MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN VE ŞEMS
Büyük Türk âlimi
İbnî Kemâl de, Arapça bir kıt'asında şöyle söylüyor:
“Rüyâmda
Peygamberi gördüm. Eline Mesneviyi almış, şöyle
diyordu: Mâneviyatı çok olan kitaplar yazıldı, fakat bunlar arasında,
Mesnevî gibisi yoktur.” Sh: 130
Sabahattin ENGİN
Türk Edebiyatı,
Sayı: 12 (31 Aralık 1972), s. 25-26
Sayı: 12 (31 Aralık 1972), s. 25-26
Mevlânâ ile Şems arasındaki münasebet
üzerinde çok durulmaktadır. Şems-i Tebrizî’yi tanıyıncaya kadar çok az şiir
yazan ve kendi kabuğuna çekilmiş, büyüklüğünden henüz haber vermemiş olan bir
ulunun neden bu tanışmadan sonra bir yanardağ gibi fışkırdığı, zihinlerde
cevaplandırılması gereken sorulara yol açmıştır. Mevlânâ'nın Şems’i tanıyıncaya
kadar olan hayatını incelersek, ilk bakışta yadırganacak, bugünün zor olmayan
bir gerçekle karşı karşıya bulunduğumuzu görürüz.
Şöyle ki:
Şems’den önce Mevlânâ sıkıntı
içindedir.
Ne yapacağını bilmemektedir.
Dalgındır, düşüncelidir.
Düşüncesi bir noktaya yönelmiş
değildir.
Ne yapacağını henüz kestirmemiştir.
Bu yüzden bunalım içindedir.
Kimi zaman saatlerce, hatta günlerce
kimseyle konuşmamaktadır.
Zamanın büyük ilim adamı olan babası
Bahaettin Velet, oğlunun haline merakla bakmaktadır.
Bunun gelip geçici bir hal olduğunu
bilmektedir ama, gene de bir özelliği vardır.
Bu yirmi yaşın melankolisi sonu
meydana gelen bir hal değildir.
Etraftan bir şeyler istememektedir.
Kendi kabuğuna çekilmiş, âdeta dünyayla ilgisini yitirmiş bir âlemde
yaşamaktadır, ilk bakışta böylesine yaşayanlara kuşku ile bakılır.
Ruhî muvazenesizlikleri üzerinde
durulur. Ama Mevlânâ'nm etrafıyla olan ilgisiz görünmesi, böylesine bir
ilgisizlik değildir.
Kuşku içinde bunalımlarla dolu,
aslında ilgi ile bağdaşmış ancak ilgisizmiş görünen psikolojik bir halidir.
Günümüz psikolojisi bunun sebebini
kolayca ortaya atmaktadır.
Böylesine bir insan kendi kendisini
aramaktadır.
Böylesine bir adam etrafından birçok
şeyler ummaktadır. Fakat bunun ne olduğunu henüz açık ve seçik olarak idrak
etmiş değildir.
Bu, maddî kazançları açık bir kapı
olabilir.
Bu, dışardaki herhangi bir objeye
karşı duyulan hasretin, zaaf yüzünden değişmiş bir şekli olabilir!
Hayata çıkar yönünden bakan, faydayı
ve buna benzer şeyleri ön plana alanlar için bu hal olağandır.
Mevlânâ hiçbir zaman kişiliğini bencil
bir açıdan ele alarak ona yönelecek bir yaratık değildir.
Onun için kaynamaktadır.
İnsanın en güzel, en mutlu ve en olumlu yönü olan "söz”le büyük, kendi
dünyasını yansıtmak dileğindedir. Bunun için malzeme toplamaktadır. Toplamıştır
da. Ancak bunu ne şekilde ortaya, çıkarması gerektiği konusunda henüz bir fikre
sahip değildir.
Büyük bir şair için bu hal, insanı
bunalımlardan bunalımlara atan bir haldir. Bunun üzerine pekçok örnekler vermek
mümkündür. Bilineni tekrarlamamak için bu konu üzerinde fazla durmayacağız.
İşte Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî böyle
psikolojik bir doluş halindeyken Şems-i Tebrizî ile tanışır. Şems çağının
mutasavvıflarındandır.
Mevlânâ ya göre yaşlıdır.
Hayatı anlamıştır.
İlim adamında bulunması gereken
özelliklere sahiptir.
Mevlânâ ile konuşur.
Dertleşir.
Onun yolunu arayan bir ulu olduğuna
inanır.
Bir başka deyimle akmak için mecra
arayan büyük bir menba olduğunu anlamıştır.
Mevlânâya bu yolda telkinlerde
bulunur.
Bunun üzerine Mevlânâ şırıl şırıl akan
o güzelim ve yüce mısralarını Hüsamettin Çelebi'ye yazdırmağa başlar.
Burada Şems, Mevlânâ'nm büyük
eserlerine başlamasını sağlayan bir araç olmaktadır. Şöyle bir soru akla
gelebilir.
Mevlânâ Şems’i tanımasaydı büyük
eserlerini meydana getirmiyecek miydi?
Sanatçının hamlesine hiç bir güç engel
olamaz.
O ergeç meydana çıkar.
Elbetteki Mevlânâ da bir müddet sonra
eserlerini yine meydana getirme imkânlarına sahip olacaktı.
Celâleddîn-i Rûmî’nin Şems’e karşı
duyduğu saygı ve sevgi bundan doğmaktadır.
“Sana bir kelime öğretenin kulu kölesi
ol”, diyen İslâm anlayışı, büyük adamların kadirbilirliği ile birleşince
Mevlânâ’nın hocasına karşı olan üstün -ve bize biraz fazla görünen- saygısının
sebepleri kendiliğinden meydana çıkmış olur.
Şunu da söyliyelim.
Büyük adamların inançları ile vasat adamınkiler
arasında büyük farklar vardır.
Bu fark yüzündendir ki, insan
başkaları hakkında karar verirken daima kendisine göre düşünür, bu yüzden de
hemen daima yanılır.
Mevlânâ’nın Şems’e karşı olan
bağlılığını başka sebeplerle aramak yersiz aynı zamanda gülünçtür.
Sh:143-145
Kaynak: Vedat Genç, Mevlanâ İle İlgili
Yazılardan Seçmeler, Millî Eğitim Basımevi, 1994, İstanbul
Dr. Tûba
SERDAROĞLU
Zafer İlim Araştırma Dergisi, Sayı: 112 (Nisan 1986), s. 8
Zafer İlim Araştırma Dergisi, Sayı: 112 (Nisan 1986), s. 8
Kimya ilminin kurucularından, Fransız âlimi Lavoisier
1734-1794 yılları arasında yaşamıştı. Yaptığı deneylerden birinde, kapalı bir
kapta kaynayan ve buharlaşan suyun tartısının değişmediğini görmüş, bunun
üzerine, madde ne şekil alırsa alsın, asla ortadan kaybolmayacağı prensibini
ileri sürmüştü. Onun okul kitaplarına eksik geçen “Tabiatta hiçbir şey
yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz" sözü, bundan doğmuştur.
Eksik diyoruz, çünkü Lavoisier’in bu sözünün sonunda “Not
God” ifadesinin yer aldığını, daha yeni öğrenmekteyiz. Her ne ise.
Okul sıralarında öğretmenlerimizin hepimize eksik
ezberlettiği bu gerçeği ilk söyleyen Lavoisier midir acaba? Gerçi bütün okul
kitapları, ansiklopediler böyle der ama, bakın bizim Mevlânâ'mız 13'üncü
yüzyılda yazdığı Mesnevî’sinin 4'üncü cildinin 1665-1668'inci beyitlerinde ne
diyor?
Okul kitaplarında, 18. yüzyılda yaşamış olan kimyacı
Lavoisier'in bize eksik ezberletilen sözleri ile, doğmazdan 470 yıl önce hayata
gözlerini yuman ve vefat ettiği, zaman 6 ciltlik Mesneviyi, 21 ciltlik Divan-ı Kebir'i
ve daha birçok değerli eserleri bırakan Mevlânâ’nın yukarıya aktardığımız
hikmeti arasındaki benzerliğe ne demeli acaba?
Batı, her zaman kendi zekâsını ve üstünlüğünü bize kabul
ettirmeğe çalışıyor, biz de büyük bir saflıkla, hemen kabulleniveriyoruz.
Bir gün Selçuklu âlimlerden Muineddin:
"Mevlânâ, misli asırlar boyunca gelmemiş bir insan,
fakat müritleri kötü” demiş. Mevlânâ
bu sözü duyunca Muineddin’e bir mektup yazarak şu cevabı göndermiş:
Sh:256-57
Kaynak:
Vedat Genç, Mevlanâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, Millî Eğitim Basımevi,
1994, İstanbul
[slideshare
id=58770135&doc=mevlanaileilgiliyazlar-vedatgenc-160226182954&type=d]
Semih SERGEN
I. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), 3-5 Mayıs, 1985,
Konya, Selçuk Ün. Basımevi, 1986, s. 357-363
I. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), 3-5 Mayıs, 1985,
Konya, Selçuk Ün. Basımevi, 1986, s. 357-363
Hz. Mevlânâ, örnek bir müslüman olarak
yaşayıp, örnek bir müslüman olarak sonsuz âleme göç etmiştir. O halde Hz.
Mevlânâ’da herhangi bir konuyu işlemek için onun ana kaynağına inmek,
yaşayışına yön veren Islâmiyetin o konuya bakış açısını tespit etmek gerekir.
Şu halde İslâmiyet kadına nasıl bakmış, kadını nasıl değerlendirmiştir işe o
noktadan başlamakta yarar vardır.
İslâmiyette kadının yerini ve durumunu
değerlendirmek için, o asırda dünyanın çeşitli ülkelerinde kadının durumu
nedir, buna bakalım önce.
— Eski Hind'de kadın, evlenme, miras ve diğer konularda hiç
bir hakka sahip değildir. Veda’larda kadın kasırgadan, ölümden, zehirden ve
yılandan daha kötü bir yaratık olarak anlatılır. Budizmin kurucusu Buda,
önceleri kadını dinine kabul etmiyordu. Daha sonraları, kadınları dinine
kabul etmiş; fakat bunun Budist toplumu için çok tehlikeli olduğunu
söylemiştir. Yakın dostu ve amcazâdesi Anenda’ya: "Kadını dine kabul
etmeseydik, Budizm saf bir şekilde uzun asırlar devam edebilirdi, fakat kadın
aramıza girdikten sonra bu dinin uzun yaşayabileceğini sanmıyorum.” demiştir. (Dr. Ahmed Çelebi, s. 175, Mukarenetul-edyân-Edyânül
Hind).
— İsrail hukukunda, erkek; ailenin mutlak hâkimidir. Yahudi kızları
babalarının evinde bile hizmetçi gibidirler. Baba onları satabilir.
Boşanma hakkı keyfî bir şekilde kocaya aittir. Kızlar ancak başka bir vâris
olmadığı zaman babalarının mirasına hak kazanabilirler.
— İran’da
kız kardeşle evlenmek câizdi. Kan hısımlığının, kız kardeş ve annelerin saygıya
değer bir özellikleri yoktu.
— Eski
Yunan ve Roma'da kadın hiç bir hakka sahip değildi. Evlenmenin en büyük gayesi
erkek çocuk elde etmek, mal, mülk üzerinde yakın bir bakıcı bulmaktı.
İsparta’da cinsi bakımdan kuvvetli olan kadın kocasından başka kimselerle de
münasebette bulunmaya zorlanırdı. (İlâhiyat Fakültesi Dergisi. 1961, s.
131-133).
— Eski Çin’de, kadın insan sayılmaz, ona ad bile ta- kılmazdı. Kadın,
bir, iki, üç diye sayı ile çağrılırdı. Erkek çocuklar makbul sayılır, kız
çocuklar "Domuz”, diye anılırdı.
— İngiltere’de M. S. 5. asırda, 11. asra kadar kocalar, kanlarını
satabilirlerdi. Kadın, murdar bir yaratık sayıldığından Incil’e el süremezdi.
VIII. Henry devrinde (1509- 1547) parlementodan çıkan bir kararla kadınların
Incil’e el sürmeleri yasalaştı. Ingiltere’de kadın, 16. asırda artık kutsal
kitaba el sürebilecekti ve Incil okuyabilecekti. (M. Raif Ongon, Islâm Hukuku, s. 71).
— Arabistan'da
İslâmiyetin doğuşundan önce kadın, evlenme, aile kurma, boşanma düzeninden ye
miras hakkından mahrumdu. Kız çocuk ailede, maddi bakımdan yük, manevi bakımdan
bir utanç vesilesiydi. Baba, kızını öldürmekte serbestti; hem de diri diri
toprağa gömerek.
Hz. Ömer,
"Islâmiyetten önce yaptığım iki şey vardı ki” diyor, "Birini
hatırladıkça hâlâ gülmekten kırılırım, ötekini hatırladıkça ise gözlerimden acı
yaşlar dökülür. Çok güldüğüm olay: O devirlerde her ailenin Tanrı yerine
koyduğu bir put'u vardı. Geçimimizi ticaretle sağladığımız için, yola çıkarken,
genellikle hamurdan yaptığımız bu Tanrımızı da yanımıza alırdık ve acıkınca da
bir güzel yerdik Tanrımızı. Çok üzüldüğüm olaysa şuydu: Çok sevdiğim bir kızım
vardı. İki üç yaşına kadar öldürmeden muhafaza edebildim ama daha sonra
törelerimiz gereği öldürmeye karar verdim. Bir sabah kızımı da yanıma alarak
çöle doğru yola çıktım. Ben kızıma mezar kazmaya başladım. Kürekle kızgın
kumları atıp, çukuru kazarken o, çevremde dolaşıyor, gülerek, sakalıma ve
saçlarıma sıçrayan kumları silkeliyor, tatlı bir sesle, "Babacığım, saçın
ve sakalın kirlenmesin" diye cıvıldıyordu. Oysa biraz sonra onu çukura
ittim ve öldürdüm, hem de diri diri kuma gömerek.
Erkek - Kadın - Renk - Sınıf farkını
ortadan kaldıran İslâmiyetle birlikte, kadına insan olmanın onuru iade edilmiş
oldu. Kadınla erkeğin doğuştan eşit olduğunu Islâmın Kutsal Kitabı Kur'anı
Kerim şöyle ilân ediyordu:
Kadın
- Erkek, fakir - zengin, siyah-beyaz her ferd, istisnası olmadan, kıyamet gününde
Allah’ın huzuruna tek başına ve mutlak bir kul olarak gelecektir, hiç bir
ayırma olmayacaktır. (Meryem Sûresi, 93 - 95. âye(ler.)
"Ey
insanlar, biz sizi bîr erkekle bir dişiden yarattık. Şüphesiz ki Allah katında
sizin en şerefliniz takvaca en ilerde olanınızdır.” (El-Hucurat
Sûresi 3. âyet.)
"Ey
insanlar, sizi bir ket candan yaratandan, ondan da yine onun zevcesini vücuda
getiren ve ikisinden birçok erkek ve kadınlar türeten Rabbinizden korkun." (El - Nisan
Sûresi, 1. âyet.)
İslâmın yüce peygamberi de kadın erkek
eşitliğini ve kadına verdiği değeri Hadisi şeriflerinde şöyle ifade ediyordu:
Kızını her seferinde ayakta
karşılayan, ibadet edeceği zaman bile eşinden izin istemek inceliğini gösteren
yüce peygamberimiz, savaşa giderken bile eşlerinden birini yanlarında
götürürlerdi.
Müslümanlığı ilk kabul edenin de, ilk
İslâm şehidinin de kadın olduğu düşünülürse, kadınların da İslâmiyete ve onun
yüce peygamberine nasıl yürekten bir bağla bağlı olduğu anlamakta güçlük
çekmeyiz. Islâmiyetin ilk yıllarında kadın erkekle birlikte çalışmış, hatta savaşlara
bile katılıp, yaralıları tedavi etmiştir.
Gerek aile içinde, gerekse toplum
hayatında kadının kocasının yanında, onun çalıştığı her işte çalışıp ona
yardımcı olmuş, hem manen hem maddeten ailesine destek sağlamıştır. Türklerin
İslâmiyeti kabul etmesiyle bu birliktelik daha da artmıştır, çünkü Türkler,
İslâmiyeti kabul etmeden de kadınlarına büyük değer vermişler, eşlerini her
zaman ön plânda tutmuşlardır.
Türkistan’dan Anadolu’ya göçen
Bahaüddin Veled de aynı terbiyeyle yetişmiş, Sultan-ul Ulemaya eş, Gönüller
Sultanı Hz. Mevlânâ’yı öyle eğitmiştir. Yüce meşrebinde, özellikle kadınlara
önemli mevki veren Hz. Mevlânâ Mesnevinin birinci cildinde Fahri Kâinat
efendimizin "Kadınlar erkekleri yenerler, ama cahil
erkekler onları yenerler," hadisi şerifini şu yolda açıklar: “Çünkü
cahil erkekler sert ve kaba davranışlı olurlar. Onlarda acımak, lütfetmek,
sevmek azdır. Tabiatlerinde, yaradılışlarında hayvanlık üstündür. Sevgi ve
acımak insanlık vasfıdır. Öfkelenme, şehvet de hayvanlık vasfı.’’
Yine Mesnevî-i Şerifin bir beytinde:
"Pertev-i Hakkest an mâşûk nî
Hâlıkest an gûyyâ mâhlûk nî”
"Kadın Hak nûrudur, sevgili
değil,
Sanki yaratanıdır, yaratılmış değil.”
diyerek, Tanrının Hâlikiyet sıfatının
kadında tecelli ettiğini pek güzel ve İlâhî bir şekilde açıklar. Yüce Mevlânâ
yine bir şiirinde:
"Gûya Hak tâft ez perdei râkik”
"Sanki ince perdeden Hak tecelli
etmiştir” diyor.
İbnil Farit'in dediği gibi, "Her güzelin güzelliği Allahın cemâlinden müsteardır.”
İnsan ruhunun derinliklerini iyi
tanıyan Hz. Mevlânâ, kadının baskıyla düzelmiyeceğini, aksine kadındaki bir
takım kötü huylara katlanarak erkeğin daha iyi bir yere varacağını, kadının
özündeki cevherin de yumuşaklık ve iyi davranışlarla meydana çıkarmanın mümkün
olabileceğini, kavga ve gürültüyle bunun imkânsız olduğunu, Fihi Mafih’de şöyle
anlatır:
— Gece ve gündüz kavga
edip bir kadının huyunu güzelleştirmek ve düzeltmek istiyorsun. Onun pisliğini
kendinle temizliyorsun.
Kendini onunla
temizlemen, onu kendinle temizlemeden daha iyidir.
Sen onun vasıtasıyla
iyileş, güzelleş, ona doğru git. İmkânsız olsa bile onun dediği şeyi kabul et.
Kıskançlık her ne kadar
erkeklerin vasıflarından ise de bu huyu bırak, O başka erkeklerin sıfatlarını
sana söylese de kıskanma, çünkü sende ki iyi vasıflardan sonra kötü vasıflar
meydana gelir.
Aziz ve yüce Tanrı,
peygambere çok ince bir yol gösterdi.
O yol nedir?
Kadınların kaprislerine,
kötülüklerine tahammül etmek ve onların söyledikleri imkânı olmayan şeyleri
dinlemek ve ona karşı sert davranmamak suretiyle kendini iyileştirmek ve
düzeltmek için evlenmektedir.
Senin huyun tahammülle
iyi olur, onunki ise zulüm ve kötü muameleden dolayı bozulur, kötüleşir.
Sen ne kadar kadına
"Kendini sakla, örtün” diye emretsen, kendini gösterme arzusu onda o
nisbette fazlalaşır.
Halkta da gizlendiğinden
dolayı o kadını görmek temayülü o kadar artar.
Şu halde sen oturmuş iki
taraftan bu görmek ve görülmek arzusunun rağbetini artırıyor ve bununla da onu
ıslah ettiğini zannediyorsun.
Bu yaptığın şey,
fesatlığın ta kendisidir.
Onda eğer kötü bir iş
yapmamak cevheri varsa, sen mani olsan da olmasan da o güzel yaratılışa temiz
ve iyi huyuna uyacaktır.
Sen merak etme.
Aklını, işini, gücünü
karıştırma. Ona mâni olmak, muhakkak ki rağbetini arttırmaktan başka bir işe
yaramaz.”
Erkek-Kadın, Zengin-Fakir arasında hiç
ayırım yapmayan Gönüller Sultanı, kadınların sevgi ve dostluğunu kazanmış,
onları yüceltmek için sohbetlerde bulunmuş, birlikte olmuştur.
Menakib al-Arifinde Ahmet Eflâki şöyle
anlatıyor:
"Konya’nın bütün hanımları her
Cuma akşamı Sultanın has naikbi olan Eminüddin Mikail’in hanımının huzurunda
toplanır ve mutlaka Hüdavendigâr’ı davet etmesi için yalvarırlar.
Bu cemaat toplanınca
hepsi tam bir huzur içinde Mevlânâ’nın teşrifini beklerdi. Mevlânâ akşam namazından
sonra kimseyi rahatsız etmeden tek başına onların yanına gelir, ortalarına
otururdu. Kadınların hepsi o kutbun etrafında halka olurlardı ve Mevlânâ’nın
üzerine gül yaprağı dökerlerdi. Sonra bu yaprakları alır, uğur sayarlardı.
Mevlânâ Hazretleri bunların arasında gül ve gül suyu içinde tere boğulur, gece
yarısına kadar mânâlar ve sırlar saçmakla, nasihat etmekle meşgul olurdu.
Sonunda şarkı söyleyen cariyeler, nadir defçiler, kadın neyzenler çalmaya
başlar, Mevlânâ Hazretleride semâa kalkardı. O topluluk, başlarını
ayaklarından, külahlarını başlarından ayırt edemez bir hale gelirdi. Mevlânâ
Hazretleri birşeycik kabul etsin de iltifatta bulunsun diye bütün altın ve
mücevherlerini o keşif sultanının ayakkabısının içine dökerlerdi. Mevlânâ
bunlara hiç bakmaz ve sabah namazını onlarla kılar, hareket ederdi.
İnsanların dış görünüşüne değil, özüne
bakan yüce sultan, onları gerçeğe yönelterek, Hak nuruyla aydınlatmaya
çalışmıştır. Ahmet Eflâki şöyle anlatıyor:
Vezir Ziyaeddin’in hanında Tavus
adında harp çalan bir hanım vardı. Sesi de çok tatlı ve gönül okşayıcı idi.
Gönül kapıcı ve benzeri az bulunan bir kadındı. Saz çalmadaki maharetinden
ötürü bütün aşıklar onun esiri olmuşlardı. Tesadüfen bir gün Mevlânâ hazretleri
o hana girip Tavus hanımın odasının karşısında oturdu. O sırada Tavus-i Çengi
cilve yaparak Mevlânâ'nın huzuruna gelip başkoydu, sazını Mevlânâ’mn eteğine
vurup onu kendi hücresine davet etti. Mevlânâ hazretleri icabet buyurup sabahın
erken saatlerinden ta akşam namazına kadar onun odasında namaz ve niyazla
meşgul oldu. Mübarek sarığından bir gez mikdarı kesip Tavus hanıma verdi. Cariyelerine
de kırmızı dinarlar bağışlayarak hareket etti. Aynı gün Sultanın hazinedarı
Şerafettin o hana uğradı. Tavus hanıma aşık ve meftun oldu. Emin adamlar
gönderip Tavus’u hamama gönderdi, sonra da kendi nikahı altına aldı. Zifaf
gecesi "Şimdiye kadar sende bu güzellik ve
dilberlik yoktu. Bu günlerde seni zamanın Rabia’sı ve Züleyha'sı gibi görmemin
sebebi nedir? Bundan evvel olduğun gibi değil misin? Bu güzellik ve süs nereden
geldi?" diye sordu. Tavus
Hanım, Mevlânâ'nın kendisini şereflendirdiğini söyledi ve başına bağladığı
Mevlânâ'nın vermiş olduğu sarık parçasını ona gösterdi. Nihayet Tavus-i
Çengi’nin durumu o dereceye vardı ki, Konya’nın hurileri ve tertemiz olan
âlemin nurlu güzelleri onun müride’si oldular. Tavus hanım onların arasında
açık kerametler gösteriyor, insanların kalplerinden haber veriyordu. Bu hanım
bütün cariyelerini azat edip evlendirdi. Ve o mübarek handa müslümanların
hamamı oldu. Şimdi oraya meşhur NAKIŞLI HAMAM derler.
Hangi sınıftan olursa olsun, insanlara
sevgiyle yaklaşmak, onları kendi özünden haberdar edip, Tanrı lezzetiyle sarhoş
ederek doğru yola sevketmek Yüce Mevlânâmızın en büyük özelliklerindendi.
Bakınız gene aynı konuda Ariflerin Menkıbelerinde nasıl anlatılıyor:
Sahip İsfahani'ni hanında çok güzel
bir fahişe kadın vardı. Yanında da çalışan birçok kız vardı. Bir gün Hazreti
Mevlânâ bu hanın önünden geçiyordu. Bu kadın handan çıkıp koştu, baş koyup
Hazreti Mevlânâ’nın ayaklarına kapandı. Son derece yalvarıp yakardı ve
saygılarını sundu. Yüce Sultan: “Râbia ... Râbia. ... Râbia... "
diye üç defa bağırdı. Kızlara da haber gitti, hepsi birden dışarı fırlayıp
Hazreti Mevlânâ'nm ayaklarına kapandılar. Hüdavendigâr “Ne de büyük
pehlivanlar. Ne de büyük pehlivanlar. Eğer siz bu yükleri ve zahmetleri
çekmemiş olsaydınız, bu kadar şehveti ve kötü nefsi kim yenerdi? iffetli ve
namuslu kadınların, iffet ve namusları nasıl anlaşılırdı" buyurdu. Mevlânâ'nın bu
sözlerini işiten devrin büyüklerinden biri "Mevlânâ gibi büyük bir
adamın, bir genelev fahişesiyle böyle ilgilenmesi ve onlara böyle iltifatlarda
bulunması mânâsızdır” der. Bunu duyan Mevlânâ: "Bu kadın
olduğu gibi hareket ediyor ve olduğu gibi riyasız görünüyor. Eğer sen de
erkeksen onun gibi ol, için ve dışının bir olması için ikiyüzlülüğü, ve iki
renkliliği bırak. Eğer için dışın bir olmazsa işin bâtıldır ve boştur."
buyurdular. Sonunda bu güzel kadın, Rabia gibi tövbe ederek emrinde bulunan
kızları azat etti. Evinin eşyasını fakirlere dağıttı. Ahiret kadınlarının
talihlileri sırasına geçti ve Hazreti Mevlânâ'ya mürit olup çok hizmetlerde
bulundu.
Yetiştiği aile çevresinde insana
sevgiyi, kadına saygıyı İslâmi bir kaide olarak benimseyip ömrü boyunca böyle
yaşayan Hazreti Mevlânâ, eşlerine, kızlarına, gelinlerine, mânevi evlâtlarına
aynı incelik ve zarafetle davranmış aralarında hep sevgi ve adaletle
hükmetmiştir.
Birgün Mevlânâ'nın kızı Melike Hatun,
cariyesini azarlamıştı. Hazret birdenbire içeri girdi ve:
Kaynak:
Vedat Genç, Mevlanâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, Millî Eğitim Basımevi,
1994, İstanbul
[slideshare
id=58770135&doc=mevlanaileilgiliyazlar-vedatgenc-160226182954&type=d]
Naci DİLMEN
Türk Edebiyatı, Ocak 1985, s. 10.
Türk Edebiyatı, Ocak 1985, s. 10.
Mevlânâ Hazretleri baş köşedeki
mindere oturmuştu. Odayı çevreleyen sedirlerde yakınları bağdaş kurmuşlardı.
Yerdeki minder ve halılara dervişler ve öğrenmeye teşne gençler edeple
çömelmişlerdi. Oğlu Sultan Veled el pençe divan kapının yanında ayakta
duruyordu. Sohbete katılan gençlerden birine Mevlânâ şöyle diyordu:
— Evlât!..
Rintler derneğinde bu kadehi iç de Hakk yolunda erler gibi sevgiye adım at. Sen
varlıkta takılı kaldıkça bütün nefis, bütün adsın. Denize git, nefsini de,
adını da orada yok et. Evin damı madem ki güneşin yüzüne perdedir. Hakkın aşk
kazmasıyla onu çabuk aşağı indir.
Kendisine hitab edilen genç:
— Bana
denize gir diyorsunuz. Ama ben yüzme bilmem ki... dedi. Mevlânâ:
— Yürü,
tez bir Tanrı dostu ara. Böyle yaptın mı Tanrı senin dostun olur, dedi.
(Mesnevi, II, 20).
Genç:
— Ben
de huzurunuzdaki meclise irşatlarınızdan faydalanmak ve dost bulmak ümidiyle
devam etmekteyim, deyince Mevlânâ:
— Tanrı
ile oturup kalkmak isteyen kişi velîler huzurunda otursun. Velilerin huzurundan
kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen külli olmayan bir cüzisin, Tanrı birini
kerem sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz,‘kimsesiz bir hale kor, o halde bulunca
başını yer, mahvedip gider. Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki şeytanın
hilesinden ibarettir (Mesnevi,. 2158), dedi.
Genç dedi ki:
— Elimden
geldiği kadar topluluğa katılmağa çalışıyorum. Yine de dost bulmanın kolay
olduğunu söyleyemem. Gencin bu sözüne karşılık Mevlânâ:
— “Ademoğlu,
dilinin altında gizlidir” dedi ve sözüne şöyle devam etti:
— Kim
olursa olsun, ister yaya, ister atlı, yol dostlarıyla buluşmayı, onların halini
sormayı, hatırlarını ele almayı gerekli bil. Hatta o adam düşman bile olsa
ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düşman bile adama dost olur. Dost olmasa
bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda bulunmak kine âdeta merhemdir. Bundan
başka nice faydaları var ama ey iyi kişi sözü uzatmaktan korkuyorum. Sözün özü
şu: Topluluğa dost ol. Hatta bir dost bulamazsan put yapan Amad gibi taştan bir
dost yon, onu sev. Zira kalabalık ve kervan halkının çokluğu yol vurucuların
belini kırar, onları mahveder, (2150 Mesnevi). Mevlânâ’nın bu sözleri üzerine
genç:
— Yol
vuruculardan bahsettiniz. Lütfedip bu hususta bizi aydınlatır mısınız diye
sordu. Mevlânâ:
— insanların
çoğu insan yiyicidir. Onların selâm vermelerine pek emin olma. Hepsinin de gönlü
şeytan evidir, insan şeytanının lafına pek kulak asma... Kötü dostun işvelerine
kulak verme. Yüz binlerce “Lahavle” okuyan şeytanın haline bak Ey adem!..
İblisi gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş. Dostunun postunu yüzmek için kasap
gibi sana “Ey Can, Ey Sevgili” diye hitabeder. Bu suretle postunu yüzmek
ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline. Ağlatıp inleterek kanını
dökmek için kasap gibi ayağına başkor, sana hitaplarda bulunur. Arslanlar gibi
kendi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını da terket, akrabanın
yaltaklanmasını da, (Mesnevi II, 250). Yürü kâfirlere karşı şiddetli ol,
ağyarın dostluğuna toprak saç. Ağyarın başına kılıç kesil, kendine gel,
tilkilik etme, arslan ol (Mesnevi,. II, 125) dedi. Genç:
— Gayret
edeceğim efendim, aradığım dostu da bulmağa çalışacağım, dedi. Mevlânâ:
— Bir
işe ciddî şekilde sarılan yanılmaz demişler. Madem ki gayretle aradın, dikkatle
baktın, bu işe adamakıllı sarıldın, elbette bulursun, (Mesnevi,. II, 1965)
dedi.
Genç:
— Muhterem
mürşidimiz, bu yolda yürürken sözleriniz güven verdi, yolumuzu aydınlattı,
dedi. Mevlânâ sözlerini şöyle bitirdi:
— Türk sağ
oldukça mutlaka kendisine bir otağ bulur, hele Hakk kapısının azizi olursa (Mesnevi II,
955).
Kaynak: Vedat
Genç, Mevlanâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, Millî Eğitim Basımevi, 1994,
İstanbul
Büyük Türk âlimi
İbnî Kemâl de, Arapça bir kıt'asında şöyle söylüyor:
“Rüyâmda
Peygamberi gördüm. Eline Mesneviyi almış, şöyle
diyordu: Mâneviyatı çok olan kitaplar yazıldı, fakat bunlar arasında,
Mesnevî gibisi yoktur.”
İKBAL’DEN
Bu kadar merakla kimi arıyorsun ?
O meydanda saklı olan sensin.
Onu ara, kendinden başka bir şey bulmayacaksın,
Kendini ara, ondan başkasını bulmayacaksın..
Allah ile Benlik birbirine bağlıdır :
Benlik varlığını Allahın varlığından alır.
Benliğin tezahürü Allahın tezahürü ile kaimdir.
Umman olmasaydı,
Bu parlak cevher nerede olurdu, bilmem.
Hayatın gayesini ne güzel tasvir ediyor:
Din nedir ?
Niçin Allah’ı arıyorsun ?
Biz Allahtan uzaklaştık, bizi asil arayan O’dur
Hem de, niçin dünyaya bakmakta ısrar ediyorsun ?
Eğer canlı isen, kendi dünyam yarat
**
Zamanın akışı ne kadar sür’atli ve çetin olursa olsun
Aşk kendisi bir seldir ve hayat akışına hâkim olur.
Aşk Cebrail’in nefesidir, Aşk Muhammed’in nefesidir, Aşk
Allah’ın resulüdür, Aşk Allah’ın kelâmıdır
Hakikî aşk din dâvasını çözer :
Aşk insanın kuvvetini bin kat artırır.
**
Böylece kaderin sırları
da halledilmektedir:
İkbal bir az daha ileri gider :
Fakat bu yükselişe ancak devamlı gayretle erişilir, yoksa
tefekkür ile değil.
Sağlam iman, mütemadi say-ü gayret ve aşk dünyayı fetheder;
Hayat mücadelesinde insanın silâhları bunlardır.
**
Sen ki bir gül gibi topraktan bittin,
Sen de bir şahsiyetin-rahminden doğdun,
Terketme şahsiyet ! İsrar et
(Fakat ceyap veren yok…….
'Hayatın sırrının ne olduğunu ben sana söyliyeceğim :
Bir inci gibi içine çekil
Sonradan, dahilî yalnızlıktan dışarı doğru fırla
Esasen hayat, başkalarının etrafında dönmekten kurtulmak
Ve benliğini mukaddes bir türbe addetmekten başka denir ?
**
Sâhilde ziyafet çekme,
Çünkü. orda Hayatın çok tatlı melodisi akar
Denize dal, dâlgalarla mücadele et,
Çünkü ölmezlik mücadelede kazanılır.
**
**
Batı topraklarında şafak ' yok, kan seli var, yalnız kan
seli.
Bugün de dûn de şimdi birer silik, masal,
Bekle yarının kopacak büyük tufanını
Has ökçe sandığın, görürsün değersiz çıkacak.
**
Ey mecnun sen hiç kendini gördün mü ?
Yoksa sen de Leylâ gibi yalnız tahtarevanla mı mahdutsun ?
Hayâtın esası yiyip içmek olan bu yer,
Ey yolcu senin yurdun olamaz,
'Olsa olsa, benliğinin misafir kaldığı yerdir. .
**
Eğer yıldızlar sapa yollara kaçmışlarsa,
Allah’ım söyle, dünya senin mi, yoksa benim midir?
Fâni insan kabul etmezse,
Allahım, kayıp senin mi, yoksa benîm midir ?
**
HZ. MEVLÂNÂ’DAN
Abdülbakiy Gölpınarlı tercümesi
Bugün Ahmet benim ;
Ama dünkü Ahmet. değil.
Bugün Anka benim ;
Ama bacaya konan kuş değil.
*
Enelhak kadehile,
Bir yudumcuk içen sızdı.
Tanrılık şarabından.
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım,
Ben sultanların aradığı sultan.
*
Ben hâcetler kıblesîyim,
Gönül kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
İnsanlık mescidiyim ben.
*
Ben sâf aynayım,
Sırım dökülmemiş, paslanmamışım.
Ben kin dolu: gönül değilim,
Tûrisina’nın gönlüyüm ben.
*
Üzüm sarhoşluğu değil, benim sarhoşluğum ;
Benim sarhoşluğum ebedî.
Tarhana çorbası içmem ben
Ben can yemeği yerim,
İçerim can şerbeti.
*
Sararttı soldurttu seni,
Bir gümüş bedenlinin hasreti ;
Altın haline geldim artık.
Sen altına âşıksın,
Altın benim rengime âşık.
*
Gönlü sâf sûfîyim ben ;
Benim tekkem âlem,
Medresem dünya benim.
Değilim âbâlı sûfîlerden.
*
İster münacat eri ol sen,
Meyhane rindi istersen ;
Bundan sanki ne çıkar
?
Yok cumartesiymiş, yok cumamış,.
Bence ne farkı var ?
*
Gerçek zevkine kapılan,
Ne altına aldırış eder,
Ne kalender tacına bakar.
Ne gamı vardır onun, ne kini.
(Vatan 2-12-1951)
Kaynak: RUMÎ VE İKBAL, Pakistan Sefareti
Basın Ataşeliği Ankara, “La Turquıe Moderne” 1952, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar