MEVLÂNÂ VE SELÇUKLULARDA HASTALIKLAR VE TEDAVİ ŞEKİLLERİNDEN
Selçuklu toplumunda sağlıklı olmanın
temizlikle mümkün olabileceği inancı vardı. Özellikle vücut temizliğine çok
önem veriliyordu. Bu hususu her şeyden evvel şehirlerdeki hamamlar'ın
çokluğundan anlıyoruz. Gerçekten EfIâkî eserinin müteaddid eserinin müteaddid
yerlerinde hamamlar’dan bahsetmiştir. Gene o, kaplıca ve ılıcaları da sık sık
zikreder. Bu gibi yerlerde sağlıkla ilgili tedbirlerin yerine getirildiği
muhakkaktır. Nitekim «Bir kaplıcanın hamamının yıkanıp buhurlandığından» söz
edilir. Söz konusu ettiğimiz devirlerde hastalıklar deyim yerindeyse iki meslek
grubu tarafından tedavi ediliyordu: Hekimler ve şeyhler. Bir tarikat mensubu
olarak Eflâkî eserinde hekimlerden ziyade, başta M e v I â n â olmak üzere M e
v l e v î l e r'in tedavi usulleri hakkında daha çok durur ve onların tedavi
şekilleriyle hastalıkların bir anda nasıl şifa bulduğunu iftihar ederek
anlatır. Biz evvelâ bu tür tedavi şeklini görelim. Sistemin esası başlıca el
teması ve okuyup üflemeye dayanıyordu. Nitekim M e v I â n â «Mübarek elini
bir şahsın parçalanan ayak parmakları üzerine koymuş bir şeyler okuyup
üfleyince derhal yara kapanıp iyileşmiştir». Devrin yaygın hastalığının
sıtma olduğu anlaşılmaktadır. Zira Eflâkî hastalıklar içinde en fazla sıtmadan
bahseder. Bununla beraber bütün hummalı hastalık çeşitlerinin o devirde sıtma
olarak tavsif edildiği anlaşılmaktadır. Mevlânâ, sıtmayı çeşitli şekillerde
tedavi ediyordu. Yüksek ateşli ve tehlikeli bir sıtmaya yakalanan ve
doktorların tedavi edemedikleri bir şahsı ziyaret eden Mevlânâ «Doktorlar bu
tedavi tarzından haberdar olunca hastanın akıbetinden ümit kestiler». Buna
rağmen hasta hemen o gece terleyip iyi oldu. Bunun
üzerine doktorlar bu tedavi, Mevlânâ’nın kudret elinin yaptığı bir tedavidir.
Bunun tıp kaidelerinde ve hikmet kanunlarında yeri yoktur» dediler.
M e v l â n â üç diş sarmısakın ve
bunları yiyemeyince de üç bademin üzerine «Ezan,
izin, besin (?) kelimelerini yazdı ve sıtmalı bir hastaya yedirdi hasta üç
günde iyileşti.» Bir gün de sıtmadan şikâyet eden bir şahsa «yaz ve suya atıp sıtmalıya verde, Tanrının lûtfu ile
iyileşsin» deyip şunları yazdırdı:
Ey Ümmü'l-Mildem, Eğer sen yüce
Tanrı'ya iman ettinse başı ağrıtma ağzı bozma, eti, yeme, kanı içme, beni veya
filân kimseyi bırakıp Tanrı'ya şirk koşan kimseye git; çünkü ben: «Tanrı'dan başka
Tanrı yoktur, Muhammed Tanrı'nın kulu ve elçisidir:» diyorum.
Sıtmalı bu sodan içince İyileşti. Bu
olayda Mevlâna hastanın vücuduna giren cinleri kovma tekniğine başvurmaktadır.
Bilindiği gibi o devirlerde her hastalığın bir cini olduğunu inanılıyordu.
MevIânâ bu anlayışı esas tutarak cine hitap etmiş ve hastasını iyileştirmiştir.
Eflâkî kendisinin sıtmaya nasıl yakalandığını ve nasıl tedavi edildiğini şöyle
anlatır: «Bir gün Lâdik şehrine giderken ben miskinden bir hata sâdır olmuştu.
Binun üzerine Arif Çelebi bana bir baktı. O anda halim değişti ve titreme ile
birlikte şiddetli bir sıtma ortaya çıktı. Hayale döndüm....... Yalvarıp
yakarmama rağmen Ç e l e b i iltifat etmedi. Tam kırk gün o amansız belâya
mübtelâ oldum. Kurban bayramının arifesinde Kütahya’ya geldiğimizde ağlayıp
inliyordum. Birdenbire Celebi geldi gülümseyerek «Kalk iki kulağını tut üç defa
yukarı sıçra ve şu şiiri oku» dedi. Ben ölmüş kulun eline bir nar verdi:
«Mesnevi oku ve semâ ile meşgul öl» dedi. O anda o hastalığın tamamiyle
geçtiğini gördüm» Bu olaydaki, hasta sıtma değil isteri nöbeti olduğu
anlaşılmaktadır. Ârif Çelebi, Eflâkî’yi bugün de uygulanan- psikoterapik metodu
kullanarak telkin ile tedavi etmiştir. Olayın bir yönüde hastalıkların nedeni
hakkındaki telâkkidir. Zira o devirde geleneğe ve kitaba aykırı hareketlerde
bulunanların hastalandığına ve onların vücuduna cinlerin daha kolay girdiğine
İnanılırdı.
Nihayet sıtma için bir tedavi şekiî de
eshab-ı kehfin köpeği olan kıtmirin
tüyünü ile tütsülenmekdi. Sözü geçen kıtmîr Arif Çe I e b i'nin köpeği îdi.
Anlaşıldığına göre E f 1 â k i, bu
şekildeki tedavi usulünün yalnız Çelebi tarafından yapıldığını söylemek
istemektedir.. Mevlânâ, adem-i iktidara müptelâ olan» yeni evli bir çifte
konuşmasıyla moral kazandırmıştır., Nitekim Mahmude adındaki bir kadınla
evlenen erkek cinsî münasebette bulunamadı. «Büyük bir adem-i iktidar onları
kaplamıştı». Anlaşıldığına göre kadının da vücudu kasılmıştı. Bindenbire M e v
I â n â evin kapısından içeri girdi: «Mübarek olsun» dedi, ve birkaç dinar
attı. «Hayır hayır Mahmude (aynı zamanda muhsil olarak, kullanılan bir
nebat) tutucu ve bağlayıcı değildir. Mahmude, de tutukluk ne arar?» dedi.
Eflâkî'ye göre o anda her ikisinde de bir açılıma baş gösterdi tutukluk ortadan
kafktı.
M e v İ â n â gene telkin ile tedavi
yapmıştır. Onun yaptığı gibi, bugün de böyle vakalarda her iki tarafada telkin
de bulunulmaktadır. M e v l â n â okuyup üflemeden, yalnız elini sürmek
suretiyle bazı hastalıkları tedavi ediyordu. O, uyku fazlalığından şikayet
eden bir şahsa haşhaşın usaresini çıkarıp yemesini emretti. Hasta denileni yaptı.
Fakat bu defa da uykusuz kaldı. Bunun üzerine Mevlana elini onun başına sürdü
ve hastayı şifaya kavuşturdu. El ile
temas o devirde orta çağda, Avrupa'da da vardı. Hattâ bazı imparator
ve-kralların cüzzamlılara dokundukları ve onları şifaya-kavuşturdukları batı
kaynaklarında vardır. Diğer taraftan Eflâkî, Mevlânâ'nın haşhaşın hangi
kısmının usaresinin yenilenmesini öğüt verdiğini tasrih etmemiştir.
«Göz ağrısı»nın tedavisini Mevlânâ
tükürük ile yapıyordu: Gençliğinde gözü
ağrıyan ve doktorların ilâçlar ile şifa bulmayan H ü s a m ü d-d î n adında bir şahıs - bir dervişin
tavsiyesiyle Mevlânâ'ya götürüldü. O sırada M e v l â n â'nın gözü rahatsızdı.
Hasta olan genç: «Kendi derdine çare bulamayan kimse başkasınınkine nasıl
bulur?» diye düşündü, Mevlânâ derhâl: «Hüsamü'd-dîn, gözlerini görmem
için biraz daha ilerle» dedi, Mevlânâ iki parmağı İle tükürüğünü hastanın
gözüne sürdü ve: «Oğul, bıçak kendi sapını kesmez. Fakat bir yerde
Züifükârlık yapar. Tann'nın kulları birbirlerine muhtaçtırlar.. Fakat hakikatte
bütün o ihtiyaçları Tanrıya’dır» dedi. İkinci gün hastanın gözleri açıldı.
İnsanlarda, hiç bir organik bozukluk
olmadan da bazı şikâyetler ve belirtiler vuku bulabilir. Bunların arasında
ağrılar beş duyguya ait yakınmalar, yani bu körlük, sağırlık koku ve tat almama
elde, kolda, bacakta çeşitli felçler çift görme, bulanık görme, baş dönmesi ve
bayılmalar olabilir. Bu duruma konversiyon denilir. Bir, iki seanslık telkin
ile Mevlanâ'nın yaptığı gibi semptom (belirti) ortadan kalkabilir. İsterik
zemin mevcud olan kişilerde bu tür belirtiler, kolaylıkla gelişebilir ve
kolaylıkla geçebilir. Ancak, dış şartlar hasta için düzelmediği takdirde aynı
semptom veya benzeri tekrar nüksedebilir. Ortaçağdaki gibi, zamanımıza nisbeten
ilkel toplumlarda bu tür belirtiler, devrimizdeki sanayileşmiş toplumlara
oranla daha sıktır. İleri toplumlarda ise hastalık astım, ülser, hipertansiyon
gibi organik şekillerde tezahür etmektedir. Olayın diğer bir yönü de
Mevlânâ'nın görme zorluğu çekmesidir. Bundan, onun son yıllarında katarak'a
mübtelâ olduğu sonucuna varılabilir.
Emir Arif'in yedi aylıkken boğazında
büyük bir şiş peyda olmuş ve çıban çıkmış yedi gün yedi gece süt emmemiş ve
şerbet içmemiştir. Bunun üzerine Mevlânâ mürekkep ve kalem getirmelerini
emretti. Kalem ile hasta çocuğun boynuna uzunlamasına ve genişlemesine yedişer
çizgi çizdi. Altına (Akıllıya bir işaret kâfidir) yazdı. Derhal o çıban
patladı. Çizgilerin ne anlama geldiği hususunda tartışmalar oldu. Bazıları
bebeğin yedi yıl, bazıları yetmiş yıl yaşayacağını tahmin ettiler. Ancak E m i
r A r i f kırk dokuz yaşında öldü. Böylece yedi kere yedinin kırkdokuz olduğu
nokta-i nazarından sonucuna vanldı. Bu vak'ada, Mevlâ â bugün de yapıldığı gibi
çıbanı patlatmış, ancak bu; operasyonu kalem ile İcra etmiştir. Müzmin başağrısı'na
karşı ise Mevlânâ haşhaşın sütünün aç karnına içilmesini tavsiye etmiştir.
Eflâkî, sadece Mevlânâ'nın değil, onun
halefleri olan, Mevlevi Şeyhleri'nin temenni mahiyetindeki sözlerinin dahi
hastalara şifa kazandırdığına dair örnekler verir: «İdrar tutamamak
hastalığı'na mübtelâ olan Ahi Mehmed adındaki bir şahısı Â r i f Çelebi
yakalayıp semaya soktu ve döndürmeğe başladı. Ahi Mehmed rahatsızlığı
dolayısıyle müşkül bir durumda kalmaktan endişeye düştü. Bunun üzerine Çelebi
semâ devam ederken ona: «Bundan böyle keyfine bak, bugünden sonra artık bu
hastalıktan zahmet çekmeyeceğin ümid olunur» dedi. Hasta İyileşti.
Bu vaka'nın varid olmadığı
anlaşılmaktadır. Zira telkin ile tedavi, ancak gece işemelerinde İyi netice
verebilmektedir. Burada olduğu gibi gündüz de bu hastalığı mübtelâ olanların
tedavisi telkin ile mümkün olmamaktadır.
Buraya kadar hekim olmadığı halde
psikiyatrik metod veya verdiği ilâçla hastaları iyileştiren tarikat erbabının
tedavi şekillerini gördük. Şimdi, Eflâkî'nin daha az söz ettiği hekimlerin
tedavi metodlarını ve diğer hastalık çeşitlerini görelim. Yazarın ifadesinden o
zamanların ürkütücü hastalıkları olan veba ve cüzzam'ın Anadolu'da da zaman
zaman salgın halinde olduğu anlaşılıyor. Nitekim: «Birkaç gün sonra bir veba geldi. T a b e r i s t a n 'lı
kadı Bahaüddîn ve onun bütün kavmi öldüler. Yine derler ki Taberistan'lı kadı,
yedi gün burnundan kan geldikten sonra öldü» kaydı vardır.
Veba da burundan kan geldiği
bilinmekteyse de, bu olayda olduğu gibi yedi günlük bir süre değildir. Ancak
yedi rakamının buraya yazar tarafından yakıştırıldığı ileri sürülebilir.
Cüzzam’dan ise eserin birkaç yerinde bahsedilmektedir. Cüzzam'ın tedavisi için
kaplıcadan' faydalanıldığı anlaşılmaktadır. Gerçekten bir pasajda «Hamam, bütün
cüzzamlılar ve diğer hastalıklara tutulanlarla yine doldu» yazılıdır . Ancak
müzmin yaraların da cüzzam adı altında zikredilmiş olması mümkündür. Bir başka
yerde de, cüzzam ve sersam o devirde yaygın olduğu anlaşılan nezle dolayısıyle
zikredilmiştir. Mevlânâ Hazretleri semaın çokluğundan ve mizacının letafetinden
kış mevsiminde nezle olmuştu. Nezle sersam (insanı sersem eden beyin illeti)
karşılar ve cüzzamın damarım keser. Önce kan almak, sonra da hamama gitmek
lâzımdır, denildiği için o anda kan aldırmağa niyet etti ve gömleğini de kan
alıcıya verdi. İkinci günü de hamama gitti.
Görme azlığına karşı
hekimler şalgam yemeyi tavsiye ediyorlardı. Bir pasajda
«Tıbba ait ilimlerde ve İlâhî hikmetlerde mümtaz olan Seyyid hazretlerinin şalgamı
çiğ yemek göze aydınlık verir» şeklindeki öğüdü vardır.
Bugünkü araştırmaların sonucunda.,
şalgamda göze olan A vitamini bulunduğu ve vitaminlerin pişirilmeden yararlı
oldukları göz önüne alınırsa, hekimin tavsiyesinin ne kadar isabetli olduğu
anlaşılır. Hava ve su
değişmesinden ileri gelen rahatsızlık için doktorlar hastalarına sulandırılmış
şarap içiriyorlardı
Günümüzde de İ ş t a h açıcı olarak tebabette
şarap kullanılmaktadır. Göbek kuluncu
(kramp, barsak kolik'i) tiryak ile tedavi ediliyordu.
Böylece afyon ekstresinden yapılan tiryak
ile hekimler hastanın karın ağrısını kesmiş oluyordu. Kabızlığa karşı yukarıda
zikrettiğimiz tohumlan müshil olarak kullanılan mahmude bitkisi ve ağızda
eritilen sarı helile istimal ediliyordu.
Eflâkî homoseksüellik'ten de söz etmiştir.
Yukarıda «Edeb ve Terbiye Kuralları» bahsinde gördüğümüz gibi Nasırü'd-dîn
adında biri kendisini kullanmaları için kölelere para veriyordu. Müritleri bir
gece ilâç verip onu bu namussuzluktan kurtardılar.
Bu vak'ada müritler şeyhlerine cinsel
arzuya zayıflatan uyuşturucu bir madde vermiş olabilirler. Gene
homoseksüellikten mahbupperestlik (güzel düşkünlüğü) deyimi ile eserde bahis
vardır.
Yazarın yalnız adını verdiği
hastalıklar şunlardır: Felç, mesh baras illeti abraşlık vücutda yer yer Mesh
illeti, bir insanın şeklinin kötü ve çirkin bir şekle sokulmasıdır. Meselâ
insanın maymun ve domuz şekline sokulması gibi. K u r â n ’da Tanrı’nın lanet
ve gazabına beyazlıklar olması ağızdan köpük gelmesi (yazar herhalde sara
hastalığını kastediyor) ve bebek ölümleri. E f I â kî. Sultan Veled'in
karısının doğurduğu birçok çocuğun altı ay, on ay ve bir yaşlarındayken
öldüğünü kaydeder. Bugünkü tıpba göre kan uyuşmazlığı nedeniyle yeni doğan
çocuklar ilk günlerde ölürler. Eflâkî'nin zikrettiği şekilde ölümler
frengi'den veya yaz ishali'nden vukubulmuş olmalıdır. Ancak frenginin bu seçkin
ailede bulunmadığı muhakkaktır. Eflâkî, cerrahî'den bahsetmez. Bununla beraber
yukarıda «Adalet Hayatı» bahsinde gördüğümüz, bir emirin bir kadının hadım
edilmesi ve huslerinin çıkarılması şeklinde verdiği emrin bu konuda bir nev'i
uzman olan iğdişçiler veya esirciler tarafından yerine getirildiği tahmin
edilebilir. Cerrahî müdahalelerin neşter ile yaptığı malûmdur. Yazar, neşterden
kan almak vesilesiyle söz eder. Biraz yukarıda nezlenin tedavisi konusunda
gördüğümüz gibi o devirlerde bazı hastalıkların tedavisinde de, kan alıcı
(hacamatçı) lar neşter vasıtasıyle kan alıyorlardı.
Devrin hekimleri yalnız teşhis ve
tedavi ile meşgul olmuyor, ilâçlarda hazırlıyorlardı. Nitekim «Dünyanın
doktoru, zamanın Eflâtun'u Ekmelü'ddîn Tabib» Sultan Kılıç Arslan IV'ün emri
üzerine tiryak-i Farukî (panzehir) imal etmiştir. Bunun için hekim «bütün
ilâçları hazırladıktan sonra halvethanesinde macun haline getirmiş bu sırada evdeki bütün hizmetçilere izin
vermiştir O devirde her hekimin kendisine özgü bir formülü vardı. Bu formül ve
ilâçların imali gizli tutuluyordu Bu nedenle tabib, evindeki hadimlerden gizli
olarak macunlan hazırlamıştır. Bu macunlar panzehir olarak kullanıldığı gibi,
bazı türleri de cinsel gücü arttırmak içindi. Bir başka anekdottodda hazırlanan
bu macunların 3.000 direm-i Sultani'ye mal olduğu yazılıdır. Pahalı olmasının
sebebi içine misk ve amber konulmasından ileri gelmektedir. Biraz yukarıda
işaret ettiğimiz gibi bu macunlar göbek kuluncuna da istimal ediliyorlardı.
Eflâkî, yukarıda «Doğum» bahsinde bir sosyal mesele olarak değindiğimiz çocuk
düşürme konusunda temas etmiş ve bir kadının kadının ilâç kullanıldığından ve
şiddetli hareketler yaptığından bahsetmiştir. Yazar tıpta müşahede hakkında
hemen hiç bilgi vermez. Yalnız bir pasajda helvanın ateşli hastaya dokunduğu
hakkında küçük bir not vardır. Bütün bu yazdıklarımızdan anlaşıldığına göre;
tarikat erbabı daha ziyade psikiyatrik, hekimler ise medikal tedavi metodlarını
izliyorlardı. Bu bahsi M e v l â n â'nın doktorları ile yaptığı, hayal
mahsulü olduğu anlaşılan bir tıbbî tartışmayı nakil ile bitirelim. Tahmin
edileceği gibi, bir Mevlevi olan yazar, bu tartışmayı M e v l â n â'nın
galebesi ile sonuçlandırır:
«İnsanın nefsi kanla mı yoksa başka bir
şeyle mi yaşar diye büyük bir bahis olmuştu. Doktorlar kanla yaşar, yoksa
insanın kanı tamamıyla giderse derhal ölür»
dediler ve fakihleri susturdular. Fakihler,
söz birliği ile Mevlânâ hazretlerine gelip bu meseleyi arz ettiler. O «İnsanlar
muhakkak kanla mı yaşarlar?» buyurdu. Onların hepsi: «Hükema mezhebinde
bu böyledir» dediler ve bunun için birçok felsefî diller ve akla uygun
kanıtlar ileri sürdüler. Fakat M e v I â n â «Filozofların mezhebinin o
kadar kıymeti yoktur. İnsan kan ile değil, Tanrı ile yaşar» dedi. Bunun
üzerine hiç birisinin «Niçin ve bunu kabul edemiyoruz» demeğe mecali
kalmadı. M e v I â n â, bir hacamatçının getirilmesini emretti. Hacamatçı
gelip, hemen iki mübarek kollarının damarlarından neşter vurup kan aldı. O
kadar kan akmağa bıraktı ki, neşter vurulan yerde bir sarı sudan başka bir şey
kalmadı. Mevlâna hekimlere dönerek «Nasıl insan kanla mı, yoksa Tanrıyla mı
yaşıyor» diye sordu. Bunun üzerine hekimlerin hepsi baş koyup Tanrı
erlerinin kudretine iman ettiler. M e v I â n â'da kalkıp derhal hamama girdi
ve oradan çıkınca semâa başladı.
Sh:79-90
Kaynak: Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, (Menâkibü'l
- Arifin'in Değerlendirilmesi), Dr. AYDIN TANERİ, 2. BASIM1978, Ankara
Not: Yazarın «Nasıl insan kanla mı,
yoksa Tanrıyla mı yaşıyor» meselesini hayal mahsulü notuyla
değersizleştirmesi bize göre hatalıdır. Bu meseleye insanı kamiller ile normal
sürü insanı arasındaki farkı gözeterek bakmak gerekir. Terbiye edilmiş insanlar
için yaşamın şartları değişime uğramıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar