Print Friendly and PDF

MEISTER ECKHART [ECKHART USTA]



Hzl: Mustafa Taşpınar
"Liebe vertreibt alle Furcht"
 
Meıster Eckhart
Son yıllarda Eckhart Usta'nın hayatını geçmişin karanlıklarından ve efsanelerinden arındırıp, tekrar ortaya çıkarma çalışmaları hızlanmıştır. Cusanus'tan derlenen ve 19.yy,'da edebiyat tarihçiliğinin gelişmesinden ve Alman idealizminden sonra defalarca basılan, Almanca ve otantik şekillerinde yaşaya gelen eserlerinden başka, Eckhart hakkında "mistisizm" propagandası yaptığı ve kilise eğitimi ile anlaşmazlığa düştüğü dışında pek fazla birşey bilinmiyordu.
Bugün, onun hayat akışı hakkındaki bilgilerimiz bazı varsayımlara dayanmakla ve detaylı olmamakla beraber, yine de belli bir profil çizilebilmektedir. Eckhart, Erfurt civarında doğmuştur. Ona 1277' de Paris'te, Thüringen'den gelmiş Dominiken tarikatının bir öğrencisi ve üyesi olarak rastlıyoruz.
Buradan 1261 yılı dolaylarında doğmuş olabileceği düşünülebilir. Demek ki henüz öğrenci iken Büyük Albert ve Thomas von Aquini'nin öğretileri üzerine tartışmaları takip edebilmiştir. Albert'in ölümü üzerine Köln deki ilahiyat öğrenimi sona ermiştir (1280).
Meister Eckhart ilahiyat öğrenimine "Lector sententiarum" olarak başlamıştır. Bu dönemde verdiği vaazların büyük bir bölümü kaybolmakla beraber 1293-1294 Akademik yılı başında Paris'te verdiği açılış konuşmasının metni ve 1294 Paskalya vaazının metni mevcuttur.
Eckhart, ilk kez Alman mistik dünyasına böylece adını yazdırmıştır. Daha sonraları ise bu çalışmaları yanında idari görevler de yüklenmiştir. Meselâ: Erfurt Manastır başrahibi ve Thüringen papaz vekili olarak Dominion tarikatı' içinde önemli görevler yüklenerek bunları etkileyici ve tarikat içinde iz bırakıcı bir şekilde sonuçlandırdı.
Alman Tarikatlar Birliği "Teutonia"nın o tarihteki Provinzial'i’’ (Bölge manastırları başkanı), eyaletin en yüksek rütbeli Papazı Dietrich  von Freiberg'le arkadaş olduğu sanılmaktadır. Bu tarih, "Collationes"den yani genç tarikat üyelerinin manastırdaki yaşam biçimleri üzerine konuşmalardan çıkarılan, ünlü "eğitim söylevi"yİe (veya ayırdetme üzerine söylev) aynı tarihe rastlamaktadır.
Bu eserlerinde Eckhart, bu henüz otuz yaşındaki genç adam şaşılacak bir sadelik içinde, mistisizmin öngördüğü "Tanrı Birliği" ne doğru anlamlı bir adım atmaktadır, öyle ki, görüşleri gitgide berraklaşarak, diğer mistiklerin ve arayış içinde bulunan tüm gönül erbabının bakmaktan kendilerini alamadıkları bir parlaklığa ulaşmaktadır, çünkü Eckhart Tanrı'nın metafizik ülkesiyle hayatın gerçek ülkesi arasında bir köprü kurmaktadır. O artık hem bir "öğretim ustası", hem de bir "yaşama üstâdı"dır.
Üçüncü Paris ikameti, Eckhart'ın artık gerçek bir "üstâd" (Magister sacrae theologiae) olduğu zamandır. Paris üniversitesi ilahiyat Fakültesinde yabancılar için ayrılmış kürsülerden birinin başına geçmiştir. Elimizde bu dönemde yazılmış tartışmalı meseleler üzerine iki "münazara"sı vardır. Bunlardan "Tanrı da var olmak ve bunu görebilmek arasındaki ilişki üzerine" adlı olanı daha ilginçtir.
Daha sonra Eckhart, yine idari bir göreve gelmiştir. 1303'de Alman vilayeti ikiye bölünmüş ve Eckhart yeni "Saksonya" vilâyetinin ilk Provinziali olarak Erfurt'a yerleşmiştir. Bu vilâyet Hollanda'nın Almanca konuşulan kuzey bölgesinden Mark Brandenburg'a kadar uzanmaktadır. Eckhart “Yeni Tarikat Meclisleri kurmak ve Puhani Meclisi idare etmek" gibi bu yıpratıcı görevi sekiz yıl sürdürmüştür. O zamana ait etkinliklerinin izleri bugüne kadar gelmiştir. Dominiken tarikatına ait Provinzial'in Ruhani mecliste sunduğu "Jesus Sirach üzerine dersler ve Tekdirler" de günümüze kadar ulaşabilmiştir.
Eckhart'ın verdiği derslerin yankıları o kadar geniş olmuştur ki, kendisi 1311 yılında ders vermek üzere Paris'e çağrılmıştır. Eckhart buraca iki akademik yıl kalmıştır. Elimizde bulunan yine skolastik tartışma Seklindeki "Questiones Parisiennes" (Paris Meseleleri) eseri burada yazılıştır.
Bu görevinin en önemli sonuçlan Strasburg ve güney Almanya'da kendilerini kabul ettirmeye başlayan Johannes Tauler ve Heinrich Seuse gibi ‘ ünlü mistiklerin yetişmesinde etkin bir şekilde rol almış olmasıdır.
Muhtemelen bu tarihte, ünlü "Teselli Kitabı" ve "Soylu insandan" "Vom edlen Menschen" vaazı kaleme alınmıştır. Bunlar birbirleriyle bağlantılıdır.
 (Kocasıyla babasını kaybeden (1308 de öldürülen 1. Albert) ve 1313 de Manastıra kapanan Macaristan Kraliçesi Agnes'e ithaf edilen bu vaazların Eckhart'ın Paris'e dördüncü defa gidişinden önce kaleme alındığı kabul edilir).
Eckhart'ın Starsburg'daki görevi 1322 yılında sona erer. Kendisini Köln'de daha büyük bir görev beklemektedir. "Studium Generale" nin yöneticiliği. Eckhart'ın kendine özgü yaratıcılığının burada daha da güçlenerek yeni eserlerle noktalandığım görüyoruz. Meselâ: "Ave, Gratia Plera".
Eckhart öğrencilerinin istekleri üzerine bütün eserlerini "Opus tripartitum" olarak düzenlemiştir. Bu üç bölüm; Tezler, meseleler ve son olarak da vaazlarının yer aldığı tefsirlerdir. Bu bölümler sistematik bir sıra izler. Ancak bu sıra bu bölümlerin yazılış sıraları değildir. Eckhart eserinin parçalarım belli bir şekilde tasnif etmiştir. "Her sistem bir parçadır ve öyle kalır, ve her parça da bir "bütün" olarak anlaşılacaktır" şeklinde yazılmıştır.
Fischer ayrıca şunları tesbit etmiştir: Eckhart'ın bütün eserleri tek ve büyük bir kısaltma olarak görülmeli ve öyle okunmalıdır. Ancak bu seçim, daha önce kimsenin işlemediği veya çok az değindiği bir şeyi getirmektedir; buna tasarruf ilkesi de dahildir, bunun anlamı her türlü ayrıntıdan kaçınmaktır. Bunun için Eckhart'ın dili tarz olarak açıktır, ancak içerik olarak yoğundur ve anlaşılma zorlukları da buradan kaynaklanmaktadır.
Kapsam olarak tefsir eseri "Opus exposıtionum" ön plandadır. Eckhart'ın ilâhiyat ve Felsefesinin temelinde İncil'in yorumu yatmaktadır. Ancak bu yorum, Eckhart'ın çok üst düzeydeki sezgi gücüyle hayret verici bîr genişliğe ulaşan bir spektrum çizer. Burada kutsal kitabın genesis (yaradılış), Exodus (II Kitap) ve Sen-Jan (Johannesevangelium) Incil'in bölümleri üzerine seçme tefsirler bulunur. (Eckhart burada genellikle kısa Örneklemelere başvurmaktadır). Bazı tefsirleri ise maalesef kaybolmuştur. Murada başlangıç bölümü, (principum) verilmek istenen mesajın temeli olarak ön plana çıkar. "Bilgeliğin kitabı", Tevrat'la İncil arasında bir köprü oluşturur.
Eckhart bu eserini teolojik bilimsel çerçeve içinde kaleme almıştır. Ancak, bunu içerik olarak diğer vaazlarından tümüyle ayrı tutmak doğru bir yaklaşım sayılmaz, çünkü gerek bu eserinde, gerekse diğer vaazlarında Tanrı'ya ulaşma amacı tıpkı büyük bir şehrin en büyük meydanı gibi hep en merkezi mevki de yer alır.
Bütün Reformcuların veya "Yeni Yol" öncülerinin kader çizgilerinden eksik olmadığı gibi, Eckhart'ın hayatında da tutucu çevrelerle giriştiği mücadeleler eksik değildir, öyle ki, hayatının sonlarına rastlayan vaazlarında derin bir ıstırap içinde kilise ile arasındaki sürtüşmelerden söz eder.
Bu sürtüşmeler konusunda kendisine zaman zaman büyük haksızlıklar yapılmıştır. Meselâ: Thomas von Aquin gibi ilâhiyatçılar kendisinin teolojik başarılarını tümden göz ardı ederek onu piskoposluk peşine düşmüş bir şahsiyet olarak takdim etmişlerdir. Hatta 1326 Ekiminde aleyhinde ileri sürülen iddialar bir araya getirilerek "savunması" istenmiştir.
Meister Eckhart savunmasını maddeler halinde Avignon'da Kardinal ve İlâhiyatçı!ardan oluşan bir komisyona göndermiştir. Ne varki, soruşturmanın sonucunu öğrenmeye ömrü yetmemiştir. Sonuç belki de kendisinin tahmin ettiği kadar ağır yargılar taşımıyordu.
Papa Johannes XXII.'nin imzasını taşıyan 27 Mart 1329 tarihli Papalık Fermam "In agro dominika" kendisini savunmasının 17 maddesi için haklı bulurken, 28 konuda cüretkârca şüpheli yollara saptığını ileri sürmektedir. Ne ki, ölümünden sonra kendisini büyük bir sadâkatle izleyenlerin sayısı hiç de az olmayacaktır. Hatta bunlardan birisi, (kendisini pek çok noktada haksız bulan Papalık Fermanına rağmen) Papa'nın Köln Başpiskoposu Heinrich von Virneburg’dur. Başpiskopos kendi sorumluluğu altındaki ruhâni bölgelerde Meister Eckhart’ı canla başla savunmuştur.
Bilindiği gibi, "Meister" (yani usta) Alman teoloji literatüründe bugünkü doktora seviyesinde bir unvandır. Kolay kazanılmayan ve saygınlığın bir seviyedir.
Eckhart bütün dünyada bu unvanıyla birlikte anılmaktadır. Eckhart usta, Alman mistisizminin en büyük ismi olarak anılmasına rağmen, hayatı hakkında bilinenler menkıbe çizgisini pek aşmaz.
Eckhart'ın dili güçlü, canlı ve ifadesi kuvvetli olmasına rağmen katıdır. Renkli ve cıvıl cıvıl değildir.
Eckhart'ın etkisinin güçlü ve uzun süreli olmuştur. Bugünkü nesillerde bile onun tesirini tesbit etmek bunu ispat etmektedir.
O, devrinde, devrini takip eden zamanlarda halk arasında etkisini daima muhafaza etmiştir. Bunu teologlar, onun ifade gücüne, savunduğu kanaatlerin sağlamlığına ve klasikliğine bağlarlar. 
Bu usta din adamı aynı zamanda halk arasında da hem popülarite hem de düşünce silsilesi olarak etkisini devam ettirmiştir. Halk arasında bu derece saygın yer etmesinin sebebi, söylediklerini yaşamasıdır.
O'nun felsefe ve öğretileri modern ilimlere de kaynak teşkil etmiştir. Ortaçağ felsefesinin bir kişide devam etmesi ve yüzyıllar sonrasını tesiri altına alması, başka mistiklerde rastlanmayan bir haldir.
Mistik öğütçüler sayesinde ulusal diller Ortaçağda yepyeni boyutlar kazanmıştır. Bunu Avrupa dillerinde de kolaylıkla izlemek mümkündür. Meister Eckhart'ın Almanca öğütlerinin Alman dilini zenginleştirmek alanındaki rolü büyük olmuştur.
Mistiklerin dil alanında oynamış oldukları bu yaratıcı rolün nedenini bulmak kolaydır. Onların amacı halkın kalbine erişmek, aşk güven, özlem ve bağlılık konularında yaşadıklarım, düşündüklerini tüm insanlara duyurmaktı. Fakat bu, o insanların herbirinin anlayıp benimseyecekleri bir çalışma ile gerçekleştirilebilirdi.
Avrupada Latinceden, İslam ülkelerinde Arapçadan faydalanan Teologların, bilginlerin diliyle dinsel öğütler verip yazılar yazmalarına karşılık, Mistikler halkın dilini kullanıyor, bu dili sürekli olarak geliştiriyor ve bunları yaparlarken Tanrısal aşkın en derin sırlarım herkesin anlayabileceği sözlerle açıklamaya büyük özen gösteriyorlardı.
Mistik şair, sembollerini halkın yaşantısından almakta idi. Meselâ: Bozkır'ın kenarındaki kurumuş ağaç, aşk diye bir şey tanımadığı için suyu çekilmiş olan ve cehennemden başka gidecek yeri bulunmayan talihsiz insanı, Yüce dağların üstünden aşan kuş ise mistik kişinin sevgilisine doğru uçan ruhunu simgelemektedir.
Hıristiyan dünyasında ülkeleri yönetenler, yanı iktidarda olanlar Eckhart'a severek tabi olmuşlardır. Onda itici, tehdit edici korkutucu veya insanı hemen cehenneme yollayım bir husus tesbit etmedikleri için onun arkasında veya paralelinde yerlerini almışlardır. Halk ise, ricalden bu derece sevgi ve saygı gören kişiyi tamamen kendilerinden bir kişi olarak gördükleri için geniş bir rahatlık içinde olmuştur. O çağa veya Eckhart'a kadar durum böyle değildir. Daha önceki bölümlerde anlatıldığı üzere, halk ile aristokrat sınıf arasında telafisi güç bir uçurum vardır. Her iki sınıf birbirlerine karşı dikkatlidir. Biri için iyi olan diğeri için kesinlikle yanlıştır, yozdur ve tehlikelidir. Oysa Eckhart usta bu kabulün dışındadır. Dclayısıyla itibarı her kesimde yüksektir.
Hatta bazı araştırmacılar, onu aristokrasi ile halk arasında "üzeri kadife kaplı bir köprü" olarak kabul ve tarif ederler.
Eckhart, felsefesinde çıkış çizgisi olarak Platon, Aristoteles ve Plotini'yi esas alır. Bilindiği gibi bu filozofları Origenesaugustin ve Dionysius Areopagıta izlemişler, felsefelerine alternatifler ilave etmişler ve zirveye Thomas von Aquin ve Albertus Magnus ile ulaşmışlardır. İşte Eckhart usta bu çizgiyi kendine has bir uslup ve tarz da hem halka, hem yüksek sınıfa maletmiş ve farklı bir ekol olmuştur.
Bu ekol şöyle izah edilebilir:
Hıristiyan dininin doğruları, Skolastiğin bilimi eştirmiş olduğu dogmalarda değil, inanan gönüllerin derinliklerinde yatar. Salt doğruluk insanın kendisindedir, kilisenin dogmaları ile törenlerinde değildir. Bilmek, bilen ile bilinenin özce bir olmalarıdır. Bilginlerin en yücesi olan Tanrıyı bilme, evrenin bu özü ile ruhun birleşmesidir, insan Tanrı'yı, Tanrı kendisinde, kendi içinde ise bilebilir. Bu anlatılmaz bir görüşdür, bizim kendimizde Tanrı'yı görmemizdir. Tanrı'nın bizim içimizde kendi kendisini görmesidir. Onun için insan benliğinden geçmelidir, Tanrı'da erimelidir, bireyliğini ortadan kaldırmalıdır.
İşte bu idealist pantheizm, yani Tanrı'nın ideal bir varlık olarak  Bütün var olanlara yayılmış bulunduğu düşüncesi, dış dünyayı iç dünyaya çeviren, Tanrı'yı bir iç görüde kavrayan bu anlayış, Alman Mistisizminin ana özelliğidir.
Her türlü mistisizmde de bulunabilen bu görüşlere Meister Eckhart, anlamı olan bir bağlantı kazandırmış, böylece onların geniş ölçüde yayılmalarım sağlamıştır. Onun en büyük hizmeti, mistik öğretinin özünü, halk bilincine kadar indirip, yerleştirmiş ve bir de yüksek düşünceler için çok yerinde Almanca sözcükler bulmuş olmasıdır. Almanca felsefe terimlerinin babası Meister Eckhart denilebilir.
Nikolaus, Schelling ve Schopenhauer, tamamen Eckhart ekolünün ünlüleridir.
Daha önce, Eckhart'ın Dominiken olduğunu ifade etmiştik. Domini kentlerin en çok ilgi gören ve ün kazanan kişisi olmakla, ondan sonra gelecek bütün Dominiken feylozofların onun tesirinde olacağı tabiî bir sonuçtur. Bunun dışında Franziskenlerde felsefe olarak Eckhart'ın etkisini inkâr etmeyecek durumdadırlar. XIII. ve XIV. yüzyılın mistik atmosferi tamamıyla ve global olarak Eckhart felsefesi üzerine kurulmuştur, denilirse, bu yanlış olmaz.
En yakın dostları ve öğrencileri olan Strasbourg'lu Johannes Tauler ve Heinrich Seuse, Eckhart'tan aldıkları meşaleyi daha uzaklara götürmüşler, onun etkisiyle Hıristiyan yüzyıllarım renklendirmişlerdir.
Klasik batı Mistisizmi, Allah, İsa ve Kutsal Ruh üzerine inşaa edibilmiştir. Hıristiyan mezhep ve ekollerinin tümü, bu ana şemanın varyasyonları şeklindedir. Esas değişmemek kaydıyla yollarda, felsefelerde, yoğrumlarda meydana gelen farklılıklar bu ana felsefenin şubelerini teşkil etmiştir. 
Eckhart bu şemaya insani bir boyut getirmiştir. İnşam ve düşüncesini eklemiştir. Bu olağanüstü bir cesarettir. Nitekim, Ortaçağın Skolastik dünyası onu yargılamakta gecikmemiştir. Ne varki Eckhart (1327) Şubatında engizisyon önünde kendini ve düşüncesini savunmuş ve ceza almadan kurtulabilmiştir. Daha sonra Avignon'da tekrar mahkeme huzuruna çıkmıştır.
Bütün bunlar, İslâm tasavvuf felsefesinin yargılanmasını hatırlatmaktadır. Eckhart'ın "Allah'ın varlığında yok olmak (Fena fillah)" felsefesine ciddi paralellikler arzeden tasavvuf düşüncesi yüzünden, birçok ünlü İslâm mutasavvıfı, (Nesimi gibi, Hallacı Mansur gibi) kovuşturma ve cezalara hedef olmuşlardır.
Hallacı Mansur'un "Enel Hak" (Ben Allah'ım veya Allah benim) çıkışı ile, Eckhart ekolünün ünlü ismi Psalmisten'in "Sakin olun ve benim Allah olduğumu bilin" ifadeleri şaşılacak kadar benzerlik gösterir. Klasik batı mistisizminde bu konu yoktur.
Bunu biraz daha açıklayalım:
Klasik Hıristiyan felsefesindeki "Teslis" kavramının dışında, Eckhart’ın kurtuluşu ruhun Tanrı ile birleşmesinde arayan mistisizmi, onun (yolunda gidenler tarafından zamanla pratik bir mistisizme çevrilmiştir. Bunlar, artık ruhu gerçekten de kurtuluşa ulaştıracak pratik yolu aramışlar, bunun için bir kurallar sistemi, bir teknik geliştirmeye uğraşmışlardır. Kurtulmak isteyen, yalnız Tanrı'yı kendi içinde görmekle yetinmeyeyek, istek ve iştahlarından da geçecek, alçak gönüllü olacak, din ve ahlak işlerinde sessiz bir gönül tokluğu ile çalışacaktır.
Eckhart'ın Macar kraliçesine sunduğu "Buch göttlicher Tröstung" (Kutsal teselli kitabı) ile "Sermon von edlen Menschen" (asil insanlar özerine vaaz) dan oluşan "Benedictus"adlı eserinde ve "von der Abgeschiedenheit" (Kaçınma üzerine) isimli vaazında, felsefesini açıkça ortaya koyarken ruh ile Tanrı arasındaki "Vahdet"in (birliğin) dört merhâlesini anlatır.
Bunlar;
1.      Benzemezlik
2.      Benzerlik
3.      Özdeşlik (birbirlerinde kaybolmak)
4.      Atılımdır.
Başlangıçta Tanrı "Herşey", yaratılan ise "Hiç"tir. Son merhalede "ruh Tanrıya eştir". Bu merhalenin itici gücü ise kaçınmadır (Abgeschiedenheit)
Bütün yaratılanlar "Yokluktur". Var olmak Tanrı'nın tabiatındadır. Buna karşılık yaratılanların bir hiç olduğunu bilir. Ama hepsinin de Tanrı ile dopdolu olduğunun bilincindedir.
Bu benzemezliktir.
Kesretten (yani çokluktan) uzaklaşarak mutlak varlığa yaklaşan insan, kendisinin de Tanrı'nın bir parçası olduğunu fark eder. Böylece Tanrıya benzemeye başlar.
Bu benzerliktir.
Özdeşlik ise, Tanrı ile ruh arasındaki birliktir, işte Eckhart'ta yanlış anlaşılma burada başlar. Aslında O, Tanrının gücü ile insanın varoluşunu bir saymaktadır. Tanrı artık insanın dışında değildir. Tanrı'nın varlığı onun varlığındadır. Ruhtaki kıvılcım zaman ve mekânın ötesindedir. Ruhun ışığı yaratılmamıştır ve yaratılamaz. O ışık Tanrıyı hiçbir aracı olmaksızın kendisinin kılar. Tanrı'nın çekirdeği ile insan ruhunun çekirdeği birdir.
Ve atılım. Eckhart'a göre Tanrı ile bir olmak da yeterli değildir. insan herşeyi terketmedikçe gerçeğe varamaz. Ve insan "niçin" siz yaşamalıdır. Bu noktadan sonra Ruh "oğul" değildir. Ruh artık "baba" dır.  
Kısaca özetlenen bu felsefe, kabul görüleceği gibi, klasik Hıristiyan felsefesinin tamamen dışındadır. Tasavvuf felsefesinin farklı bir kültürde, farklı kelime ve kabullerle ifadesidir.
Esasen Eckhart'ın yargılanmasına sebep olan düşünce tarzı da bundan doğmaktadır.
Enteresandır ki, yakın zamanlara kadar marksist ideologlar ve Zen 'Budha'cılar Eckhart'a bu düşünceleri ve kabulleri dolayısıyle büyük ilgi duymuşlardır.
Bu noktada, felsefesini, yine son zamanlarda bazı yerli marksistlerin kendilerine bayrak edinişlerini hatırlamak gerekir.
Yunus Emre'nin bile kısa bir süre önce ülkemizde marksist düşünceye sahip kişilerce bayrak edilmesi, onun düşünce ve felsefesinin bu ideolojik akıma paralel kılınmaya çalışılması, Eckhart Usta ile Yunus Emre arasındaki benzeşmeyi aktüel kılan olaylardandır.
Bu iki yüksek mistik'in bu şekilde bir takım ideolojik ve moda akımlarla özdeşleştırilmeleri el bette yani ıştır.
Ne var ki, bu iki gönül adamının etkisini göstermesi bakımından da ilginçtir.
Allah aşkının en mutlu sonuçlarından birisi de kişiyi bütün yaratıklara sevgi gözüyle bakma seviyesine getirmesidir. Mademki, her şey Hakk'ın tecellisidir, Hakk'ı seven O'nun tecellilerini de sevecektir. İlâhi tecellilere en çok mazhar olan, bir. başka ifadeyle Yüce Yaratıcı'nın en mükemmel eseri insandır. O halde Yaratıcı'yı seven O'nun eseri ve yeryüzündeki halifesi olan insanı da sevecektir. Daha kısa söylenişi ile, "Yaratan'la yaratılanın ödeşleşmesinde yatan insan sevgisidir".
Konu bu şekilde ele alınınca doğu ile batı mistisizmi arasında ve genelde müşterek bir çizgi yakalanmış olur.
Gerçekten, insan denen varlık, gerek maddi gerekse mânevi yönü itibariyle yaratıkların en mükemmelidir.
Ne var ki herkes alabildiğine yükselme ve "olgun insan" olma imkânına sahiptir. Yeter ki, mayasındaki cevherin kıymetini bilerek onu geliştirmek gayreti içinde olabilsin.
Yaradılışımızdaki en güçlü hislerden biri sevgidir. Sevginin yöneltileceği ikinci önemli obje de insan olacaktır. Hayvanlar da sevgi dilinden anlar. Fakat sevginin bu dünya da asıl muhâtabının insan olması akla daha yakındır. Bütün kâinat sevginin eseridir.
Sh: 82-83
"İnsan Tanrı'nın sesini vücuda getiren yankı gibidir" (DW 1, Pr. 22 S.383).
Tanrı'nın mührünü bastığı balmumu gibidir" (DW, Pr. 32, S.136).
"Tanrı'nın evinden çıkar, ama yine içerdedir. "Tanrı’nın resmi daima insan ruhunun aynasındadır.  (DW1, Pr.9, S. 154)
Yani insan "hem dışarda, hem içerde"dir. Çünkü Tanrı onu "sevgiyle her anmak devam eden olaylardır
(Bu noktada Eckhart'ın, İslam tasavvufundaki "El'an kân" (her an oluş devam eder, şu an bile) prensibine olan yakınlığı, hattâ ifade benzerliği gerçekten dikkat çekicidir).
"Başkalarının tavırlarına daha çok dikkat edilmelidir. Bu iyi bir ibadettir. Ve hiç kimseyi davranışlarından dolayı ayıplamamalıdır. Bütün her şeyi Tanrı'dan öğrenin ve onu izleyin, bu sayede doğruluğu bulursunuz ve bu zihniyetle onur ve saygınlık kazanırsınız. Onur ve saygınlığı olmayan bir kişi bunlara da katlanmalıdır, hem de severek katlanmalıdır. Bu nedenle oruç tutabilecekler, oruç tutmaya hazır olanlar gönül rahatlığıyla yiyebilirler".
**
"Tanrı kendi iradesini kullandı ve beni burada yaşamaya bıraktı. Bir kalp verdi. Bunun (elbette) bir nedeni vardır. Bu nedeni bir an bile görme imkânına erişebilmiş bir insana, bin Mark, saf altın, sahte bir kuruş gibi görünür. Bu samimi neden yüzünden tüm emellerini başka neden aramadan ve (şikayet etmeden) yerine getirmelisin.
Gerçekten, ben diyorum ki; Amellerini cennet için veya Tanrı aşkı için veya ruhun ebedi saadeti için, her ne için yaparsan, yanlış yapmaktasın.
Çünkü kalbi (gönlü) unutuyorsun. İbadetten, tamamen kendinden geçip Tanrı'yı dilemekten, ocaktaki ateşten veya benzer şeylerden bir şeyler umman da boşunadır, yanılgıdasın. Böyle yaptığında Tanrı'yı alıp, kafasını bir mantoya sarıp, onu kanepenin altına saklıyor gibi bir şey yapmış olursun. Çünkü, kim Tanrı'yı bir kalıpta arar da "kalbde aramayı unutursa, o gerçek Tanrı'yı bırakıp kalıplarda Tanrı aramaya kalkışmıştır". 36
**
"... Günah işlemiş olmak eğer bize acı veriyorsa, günah değildir. Tanrı'nın yarattıklarına Tanrı yarattığı için duyulacak sevgi ise, ruhun Tanrı'ya yükselmesidir. Bunu nasıl sağlamışsan, bu işleri yapmaya devam et. Senin bu durumuna dışardan herhangi birşey mani ise, onu terket. Nöbette veya oruçta veya okumadaysan, onu terket. Unutma ki Tanrı, insanların selâmetini bir takım tuhaf olaylara bağlamış değildir"
**
"İnsanı ve çevresini, tüm varlıklarla birlikte tanımak ve sevmek, onların Tanrı'dan geldiğini bilerek, hikmet gözüyle bakmak, bir "İnsan olma" özelliğidir. İnsanın yerini ve değerini iyi tesbit etmek gerekir. Bunu yaparken bilimden faydalanmak gerekir."
**
" Herkesi eşit tutmak ve adil davranmak gerekir."
**
" Kötülüğe iyilikle karşılık vermek gerekir.
**
" Hareket ve davranışlar ödül ve ceza gibi kavramlara göre değil, gerçeğe inanarak ve özüne uygun şekilde yapmak gerekir"
**
"Ben kendini kendinde, Allah'ta ve bütün yaratıklarda yok eden insandan bahsediyorum. Allah her şeyi bir arada bu insanda toplamıştır."
**
"Şu kesin bir gerçektir ve zaruri bir gerçektir ki arzularını tamamen Allah'ın takdirine bırakan kişi, esas yolunu bulmuştur".
**
Doğumdan ölüme kadar görmeye, bilmeye çalışmak, görmenin ve bilmenin sınırsızlığına inanmak gerekir.
*
Bilgili ve marifetli olmak gerekir.
*
Amaçsız yaşamamak gerekir.

Bilgi ve bilim konusunda sürekli açlık hissetmek gerekir.
*
Bilgiyi başkasına aktarmak gerekir.
**
" Mütevazi olmak gerekir. Başkalarının daha üstün olabileceğine inanmak gerekir".
**
-     İyi huylu, ahlâklı ve güleryüzlü olmak gerekir,
-    Dünyadan el etek çekmemek, bunu sadece Allah'a kulluk etmek için ve başkasına yardımcı olmak için yapmak,
-     Kibir ve gururdan uzak durmak,
-     Hak ve hukuk konusunda hassas olunursa, ölümsüz oluna­cağına inanmak,
-     Sabırlı ve kanaatkâr olmak,
-     Kalb kırmamak,
-     İyilik ve ibadeti eşit tutmak, şekilcilikten kaçınmak,
-     Kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemek,
-     Söz ve şekillerle değil, onların mânâ ve değerleriyle ilgilenmek,
-     Gönül kazanmak,
-     Sevmek, sevilmek gerekir.
**
"Tanrılık bir cevherdir. Bu sebeple anlaşılması zordur hatta imkânsızdır. O sadece yaşanabilir.
**
Beyan edilemez. Beyan edilmeye kalkışılırsa, bunlar kuru bir söz olmaktan öteye bir şey ifade etmezler".
**
"İnsanın kurtuluşu Allah'la "Bir" olabilmek için ise ancak kişinin kendisini bütünden, bütün dünyadan (masiva) çekmesiyle kendinden kurtulmasıyla mümkündür".
**
"Kaçış, insanın kurtuluşudur. Çünkü o, ancak bu takdirde Allah'ı bulabilir. Nefsinden ve benliğinden ayrılmadıkça bunu ümit edemezsin"
**
"Bilgi ve sevgi dünyanın sonsuzluğudur"
**
"Yaşamanın gayesi Allah'ın bilinmesi ve ona dönülmesidir . Bu da ancak kaçış ile mümkündür".
**
 "Ben sık sık söyledim." Çanağın içindekinin dışarı çıkabilmesi için bu çanağın kırılması gereklidir. Çekirdeğe sahip olmak istiyorsan çanağı kıracaksın".
**
"Hayat insana herşeyin en asilini bulması için verilmiştir. Çünkü Allah katındı kabul edilebilin sevinç ve ışığı ancak yaşayanlar görebilirler".
**
"Bütün her şey arasında yaşamak kadar sevimli ve istenmeye değer hiç bir şey yoktur. Halbuki onlar öfkeli olduklarında ve bir zorluk karşısında hayatı yaşanmaya değer bulmazlar. Bunun hangisi doğru? İnsan, nefsinin eline düşerse bocalar, şaşırır. Bu da onu küçültür".
**
"Faziletin olgunluğu mücadeleden gelir".
**
"Sevginin yeri istek ve taleptir. Daha çok talebi olan daha fazla sevgiye sahip olur". 
**
"Allah bana, benim kendimden daha yakındır"
 "Allah her zaman hazır ve nazırdır. Bize yakındır. Fakat biz ondan uzağız Allah içimizdedir. Fakat biz dışardayız. Allah içimizde gizlidir. Fakat biz ona yabancıyız".
**
"Kendinden ve herşeyden vazgeçmiş insan, hiçbirşeyde daha fazla birşey aramayan insan, belki dünya için ölüdür. Ama o diridir. Allah'ta yaşamaktadır. Ve Allah onun içindedir".
**
"Tanrılık ve Tanrı birbirlerinden farklıdırlar,       Yer ile Gök gibi. Tanrılık kendi öz cevherinden dolayı tarifi imkânsız birşeydir. Zira herşey biraz Tanrıdır, ama Tanrı değildir. Ve her şeyi biraraya getirirseniz, onlar Tanrıyı tamamlayamazlar. Ama hepsi Tanrıdan bir görüntü taşırlar. Zira o tektir".
**
"Bizim idrakimiz onu anlayamaz. Eğer Tanrılık hakkında bir şey söylenmek istenirse, maddi yaratılışın özellikleri olan sıfatlarla ve sembollerle işin içinden çıkmak mümkün değildir".
**
**
"Yaradılmışları tanıyanın vaıza (nasihate, yönlendirilmeye) ihtiyaçları yoktur. Çünkü her yaratılan şey Tanrı’nın yazdığı bir (kutsal) kitaptır".
**
"Eckhart'ın Alman mistisizmine kazandırdığı yeni karakter bugüne kadar hep korunmuştur. Çünkü büyük bir etki ve tutarlılıkla ve aynı zamanda, o dönemdeki çağdaş ve hür düşünceli insanları genellikle rahatsız eden düşüncelerin dışındaki fikirleri, taraftarlarının devamlı ilgisini çeken ve onları düşünmeye sevkeden bir şekilde sunulmuştur".
Eckhart felsefesinde "Parçayı nasıl anladığımız, bütünü nasıl anladığımıza bağlıdır."  öyle ki, Eckhart'ta şimdiki zaman ve gelecek üzerine tarihi bir yorum (Hermeneutik) yapabilmek için bu prensibi benimsemek gereklidir.
Bu takdirde, dilin arkasındaki bu dil ile her kelime bir mecaza dönüşür.
Alman Edebiyatının köşe taşlarından birini oluşturan Thomas Mann aynı kabulün içindedir.
Bu ünlü yazar, bir dostuna yazdığı mektupta:
"           Eckhart Usta'nın yaptığı gibi, günlük konuşma dilini de, çekirdeğe ulaşmak için ikiye ayırıyorum. İnançla düşünceyi, ilahiyatla felsefeyi, tefsirle entellektüel yargıyı bazan farkına varmadan, bir su içmenin doğallığıyla birbirinden ayırıyorum " diyor.
Eckhart’ta Tanrı, "Dünyanın sırrıdır." Bugün, sadece Alman kilisesinin değil, reformist Avrupa Hıristiyanlığının itibar ettiği "Gottesgeburt" öğretisinin esası budur. Yani, bütün temel kutsal tefsirlerin, Teslisin, yaratılanla yaratılmayanın, İsevi olayların, ilahiyatçı antropolojinin ve İsevi ahlâkın (Ethos) yorumlama prensibi Eckhart'ın ortaya koyduğu bu prensiptir.
"Gottesgeburt" öğretisi şöyle der:
"Tanrı, merhametinden birşey kaybetmeksizin tesirini sürdürür. Bu kendisidir. Ama insana dönüşür.
Burada tesir ve oluş birdir. Doğramacı veya dülger işlemezse ev de oluşmaz. Keserin dinlendiği yerde oluş da durur. Tanrı ve insan bu oluşta bir bütündür. O tesir eder, öteki vücut bulur".
Bu tamamen Eckhart'ın görüşüdür (DW.F,Pr.6. S. 1425).
Yine bugünkü Hıristiyanlığın aktüel sosyoahlaki düşüncesini Eckhart çerçevelemiştir:
"Kardeş sevgisinde kayıt arama."
Devam edilebilir:
"Kendim için bir şey istemediğim yerde, Tanrı benim için ister. Tanrı sevgisi, fakirlikte ve yoklukta herşeyi verme garantisidir. Sonsuz kayıp, sonsuz kazançtır."
Bütün bunlar Eckhart'ın vaazlarında, öğretilerinde devamlı _ işlenen temalardır ve bugüne kadar, Limitlerini aynen koruyarak devam edegelmiştir.
Bugün, Avrupa ile aynı zamanda Amerika'da yaygın olan Methodist Kilisesinin kaşelediği şu prensip, yine Eckhart'ın bugüne olan etkisini enteresan bir şekilde yansıtmaktadır:
"           …..önceden, görmeden, mantığınla inanmamayı istemek bir gurur ve cüret işaretidir. Ama inandıklarını doğal zeka ve mukayeselerle araştırmayı istememek de bir korkaklık ve ihmal işaretidir".
Yine bugün devam eden ve doğu tasavvufu ile net bir paralellik kuran şu prensibiyle Eckhart, hayatiyetini devam ettirmekte ve etkisini sürdürmektedir:
"Yaratılmışları tanıyanın vaıza ihtiyaçları yoktur. Çünkü her yaratılan şey, Tanrı’nın yazdığı bir kitaptır" (DW l.Pr.9. S.56. 79).
**
"...................................... Eckhart Usta'nın yaptığı gibi, günlük konuşma dilini de, çekirdeğe ulaşmak için iki­ye ayırıyorum. İnançla düşünceyi, ilahiyatla felsefeyi, tefsirle entellektüel yargıyı bazan farkına varmadan, bir su içmenin doğallığıyla birbirinden ayırıyorum       "
Mistisizmde, gerçek realiteye veya ilâhı varlığa ulaşmakla, hayatımızın asıl ve mahiyetinde onu yeni baştan düzenleyen ve deyimleyen büyük bir moral transformasyonu (şekil değiştirme) meydana geleceği iddiası da  gizlidir. Bu şekil değiştirmenin iki yönü vardır.
a) Olumsuz yön
b) Olumlu yön
a)      Olumsuz Yön:
Moral transformasyonun olumsuz yönü, "Nefsi Tasfiye"dir. Tasfiyeden de maksat başta gurur, hiddet, nefs sevgisi ve bütün şekilleriyle benlik iddiası olmak üzere bizi gerçekten, Allah'tan ayıran maddi dünyaya ait ilgi ve bağların her çeşidinden sıyrılıp ayrılmak ve bunların yerine de alçak gönüllülük gibi büyük bir fazileti temel olarak koymaktır.
b)      Olumlu Yön:
Olumlu yönde mistik moral itenin karakteristik prensibi, üniversel aşktır. Aşk çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bazı mistikler arasında 'o, insanın kendi ilahi mahiyetinin ortaya çıkması, Allah'ın realize edilmesinin diğer yaratıklarla olan birliğinin her şeye akan ilahi aşkta yosunlaşmasının sonucudur. Aşk diğer insanların ve hatta hayvanların acılarını bile paylaştığımız şefkat ve merhametle başlar.
Mistik moral hayatın başlıca karakteristiği insanın insanlara karşı, aşk ve muhabbet göstererek onların kederleriyle kederlenmesi ve sevinçleriyle sevinmesi ve daima yardımlarına koşmasıdır. Bencillik esasen mistiğin derhal yok etmekle görevli olduğu tek şeydir. Daha da ileri gidilerek, .bütün canlılara da şefkât ve merhametle muamele edilmelidir. Bütün kötülüklerin kaynağı insanların birbirlerini sevmemelerinde, birbirlerinden ayrılmalarındadır. Çünkü, birbirlerinden ayrılan insanlarda bencillik artar, bu artınca da insanlar arasında sevgi yerine çekişme ve kavga başlar.
Fakat mistik şuurda her çeşit ayrılıklar yok olduğu gibi "Ben", "Sen", "O" da kaybolarak "Biz" olur. Bu da sempati ile başlar; ilahi aşka giden yol ili beşeri Aşktan geçer.
Tasavvuf, İslâm prensiplerini kendisine dikkatle fon yapan bir anlayış silsilesi olduğu için, genel prensiplerde mistisizme bunca benzerliği yanında, kuşkusuz, bazı kabul ve detaylarda ondan farklı olmak durumundadır.
İslâm medeniyeti, doğu medeniyetleri arasında karakteri acısından batıya en yakın olanıdır. Birçok bakımlardan doğu ve batı arasında köprü 'görevini görür. Buna rağmen bu farklılıklar doğaldır.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, maddeler halinde bu farklılıkları şöyle sıralayabiliriz.
1. "Mistisizmi karakterize eden iki şey vardır: Passiflik (passivite) ve metod yokluğu. Mistisizmde insanın nereden başlayacağı nereye gideceği asla bilinmez. Tasavvufta ise şüpheli ve bulanık hiç bir şey yoktur. Aksine çok kat'i ve çok "pozitif" şeyler vardır".
Mistisizm passif, tasavvuf aktiftir. Mistisizmde fert kendisine gelen şeyi sadece kabul etmek durumundadır. Ferdin bu hususta hiç bir etkisi ti, yoktur. Bunun içindir ki burada fert her türlü tesire "açık" tır.
Hıristiyan ilahiyatçılar, herhangi bir gayretle "keşif" veya fevkalâde bir hâl elde etmeye gayret eden kimseyi "sahte mistik" olarak kabul ederler.
Tasavvufta ise, bir kabiliyet gerekli olmakla beraber çalışma ve gayret de bir şart teşkil eder. Kabiliyet yoksa bütün gayretin boşa gideceği tabiidir. Zira kişi bizzat kendinde taşıdığı imkânları geliştirebilir. Gayret ve çalışma şartı yerine getirilmeden fiiliyata geçmek mümkün olamaz.
Tasavvufta ilgilinin daima aktif olması gerekir. Bir müslüman mutasavvıfın dediği gibi: "insan" "hâl'ine hâkim olmalıdır, "hâl" insana de Müridin şeyhine itaati passiflik demek değildir. Çünkü mürid kendi rızası ve iradesiyle şeyhine itâat eder. Ayrıca bu itâat sadece terbiyevi bir özellik taşımaktadır. Hakiki bir şeyh bu itâati kesinlikle suistimâl etmez ve müridine bütün dış tesirlerden bilhassa kurtulmasını ve kendi içindeki mürşidi bulmasını öğretir. Zira hakiki mürşid insanın içindedir.
Şeyhin öğretim ve terbiyesine tabi olmak ve ona itâat, bu yükselişe ermek ve kendini bulmak içindir".
2.         Tasavvufta, insanın kendi kendine tasavvufa "intisab" etmesine (girmesine) imkân yoktur. Tasavvufta bu ancak bir şeyh vasıtasıyla olur. Şeyh müride "manevi tesiri" (himmet,' feyiz) "intisab" esnasında nakleder. Böylece müridde bir ruh aydınlığı meydana gelir. Bu "ikinci doğum" denilen şeydir. Bu "mânevi tesir"in sayesinde mürid gelecekte elde edeceği ilerlemelerin tohumlarına kavuşmuş olur, ilerdeki çalışmalarıyla da bu tohumu geliştirir.
Mistisizme gelince: Ne şeyh, ne de intisab edilecek nizami bir tarikat vardır. Bu sebeple gerçek mistisizmi sahtesinden ayırt edebilmek oldukça zordur. Her şartta mistik ve mistisizmde her türlü kontrolden uzak bir şeyler vardır. Bundan dolayı bir mistiği tanımak için, hiç bir tanıma vasıtası yoktur. Ayrıca bir mistiğin "şeceresi" yoktur. Bu sebeple kimin sahiden mistik, kimin sahte olduğunu tespit etmek güçtür.
3.         Mistisizmde bir seçere olmamasına karşın, bütün tasavvuflarda kesiksiz bir "seçere" vardır ve şattır. Buna tasavvufta büyük bir önem verilir.
4. Tasavvufta bir doktirin ve şifahi bir öğretim vardır ve şeyh vasıtasıyla müride verilir. (Biz bu öğretime sohbet diyoruz. ) Şeyh mürşiddir, yol göstericidir ve müridin manevi gelişmesini kontrol eder. Ama çalışmayı mürid yapar. Neticede elde edeceği şeyi de mürid çalışmasıyla elde eder, kapılan bu çalışma, her müridin kabiliyetine göre ayarlanmıştır.
Mistisizmde ise mürşid tarafından verilen bir öğretim yoktur. Zâten Mürşıd olmayınca ne öğretim ne de bu öğretime tabi mürid vardır, öğretimin olmadığı yerde terbiye edici ve yetiştirici bir doktrinin olmayacağı da tabiidir.
5. Tasavvuf’ta intisab birbirini takip eden üç safha gösterir:
A-Ferdin tabiatına has bazı yetenekleri içeren özelliklere sahip olmasıdır ki, buna kabiliyet diyebiliriz. Bu, âdeta daha sonraki mânevi çalışmaları üzerinde gerçekleşeceği "ilk madde" gibidir.
B-Bir tarikata bağlanmak suretiyle kişiye "manevi tesir" ve feyzin verilmesi "Kuvve haline geçme" dediğimiz bu safhada müride bizzat kendinde taşıdığı imkanları geliştirmesi ve onları bir nizâma koyması için bir "nur" verilmiş olur.      
C-Bazı dış destek ve yardımcılar sayesinde yapılan mânevi çalışma ki s buna "fiile geçme" diyoruz. Böylece insan en son gaye olan "Vuslat"a, "Kurtuluş"a ulaşıncaya, yani Vahdeti Vücud'u elde edinceye kadar derece derece makamdan makama yükselir.
Mistisizmde böyle bir kademelenme yoktur. Mistik olabilmek için sadece hususi bir kâbiliyete sahip olmak yetmektedir. Fakat bu kabiliyet tasavvufi kâbıliyetten tamamen farklı, hatta bazı taraflarıyla ona zıttır.
Mistik olmak için bu kâbi1iyetten başka bir şeye ihtiyaç yoktur.
6. Tasavvufta her tarikatın hususi bir "teknik"i, yani bir usulü vardır. Tabiatıyla bir tarikata girmek isteyen kimsenin bu usûle uyabilecek ve bu kaidelerden fiili ve gerçek bir istifade temin edebilecek yaratılışta olması gerekir. Mistisizmde ise böyle bir şart söz konusu değildir.
7.         Tasavvufi tarikatlarda tespit edilmiş belli bir "ezkâr ve evrad"ın bulunması, onu mistisizmden ayıran temel farklardan biridir. Mistisizm de tesbit edilmiş bir "rituel" yoktur. Gerçi mistisizmde bir takım "ibadet" cinsinden şeyler varsa da bunlar dinin içinde olan, herkesin yapabileceği genel şeylerdir. Ayrıca mistisizmde bu ibadet ve dualara olan bağ da mutlak surette şart değildir.
8.         Mistikler gâye olarak her Hıristiyan gibi "selâmet"i, yani cennete girebilmeyi hedef alırlar. Halbuki tasavvuf ehli için son ve en yüksek gaye "Kurtuluş"tur. Yani içindeki her şeyle dünya ve ahireti terk ederek yalnız Allah'ı dilemek, her türlü varlık ve ikilikten kurtulup "Vuslat"a ermek ve "Hakk'la Hakk olmak" gibi son hedef vardır. Mistiklerin "Tanrıya kavuşma" dedikleri şeyin bunla ilgisi yoktur.
9. Tasavvufta her konuda bir düzen vardır. Her insan sahip olduğu manevi bilgi ve dereceye göre bir yer işgal eder. Bu dereceleme bir pramit misaliyle anlatılabilir. Bu dereceler tabandan tepeye doğru gittikçe daralır. Mistisizm de uyulması gereken böyle bir hiyerarşi yoktur.
10. Mistiklerde ıstırap bir nevi alışkanlık haline gelmiş bir şeydir ve bu mistisizmde önem arz eder durumda görünmektedir. Tasavvufta ıstırabın özel ve ayrıcalıklı bir yeri yoktur.
Görülüyor ki farklı kültürlerin ürünleri oldukları için genel prensiplerde birbirine benzeyen iki felsefe, detaylarda bazı farklılıklara sahiptir.

Sh: 48-52

Kaynak: Mustafa Taşpınar, Yunus Emre Ve Meıster Eckhart’ta İnsan Sevgisi, T. C. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Batı Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı Alman Dili Ve Edebiyatı Bilim Dalı, Doktora Tezi  — 1992,Konya

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar