlara şekil vermeye başlamış ve birkaç gün içinde kendisine
çok güzel bir kukla yapmış. Adını da Pinokyo koymuş. Geppetto Usta'nın hayatı
birden değişmiş. Gerçek olmasa bile artık hayatında bir çocuk varmış. Her gün
onunla konuşur, uzun uzun yalnızlığını anlatır, onu severmiş. Onu bu halde
görenler ise Geppetto Usta'nın delirdiğini düşünmeye başlamışlar. Geppetto Usta
da kimse görmesin diye onu herkesten saklamaya başlamış. Özellikle akşamların
verdiği hüzün ve yalnızlık duygusundan onun sayesinde kurtulmuş.
Ancak yine de
Geppetto Usta'nın içinde her şeyin yolunda gitmediğini belirten bir his varmış.
Bazen "ben ne yapıyorum? Çocuk
muyum ben bir kuklayla oynuyorum, galiba deliriyorum" diye
düşünüyormuş. Bu duygu gittikçe artmaya başlamış. Hatta onunla oynadığı için de
utanıyormuş gizli gizli.
Böyle günlerden
birinde, akşam erkenden yatağa girmiş Geppetto Usta; ama bir türlü
uyuyamıyormuş. Kafasından hep bu düşünceler geçiyormuş. En sonunda düşünmekten
yorulunca derin bir uykuya dalmış. Sabah olup erkenden çalışmak üzere kalkınca,
Geppetto Usta bir şeylerin değiştiğini fark etmiş. Çünkü Pinokyo canlanmış,
hareket ediyor ve konuşuyormuş. Önce hayal gördüğünü düşünmüş Geppetto Usta;
ama bakmış ki uyanık ve her şey gerçek, çok sevinmiş. Dünyalar onun olmuş. Emin
olmak için "gerçekten canlandın mı?" diye sormuş. Pinokyo,
"etten-kemikten olmasam da tahtadan bir çocuk oldum" diye cevap
vermiş. Hemen çevredekilerle sırrını paylaşmış Geppetto Usta ve kimi sevinmiş
onun adına kimi de dalga geçmiş; "tahtadan çocuk mu olurmuş hiç." Gel
zaman git zaman, Pinokyo'nun okul zamanı gelmiş. Geppetto Usta, "çocuğun
mutlaka okuması gerekir" diyerek elinden tuttuğu gibi onu okula kaydettirmiş.
Okulun öğretmeni, Pinokyo'yu tepeden tırnağa süzerek, ona sorular sormuş. Sonra
da Geppetto Usta'ya dönerek çocuktan hiç hoşlanmadığını, gözünün tutmadığını
söylemiş. Bu sözleri bir öğretmenden duymak Geppetto Usta'yı üzmüş. "Ne
demek istiyorsun öğretmen, bu çocuktan adam olmaz mı demek istiyorsun."
Öğretmen bu kadar açık sözlü olmanın hiç de iyi olmayacağının bilincinde
olarak, biraz yumuşatarak, "alınma Geppetto Usta öyle demek istemedim;
sadece seni bu çocuğa karşı uyarmak istedim" demiş. Geppetto Usta çok
sinirlenmiş öğretmenin sözlerine ve elinden tuttuğu gibi Pinokyo'yu başka bir
okula götürmüş ve oraya kaydını yaptırmış.
Okullar açılınca
Pinokyo, okula gitmeye başlamış. Ama gel gör ki, Pinokyo okulunu hiç sevememiş;
doğrusu öğretmeninden de pek hoşlanmıyormuş. Pinokyo'nun bu isteksizliği
Geppetto Usta'nın da dikkatini çekmeye başlamış. Ve bir gün dayanamayarak almış
Pinokyo'yu karşısına ve okumanın önemini anlatmış ona. "Ben okumadım, ömrüm odunlar ve ağaçların arasında geçti. Sen
oku ve benim gibi olma!" demiş. Pinokyo dut yemiş bülbül gibi
susuyormuş; "okuyacağım" veya "okumayacağım" demiyormuş. Bu
Geppetto Usta’nın daha da çok canını sıkmış ve biraz ağır konuşmuş. Çünkü onun
okulu bırakıp hayta olacağından korkuyormuş.
Pinokyo'nun,
duydukları karşısında biraz canı sıkılmış ama çok da dert etmemiş kendine
doğrusu. Odasına çekilmiş ve yatağına yatarak uykuya dalmış. Pinokyo tam uykuya
daldığı sırada, tahtaların arasından bir çekirge çıkmış ve öterek Pinokyo'yu
uyandırmış. Pinokyo sinirlenmiş, kendisini uyandırdığı için ve söylenmiş;
"pis bücür, neden beni rahatsız ediyorsun? Defol git başımdan."
Çekirge konuşabilen bir çekirge imiş, "hemen kızma öyle, içinin kötülüğünü
belli etme! Sana bir şey söylemeye geldim" demiş. Pinokyo, küçümser bir
eda ile baktıktan sonra çekirgeye, "senin bana anlatacak neyin olabilir
ki?" diye sormuş. Çekirge bunun üzerine konuşmaya başlamış; "sakın
babana karşı gelme." Pinokyo iyice sinirlenmiş; "bundan sana
ne?" diye bağırmış. Çekirge gayet bilge bir tavırla, "önce sesini alçalt
ve beni iyice bir dinle" demiş. "Ben yıllardır bu evdeyim, hep bu
ocak başında şarkılar söyledim. Baban bir kez bile rahatsız olduğunu söylemedi
bana. Birbirimizden memnun bir şekilde yıllarımız geçti bu evde. Babanı üzmene
gönlüm razı olmuyor bir türlü." Haylazlığı üzerinde olan Pinokyo,
çekirgeyi sinir etmek için ters ters konuşmaya başlamış, "doğrusu"
demiş, "okula gitmeyi hiç canım
istemiyor. Bundan sonra sırf sana inat olsun diye okula gitmeyeceğim. Bütün gün
gezip tozacağım." Bu sözlere gücenen çekirge o kadar üzülmüş ki çareyi
evi terk etmekte bulmuş ve bir daha geri dönmemek üzere ayrılmış.
Ertesi gün
gerçekten de Pinokyo dediğini yapmış ve okula gidiyorum diye evden çıkarak
bütün gün sağda solda gezmiş ve okula gitmemiş. Bununla da kalmamış babasını da
terk ederek başıboş dolaşmaya başlamış. Yaramaz ve yalancı bir çocuk olarak
ortalıkta dolanıp duruyormuş. Hatta yalan söyledikçe başına çok kötü bir şey
geliyormuş; burnu uzuyormuş her seferinde.
Geppetto Usta ise
ne yapacağını şaşırmış; her yerde Pinokyo'yu aramaya başlamış ama hiçbir yerde
bulamıyormuş. Bir gün Pinokyo'ya rastlayan bir kuklacı onu gösterilerde
oynatmak üzere yanına almış. "Para vereceğim" demiş ama vermemiş
kandırmış onu. Pinokyo bu işe bozulmaya ve surat asmaya başlamış. Bu durum da
gösterilerde olumsuzluk yaratıyor, izleyenleri memnun etmiyormuş. Kuklacı
Pinokyo'ya bu tutumu yüzünden kızıyor ve onu durmadan tartaklıyormuş;
"kendine bir çeki düzen ver yoksa bacaklarını kırarım senin."
Pinokyo'nun gururu tamamen incinmiş ve kaçmak için fırsat kollamaya başlamış.
Kuklacı Pinokyo'nun kaçmayı düşündüğünü anlayınca kaçmaması için bir miktar
altın vermiş ona ve "sonra daha
fazla vereceğim, sen yeter ki iyi çalış" demiş. Pinokyo altını görünce
hemen düşüncelerinden vazgeçmiş; çok para kazanmak arzusu bütün planlarını
altüst etmiş ve yeninde çalışmayı sürdürmüş. Kuklacının istediği her şeyi
eksiksiz yerine getirmeye başlamış. Aradan zaman geçmiş ve Pinokyo çok para
kazanmasına rağmen bir türlü babasını unutmamış. Ne iş yaparsa yapsın aklından
hiç çıkmamış. Sonunda dayanamamış ve kuklacının yanından kaçmış. Uzun yollardan
geçmiş yüksek dağları aşmış ve bir ormanın kenarına gelmiş. Burada beraber
dolaşan bir yaban kedisi ile bir tilkiye rastlamış. Tilki, "çok yorgun
görünüyorsun kukla çocuk" demiş. Pinokyo, "sorma" demiş,
"çok uzun bir yoldan geliyorum, yorgunum ama mutluyum" diye cevap
vermiş. "Niçin mutlusun?" diye sormuş kedi. Pinokyo "çok altın
kazandım" diye cevaplamış. Altın kelimesini duyan tilki hemen kulaklarını
kabartmış ve "gerçekten mi? Görmeden inanmam" demiş. Bunu duyan
Pinokyo, büyük bir gururla kazandığı altınları cebinden çıkararak göstermiş.
Tilki duyduklarına mı yoksa gördüklerine mi şaşırsın bilememiş; bir yandan
kafasında planlar yaparken diğer yandan "o zaman bu gece bizde kal
dinlenir yarın yoluna devam edersin" demiş. Pinokyo, bunu duyduğuna çok
sevinmiş ve "peki" demiş.
Birlikte ormanın
içlerine doğru yürümeye başlamışlar. Gittikçe ormanın karanlığı üzerlerine
basmaya başlamış. Pinokyo'nun da içine bir korku düşmüş. Yine de belli etmemeye
çalışarak devam etmiş. Bir derenin yanında kırmızı taşlarla çevrili bir
tarlanın kenarına geldiklerinde durmuşlar. Pinokyo merakla sormuş: "burası
nasıl bir tarla?" Kedi, hemen cevap vermiş ciddi bir tavır takınarak;
"burası sihirli tarla." Pinokyo daha çok merak etmiş: "ne işe
yarıyor peki?." Bu kez tilki atlamış: "ne gömersen birkaç katı
fazlasını alıyorsun, mesela altınları buraya gömersen sabaha kadar birkaç kat
çoğalırlar." Pinokyo daha da heyecanlanmış; birden kendisini daha çok zengin
hissetmiş. Bu fırsatı kaçırmak istemediği için de hemen harekete geçmiş;
"bana yardım edin o zaman da şu altınları gömelim hemen tarlaya"
demiş. Hepsi aynı heyecanı duyarak birkaç dakika içinde açtıkları çukura
altınları doldurmuşlar. Ve yola devam etmişler. Akşam olurken, nihayet bir
kulübenin yanma gelmişler. Pinokyo'nun sohbet edecek bile hali kalmadığı için
hemen yatıp uyumaya karar vermiş; "hem dinlenmiş olurum hem de sabah daha
çabuk olur ve altınlara daha çabuk kavuşurum" diye düşünmüş. Yatar yatmaz
da horlamaya başlamış yorgunluktan.
Pinokyo'nun
uyumasını bekleyen tilki ve yaban kedisi hemen harekete geçmişler. Doğru
sihirli tarlaya gitmişler ve gömdükleri altınları çıkararak bir torbaya
koydukları gibi kaçmışlar. Pinokyo güneş doğar doğmaz heyecan içinde uyanmış ve
kendini bekleyen altınları düşününce yüzünde bir gülümseme belirmiş. Etrafına
bakınınca bir gariplik olduğunu sezmiş aslında; çünkü kendisinden başka kimse
yokmuş. Hemen toparlanarak, tarlaya altınları gömdüğü yere doğru koşmuş. Nefes
nefese geldiği tarlanın boş olduğunu görünce nasıl bir oyuna geldiğini anlamış.
Üzüntüsünden oturup ağlamaya başlamış. Bu sırada bir peri kızı gelmiş yanına
Pinokyo'nun ve şöyle demiş: "aklın başına geldi mi artık. Yalanı,
haylazlığı bırak ve babanı görmek istiyorsan deniz kenarına doğru git."
Pinokyo babasına kavuşacak olmanın heyecanı ile hemen yerinden kalkarak denize
doğru koşmaya başlamış. Gerçekten de bir süre sonra deniz kenarına ulaştığında
denizde bir kayık görmüş. Kayığın içindekinin babası olduğunu çok uzak da olsa
tanımış. "Baba, baba" diye seslenmiş ama çok uzak olduğundan sesini
duyuramamış. Pinokyo, hiç korkmadan suya atlamış. "Nasıl olsa tahtadan
yapıldığım için suya batmam" diye düşünmüş. Gerçekten de batmamış suda ve
hızla babasına doğru yüzmeye başlamış. Etrafını balıklar çevirse de bunlar
zararsız balıklarmış. Kayığa doğru birisinin hızla yüzdüğünü gören Geppetto
Usta, bunun Pinokyo olduğunu anlayınca hemen kayığını o yöne döndürmüş. Tam
kayıkla Pinokyo'nun bulunduğu yere geldiğinde büyük bir talihsizlik yaşanmış ve
bir büyük balina Pinokyo'yu yutuvermiş. Geppetto Usta, kayığını balinanın
üzerine doğru sürmüş, şaşılacak bir şey daha olmuş; balık kayıkla birlikte
Geppetto Usta'yı da yutuvermiş. Balığın karnında buluşan babaoğul hasretle birbirlerini
kucaklamışlar. Pinokyo balığın karnını gıdıklamaya başlamış. Huylanan balık her
ikisini de kusuvermiş. Böylece kurtulan baba-oğul kayıklarına binerek eve
dönmüşler.
Bütün masallarda
olduğu gibi herkes kendi üzerine düşen dersi almış ve mutluluk içinde yaşamaya
başlamışlar.
Pinokyo masalı erkek
çocuklarına anlatılan masalların başında gelir. Bu masal da diğerleri gibi
sembolik bir dile sahiptir. Öncelikle bu masalı anlatırken biricik oğlumuzun
bilinçdışına nasıl bir mesaj gönderiyoruz ona bir bakalım. Bunun için metinde
ilk dikkati çeken sembolleri kısaca açıklamaya çalışalım. Kızlar için anlatılan
bazı masallarda babalara yer verilmediği gibi bu masalda da annenin hiç rol
almaması manidardır. Özellikle erkek çocuk ve baba arasındaki münasebet vurgulanmak
istenmiştir. Hatta babanın hem de hiç yoktan bir erkek evlat yarattığı
vurgulanmaktadır. Kız çocuğun yetiştirilmesinde annenin rolü neyse erkek
çocuğun yetiştirilmesinde babanın rolü aynıdır. Bu geleneksel toplumların
cinsiyet rollerine uygun maskulen [keğe ait, erkeksi,... ] bir düşüncedir.
Bu masalda zaten
baba ve oğul arasındaki ilişkinin çok anlamlı olduğunu söylemeliyim. Marangoz
bir baba ve tahtadan bir oğul. İlk sembollerin bu ayrılmaz ikili olduğu dikkati
çekiyor. İronik bir ilişki söz konusu baba ve oğul arasında. Kız çocuklarını
annelerin büyüttüklerini, topluma onların hazırladıklarını yukarıda
anlatmıştım. Bu masal da oğulların baba tarafından büyütüldüklerini vurgular.
Çocuklar bir hammadde gibi dünyaya gelirler ve onları şekillendiren ebeveynler
olurlar. Özellikle bir tahta gibi
dünyaya gelen erkek çocuk baba tarafından bir marangoz gibi
"yontularak" topluma kazandırılmaktadır. Yontulmak ağaç ve taş gibi
maddelere uygulanabilen bir işlemdir. Ve erkek çocuklar için de sıkça
kullanıldığını biliyoruz. Yontulmak, fazlalıklarını almak, erkek çocuğun hayata
hazırlanması ve kişisel özelliklerinin toplumsal boyutlara getirilmesidir.
Örneğin, askere giden erkek çocukları için bu çok sık kullanılır; "sen biraz yontul orada." Bu nedenle babanın mesleğinin marangoz
olması erkek çocuğun baba tarafından yontulması anlamına gelir. Babanın
marangoz olması kadar oğlun da tahtadan olması önemli bir semboldür. Bu da
çocuğun dünyaya yontulmamış olarak gelmesi, hatta yontulmak üzere gelmesi
anlamını vermektedir. Erkek çocuklar babalar tarafından yontulmalıdırlar.
Babanın çocuğu iyi yontabilmesi için de biraz marangoz olması, yani yontma
işinde hünerli olması gerekir. Çocuğun kukla olması da bir diğer semboldür.
Kukla başkaları tarafından hareket ettirilen oynatılan, kendi kendine hiçbir
şey yapamayan oyuncak anlamına gelir. Bu sembol de gündelik hayatımızda sıkça
kullandığımız bir metafordur. Başkaları tarafından kullanılan insanlar
anlamında argoda kullanırız. Erkek çocuklar büyüyene kadar babaları tarafından
nasıl hareket edeceklerine dair bilgilendirilmelidirler. Onları çok iyi
oynatmaksınız. Yoksa evden ve sizden kaçarlar. Bu noktada "kuklacı" devreye girmektedir. Siz yerinde
ve iyi oynatmazsanız başkası sizin çocuğunuzu oynatabilir. Üstelik bu başkası
sizin iyi yontmadığınız çocuğunuzu kandırabilir de. Siz yeterince yontmazsanız,
başkalarının oyuncağı olurlar. Masalda yerli yerinde kullanılan güzel semboller
bunlar. Çekirge, bu masaldaki farklı sembollerden birisidir. Masallarda konuşan
hayvanlara sık rastlanılır. Ve genellikle de toplumsal kabul gören sağduyunun
sesi olarak kabul edilmektedir. Herkesin onay vereceği türden şeyler söylerler.
Masallardaki hayvanlar olayın bilincin dışında olduğunu vurgulayan
sembollerdir. Bir hayvanın masalda konuşması bir çocuk için çok daha önemli ve
öğrenilir bir durum ortaya çıkarır. Masalın sonuna doğru Pinokyo'ya doğru yolu
gösterip babasına kavuşmasını sağlayan Peri Kızını da bu bağlamda
değerlendirmek doğru olur. Doğrudan söylenilince etkili olmayacak doğru yol
tembihleri bilinçdışı bir varlık tarafından dile getirilir. Masalların
etkileyici olmalarının nedenlerinden birisi de budur zaten. Doğrudan çocuğun
dilinde ve onun anlayabileceği ve ciddiye alabileceği bir gerçeküstülük masalın
tercih ettiği bir yöntemdir.
Pinokyo'nun
altınlarını kaptırdığı figürler olan yaban kedisi ve tilki de çocuğu bekleyen
tehlikeli karakterleri sembolize ederler. Pinokyo'nun bütün kazancım elinden
alan, onu kandırarak kendilerine çıkar sağlayan üçkağıtçıları simgelerler.
Hayatı tanımayan, babası tarafından iyi şekillendirilemeyen çocukların
karşısına çıkabilecek olan şeytani güçlerdir. Zaten tilki ve kedinin akıl,
kurnazlık ve çevikliği temsil ettiği bilinmektedir. Tilki kadar kurnaz (ki bu
konuda masallar bile vardır) ve kedi kadar çevik ve tehlikeli metaforları
gündelik yaşama yansımıştır. Kedinin özellikle yaban kedisi olması da tehlikeyi
vurgulayan, altını çizen bir belirteçtir. Bu arada Kırmızı Başlıklı Kız
masalında kızı bekleyen tehlike olarak gösterilen kurdun karşıtı, erkekler için
anlatılan bu masalda tilki olarak ortaya çıkmaktadır. Bu aynı zamanda
çocukların cinsiyetlerine göre onları bekleyen tehlikelerin de farklılığını
ortaya koyan bir simgedir. Tilki ve kurt arasındaki fark her iki masalda da
anlatıldığı gibi ölüm ve aldatılma arasındaki fark kadardır.
Masaldaki en
ilginç sembollerden birisi "sihirli
tarla" metaforudur. Tilki ve kedi ile birlikte Pinokyo'nun
bütün parasını kaybetmesine neden olan sihirli tarla, emek vermeden kazanmak
isteğinin yanlışlığını anlatan bir semboldür. Bu sembol, modernizmin en önemli
göstergelerinden birisi olan "çalışmak ibadettir" özdeyişinin altını
çizer. Çalışmadan kazanmanın doğru olmadığı ve bu tür bir kazancın riskli
olduğu anlatılmak istenir. Bu bir "Aydınlanma Dönemi" direktifidir.
Masalın bu bölümünün günümüz gerçeklerine pek de uygun olmadığını söylemeliyim.
Çünkü yaşam koşulları değişti; hatta çağ değişti. Modernizm sembolleri ile çok
gerilerde kalmaya başladı. Yeni
dönem olan Postmodernizmin bu konudaki sembolü "çalışmak ahmaklık, tüketmek ibadettir" şekline dönüştü.
Çalışmak değil tüketmek daha önemli bir hal aldı. Toplum içinde insanın
konumu ne kadar harcadığı ve tükettiği ile ilişkilidir artık. Masalda çocuğa
anlatılmak istenilen durum; "çalışan kazanır elması kızarır"
durumudur. Çalışarak para kazanan ve altınlara sahip olan Pinokyo, açgözlülüğü
ve çalışmadan daha çok kazanma hırsı yüzünden her şeyini kaybetmişti.
Balina veya büyük balık birçok masal ve
mitosta görülen sembollerden birisidir. Hatta bazı mitlerde bu balıkların
insanları yuttuğu bile bilinmektedir. Yunus Peygamber miti bunun en güzel
örneğidir. Balık karnında Pinokyo'nun babasına kavuşması bu sembolün önemine
vurgu yapar. Bu tür metaforlar genellikle insanın olumlu yöne doğru kanalize
olmalarını sağlayan süreçleri ifade eder. Balığın karnında geçen süre,
Pinokyo'yu babasına kavuşturmuş ve hatta onu yaptıklarından pişman olmasına yol
açtığı bir süreç olmuştur. Balığın karnına girmeden önceki Pinokyo ile balığın
karnından çıktıktan sonraki Pinokyo bambaşka kişiliklerdir.
Burnun uzaması ve yalan arasındaki ilişki
de ihmal edilmemesi gereken bir semboldür. Toplumsal kuralların reddettiği yalanın
açığa çıkmasını vurgulayan bu sembol, yalanın uzun burunla herkes tarafından
görülebilecek ve fark edilebilecek bir suç olarak algılanması gerektiğini ifade
eder. Kimsenin fark etmediğini düşündüğü anda aslında herkesin çocuğun yalan
söylediğini anlayabileceğini, fark edebileceğini anlatır.
Bu sembol
çözümlemeden sonra, masalı tekrar dillendirelim. Geppetto Usta çok istediği
oğluna kavuştuktan sonra gerçekten de çok mutlu olmuştu. Allah ona acımış ve bu
yaşta bir oğul verdiği için çok mutlu olmuş. Ve kendi kendine onu iyi
yetiştirmek için elinden geleni yapacağına söz vermiş. Gerçekten de ilk
zamanlar o kadar iyiymiş ki her şey, Geppetto Usta'nın ağzı kulaklarında imiş.
Ancak Pinokyo büyümeye başladıktan sonra bazı şeyler de değişmeye başlamıştı.
Özellikle bir delikanlı olup okul çağına geldiğinde Pinokyo, okula gitmekten
çok da hoşlanmadığı için isyan etmeye başlamıştı. Babası gözüne daha bir ihtiyar
görünüyor; onun okuma konusundaki nasihatlerini de pek dikkate almıyordu. Bu
konuda kendisine toplum içerisinden de bazı nasihatler gelse de hepsini
anlamsız buluyordu. "Okuyup ne olacağım ki" diye düşünüyordu. Hayatı kazanmanın başka
yolları da vardı. Mesela çalışıp para kazanabilir ve ne kadar akıllı olduğunu
gösterebilirdi. Bunun için babasını üzmek pahasına evden kaçtı. Nereye
gittiğini kendisi de bilmedi; uzun bir süre aç-bilaç dolaştıktan sonra bir gün,
bir sirkle karşılaştı. Bu sirkteki kukla gösterisi bir hayli ilgisini çekmişti.
Hatta kendisinin daha iyi bir kukla olduğunu düşünüyordu. Kuklacı onu işe
almayı kabul etti. Birlikte sürekli gösteri yapmaya başladılar. Pinokyo
aklından babasını hiç söküp atamamıştı. Hep onu düşünüp rüyalarında onu
görüyordu. Özellikle de kuklacının ona kötü davrandığı zamanlarda daha çok
özlüyordu babasını. Çünkü ona hiç kötü davranmamıştı. Kuklacı uzunca bir süre
para vermeden Pinokyo'yu çalıştırdı. Pinokyo isyan etmeye başlayınca, kuklacı
ona biraz para vermeyi kabul etti. Ancak Pinokyo çok mutsuzdu ve bir gün
kuklacının elinden kaçarak yollara düştü. Bilmediği yerlerden geçen Pinokyo
kaybolmuştu. Ormana geldiğinde tilki ve kediyle karşılaştı. Bunlar yoldan
geçenlerin parasını çalan haydutlar gibiydiler. Pinokyo'nun da parası olduğunu
öğrenince sihirli tarla numarası ile onu kandırarak parasını çaldılar. Pinokyo,
şimdi biraz daha perişan olmuştu. Kaybolmakla kalmamış aynı zamanda parasız da
kalmıştı. Tam çaresiz bir düşünce dünyasında gezinirken bir peri kızının yardımı
ile deniz kenarına gitmesinin doğru olacağına karar vermişti. Gerçekten de
deniz kenarına geldiğinde babasının biraz açıkta bir sandal üzerinde olduğunu
gördü. Bağırdı ama sesini duyuramadı. Yüzmesi gerektiğine karar verdi.
Babasının kırılan kalbini onarmak ve onunla tekrar dost olabilmek için çaba
gerektiren bir süreçten geçmesi gerektiğini anladı. Başladı yüzmeye, bu yüzüş,
suyun serinliği ve balığın karnında geçirdiği birkaç saat onun aklının başına
gelmesine neden olmuştu. Yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu, babasını
dinlemezse başına nelerin gelebildiğini görmüştü. Okumanın hayata hazırlanmak
ve akıllı olmak konusunda ne kadar önemli olduğunu fark etmişti. Her şeyden pişmanlık duydu. İnsanın annesi babası çocuğu için kötü bir şey
ister miydi hiç. Eğer siz de babanızı dinlemez onun sözünden çıkarsanız, sizin
de başınıza bunlar gelir. Aman çocuğum dikkatli ol, sözlerimden dışarı çıkma
sakın!
Sh: 56-71
Alıntı Kaynak: İsmail Gezgin, MASALLARIN ŞİFRESİ, Kırmızı Başlıklı Kız'dan
İlk Günah'a... Birinci Baskı. Aralık 2007 İstanbul
Masallar zamanında
bir ülkede, Sinderella adında bir kız yaşıyormuş. Yaşıyormuş ama buna yaşamak
denirse. Sinderella'nın bir üvey annesi ve iki de üvey kız kardeşi varmış. Üvey
anne ve kız kardeşler o kadar kötü davranırlarmış ki Sinderella'ya, onun
zavallı minik dünyası kararırmış. Bu nedenle de Sinderella çok mutsuzmuş. Evin
bütün işlerini ona yüklemek isterler ve bu konuda sürekli kavga çıkarırlarmış.
Sinderella tartışma çıkmasın diye neredeyse bütün evin işlerini üstlenirken,
üvey kızkardeşler tembellik yapar ve zamanı süslenerek geçirirlermiş. Bununla
da yetinmez, bir de buyruklar yağdırırlarmış. Yine böyle günlerden birinde,
üvey annesi Sinderella'ya "dışarıda duran bütün kabakları eve taşı"
diye
emir vermiş,
"tamam" demiş Sinderella çaresiz; "yeter ki sorun
çıkmasın." Kabaklar çok büyükmüş ve çokmuş. Her seferinde oflaya tıslaya
bir kabak taşıyan Sinderella, on kabağı taşıdıktan sonra biraz dinlenecek
olmuş; ama onun dinlendiğini gören üvey anne azarlamış. Çaresiz Sinderella
tekrar kabakları taşımaya başlamış. Sinderella'nın kanter içinde kalmasına
aldırmayan üvey kızkardeşler keyif çatıyorlarmış. Sinderella azalan ama
gittikçe ağırlaşan kabaklardan bir tane daha almış ve içeriye taşımaya başlamış.
Tam merdivenlerden çıkarken yorgun bacakları onu taşımamış ve dengesini
kaybederek kabakla beraber düşmüş. Sinderella'nın canı çok yanmış; her tarafı
yara bere içinde kalmış. Üvey kızkardeşler Sinderella'nın düşmesinden bir hayli
eğlenmişler; gülmüşler ve onunla alay etmişler. Üvey anne alay eden kızlarına
kızacağı ve hemen Sinderella'nın yardımına koşacağı yerde, yine Sinderella'ya
kızmış ve hemen kalkarak işini yapmaya devam etmesini istemiş; "aşağı
inersem bacaklarını kırarım senin" diye de eklemiş. Sinderella, bütün
kabakları taşımış taşımasına ama hiç gücü de kalmamış. Bütün gün çalışıp enerji
sarfettiği için de çok acıkmış.
Akşam olunca
ocağın başına gelen Sinderella, ocağın başına gelip ısınmaya ve dinlenmeye
çalışırken, karnından gelen gurultuları biraz sonra kendisine yemek
verileceğini hayal ederek bastırmaya çalışırmış. Ocaktaki ateş sönmüş, küle
dönüşmüşmüş,
Sinderella'nın da
karnına açlıktan ağrılar girmeye başlamış. Ocağın küllerini karıştırmaya
başlamış. Üvey anne, bir tas süt pişirip kızlarına vermiş. Sinderella'nın
açlığı bastırılamaz bir hale gelmiş. Dayanamamış ve "anne, çok açım, bana
da bir bardak süt verir misin?" demiş. Üvey anne, "süt kalmadı belki
yarın sabah veririm" diye cevap vermiş. Üzüntüsünden iyice çöken
Sinderella, halen biraz sıcak olan ocağın küllerinin üzerine uzanarak sabah
olmasını beklemiş. Sinderella'nın bu bitkin hali üvey kız kardeşlerini çok
eğlendiriyormuş. Birisi "bundan sonra Sinderella'nın adı külkedisi olsun,
baksanıza küllerin üzerine nasıl bir kedi gibi uzanmış" demiş. Hepsi bu
espriye çok gülmüşler. Gerçekten de o günden sonra herkes, Sideralla'ya
Külkedisi demeye başlamış. Sinderella bu yeni ismi sevmese de alışmış zamanla.
Günler bu şekilde
akıp gitmiş ta ki o güne kadar. O gün başka bir şey olmuş; bir tellal at
üzerinde bir duyuru yapıyormuş: "Ey ahali! Kralın emrini okuyorum iyi
dinleyin! Kralımızın biricik oğlu Alen, evlenmek için kız beğenecektir. Bunun
için yarın akşam sarayda bir balo yapılmasına karar verildi. Kendine güvenen
bütün güzel kızlar davetlidir bu baloya! Duyduk duymadık demeyin."
Bu ilanı duyan
üvey anne heyecanla eve gelerek, kızlarının en güzel elbiselerini çıkarmış ve
onları giydirmiş. Bir yandan da prensin kızlarından birini beğendiğini, onunla
evlendiğini ve hep birlikte saraya taşınarak orada yaşadıklarını hayal edip
seviniyormuş. Bizim Külkedisi ise imrenerek kardeşlerinin giyinmesini izliyor;
onların elbiselerine hayranlıkla bakıyormuş. Ben de gidebilsem belki prens beni
seçer eş olarak diye umutlanıyormuş içinden. Belki götürür diye üvey annesine
yalvarmaya başlamış: "ben de gitmek istiyorum; ne olur beni de
götürün." Üvey anne ile kızları Külkedisinin bu isteğine kahkahalarla
gülmüşler. Üvey anne onu "sen kim saraydaki balo kim" diyerek aşağılamış ve susturmuş. "Sen işine bak!
Biz gelene kadar evin her yerini güzelce temizle!" bunları söyledikten
sonra şıkır şıkır giyinen üvey anne ve kızları baloya katılmak üzere evden
çıkmışlar.
Külkedisi evde
yapayalnız kalınca, büyük bir üzüntü ile kaderine yanmaya başlamış. "Keşke
benim annem de ölmeseydi ve bu hallere düşmeseydim" demiş kendi kendine.
"O zaman baloya da katılma şansım olurdu." Yalnızlıktan evdeki
farelerle dertleşmeye başlamış. İşte tam bu sırada, mucizevi bir gelişme olmuş;
birden bir iyilik perisi gelivermiş Külkedisinin yanına ve neden üzgün olduğunu
sormuş. Külkedisi başından geçenleri anlatmış uzun uzun. İyilik perisi ne
yapabileceğini sorunca Külkedisi, "bana güzel elbiseler bul ben baloya
gitmek istiyorum" demiş. İyilik perisi elindeki sihirli asayı bir kabağa
dokundurmuş sonra da Külkedisine; birden kabak süper bir arabaya dönüşmüş, evin
minik fareleri de arabanın görkemli atlarına dönüşmüşler. Külkedisine gelince,
harika bir elbiseyle çok güzel bir genç kıza dönüşmüş. Külkedisi, "çok
teşekkür ederim iyilik perisi, bana dünyaları verdin" demiş. İyilik
perisi, kızın mutluluğunu görünce yaptığından hoşnut, "şimdi baloya
git" demiş. "Prens mutlaka seni beğenecek ve dansa davet edecektir.
Ancak kendini kaybedip gece yarısını geçirme. Hemen eve dön yoksa büyü bozulur;
elbiselerin dökülür ve araban kabağa dönüşür" diye sıkıca onu tembihlemiş.
Külkedisi büyük
bir sevinçle balonun yapılacağı salondan içeri girmiş. Harika elbiseler içinde
muhteşem görünüyormuş. Birden salondaki herkes bakışlarını ona yöneltmişler.
Herkes içinden "bu kim acaba, hangi ülkenin prensesi" diye geçirmiş.
Salondaki bütün kızlar prensi etkilemek için onun etrafında pervane
oluyorlarmış. Ancak prens zor beğenen biriymiş ve hiçbir kızı beğenmiyormuş.
Hatta "balo boşuna yapıldı, hiç güzel kız yok" diye düşünmeye bile
başlamışmış. Tam bu sırada gözüne salona henüz giren Külkedisi ilişince,
heyecanlanmış ve hemen dansa davet etmiş.
Külkedisi'nin
güzelliğini ve prensin ona olan ilgisini gören diğer kızlar kıskançlıktan
çatlamışlar. Ama işişten geçmiş; çünkü prens Külkedisi'ne aşık olmuş bile.
Bütün gece göz göze dans etmişler. Üvey anne ve kızları prensin bu yabancı kıza
aşkını görünce deliye dönmüşler.
Külkedisi,
yaşamında karşısına çıkan bütün kademsizliklerden intikam alırcasına, mutluluk
içinde bütün gece Prensin kollarında dans etmiş. Zamanın nasıl geçtiğini de
fark etmemiş bile. Farkına vardığında ise gece yarısı olmuşmuş. Hemen kendisini
prensin kollarından kurtararak kapıya doğru koşmuş. Büyü bozulmadan kendisini
eve atmalıymış. Bu düşünce içinde ayağından ayakkabısının tekinin çıktığını
fark etmiş ama geri dönüp alacak zamanın kalmadığını bildiğinden, koşmaya devam
etmiş. Gerçekten de tam zamanında hareket etmiş Külkedisi; yoksa geç
kalacakmış.
Âşık olduğu kızın
kollarından kurtulup kaçmasına şaşıran prens hemen arkasından koştuysa da
nafile, Külkedisi o kadar hızlı hareket ediyormuş ki, geride ayakkabısının
tekinden başka bir iz bırakmadan yok olmuş. Prens Külkedisi'nin ayakkabısını
eline almış ve hemen askerlerinden onu bulmalarını istemiş. Bir grup asker
ellerinde Külkedisi'nin ayakkabısı Külkedisi'ni aramaya çıkmışlar. Ayakkabının
kimin ayağına olacağına bakıyorlarmış. Ancak ayakkabı o kadar narinmiş ki,
kimsenin ayağına olmuyormuş. Günlerce ev ev dolaşan askerler çaresizlik içinde
vazgeçmek üzerelermiş. Aslında prensin nasıl üzüleceğini bilmeseler çoktan
vazgeçecekler ama onun üzülmesini istemiyorlarmış. Tam ümitlerini yitirdikleri
bir anda, uzakta bir ev daha olduğunu görmüş bir asker. Son kez şanslarını
denemek üzere bu eve gelmişler. Evet yanılmadınız; bu ev tahmin ettiğiniz gibi
Külkedisi, üvey annesi ve kız kardeşlerin yaşadığı evmiş. Askerler ellerinde
ayakkabı içeri girmişler. İki üvey kız kardeş hemen denemişler ayakkabıyı ama
nafile. Üvey anne bir kez daha denemeleri ve hatta zorlamaları için baskı
yapıyormuş kızlarına; ama camdan yapılmış narin ayakkabı ayakları büyük olan
kızların ayağına olmuyormuş bir türlü. Üvey anne o zaman farkına varmış
olayların ve askerlerin Külkedisi'ne ayakkabıyı giydirmeden bir an önce
gitmelerini istiyormuş.
Öte yandan
Külkedisi, üvey annesinin korkusundan ayakkabının kendisine ait olduğunu
söyleyemiyormuş bir türlü. Askerlerin kendisine giydirmeden çekip gitmelerinden
korkuyormuş. Askerler ayakkabıyı Külkedisi'nin de denemesini isteyince üvey
anne atılmış: “o kızın ayağını kontrol etmenize gerek yok; çünkü o baloya bile
katılmadı. Siz zaman kaybetmeden gidin" demiş. Ancak Külkedisi'nin
yüzündeki ifadeden askerlerin birisi etkilenmiş ve ayakkabıyı denemesini
istemiş. Üvey annenin bütün çırpınışlarına rağmen Külkedisi ayakkabıyı denemiş.
Ve mucize gerçekleşmiş, Prens'in aşık olduğu kayıp prensesin külkedisi olduğu
anlaşılmış. Çünkü ayakkabı bütün narinliğiyle Külkedisi'nin ayağına cuk diye
oturmuş. Askerler çok sevinmişler ayakkabının gerçek sahibini buldukları için.
Üvey anne ve kızları ise sinirden morarmışlar. Ayakkabıyı kontrol eden asker,
"bu kız senin neyin olur" diye üvey anneye sormuş. Üvey anne,
"üvey kızım olur" diye utanasıkıla cevap vermiş. Asker,
"kıskançlıktan ne yapacağınızı şaşırdınız; ama daha çok şaşıracaksınız"
demiş. Sinderella'yı güzel bir ata bindirerek saraya doğru yola koyulmuşlar.
Sinderella'nın
bulunduğunu öğrenen Prens öyle sevinmiş ki, askerleri ödüle boğmuş. Saraya
gelen Sinderella'ya da onu çok sevdiğini ve evlenmek istediğini söylemiş.
Sinderella da kabul edince dünyalar onun olmuş ve görkemli bir düğünle
evlenmişler. Mutlulukları daim olmuş. Üvey anne ve kızları da yaptıkları
kötülüklerin cezasını bulmuşlar; kıskançlıktan deliye dönmüşler.
Her şeyden önce
masalın tamamen mazlumları yücelten bir masal olduğuna şüphe yoktur. Bütün
masal boyunca Kiilkedisi'ne yapılan eziyet ve haksızlıklar anlatılmaktadır.
Masalın kötülere saldırgan bir tutum sergileyen bir dili vardır. Ancak
semboller burada da önemli bir rol üstlenmişler ve kız çocuklarına önemli
mesajlar aktarmaktadırlar. Annelerin ve kız çocuklarının en sevdikleri masaldan
birisidir.
Masalda
diğerlerinden farklı olarak bir gizli sembol olduğunu söylemeliyim. Bu sembol
babadır ve masalın hiçbir noktasında sözü edilmez. Hatta varlığını bile masalın
bütününe bakınca anlayabiliriz. Babanın bulunmaması, kız çocuğun
yetiştirilmesinde baba rolünün etkisiz olduğunun vurgulanmasıdır. Kızları
anneleri yetiştirir. Ve Sinderella'nın da annesi ölmüştür. Sembol dilinde baba,
aklı ve kültürü temsil eder. Annenin çocukla kurduğu dolayımsız (direk)
ilişkinin yanında daha kültürel bir varlıktır ve çocukla ilişkisi de bu
bağlamda kurulur. Babanın ailede çocuk yetiştirme konusundaki rolü genellikle
yasa koyuculukla ilişkilidir. Hemen her ailede baba, annenin çocuğu
dizginlemekte kullandığı bir tehdit unsuru olmaktadır. "Baban duymasın! Babana söylerim çok fena olur"
türünden tehditleri her ailede duymak mümkündür. Masalda babanın bu rolünün
eksik olduğu hatta kontrolün tamamen üvey anneye geçtiği vurgulanmaktadır.
Masalın ana
konularından birisi ailenin ne kadar önemli olduğunun vurgulanmasıdır. Anne,
baba ve çocuktan oluşan aile ve eşlerin ayrılması veya ölmesi durumunda
çocuklara ne kadar zarar gelebileceği masalın önemli konularındandır. Babanın
ve annenin yokluğu halinde yaşananlar bir trajediye dönüşebiliyor. Ebeveynlerin
birisi bile olmadığında çocukları yetiştirmenin ne kadar güçleştiği özellikle
vurgulanır. Her anne kendi çocuğunu kayırır. Kendi çocuğuna karşı şefkatli olan
anne başkasının çocuğuna aynı şefkati göstermez. Biyolojik bir varlık olarak
insan kendi soyunun devam etmesi konusunda koşullanmıştır. Aslında doğadaki
canlıların çoğu aynı şekilde davranır. Bu doğanın bir kuralıdır. Herkes kendi
çocuğuna bakmak zorundadır. Kimse başkasının çocuğuna bakmaz. Verilen mesaj bu
kadar keskindir. Bu nedenle de ailenin korunması, ölüm dışında hiçbir şekilde
bozulmaması gerekir. "Aman çocuğum
sen sen ol, sakın yuvanı dağıtma. Bak üveylik ne kadar zor. Çocuklar annesiz
babasız kalmasın."
Bu masaldaki en ilginç ve belki de başka
bir masalda rastlanmayacak sembol kabaktır. Sinderella'nın kabakları taşımaya mahkum
edilmesi, kabakların taşınması zor olacak kadar çok olması, sembolik bir ifade
olduğunun göstergesidir. Çünkü, bir evin bu kadar kabağa ihtiyacı bile olmazdı.
Bütün işlerin yanında kabak taşımak özellikle vurgulanmıştır. Sinderella evin
bütün işlerinin üstesinden gelen hamarat bir kız olarak tasvir edilirken, bunun
olumlu, bir genç kızın yapması gereken bir hamaratlık gibi verilmesi önemlidir.
Her türlü eziyete rağmen bu kadar ev işi yapan ve hatta evin bütün işlerini
çekip çevirmek ve bir de üstüne bütün kabakları taşımak genç kızı başka bir
noktaya yüceltmektedir. Kabak taşman bir nesne gibi görünse de bu noktada
taşıyanı başka bir ruhsal ve insani üst noktaya taşıyan bir araçtır. Zaten
arabaya dönüşerek Sinderella'yı baloya götürmesi ve hatta prensle evlenmesini
sağlaması bunun göstergesidir. Bu durumda kabak taşımak, sabretmek gibi bir
şeydir. Her şeye rağmen sabredersen bu sabır seni başka bir boyuta taşıyabilir.
Taşınan şey bir arabaya dönüşüp seni de beraberinde taşıyabilir. Bu taşınma bir
genç kızı hayalindeki prense ve mutluluğa götürebilir. Ama gördüğü bütün kötü
muameleye rağmen sabretmek ve iyi bir kız olarak kalmak, herkese iyi davranmaya
devam etmek koşuluyla. Üvey kız kardeşler gibi kötü kızlar olursan kimse seni
beğenmez, mutsuz olursun. Bu noktada zaten güzellik ve iyilik birleştirilir.
Tarih boyunca da bu algı devam etmiştir. Güzeller iyi olurmuş da çirkinler kötü
olurmuş gibi algılanmış. Hatta suçluların ve azılı katillerin çok çirkin insan
oldukları imajı herkesin kafasında yer etmiştir. Burada kötü üvey kardeşlerin
çirkin olması ve beğenilmemesi bunun masala da sirayet ettiği anlamına
gelmektedir.
Ocak, kili, kedi ve fare masalın gizli
kahramanlarıdır. Çok önemsiz gibi görünmekle beraber, masalın belki de en can
alıcı mesajlarını ileten kahramanlardır. Ocak, bütün kültürlerde hayati önem
taşıyan bir semboldür. Hem toplumu hem de aileyi temsil eder. Soyun devamının
sağlanması için ocak en önemli şeydir. Psikanalistler
ocağın kadın cinsel organı olarak da yorumlanabileceğini ileri sürerler. Ocağın
sönmesi, ailenin soyunun tükenmesi erkek evlatlarının olmaması ve soyadlarının
devam etmemesi olarak algılanmalıdır. Ocağın önemi gündelik yaşamımızı da etkilemiş,
dilimize yansımıştır. "Ocağın sönsün", "ocağına incir ağacı
dikilsin" gibi beddualar soyun tükenmesini vurgular. Ocağın sürekli
yanmasını sağlamak için pek çok toplumda ritüeller düzenlenir. Antik Yunan
dünyası ocağın daim olması için bir tanrıça tayin etmiştir. Koskoca Zeus'un kız
kardeşi Hestia'nın görevi buydu. Türklerde de Asya'dan Anadolu'ya ocak önemli
bir kavram olmuştur. Onun kimi zaman bir ruhunun olduğuna inanmışlar kimi zaman
ise tanrıların egemenliğinde olduğuna; bazen de ocağın bir beyi olduğunu
düşünmüşler; Kültigin gibi.
Ocağın külü ve ateşi kadının veya
ailenin doğurganlığıdır. Masalda zaten dikkat ederseniz hiç erkek evlattan söz
edilmez. Hatta tam tersi ocağın sönmesi ve Sinderella'nın küllerin içinde yatması
vurgulanır. Ocakta yatan Sinderella sembolü, doğurganlığı olan, o yaşa gelmiş,
evlilik ve ocak kurabilecek "sıcak küllere" sahip bir genç kız
demektir. Diğerlerinin ocaktan uzaklığı aile kavramından da uzaklığını
gösterir. Nitekim prens kendisine eş olarak Külkedisi'ni seçmiştir. Bu sembol
Külkedisi'nin ocağa ve aileye, onun bir genç kız için koyduğu kurallara uygun
davrandığını da gösterebilir. Zaten Sinderella'nın hamaratlığı toplumun ondan
beklediği önemli bir vasıftır ve bir evi çekip çevirebilecek kızın zaten
evlilik yaşı da gelmiştir.
Kedi ve ocak, hatta
fare ailenin en temel göstergeleridir. Sıcak ocağın veya sobanın karşısında
pinekleyen miskin kedi, ailenin önemini ve mutluluğunu vurgular. Fare ise evin bereketidir. Evin
zenginliğinin göstergesidir. Çizgi filmlerde de çok sık kullanılan bu
semboller, durgun ve dingin bir aile yaşamını betimler. Fare evde yiyeceğin olduğunun, kedi evde fare olduğunun
göstergeleridir.
İyilik perisi diğer
masallarda da karşımıza çıkmıştı, insanların, masal kahramanlarının dara
düştüğü anlarda gelip akıl ve sihirli çözümler üreten masal kahramanıdır. Bunun
akıl ve sağduyu ile ilişkili olduğu çok açıktır. İnsanın zor durumda kaldığında
dahi bir çözüm bulabileceğini gösteren bir semboldür. Bu nedenle de masal
kahramanının zor duruma düştüğünü görünce ortaya çıkıp bir burun hareketiyle
her şeyi tersine çevirebilen bir kahramandır o.
Gelelim ayakkabıya.
Ayakkabı insanların kültür adına icat ettiği bence en önemli giysidir. Ayakları
tüm doğa koşullarından koruyarak rahat hareket etmesini sağlar. Ayak ve ayakkabı arasında ilginç bir ilişki
vardır. Bu ikilinin ilişkisinde baskın olanın ayak olduğu düşünülür.
Ayakkabının içine giren ayak, ayakkabıyı istediği yönde hareket ettirebilir,
onu istediği yere götürebilir. Ama durum hiç de böyle değildir. Herkesin rahat
ettiği bir ayakkabı türü, modeli vardır. Herkes gündelik yaşamda nasıl hareket
ediyor ve yürüyorsa buna uygun ayakkabı giymek zorundadır. Aksi takdirde
hayatınızı zindan edebilir. Rahatsız bir ayakkabının verdiği ıstırabı anlatmak
için büyükler "ayakkabının
darı dünyada kabir azabı çektirir insana" demişler. Ayakkabı
bizim nasıl yürüyeceğimize karar veren bir merci gibidir. Her ayakkabı ile
farklı yürürüz. Spor ayakkabı ve bot giymek veya rahat bir espadril ile şık bir
kösele ayakkabı giymek arasındaki farkı hepimiz biliriz aslında. Kimi sıkı ve
kısa adımlar atmamızı sağlarken, bir başkası uzun ve dev adımlar atarak daha
güçlü görünmemizi sağlayabilir. Hepimizin kendimizi iyi hissettiğimiz bir model
de vardır. Kendimize olan güveni hissetmek için giymek istediğimiz bir ayakkabı
modeli mutlaka vardır. Bu bağlamda moda denilen kavramı iyi değerlendirmek
gerekir. Modaya yön verenler, özellikle de ayakkabı modasına, insanların nasıl
yürümeleri gerektiğine de karar vermiş oluyorlar.
Masal da
Sinderella'nın nasıl yürümesi gerektiğine önceden karar vermişti. Onu hamarat,
her türlü zulme karşı sabırlı ve aile kavramına bağlı bir birey olma yönünde
bir ayakkabı giydirmişti. Ayakkabının diğer kardeşlerin ayağına olmamasının
nedeni de budur. Onlar Sinderella için yapılmışlardı. Sinderella'yı mutluluğa
yürütmüşlerdi.
Masalın bir diğer
özelliği, kızlara anlatılan diğer tüm masallarda olduğu gibi, eril kültürün
çarkını devam ettirecek bazı mesajlar da vermesidir. Aile kavramının, iyilik ve
güzellik, hamaratlık gibi meziyetler kız çocuklarından beklenen özelliklerdir.
Erkek egemen dünya kendine hizmet edecek kadınlara ihtiyaç duyarlar. Bunu
yetiştirmek de bu dünyanın hizmetçileri olan kadınlara düşer. Kadınların çoğu
bu durumdan şikâyetçi olmalarına ve hayatından memnun olmamalarına rağmen,
kızlarını kendileri gibi yetiştirmek için çaba harcarlar. Hatta bu konuda bazı
kıskançlıklar da yaşanmaz değil: "bizim zamanımızda böyle olanaklar yoktu.
Bizim dışarı çıkmamıza izin verilmezdi. Çamaşırı elde yıkardık, böyle makineler
yoktu" sözleri ile bu kıskançlıklarını da dile getirirler.
Masalımızı tekrar baştan almamızın zamanı
geldi sanırım. Çok eskiden masallar çağında Sinderella adında bir kız yaşarmış.
Sinderella çok mutlu bir çocukluk geçiriyormuş ama felaketler üst üste gelmiş
ve her şeyi birden altüst etmiş. Sinderella, çaresiz bir hastalık yüzünden
annesini kaybetmiş. Bebek yaşta neredeyse annesiz kalmış ve çok üzülmüş. Ama ne
çare ki hayat da bir taraftan devam ediyormuş. Sinderella’nın babası onunla
yeteri kadar ilgilenmiyormuş. Bu nedenle de etraftan "bu çocuk telef
olacak sen bakamıyorsun, en iyisi yeniden evlen" diye telkinler
geliyormuş. Baba, "iyi fikir" diye düşünmüş; çünkü Sinderella'ya
bakmak zor geliyormuş. Bu nedenle de kabul etmiş. Kocasını kaybetmiş iki kız çocuğa
sahip bir kadın bulmuş ve onunla hiç düşünmeden evlenmiş. Böylece
"Sinderella'ya bakmaktan da kurtulurum" diye düşünmüş. Ancak üvey
anne kötü kalpli çıkmış; adam da ilgilenmeyince Sinderella'yı köle gibi
kullanmaya başlamış. Güya o Sinderella'ya bakacaktı; ama şimdi üvey annesi,
babası ve iki kız kardeşine Sinderella bakar olmuş.
Sinderella çok iyi
niyetli bir kızmış; ne zaman kendisini kötü hissetse annesinin ölmeden önceki
sözleri aklına geliyormuş. Annesi ona hep iyi bir kız olmasını ve herkese iyilik
etmesini öğütlemiş. En çok da ne olursa olsun büyüklerine karşı çıkma diyormuş.
Bu nedenle Sinderella üvey annesi ona ne kadar eziyet ederse etsin asla ses
çıkarmıyor; "o benim büyüğüm"
diyormuş. Sinderella belli bir yaşa gelince üvey anne ve kızkardeşler bütün
evin işini yıkmışlar Sinderella'nın üzerine ve keyif çatmaya başlamışlar. Köle
İsauro gibi olmuş Sinderella. Bütün gün evin işleri ile ilgileniyormuş. Evi
temizliyor, bulaşıkları yıkıyor, çamaşırları yıkıyor, ortalığı toparlıyor,
odunları topluyor, kırıyor ve ocağa kadar taşıyormuş. O karınca gibi çalışırken
üvey annesi ve iki kız kardeşi ise aynanın karşısında süslenip hayal
kuruyorlarmış. Üvey anne, "benim kızlarım prenslere saraylara layık, onlar
temizlik yapamaz, odun toplayamazlar" diyormuş. "Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş" sözünde olduğu gibi
kızları onun gözünde dünya güzelleri imiş. Ancak gel gör ki gerçek hiç de öyle
değilmiş. Ellerinden hiçbir iş gelmeyen, çirkin, kötü kalpli ve tembel
yaratıklarmış. Onlar evlense yemek yapıp çocuk bile büyütemezlermiş.
Sinderella o kadar
güzelmiş ki, onun üzerine giydiği paçavralar bile onun güzelliğini
örtemiyormuş. Ayrıca çok da yetenekliymiş. Kardeşleri biraz da bu yüzden onu
kıskanır ve kötü davranırlarmış. Ocakla hep Sinderella ilgilendiği için sürekli
is içinde olurmuş bu da kardeşlerinin onunla Külkedisi diye dalga geçmelerine
neden olmuş. Sinderella bu duruma sinir olsa da kendisinin ve güzelliğinin çok
farkında olduğundan fazla dert etmezmiş. Nasıl olsa benim kıymetimi bilecek
birileri çıkar ve ben çok rahat bir hayat yaşarım diye düşünüyormuş. Aklına hiç
kötü bir şey getirmiyormuş. Aslında kötü bir şey getirmesine de doğrusu bir
neden yokmuş. Çünkü kardeşleri daha bakımlı ve süslü olsalar da o kadar çirkin
ve sağlıksız görünüyorlarmış ki hiçbir şeyi dert etmeye değmezmiş. “Benim bu
çektiklerim nasıl olsa bir gün bitecek, ama onların çirkinliği ve kötülüğü
sonsuza kadar devam edecek" diye düşünürmüş.
Üvey anne
Sinderella'nın güzelliği ve meziyetleri karşısında sinir krizleri geçirirmiş;
bazen sırf ona eziyet olsun diye yapamayacağını düşündüğü ağır işleri verirmiş.
Hatta yemek vermediği bile olurmuş. İstermiş ki, çirkinleşsin ve kötü görünsün;
ama tam tersine Sinderella büyüdükçe daha da bir alımlı olmuş. Prense eş
arandığını duyunca, aklına ilk gelen kendi kızları olmuş tabi ki ve hemen
onları süsleyip giydirerek baloya götürmek istemiş. Sinderalla'nın giyeceği
bile yokmuş; bu nedenle de onun baloya gelmesine de imkan yokmuş. Bu düşünce
içini rahatlatıyor, hayaller kuruyormuş. Eee kolay değil kraliçe annesi olacak,
saraylara taşınacak, bir dediği iki edilmeyecekmiş. Bu hayallerle kızlarını
alıp doğru balonun yapılacağı salona gitmiş. Kızlarına yolda taktik de
veriyormuş. Cilve yapsınlar da prensin başını döndürsünler diye. Salona
vardıklarında bir sürü kızla birlikte üvey kız kardeşler de cilvelenmeye
başlamışlar prense. Etrafında fır dönüyorlarmış.
Prense gelince
ülkesinde birçok güzel kız olduğunu düşündüğü için istemiş bu balonun
düzenlenmesini. Birçok alımlı ve güzel kız geleceğini düşünüyormuş ama gece
ilerledikçe de hayal kırıklığına uğruyormuş; çünkü beklediği gibi gelişmemiş
olaylar ve gelen kızların hepsi vasat tiplermiş. Yapmacık kızların ilgisinden
de sıkılmak üzereyken tam kapıdan peri gibi güzel, alımlı bir kız girmiş içeri.
Bu peri kızı kardeşlerinin Külkedisi diye dalga geçtikleri Sinderella imiş.
Sinderella, annesi ve kardeşleri gittikten sonra bütün hamaratlığını kullanarak
ve haddini bilerek kendisine giyecek bir şeyler uydurmuş. Ve baloya gelmeyi
başarmış. Çocukluğundan beri evde bütün işleri o yaptığından o kadar büyük bir
beceri kazanmış ki onun için çok zor olmamış. Balo salonu da uzakmış biraz ama
o zaten ormanda odun toplamaktan yürümeye de alışıkmış. Başına kötü bir şey
gelmeyeceğine de inanıyormuş. Zaten üvey anneden daha kötü ne olabilir ki diye
düşünüyormuş. Bu yüzden çıkmış yola ve uzun uzun yürüyerek gelmiş.
Elbiseler çok
uydurukmuş ama Sinderella o kadar güzelmiş ki, onun sayesinde elbiseler de çok
güzel görünüyormuş. Çok da seksiymiş. Diğerlerinin yanında çekiciliğiyle yıldız
gibi parlıyormuş. Herkes onu bir prenses zannetmiş. Hatta her gün is içinde
gördükleri için kardeşleri bile tanıyamamış onu. Prens görür görmez aşık olmuş.
Ama ilerleyen saatlerde, kimse bu numarayı sezmesin diye Sinderella, kimseye
çaktırmadan balo salonundan ayrılmış ve eve gitmiş. Arkasında ise prensin
kendisini takip edip bulabileceğine inandığı bir iz bırakmış. Ayakkabısını
bırakmış. Prens saraya yakışacak ve ileride kraliçe olabilecek olan bu kızı
kaçırır mı hiç. Hemen ertesi gün adamlarını gönderip onu buldurmuş ve onunla
evlenmiş. Daha sonra neler oldu bilmiyoruz ama tahminen üç tane aslan gibi
oğlan doğurmuştur bizim Sinderella.
Sh: 71-89
Alıntı Kaynak: İsmail Gezgin, MASALLARIN ŞİFRESİ, Kırmızı Başlıklı Kız'dan
İlk Günah'a... Birinci Baskı. Aralık 2007 İstanbul
Bir varmış bir
yokmuş, çok uzun zaman evvel, masal gibi ülkelerden birinde bir kral ve kraliçe
varmış. Kral ve kraliçenin istediği her şey yolunda gidiyormuş; yalnızca bir
tek sorunları varmış ki, bu da tümüne bedelmiş. Kral ve kraliçe birbirlerini
çok sevdikleri halde bu aşk bir türlü meyvesini vermiyor, bir çocukları
olmuyormuş. Aradan uzun zaman geçtikten sonra hiç beklemedikleri bir anda, bu
kral ve kraliçenin bir kızları dünyaya gelmiş. Kral ve kraliçe o kadar
sevinmişler ki, hiçbir masal bu sevinci anlatamazmış. Bebeğin adını Pamuk
Prenses koymuşlar. Bu geç gelen mutluluğa çok iyi bakmışlar, bir dediğini iki
etmemişler. Altından beşik, ipekten kundaklar yaptırmışlar. Güneşten bile kıskanırlarmış
onu ve kararmasın diye dışarı çıkarmazlarmış. Kral en büyük zevki olan ava
gitmekten bile vazgeçmiş bütün zamanını kızının yanında geçirmekten büyük keyif
alır olmuş.
Her şey yolunda
giderken mutlaka bir aksilik olacak ya, kraliçe ansızın hastalanarak yatağa
düşmüş. Bütün hekimler, büyücüler, biliciler, otacılar çağrılmış hepsi
kraliçenin hastalığını iyileştirmeye çalışmışlar ama hiç kimsenin bilgisi, gücü
buna yetmemiş. Kraliçenin hastalığı günden güne artmış. Bir gün kraliçe
öleceğini anlayınca, kralla Pamuk Prensesi çağırtmış yanına. Çok dokunaklı bir
durum yaşanmış, hepsi ağlıyormuş. Kraliçe, "ben öleceğim" demiş. Kral
duyduklarına inanamamış ve "hayır! ölmeyeceksin" demiş. Kraliçe, "bunu hissediyorum, bu hastalık beni
öldürecek" demiş, "şimdi ikiniz de beni iyi dinleyin. Gözüm
arkada kalmamalı. Sen" demiş krala "küçük kızımıza iyi bakamazsın. Bu
nedenle ona mutlaka bir anne bulmalısın." Kral şiddetle karşı çıksa da bu
isteğe, çaresiz kabul etmek zorunda kalmış. Kraliçe, "sakın ola ki, kötü kalpli
birisi olmasın, yoksa kızımız çok mutsuz olur" diye de bir tembihte
bulunmuş. Kraliçe bunları söyledikten sonra gözlerini kapatmış ve bir daha da
uyanmamış; oracıkta ölmüş.
Kral ve Pamuk
Prenses kraliçenin ölümüne çok üzülmüşler. Öyle ki günlerce ağlamışlar. Kral
önce Pamuk Prensese kendisinin bakabileceğini, ona annesinin eksikliğini
hissettirmeyeceğini zannetmiş, ama bakmış ki kızı gün geçtikçe eriyor,
kraliçenin vasiyetini yerine getirmeye karar vermiş. Hemen dört bir yana haber
salmış ve kızına annelik edebilecek bir kadın aradığını bildirmiş. Sonunda da
kraliçenin istediği gibi, Pamuk Prensese annesi gibi bakabilecek bir kadın
bulduğunu düşünerek birisiyle evlenmiş. Yeni kraliçeden kızına kendi öz kızı
gibi davranmasını isteyen kral, karısının ölümünü unutabilmek için yeniden
avlanmaya başlamış.
Yeni kraliçe
önceleri gerçekten de prensese çok iyi bakmış ve kral da verdiği kararın
doğruluğuna iyice inanmış ve "her şey yoluna girdi" diye düşünmeye
başlamış. Aradan günler geçmiş ve bizim küçük Pamuk Prenses büyümeye başlamış.
O büyüdükçe güzelliği ile de dikkat çekmeye başlamış. Bu güzellik, yeni
kraliçenin canını sıkmaya hatta "üvey anne" gibi hissetmeye
başlamasına neden olmuş. Prensesin güzelliği ile rekabet etmeye başlamış.
Kraliçenin sihirli bir aynası da varmış. Hemen her gün uzun uzun süslendikten
sonra sihirli aynanın karşısına geçen kraliçe aynaya "kendisinden daha
güzel birisi var mı" diye sorarmış. Sihirli ayna hemen dile gelerek cevap
verirmiş: "sizden daha güzel bu dünyada kim olabilir ki kraliçem."
Günler hızla akmış
ve Pamuk Prenses, genç ve güzel bir kıza dönüşmüş. Öyle güzelmiş ki, güzelliği
dünyanın dört bir yanında konuşulur olmuş. Bu durum üvey anneyi de kıskandırır
hale gelmiş. Kraliçe Pamuk Prenses'ten kurtulmanın yollarını aramaya başlamış.
Kıskançlık her geçen gün üvey annenin içinde daha da büyümüş ve içine sığmaz
olmuş. Etrafına Pamuk Prenses'ten kurtulmak istediğini söylemeye başlamış üvey
anne ama hiç de iyi tepkiler almamış. Pamuk Prensesin güzelliğini
çirkinleştirmek için kandırmaya çalışmış, ama onu da razı edememiş. Bunun
üzerine daha da sinirlenen kraliçe, ondan kurtulmak için bir adamı ile plan
yapmış. Adam gezdirmek için Pamuk Prensesi ormana götürecek ve orada
öldürdükten sonra kalbini çıkarıp getirecekmiş. Her şey planlandığı gibi
gitmiş; adam Pamuk Prensesi ormana gezmeye götürmüş. Akşama kadar dolaşmışlar;
ama adam kızın güzelliğine kıyıp onu öldürememiş. Bunun üzerine prensese bütün
gerçekleri anlatmaya karar vermiş. Her şeyi en ince detayına kadar da anlatmış.
Ancak prensesin aklı bir türlü almıyormuş. "Ben üvey annemi bu kadar
kızdıracak ne yaptım ki?" diye soruyormuş sürekli. Adam, dönme vakti
gelince prensesin yerine bir geyik avlamış ve onun kalbini çıkararak kraliçeye
götürerek onu kandırmış; prensesi de ormanda bırakmış ve ona saraya dönmemesini
sıkı sıkıya tembih etmiş. Kraliçe çok mutlu olmuş ve dünyanın en güzel kadını
olmanın mutluluğu ile her şeyden habersiz yaşamaya başlamış.
Ormanda yalnız
kalan Pamuk Prenses korku içinde dolaşmaya başlamış. Geceyi nerede geçireceğini
düşününce korkudan bayılacak gibi oluyormuş. Derken, birden karşısına minik bir
kulübe çıkmış. O kadar şirin ve güzel bir evmiş ki bu, prensesin içine bir
mutluluk salmış. Hemen eve doğru yürümeye başlamış. Kapıya yaklaşmış ve zarif
parmaklarıyla vurmuş: "kimse yok mu?." Evden hiç cevap gelmemiş.
Kapının kolunu yoklamış; "oda ne kapı açık." Sessizce kapıyı aralayıp
içeriye göz atmış. Birçok büyük odanın yanı sıra ortada bir yemek masası ve
yedi küçük sandalye duruyormuş ve etraf da bir hayli dağınıkmış. Odanın birine
girmiş, burada da yedi küçük yatağın olduğunu görmüş. Yatakları görünce Pamuk
Prenses yorgunluğunu hatırlamış ve biraz dinlenebilmek için yatağın birine
uzanmış.
Ormandaki minik ev
yedi cücelere aitmiş. Ormanda odunculuk yapan yedi cüceler, akşam olup evlerine
döndükleri zaman gördüklerine inanamamışlar. Evlerinde uyuyan dünya güzeli bir
kız onları oldukça şaşırtmış. Ve hayranlıkla etrafını çevreleyerek izlemeye
başlamışlar. Hiçbirisinde günün yorgunluğundan eser kalmamış. Saatlerce böyle
kalakalmışlar. Neden sonra prenses dinlenmiş olarak uykusunu alıp gözlerini
açınca, kendisini merak ve hayranlıkla izleyen yedi cüceyi görmüş. O kadar
sevimli görünmüşler ki gözüne onlardan hiç korkmamış. Cüceler uyandığını
görünce prensese "evimize hoş geldin güzel kız; melek misin yoksa bir peri
kızı mısın?" diye sormuşlar. Prenses başından geçen bütün olayları, üvey
annesinin kendisini öldürmek istemesini ve ormanda yalnız kalışını uzun uzun
anlatmış, yedi cücelere. Yedi cüceler, çok üzülmüşler olanları öğrenince
gözleri dolmuş; ama bir o kadar da sevinmişler. "Seni bize tanrı gönderdi,
bundan böyle bizimle yaşa bu ev hepimize yeter" demişler. Pamuk Prenses de
bu teklife çok sevinmiş ve hemen kabul etmiş. Yedi cüceler her gün sabahtan kalkar
ormana çalışmaya giderlermiş. Pamuk Prenses de onlar gidince ortalığı temizler,
süpürür güzel yemekler yapar ve onların gelmelerini beklermiş.
Aradan zaman
geçmiş, dünyanın en güzel kadını olduğundan şüphesi kalmayan kraliçe bir gün
sihirli aynasından duyup egosunu şişirmek istemiş. Çıkarmış aynayı ve sormuş:
"söyle benim sihirli aynam, bu dünyada benden daha güzeli var mı?"
Sihirli ayna dile gelmiş ve şöyle
demiş: "elbetteki güzellikte eşsizsiniz kraliçem. Ama ormanda yedi
cücelerle birlikte yaşayan Pamuk Prenses'ten daha güzel kimse yok!' Bu cevap
kraliçeyi öyle kızdırmış ki, aynayı kaldırıp yere çarpmış ve tuz-buz etmiş.
Öldürmesi için gönderdiği adamın onu öldürmediğini anlamış ve hemen bir plan
yaparak harekete geçmiş. Hemen yaşlı ve zavallı bir elmacı kadın kılığına
girmiş ve en güzellerinden bir sürü elma koymuş sepetine; ancak bunlardan
birisi sihirli elmaymış. Onu özel olarak Pamuk Prenses için hazırlamış.
Sepetini koluna takarak ormana gelmiş ve kulübeyi aramaya başlamış. Ormanda
yedi cücelerin evini herkes bildiğinden arayış fazla uzun sürmemiş ve hemen
bulmuş kulübeyi. Kendisini iyice acındırmak için mümkün olduğunca yaşlı, yorgun
ve zavallı bir tavır takınarak kapıyı tıklatmış. Pamuk Prenses her şeyden
habersiz açmış kapıyı: "buyurun ne istediniz?" Cadı kraliçe sesini
daha da açındırarak; "çok uzaklardan geliyorum çok susadım evladım bir
bardak su verir misin?" demiş. Prenses hemen bir bardak su getirmiş ve
kadını dinlenmesi için eve davet etmiş: "eve gelip biraz dinlenin
isterseniz, çok yorgun görünüyorsunuz." Cadı kraliçe fırsatı kaçırmamış ve
hemen içeri girmiş. Planları yolunda gidiyor diye sevinerek; "kızım sen
bana su verdin ben de sana elma vereyim" diyerek hazırladığı sihirli
elmayı uzatmış. Pamuk Prenses elmayı sonraya saklamak istemiş; ama kötü cadı
ısırmasını sağlamak için onu kandırmış. Pamuk Prenses elmayı ısırır ısırmaz,
büyünün etkisiyle yere düşerek kendinden geçmiş.
Akşam olunca
evlerine dönen cüceler prensesi yerde baygın olarak görünce ne yapacaklarını
şaşırmışlar. Öldüğünü düşünerek çok üzülmüşler. Ancak öldüğünden emin
olamadıklarında mıdır yoksa kıyamadıklarından mı bilinmez, onu toprağa
gömmemişler. Bir cam tabutun içerisine koyarak bir kayanın yanma götürmüşler.
Onu özledikleri zaman da gelip camdan prensese bakar onun bir gün uyanabileceğini
hayal ederlermiş.
Masal bu ya!
Aradan uzun zaman geçmiş. Bir gün geyik avına çıkmış yakışıklı bir prens oradan
geçerken tabutu görmüş. Merak edip içine bakınca da prensesin güzelliğinden
etkilenip âşık olmuş. Hemen cam tabutun kapağını açarak onun yanağına bir
öpücük kondurmuş. Prenses büyünün verdiği derin uykudan bu öpücük sayesinde
uyanmış ve gözlerini açmış: "o da ne?" Prensin yakışıklılığından
etkilenen prenses de ona âşık olmuş. Birbirlerin sarılmışlar ve evlenmeye karar
vermişler. Prensin atma binip ülkesine gitmişler ve orada büyük bir törenle
evlenmişler ve mutluluk içinde yaşamaya başlamışlar.
Kızlar için
anlatılan masalların en bilinenlerinden birisi de Pamuk Prenses masalıdır.
Kırmızı Başlıklı Kız masalında olduğu gibi sembolik ifadelerle donanmış bir
masal örgüsüne sahiptir. Masalın adından başlayarak sembol dilinin öğeleri
kendisini göstermeye başlar. Kırmızı Başlıklı Kız kadar şaşırtıcı bir masal
değildir. Daha masum ve daha yumuşak öğütler barındırır.
Masalın adından başlayalım: Pamuk Prenses. Bir
kral ve kraliçe kızı olmasına rağmen, iyi yürekli olması nedeniyle verilmiş
isim olduğu ortadadır. Pamuk, yumuşaklığı ve beyazlığı çağrıştıran bir sembol
olarak çoğu zaman kullanılır. Saflık, temizlik gibi anlamları da içeren pamuk
bir genç kız için kullanıldığında, masum, temiz, henüz hayatın kirine
bulaşmamış bir genç kızdan söz edildiği konusunda hemfikir olabiliriz sanırım.
İşin içine bir de prenses sıfatı girince bu pamuk vurgusu daha da anlamlı bir
hale gelir. Hem prenses olacaksın, elinde bütün imkanlar olacak ve sarayda
yaşayacaksın, hem de saf, temiz ve yumuşak bir kalbe sahip olacaksın. Bu
özellikle vurgulanmış bir tevazu göstergesidir.
Bu masaldaki en ilginç noktalardan birisi,
anne, baba ve üvey anne kavramlarıdır. Çok belirtilmemekle beraber annenin
zamansız kaybedilmesi, üvey anneyle karşı karşıya kalma ve babanın masalın başı
dışında hiçbir rol üstlenmemesi ve hatta canından çok sevdiği kızına olan
ilgisizliği dikkat çekicidir. Aslında gerçek hayattan alınmış bir kesit gibi
görünmekle beraber bu bölümün sembolik olması da muhtemeldir. Düz bir
anlatımla, annesiz bir hayatın genç kızlığa geçen bir çocuk için çok zor
olduğu, hele de onu kıskanan bir üvey anne varsa babanın bile müdahale
edemeyeceği durumların yaşanabileceği vurgulanmaktadır. Bu aslında herkesin
başına gelebilecek bir hayat öyküsü olarak verilmektedir. Ancak bunun sembolik
anlamına baktığımda durumun hiç de bu şekilde olmadığı çocuğa bu masal
anlatılırken verilmek istenilen alt anlamların farklı olduğunu söyleyebilirim.
Sembollerin Jung'çu bir perspektiften
değerlendirilmesi ile masal biraz daha farklı anlamlar kazanır. Bu masalda pek de
fazla vurgulanmamakla beraber dönüm noktası annenin-kraliçenin ölümüdür. Pamuk
Prensesi belli bir yaşa kadar büyüten anne, ölerek birden sahneden çekiliyor.
Masalın tümüne bakarsak annenin ölme dönemi hakkında da bilgi edinebiliriz. Bu
pamuk Prensesin çocukluktan genç kızlığa-ergenlik dönemine geçtiği sırada
gerçekleştiği çok açıktır. Burada annenin geleneksel yaşam biçimini temsil ettiği
görülür. Pamuk Prensesin bir yol ayrımında olduğu anlatılmak isteniyor masalın
bu kısmında. Ya annenin yolundan giden geleneksel bir kız olacaktır ya da bunun
alternatifi olarak da üvey anne ile yoluna devam edecektir. Üvey annenin
masalın ilerleyen bölümlerinde bir cadı ve içi kötülüklerle dolu bir kadın
olduğu vurgulanır. Burada açıkça bir bilinçdışı karakter kullanılmıştır. Aynası
ile konuşan, yaşlı bir kadına dönüşebilen ve sihir gücüne sahip bir kötülük
canavarı olarak bu figür tam da bilinçdışı bir canavardır. Bu canavar, genç
kızın içindeki içgüdüselliğin de ifadesidir. Geleneksel yola karşı çıkan ve kendi yolunda ilerlemek isteyen isyankar
bir ergenlik çıkışıdır. Masalda vurgulanan şeylerden birisi üvey annenin
sıkça aynası ile güzelliği konusunda girdiği diyalogdur. Bu aslında narsistik
bir kişilikle karşı karşıya olduğumuzun açık bir göstergesidir. Diğer bir
deyişle bu masalda Pamuk Prensesin, önündeki iki kadın örneğin temsil ettiği
bir yaşam biçimini seçmesi gerektiği vurgulanıyor. Anne ve üvey anne ile temsil
edilen bu kadınlık rollerinden üvey annenin rolünün seçildiği annenin ölümünden
de anlaşılıyor. Bir yanda anne, yani
kralın karısı, bir aileye sahip mazbut bir yaşam; diğer yanda ise üvey anne;
yani gizil güçleri olan cinselliğin baskın olduğu daha içgüdüsel, bulduğu ile
yetinmeyen her şeyin "en"ine sahip olmaya çalışan biraz açgözlü bir
karakter. Pamuk Prenses ergenliğin de verdiği bir bilinçsizlikle içindeki
üvey anne figürünü yaşamayı tercih eden bir genç kızı temsil ediyor. Babanın
rolü ise daha açıktır. Baba burada kültürü veya aklı temsil ediyor. O yaşlarda
bir genç kızın asi tavırları karşısında kar etmeyen akıl ve mantık veya
kültürel değerler baba rolünde verilmiştir. Baba burada rüyaların beyaz sakallı
akıl veren ihtiyarı rolündedir. Yani insanın içinden yükselen sağduyu yüklü
içsel sesidir. Yani Pamuk Prensesin sağduyusudur. Bu durumda, Pamuk Prenses
geleneksel kadın modelini reddeden ve heveslerinin baskın çıktığı ergen
duygular ile daha içgüdüsel yaşamı tercih eden bir roldedir. Oysaki başta
temiz, saf ve iyi kalpli olarak vurgulamıştık. Bakalım daha neler olacak.
Pamuk Prensesin ormana götürülüp orada
bırakılması yine bir sembolik durumu oluşturur. Orman sembolik
olarak tehlikeli, kuralları farklı olan, kurtların kol gezdiği (Kırmızı
Başlıklı Kız masalında olduğu gibi) bir yerdir. Bu genç kız için hiç de hoş
olmayan bir dünyadır. Yolunu şaşırmışların, suçluların ve toplumla
uzlaşamayanların meskenidir orman. Pamuk Prensesin seçebileceği en kötü tercih
ormandır. Zaten masalın bu kısmında Pamuk Prensesin ne kadar korku içine
düştüğü vurgulanmaktadır. Çıkmaza düşmek ormana düşmekle aynı şeydir. Genç bir
kız olarak Pamuk Prensesin bir açmaz yaşadığı açıktır.
Yedi cüceler bu masalın başlıca çözümlenmesi gereken sembolüdür. Yedi
rakamı, eskiden bu yana araştırmacıların, özellikle gizembilimle uğraşanların
dikkatini çekmiştir. Bu konuda hatırı sayılır bir külliyat
olduğu söylenebilir. Yedi rakamı kadınla
büyük benzerlik taşıyan aya göre düzenlenmiş ay takviminin temel sayısıdır. 28
günden oluşan ay takviminin çarpanı yedidir. Tanrı dünyayı yedi günde
yaratmıştır. Yedi bilge tarihin en eski dönemlerinden bu yana kayda değer bir
konumdadır. İnsanın hayatını da yedilere göre bölümlemek mümkündür. Örneğin İskenderiyeli Philo insanın ilk yedi
yılını oluşturan bebeklik döneminin sonunda çocukların gerçek dişlerini
çıkarmaya başladıklarını söyler. İkinci yedi yıllık dönemin sonunda ise
ergenliğin başladığını, üçüncüsünde gençlerin cinsiyetlerini keşfettiklerini,
dördüncüsünün yaşamın en yüksek noktası olduğunu, beşincisinin evlilik dönemi,
akıncısının düşünsel olgunluk, yedincisinin akıl yoluyla ruhu yücelttiğini,
sekizincisinin zeka ve aklı yücelttiğini, dokuzuncusunun tutkuları yumuşattığı
ve onuncusunun ölüme hazırladığını ileri sürer. Yedi rakamı genellikle akılla
ilişkilendirilir ve hatta mükemmelliğin rakamı olarak da gösterilir. Yedi
rakamı kimi toplumlarda kadın ve erkeğin birlikte oluşturduğu kutsal birliğin
temsilcisidir.
Cüceler de masalın
hemen her noktasında olumlu karakterler olarak tanımlanmaktadır. Bu figürlerin
ormanda yolunu şaşırmış ve ne yapacağını düşünemeyen bir genç kızın sağduyusu
olduğunu söyleyebilirim. Özellikle de yedi kişi olmaları bunların Pamuk
Prensesin ihtiyaç duyduğu aklı temsil etlikleri söylenebilir. Prensesi içine
düştüğü çaresiz durumdan kurtaran onu tercih ettiği veya içine itildiği
durumdan kurtaran akıl oldukları gerçektir. Pamuk Prensesin Yedi Cüceler ile
karşılaştıktan sonra masalda hamarat bir kimliğe büründüğü abartılarak
anlatılmaktadır. Aslında toplumsal olmanın belirtilerinden birisi hamaratlıktı;
kendini bekleyen toplumsal yapıya uygun davranmak bu şekilde mümkün
olabilmekteydi.
Masalda Prensese,
cadının verdiği elma, sembollerin en temel öğelerinden birisini oluşturur. Âdem’le Havva'dan bu yana gerçeküstü öykülerde sıkça kullanılan elma,
insanlığın ilk günahla tanışmalarına vesile olan semboldür. Genel
olarak meyvelerin kadın cinselliği ve cinsel organlarıyla birleştirildiği ve
onların simgeleri olarak kullanıldığı herkes tarafından bilinir. Hatta gündelik
yaşamımızda bunu ifade etmeyen de yoktur hani. Kiraz dudaklar gibi. Şeftali,
kavun ve karpuz bu sembolizmin doruk noktasıdır. Muzu daha çok erkeklerle
ilişkilendirirler. Elma yemek
de çoğu zaman cinsel ilişkiye girmek veya onu keşfetmek anlamlarında
kullanılmış bir semboldür. Bu noktada, içinden yükselen bilinçdışı
kadınlığın bir sonucu olarak Pamuk Prensesin cinselliği keşfettiği ya da en
azından kırmızı elma olması sebebiyle de regl olarak kadınlığa ilk adımını
attığı söylenebilir. Ama toplumsal
bilinçdışında, belki de Âdem ve Havva'nın cennetten bu yüzden kovulması
nedeniyle elma cinsel ilişki sembolü olarak kullanılır.
Pamuk Prensesin
elmayı yedikten hemen sonra kendinden geçmesi de masal ve mitlerde kullanılan
sembollerdendir. Uyumak ile bayılmak erginlenmek, bir durumdan başka bir duruma
geçişte yaşanılan bir süreç sembolü olarak kullanılır. Bir olgunlaşma, farkında
olma durumuna ulaşılması uyumakla mümkün olur. "Yüz yıl uyuyan
prenses" masalı, "yedi uyurları (ashabı kehf miti) gibi örnekler
bunun kanıtı olarak gösterilebilirler. Gündelik
yaşamda da sıkça başvurduğumuz bir metafordur; hemen bir uykuya dalıp uyuma ve
uyandığında bambaşka bir gerçekliğe sahip olmak" isteği, hepimizin
içinde zaman zaman belirir. Genellikle de kötü geçen süreci sonlandırmak için
kullanırız.
Aşk ve mutluluk, hayal edilen-beyaz atlı
prens bu sürecin sonunu tamamlayan figürlerdir. Bir genç kızın toplumsal
düşünce içinde hayal edebileceği en üst noktadır. Bir gün bir prens gelecek ve
kızın içine düştüğü çaresiz durumdan çekip çıkaracak, görkemli bir düğünle
evlenecek ve bir sarayda yaşamaya başlayacak. Toplumsal bilinçdışının bir genç
kıza verebileceği en önemli şeydir. Prens söz dinleyen hamarat bir ev hanımı
olmaya aday, içindeki çılgın, içgüdüsel, arkaik [Güzel sanatlarda klasik çağ
öncesinden kalan. ] kadın coşkusunu
dizginleyen her genç kızın ödülüdür.
Şimdi masalın
bütününe dönelim. Her şeyi yerli yerinde olan bir kız yaşarmış. Kız hem güzel,
hem akıllı hem de yumuşak kalpliymiş. Bu nedenle de ona Pamuk Prenses adı
verilmiş. Herkes bu isimle anmaya başlamış. Ancak biraz büyümeye başladığında
bu büyülü masal dünyası biraz karanlık bir hal almaya başlamış. Pamuk Prensesin
gördüğü ilgi ve güzelliği başına bela olmaya başlamış ve kafası karışmış.
Toplumun ondan beklediği, ahlaki duruş ile içinden gelen karanlık ve arzu dolu
kadınlık duygusu onu bir seçim yapma aşamasına getirmiş. Bir an için
sağduyusunu yitiren Pamuk Prenses kendisini büyük bir açmaz içinde bulmuş ve
dünyaya kapatmış. İçindeki cadının da etkisiyle cinselliğinin farkına varmaya
başlayan ve bu yönde bir eğilim gösteren Pamuk Prenses, sağduyusunun ürettiği
mükemmel bir akılcı destek ile kendisini bulmaya başlamış. Bu sağduyu sayesinde
içindeki arkaik kadın tiplemesinin kışkırtmalarından, ormanın tehlikeli ve
ölümcül tehlikelerinden bir Prensle evlenerek kurtulmuş. Onun sayesinde terk
etmek zorunda kaldığı "saray"a yeniden dönme başarısını göstermiş.
Masalda anlatılan
şey aslında çocuktan uygulaması istenilen şeydir. Anne masalı kızına
anlatırken, "bak kızım, sen bir gün
büyüyecek ve çok güzel bir genç kız olacaksın. Bu masaldaki gibi, büyümenin
verdiği bazı dönüşümler, değişimler seni başka hayatlara zorlayabilir"
demektedir. "İçindeki ses seni her
zaman doğruya götürmeyebilir. Gençlik heyecanı ile yaşamak istediğin bir şeyler
olabilir. Ama bu masalda da gördüğün gibi böyle davranan kızların başına neler
geliyor. Ama sonuna kadar bu karanlık güçlere karşı direnirsen, bir gün bütün
istediğin olur ve bir prens gelip seni uykudan uyandırıp masalların dünyasına
götürür. Toplumdan ve onun istediklerinden kaçma, sağduyunun sesini dinle,
annen gibi bir hayat sür ve bu mutlu sonu sen de yaşa."
Gerçekte, kız
çocuklarına anlatılan bütün masallar mutlu sonla biterler. Ama mutlu sona
ulaşabilmek için bir sürü, cadılar, cinler, devler ve kurtlar engelinin
aşılması gerekir. Bu engeller, kız çocuğunun kaçınması gereken davranışların
vurgulandığı, nasihatler içermektedir. Toplumsal ahlak, cinsellik ve aile
kavramları kızın bilinçdışına iletilen mesajlardır.
Bu masalda Kırmızı
Başlıklı Kız masalından farklı bir yapı vardır, masalı dümdüz, olduğu gibi
okumak ve bir şeyler anlamak çıkarmak da mümkündür. Diğer taraftan sembolik alt
anlamlar da bulunabilecek bir masaldır. Yani
hem bilince hem de bilinçdışına hitap eden bir masal örneğidir.
Sh: 89-101
Alıntı Kaynak: İsmail Gezgin, MASALLARIN ŞİFRESİ, Kırmızı Başlıklı Kız'dan
İlk Günah'a... Birinci Baskı. Aralık- 2007 İstanbul
Doğduğumuzdan bu
yana, özellikle geleneksel toplum yapısı içerisinde, hem dinle ilişkimizi
sağlamak, hem de toplumsal kuralların içimize işlemesi için değişik kanallarla
anlatılan mitlerin başında "ilk
günah ve cennetten kovulma" miti gelmektedir. Öte yandan şunu da
söylemeliyim: hiçbir mitos insanları bu kadar etkisi altına alamamıştır.
Binlerce yıldır insanların yaşayışlarını ve toplumsal yapılarını etkilemiş ve
onlara yön vermiştir, insanlar arasındaki ilişkilerin, evliliğin, tarımın,
hamileliğin, doğayı sömürmeye başlamanın nedenini oluşturmuştur. Bu konuda
söylenecek çok söz vardır.
Kutsal Kitaplarda
ezeli ve ebedi olarak tanımlanan Tanrının, aynı zamanda her şeyin yaratıcısı
olduğu vurgulanır. Semavi dinlerin hepsi, nüanslar dışında aynı yaratılış
mitosuna inanırlar. Buna göre, tanrı dünyayı hiç yoktan ve altı günlük bir
sürede yaratmıştır. Altıncı gün en son olarak da insanı yaratmıştır. Tevrat'ta iki yerde insan yaratılışı
anlatılmaktadır. Birincisinde tanrının kendi suretinde erkek ve dişi olarak
yarattığı anlatılırken İkincisinde Âdem'in ve Havva'nın yaratılışı
anlatılmıştır.
Tanrı cenneti ve
oradaki her şeyi yarattıktan sonra, yerden aldığı topraktan Âdem'i yarattı ve
burnuna hayat nefesini üfleyerek ona can verdi. Sonra da onun için yarattığı
cennetine koydu. Cennette yarattığı her şeyin efendisi olarak onu ilan etti ve
her şeye isim verme hakkını Âdem'e verdi. Çünkü henüz hiçbir şeyin ismi yoktu.
Âdem bir yandan her şeye isim verirken bir yandan da kendisine eş olabilecek bir
varlık arayışında idi. Ancak bütün yaratıkların arasında ona eş olabilecek
birisi bulunamamıştı. Tanrı bunun üzerine Âdem'in yalnızlığının iyi bir şey
olmadığını düşündü. Çünkü yaratılan her canlı çift olarak tasarlanmıştı ve
onların içinde Âdem'in yalnızlığı hoş değildi. Tanrı Âdem'e kendisi bir eş
yaratmak istedi. Onun üzerine bir uyku saldı. Âdem derin bir uykuya dalınca
tanrı, onun kaburga kemiklerinden birisini aldı ve ondan bir kadın yarattı.
Kadını Âdem'in yanına getirerek onu uyandırdı. Âdem, karşısında kadını görünce,
"şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna Nisa denilecek
çünkü insandan alındı. Bunun için anasını, babasını bırakacak ve karısına
yapışacaktır ve bir beden olacaklardır" dedi. Anlaşılan Âdem kadının adını
koymakla kalmamış, onun ve onunla ilişki içinde olacak erkeklerin de
kaderlerini çizmişti. Cennet bahçesinde yaşamaya başlayan Âdem ve Havva'nın
bedenlerini örten bir giysi yoktu ve onlar bunun farkında bile değillerdi;
utanç duymuyorlardı.
Tanrı, her ikisini
de cennete koydu ve onlara her şeyi kendileri için yarattığını her şeyden yiyip
içebileceklerini söyledi. Sadece bir tek meyveden, cennetin ortasındaki iyilik
ve kötülüğü bilme ağacının meyvelerinden yemeyi yasaklamıştı. Eğer bu ağacın meyvelerinden yiyecek olurlarsa
öleceklerini söylemişti.
Günler geçmeye
başladı. Bir gün tanrının yarattığı hayvanların en hilekârı olan yılan Havva'ya
yaklaşarak onu kandırmaya çalıştı.
"Tanrının yemenizi yasakladığı bir meyve var mı?" diye sordu.
Havva, "bahçenin bütün ağaçlarından yiyebiliriz; ama bahçenin ortasındaki
ağacın meyvesini ölürsünüz diye yasakladı" dedi yılana. Yılan, "kesinlikle ölmezsiniz, ondan yerseniz
iyiyi ve kötüyü bilmeye başlarsınız; tanrı gibi olursunuz" diye
kışkırttı. Bunun üzerine Havva, ağaca ve meyvesine tekrar baktı ve ağacın
meyvelerinin cazibesini fark etti. Elini uzatarak bir tane kopardı ve ağzına
götürerek ısırdı. Tadı öyle hoştu ki, yemeğe devam etti. Tadını çok beğendiği
için onu Âdem'le de paylaşmak istedi ve ona da verdi. Âdem de meyveyi yedi. İkisinin
de gözleri açıldı ve bedenlerinin çırılçıplak olduğunu fark ettiler.
Çok utandılar ve
hemen incir ağacının geniş yapraklarından kopartarak bedenlerini örtecek
önlükler yaptılar. Tam bu sırada tanrının sesini işittiler. Kendilerine
sesleniyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anladıkları için çalıların
arasına saklandılar.
Tanrı onların
kendisinden gizlendiklerini anladı ve onlara "nerdesiniz?" dedi.
Âdem, saklandığı yerden çıkmaya mecbur kalarak "sesini bahçeden işittim ve
korktum; çünkü ben çıplaktım ve gizlendim" diye cevap verdi. Tanrı, "sana çıplak olduğunu kim söyledi?
Yoksa sana yasakladığım ağacın meyvesinden mi yedin?" dedi. Âdem,
"yanıma verdiğin kadın o meyveden verdi ve ben de yedim" diye cevap
verdi. Bunun üzerine tanrı Havva'ya dönerek, "nedir bu yaptığın?"
diye sordu. Havva, "yılan beni kandırdı" diye cevapladı. Tanrı bu kez
yılana dönerek, "bunu yaptığın için seni lanetliyorum. Karnın üzerinde
sürüneceksin, ömrünün sonuna kadar toprak yiyeceksin. Seninle kadın ve onun
soyundan gelenler arasına düşmanlık da koyacağım. Sen onların ayaklarına
saldıracaksın, onlar da senin başına saldıracaklar." Tanrı bu kez kadına
dönerek, onu da cezalandırdığını söyledi: "hamileliğini
ve kadınlığının zahmetlerini artıracağım. Ağrısızı içinde doğuracaksın. Arzun
her zaman kocana olacak ve onun hakimiyetinde olacaksın." Tanrı son
olarak da Âdem'e dönerek, ona verdiği cezaları saydı: "karının sözünü dinlediğin ve yemeni yasakladığım meyveden yediğin
için, toprağı lanetledim. Ömrünün sonuna kadar yemeğini ondan çıkaracaksın.
İşini güçleştirmek için de ondan çalılar ve dikenler bitireceğim. Alnının teri
ile ekmek yiyeceksin, çünkü topraktan geldin toprağa gideceksin." Tanrı
insanın tanrı gibi olduğunu artık iyi ile kötüyü ayırt edebileceğini düşünerek
onu cennetinden kovdu ve geri dönüp hayat ağacından yemesin ve tekrar ölümsüz
olmasın diye Kerubileri ve her tarafa dönen kılıcın alevini görevlendirdi.
(KERRUBİYYUN (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en
yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler
olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur. ]
Âdem bu olay
üzerine, kendisinden yaratılan kadına Havva (hayatı olan) ismini koydu ve tarım
yapmaya başladı. Yiyeceği her şey için emek harcamaya ve ter dökmeye mahkûm
olmuştu.
Öncelikle bu mitosun
bir özet olduğunu söylemek istiyorum. Paganizmin yaratılış mitoslarındaki
detaylara bakınca, kutsal kitaplarda işin bu kısmının biraz özet geçtiğini
görebiliyoruz. Ancak üç semavi dinin mitoslarım bir araya getirdiğimizde
mitosun tamamlandığını göreceksiniz. Bununla birlikte mitosun baştan sona
sembolik bir dille yazıldığını yapılacak çözümlemelerden sonra bambaşka bir
boyut kazanacağını şimdiden söyleyebilirim.
Yukarıda da vurguladığım gibi kutsal kitapta iki
farklı yerde insanın yaratılışından söz edilmektedir. İlkinde kadın ve erkek
olarak insanın yaratıldığı anlatılırken, İkincisinde önce erkeğin yaratıldığı
sonra kadının yaratıldığı detaylı olarak anlatılır. Buradan yola çıkarak
mitosun biraz kopukluklar veya çelişkiler taşıdığını söyleyebilirim. Bu yüzden
bu sorunu ortadan kaldıracağına inandığım bir Musevi mitosunu sizlerle
paylaşmak istiyorum.
Tanrı insanı ilk
yarattığında kadın ve erkek (Âdem ve
Lilith) olarak topraktan var etmişti. Her ikisi de aynı zamanda ve aynı maddeden
yaratıldıkları için birbirleriyle eşit statüde idiler. Tanrı onları, onlar için
yarattığı cennetine koydu. Ancak kısa süre sonra ikisinin arasında bir tartışma
çıktı. Tartışma sevişirken kimin üstte olacağına ilişkin bir tartışma idi. Erkek "ben üstte olacağım"
derken; kadın "senin üstünlüğün ne, asıl üstte ben olmak istiyorum"
diye cevap veriyordu. Uzun uzun tartıştılar; ancak bir sonuca varmaları
mümkün olmadı. Bunun üzerine Âdem tartışmaya tanrının hakemlik yapmasını istedi.
Lilith ise bunu istemedi, tanrının kendisini desteklemeyeceğini düşünüyordu
herhalde. Ve oradan ayrıldı.
Âdem tanrının yanma gitti ve durumu
anlatarak Lilith'den şikâyetçi olduğunu söyledi. Hatta kendisinden kaçtığını
söyledi. Bunun üzerine tanrı, Lilith'in peşinden üç melek gönderdi ve onu geri
dönmeye ikna etmelerini istedi. Ancak Lilith dönmek istemedi ve üç melek elleri
boş döndüler. Tanrı çok sinirlendi ve
Lilith'i lanetleyerek onu şeytanın hizmetine verdi. O günden sonra Lilith,
şeytanın hizmetinde görev yapmaya; bebekleri uyurken öldürmeye ve yalnız
erkekleri gece baştan çıkarmaya başladı. (Ümmü Sıbyan-Alkarısı)
Lilith kaçınca Âdem
yalnız kaldı. Günler geçiyor, Âdem'e yaratılanlar arasından bir eş
bulunamıyordu. Bu duruma üzülen tanrı onun yalnızlığına bir çare bulma çabasına
girdi. Âdem'in gözü önünde ona bir eş yaratmaya başladı. Hammadde olarak kemik,
bağ dokusu, kas, kan ve bağırsak kullandı. Bir düzenleme yaptıktan sonra
bunları deri ile kapladı ve bazı yerlerini de kılla süsledi. Âdem, kendisi için tanrının yarattığı
yeni kadını görünce midesi bulandı ve beğenmediğini söyledi. Tanrı iyi bir şey
yaratmadığını düşünerek ondan da vazgeçti. Bu yeni yaratılan kadının akıbeti
meçhuldür.
Tanrı üçüncü kez daha dikkatli davrandı. Âdem uyurken onun bedeninden aldığı kaburga kemiğinden
Havva'yı yarattı; onu uyandırmadan önce beğensin diye, saçlarını ördü; her
yerini süsledi. Âdem uyanıp yanında bu yeni kadını görünce hemen hayran oldu.
Mitosun buradan
sonrası yukarıda da anlattığımız gibi Kutsal Kitapta detaylı olarak
verilmiştir. Kutsal kitapta bu kısım sanki sansüre uğramış gibidir. Oysa ki, bu mitostan da anlaşılacağı gibi Havva'nın Âdem'e eş olarak
yaratılan üçüncü kadın olduğu çok açıktır. Bir başka nokta ise
bu mitosta herhangi bir yasaktan söz edilmez. Hatta iki cins arasında çıkan ilk ve tek tartışmanın cinselliğin
yaşanması sırasında alınacak pozisyonla ilgili olması da bir hayli ilginçtir.
Mitosdaki sembolik
öğeleri kısaca özetlemeye çalışacağım:
Her şeyden önce
mitosda insanın topraktan yaratılmış olması ve tanrının suretinde yaratılmış
olması anlamlıdır. Toprağın hemen her şeyin annesi gibi gösterilmesi, en önemli
sembollerden birisidir ve dünyanın her yerinde de aynı şekilde anlaşılır. Bu nedenle Toprak "ana" sıfatıyla
anılırken, gökyüzü tersine "baba"dır. Gökyüzünde yaşadığını
düşündüğümüz tanrı da her ne kadar kutsal kitaplarda cinsiyetsiz olarak görülse
de aklımızda hep eril, hatta erkek bir tanrı figürü şeklinde yer alır.
Gerçekten de insan bir şeyden yaratılacaksa toprak gibi anaç bir sembol
kullanılmalıydı. Tanrının insan suretinde olması inancı da hemen her kültürde
bulunan bir imajdır. Antikçağ pagan kültürlerine bile baktığımızda tanrıların
büyük bir bölümünün insan suretinde düşünüldüğü anlaşılır. Metindeki bir başka sembol "hayat ağacı" sembolü olup,
günümüze kadar sanatı etkilemiş, betimlemede bolca kullanılmış bir motiftir.
Metne bakıldığında ise cennettin ortasında bulunan bu ağacın meyvesinden yiyen
insan "sonsuz bir hayata" sahip olmakta ve ölmemeyi
garantilemektedir.
Sanırım burada
herkesin en çok ilgisini çeken şey yasak meyve ve ondan yenmesi sahnesidir. Bu
sahne baştan sona bir sembolizm içermektedir. Cennetin ortasında yer alan ve
tanrının biricik yaratıkları olan insandan gizlediği, onlara yasakladığı ağaç,
bilinmezleri bilme ağacı olarak geçmektedir. Bununla birlikte tanrı insana bunu
yasaklarken, bu ağaçtan yersen ölürsün diye korkutmaya çalışır. Hayat ağacının
yanında yer aldığı da vurgulanan bu ağacın bu durumda aynı zamanda ölüm ağacı
olduğunu söyleyebilirim. Yani insan yerse bu ağacın meyvesinden, hayat ağacının
meyvesinden kazandığı ölümsüzlük özelliğini yitirecek ve ölecektir. Hakikaten
de kutsal kitaplar Âdem'in uzun yaşamasına rağmen öldüğünü yazarlar. Sonuçtan
da görüyoruz ki, bu ağacın meyvesinden yiyen insana ölümün yanı sıra cennetten
kovulma ve diğer ufak-tefek cezalar da verilmiş. Bu durumda çok önemli bir ağaç
olduğunu söyleyebilirim; hatta tüm insanlığın hayatını etkileyecek ve
şekillendirecek kadar önemli bir ağaçtır. Bu ağacın ne olduğu ve nasıl bir
meyveye sahip olduğuna hiçbir kaynakta rastlanmaz; ancak insanlar tarihin en
eski çağlarından bu yana bu ağacın elma ağacı olduğu konusunda uzlaşmış
görünürler. Bu meyve ağacı elmadır. Psikanalistler
öteden beri meyvelerin büyük bir kısmının kadın cinsel organı ile ilişkili
olduğunu vurgularlar. İlk günah konusunu işleyen tüm yazar ve sanatçılar,
bu meyveyi elma olarak hem de kırmızı bir elma olarak tasvir etmişlerdir. Hatta bazı araştırmacılar bunun cinsel
ilişkiyi temsil ettiğinde de hem fikirdirler. Gerçekten de işlenen suçun
bir cinsellik suçu olduğu çok açıktır. Delilleri yeniden değerlendirdiğimizde
Âdem'le Havva'nın işledikleri suçun cinsellik olduğu sonucuna varabiliriz. Bu
durumda yasak olan şeyin de cinsellik olduğunu ve meyveyi yemekle sembolize
edildiğini söylemeliyim. Diğer sembolik
öğelerden birisi de çıplaklıktır ve bu teoriyi destekleyen bir semboldür.
Çıplak olduğunun farkına bile varmayan Âdem'le Havva'nın işlediği suçun sonunda
çıplaklıklarım fark etmeleri ve bedenlerinin bazı bölümlerini kapatma ihtiyacı
duymaları işlenen suçun cinsellik olduğunun diğer bir göstergesidir. Burada diğer Musevi mitosunda kadın ve
erkek arasında cinsellik sorun olunca tanrı bu sorunu tekrar yaşamamak için
cinselliği de yasaklamış olmalıdır. Yılanın da dediği gibi bu meyveden
yerse birisi tanrı olur. Tanrı olmak yaratan olmaktır. Yaratmak sadece tanrıya
mahsustur. Bütün dinlerin ortak temalarından birisidir bu. İnsanın tanrı gibi
olması yaratıcı olmasıdır. Kadının
bedeninden yeni insanlar yaratmasıdır. Tanrının istemediği şey bu olmalı; "tek yaratıcı ben olmalıyım. Benim
işime burnunuzu sokarsanız size haddinizi bildirmek zorunda kalırım."
Bu mitosun en
sembolik ve etkili figürlerinden birisi yılandır. İnsanın cennetten kovulmasına
neden olan başlıca suçlu yılan olarak gösterilir. Yılanın Freudien bir bakışla penisi sembolize ettiğini söyleyebilirim. Bu
durumda işlenen suçun cinsellik olduğu daha da ortaya çıkar. Kutsal Kitapta yılan
konusuna pek girilmezken bu konuda da İslam mitolojisinden yararlanmakta fayda
görüyorum. Neden yılan insanı kandırmaya çalışsın ki?
Tanrı, Âdem'i
yarattıktan sonra melekleri de yaratmıştı. Âdem'i topraktan yaratan tanrı,
melekleri ateşten yaratmıştı. Cennetteki her şeyi Âdem'in emrine verdikten
sonra, meleklerden de ona tapınmalarını istemişti. Bütün melekler tanrının bu
isteğini yerine getirip insana tapınırken, İblis bu duruma isyan etmişti.
Tanrıya "ben senden başkasına tapmam, başkasına kulluk etmem"
diyordu. "Ben zaten ondan daha
üstünüm, beni ateşten onu topraktan yarattın." İblis bu gerekçelerle
Âdem'e tapmayı reddetmişti. Tanrı İblis'in bu tutumunu kendisine karşı isyan
olarak algılayıp onu cennetinden kovmuş ve lanetlemişti. Tanrının kendisini kovmasına sinirlenen İblis tanrıdan kendisine
"yeniden dirilecekleri güne" kadar izin vermesini istedi. İnsanın
tanrıyı kendisi kadar sevmediğini ispatlamak istiyordu. Tanrı ona iddiasını
ispatlamak üzere kıyamet gününe kadar süre verdi. İblis bu güne kadar insanın
tanrıyı yeterince sevmediğini, onun yolundan gitme konusunda çok emin
olmadığını göstermekle görevlendirilmiş oldu. Kıyamet günü, İblis'in veya insanların tanrıyı daha çok sevdikleri
ortaya çıkacak. İslam mitosunda tahmin edebileceğiniz gibi, İblis yılan
kılığında insana ilk günahını işletmişti. Hem de tanrının en sevdiği kulu
olan Âdem'e, iblis ilk iş olarak söylediklerini tanrıya ispatlayabilmek için
hemen cennete girmiş ve orada her şeyden bihaber olarak dolaşan Âdem ve
Havva'yı görmüş ve onları kandırmıştı.
Bir başka İslam
mitosunda, yılanın bu olay gerçekleşene kadar ayakları üzerinde yürüyen bir
canlı olduğu anlatılmaktadır. Bu durumda, Kutsal Kitapta tanrının yılanı
sürünmeye mahkûm etmesi tek ceza olmamalıdır; aynı zamanda tanrı yılanın
ayaklarını da almıştır.
Bu mitos, Kutsal
Kitap'ta yer alan yılan figürünün insanı kandırmasının nedenini gayet güzel bir
biçimde açıklamaktadır. İslam mitosu ayrıca, günahı Âdem ve Havva'nın ayıp
yerlerini birbirlerine göstermek yoluyla işlediklerini açıkça anlatıyor. Bu
işlenen suçun içeriğini de açıklaması açısından önem taşıyordu.
Yasak meyve yiyenlerin
ölümlü olacağı da gözden kaçırılmaması gereken bir semboldür. Ölümsüz bir yaşam
olan cennette, cinselliğin yasak olması doğumun da olmayacağı anlamına geliyor.
Ölüm yoksa zaten doğuma da ihtiyaç yok demektir. Cinsel ilişki nüfus artışı demektir. Nüfusun artıyor olması da ölümün doğa
kanunu olarak anlam bulması demektir. İnsanların cennet dışına çıktığında
ölümlü olması bu nedenle önem taşımaktadır. İnsana vaat edilen cennet yine ölümsüzlük içeren büyük bir rüyadır.
Bu mitostaki en
önemli motiflerden birisi hiç şüphesiz ki "cennetten kovulma"
motifidir. İnsanın dünyasına anlam katan ve insanın ölüm korkusunu en hafife
indiren cennet hayalidir. İnsan-tanrı ilişkisinde yeni bir dönem başlatan bu
olay, insanın yaşam biçimindeki en büyük değişikliklerden birisinin
gerçekleştiğini ima eder. Arkeolojik olarak da gerçekten tarıma geçiş önemli
bir dönüm noktası teşkil eder, işlenen suçla verilen ceza arasında aslında
anlamlı bir ilişki vardır. Aşağıda bu konuda detaylı bir açıklama sizi
bekliyor.
Bu mitosla ilgili
sizlere sunmak istediğim son metin Musevi mitolojisine ait olup tanrının
Havva'yı neden Âdem'in bedeninden yarattığı ile ilişkilidir. "Onu
erkeğin kafasından yaratmayacağım, öyle yaparsam kendini beğenmiş olur; onun
gözlerinden de yaratmayacağım çünkü o zaman şehvetli bakışlara sahip olur;
kulaktan yaratmak da onu ukala yapar; onu ağzından da yaratmayacağım yoksa
geveze olur; kalp de olmasın çünkü o da kıskançlık yaratır; onun elinden de
yaratmayacağım, yoksa başkalarının işlerine karışır; ayak zaten olmaz sonra
ortalıkta sürter. Giysilerinin altında ve insanın gözlerinden uzakta olan
kaburgadan yarattım onu. Çünkü onun gösterişi, sessizliğinde ve evde yerine
getirdiği görevlerin ona verdiği mutluluktadır." Bu düşünce kadının yerinin tanrı
tarafından belirlendiğinin ve kadın erkek ilişkisinin yürümesinin koşulu gibi
kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Daha sıkı bir
inceleme ile başka semboller de bulabiliriz; ama bu kadarının bile bize çok
veri sağladığını söyleyebilirim. Bu mitoslar ve sembollerden sonra mitosu
yeniden şu şekilde değerlendirebiliriz. Tanrı
insanı önce çift olarak yaratmıştı; Âdem
ve Lilith. Bunlar arasında cinsel ilişkide alınacak pozisyon yüzünden kavga
çıkar ve Lilith, Âdem'i terk eder. Tanrı da o onu lanetler. Tanrı Âdem'in
yalnızlığına üzülür ve ikinci bir kadın yaratsa da bu kez Âdem onu beğenmez ve
yok edilir. Tanrı bu kez üçüncü denemeyi yapar ve Âdem'in kaburgasından aldığı
kemikten Havva'yı yaratır. Bu kez ihtiyatlı davranmaktadır; aralarında bir
sorun çıkmasın diye Âdem'in bu ilişkinin efendisi olduğunu ilan eder. İlk
seferinde tartışma konusu olan cinsel ilişkiyi de tümden yasaklar. Böylece
ikisi arasında bir sorun çıkmayacağından emin olarak onları cennete koyar. Sonsuz yaşama sahiptirler her ikisi de.
Onlar sorunsuz yaşayıp giderken, Âdem'e secde etmeyi reddederek lanetlenen
şeytan yılan kılığında insanların ipliğini pazara çıkarmak için, onları cinsel
ilişkiye girmek konusunda kandırır. Âdem ve Havva, yılanın da ısrarı ile
tanrı gibi olmak istemişlerdi. Her şeyi bilmek istiyorlardı. Tanrı gibi
yaratıcı olabileceklerini düşünmüşlerdi. Yasak olması ilişkiyi daha da cazip
hale getiriyordu. Ve şeytana uyarak birbirlerinin ayıp noktalarını
“bilmeye" karar verdiler. Birden çıplak olduklarını fark ettiler. Ve
tanrıdan saklanmaya başladılar.
Tanrı onların
kendisi gibi tanrılığa özenmelerini hoş karşılamadı ve onlara değişik cezalar
verdi. Yılanın ayakları olmayacak ve ömrünü sürünerek ve de insanla savaşarak
geçirecekti. Havva yaratıcılığının bedelini çok ağrısızı çekerek ödeyecekti.
Âdem ise cennet bahçesinde olduğu gibi rahat olmayacaktı; yiyecek her şey için
çalışması ve toprakla mücadele etmesi gerekiyordu. Bu cezalar onların cinsiyet
rollerini de belirliyordu. Âdem toprakla ilgilenirken Havva çocukları ve evi
ile ilgilenecekti. Cennetteki rahat yaşama ancak ölümden sonra ve tanrının
istediği gibi bir yaşam sürerlerse kavuşabileceklerdi. Yeni yaşamını kurduğu
dünya insanın şeytanla hesaplaşmasının arenasıydı.
Bütün bunlar
tanrının insan ve onların ilişkileri üzerine düşüncelerini belirtmektedir.
Ancak yine de bu kadar açıklamaya rağmen havada kalan bir şeyler olduğunu
itiraf etmem gerekir. Temel sorun aslında şudur: Bu öyküye neden ihtiyaç
duyulmuştu? Bir başka değişle, bu mitos hangi ihtiyacın karşılayıcısı olarak ve
niçin üretilmişti? Bu soruların cevabı
aslında yine mitosun içerisinde yatmaktadır. Bu cevaba ilişkin ipuçlarından
birisi, "cennetten kovulmaydı” İnsanın bir yaşam biçiminden bir başka
yaşam biçimine geçmesidir. İnsanın bu geçişi cinsel bir "suç" yoluyla
gerçekleşecek veya mecbur kalacak. Bu geçiş ayrıca kadın ve erkek
arasındaki ilişkileri de yeniden düzenleme ihtiyacını ortaya çıkaracak. Şimdi
insanlık tarihinin arkeolojik veriler ışığında böyle bir döneminin olup
olmadığı sorusuna cevap arayalım.
Dünyadaki yaşam macerasına çok daha
eskilerde başlayan insanın alet yapmaya başlaması 2,5 milyon yıl öncesine kadar
gider. İnsan yaşamı bu tarihlerden başlayarak son buzul çağı sonlarına kadar çok
değişmeden devam eder. Doğada bulduğu bitkisel besinleri toplayarak ve avcılık
yaparak geçimini sağlayan insanın yaşamı M.Ö. 10 binli yıllara gelindiğinde
değişmeye başlar. Buzul çağının sona ermesi ile kutuplara doğru çekilen
buzulların arkada geniş otlaklar bırakması av hayvanlarının da buzulların
arkasından hareket etmelerine neden olmaya başlamıştı. Küçük kabileler halinde
yaşayan insanların toprak, bitki ve hayvan dünyası ile daha yakın bir ilişki
kurmasına neden olan bu değişim, bir anda gerçekleşmiş değildi elbette; bu
binlerce yılda gerçekleşen bir süreçti. Bu süreç içinde insanın gereksinim
duyduğu besinin büyük bir bölümünü kadınların toplayıcılık yaparak sağladığı
bilinmektedir. Vitamin ve protein ihtiyacının büyük bir bölümünü sağlayan
kadının konumu ise erkeklerden çok farklı değildi. Kadın-erkek arasındaki söz
konusu ilişkiler fiziksel ve doğal koşullar tarafından belirlenmişti. Dünyanın
biraz daha ısınması, insanın çevresini daha iyi tanımaya başlaması ve alet
yapımının gelişmesi insan nüfusunun hızla artmaya başlamasına neden olmuştu. Bu
nedenle daha fazla besine ihtiyaç duyan insan çevresini de tüketmeye
başlamıştı. Doğanın kendisini yenilemesine izin vermiyordu. Özellikle kolay
avlanan av hayvanlarının tükenmesi ve diğer hayvanların buzulların peşinden
gitmeleri, insanı yeni besin kaynakları bulmaya itmiş olmalıydı. Bu dönemin
sonunda insan, toprakla ilişkisini yeniden değerlendirmeye ve ihtiyaç duyduğu
bitkisel besinleri kendisi yetiştirmeye başlamıştı. İnsanın bu ilk tarımsal faaliyeti
Anadolu-İran-Irak üçgeninde gerçekleşmişti. Bitkilerin yeniden yetiştirilmeleri, bazı
hayvan türlerinin evcilleştirilmesi insanın beslenme alışkanlıklarında
değişikliklere yol açmış olması muhtemeldir. Her şeyden önce besin kaynaklan
ile ilgili bu değişimin insanın yaşam biçimini değiştirmiş olması gerekir.
Göçebe olarak yaşayan insanın coğrafya ile de ilişkisi değişmiş olmalıydı.
Gerçekten de bu tarihlerden itibaren insanın yerleşme pratiklerinin oluşmaya
başladığını gözlemleyebiliyoruz. İnsanın daha sabit yaşamaya başlaması nüfusun
daha da artmasına neden olmuştu. Bu da daha fazla yiyecek anlamına geliyordu.
Daha fazla yiyecek daha yeni ve başarılı teknoloji ile olabilirdi. Bu birbirini
tetikleyen süreç bu güne kadar gelmiş ve uygarlığın oluşumunu sağlamıştı.
Yapılan antropolojik
ve arkeolojik araştırmalar bu gelişmelere yol açan nedenin nüfus artması
olduğunu ortaya koymaktadırlar. Hatta halen Afrika ve Avustralya gibi yerlerde
yaşayan avcı-toplayıcı kabilelerin nüfus planlaması yaptıkları için bu
teknolojik gelişmeye ihtiyaç duymadıkları, doğanın verdikleri ile yetindikleri
için aynı yaşam biçimini devam ettirdiklerini ileri sürmektedirler.
Yerleşik düzene ve üretime geçen
insanların yaşam pratiklerinde de ciddi değişimler olmuştu. Toplu halde ve daha kalabalık yaşamaya başlamak, besin
üretimi ve avcılık, kültür üretimi eski göçebe kuralların yetersiz kalacağı bir
yeni yaşam biçimiydi. Her şey değişmişti toplumsal kurallar, bir arada yaşamayı
sağlayan, belli müştereklerde buluşmayı sağlayan bir hukuk ve ahlak sisteminin
oluşturulması gerekiyordu. Yeni iş bölümü yapıldı. Kadının tarımı keşfeden
cinsiyet olmasına rağmen yeni iş bölümünde tarım erkeğin ilgi alanına
kaydırılmıştı. Eski yaşam
biçiminde besin kaynaklarının % 80'ini sağlayan kadının bu oranı oldukça
düşmüştü. Çünkü tarım ve hayvanların evcilleştirilmesi, bitkisel ve hayvansal ürünlerin
toplanma ihtiyacını azaltmıştı. Bu da kadının ekonomik getirisinin daha da
azalmasına neden olmaktaydı. Kadın
giderek evle sınırlandırılan bir doğurma aracı haline dönüşmeye başlamıştı. Üstelik
bir arada yaşamanın yeni koşulları mahremiyet ihtiyacının ortaya çıkmasına
neden olmuştu. Bu beraberinde başka kavramlar da getirmişti; ahlak, mülkiyet,
aidiyet...
Tarih boyunca kültür
üretimi her zaman erkeğe ait bir alan olmuştu. Bu nedenle de kadına burada
düşen rol erkeğin verdiği kadarıyla sınırlı olmaktaydı. Kültürün en büyük düşmanı ise, cinsellikti. Cinselliğin kontrollü
yaşanması mecburiyet haline gelmişti. Aksi takdirde kaotik bir ortam olacak
ve kültür üretimi imkânsız hale gelecek, insanlar bir arada yaşamayacaklardı.
Cinselliği kontrol altına almanın en kolay yolu da kadını kontrol altına
almaktı. Erkek de bunu yaptı; kadını evle sınırlandırdı; evlendirdi.
Bu gelişmeler Eski
Taş Devrenden Yeni Taş Devri'ne (Paleolitik Dönemden Neolitik Döneme) geçişte
yaşanmıştı. Günümüzden yaklaşık 10.000 yıl öncesiydi. Bu bilimsel açıklamadaki
kurgu ile ilk günah ve cennetten kovulma mitosu arasındaki benzerlikler
dikkatinizi çekmiştir. Gerçekten de bu mitos tarihin derinliklerinde yaşanan
bir gelişmenin sonraki insanlar tarafından anlamlandırılma çabası ile oluşturulmuştu.
Onlar kendilerinin kaderi gibi görünen yaşam biçiminin nasıl olup da üzerlerine
yapıştığının dinsel boyutunu açıklıyorlar bu mitosla.
Âdem Kutsal Kitap'ta anlatıldığı gibi ilk
insan değil ilk tarımcıydı. Lilith ve Havva ise gayet net bir biçimde
avcı-toplayıcı toplumun güçlü ekonomik getirisi olan kadınını tarım ve yerleşik
kültürün fakirleştirilmiş ve sınırlandırılmış kadınını temsil ediyorlardı. Eski yaşam
biçiminin kadını yeni toplumsal yapıya ayak uydurmakta güçlük çekmişti. Bu
nedenle yeni yaşam biçimi içinde kadının konumunun yeniden gözden geçirilmesi
gerekmiş ve yeniden konumlandırılmıştı. Cennetten kovulmaya neden olan cinsel
ilişki ise açıkça avcı-toplayıcılıktan yerleşik ve üretimci yaşam biçimine
geçilmesini zorunlu kılan nüfus artışını sembolize etmekteydi. Yılan ise ölüm
ve yaşam sembolüydü. İnsanı ölümlü kılan yılan aynı zamanda yeni bebeklerin
doğmasını sağlayan cinsel bir güdü konumundaydı. Yılan tarıma geçiş ve üretim
demekti. Toprağın işlenişiydi yılan; nüfusun
artışıydı.
Diğer yandan bir
başka pencereden bakıldığında, bu mitos ve gelişmeler kadının makûs talihinin
de ortaya çıkmasının öyküsünü oluşturuyordu. Birbirlerine eşit iki varlıktan
egemen ve egemen olunana bir dönüşümdü. Erkek egemenliğinin başlangıcının
mitosu idi. Hatta kutsal bir sözden kanuna dönüşümdü. Çünkü artık erkeğin
kadının efendisi olduğu tanrının ağzından çıkan sözlerle bir kadere dönüşmüş
idi. Kutsal bir yasa idi ve değişmezdi. Uysal kadının yaratılışı, Lilith’lerin lanetlenmesinin belgesiydi. Bu mitos anlatıldıkça üretilecek, kültür aynı yönde
devam edecekti. Nehrin yatağını tanrı belirlemişti, su uysal uysal akmalıydı.
Ödül, kovulduğumuz cennetti; kültürün, uygarlığın, yasağın olmadığı,
cinselliğin sınırlandırılmadığı bir "eski" dünya.
Sh: 107-126
Alıntı Kaynak: İsmail Gezgin, MASALLARIN
ŞİFRESİ, Kırmızı Başlıklı Kız'dan İlk Günah'a... Birinci Baskı. Aralık 2007
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder