MEISTER ECKHART [ECKHART USTA]
Hzl: Mustafa Taşpınar
"Liebe
vertreibt alle Furcht"
Meıster Eckhart
Meıster Eckhart
Son yıllarda Eckhart Usta'nın hayatını geçmişin
karanlıklarından ve efsanelerinden arındırıp, tekrar ortaya çıkarma çalışmaları
hızlanmıştır. Cusanus'tan derlenen ve 19.yy,'da edebiyat tarihçiliğinin
gelişmesinden ve Alman idealizminden sonra defalarca basılan, Almanca ve otantik şekillerinde yaşaya gelen eserlerinden
başka, Eckhart hakkında "mistisizm" propagandası yaptığı ve kilise
eğitimi ile anlaşmazlığa düştüğü dışında pek fazla birşey bilinmiyordu.
Bugün, onun hayat akışı hakkındaki bilgilerimiz bazı
varsayımlara dayanmakla ve detaylı olmamakla beraber, yine de belli bir profil
çizilebilmektedir. Eckhart, Erfurt civarında doğmuştur. Ona 1277' de Paris'te,
Thüringen'den gelmiş Dominiken tarikatının bir öğrencisi ve üyesi olarak
rastlıyoruz.
Buradan 1261 yılı dolaylarında doğmuş olabileceği
düşünülebilir. Demek ki henüz öğrenci iken Büyük Albert ve Thomas von
Aquini'nin öğretileri üzerine tartışmaları takip edebilmiştir. Albert'in ölümü
üzerine Köln deki ilahiyat öğrenimi sona ermiştir (1280).
Meister Eckhart ilahiyat öğrenimine "Lector
sententiarum" olarak başlamıştır. Bu dönemde verdiği vaazların büyük bir
bölümü kaybolmakla beraber 1293-1294 Akademik yılı başında Paris'te verdiği
açılış konuşmasının metni ve 1294 Paskalya vaazının metni mevcuttur.
Eckhart, ilk kez Alman mistik dünyasına böylece adını
yazdırmıştır. Daha sonraları ise bu çalışmaları yanında idari görevler de
yüklenmiştir. Meselâ: Erfurt Manastır başrahibi ve Thüringen papaz vekili
olarak Dominion tarikatı' içinde önemli görevler yüklenerek bunları etkileyici
ve tarikat içinde iz bırakıcı bir şekilde sonuçlandırdı.
Alman Tarikatlar Birliği "Teutonia"nın o
tarihteki Provinzial'i’’ (Bölge manastırları başkanı), eyaletin en yüksek
rütbeli Papazı Dietrich von Freiberg'le
arkadaş olduğu sanılmaktadır. Bu tarih, "Collationes"den yani genç
tarikat üyelerinin manastırdaki yaşam biçimleri üzerine konuşmalardan
çıkarılan, ünlü "eğitim söylevi"yİe (veya ayırdetme üzerine söylev)
aynı tarihe rastlamaktadır.
Bu eserlerinde Eckhart, bu henüz otuz yaşındaki genç
adam şaşılacak bir sadelik içinde, mistisizmin öngördüğü "Tanrı
Birliği" ne doğru anlamlı bir adım atmaktadır, öyle ki, görüşleri
gitgide berraklaşarak, diğer mistiklerin ve arayış içinde bulunan tüm gönül
erbabının bakmaktan kendilerini alamadıkları bir parlaklığa ulaşmaktadır, çünkü
Eckhart Tanrı'nın metafizik ülkesiyle hayatın gerçek ülkesi arasında bir
köprü kurmaktadır. O artık hem bir "öğretim ustası", hem de bir
"yaşama üstâdı"dır.
Üçüncü Paris ikameti, Eckhart'ın artık gerçek bir
"üstâd" (Magister sacrae theologiae) olduğu zamandır. Paris
üniversitesi ilahiyat Fakültesinde yabancılar için ayrılmış kürsülerden birinin
başına geçmiştir. Elimizde bu dönemde yazılmış tartışmalı meseleler üzerine iki
"münazara"sı vardır. Bunlardan "Tanrı
da var olmak ve bunu görebilmek arasındaki ilişki üzerine" adlı olanı daha ilginçtir.
Daha sonra Eckhart, yine idari bir göreve gelmiştir.
1303'de Alman vilayeti ikiye bölünmüş ve Eckhart yeni "Saksonya"
vilâyetinin ilk Provinziali olarak Erfurt'a yerleşmiştir. Bu vilâyet
Hollanda'nın Almanca konuşulan kuzey bölgesinden Mark Brandenburg'a kadar
uzanmaktadır. Eckhart “Yeni Tarikat Meclisleri kurmak ve Puhani Meclisi
idare etmek" gibi bu yıpratıcı görevi sekiz yıl sürdürmüştür. O zamana
ait etkinliklerinin izleri bugüne kadar gelmiştir. Dominiken tarikatına ait
Provinzial'in Ruhani mecliste sunduğu "Jesus Sirach üzerine dersler ve
Tekdirler" de günümüze kadar ulaşabilmiştir.
Eckhart'ın verdiği derslerin yankıları o kadar geniş
olmuştur ki, kendisi 1311 yılında ders vermek üzere Paris'e çağrılmıştır.
Eckhart buraca iki akademik yıl kalmıştır. Elimizde bulunan yine skolastik
tartışma Seklindeki "Questiones Parisiennes" (Paris Meseleleri) eseri
burada yazılıştır.
Bu görevinin en önemli sonuçlan Strasburg ve güney
Almanya'da kendilerini kabul ettirmeye başlayan Johannes Tauler ve Heinrich
Seuse gibi ‘ ünlü mistiklerin yetişmesinde etkin bir şekilde rol almış
olmasıdır.
Muhtemelen bu tarihte, ünlü "Teselli Kitabı"
ve "Soylu insandan" "Vom edlen Menschen" vaazı kaleme
alınmıştır. Bunlar birbirleriyle bağlantılıdır.
(Kocasıyla
babasını kaybeden (1308 de öldürülen 1. Albert) ve 1313 de Manastıra kapanan
Macaristan Kraliçesi Agnes'e ithaf edilen bu vaazların Eckhart'ın Paris'e
dördüncü defa gidişinden önce kaleme alındığı kabul edilir).
Eckhart'ın Starsburg'daki görevi 1322 yılında sona erer.
Kendisini Köln'de daha büyük bir görev beklemektedir. "Studium
Generale" nin yöneticiliği. Eckhart'ın kendine özgü yaratıcılığının burada
daha da güçlenerek yeni eserlerle noktalandığım görüyoruz. Meselâ: "Ave,
Gratia Plera".
Eckhart öğrencilerinin istekleri üzerine bütün
eserlerini "Opus tripartitum" olarak düzenlemiştir. Bu üç bölüm;
Tezler, meseleler ve son olarak da vaazlarının yer aldığı tefsirlerdir. Bu
bölümler sistematik bir sıra izler. Ancak bu sıra bu bölümlerin yazılış
sıraları değildir. Eckhart eserinin parçalarım belli bir şekilde tasnif
etmiştir. "Her sistem bir parçadır ve öyle
kalır, ve her parça da bir "bütün" olarak anlaşılacaktır" şeklinde
yazılmıştır.
Fischer ayrıca şunları tesbit etmiştir: Eckhart'ın bütün
eserleri tek ve büyük bir kısaltma olarak görülmeli ve öyle okunmalıdır. Ancak
bu seçim, daha önce kimsenin işlemediği veya çok az değindiği bir şeyi
getirmektedir; buna tasarruf ilkesi de dahildir, bunun anlamı her türlü
ayrıntıdan kaçınmaktır. Bunun için Eckhart'ın dili tarz olarak açıktır, ancak
içerik olarak yoğundur ve anlaşılma zorlukları da buradan kaynaklanmaktadır.
Kapsam olarak tefsir eseri "Opus exposıtionum"
ön plandadır. Eckhart'ın ilâhiyat ve Felsefesinin temelinde İncil'in yorumu yatmaktadır.
Ancak bu yorum, Eckhart'ın çok üst düzeydeki sezgi gücüyle hayret verici bîr
genişliğe ulaşan bir spektrum çizer. Burada kutsal kitabın genesis (yaradılış),
Exodus (II Kitap) ve Sen-Jan (Johannesevangelium) Incil'in bölümleri üzerine
seçme tefsirler bulunur. (Eckhart burada genellikle kısa Örneklemelere
başvurmaktadır). Bazı tefsirleri ise maalesef kaybolmuştur. Murada başlangıç
bölümü, (principum) verilmek istenen mesajın temeli olarak ön plana çıkar.
"Bilgeliğin kitabı", Tevrat'la İncil arasında bir köprü oluşturur.
Eckhart bu eserini teolojik bilimsel çerçeve içinde
kaleme almıştır. Ancak, bunu içerik olarak diğer vaazlarından tümüyle ayrı
tutmak doğru bir yaklaşım sayılmaz, çünkü gerek bu eserinde, gerekse diğer
vaazlarında Tanrı'ya ulaşma amacı tıpkı büyük bir şehrin en büyük meydanı gibi
hep en merkezi mevki de yer alır.
Bütün Reformcuların veya "Yeni Yol"
öncülerinin kader çizgilerinden eksik olmadığı gibi, Eckhart'ın hayatında da
tutucu çevrelerle giriştiği mücadeleler eksik değildir, öyle ki, hayatının
sonlarına rastlayan vaazlarında derin bir ıstırap içinde kilise ile arasındaki
sürtüşmelerden söz eder.
Bu sürtüşmeler konusunda kendisine zaman zaman büyük
haksızlıklar yapılmıştır. Meselâ: Thomas von Aquin gibi ilâhiyatçılar
kendisinin teolojik başarılarını tümden göz ardı ederek onu piskoposluk peşine
düşmüş bir şahsiyet olarak takdim etmişlerdir. Hatta 1326 Ekiminde aleyhinde
ileri sürülen iddialar bir araya getirilerek "savunması" istenmiştir.
Meister Eckhart savunmasını maddeler halinde Avignon'da
Kardinal ve İlâhiyatçı!ardan oluşan bir komisyona göndermiştir. Ne varki,
soruşturmanın sonucunu öğrenmeye ömrü yetmemiştir. Sonuç belki de kendisinin
tahmin ettiği kadar ağır yargılar taşımıyordu.
Papa Johannes XXII.'nin imzasını taşıyan 27 Mart 1329
tarihli Papalık Fermam "In agro dominika" kendisini savunmasının 17
maddesi için haklı bulurken, 28 konuda cüretkârca şüpheli yollara saptığını
ileri sürmektedir. Ne ki, ölümünden sonra
kendisini büyük bir sadâkatle izleyenlerin sayısı hiç de az olmayacaktır. Hatta bunlardan birisi, (kendisini pek çok
noktada haksız bulan Papalık Fermanına rağmen) Papa'nın Köln Başpiskoposu
Heinrich von Virneburg’dur. Başpiskopos kendi sorumluluğu altındaki ruhâni
bölgelerde Meister Eckhart’ı canla başla savunmuştur.
Bilindiği gibi, "Meister" (yani usta) Alman
teoloji literatüründe bugünkü doktora seviyesinde bir unvandır. Kolay
kazanılmayan ve saygınlığın bir seviyedir.
Eckhart bütün dünyada bu unvanıyla birlikte
anılmaktadır. Eckhart usta, Alman mistisizminin en büyük ismi olarak anılmasına
rağmen, hayatı hakkında bilinenler menkıbe çizgisini pek aşmaz.
Eckhart'ın dili güçlü, canlı ve ifadesi kuvvetli
olmasına rağmen katıdır. Renkli ve cıvıl cıvıl değildir.
Eckhart'ın etkisinin güçlü ve uzun süreli olmuştur.
Bugünkü nesillerde bile onun tesirini tesbit etmek bunu ispat etmektedir.
O, devrinde, devrini takip eden zamanlarda halk arasında
etkisini daima muhafaza etmiştir. Bunu teologlar, onun ifade gücüne, savunduğu
kanaatlerin sağlamlığına ve klasikliğine bağlarlar.
Bu usta din adamı aynı zamanda halk arasında da hem
popülarite hem de düşünce silsilesi olarak etkisini devam ettirmiştir. Halk
arasında bu derece saygın yer etmesinin sebebi, söylediklerini yaşamasıdır.
O'nun felsefe ve öğretileri modern ilimlere de kaynak
teşkil etmiştir. Ortaçağ felsefesinin bir kişide devam etmesi ve yüzyıllar
sonrasını tesiri altına alması, başka mistiklerde rastlanmayan bir haldir.
Mistik öğütçüler sayesinde ulusal diller Ortaçağda
yepyeni boyutlar kazanmıştır. Bunu Avrupa dillerinde de kolaylıkla izlemek
mümkündür. Meister Eckhart'ın Almanca öğütlerinin Alman dilini zenginleştirmek
alanındaki rolü büyük olmuştur.
Mistiklerin dil alanında oynamış oldukları bu yaratıcı
rolün nedenini bulmak kolaydır. Onların amacı halkın kalbine erişmek, aşk
güven, özlem ve bağlılık konularında yaşadıklarım, düşündüklerini tüm insanlara
duyurmaktı. Fakat bu, o insanların herbirinin anlayıp benimseyecekleri bir
çalışma ile gerçekleştirilebilirdi.
Avrupada Latinceden, İslam ülkelerinde Arapçadan
faydalanan Teologların, bilginlerin diliyle dinsel öğütler verip yazılar
yazmalarına karşılık, Mistikler halkın dilini kullanıyor, bu dili sürekli
olarak geliştiriyor ve bunları yaparlarken Tanrısal aşkın en derin sırlarım
herkesin anlayabileceği sözlerle açıklamaya büyük özen gösteriyorlardı.
Mistik şair, sembollerini halkın yaşantısından almakta
idi. Meselâ: Bozkır'ın kenarındaki kurumuş ağaç, aşk diye bir şey tanımadığı
için suyu çekilmiş olan ve cehennemden başka gidecek yeri bulunmayan talihsiz
insanı, Yüce dağların üstünden aşan kuş ise mistik kişinin sevgilisine doğru
uçan ruhunu simgelemektedir.
Hıristiyan dünyasında ülkeleri yönetenler, yanı
iktidarda olanlar Eckhart'a severek tabi olmuşlardır. Onda itici, tehdit edici
korkutucu veya insanı hemen cehenneme yollayım bir husus tesbit etmedikleri
için onun arkasında veya paralelinde yerlerini almışlardır. Halk ise, ricalden
bu derece sevgi ve saygı gören kişiyi tamamen kendilerinden bir kişi olarak
gördükleri için geniş bir rahatlık içinde olmuştur. O çağa veya Eckhart'a kadar
durum böyle değildir. Daha önceki bölümlerde anlatıldığı üzere, halk ile
aristokrat sınıf arasında telafisi güç bir uçurum vardır. Her iki sınıf
birbirlerine karşı dikkatlidir. Biri için iyi olan diğeri için kesinlikle
yanlıştır, yozdur ve tehlikelidir. Oysa Eckhart usta bu kabulün dışındadır.
Dclayısıyla itibarı her kesimde yüksektir.
Hatta bazı araştırmacılar, onu aristokrasi ile halk
arasında "üzeri kadife kaplı bir
köprü" olarak kabul ve tarif
ederler.
Eckhart, felsefesinde çıkış çizgisi olarak Platon,
Aristoteles ve Plotini'yi esas alır. Bilindiği gibi bu filozofları
Origenesaugustin ve Dionysius Areopagıta izlemişler, felsefelerine
alternatifler ilave etmişler ve zirveye Thomas von Aquin ve Albertus Magnus ile
ulaşmışlardır. İşte Eckhart usta bu çizgiyi kendine has bir uslup ve tarz da
hem halka, hem yüksek sınıfa maletmiş ve farklı bir ekol olmuştur.
Bu ekol şöyle izah edilebilir:
Hıristiyan dininin doğruları, Skolastiğin bilimi
eştirmiş olduğu dogmalarda değil, inanan gönüllerin derinliklerinde yatar. Salt
doğruluk insanın kendisindedir, kilisenin dogmaları ile törenlerinde değildir.
Bilmek, bilen ile bilinenin özce bir olmalarıdır. Bilginlerin en yücesi olan
Tanrıyı bilme, evrenin bu özü ile ruhun birleşmesidir, insan Tanrı'yı, Tanrı
kendisinde, kendi içinde ise bilebilir. Bu
anlatılmaz bir görüşdür, bizim kendimizde Tanrı'yı görmemizdir. Tanrı'nın bizim
içimizde kendi kendisini görmesidir. Onun
için insan benliğinden geçmelidir, Tanrı'da erimelidir, bireyliğini ortadan
kaldırmalıdır.
İşte bu idealist pantheizm, yani Tanrı'nın ideal bir
varlık olarak Bütün var olanlara
yayılmış bulunduğu düşüncesi, dış dünyayı iç dünyaya çeviren, Tanrı'yı bir iç
görüde kavrayan bu anlayış, Alman Mistisizminin ana özelliğidir.
Her türlü mistisizmde de bulunabilen bu görüşlere
Meister Eckhart, anlamı olan bir bağlantı kazandırmış, böylece onların geniş
ölçüde yayılmalarım sağlamıştır. Onun en büyük hizmeti, mistik öğretinin özünü,
halk bilincine kadar indirip, yerleştirmiş ve bir de yüksek düşünceler için çok
yerinde Almanca sözcükler bulmuş olmasıdır. Almanca felsefe terimlerinin babası
Meister Eckhart denilebilir.
Nikolaus, Schelling ve Schopenhauer, tamamen Eckhart
ekolünün ünlüleridir.
Daha önce, Eckhart'ın Dominiken olduğunu ifade etmiştik.
Domini kentlerin en çok ilgi gören ve ün kazanan kişisi olmakla, ondan sonra
gelecek bütün Dominiken feylozofların onun tesirinde olacağı tabiî bir
sonuçtur. Bunun dışında Franziskenlerde felsefe olarak Eckhart'ın etkisini
inkâr etmeyecek durumdadırlar. XIII. ve XIV. yüzyılın mistik atmosferi
tamamıyla ve global olarak Eckhart felsefesi üzerine kurulmuştur, denilirse, bu
yanlış olmaz.
En yakın dostları ve öğrencileri olan Strasbourg'lu
Johannes Tauler ve Heinrich Seuse, Eckhart'tan aldıkları meşaleyi daha uzaklara
götürmüşler, onun etkisiyle Hıristiyan yüzyıllarım renklendirmişlerdir.
Klasik batı Mistisizmi, Allah, İsa ve Kutsal Ruh üzerine
inşaa edibilmiştir. Hıristiyan mezhep ve ekollerinin tümü, bu ana şemanın
varyasyonları şeklindedir. Esas değişmemek kaydıyla yollarda, felsefelerde,
yoğrumlarda meydana gelen farklılıklar bu ana felsefenin şubelerini teşkil
etmiştir.
Eckhart bu şemaya insani bir boyut getirmiştir. İnşam ve
düşüncesini eklemiştir. Bu olağanüstü bir cesarettir. Nitekim, Ortaçağın
Skolastik dünyası onu yargılamakta gecikmemiştir. Ne varki Eckhart (1327)
Şubatında engizisyon önünde kendini ve düşüncesini savunmuş ve ceza almadan
kurtulabilmiştir. Daha sonra Avignon'da tekrar mahkeme huzuruna çıkmıştır.
Bütün bunlar, İslâm tasavvuf felsefesinin yargılanmasını
hatırlatmaktadır. Eckhart'ın "Allah'ın varlığında yok olmak (Fena
fillah)" felsefesine ciddi paralellikler arzeden tasavvuf düşüncesi
yüzünden, birçok ünlü İslâm mutasavvıfı, (Nesimi gibi, Hallacı Mansur gibi)
kovuşturma ve cezalara hedef olmuşlardır.
Hallacı Mansur'un "Enel Hak" (Ben Allah'ım
veya Allah benim) çıkışı ile, Eckhart ekolünün ünlü ismi Psalmisten'in "Sakin olun ve
benim Allah olduğumu bilin" ifadeleri
şaşılacak kadar benzerlik gösterir. Klasik batı mistisizminde bu konu yoktur.
Bunu biraz daha açıklayalım:
Klasik Hıristiyan felsefesindeki "Teslis"
kavramının dışında, Eckhart’ın kurtuluşu ruhun Tanrı ile birleşmesinde arayan
mistisizmi, onun (yolunda gidenler tarafından zamanla pratik bir mistisizme
çevrilmiştir. Bunlar, artık ruhu gerçekten de kurtuluşa ulaştıracak pratik yolu
aramışlar, bunun için bir kurallar sistemi, bir teknik geliştirmeye
uğraşmışlardır. Kurtulmak isteyen, yalnız Tanrı'yı kendi içinde görmekle
yetinmeyeyek, istek ve iştahlarından da geçecek, alçak gönüllü olacak, din ve
ahlak işlerinde sessiz bir gönül tokluğu ile çalışacaktır.
Eckhart'ın Macar kraliçesine sunduğu "Buch
göttlicher Tröstung" (Kutsal teselli kitabı) ile "Sermon von edlen
Menschen" (asil insanlar özerine vaaz) dan oluşan
"Benedictus"adlı eserinde ve "von der Abgeschiedenheit"
(Kaçınma üzerine) isimli vaazında, felsefesini açıkça ortaya koyarken ruh ile
Tanrı arasındaki "Vahdet"in (birliğin) dört merhâlesini anlatır.
Bunlar;
1. Benzemezlik
2. Benzerlik
3. Özdeşlik (birbirlerinde kaybolmak)
4. Atılımdır.
Başlangıçta Tanrı "Herşey", yaratılan ise
"Hiç"tir. Son merhalede "ruh Tanrıya eştir". Bu merhalenin
itici gücü ise kaçınmadır (Abgeschiedenheit)
Bütün yaratılanlar "Yokluktur". Var olmak Tanrı'nın tabiatındadır. Buna karşılık
yaratılanların bir hiç olduğunu bilir. Ama hepsinin de Tanrı ile dopdolu
olduğunun bilincindedir.
Bu benzemezliktir.
Kesretten (yani çokluktan) uzaklaşarak mutlak varlığa
yaklaşan insan, kendisinin de Tanrı'nın bir parçası olduğunu fark eder. Böylece
Tanrıya benzemeye başlar.
Bu benzerliktir.
Özdeşlik ise, Tanrı ile ruh arasındaki birliktir,
işte Eckhart'ta yanlış anlaşılma burada başlar. Aslında O, Tanrının gücü ile
insanın varoluşunu bir saymaktadır. Tanrı artık insanın dışında değildir.
Tanrı'nın varlığı onun varlığındadır. Ruhtaki kıvılcım zaman ve mekânın
ötesindedir. Ruhun ışığı yaratılmamıştır ve yaratılamaz. O ışık Tanrıyı hiçbir
aracı olmaksızın kendisinin kılar. Tanrı'nın çekirdeği ile insan ruhunun
çekirdeği birdir.
Ve atılım.
Eckhart'a göre Tanrı ile bir olmak da yeterli değildir. insan herşeyi
terketmedikçe gerçeğe varamaz. Ve insan "niçin" siz yaşamalıdır.
Bu noktadan sonra Ruh "oğul" değildir. Ruh artık "baba"
dır.
Kısaca özetlenen bu felsefe, kabul görüleceği gibi,
klasik Hıristiyan felsefesinin tamamen dışındadır. Tasavvuf felsefesinin farklı
bir kültürde, farklı kelime ve kabullerle ifadesidir.
Esasen Eckhart'ın yargılanmasına sebep olan düşünce
tarzı da bundan doğmaktadır.
Enteresandır ki,
yakın zamanlara kadar marksist ideologlar ve Zen 'Budha'cılar Eckhart'a bu
düşünceleri ve kabulleri dolayısıyle büyük ilgi duymuşlardır.
Bu noktada, felsefesini, yine son zamanlarda bazı yerli
marksistlerin kendilerine bayrak edinişlerini hatırlamak gerekir.
Yunus Emre'nin bile kısa bir süre önce ülkemizde
marksist düşünceye sahip kişilerce bayrak edilmesi, onun düşünce ve
felsefesinin bu ideolojik akıma paralel kılınmaya çalışılması, Eckhart Usta ile
Yunus Emre arasındaki benzeşmeyi aktüel kılan olaylardandır.
Bu iki yüksek mistik'in bu şekilde bir takım ideolojik
ve moda akımlarla özdeşleştırilmeleri el bette yani ıştır.
Ne var ki, bu iki gönül adamının etkisini göstermesi
bakımından da ilginçtir.
Allah aşkının en mutlu sonuçlarından birisi de kişiyi
bütün yaratıklara sevgi gözüyle bakma seviyesine getirmesidir. Mademki, her şey
Hakk'ın tecellisidir, Hakk'ı seven O'nun tecellilerini de sevecektir. İlâhi
tecellilere en çok mazhar olan, bir. başka ifadeyle Yüce Yaratıcı'nın en
mükemmel eseri insandır. O halde Yaratıcı'yı seven O'nun eseri ve yeryüzündeki
halifesi olan insanı da sevecektir. Daha kısa söylenişi ile, "Yaratan'la yaratılanın ödeşleşmesinde yatan insan
sevgisidir".
Konu bu şekilde ele alınınca doğu ile batı mistisizmi
arasında ve genelde müşterek bir çizgi yakalanmış olur.
Gerçekten, insan denen varlık, gerek maddi gerekse
mânevi yönü itibariyle yaratıkların en mükemmelidir.
Ne var ki herkes alabildiğine yükselme ve "olgun
insan" olma imkânına sahiptir. Yeter ki, mayasındaki cevherin kıymetini
bilerek onu geliştirmek gayreti içinde olabilsin.
Yaradılışımızdaki en güçlü hislerden biri sevgidir.
Sevginin yöneltileceği ikinci önemli obje de insan olacaktır. Hayvanlar da
sevgi dilinden anlar. Fakat sevginin bu dünya da asıl muhâtabının insan olması
akla daha yakındır. Bütün kâinat sevginin eseridir.
Sh:
82-83
"İnsan Tanrı'nın sesini vücuda getiren yankı
gibidir" (DW 1, Pr. 22 S.383).
Tanrı'nın mührünü bastığı balmumu gibidir"
(DW, Pr. 32, S.136).
"Tanrı'nın evinden çıkar, ama yine içerdedir.
"Tanrı’nın resmi daima insan ruhunun aynasındadır. (DW1, Pr.9, S. 154)
Yani insan "hem dışarda, hem içerde"dir. Çünkü
Tanrı onu "sevgiyle her anmak devam eden olaylardır
(Bu noktada Eckhart'ın, İslam
tasavvufundaki "El'an kân" (her an oluş devam eder, şu an bile)
prensibine olan yakınlığı, hattâ ifade benzerliği gerçekten dikkat çekicidir).
"Başkalarının tavırlarına daha çok dikkat
edilmelidir. Bu iyi bir ibadettir. Ve hiç kimseyi davranışlarından dolayı
ayıplamamalıdır. Bütün her şeyi Tanrı'dan öğrenin ve onu izleyin, bu sayede
doğruluğu bulursunuz ve bu zihniyetle onur ve saygınlık kazanırsınız. Onur ve
saygınlığı olmayan bir kişi bunlara da katlanmalıdır, hem de severek
katlanmalıdır. Bu nedenle oruç tutabilecekler, oruç tutmaya hazır olanlar gönül
rahatlığıyla yiyebilirler".
**
"Tanrı kendi iradesini kullandı ve beni burada
yaşamaya bıraktı. Bir kalp verdi. Bunun (elbette) bir nedeni vardır. Bu nedeni
bir an bile görme imkânına erişebilmiş bir insana, bin Mark, saf altın, sahte
bir kuruş gibi görünür. Bu samimi neden yüzünden tüm emellerini başka neden
aramadan ve (şikayet etmeden) yerine getirmelisin.
Gerçekten, ben diyorum ki; Amellerini cennet için veya
Tanrı aşkı için veya ruhun ebedi saadeti için, her ne için yaparsan, yanlış
yapmaktasın.
Çünkü kalbi (gönlü) unutuyorsun. İbadetten, tamamen
kendinden geçip Tanrı'yı dilemekten, ocaktaki ateşten veya benzer şeylerden bir
şeyler umman da boşunadır, yanılgıdasın. Böyle yaptığında Tanrı'yı alıp,
kafasını bir mantoya sarıp, onu kanepenin altına saklıyor gibi bir şey yapmış
olursun. Çünkü, kim Tanrı'yı bir kalıpta arar da "kalbde
aramayı unutursa, o gerçek Tanrı'yı bırakıp kalıplarda Tanrı aramaya
kalkışmıştır". 36
**
"... Günah işlemiş olmak eğer bize acı
veriyorsa, günah değildir. Tanrı'nın yarattıklarına Tanrı yarattığı için
duyulacak sevgi ise, ruhun Tanrı'ya yükselmesidir. Bunu nasıl sağlamışsan, bu
işleri yapmaya devam et. Senin bu durumuna dışardan herhangi birşey mani ise,
onu terket. Nöbette veya oruçta veya okumadaysan, onu terket. Unutma ki Tanrı,
insanların selâmetini bir takım tuhaf olaylara bağlamış değildir"
**
"İnsanı ve çevresini, tüm varlıklarla birlikte
tanımak ve sevmek, onların Tanrı'dan geldiğini bilerek, hikmet gözüyle bakmak,
bir "İnsan olma" özelliğidir. İnsanın yerini ve değerini iyi
tesbit etmek gerekir. Bunu yaparken bilimden faydalanmak gerekir."
**
" Herkesi eşit tutmak ve adil davranmak
gerekir."
**
" Kötülüğe iyilikle karşılık vermek gerekir.
**
" Hareket ve davranışlar ödül ve ceza
gibi kavramlara göre değil, gerçeğe inanarak ve özüne uygun şekilde yapmak
gerekir"
**
"Ben kendini kendinde, Allah'ta ve
bütün yaratıklarda yok eden insandan bahsediyorum. Allah her şeyi bir arada bu
insanda toplamıştır."
**
"Şu kesin bir gerçektir ve zaruri bir gerçektir ki
arzularını tamamen Allah'ın takdirine bırakan kişi, esas yolunu
bulmuştur".
**
Doğumdan ölüme kadar görmeye, bilmeye çalışmak, görmenin
ve bilmenin sınırsızlığına inanmak gerekir.
*
Bilgili ve marifetli olmak gerekir.
*
Amaçsız yaşamamak gerekir.
Bilgi ve bilim konusunda sürekli açlık hissetmek
gerekir.
*
Bilgiyi başkasına aktarmak gerekir.
**
" Mütevazi olmak gerekir. Başkalarının daha üstün
olabileceğine inanmak gerekir".
**
- İyi huylu, ahlâklı ve güleryüzlü olmak gerekir,
- Dünyadan el etek çekmemek, bunu sadece Allah'a kulluk etmek için ve
başkasına yardımcı olmak için yapmak,
- Kibir ve gururdan uzak durmak,
- Hak ve hukuk konusunda hassas olunursa, ölümsüz olunacağına inanmak,
- Sabırlı ve kanaatkâr olmak,
- Kalb kırmamak,
- İyilik ve ibadeti eşit tutmak, şekilcilikten kaçınmak,
- Kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemek,
- Söz ve şekillerle değil, onların mânâ ve değerleriyle ilgilenmek,
- Gönül kazanmak,
- Sevmek, sevilmek gerekir.
**
"Tanrılık bir cevherdir. Bu sebeple anlaşılması
zordur hatta imkânsızdır. O sadece yaşanabilir.
**
Beyan edilemez. Beyan edilmeye kalkışılırsa, bunlar kuru
bir söz olmaktan öteye bir şey ifade etmezler".
**
"İnsanın kurtuluşu Allah'la "Bir"
olabilmek için ise ancak kişinin kendisini bütünden, bütün dünyadan (masiva)
çekmesiyle kendinden kurtulmasıyla mümkündür".
**
"Kaçış, insanın kurtuluşudur. Çünkü o, ancak bu
takdirde Allah'ı bulabilir. Nefsinden ve benliğinden ayrılmadıkça bunu ümit
edemezsin"
**
"Bilgi ve sevgi dünyanın sonsuzluğudur"
**
"Yaşamanın gayesi Allah'ın bilinmesi ve ona
dönülmesidir . Bu da ancak kaçış ile mümkündür".
**
"Ben sık sık söyledim." Çanağın
içindekinin dışarı çıkabilmesi için bu çanağın kırılması gereklidir. Çekirdeğe
sahip olmak istiyorsan çanağı kıracaksın".
**
"Hayat insana herşeyin en asilini bulması için
verilmiştir. Çünkü Allah katındı kabul edilebilin sevinç ve ışığı ancak
yaşayanlar görebilirler".
**
"Bütün her şey arasında yaşamak kadar sevimli ve
istenmeye değer hiç bir şey yoktur. Halbuki onlar öfkeli olduklarında ve bir
zorluk karşısında hayatı yaşanmaya değer bulmazlar. Bunun hangisi doğru? İnsan,
nefsinin eline düşerse bocalar, şaşırır. Bu da onu küçültür".
**
"Faziletin olgunluğu mücadeleden gelir".
**
"Sevginin yeri istek ve taleptir. Daha çok talebi
olan daha fazla sevgiye sahip olur".
**
"Allah bana, benim kendimden daha yakındır"
"Allah her
zaman hazır ve nazırdır. Bize yakındır. Fakat biz ondan uzağız Allah
içimizdedir. Fakat biz dışardayız. Allah içimizde gizlidir. Fakat biz ona
yabancıyız".
**
"Kendinden ve herşeyden vazgeçmiş insan,
hiçbirşeyde daha fazla birşey aramayan insan, belki dünya için ölüdür. Ama o
diridir. Allah'ta yaşamaktadır. Ve Allah onun içindedir".
**
"Tanrılık ve Tanrı birbirlerinden farklıdırlar, Yer ile Gök gibi. Tanrılık kendi öz
cevherinden dolayı tarifi imkânsız birşeydir. Zira
herşey biraz Tanrıdır, ama Tanrı değildir.
Ve her şeyi biraraya getirirseniz, onlar Tanrıyı tamamlayamazlar. Ama
hepsi Tanrıdan bir görüntü taşırlar. Zira o tektir".
**
"Bizim idrakimiz onu anlayamaz. Eğer Tanrılık
hakkında bir şey söylenmek istenirse, maddi yaratılışın özellikleri olan
sıfatlarla ve sembollerle işin içinden çıkmak mümkün değildir".
**
**
"Yaradılmışları tanıyanın vaıza (nasihate, yönlendirilmeye)
ihtiyaçları yoktur. Çünkü her yaratılan şey Tanrı’nın yazdığı bir (kutsal)
kitaptır".
**
"Eckhart'ın Alman mistisizmine
kazandırdığı yeni karakter bugüne kadar hep korunmuştur. Çünkü büyük bir etki
ve tutarlılıkla ve aynı zamanda, o dönemdeki çağdaş ve hür düşünceli insanları
genellikle rahatsız eden düşüncelerin dışındaki fikirleri, taraftarlarının
devamlı ilgisini çeken ve onları düşünmeye sevkeden bir şekilde
sunulmuştur".
Eckhart felsefesinde "Parçayı
nasıl anladığımız, bütünü nasıl anladığımıza bağlıdır." öyle ki, Eckhart'ta şimdiki zaman ve gelecek
üzerine tarihi bir yorum (Hermeneutik) yapabilmek için bu prensibi benimsemek
gereklidir.
Bu takdirde, dilin arkasındaki bu
dil ile her kelime bir mecaza dönüşür.
Alman Edebiyatının köşe taşlarından
birini oluşturan Thomas Mann aynı kabulün içindedir.
Bu ünlü yazar, bir dostuna yazdığı
mektupta:
" Eckhart Usta'nın yaptığı gibi, günlük konuşma dilini de,
çekirdeğe ulaşmak için ikiye ayırıyorum. İnançla düşünceyi, ilahiyatla
felsefeyi, tefsirle entellektüel yargıyı bazan farkına varmadan, bir su içmenin
doğallığıyla birbirinden ayırıyorum " diyor.
Eckhart’ta Tanrı, "Dünyanın
sırrıdır." Bugün, sadece Alman kilisesinin değil, reformist Avrupa
Hıristiyanlığının itibar ettiği "Gottesgeburt" öğretisinin esası
budur. Yani, bütün temel kutsal tefsirlerin, Teslisin, yaratılanla
yaratılmayanın, İsevi olayların, ilahiyatçı antropolojinin ve İsevi ahlâkın
(Ethos) yorumlama prensibi Eckhart'ın ortaya koyduğu bu prensiptir.
"Gottesgeburt" öğretisi
şöyle der:
"Tanrı, merhametinden birşey
kaybetmeksizin tesirini sürdürür. Bu kendisidir. Ama insana dönüşür.
Burada tesir ve oluş birdir.
Doğramacı veya dülger işlemezse ev de oluşmaz. Keserin dinlendiği yerde oluş da
durur. Tanrı ve insan bu oluşta bir bütündür. O tesir eder, öteki vücut
bulur".
Bu tamamen Eckhart'ın görüşüdür
(DW.F,Pr.6. S. 1425).
Yine bugünkü Hıristiyanlığın aktüel
sosyoahlaki düşüncesini Eckhart çerçevelemiştir:
"Kardeş sevgisinde kayıt arama."
Devam edilebilir:
"Kendim için bir şey
istemediğim yerde, Tanrı benim için ister. Tanrı sevgisi, fakirlikte ve
yoklukta herşeyi verme garantisidir. Sonsuz kayıp, sonsuz kazançtır."
Bütün bunlar Eckhart'ın
vaazlarında, öğretilerinde devamlı _ işlenen temalardır ve bugüne kadar,
Limitlerini aynen koruyarak devam edegelmiştir.
Bugün, Avrupa ile aynı zamanda
Amerika'da yaygın olan Methodist Kilisesinin kaşelediği şu prensip, yine
Eckhart'ın bugüne olan etkisini enteresan bir şekilde yansıtmaktadır:
" …..önceden, görmeden, mantığınla inanmamayı istemek bir
gurur ve cüret işaretidir. Ama inandıklarını doğal zeka ve mukayeselerle
araştırmayı istememek de bir korkaklık ve ihmal işaretidir".
Yine bugün devam eden ve doğu
tasavvufu ile net bir paralellik kuran şu prensibiyle Eckhart, hayatiyetini
devam ettirmekte ve etkisini sürdürmektedir:
"Yaratılmışları tanıyanın
vaıza ihtiyaçları yoktur. Çünkü her yaratılan şey, Tanrı’nın yazdığı bir
kitaptır" (DW l.Pr.9. S.56. 79).
**
"......................................
Eckhart Usta'nın yaptığı gibi, günlük konuşma dilini de, çekirdeğe ulaşmak için
ikiye ayırıyorum. İnançla düşünceyi, ilahiyatla felsefeyi, tefsirle
entellektüel yargıyı bazan farkına varmadan, bir su içmenin doğallığıyla
birbirinden ayırıyorum "
Mistisizmde, gerçek realiteye veya ilâhı varlığa
ulaşmakla, hayatımızın asıl ve mahiyetinde onu yeni baştan düzenleyen ve
deyimleyen büyük bir moral transformasyonu (şekil değiştirme) meydana geleceği
iddiası da gizlidir. Bu şekil değiştirmenin
iki yönü vardır.
a) Olumsuz yön
b) Olumlu yön
a) Olumsuz Yön:
Moral transformasyonun
olumsuz yönü, "Nefsi Tasfiye"dir. Tasfiyeden de maksat başta gurur,
hiddet, nefs sevgisi ve bütün şekilleriyle benlik iddiası olmak üzere bizi
gerçekten, Allah'tan ayıran maddi dünyaya ait ilgi ve bağların her çeşidinden
sıyrılıp ayrılmak ve bunların yerine de alçak gönüllülük gibi büyük bir
fazileti temel olarak koymaktır.
b) Olumlu Yön:
Olumlu yönde mistik
moral itenin karakteristik prensibi, üniversel aşktır.
Aşk çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bazı mistikler arasında 'o, insanın
kendi ilahi mahiyetinin ortaya çıkması, Allah'ın realize edilmesinin diğer
yaratıklarla olan birliğinin her şeye akan ilahi aşkta yosunlaşmasının
sonucudur. Aşk diğer insanların ve hatta hayvanların acılarını bile paylaştığımız
şefkat ve merhametle başlar.
Mistik moral hayatın başlıca karakteristiği insanın
insanlara karşı, aşk ve muhabbet göstererek onların kederleriyle kederlenmesi
ve sevinçleriyle sevinmesi ve daima yardımlarına koşmasıdır. Bencillik esasen
mistiğin derhal yok etmekle görevli olduğu tek şeydir. Daha da ileri gidilerek,
.bütün canlılara da şefkât ve merhametle muamele edilmelidir. Bütün
kötülüklerin kaynağı insanların birbirlerini sevmemelerinde, birbirlerinden
ayrılmalarındadır. Çünkü, birbirlerinden ayrılan insanlarda bencillik artar, bu
artınca da insanlar arasında sevgi yerine çekişme ve kavga başlar.
Fakat mistik şuurda her çeşit ayrılıklar
yok olduğu gibi "Ben", "Sen", "O" da kaybolarak
"Biz" olur. Bu
da sempati ile başlar; ilahi aşka giden yol ili beşeri Aşktan geçer.
Tasavvuf, İslâm prensiplerini kendisine dikkatle fon
yapan bir anlayış silsilesi olduğu için, genel prensiplerde mistisizme bunca
benzerliği yanında, kuşkusuz, bazı kabul ve detaylarda ondan farklı olmak
durumundadır.
İslâm medeniyeti, doğu medeniyetleri arasında karakteri
acısından batıya en yakın olanıdır. Birçok bakımlardan doğu ve batı arasında
köprü 'görevini görür. Buna rağmen bu farklılıklar doğaldır.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, maddeler halinde
bu farklılıkları şöyle sıralayabiliriz.
1. "Mistisizmi karakterize eden iki şey vardır:
Passiflik (passivite) ve metod yokluğu. Mistisizmde insanın nereden başlayacağı
nereye gideceği asla bilinmez. Tasavvufta ise şüpheli ve bulanık hiç bir şey
yoktur. Aksine çok kat'i ve çok "pozitif" şeyler vardır".
Mistisizm passif, tasavvuf aktiftir. Mistisizmde fert kendisine gelen
şeyi sadece kabul etmek durumundadır. Ferdin bu hususta hiç bir etkisi ti,
yoktur. Bunun içindir ki burada fert her türlü tesire "açık" tır.
Hıristiyan ilahiyatçılar, herhangi bir gayretle
"keşif" veya fevkalâde bir hâl elde etmeye gayret eden kimseyi
"sahte mistik" olarak kabul ederler.
Tasavvufta ise, bir kabiliyet gerekli olmakla beraber
çalışma ve gayret de bir şart teşkil eder. Kabiliyet yoksa bütün gayretin boşa
gideceği tabiidir. Zira kişi bizzat kendinde taşıdığı imkânları geliştirebilir.
Gayret ve çalışma şartı yerine getirilmeden fiiliyata geçmek mümkün olamaz.
Tasavvufta ilgilinin daima aktif olması gerekir. Bir müslüman
mutasavvıfın dediği gibi: "insan" "hâl'ine hâkim olmalıdır,
"hâl" insana de Müridin şeyhine itaati passiflik demek değildir.
Çünkü mürid kendi rızası ve iradesiyle şeyhine itâat eder. Ayrıca bu itâat
sadece terbiyevi bir özellik taşımaktadır. Hakiki bir şeyh bu itâati kesinlikle
suistimâl etmez ve müridine bütün dış tesirlerden bilhassa kurtulmasını ve
kendi içindeki mürşidi bulmasını öğretir. Zira
hakiki mürşid insanın içindedir.
Şeyhin öğretim ve terbiyesine tabi olmak ve ona itâat,
bu yükselişe ermek ve kendini bulmak içindir".
2. Tasavvufta, insanın kendi kendine tasavvufa
"intisab" etmesine (girmesine) imkân yoktur. Tasavvufta bu ancak bir
şeyh vasıtasıyla olur. Şeyh müride "manevi tesiri"
(himmet,' feyiz) "intisab" esnasında nakleder. Böylece müridde bir
ruh aydınlığı meydana gelir. Bu "ikinci doğum" denilen şeydir. Bu
"mânevi tesir"in sayesinde mürid gelecekte elde edeceği ilerlemelerin
tohumlarına kavuşmuş olur, ilerdeki çalışmalarıyla da bu tohumu geliştirir.
Mistisizme gelince: Ne şeyh, ne de intisab edilecek nizami bir tarikat
vardır. Bu sebeple gerçek
mistisizmi sahtesinden ayırt edebilmek oldukça zordur. Her şartta mistik ve
mistisizmde her türlü kontrolden uzak bir şeyler vardır. Bundan dolayı bir mistiği tanımak için, hiç bir tanıma
vasıtası yoktur. Ayrıca bir mistiğin "şeceresi" yoktur. Bu sebeple kimin sahiden mistik,
kimin sahte olduğunu tespit etmek güçtür.
3. Mistisizmde
bir seçere olmamasına karşın, bütün tasavvuflarda kesiksiz bir
"seçere" vardır ve şattır. Buna tasavvufta büyük bir önem verilir.
4. Tasavvufta bir doktirin ve şifahi bir öğretim vardır
ve şeyh vasıtasıyla müride verilir. (Biz bu öğretime sohbet diyoruz. ) Şeyh
mürşiddir, yol göstericidir ve müridin manevi gelişmesini kontrol eder. Ama
çalışmayı mürid yapar. Neticede elde edeceği şeyi de mürid çalışmasıyla elde
eder, kapılan bu çalışma, her müridin kabiliyetine göre ayarlanmıştır.
Mistisizmde ise mürşid tarafından verilen bir öğretim
yoktur. Zâten Mürşıd olmayınca ne öğretim ne de bu öğretime tabi mürid vardır,
öğretimin olmadığı yerde terbiye edici ve yetiştirici bir doktrinin olmayacağı
da tabiidir.
5. Tasavvuf’ta intisab birbirini takip eden üç safha
gösterir:
A-Ferdin tabiatına has bazı
yetenekleri içeren özelliklere sahip olmasıdır ki, buna kabiliyet diyebiliriz.
Bu, âdeta daha sonraki mânevi çalışmaları üzerinde gerçekleşeceği "ilk
madde" gibidir.
B-Bir tarikata bağlanmak suretiyle
kişiye "manevi tesir" ve feyzin verilmesi "Kuvve haline
geçme" dediğimiz bu safhada müride bizzat kendinde taşıdığı imkanları
geliştirmesi ve onları bir nizâma koyması için bir "nur" verilmiş
olur.
C-Bazı dış destek ve yardımcılar
sayesinde yapılan mânevi çalışma ki s buna "fiile geçme" diyoruz.
Böylece insan en son gaye olan "Vuslat"a, "Kurtuluş"a
ulaşıncaya, yani Vahdeti Vücud'u elde edinceye kadar derece derece makamdan
makama yükselir.
Mistisizmde böyle bir kademelenme yoktur. Mistik
olabilmek için sadece hususi bir kâbiliyete sahip olmak yetmektedir. Fakat bu
kabiliyet tasavvufi kâbıliyetten tamamen farklı, hatta bazı taraflarıyla ona
zıttır.
Mistik olmak için bu kâbi1iyetten başka bir şeye ihtiyaç
yoktur.
6. Tasavvufta her tarikatın hususi bir
"teknik"i, yani bir usulü vardır. Tabiatıyla bir tarikata girmek
isteyen kimsenin bu usûle uyabilecek ve bu kaidelerden fiili ve gerçek bir
istifade temin edebilecek yaratılışta olması gerekir. Mistisizmde ise böyle bir
şart söz konusu değildir.
7. Tasavvufi tarikatlarda tespit edilmiş belli bir
"ezkâr ve evrad"ın bulunması, onu mistisizmden ayıran temel
farklardan biridir. Mistisizm de tesbit edilmiş bir "rituel" yoktur. Gerçi mistisizmde bir takım "ibadet"
cinsinden şeyler varsa da bunlar dinin içinde olan, herkesin yapabileceği genel
şeylerdir. Ayrıca mistisizmde bu ibadet ve dualara olan bağ da mutlak surette
şart değildir.
8. Mistikler
gâye olarak her Hıristiyan gibi "selâmet"i, yani cennete girebilmeyi
hedef alırlar. Halbuki tasavvuf ehli için son ve en yüksek gaye
"Kurtuluş"tur. Yani içindeki her şeyle dünya ve ahireti terk ederek
yalnız Allah'ı dilemek, her türlü varlık ve ikilikten kurtulup
"Vuslat"a ermek ve "Hakk'la Hakk olmak" gibi son hedef
vardır. Mistiklerin "Tanrıya kavuşma" dedikleri şeyin bunla ilgisi
yoktur.
9. Tasavvufta her konuda bir düzen vardır. Her insan
sahip olduğu manevi bilgi ve dereceye göre bir yer işgal eder. Bu dereceleme
bir pramit misaliyle anlatılabilir. Bu dereceler tabandan tepeye doğru gittikçe
daralır. Mistisizm de uyulması gereken böyle bir hiyerarşi yoktur.
10. Mistiklerde ıstırap bir nevi alışkanlık haline
gelmiş bir şeydir ve bu mistisizmde önem arz eder durumda görünmektedir.
Tasavvufta ıstırabın özel ve ayrıcalıklı bir yeri yoktur.
Görülüyor ki farklı kültürlerin ürünleri oldukları için
genel prensiplerde birbirine benzeyen iki felsefe, detaylarda bazı
farklılıklara sahiptir.
Sh:
48-52
Kaynak: Mustafa
Taşpınar, Yunus Emre Ve Meıster Eckhart’ta İnsan Sevgisi, T. C. Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Batı Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı
Alman Dili Ve Edebiyatı Bilim Dalı, Doktora Tezi — 1992,Konya
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar