Print Friendly and PDF

MİSTİK YOLUN HIRKASI



Tanrı, şeriatın konusu değildir, onun üstündedir ve onun terimleriyle bilinip değerlendirilemez. Sonuçta Tanrıya hizmet ettikleri kadar onu bilmek isteyenler yanar. Tanrı şeriatın ötesinde, olduğuna göre, şeriatın ötesinde ona bir yol olmalıdır. Ve Peygamber Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem de bu yolu görmüştür.
Sünni terimi genel, ortodoks, tutucu İslam yolunu anlatır. Sünni yol için Şeriat Hırkası, toplulukça bildirildiği ve uygulandığı biçimiyle, oydaşma (icma) olarak yeter. Fakat iki güçlü akım tutucu Sünniliğin mutlak yetkesini tehdit etmiştir, ilki Şia, Şiilerdir (Arapça Şia (Ali'nin) taraftar(60), siyasal olarak biçimlenmiş gizlilikleri saldırgan, anarşist bir damga taşır. İkincisi Sofilerdir (Arapça Sufi, sof giyen yani yünlü hırka giyen, zahid), ironi olarak İslam'da hem ahlak kurallarım saymayan bir mistisizm ye hem de normal tema ve deneyimleriyle zahidliğin vecdini yaşarlar. Hepimiz Ömer Hayyam'ı biliriz' (ö.I.S.1123-?)
*
Daha sert ve tehdit edici bir saldırı Sema dervişlerinin okulunu kurmuş olan Mevlana Celaleddin Rumi kuddise sırruhu'l-âlîden (1207-1273) gelir:
3360. Anlayışlı, hal hatır, yol yordam bilen birisi bir sağıra “ komşun hasta” diye haber verdi.
   Sağır, kendi kendisine dedi ki: “ Bu sağır kulakla ben onun sözünü nereden anlayacağım.
   Hele hasta olur, sesi pek çıkmazsa... Fakat mutlaka da gitmek lâzım.
   Dudağını oynar görünce ne dediğini kıyas yoluyla kendiliğinden düşünür, bulurum.
   Ey benim mihnete düşmüş dostum, nasılsın? Derim. O, elbette iyiyim, yahut hoşum, diyecek.
3365. Şükürler olsun diye cevap verir, ne çorbası yedin diye sorarım. O meselâ, mercimek çorbası diye cevap verir.
   Afiyet olsun der, hekimlerden kim geliyor, kendini hangisine tedavi ettiriyorsun? derim.
   O, filan deyince derim ki: ayağı çok kutludur. Geldi mi işin yoluna girdi demektir.
   Biz de onun kademini denedik. Nerede vardıysa dilek hâsıl oldu.”
O iyi adam, kıyas yoluyla tasarladığı bu cevapları düzüp koşarak hastaya hal hatır sormaya gitti.
3370. “Nasılsın “dedi. Hasta “öldüm” deyince dedi ki: “ Çok şükür!” Hasta, bu sözden hiddetlendi, canı pek sıkıldı.
   “ Bu ne biçim şükür? O bizim kötülüğümüzü istiyormuş, anlaşıldı” diye düşündü. Sağır bir sözdür, tasarladı ama yanlış düştü.
   Sonra “Ne yedin ?diye sorunca hasta  “Zehir” dedi. Sağır “ Afiyet olsun” der demez hastanın kahırlanması fazlalaştı.
   Sağır, bundan sonra da “ Tedavi için hekimlerden kim geliyor?” diye sordu.
   Hasta “ Hadi be, defol, Azrail geliyor!” diye cevap verdi. Sağır “ Ayağı pek kutludur, sevin, neşelen!”dedi.
3375. Sağır; şükür, böyle bir zamanda hal hatır sorup komşuluk hakkını gözettim diye sevinerek dışarı çıktı.
   *Sağır, eşekliğinden tamamı ile aksini sandı, ziyanın ta kendisi olan o işi kâr zannetti.
   Hasta ise “Bu, bizim canımıza düşmanmış, onun cefa madeni olduğunu bilmiyormuşuz” diyordu.
   Hatırına yüz türlü kötü şeyler geliyor, ona türlü ,türlü haber göndermeyi kuruyordu.
   Kötü bir yemek yiyenin o yemeği kusuncaya kadar gönlü bulanır.
   İşte hiddeti yenmek budur; onu kusma ki karşılık tatlı sözler duyasın.
3380. Sabrı olmadığı için hasta kıvranmakta, “ nerede bu kötü sözlü köpek ki.
   Söylediklerinin hepsine karşılık vereyim. O zaman tamamı ile hastaydım, aslan gibi olan aklım uyumuştu, hatırıma bir şey gelmedi.
   Hal hatır sorma, gönül almak ve teselli etmek içindir. Halbuki bu, hatır sorma değil, düşmanlık!
   Düşmanını zayıf ve bitkin bir halde görüp memnun olmak istemiş” diyordu.
   Nice ibadetten vazgeçmiş, kulluktan çıkmış kişilerin gönüllerinde Tanrı’nın rızasını almak, sevaba nail olmak vardır, bunu umarlar.
3385. Halbuki bu, esasen gizli bir günahtır. Nice bulanık şeyler vardır ki sen, onları sâf ve berrak sanırsın.
   O sağır gibi...Sağır, iyilik yaptım sanmıştı, halbuki aksi zuhur etti.
   O, bir hastaya iyilikte bulundum hatırını ele aldım, komşuluk hakkını ele getirdim diye rahatça oturmuştu.
   Halbuki hastanın gönlünde bir ateş alevlenmiş, kendisini de yakmıştı.
   Yaktığınız ateşlerden korkun. Siz, onu günahlarınızla çoğalttınız, günahınız yüzünden alevdesiniz.
3390. Peygamber bir riyakâra namaz kıldığı halde “ Ey yiğit kalk, namaz kıl, çünkü senin kıldığın namaz değil” dedi.
   Bu korkular yüzünden her namazda “ ihdinassırâtal müstakîme- sen bizi doğru yola hidayet et” denir.
   Yani “ Ey Tanrı! Bu namazımı yolunu azıtmışların, riyakârların namazıyla karıştırma.”
   O sağır adamın seçtiği kıyas yüzünden on yıllık konuşma hiç olup gitti.
   Ulu kişi, hele bu kıyas, tavsif edilemeyecek vahiyde aşağılık duygusunun kıyası olursa...
3395. Senin duygu kulağın harfleri anlayabilirse de bil ki gaybı duyan kulağın sağırdır..(62)

Şia mezhebinin tarihi, Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellemin ölümünden sonra onun halefinin kim olacağı sorununun doğup bir dizi cinayetin işlendiği döneme gider.
Halife olarak, Hz. Ömer'in de büyük etkisiyle, ilk Arkadaş Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh seçilmiş, o da iki yıl sonra ölmüş (634) ve Hz. Ömer'i halife tayin etmişti. Bu seçime Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin yeğeni ve kızı Hz. Fatma aleyhisselâmın kocası, sevgili torunları Hasan ve Hüseyin aleyhisselâmın babaları Ali'nin taraftarları (şii).şiddetle karşı çıktılar. Fakat o dönemde bütün işler Ömer ve taraftarlarının lehinde gelişiyordu. Arap yarımadasında oluşan bir dizi aşiret ayaklanması İslam generallerinin büyük zaferleriyle bastırıldı, bundan sonra da, İran ve İkinci Roma'ya düzenlenen büyük seferlerle Suriye, Filistin, Irak ve sonunda bütün İran, müslüman egemenliğine alındı. Heraclius'un Bizans ordusu 636'da Yarmuk vadisinde yenildi. Şam, Baalbek, Emesa, Halep ve Antakya bundan sonra kolayca işgal edildi, güçlü Hellen şehirleri Kudüs ve Kayseri de 638 ve 640 yıllarında düştü. 637'da Fırat’ta güçlü bir İran ordusu bozgununa uğratıldı, 641’de Musul alındı. Bizans Mısır’ı 643’te çöktü. Ve zaferlerinin zirvesinde Halife Ömer bir İranlı köle tarafından 644’te şehid edildi.
Halife sorunu bu Ölümle yeniden gündeme geldi. Hz. Ömer birini atamak yerine, halifeyi seçmek üzere Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh, Hz. Osman radıya'llâhu anh ve daha başka dört kişiden oluşan bir komite seçmişti. Osman seçildi. Fakat o da on yıl içinde, ibadet sırasında 17 Haziran 655’de şehid edildi, Hz. Ali taraftarlarına güç kazandıran koşullar doğmuş oldu.
Hz. Osman güçlü Emevi aşiretinin üyesiydi. Emevi aşireti Mekke'nin eski ailelerinden biriydi, yıllarca Peygambere karşı koymuş, sonra onun tarafına geçmiş ve Medine’ye göç’etmişlerdi. Ailenin tanınmış üyelerinden biri Muaviye ibn Ebu Sufyan Ömer tarafından Suriye valisi olarak atanmıştı. Bu kez Muaviye Halife Hz. Ali ve oğullarına karşı askeri ve diplomatik bir savaş (gerçek bir kan davası) başlattı. Hz. Ali Irak'da Küfe şehrine halifeliğini iddia etti. Fakat Emeviler onu savaşta ve hilede yendiler ve Temmuz 660'da Muaviye Kudüs'te halife ilan edildi. Ali bundan sonra 24 Ocakta 661'de hançerlendi. Bundan sonra oğlu Hz. Hasan, mali anlaşmayla zaferi Muaviye'ye bıraktı. Hz. Hasan aleyhisselâm 669'da öldü (bir iddiayla, zehirlendi) ve kardeşi Hz. Hüseyin aleyhisselâm 10 Ekim 680'de ikinci Emevi halilfesi Yezid'le savaşırken şehid oldu; Bu gün, o tarihten bu yana Şiiler için Kutsal Cuma oldu. 'Hüseyinin öcü' halen İslam ülkelerinde Şiilerin Hz. Hüseyin'in şehid oluşunu anmak için düzenledikleri ritel törenlerin ağıtlarında duyulur. Şehid, Peygamberden de yüce görülmektedir ve Irak'da Kerbela'daki türbesi Meşhed-i Hüseyin Şiiler için dünyadaki en kutsal yerdir.
Kısaca, Şiiler için Emevi halifelerinin ve onlardan sonra iktidara geçen Abbasi halifelerinin hanedanları iktidarı gaspetmişlerdir ve İslam tarihi bir yanlışlıktır. Halife hak iddia etmiştir, Sünniler yanılmışlardır ve icma yanlış bir yoldur. Kuran'ın gerçek anlamıyla İslam, geçerli olan görüşte bulunmamaktadır, Ali ve ondan gerçek İmamlara geçmiş olan bilgide yaşamaktadır.
'İmam' sözcüğü genel anlamıyla camide görev yapan dinsel'' önderi anlatır, Sünni kullanımıyla daha özel anlamıysa, dört ortodoks “'teolojik okulun kurucuları için kullanılır. Fakat Şiiler için yalnızca Peygamber ve Ali neslinden gelen gerçek önderlerin sıfatıdır. Gerçek imamların sayısı on ikidir ve 873-880 yıllarında yaşarken son imam Muhammed el-Mehdi kaybolmuştur. Kayıp İmam olarak bilinir ve Hâlâ bu dünyadadır, inananlara  Yolgösterenin (mehdi) ikinci kez gelmesi ve İslamı doğru yola sokması beklenmektedir. Bir başka görüş yedinci imamın kaybolduğunu ileri sürer, bir başkası da beşincinin. Orda burada, sayısız kimseler 'mehdi' oldukları iddiasıyla ve siyasal ayaklanmalar çıkararak, değişik zamanlarda ortaya çıkmaşlardır. Örnek olarak 'Somalili Deli Molla’, 'Sudanlı Mehdi' böyle yapmış ve İngiliz birliklerince durdurulmuşlardır. Zahidliğin ve siyasetin içiçe geçtiği bir çok Şii mezhebi vardır.([1]) Hepsinin temel ilkesi, ruhsal yetke ve dünya iktidarının Sünnilerin 'oydaşma'sında (icma) bulunmadığı, fakat Kayıp Imam'da bulunduğudur. Kayıp İmam'a mutlak bir bağlılık şarttır ve Tanrı bilgisi yalnız onda vardır. Gerçekten, bu mezheplerin aşırı biçimlerinde Ali ve torunları Tanrının vücut bulması olarak anlaşılırlar. Hepsi için de imamlar günahsız ve yanılmazdır. Ve onlar için Hıristiyan, Gnostik, Maniheist ve Neoplatonik düşünceden türetilmiş mistik bir mitoloji gelişmiştir. Bu efsanenin Fransız ustalarından biri Louis Massignon, eski Şii önderlerinden Mughireden (Ö.736) aldığı Dünyanın Yaratılış mitosunu çok güzel işlemiştir.
Profesör Massignon metni tartışırken şu değerlendirmeyi yapar;
'Görünüşte saf olan mitolojik bir kisve altında Mughire çoktan oldukça gelişmiş bir durumda olan Gnostik bir öğreti sunmaktadır. Tanrı ışık formundadır ve görünüşü, kolu bacağı alfabenin harflerinden oluşan bir insandır. Bu Işık insanın gerçeğin Kuyusu olan bir yüreği vardır. Yaratmak istediğinde kendi yüce âdını söylemiştir ve adı taç gibi uçup başına yerleşmiştir. Sonra ellerinin ayalarına insanların kaderini yazmıştır ve onların işleyeceği günâhlardan dolayı hiddetlenmiştir. Hiddeti ter olarak akmış ve iki okyanus oluşturmuştur, biri tuzlu biri tatlı, biri karanlık biri aydınlıktır. Bunlara kendi gölgesini katmış, ve gölgelerin gözlerini çıkararak onlardan güneş ve ayı yapmıştır, yani Muhammed'i ve Ali'yi Fakat gölgelerden kalanı yok etmiştir ve geri kalan herkesi okyanuslardan yaratmıştır. İnananları Işıktan ve inanmayanları karanlıktan. Bunları gölgeler olarak yaratmıştır çünkü bütün bunlar maddi dünya yaratılmadan önce olmuştur. Tanrı insanlara Ali'yi yöneticileri olarak tanımalarını öğütlemiştir ama iki kişi reddetmiştir. Bunlar ilk iki çelişkidir, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer. Onun karanlık denizdeki gözlerinin gerçek olmayan gölgeleridirler' (63)
İslamda kadının ruhsal yapısı genellikle düşük kabul edilir. En azından bir Şii mezhebine göre kadınlar cinlerin günahlarının tortusundan yaratılmışlardır, günahkarları günaha özendirmek işlevini görürler. Kadınlar tarikatlara alınmazlar ve tek değerleri günahlanndan dolayı cezalandırılan ruhların geçici olarak dünyaya gelmelerinde bir araç olmalarıdır, fakat kendi ruhları yoktur (64) Fakat gene de bu mezheplerin mitolojisinde, Hz. Fatma, Hz. Ali'nin karısı, Muhammed'in kızı ve Hasan'la Hüseyin’in annesi, kendi babasından bile önce gelen kutsal bir varlığa dönüştürülmüştür. Yakınlarda bulunan Gnostik etkiler taşıyan Umm el Kitab adlı Iran Şiilerine ait bir metinde şaşırtıcı bir anlatım görüyoruz:
'Tanrı maddi dünyayı yaratırken insanlarla bir ahit yaptı, kendilerine Cenneti göstersin diye dua ettiler. Onlara, milyonlarca değişik renkte titrek ışıklarla bezenmiş birini gösterdi. Tahtta oturmuş, başında taç, kulaklarında küpeler, kuşağından çektiği kılıcı tutan bir varlıktı bu. Işınımı bütün bahçeyi aydınlatıyordu. İnsanlar onun kim olduğunu sorduklarında, onlara bu formun Hz. Fatmanın Cennetteki şekli olduğu söylendi. Taç Muhammed’di, küpeler Hasan ve Hüseyin, kılıç Ali'ydi; ve tahtı, Yönetim Koltuğu, Tanrının, en yüce olanın kaldığı yerdi' (65)
Hz. Fatma aleyhisselâm bütün Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem ümmeti arasında saygı görür. O Peygamberin erkek doğurup soyunu devam ettiren tek kızıydı. Peygamberin sevgilisiydi ve ondan ancak bir kaç ay sonra ölmüştü. Fakat bazı Şii mezheplerde bu saygı o dereceye ulaşır ki ona 'Babasının Annesi’ denir, 'Güneşin Kaynağı'; ve eril bir adla anılır: Fatir.
Bu ad 'Yaratıcı' anlamındadır ve İsa'nın annesi Meryem gibi harfler içindeki sayısal değeri 290'dır. Çünkü, kız, eş ve anne olarak şeceredeki gizem onda dişileştirilir. Bir Şii mezhebi de onu Yanan Çalıdaki Musa ile karşılaştırır. Kudüs'deki Aksa Camisinde peygamberin Cennete yolculuğunu yaptığı kabul edilmektedir ve Kadir Gecesinde(66) kader meleği Cebrail dünyaya-inerek insanoğluna bağışlanmayı getirir.(67)
Şia, son olarak, ikicidir, dünyanın durumunu inkar ederken Gnostik-Doketik bir görüş açısına yaklaşırlar Çeşitli İslam devletleri tarafından acımasız bir baskıya uğramışlardır ve tarihlerinin ilk döneminden itibaren tanrıyı gerçekten sevenlerin vahşice yok edildiği kötü bir dünyayla karşılaşmışlardır. Bu gizden de Profesör Massignon'un belirlediği gibi iki soru çıkar:
1. Aşktan şehit düşmek gerçek fiziksel bir acıyla mı olur, yoksa acı yalnızca görünüşte midir? ve 2. aşk için, Allah adına kendisini mahkum ettiren gönüllü kurbanın ölümden sonraki durumu nedir?
Kuran Isa'nın çarmıha gerilişiyle ilgili olarak, onun değil başkasının çarmıha gerildiğini söyler. 'Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü'.(68) Gördüğümüz gibi Hıristiyan Gnostiklerin görüşü de aynıydı. Aynı şekilde, Şiilere göre Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh yoluna şehid olanlar da yalnızca görünüşte acı çekerler. Onların gerçek gövdeleri cennete yükselir, onları öldürmek isteyenlerin elinde onların yerine geçenler kalır. Hz. Hüseyin aleyhisselâmın 680 yılında Kerbela'da öldürülmesiyle ilgili popüler Öldürülme Oyunu her yıl Muharrem ayının onunda tekrarlanmaktadır, O gün müezzin minareden seslenir: 'Ey Şia, bu gün acı gündür, Hüseyin'in bedeni çıplak, çölde yatıyor'. Fakat aşırı Gnostik etkiler taşıyanlar bu günü neşeyle karşılarlar çünkü şehit olan acı çekmemiştir, fakat onun gerçek gövdesi cennete dönmüştür, bilinmeyen biri de onun yerine acı çekmiştir.(69)
Mistik sufiler arasında ise acı çekme bir gerçek olarak anlaşılır, kutsal bir gerçektir, kurtuluşun yoludur. En büyük Sufi ustalarından ve şehitlerinden Hallac'ın (858-922) sözleriyle:
'Kelebek şafağa kadar lambanın çevresinde döner, sonra arkadaşlarına gidip olanların masalını en tatlı sözcüklerle onlara anlatır. Sonra gene ateşin güvendiği gücüyle oynamak için uçar, tam kutsanmaya ulaşmak ister... Ne ışık yeter ne de ısı. Bu kez tamamıyla ışığa dalar. Ve arkadaşları onun dönüp deneyimlerini kendilerine anlatması için beklerler.
Başkalarının açıklamalarına güvenmemiştir fakat şimdi yanmaktadır. Dumana boğulur, ateşte gövdesi erir, adı, işareti kalmaz. Artık ne koşulda nasıl arkadaşlarına dönecektir, tam olarak ele geçmiştir.
Artık o Gören ve Bilen olmuştur, saf açıklamaları dinlemeyi bırakmıştır. Artık gördüğüyle bir olmuştur, nasıl görebilir?
Artık kendini benden daha fazla gizleme! Eğer gerçekten inanıyorsan, diyebilirsin: Enel Hakk!' (70)                                                                                         .
Sufi akımının kökleri Kuran'da yoktur, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem manastır yaşamına açık şekilde karşıdır. Fakat Hıristiyan Monofizit ve Nasturi keşiş toplulukları, bunlardan başka Budist, Hindu ve Jain modelleri doğuya yayılır. Müslümanlık ve Yahudilik gibi, temelde kutsallaşmış laik bir oydaşmanın (icma) yardımından kaynaklanır. Sünnet olmuş biriyle evlenme ve ondan çocuk sahibi olma ritüel olarak belirlenmiştir. Kuran’da 'İçinizdeki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin' denmektedir.(71) Fakat İslamın ikinci yüzyılında açıkça ’lsaya özenerek' dervişler kişisel tövbekarlığın işareti olarak yünden boyasız hırkalar (suf) giymeye başladılar. O Bu zamanda inzivaya çekilmenin ve Kuran'ın vecd içinde okunduğu toplantıların ilk izleri belirdi. Allah’ın adının sürekli yinelenmesi (zikr) ve şarkılarla (sema) vecde ulaşılıyordu.
Bu akımın, ilk aşamasında, Profesör Gibb'e göre, yalız Allah sevgisi değil, fakat korkusunun da esini vardı. Özellikle Onun gelecek olan Gazabı 'peygamberi etkilediği gibi'  sufilere de aynı korkuyu duyuruyordu. Fakat I.S. VIII. yüzyılda kutsanmış bir kadın, Rabia el-Adviye (Ö.801) mistik yolun dürtüsü ve sonucu olarak kutsal aşk düşüncesini geliştirdi. Onun çabasında Allah'tan başka bütün çıkarlar (ilahlar) yok edilmişti. O ne cehennemden korkmadığım, ne de cennet için istek duymadığını fakat başka hiç bir varlığın sevgisi ve nefreti olmayan Allah aşkını özümlediğini ileri sürdü. Yüreğinde peygamber bile kalmamıştı(73) Epiktetos gibi onun da köle olduğu söyleniyor, anne babası bilinmiyor. Fakat şiirlerinde, ister Hindistan, İspanya, Japonya, ister İran olsun, mistik yolun her zamanki şarkısını buluyoruz:
Seni iki şekilde seviyorum: bencilce
Ve İkincisi Sana değer biçimde
Bencil sevgiyle Seni düşünürken ,
her düşüncem ona karışıyor.
Saf sevgimde Sen peçeye kaldırıyorsun
Aranan gözlerimden
Ne onda ne bunda övgü benim değil,
İkinsinde de övgü Sana, biliyorum. (74)
Konumuzda tekrar tekrar kanıtlanan yasaya göre ne zaman Ortodoksluklar dünyada ayrışırsa, mistikler de birleşiyorlar. Ortadoksluklar temelde belli bir toplumsal düzenin işleyişiyle-ilgilidirler, birey bu sınırlar içinde hareket etmelidir. Belirli bir 'duygular düzeni' her üyeyi kapsayacak biçimde düzenin çıkarma işlemelidir, her türlü sapma şöyle veya böyle uydurularak düzenin savunusu yolunda tasfiye edilmelidir. Öte yandan, mistik yol, insanoğlunun bütün üyelerinin benzer olduğu sinir merkezleriyle ilgilenir. Yaşamın ye yaşam deneyimlerinin hâzinesinden hemen fışkırırlar.
Bu konuyu tikel Mitoloji'de tartıştım(75) ve tekrar dönmeme gerek yok. Şimdiki konumuz açısından ilgilenmemiz gereken İslam'ın Şeri Hırkasından da erkeklerin ve kadınların insan deneyimi açısından değerli yerlere ulaşmalarıdır. Eğer düşüncelerini sağ görüyle kendilerine saklıyabilirlerse. E.E. Cummings'in son yapıtının başına koyduğu Emerson'un buraya almaya değecek sözleri var: 'Toplum her zaman üyelerinin her birinin insanlığına karşı bir komplodur... Seslerin çoğunluğu öğretisi, ruhların öğretisinin yerini gaspeder'.(76) Özelde İslamda fakat genel olarak, Levanten oydaşma dünyasında bu korkunç ikiye bölünmenin gücü büyüktür. Hindistan ve Uzak Doğu'da mistik yol, temel toplumsal düzenle uyuşma içinde ve saygın bir yer edinmiştir. Fakat ortodoks Levant'da, Tanrı Yolu’nun yerel, kutsal yasal statü içinde (ister Yahudilik gibi etnik olsun, ister Müslüman dünyasındaki gibi bir dizi öncelden cebir yoluyla geliştirilmiş olsun) anlaşıldığı yerde, birey sıfıra yakın bir noktaya indirgenmiştir. Öyle ki, bir yabancı, Sigmund Freud'un hizmetlerinin bütün bölgede yüzyıllardır istenilmediğini düşünebilir.
Basra'lı kadın mistik Rabia el Adviye yazılarında ilk kez şarap imgesinden 'kutsal aşk' ve kadehten 'dolu yürek veya ruh' olarak söz eden kişi olarak görünüyor. Daha sonra bunlar İslam mistiklerinde tipik mecazlar oldular. İranlı Ebu Yezid (Bayazid) Bistam (Ö.874) imgeyi şu şiiriyle tam Hint düşüncesine taşımış oluyor:
'Şarap içen, şarap ve kadeh benim!',
'Benim dilimle Tanrı konuşuyor ve ben kayboldum',
'Ben yılanın derisinden geldiği gibi Bayazıdlıktan geldim.
Sonra baktım.
Sevileni, seveni ve sevgiyi bir gördüm, çünkü birlik dünyasında her şey bir olabilir.'
 'Hamd olsun bana!'
Yaklaşık aynı döneme ait olan Hintli Ashtavakra Samhita ile karşılaştırın: 'Ben harikayım! Bana selam!... Ben cahillik, bilgi, bilen ve bilinenin göründüğü bozulmazım'.(77)
Hindistan'da bu tür heyecan hoşgörülürdü, hatta normaldi. Fakat İslamda tehlikeliydi. Mistik yolun ikinci büyük insanı el Hallaç gelip de başka bir yerde mistik doğruluk olarak kabul edilecek şeyi 'Ben Tanrıyım... Ben gerçeğim' dediğinde, çarmıha gerildi. Hallaç için mistik yaşamın modeli Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem değil, İsa aleyhisselâmdı. Kelebek fablından da öğrendiğimiz gibi, onun kavrayışı, acı çekme ve teslim olmaktan geçiyordu. Kendisi için hazırlanan çarmıhı gördüğünde, İmitatio Jesu modelini izleyerek, hazır bulunanlara seslenerek dua etti:
'Senin kulların, sana olan yakınlıklarından ve dinlerine karşı bağlıklarından beni öldürmek için toplandılar. Onları affet!
Çünkü sen, bana gösterdiği sırları, onlara da göstermiş olsaydın, hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şayet onlardan gizlediğin şeyi, benden de gizlemiş olsaydın, böyle sözler söylemezdim. Senin yaptığın her şeye hamdrolsun ve senin istediğin her şeye hamd olsun!' (78)
Mistikin toplumsal bir sorun olarak, ya Tanrının açığa çıkarılması ya Tanrının sadık kulu olarak, ya da aynı zamanda insan üstülük olarak maddi biçimiyle toplumsal bir olay olarak belirdiği görülüyor, ikiciler için burada bir zorluk çıkıyor: onun için Tanrı ve dünya ayrıdır. Fakat ikici olmayanlar için, zorluk yalnızca mistik yolun başlangıç aşamasından vardır, Gerçekleşmeden önce; onun için, sonuçta herşey bir bakıma Tanrıda mevcuttur. Gnostik Thomas Incil'inde olduğu gibi. Daha önce İsa'ya atfedilerek alıntılanmıştı:
'Ben her şeyim.
Her şey Benden çıkar ve Herşey bana döner.
Bir parça odun yar, oradayım, Bir taşı kaldır, beni orada bulursun'
Bayazid'in yazılarında mistik yolun iki aşaması tanımlanmıştır: önce, 'kendinde yok olmak' (fena) ve İkincisi, 'Tanrıyla birlikte yaşamak' (beka) İlki Kuran'dan bir ayetten alınmadır: 'Yeryüzünde bulunan her şey fanidir’. İkincisi aynı Surenin izleyen ayetidir: 'Ancak, Yüce ve Cömert olan Rabbinin varlığı bakidir'(80) Sufiler içinde mistik yaklaşımın her ayrımı ve deneyimi temsil edilir. Fakat, Hindistan'daki gibi, temel, fena-vecd disiplininde dünyada erimektir. Aday tam teslimiyetle Usta'ya başvurur (Sanskritce guru, Arabca şeyh veya pir), ve kapıdan Tanrı'ya daha büyük bir teslimiyete veya bunun ötesine hatta Yokluk'a geçer. Fakat, ortodoks Kuran esiniyle 'Allahdan başka ilah yoktur' vurgunun değişimiyle artık 'Herşey Tanrıdır’ anlayışına dönüşür. Tanrı olarak kabul edilmiş olan her taş, sopa/ insan veya güç gerçekten Tanrıdır, çünkü Tanrı herşeydir. Bu türlü hünerli yorumlarla Kuran’ın bildirimi, mistik, ikici olmayan bir anlayışa kavuşturulur. Örnek olarak, 'Biz ona şah damarından daha yakınız' (81) veya, 'nereye dönerseniz Allah'ın yönü orasıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir' ,(82)
Kelebek gibi vecd içinde kendisini ateşe veren Hallac'ın çarmıha gerilmesinden sonra (Isa'nın çarmıha gerilmesinde de böyle bir anın olup olmadığını sorabiliriz) Sufi akım tedbirli bir nitelik kazandı. Artık (dedikleri gibi) 'Şeriatı dış hırkası ve tasavvufu iç hırkası' olarak formüle ediyorlardı. Burada Şeriatın kendisi fena. 'kendinde ölme'nin gerçekleştiği çarmıha geriliş olarak anlaşılıyordu. İslam’ın doruğa çıkan teologu el Gazali (1058-1111), Ömer Hayyam'ın çağdaşıydı, bu formülle tasavvufu ortodokslarca kabul edilebilir kıldı. İslam’da büyük azizler dönemi sona erdi ve yerini mistik şairler dönemi aldı: Ömer Hayyam 1050?-1123?, Nizami 1140-1203, Sadi 1184-1291, Rumi 1207-1273, Hafız 1325-1389 ve Cami 1414-1492.
Aşk acısı, Sufiler için, Şiilerin şehitlerin acı çekmesinin hayali olduğu görüşünün tersine, kurtuluş anıdır. Ve yukarıda sorulan ikinci soruya, ölümden sonra Tanrı adına mahkum edilmiş kimsenin durumuna ilişkin yanıt da aynı şekilde karakteristiktir. Böyle bir Tanrının Şeriatına göre sonsuz lanete mi mahkum edilecektir?
Olası bir örnek olarak Şeytanın durumu incelenmiştir ve okuyucuyu şaşırtacak bir sonuca varıldığını söyleyebilirim. Çünkü Kuran' dan okuduğumuz gibi Şeytan Adem'in önünde eğilmeyi reddetmişti, ve elbette Tanrı'dan başka tapılacak olmayacağı için bu doğruydu. Demek ki iblis gerçekte Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin inancına sahip kabul edilmeliydi. Yalnız Allah’ı sevdiği ve ona taptığı için insan önünde eğilmemişti, tutarsız biçimde kendi Allah’ı tarafından mahkum edilse bile, kendisine denildiği gibi Allah’dan başkasına tapmamıştı.
Tanrı, Eyüb'ün kitabındaki gibi, adalet, tutarlılık ve her türlü düzen ve şeriatın üstündedir. Eyub kitabından çıkarılan dersle, tasavvuf düşüncesi de, başlangıçta olduğu gibi sonunda da, Şeytanın sürülmesini, mükemmel bir dindarın, sonsuz cehennemde acı çekmesi olarak gördü. Ve büyük Hallaç gibi, onun bu konudaki değerlendirmesi, gizemde daha büyük bir derinliği gözetiyordu:
Şeytan, cehennem kuyusunda sevgisini bozulmadan koruyordu, çünkü gerçekten, onu orada tutan şey buydu, sevdiğinden ayrı olmak, Tanrıyı kaybetmenin acısı, bütün acıların en büyüğüydü. Ve orada neyin desteğiyle, bütün zaman boyunca, acı ve ayrı olarak dayandığı sorulursa; Tanrının sevgili sesinin yargısını bildirirken 'Çık git!' duyduğu sesin anısıyla vecde gelmiş yüreğiyle!
Şeytan da (veya bu konu için Eyub) haksız olarak mahkum edilmemişti. Çünkü kendisinin de sevgilinin formu ile yaratıldığı düşüncesiyle sevgiliyi terk etmişti. Bu düşünce de en yüksek biçimiyle bir idoldu.
Meleklerin Adem’e tapınması doğruydu.(83) Gene Kuran'da okuduğumuz gibi 'O, bu misalle bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da yola getirir Onunla saptırdığı yalnız fasıklardır...,(84)

Ek: Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin “Senden sana sığınıyorum”, buyurması ve eûzu da bulunan sır bu konuya işaret etmektedir. İhramcızâde İsmail Hakkı
 (60)     Kuran 74:49-50,76:4-5 ve 13-17.
(61)      Ömer Hayyam, Rubaiyyat. (çeviride, Hayyam, Bütün Dörtlükler, çev. Sabahattin Eyüboğlu, Cem Y. 1984, kullanılmıştır).
(62)      Cemaleddin Rumi, Mesnevi I 3360-95.
(63)      Louis Massignon, "Die Ursprünge und die Bedeutung des Gnostizismus im İslam", Eranos-Jahrbuch 1937 (Zürich, Rhein- Verlag, 1938), syf. 58.
(64)      a.g.e. syf. 59-60. Persian-Gnostic Omm-al Kitab ve Süryani Nu- seyri mezhebinden alıntıyla.
(65)      a.g.e. syf. 64-65. Omm-dl-Kitab.           ,
(66)      a.g.e. syf. 66.
(67)      Kuran 97:1-5.
(68)      Kuran 4:157.
(69)      Massignon, a.g.e. syf. 69-70.
(71)      Kuran 24.32.
(72)      Gibb, a.g.e. syf. 133.
(73)      Reynoid A.Nicholson, 'Sufis', Hastings, a.g.e.c.XIÎ, syf. 11-12.
(74)      R.A. Nicholson, Sir Thomas Arnoid, The Legacy of İslam (Ox- ford The Clarendon Press, 1931), syf. 211.
(75)      The Masks of God'.Primitive Mytkalagy, syf. 461-72.
(76)      Marion Morehou.se ve E.E. Cummings, Adveritures in Value (New York, Harcourt, Brace and Worid Inc., 1962), iç kapak.
(77)      Astavakra Samhita 44-15.
(78)      Nicholson, "Mysticism", syf. 217.
(79)      a.g.e, syf. 215.
(80)      Kuran 55:26-27.
(81)      Kuran 50-16.    . x
(82)      Kuran 2:115.
(83)      Massignon, a.g.e. syf: 74-75. , 
 (84)     Kuran 2:26 ve 2-98.
(85)      Arabian Nights, tale 155. Joseph Gampbell, The Portable Arabi- an Nights, (New York, The Viking Press, 1952,1962), syf. 566-79.
(86)      Omar Khayyam, The Rubaiyyat, 491. çev. Whinfield.
(87)      Spengler, a.g.e.c.II, syf. 278.   
Sh: 367-378
Kaynak: Joseph CAMPBELL, Batı Mitolojisi Tanrının Maskeleri, Çeviren: Kudret EMİROĞLU, İMGE, Şubat 1992, İstanbul


[1] Hüseyin'in torunu Zeyd'i imam kabul eden Zeydiye, feragat, gizlilik ve imama hizmette en aşırılardan olan îsmaiUye, Ismailiyenin şiddet kullanan kolu Karmatiye, 909’dan 1171'e kadar Mısır’da hanedan kurmuş olan Fatimiye, gene İsmailiye'nin terörist bir kolu olan Haşhaşiyyun anılabilir. Haşhaşiyyunün Dağların Şeyhi olarak bilinen önderleri 1256'da Hulagu tarafından yok edilene kadar Yakın Doğu’yu yıldırmıştı. Ağa Han yakm zamanlardaki en tanınmış önderlerden biridir. Amerika' daki Kara Müslümanlık için de Şii esinini tartışabiliriz.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar