Print Friendly and PDF

NA’TÜ’N-NEBİ FÎL-İNCİL (İncil’deki Efendimiz Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin sırları)

Bunlarada Bakarsınız



[" Anlayış bakımdan" Bu konuda yazılmış ikinci güzel bir eser yoktur.]
Na't,Medih ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak”  Na't, konu olarak insanlığın son peygamberi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi anan ve öven edebi eserlere verilen isimdir.
Arapçada, "tavsif etmek" anlamında mastar, sıfat ve vasıf mânâsına da isim olarak kullanılır; aynı şekilde Arap gramerinde de, sıfata; na’t, mevsûfa; men’ût denmektedir.
Edebiyatta, na’t öncelikle, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi övmek, ona duyulan saygı, sevgi ve şevki dile getirmek, ondan şefaat dilemek gibi amaçlarla yazılan manzumeler için kullanılır. Bunların nazım şekilleri çeşitlidir: Gazel, kaside, mesnevî, terkib-i bend, terci-i bend, müstezad vs. olabilir, beyitler veya dörtlüklerle yazılabilir; Beyit sayısı 6-7’den, yüzlerce beyte kadar değişir.
İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Muhammed’in geleceğinin Kitâb-ı Mukaddesle müjdelenmiş olması ile çok fazla ilgilenilmemiştir. Zira Kur’an bunun böyle olduğunu söylemekte ve tartışmaya açık bir alan bırakmamaktadır. Ancak zamanla Yahudi ve Hıristiyanlarla ilişkilerin artması sonucu onların Hz. Muhammed’in peygamberliğine karşı yaptıkları eleştirilerle daha çok karşılaşıldıkça bu konuda ciddi çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu çalışmaların temelini ise, ehl-i kitap üzerinde daha etkili olacağı düşüncesiyle, Hz. Muhammed’in peygamberliğini Eski ve Yeni Ahit’te bulunan metinleri kullanarak ispatlama gayreti oluşturmaktadır. Hz. Peygamber’in peygamberliğim ispat etmeyi amaçlayan bu çalışmalar yirminci yüzyıla kadar artarak devam etmiştir.
Tezimize konu olarak seçtiğimiz Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî’nin Hz. Muhammed’in peygamberliğini Kitâb-ı Mukaddesken yaptığı iktibaslarla ispatlamaya çalıştığı eseri Na’tü’n-Nebi fîl-İncil de 18. yüzyılın başlarında telif edilmiştir. Ancak bugüne kadar eser veya müellifi üzerine herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Na’tü’n-Nebi fî'l-İncil Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kitâb-ı Mukaddes’te müjdelendiği ispatlamaya çalışır. Kitâb-ı Mukaddes metinlerinin lafzen tahrif edildiği görüşünü kabul etmeyen Derviş Ali en- Nakşibendî el-İncilî, asıl tahrifin manada olduğunu savunur. Bu bağlamda lafızda tahrifi savunan Müslüman âlimleri de eleştirir. Müellife göre ilahi kitapların hepsinde müteşabih ibareler bulunmaktadır. Ele aldığımız eser müellif, tarafından çeşitli zamanlarda yeniden yazılarak, dönemin ünlü şahsiyetlerine ve Sultan III. Ahmed’e takdim edilmiştir. Beş nüshası Arapça olarak yazılan eserin bir nüshası ise Türkçe’dir.
Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî’nin hayatı hakkında kesin bir bilgiye ulaşamadık. Araştırma sırasında müellif ile aynı dönemde yaşayan Hattat Derviş Ali adında bir zat ile karşılaştık. Ancak bu ikisi aynı şahıs mıdır yoksa aralarında sadece isim benzerliğimi vardır tam olarak bilemiyoruz. Aynı kişi olduklarım ispatlayacak kesin bir delil olmamakla beraber bunun aksini ispatlayacak bir veride bulunmamaktadır.
Ancak şunu kesin olarak ifade edebiliriz ki iki şahıs arasında sadece isim benzerliği bulunmamaktadır. Aynı zamanda yaşadıkları gibi, yaşadıkları şehir de aynıdır ve ölüm tarihleri de birbirlerine yakın zamanlıdır. Hattat Derviş Ali İstanbulludur ve h. 1128 yılında vefat etmiştir. Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî de Na’tü’n-Nebi fi’l-înci’lin sonunda İstanbul’a gittiğinden bahsetmektedir. el-İncilî, 1123’de yazdığı Sultan Ahmed b. Muhammed’e Dair İstihraç Risalesi isimli eserinde kendisi için “gençlikten yaşlılığa erişince” ifadesini kullanmaktadır. 1123 yılında yaşlı ise, buna yakın bir tarihte vefat etmiş olması muhtemeldir. Bu yüzden iki şahsın da vefat tarihleri birbirine yakındır.
İki şahıs hakkında ortak bilgiler bulunmakla birlikte farklılıklar da bulunmaktadır. Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî, kendisinden bahsederken, Kitâb-ı Mukaddes üzerine araştırmalar yaptığını söylemekte ve Yunanca ile Süryanice bildiğini ifade etmektedir.
Na’tü’n-Nebifî’l-İncil’de Yunanca İncil’den alıntılar bulunmaktadır. Hattat Derviş Ali’nin ise çok sayıda mushaf, en’am ve evrad-ı şerifi bulunmaktadır ve Alacamescid olarak tanınan Çelebioğlu Mescidi’nin imamlığını yapmıştır. İki alanın birbirinden oldukça farklı olmasının yanında, el-İncilî hattatlıktan hiç bahsetmediği gibi Hattat Derviş Ali’den söz edenler de Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî’nin bahsettiği ilimlere hiç değinmezler.
Aralarındaki bir diğer farklılık ise bağlı bulundukları tarikatlarla ilgilidir. Hattat Derviş Ali, Mevlevî tarikatına mensup iken, Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî, Nakşibendî tarikatına mensup olduğunu söylediği gibi Nakşibendilik üzerine yazılmış küçük bir risalesi de bulunmaktadır.
Daha öncede belirttiğimiz gibi elimizdeki bilgiler ne iki şahsın aynı kişi ne de ayrı kişi olduklarını ortaya koyacak niteliktedir.
İncil üzerine yaptığı çalışmalardan dolayı da kendisine “el-İncili” lakabının verildiği anlaşılmaktadır. Kendisi hakkında ‘İbnü Yunan’ denmesinin sebebi ise Yunanca bilmesi olmalıdır. Eserlerinde doğum tarihi veya yaşadığı yer hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak eserlerini takdim ettiği şahıslara ve metin içinde geçen bazı tarihlere baktığımızda 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başında yaşadığı anlaşılmaktadır. Yaşadığı yeri belirtmemekle beraber Risale fi Bey ani’t-Tahrifat-Tevrat ve’l-İncil’in hâtimesinde bu risaleyi yazmadan önce İstanbul’a geldiğini söylemektedir. Yani İstanbul’da en azından belli bir süre bulunduğu kesindir. Fakat İstanbul’a ne zaman kaç yaşında geldi, ne kadar kaldı bunlar açık değildir.
Eğitimi hakkında da ancak kendisinin verdiği kısa bilgilerle yetinmek zorundayız. Müellif tahsil hayatından başlarken ilk olarak Arapça eğitimi aldığından bahseder. Bunun arkasından hemen İncil, Tevrat ve Zebur’u bir zaman mütalaa ettiğini yazmaktadır.

NA’TÜ’N-NEBİ FÎ'L-İNCİL TÜRKÇE TERCÜMESİ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, ancak ondan yardım dileriz. Hamd, her nefsi kazandığı ile mesul tutan, her organı yaptıklarıyla gözetleyen, hüzünlendiğinde gönüllere muttali olan, ihtiyaç hissettiğinde zihinlerdekinden sorumlu tutan, göklerde ve yerde hareketli veya hareketsiz zerre miktarı da olsa hiçbir şey kendisine gizli kalmayan, hafiflediğinde ya da ağırlaştığında azı ve çoğu çok iyi hesaba çeken, küçük de olsa itaatleri kabulde lütufkâr davranan, büyük de olsa günahları affederek mühlet tanıyan, her nefsin getirdiği şeyleri bilmesi ve önceledikleri ile ertelediklerini görmesi için onları hesaba çeken Allah Teâlâ’ya mahsustur. Nimetleri kullar üzerine yayılan, rahmeti mahlukatı çepeçevre saran ve kuşatan, güzel hidayetiyle kalplerden cehalet karanlıklarını dağıtıp ışığıyla aydınlatan, kendisinde (l/b) ihsan etme ve ceza verme, uzak kılma ve yakınlaştırma, bahtiyar etme ve bedbaht kılma kendi zatından olan Allah’ın şanını teşbih ve tenzih ederim. Salat ve selam, Tevrat ve İncil’de hakkında kayıt bulduğum Allah Resulü Ümmi Nebiye yani nurlar nuru, sadıkların efendisi, Cebbar olan Allah’ın sevgilisi, Gaffar olan Allah’ın müjdecisi, Kahhâr olan Allah’ın uyarıcısı, kafirleri kahreden ve günahkarları rezil rüsvay eden Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme, seçilmişlerin efendileri olan onun eşlerine, muttakilerin öncüleri olan - Allah onlardan razı olsun - sahabeye olsun.
Esas konumuza gelince, Âlimlerin çoğunun -Allah Teâlâ onları âhiret gününe kadar daima çoğaltsın önceki İlahî kitapların kelimelerinin tahrif edildikleri düşüncesinde olduklarını ve Yahudiler ile Hıristiyanların Tevrat’ı ve İncil’i tahrif edip, Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin ismini ve onun sıfatını değiştirdikleri ve onun yerine başka şey yazdıkları kanaatinde olduklarını gördüm.
Bu düşünce onların, Tevrat ve İncil’in kelimelerinin manalarının hakikatini bilememelerinden kaynaklanmıştır. Çünkü onlar İbranî, Süryanî ve Yunan dillerini çok iyi bilmiyorlardı. Allame Teftazânî’nin Şerhü ’l-Makasıd ve Şehabeddin Sühreverdî’nin de Heyakîl-i Nur isimli eserlerinde zikrettikleri gibi Tevrat’ı ve İncili Arapça’ya tercüme etmeyi de bilmiyorlar ve anlamıyorlardı. İnşallah bu ikisinin ayrıntıları ilerde yerinde gelecek.
Allah Teâlâ’nın Kitâbına gelince onu, hiç kimsenin Allah Teâlâ’nın muradına uygun olarak gönderildiğinden farklı bir dile çevirmesi mümkün değildir. (2/a) Allahu Tebareke ve Teâlâ’nın da “Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.” ( İbrahim Suresi, 14/4) âyetinde buyurduğu gibi, tercüme edildiği zaman hakiki manasına aykırı olur. O âlimlerin İncil ve Tevrat’ın tahrif edildiği görüşüne sahip olmalarının sebebi cahil ve Peygamberimiz Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin nübüvvetini inkâr eden Yahudi ve Hıristiyanların sözleridir. Onların bu inkârı inatlarından ve lafızların gerçek anlamlarına dair bilgilerinde doğruya ulaşamamış olmalarından dolayıdır. Çünkü onlar Önceki kitapların manalarını bilmeyen cahillerdi. Önceki kitapların kelimelerinin çoğu hiç şüphesiz müteşabihattandır. Sen de bilirsin ki Kur’an’da ve diğer İlahî kitaplarda müteşabihat çoktur. Müteşabıhat bilhassa İncil’de diğer ilahi kitaplardan daha çok bulunmaktadır. Özellikle de İncillerin manası sadece lafzından anlaşılmaz, aksine yazılış tarzından anlaşılır, lafızlarından değil “Garamadîkî” denilen hat ilmini bilmeyen İncili tefsir etmeye güç yetiremez. Eğer onu kendi görüşüne göre tefsir ederse, çoğu zaman yanlış olarak tefsir eder, tıpkı Muhammed aleyhisselamın ismini yanlış tefsir ettikleri gibi. Nitekim onlar derler ki: “Muhammed” isminden kasıt İsâ aleyhisselamın peygamberliğini tebliğle emrolunduklarında havarilerin arasında ortaya çıkan Ruhulkudüs’tür.
Allah Teâlâ bana ihsanda bulunduğunda, üstadım şeyh, kamil, âlim, fazıl, arifbillah Celaleddin Evcî el-Birgivî es-Sânî’nin" himmeti ve özellikle şeyh Ebû Abdullah es- Seyyid Muhammed Semerkandî en-Nakşibendî’nin “Allah sırlarını kutsasın- mübarek ruhunun bereketi ile bana ilham etti ve manaların hakikatlerini bana ihsan etti ve insanların çoğuna gizli olan ilimlerin bazılarını bana öğretti. (2/b)
Allah Teâlâ o ikisinin yardımları ve himmetleri ile zayıf kuluna müşahedat kapılarını açtığında ve beni yükseklere çıkmak için güçlendirdiğinde, bir gün yücelerin yücesine çıktım ve bir gün aşağıların en aşağısına indim, bir gün kalbimin sırrında melekût ve ceberut âlemlerini gezdim, kutsal Firdevslere çıkıp yükseldim, ezellerden ebediyetlere doğru seyrettim ve o iki mübareklerin bereketleriyle de harfler ve kelimelerle anlatılması mümkün olmayan, işaretlerin de gösteremediği mertebeler kazandım.
Bu durum müteaddit defalar âlem-i manada yedi kubbeli el-erzu’l-cami’den çıkmakla ve bir risale telif etmekle emrolunduktan sonra gerçekleşti. Ben de bunun üzerine kollarımı sıvadım ve işe başladım. İncil ve Furkani’l-Azîm’in müteşabihlerinden Rabbimin bana öğrettiklerini açıklayan bir risale telif ettim. Bu risalede biraz da geçmiş fütuhattan ve akıl sahipleri nezdinde onların meydana geliş güzelliklerinden de bir nebze söz ettim. (3/a) Borçların çokluğundan ve zamanın dertlerinden dolayı yorgunluğum, sıkıntım ve geçim sıkıntılarım uzadığında, sufi oldukları ileri sürülen mutasavvıfların çocuksu sözlerinden muzdarip olduğum zaman İncil’i, Tevrat’ı ve Zebur’u inceledim. Onların müteşabih, kinaye ve işârattan meydana gelen lafızlarının çoğunun tahrif edilmediğini, aksine bu tahrifin manalarında gerçekleştiğini gördüm. Nitekim İmam Fahrettin er-Razî de “kelimeleri yerlerinden değiştirirler” (Nisa Suresi, 4/ 46),ayetinin tefsirinde kelimelerin manalarını değiştirdiklerini yani haktan sapıp batıl tevile meylettiklerini söylemektedir. Yine  Medarik'in sahibi (Nesefî) de (kelimelerin yerlerinden değiştirirler) ayetinin tefsirinde, onların lafzım indirildiği anlamından farklı olarak tefsir ettiklerini söylemektedir. Bu tür tahrif aynı zamanda yaygındır. Görmüyor musun Şia ve Hariciler de hakk ve yakın ehline muhalefette bulunarak, Azîz ve Kadîm olan Kur’ân-ı Kerim’in anlamının bir kısmını tahrif etmişler ve kendi batıl iddialarına göre tefsir etmişlerdir.
Ben Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ismini  orada  yani İncillerde, Tevrat’ta ve Zebur’da buldum. İncil, İsâ aleyhisselama bir defada indirilen Allah Teâlâ’nın kelamıdır. Ancak Kur’an’ı Kerîm Peygamberimiz aleyhisselama Cebrail aleyhüma esselam vasıtasıyla parça parça indirilmiştir. Tevrat’ta bulunan sebb ayeti ise (3/b) Tevrat’ın Musa aleyhisselama indirilmesinden sonra, bir İsrailli, peygamberlerden - aleyhümüsselam- birine küfrettiği zaman, indirilmiştir.
İncillerde, Yahudilerden gelen soru ve cevaplardan gördüklerime gelince, Allah Teâlâ bunları sorulmadan ve cevaplamadan önce İsâ aleyhisselama haber vermiştir. İddia edildiği gibi onlar havarilerin sözleri değildir. Aksine tamamı Allah Teâlâ’nın kelamıdır. Onun kelamı ise sesler ve harfler türünden değil, aksine Allah Teâlâ’nın zatıyla kaim, dilsizlikte ve çocuklukta ki gibi sükût ve hastalığa zıt ezelî bir sıfatıdır. Allah Teâlâ bu kelamıyla emredici, nehyedici ve haber vericidir. Bunların dışında ki sözler, yazılar ve işaretler Allah Teâlâ’nın bu ezelî kelam sıfatına delalet ederler.
Eğer İncillerin ibareleri te’vile ihtiyaç duymasaydı, Hz. Ali b. Ebî Talib -kerramellahuvechehu ve radıyallâh teâlâ anhu-
“Ben İncili tevil, Tevrat’ı tefsir edenim ve Zebur’u açıklayanım.” demezdi. Eğer o ilahi kelam Arapça ifade edilirse Kur’an, İbranice ifade edilirse Tevrat, Süryanice ifade edilirse Zebur ve eğer Yunanca ifade edilirse İncil olur.
Burada ihtilaf pek çok dil ve değişik lehçelerde “Allah” kelimesinin ifade edilmesinde olduğu gibi müsemmada (isimlendirilen varlık) değil, kelimelerdedir.
Arapça’da “Allah”, İbranice’de “İl”, Süryanice’de “Âlil”, Yunanca’da (4/a) “Zeus”, Farsça’da “İzed”, Türkçe’de “Tengri”, Rusça’da “Boje”, Eflakça’da “Zîv”, Gürcüce’de “Gmert” ve diğer dillerde olduğu gibi.
İncil ise Allah Teâlâ katından İsâ aleyhisselamın kalbine vahyedilmiş sonra da maksat hasıl olacak şekilde onun dilinden nakledilmiştir.
Vehhab olan Allah Teâlâ’nın bizi eri yükselterek taklidi imandan, ihsan mertebesine çıkarmasını dileyerek -şüphesiz ki O, kendisinden yardım istenilenlerin en hayırlısıdır ve tevekkülde onadır- bu risaleyi inşallah İncil’deki müteşabihleri çok iyi açıklayan bir risale olarak yazmaya ve ona biraz da sufi şeyhlerin ıstılahlarından eklemeye aceleyle karar verdim. Bu risaleyle Allah Teâlâ’nın amel eden âlimlerin, sadık velilerin, sabreden fakirlerin yüceltmesiyle ihsanda bulunduğu zatın huzuruna ulaşmayı istedim. Allah ona yüceliklerden en fazla nasip vermiş, ilmi ve ameli faziletlerden kendisine bahşetmiştir. Değerli güzelliklerin havzında onun için hiçbir yer bırakmamıştır. Yaratılışa uygun olarak benim açıklamalarımı destekleyen mana yollan ona delalet eder diyenin sözü onun için gerçektir. O sahibi azamdır, büyük düstur sahibidir. (4/b) Yaratılmışları kötülüğe düşmekten ve helak edici şeylerden kurtaran kalem ve kılıcı bağışlayandır. Bu, onun için izafi değil tabiidir, sonradan olmuş değil hakikidir. Şu söz söylendiğinde ondan başkası kastedilmez:
Senin yanın cennet bahçeleri gibidir,
bütün isteklerimize seninle ulaşırız.
Güzel huyların en üstünüyle süslendin.
Sen sebul mesani gibisin.
Allah Teâlâ’nın rahmeti devamlı dalları
Uzanmış vaziyette sana gelmeye devam ediyor.
Hakkın, milletin ve dinin mesudu sensin.
İyilerin ve büyüklerin alemlerdeki sığınağısın.
Mazlumların barınağısın.
Korkanların yardımına koşansın.
Krallara ve sultanlara yardımcısısın.
Hiçbir iyilik yok ki onun için o iyilikten bir pay olmasın,
Övülecek hiçbir şey yok ki o şeyde o başarılı olmasın.
Devletin ve dinin güneşi, İslam’ın seçkini, akranlarının tacı.
Allah Teâlâ’nın yarattığı mahlukatın özü.
Allah onu asalet ve kerem sahibi yaptı.
Yardım edicilerin, iyilik yapanların,
Saadette bulunanların, övünülecek şeylerin babası.
Bununla Tevkîî Mustafa Paşazade’yi kastediyorum.
Allah yüceliğini ve zirvesini arttırsın.
Soyunu ve neslini daim eylesin.
Allah’ım! Onun şerefini ve yüceliğini sabit kıl.
Ona makamında kalmayı ve izzeti genişlet.
Kalplerin ve dillerin ona övgü ve sena ile yönelmesini devamlı kıl.
Amin ya Muîn.
Bu risale günler ve asırlar boyunca kalacak bir hediyedir. Senelerin ve ayların geçmesiyle yok olmaz. (5/a) Bu öyle bir kitap ki bu yolda kimse beni geçememiştir. Bu bahçede benden önce kimse açmamıştır. Kim bu risale hakkında sui zanda bulunursa mütekaddim (önceki) kitaplara müracaat etsin. Risaleye bakan değerli büyüklerden ve Örnek âlimlerden ona razı olarak bakmalarını ve bir şeyin yanlış ve hata olduğunu fark ederlerse düzeltmelerini istiyorum. Ben noksanlıkla bilinen biriyim ve hataları da itiraf ediyorum. Allah’tan doğra olanı bana ilham etmesini diliyorum. Gerçekten O her şeye gücü yetendir. Cevap vermeye de layıktır.

Eûzü billahi mineşşeytanirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm:
Yanlarındaki Tevrat ve İncirde yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyanlar var ya”. (Araf Suresi, 7/157]
Uymaktan (الاتباع) dan kasıt, onlardan yani Yahudi ve Hıristiyanlardan Hz. Muhammed Sallallâhü aleyhi ve selleme iman edenlerdir.
Resulden kasıt, kendisine özel bir kitap vahyedilendir ve o kitap da Kur’ân-ı Kerim’dir.
Allah Teâlâ’ya izafeten resul (gönderilen) olarak isimlendirilir. Nebiden kasıt, mucize sahibi olandır ve kullara izafeten nebi olarak isimlendirilir. Ümmîden kasıt yazmamış, okumamış ve hiç kimseden talim etmemiş olandır. Allah Teâlâ, bu durumda iken ilminin tam olmasına dikkat çekerek, onu bu şekilde vasıflandırdı. Bu, (5/b) onun mucizelerinden birisidir. “Onu buluyorlar” sözü yani İncil ve aynı şekilde Zebur’da bularak Hıristiyanlardan ona tabi olan kimselerdir.
İbn Abbas (radıyallâh Teâlâ anhüma) dedi ki: Bunlar, Yahudiler ve Hıristiyanların Allah Teâlâ’nın “Onu, sakınanlara yazacağım” (Araf Suresi, 7/156) sözünde görülen müştereklikten çıkarttıkları lafızlardır. Bu ayet Muhammed sallallâh Teâlâ aleyhi ve sellemin ümmetine aittir. Cevahir Hısan fi Tefsiri’l-Kurân [1] da şöyle demiştir: “Bu âyet, yani “Bunlar Benî İsrail’den o kimselerdir ki Tevrat’ta ve Zebur’da sıfatını bularak ona tabi oluyorlar.” Allah Teâlâ’ya iman eden ve nebi sallallâhü aleyhi ve sellemin da risaletini doğrulayan herkesi kapsayacak şekilde, bu ümmetin şerefini bildirmektedir. Sonra onlar iman ve ikrardan sonraki üstünlük konusunda nebi sallallâh teâlâ aleyhi veselleme olan bağlılıklarına göre farklı farklıdırlar. Ebu Hamid el-Gazâli İhya'da demiştir ki: Sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin ümmeti, ona tabi olandır. Ona tabi olan kimse dünyadan yüz çevirerek, ahirete yönelir. O kimse sadece Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe dua eder. Dünyadan ve geçici hazlardan uzaklaşır. Dünyadan yüz çevirerek ahirete yöneldiği kadar aleyhisselamın yolunu izler. Onun yolunu takip ettiği kadar ona tabi olur ve ona tabi olduğu kadar (6/a) onun ümmetinden olur. Dünyaya yöneldiği kadar onun yolundan ayrılır ve ona uymaktan yüz çevirir ve Allah Teâlâ’nın haklarında “Azana ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. (Nâzi’ât suresi, 79/37,38,39.) buyurduğu kimselere katılır.”
“O peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir.” (Araf suresi, 7/157)
İhtimaldir ki başlangıç sözü ile vasıflanan nebi -sallallâhu teâlâ aleyhi vesellem-dir ve ihtimaldir ki bu durumda mecazi olarak “onu buluyorlar” sözü ile alakalıdır. Yani onu Tevrat’ta, vücudunun şartı sebebiyle emredici bulurlar. “İyilik” şeriatle bilinen şeydir ve kişi açısından her iyilik şer’an maruftur. Zira Peygamber sallallâhu teâlâ aleyhi vesellem “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur. Kötülük (ise iyiliğin zıttıdır. Güzel şeylerden kasıt güzel eşyalardan onlara haram kılınanlardır. İçyağı ve benzerleri gibi veya şeriatte makbul olan gibi, kurbanlardan üzerine Allah Teâlâ’nın ismi okunanın hükmü gibi ve haramdan kazanılmayan mal gibi. Kötü ve pis şeylerden (El-Habisat) kasıt kan, ölü, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen kurban gibi kötü sayılan şeylerdir veya faiz, rüşvet (6/b) ve diğer kötü kazançlar gibi hükmen kötü sayılanlardır. “Ağır yükleri kaldırmaktan” kasıt ağır sorumluluklardan onların yüklendiklerini hafifletmektir. Bunlar, Yahudi şeriatinde kasıt olarak veya hatayla yapılan suçta kısasın belirlenmesi ve uzuvların kesilmesi, necis sayılan yerin kesilmesi, Hıristiyan şeriatinde kasıtlı olarak yada hatayla yapılan suçta kısasın ve diyetin kaldırılması ve bu iki sorumluluğun dışındaki ruhbanlık, riyazet gibi sorumluluklardır.
اصر” yük hem de ahit demektir. İbn Abbas radiyallâhü anh ve diğerlerinden bu şekilde rivayet edilmiştir. “Üzerlerindeki zincirleri” sözü yine bu yükler için mecazi bir ifadedir. Yani ilk şeriatte yani Yahudilikte olan idrarlı yerden elbisenin kesilmesi, diyetin olmaması, katilin mutlaka öldürülmesinin gerekmesi ve benzeri yüklerdir.
Ben, Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin ismini ve sıfatını havarilerden biri olan Yuhanna’nın yazdığı ve şu anda Hıristiyanların elinde bulunup da kiliselerinde okudukları İncil’de, on dördüncü bölümde, yedi yerde buldum. İbaresi ise şu şekildedir:
“Midarasestu imun igirziya bistevede istun seun keis eme bistevede amin amin legu imin ubsitevün is eme (7/a) daerga aegubiu gakinus biis kemizüna dütün biis ûti eguburus düvneba deramü buravüme anavenü buruş düvneba deramü kebadera imun keseunmü keseün ımun ean agabademi das endülas das endülas das imas dirisede keegu erudisu düvneba derakalun baraklitun zusi imin inameni mesimun isdun eüna dübnevma dis alisiyas ûûgusmus ezina delavin ûdi ûseüri eftu üzeyinuski eftu imis zeyinus kede eftu udibari min meni keenemi este ügafisu imas urfanus erhume birus imas ûmi agabüv nim dûslûgusmü üdiri keülügus ûn aguyede ükestin amun aladüv bemanedvüzmü batrus defte lelalıgu imin barimin menün ûze baraklitus dübnevmadü ayiün üyemsi ubadir üyemsı übadiren dûûnümadimi ikenus imas zizakesi benda kayivüminsi imas benda ayibün imin ükedi bulalalisi mesimün erşede garüdügusüm erhun keenime ûkiş üzen âlinâ bilüvüsi ûlûgus üyegra menüs endünüm eftun ûdi (7/b) emisise’nem züraân üzan zeelsiû baraklitus ûn eguyemsu imin baradu batrus dübnev matis âlisiyas ubara du batrus ekbura vedakinus mardirisi beriemu âla defta lelaligi imin ina ûdan elsi ıûra âminu nevede eftun udi egu ibün imin deftaze imin eksarşis ukibune udi mesimun imin âlegudni âlisiyan legu imin simfer imin ina egu âbelsu eân garmi âbelsuu beraklitus ükelevsede buruş imas ean zebur fesu bemsu eftun buruş imas kaîesvün ekinus eleksi düngusmun beri âmad diyas men ûdi ubıstevü sin is eme berizi keusınis zeudi buruş udi buruş dünba deram ibagu keedeki seuridemi berizekir seus udiu erhun dügusmü dudu kekirde edibula ehu legu imin âlezineeste vestazin ârdi udan zeelsi ikenus dübnevmadis âlisiyas uziyis imas isbasan (8/a) zin âlisiyan ugar lalis âfe eftu âlusa ân egusi lalisi keda erhumena ânekkeli imin” ve ta surenin sonuna kadar.
İsâ aleyhisselam yükselmesi yaklaştığında bir gün havarileriyle konuşuyordu. Yanında kendisine tabi olarak ardınca yürüyen sonra ise ikiyüzlülük yaparak ondan yüz çeviren İsrail oğullarından kalabalık bir cemaat bulunmaktaydı. Birbirlerine derlerdi ki: “Bu adamın konuştuğu bu ağır sözleri kim alıp korumaya güç yetirebilir.” İsa aleyhisselam onları görünce, ondan yüz çevirdiler.
Hz. İsa aleyhisselâm da Allahü Tebareke ve Teâlâ’nın Kur’anı Kerim’de “Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?” dedi. Havârîler: Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah Teâlâ’ya inandık, şahit ol ki bizler Müslümanlarız, cevabım verdiler.” (Âl-i İmrân Suresi, 3/52) buyurduğu şeyi havârîlerine söyledi. İncil’deki ibaresi ise şöyledir: “Kayimis biste gameıı keegnu gamen ûdisi uhristus dûseu dûzûndüs”.
Havarilerin ilki olan Şemun dedi ki: “Biz senin dinine yardım edeceğiz. Biz senin ölmeyip hep canlı olan Allah Teâlâ’nın resulü olduğuna iman ettik. Veya (şöyle dedi:) Senin hay ve kayyum olan Allah Teâlâ’nın mahmudu olduğuna iman ettik.  (Yuhanna 6:67-69) Sende bizim islamımıza şahitsin.”
Sonra (8/b) daha önce zikrettiği şeyi söyledi, yani “midarasestu imun igırziya” ve devamı. Yani kalplerinizi karıştırmayınız ve tereddüde düşürmeyiniz, inançlarınızı bozmayınız. Allah Teâlâ’ya ve resulüne iman ediniz.( Yuhanna 14:1) “Amin amin”. Yani size söylediğim sözü biliniz ve ona inanınız. Kim bana iman ederse ve bana inanırsa benim yaptığım davranışları yapmaya güç yetirir ve bu amellerini arttırır ve benim gibi olur. Benim Allah Teâlâ’nın resulü olmam gibi, o da benim ve Rabbimin resulü olur. Benim yaptığım mucizeler gibi olağanüstü olaylar gösterir. Ben Babama gidiyorum ve semaya yükseliyorum ve semavî babama ve babanıza, ilahıma ve ilahınıza çıkacağım. (Yuhanna 14:12) Eğer beni seviyorsanız Allah’tan getirdiğim emirleri ve yasakları korursunuz. Ben de Baba’ya yalvaracağım, o size benden sonra Faraklit’i gönderecek.” (Yuhanna 14:15,16) Bazı hükümlerde benimle onun arasında değişiklik ve farklılıklar meydana gelecek. O, size te’vıl getirecek peygamberdir. Allah Teâlâ, zamanın sonuna kadar sizinle olsun diye onu, size verdi. Ya da şu manadadır: Ben Babamdan sizin için, nübüvvet açısından benim gibi olan Faraklit’i size bahşetmesini ve vermesini isteyeceğim. O (9/a) sonsuza kadar sizinle olacak. Faraklit gerçeğin, doğrunun ve yakînin ruhudur. O kişiyle kastedilen Muhammed aleyhıssalatü vesselamdır.
Allame Teftâzânî Şerhul-Makasıd da böyle söylemiştir. Seyyid Şerif Cürcânî’den de şu söz nakledilmiştir:
“Hz. İsâ’nın ‘Ben sizler için, sonsuza kadar sizinle olsun diye Babamdan başka Faraklit istedim.’ derken baba kelimesini Allah için kullandığı vakidir.”
Ben de diyorum ki “Baba” sözünü Allah için kullanmak başlangıç noktası manasındadır. Önceki alimler “Baba” sözünü Allah için kullanıyorlardı ve başlangıç noktalannı babalar ile isimlendiriyorlardı. Bazıları dedi ki Allah İncil’de İsâ aleyhisselama, onun şanım yüceltmek ve övmek için “oğul” lafzıyla hitap etti.
Kadı Beyzâvî tefsirinde dedi ki: “Bil ki bu dalaletin sebebi, önceki şeriatlerin sahiplerinin ilk sebep olduğuna dayanarak baba kelimesini Allah Teâlâ’ya uygulamalarıdır. Hatta dediler ki baba en küçük rabdir ve Allah -subhanehu- en büyük babadır. Sonra onlardan cahil olanları zannettiler ki bununla kastedilen doğum manasıdır ve Bunu geleneksel inanç haline getirdiler. Bu sebeple onu söyleyen kişi kafir olmuştur. Fesat yolunu tamamen kesmek için bundan kesinlikle men edildiler.” (9/b)
!!!!!Bil ki Hıristiyanların ileri gelenleri ve rahipleri havarilerin ölümünden sonra Faraklit’in tefsirinde tereddüt ettiler. Çünkü bu lafız müteşabıh lafızlardandır. Sen de bilirsin ki, mukaddimede de söylediğim gibi, Kur’an’da ve diğer ilahi kitaplarda müteşabihat çoktur. Özellikle de İncil’de diğer ilahi kitaplardan daha çok vardır. Bu lafız bu türdendir ve bu sebepten bu lafız hakkında herhangi bir bilgileri olmadığından dolayı onu anlamada aciz kaldılar. Bu yüzden İncili Arapça’ya tercüme ederken bu lafzı Süryanice yazdılar. Gerçek manasını bilmiyorlardı ki lafzı Arapça’ya tercüme etsinler. Çünkü Allahu Tebarakenin ve Teâlâ’nın Kur’an-ı Hakim’de “Halbuki onların tevilini ancak Allah bilir” (Âl-i İmrân Suresi, 3/7)  demesinde olduğu gibi bir hikmete bağlı olarak Allah - subhanehu- onları hakikate ulaştırmadı. Bu sebepten dolayı bu lafızla kastedilenin bahsi geçen Ruhulkudüs olduğunu zannettiler. İmparator Konstantin zamanına kadar bu tereddüt içinde kaldılar. Bu melik 318 rahibi ve keşişi toplayandır. Büyük Romalı, kadim filozoflardan kamil bir adam olan (10/a) Aryüs geldiği zaman, rahipler onunla müzakere etsinler diye imparator rahiplerle onu davet etti.
Aryüs dedi ki: “İsâ aleyhisselam diğer peygamberler -aleyhimüsselam- gibi mahluktur, sonradan yaratılmıştır. Bununla beraber Allahü Teâlâ katında Adem -aleyhüma esselam- gibidir.” İmparator ondan bu sözleri dinleyince şüphelendi ve batıl inancından döndü. Çünkü o önceden Mecusî idi. Sonra dininden dönerek İsâ aleyhisselama iman etti. Uluhiyyetin İsâ aleyhisselama lütfedildiğine ve İsâ’nın bir ilah olduğuna ancak Allah Teâlâ’nın ululuk ve büyüklük bakımından ondan yüce olduğuna inanıyordu. Bu sebepten dolayı onları topladı. İsâ aleyhisselamın yükselişinden iki yüz yıl sonra Hıristiyanlık dinini, teslisi ve küfrü ortaya çıkaran bunlardır. Bunlar bu lafızla kastedilenin Allah Teâlâ’nın İsâ aleyhisselamın yükselişinden sonra havarilere gönderdiği Ruhul-kudüs olduğunda ittifak ettiler. Nitekim Allah Kitâb-ı Mübin’de “İşte o zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçi gönderdik.” (Yasin Suresi, 36/14) buyurmaktadır. Yani Şem’un ile ki Allah Teâlâ onların yakıştırdığı sıfatlardan münezzehtir. Onların gözleri örtüldü ve İncil’de bu ayetin devamında söyleneni yani Faraklit size geldiği zaman yanında Allah Teâlâ’nın katından çıkan Ruhulkudüs olur ifadesini göremediler. Belki de Allah onların kalplerini mühürledi (10/b) ve nebimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamı inkâr ettiler. Çünkü bu haber, İncil’de, onu bilen için güneşten daha açık bir şekilde bulunmaktadır. Hıristiyan rahiplere sorulsaydı derlerdi ki: nebiniz Muhammed aleyhisselamın bahsi İncil’de yoktur. İsâ aleyhisselamın peygamberlerin (aleyhimüsselam) sonuncusu olduğuna hükmediyorlar.
Halbuki İncil sahibi, güvenilen ve itimat edilen bir kişi olan Yuhanna açıklamış ve İsâ aleyhisselamın risaletini tebliğden sonra yazdığı mektuplardan ilki olan Arap bölgesine gönderdiği mektubunda demiştir ki:
“Bu mektup İsâ aleyhisselâmın dostu Yuhanna’dan. Ey İsâ aleyhisselâmın sevdikleri! Onun Allah’tan olup olmadığını denemedikçe vahiy getirerek olağan üstü şeyler gösteren herkese inanmamanızı tavsiye ediyorum.”
Efendimiz İsâ aleyhisselam buyurmuştur ki: Benden sonra nübüvvet iddia eden pek çok kişi gelecek. Eğer İsâ aleyhisselâmın Allah Teâlâ’nın ruhu ve O’nun, Meryem’e (aleyhümaesselam) ulaştırdığı kelimesi olduğunu ikrar ederse ve Allah Teâlâ’nın onu, halka Allah Teâlâ’nın vahdaniyetini onlara tebliğ etmesi ve Allah Teâlâ’nın ismini onlara açıklamak ve öğretmek için gönderdiğini bildirirse (11/a) bu Allah katından size gönderilmiş sahih bir vahiydir. Ona iman ediniz ve ona itaat ediniz çünkü o, apaçık deliller ile size gelen Allah Teâlâ’nın Resulüdür.
Eğer size birisi vahiyle gelir, olağanüstü şeyler gösterir fakat İsâ aleyhisselâmın Allah’tan gelen bir ruh olduğunu ve Allah Teâlâ’nın, Meryem’e -aleyhüma esselam- ulaştırdığı kelimesi olduğunu ikrar etmezse, aksine İsâ aleyhisselamı inkar ederse, onu inkar ettiği zaman o, şeytandan gelen bir vesvesedir. O, ahir zamanda geleceği söylenen, dalalete düşürmede son raddeye varmış yalancı deccaldir. İncil’de, şeytanın vesvesesinin vahiy kelimesiyle ifade edilmesi tıpkı Allah Teâlânın Kur’an-ı Mecîd’de “Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.” (En’am Suresi, 6/121) buyurduğu gibidir. Yani kâfirlerden onlara itaat edenlere vesvese verirler. Bu, İncil sahibi havari Yuhanna’da anlatılmıştır.
Bu nakil onlara nebimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamın nübüvvetini gösteren delillerin en sağlamıdır. Dolayısıyla gerçek açıktır. Dileyen iman eder ve dileyen inkâr eder.
‘BARAKLİTUS’a gelince Süryanice İncirde ilk harfi tek bâ ile, Arapça’ya tercümesinde ise fâ iledir. Çünkü Arapça olmayan bir kelimeyi Arapça’ya aktarmanın kuralı, (1 l/b) bâ harfi olan yeri fâ ile değiştirmektir. Bu lafızda, Firdevs’te ve benzerlerinde olduğu gibi. Eğer nakledilen lafızda vâv olursa bâ ile değiştirirler. İbrahim, Yakup, ve (ابنيامن) diğerleri gibi. Eğer nakledilen lafızda yâ varsa hâ (هاء ) ile değiştirilir.  آهيّاً شراهيًّا” (Âhiyyen şirahiyyen) gibi. Eğer hemze varsa hâ (حاء) ile değiştirilir. Nuh (aleyhisselâm) gibi.
Allame Teftazâni, “Faraklit’ın anlamının gizlilikleri keşfeden olduğunu söylemiştir. Ben de, eğer “barakalus”tan türemişse anlamının mükemmel olduğunu söylüyorum, yani pek çok iyi özelliği olan demektir. Eğer “barakaletis”ten ise hamdeden anlamında olur ya da eğer “barakaletus”tan ise umulan ve istenilen anlamındadır. Süryanî lügatinde de “baraklitus Allah Teâlâ’ya, halkın ibadetlerini ve dualarını kabul etsin diye aracılık eden kişidir” diye zikredildiği gibi şefaatçi manasında olur. Eğer “baraklitikûs”tan ise manası Allah Teâlâ’ya çok ibadet eden olur. Çünkü Süryani, Yunan ve İbrani lügatlerinde o fiilden ve diğerlerinden türeme (12/a) Arapça’daki gibi değildir. Aksine bazen kelimede bir harf artar, bazen bir veya iki harf azalır. Kelimenin bir ya da iki harfi başka bir veya iki harfle değişir. İsâ’ya (aleyhisselâm) “İİSUS” dedikleri gibi. Bu söz “ÎYASAS”tan türemiştir. Eğer Süryanice ise manası mutluluk ve ihsan edilmiş olur. Eğer müfessirlerin dediği gibi İbranice ise anlamı ebediyen uzun ömürlü olur.
Hâsılı mana Allah bana, benden sonra gelecek âhir bir resulü size müjdelememi haber verdi. O, bana nübüvvette denktir. Onun yanında Allah Teâlâ’nın katından olan, gerçeğin ve doğrunun ruhu olacaktır. Dünya halkının onu bilmeye gücü yoktur. Onlar onu göremezler çünkü onlarda onu anlayacak idrak ve onu görecek göz yoktur. Siz onu tanırsınız çünkü o sizinle ve siz onunlasınız. (Yuhanna 14:16-17.) Bu hitap şu ibareyle havarileredir: “ean dis âgabâme dûnlugunmu diris keûbadirmu âgâbisi eftun keburus eftun elusu mesakemunin (12/b) baraktun biisumen” ve devamı.
Yani eğer sizden birisi beni severse Allah Teâlâ’nın emriyle size söylediğim sözü korur. Allah da onu sever. Ben de ona gelir, ona bir yuva yaparım. Kim beni sevmezse sözümü muhafaza etmez. İşittiğiniz söz benden değil, beni size gönderen Baba’dandır. Ben bunları size söyledim. Çünkü şu an sizin aranızdayım. (Yuhanna 14:23-25.)
“Üze barakütus dübnevmadü ayiün üyemsi ubadir üyemsi übadiren dûûnümadimi ikenus imas zizakesi benda kayivüminsi imas benda ayibün imin” yani: Lâkin Babamın benim ismimle göndereceği, yanında Ruhulkudüs’ün olacağı, Faraklit size her şeyi nasihat edecek ve Öğretecek, bütün söylediklerimi de size hatırlatacaktır. (Yuhanna 14:26.)
Bu ayet için Kur’an’da işaret vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bütün dinlere üstün kılmak -  için” ( Saf Suresi, 61/9), bir başka ayette ise “Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyamet Suresi, 75/19)
İsâ aleyhisselamın İncil’deki “Babam onu beni ismimle gönderecek,” sözüne gelince, Faziletli Teftazâni Şerhu’l –Makasıd’ta demiştir ki: “İsâ aleyhisselamın İncil’deki ‘babam onu benim ismimle gönderecek’ sözü (13/a) ‘nübüvvetle’ gönderecek demektir ve ‘Faraklit’in manası ‘gizlilikleri keşfeden’dir”.
Ben ‘ism’ lafzının nübüvvetle tefsir edilmesi konusunda diyorum ki ibarenin gerektirdiği mana bu değildir. Çünkü “nebi” yada “nübüvvet” lafızlarının herhangi bir kimse için isme dönüştüğü duyulmamıştır. Yine Şeyh Şihabeddin Sühreverdi Heyakil-i Nur’da demiştir ki: “İsa aleyhisselâmın ‘Babam onu benim ismimle gönderecek’ sözünden kasıt nurla meshedilmiş Mesihtir. Nebi aleyhüma esselam da nurla meshedilmişti. Bu münasebetten dolayı da ‘Babam onu benim ismimle gönderecek.’ dedi.” Aynı şekilde bu görüş de uygun değildir. Çünkü müfessirlerin çoğunluğu demiştir ki “Mesih” sözcüğü İbranice’dir ve mübarek anlamındadır. Arapça değildir ki anlamı nurla meshedilmiş olsun. Mesih kelimesinden türemiştir çünkü bereketle meshedilmiştir ya da günahlardan temizleyen şeyle meshedilmiştir ya da yeryüzünü meshettiği için ki bir yerde kalmadı veya onu Cebrail aleyhisselam meshetmiştir deseler de bu böyledir.
Aksine “Babam onu benim ismimle gönderecek” sözünden kasıt Süryani lügatinde ve İncil’de Mesih lafzı HIRİSTUS diye isimlendirilir ve bunun manası “hamd eden” ya da “hamd edilen” dir. Çünkü bu lafız “Evharistuse”den geliyor yani “sana hamd ediyorum”. (13/b) Onların dillerinde “evharistuse seamü” yani “Allah’ım ben sana hamd ederim” veya “keevharistu düvneteun” yani “ben Allah Teâlâ’ya hamd ederim” veya “keevharistu dünbelasitüm kedünki” yani “ben yaratıcıma ve rabbime hamd ederim” denildiği gibi. Bu münasebetten dolayı da “babam onu benim ismimle gönderecek” dedi.
Nitekim Allahu Tebarake ve Teâlâ Kur’an-ı Sadık’ta, İsâ aleyhisselamdan bahsederken buyurmuştur ki: “Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğullarıl Ben size Allah Teâlâ’nın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti.(Saf Suresi, 61/6.)
Yani benim ismimin “hamd eden” yada “hamd edilen” olması gibi, onun ismi de “hamd eden” ya da mübalağalı bir ifadeyle “hamd edilen”dir. Yani kendilerinde övgüye değer özellikler bulunduğu için peygamberlerin hepsi hamid ya da mahmud olarak isimlendirilmiştir. Ve onda (benden sonra gelecek resulde) bu özellikler daha mübalağalıdır ve övgüye sebep olan tüm fazilet ve iyilikleri kendisinde toplar. Çünkü “Ahmed” lafzındaki hemze ya faili ya da mefulü tercih etmek içindir.[ “Bu ayet İncil’de söylenen “babam onu benim ismimle yani Ahmedle gönderecek” sözünü doğrulamaktadır. Hıristosun anlamı da aynı şekilde Ahmet’tir.”]
“İrinin afîim imin irinidni emin zizumi imin” ve devamı. Yani selâmet. Size Allah Teâlâ’nın selametini ve özellikle kendi selametimi emanet ediyorum. Ben size, dünyanın verdiği ve ihsan ettiği gibi vermiyorum. (Yuhanna 14:27.) “Kedni irinin (14/a) kenin irig imin birin yenesse” ve âyetin devamı: “Geldiği zaman ona iman edesiniz diye size, şimdi olmadan önce söyledim ve haber verdim. Artık sizinle daha fazla bir şey konuşmayacağım.” (Yuhanna 14:29,30).
“Ükedi bulalalisi mesimün erşede garüdügusüm erhun keenime ûkeşi üzen” ve âyetin devamı: “Alemin ‘ERHUNu’ gelecek, onun için bir şey yoktur.” (Yuhanna 14:30.) Bu lafız da yine müteşabih lafızlardandır. Bu sebepten dolayı da manasını bilemediler ve tercümede bu lafzı yazdılar. Doğrusu manası yani “erşede garüdügusüm ERHUN” yani benden sonra bu dünyaya âlemin ilki olan gelecek. O hiçbir şeye ihtiyaç duymayacaktır, ya da manası alemin zengini veya manası alemin devletinin sahibi, ya da manası alemin ilki olur. O da Muhammed aleyhisselamdır.
Tıpkı aleyhisselâmın “Allah ilk önce benim nurumu yarattı.” (Aclûnî, Keşfü ’l-Hafa ve Müzîiü ’l-İlbas, I, 311.),
“Eğer sen olmasaydın bu alemleri yaratmazdım.” Aclûnî, Keşfü ’l-Hafa ve Müzîiü ’l-İlbas, II, 232. ve “Ben nebi iken, Adem su ile çamur arasındaydı.” (Tirmizî, el-Câmiü ’l-Kebîr, VI, 7.)buyurduğu gibi.
“Âlinâ bilüvüsi ûlûgus üyegra menüs endünüm eftun udi emisise’nem züraân” yani, fakat bu, şeriatlarında yazılmış olan “Benden sebepsiz nefret ettiler.” sözü yerine gelsin diye oldu. (Yuhanna 15:25.) “Üdan zeelsiû baraklitus (14/b) ûn eguyemsu imin baradu batrus ikeyenus mardirisi” yani fakat Babadan size göndereceğim -İbn Berracân tefsirinde “urselehu” kelimesinin yerine “ebasehu” ibaresini zikretmiştir  
-Faraklit, Babadan çıkan hakikat, doğruluk ve yakın Ruhu geldiği zaman benim için şahitlik edecektir. Siz de şahitlik edersiniz, çünkü başlangıçtan beri benimle birliktesiniz. (Yuhanna 15:26,27.) Sürçtürülmeyesiniz diye bunları size söyledim. (Yuhanna 16:1)
“Ala defta lelaliga imin” ve devamı. Saati geldiğinde o size gelince, bunları size söylediğimi hatırlayasınız diye bu şeyleri size söyledim. Bu sözü ki o Muhammed aleyhisselamın müjdelenmesidir, daha önce size haber vermedim çünkü sizinle beraberdim. Şimdi ise, beni gönderene gidiyorum ve sizden hiçbiriniz bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor. Fakat ben size gerçeği söylüyorum. Benim gitmem sizin için daha hayırlıdır. Eğer ben gitmezsem, Faraklıt size gelmez. Fakat gidersem, onu size gönderirim. (Yuhanna 16:4-7.)
İsâ Aleyhisselamın ‘Baba’dan onu size yollayacağım’ sözü müsebbibin sebebe isnadı türündendir. Çünkü Allah Teâlâ’nın fiili olan göndermeyi kendine (aleyhisselâm) isnat etmiştir. Sanki onu (aleyhisselâm) semaya Mûhammed (aleyhisselâm)’ın gelişinden dolayı çıkarttı. (15/a) “Eğer ben gitmezsem, Faraklit size gelmez.” dediği gibi. Eğer gidersem, onu size gönderirim yani size muhakkak gelecek.
Allah Teâlâ’nın ‘gönderme’ fiilinin, aleyhisselamın dünyadan yükselmesi olan sebebe dayandırılması aklî mecaz türündendir. Kur’an’da da bunun olduğu yerler çoktur; “Kendilerine Allah Teâlâ’nın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran) (Enfâl Suresi, 8/2) ayetinde ve benzerlerinde olduğu gibi. Ya da melzumun (Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen) zikredilip lazımın kastedilmesi türündendir. Çünkü gönderme melzumdur ve onunla müjdelemek lazımdır. Melzum olan göndermeyi zikretti, lazım olan müjdelemeyi kastetti. Te’vili Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar dışında kimse bilmez.
“Keelsun ekinus elekeksi dungusmun” ve devamı: Yani bumüjdelenen yani Muhammed”  aleyhisselam geldiği zaman, günah, doğruluk ve hüküm için dünyayı azarlar. Günah için, çünkü bana iman etmezler. İyilik ve doğruluk için, çünkü Babama gidiyorum ve artık beni görmeyeceksiniz. Hüküm ve adalet için, çünkü dünyanın reisidir yani alemin ilkidir, alemi davet eder yani onları dine çağırır, çünkü onun için salih amel, gelenek, usul, alamet, saygınlık, ceza ve mükafat vardır. Denilir ki “danehu dînen”  (15/b) yani onu cezalandırdı ve denilir ki “kema tudînu tudânu” yani cezalandırırsan, fiilinden dolayı ve yaptığın işe göre cezalandırılırsın. Teâlâ’nın sözü “biz cezalanacak mıyız” (Sâffât Suresi, 37/53) yani karşılık göreceğiz. “ed-Deyyan” (yargılayıcı) Allah Teâlâ’nın sıfatlarındandır. O âlemi borcundan dolayı yani hal ve durumundan dolayı ve “ يدينه دينادانه” yani onu itaat ettirdi ve onun yetkisini elinden aldı. yani ona itaat etti. Onda din ve bütün dinler vardır. “ دانه” “ديانه  gibidir yani itaatkar. “ دينته تدينا” yani tamamı onun dinindendir.
“Edi bula ehu leyni imin âluzinaste vestazin ârdi” yani: “Bende size söylemek istediğim çok söz var, fakat şimdi sizin gücünüz onu taşımaya ve korumaya yetmez.” (Yuhanna 16:12.) “Udan zeelsi ikenus dübnevmadis âlisiyas” ve devamı: Yani “Yanında doğruluğun, hakikatin ve yâkînin ruhu olan uyarıcı nebi  geldiği zaman, size gerçeğin hepsini öğretecek ve ihsan edecek. Çünkü kendinden konuşmayacak, aksine Hakk’tan ne duyarsa onu söyleyecek ve kendisinden sonra gerçekleşecek her şeyi size bildirecektir (Yuhanna 16:13.); benim semadan yeryüzüne inişim, güneşin batıdan doğması, tövbe kapısının kapanması, yalancı deccalın ortaya çıkması gibi ve bu gizli ve yüce alametlerden diğerlerini”.
“O kişi beni yüceltecek. Çünkü o (16/a) benim için nübüvvetten, şeriatten  ve diğerlerinden ne var ise alacak. Size baba hakkındaki her şeyi ve İncillerde Allah Tebarâke ve Teâlâ’nın İsâ aleyhisselâmın diliyle söylediği müteşabihlerden haber verecek.”
“Ebinase garkeezu gademi gayin ezibsase keebu disademi kisenun imin kesina gayedemi iminus keberi validemi is denisa keebikbesademı enfilaki imin keelşede burusme”. Allahu Tebarake ve Teâlâ eshabu’l-yemin olan salih kullanna buyurdu ki: “Aç idim, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz; yabancıydım, beni içeri aldınız, bana ikramda bulundunuz; çıplaktım, beni giydirdiniz; hasta idim ziyaret ettiniz; zindanda mahpus idim, yanıma geldiniz.” (Matta 25:41.) Eshabu’l-şimal için bu sözün aksini söylemiştir. (Matta 25:35)
Allahu Tebarake ve Teâlâ Musa aleyhisselama da böyle buyurmuştur ki:
“Hastaydım beni ziyaret etmedin.” Dedi ki: “Ya Rab, bu nasıl olur?” (Allah) buyurdu ki: “Falanca kulum hasta oldu onu ziyaret etmedin. Eğer ziyaret etseydin beni onun yanında bulacaktın.” Bu münasebet ancak farzları eda ettikten sonra nafile ibadetlere devam edersen ortaya çıkar. Haberi sahihte Allah Teâlâ’dan varid oldu ki: “Kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşamaz. (16/b) Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşırsa, bende onu severim. Onu sevdiğim zaman onun duyduğu kulağı, gördüğü gözü, konuştuğu dili, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum.” (Buhârî, Rikâk, 38. )
Aynı şekilde hadiste varid olmuştur ki: “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhârî, İstizan, 1.) ve başka bir rivayette de “rahmanın suretinde” şeklindedir. Bu yine Tevrat’ın başında Tekvin 1:27: “Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı” ve aynı şekliyle İncil’de de yine zikredilmektedir. Bunu anlayamayanlar zannettiler ki beş duyuyla algılanıp görünen suretten başka suret olmaz. Böylece benzettiler, cisimleştirdiler ve şekillendirdiler. Alemlerin rabbi Allah cahillerin söylediklerinden uludur, yüceler yücesidir.
Takarrub ile kastedilen, kulun Allah Teâlâ’ya, örnek alınması emrolunan sıfatlarda yaklaşmasıdır ve rablık ahlakı ile ahlaklanmaktır. Hatta Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanınız denilmiştir. Bu ise övülen sıfatların kazanımlarındandır ki bu sıfatlar ilim, iyilik, ihsan, latiflik, rahmet saçmak, halka hayır yapmak, onlara nasihat etmek, onları hakka yöneltmek ve batıl olandan onları menetmek ve şeriatın kıymetleri olan bunlara benzer sıfatlardır. Bunların her birisi Allah Teâlâ’ya yaklaştırır. Fakat yakınlığı (17/a) mekan olarak istemek anlamında değildir aksine sıfatlarda yakınlaşmak anlamındadır.
Fakat bazı cahiller görünüş olarak benzeme düşüncesinde olmuşlar ve ona meyletmişlerdir. Bazıları ise münasebetin sınırını aşarak, tek olmak görüşünde oldular ve hulûlü savundular. Hatta onlardan bazıları istiğrak ve mahıv halleri dışında “ene’l- hakk” dedi. Hıristiyanlar İsa aleyhisselam hakkında dalalete düştüler ve onun ilah olduğunu söylediler. Onlardan diğerleri ise insanlığı ilahlık ile kaplamayı söylediler. Bazıları da onunla bir olmaktır, dediler. İttihadın ve hululün imkansızlığı kendilerine görünen kişilere gelince Allah Teâlâ’nın nurlarından bir nur onlara beyan oldu ki onlar çok azdırlar. Bu zayıf kulda onlardandır.
Eğer nebimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamın Tevrat’ta ve Zebur’da olan vasıflarını söylersem risale uzar. Biraz da sufi şeyhlerin ıstılahlarından bahsedelim.
***********************
Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla.
Kalplerimizi şerden sıyırıp hayra yönelten, nurların nurunu arttıran, bize gören gözleri açan, sırların sırrını bizden açığa çıkaran, Örtülerin örtüsünü bizden kaldıran Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Salat ve selam O’nun nurlar nuru, sadıkların efendisi, Cebbar olan Allah Teâlâ’nın sevgilisi, Gaffar olan Allah Teâlâ’nın müjdecisi olan resulü Muhammed’e ve onun güzel, temiz ve hayırlı ailesine olsun.
Sözünü ettiğimiz sufilerin görüşlerine gelince:
İncil’de İsâ aleyhisselamdan naklettiler ki, ikinci kez doğmayan gökyüzü krallığına asla katılamayacak. Yuhanna İncil’inde zikredildi ki “kim ikinci kez doğmazsa Allah Teâlâ’nın krallığını asla göremeyecek”. İbaresi ise şu şekildedir: “Amin amin legusi eân midis yekisı ânusen uziname iziyin duni esiliyan duseu”. Yani bil ve inan ki kim ikinci defa doğmazsa Allah Teâlâ’nın krallığını görmeye asla güç yetiremeyecektir. (Yuhanna 3:3)
İsrail oğullarından ismi Nikodimis olan bir adam, bir gece İsâ aleyhisselama geldi ve İsâ aleyhisselama soru yönelterek şöyle dedi:
“Ravi” yani ya Muallim! Bir insanın annesinin karnına ikinci kez girmesi ve tekrar doğması nasıl mümkün olur? (Yuhanna 3:1-4. )İsâ aleyhisselam dedi ki:
“Sen İsrailoğulları alimlerinden birisin, tekrar doğmayı bilmiyor musun?”
“Amin amin legusi” yani:
“Sana söylediklerimin hak ve gerçek olduğunu bil ve inan ya Nikodimis. İşin doğrusu bir kimse sudan ve ruhtan doğmadıkça Allah Teâlâ’nın krallığına girmeye güç yetiremez.”
“Düyeyenimenun ekinus sargus” yani:
“Kim bedenden doğarsa yine bedendir.” “Sargusi esti kedu yeyemınun ekdevü benevma (18/a) dus binema este” yani:
“Kim ruhtan doğarsa aynı şekilde ruha dönüşür”. (Yuhanna 3:5-10.)
Matta'nin naklettiği İncil’de zikredilmiştir ki: “Enikeni diura burusilsun imaside duisu legundes dıs aramizun estin endivasiliya dun uranun kebrus galesa menus uiyisus beziyun”. Yani o saatte öğrenciler İsâ aleyhisselama geldiler ve
“Göklerin krallığında en büyük kimdir?” diye sordular. İsâ aleyhisselam küçük bir çocuk çağırdı ve onu ortalarına dikip şöyle dedi:
“Gerçek size söylediğimdir. Eğer dönmezseniz ve bu çocuk gibi olmazsanız göklerin krallığına giremeyeceksiniz ve kim bu çocuk gibi kendini alçaltırsa, göklerin krallığında en yüce odur. Kim böyle bir küçük çocuğu benim ismim için kabul ederse, beni kabul eder. Kim iman eden bu küçüklerden birini şüpheye düşürürse, onun için boynuna bir değirmentaşı bağlayarak denizde boğulması daha hayırlıdır.” (Matta 18:1-6.)
Allah Tebarake ve Teâlâ Kur’an-ı Celil’de şöyle buyurmuştur: “(Onlara (Yahudilere), kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan kimsenin haberini oku.  (A’raf Suresi, 7/175.) ve ikinci ayetin devamı.
Yani: Ya Muhammed! Ümmetine, ayetlerimizi yani duaların çabuk kabul edilmesi, melekleri görmesi ve onlarla konuşması ve benzerleri gibi katımızdan kerametler verdiğimiz kişinin haberini oku. (18/b) “O ise, onlardan sıyrılıp çıktı.” yani çıkarıldı, geri alındı. Şeytan da, avcının avını ağda yakalaması gibi, onu yakalayarak esir etti, tövbeden ve hakka dönmekten alıkoydu._Böylece o, dalalete düşen azgınlardan biri oldu. Yani Bel’am bin Baura. Allah Teâlâ’nın dostları olan Musa, Harun (Allah Teâlâ’nın duası peygamberimize ve ikisine olsun) ve kavmine karşı, Allah Teâlâ’nın kafir ve günahkar düşmanlarına duasıyla yardım etti.
Bil ki tekrar doğmak, ruhun bedenden ölümle değil aksine ölümden önce manevi olarak çıkmasını belirtmektedir. Tıpkı nebimiz sallallâh Teâlâ aleyhi vesellemin buyurduğu gibi: “Ölmeden önce ölünüz.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafa ve Müzîlü ’l-İlbas, II, s.402.)
Tasavvuf ehlinin dediği gibi: “Bu iş ‘sıyrılmak’ olarak isimlendirilmektedir. Sıyrılmak iki çeşittir; hayırdan sıyrılarak şerre geçmek ve şerden sıyrılarak hayra geçmek.” Ebu Yezid el-Bistamî’nin - Allah sırrını kutsasın –
“Ben, yılanın derisinden sıyrılması gibi derimden sıyrıldım. Böylece ben O’yum.” dediğinin rivayet edilmesi gibi.
 Bil ki şerden sıyrılmanın pek çok çeşidi vardır. Birincisi yerilmiş huylardan kurtulmaktır ki bunlar kin, kıskançlık, kibirdir ve benzerleri çoktur. Bu söylenenlere göre, sıyrılmak bu sıfatları övülmüş sıfatlarla değiştirmektir. Onlardan biri de nefsin, Ölümden önce, insan bedeninden manevi olarak sıyrılmasıdır. Bu durumda kişi nefsinin bedeninden ayrıldığına şahit olur (19/a) ve karşısında durarak kendisine bakar. Bunları yalnızca müşahede ashabı görebilir. Bir diğeri de nefsin bedenden sıyrılmasına benzer bir şekilde kalbin nefisten sıyrılmasıdır. Sonra ki ise sırrın kalpten sıyrılmasıdır. Sır kalpten çıkar; kalp, nefis ve bedenden soyutlanarak yükselir. Bundan sonra sırrın kalpten sıyrılmasına benzer şekilde, hafinin sırdan sıyrılması gelir. Sonra hafinin sıfatlarından sıyrılması gelir. Sonra da ehfanın hafiden sıyrılması gelir. O ise fenâ’dır. Bu, FENÂÜ’L-KÜLL diye isimlendirdikleri fenâdır.
Bu sıyrılmalar yedi defadır. Sıfatlardan sıyrılmanın, biz her ne kadar tek seferde olduğunu söylesek de farklı merhaleleri vardır. Altıncı sıyrılmaya gelince o, hafinin sırdan sıyrılmasıdır, bundan dolayı onu fenâ olarak isimlendirmişlerdir. Sonraki aşamalarda Allah Teâlâ’nın dışında kalacağı için bu hatadır.
O   ehfadır. Bu durum, Ebû Yezid’in “Nefsimden sıyrıldım, ben O’yum.” dediği makamdır. Bunu bir olma (tevhid) makamı, birlik olma makamı ve fenâ makamı olarak isimlendiriyorlar. Eğer fani ise, O olamaz. Aksine Allah tek başına vardır. Eğer o, Allah olmazsa ben oyum, orada değilim demesi doğru olmaz. Allah tek başına vardır. Ben Allah Teâlâ’nın dışında oradayım demesi doğruysa (19/b) tam bir fena olmaz.
Hayırdan sıyrılıp şerre geçmeye gelince, kendilerinden yükseldiği makamların ve derecelerin başına ulaşan kişinin aksidir. Oraya iner. En başa indiği zaman, o iman makamıdır. Belki o bu şekilde kalır. Onlardan bazıları ise orada kalmaz. Allah Teâlâ ondan korusun. Hatta lanetli şeytan ve Bel’am bin Baura gibi aşağıların en aşağısına indirilir. Allahu Tebarake ve Teâlâ’mn Kur’an-ı Aziz’de buyurduğu gibi: “Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik.” (A’raf Suresi, 7/176) yani biz onu çok yükseklere çıkartırdık. Bu, Teâlâ’nın onu müşahede derecesinden sonra yükseltmediğine delildir. Sadece mükaşefe ve kerametin başlangıcında kalmamıştır.
Allah Teâlâ’nın sözü: “Fakat o, dünyaya saplandı.” (A’raf Suresi, 7/176)  yani dünyayı seçti ve ondan razı oldu. Allah Teâlâ kazandıktan sonra onun en aşağıya inişini açıklamaktadır. Seçimi kendisi için kötü oldu öyle ki sıyrılması, nefsi ve hevasına uyması arttı. Allah Teâlâ’nın “onlardan sıyrılıp çıktı ve dünyaya saplandı ve nefsine uydu” buyurduğu gibi. Bu, kesb ve tarikat makamlarından sonra olduğuna da delildir. Bununla birlikte melekut âleminden bir şeyler ona açık oldu. Sonrasında ceberût alemine ulaşamadı. Ceberut aleminde olan her şey cebrîdir. Orada kul için muteber bir kazanç yoktur. İnşallah Teâlâ bu anlattıklarım anlaşılmıştır (20/a).
Bel’am’ın hikayesi Yahudilerin elindeki Tevrat’ta yazılıdır.  (Sayılar:22,23,24.) Şam bölgesinde yaşayan krallardan ismi Tsippor oğlu Balak bin Safvar olan kral -ki Tevrat’ta ismi Valak’tır, Bel’am’ın ismi ise Valaam b. Sebfur’dur-, İsrail oğullarının kötülüğüne dua etmesi için ona çokça mal verdi. Allah Teâlâ’nın meleklerinden bir tanesi geldi ve dedi ki: “Bunu yapma. Allah Teâlâ bu kavimle beraberdir.” Bunun üzerine Bel’am dua etmekten çekindi. Balak ise kabul edinceye kadar hediyelerini ikinci ve üçüncü kez arttırdı. Sonra Bel’am, Balak’a kurbanlar kesmesini ve çok sadaka dağıtmasını emretti. Uzun süre böyle devam ettiler.
İsrail oğulları, onun topraklarının bazı bölge ve köylerine yerleştiler. Bel’am, Musa aleyhisselama ve kavmine beddua etti. Ancak Musa’nın kavmi zinaya düşüp de diğer kavmin kadınları ile günah işleyinceye kadar Bel’am’ın duası etki etmedi. Daha sonra Bel’am’ın duası etkili oldu ve aciz kaldılar. İsrail oğulları, önceden kendilerini ezerek galip geldikleri kavimden daha güçsüz duruma düştüler. Fakat Allah Teâlâ Bel’am bin Baura’ya lanet etti ve onu kovulmuş, engellenmiş ve geri çevrilmiş kıldı. Kıssa kapsam olarak Tevrat’taki en uzun kıssadır. (20/b) Eğer burada anlatırsam risale uzar. Bu ayet, bir velinin meşakkat dünyasında yaşadığı sürece imanda kalamayabileceğine delildir. Aynı zamanda bu ayet, olağanüstü kerametlerin nebiler (aleyhümüsselam) gibi, genellikle evliyalar için de olduğuna delildir. İnşallah tek başına anlarsın.
Allah Teâlâ’nın sözü “Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bir aksan da dilini sarkıtıp solur” (A’raf Suresi, 7/176.)  yani Be’lam’ın durumu soluyan köpeğin durumu gibidir. Onu kovsan da düşmanlık etsen de, gölgede yatmaya bıraksan da solur. Bu yolunu kaybetmişlik hali yani Bel’am bin Baura’dır. Onu, kötü bir iş olan, Musa’ya, Harun’a -aleyhüma esselam- ve onların kavmine beddua etmekten alıkoysan da, o bunu yapmaktan çekinmez. Onu serbest bıraksan da bu işi yapmaktan geri durmaz. Onu hor görmek için köpekle Örneklendirmiştir. Bunu söyledi çünkü onu, Hz. Musa’ya ve kavmine bu bedduayı etmekten alıkoydu ve engelledi. Bu Tevrat’ta da yazılıdır. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın melekleri de pek çok kez onu, bunu yapmaktan engellediler, sayısız defa ona nasihatte bulundular, ancak o, bunu yapmaktan kaçınmadı. Allah bunun benzeri dalaletlerden bizi korusun.
Allah Teâlâ’nın sözü “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar” (A’raf Suresi,7/179)  (21/a). İmam Deylemî - sırrı mübarek olsun - demiştir ki: Bil ki şüphesiz kalpler (kulub) çoğuldur. Müfredi kalp’tir ki pek çok anlamlar için kullanılır. Halkın anlayışına en yakın olanı bedenin kalbidir ve bilinen özel bir et parçasıdır. Sonra bedenin kalbinin içinde nefsin kalbi vardır. Sonra ise nefsin kalbinde zaaf kalbi vardır. Böylece o, nefsin kalbindedir. Sonra bu kalbin içinde sır olarak isimlendirdiğimiz akıl ve ruh vardır. Bu sır, içinde akıl ve sırrın bulunduğu kalbin kalbidir. Sonra akıl ve sır iki rûhâni ışıktır. Sonra hafi vardır. Bundan sonrada sımn sim, kalbi ve kendisi vardır. Ayrıntılarını Kitâbu Mirâti’l- Ervâh’’tan öğrenirsin.
Allah Teâlâ’nın bu sözünü bilirsen “Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar.” (A’raf Suresi,7/179.) yani sırrın ve aklın yeri olan kalple. Sonra nefis kavraması gereken şeyi ve idrak etmesi gerekeni aklın ve ruhun nuruyla kavrar ve idrak eder. Bu kalp bazen merhametsizliğin ve çeşitli kötülüklerin altında gizlenmiş olabilir. Böylece akıl ve ruh nefsi aydınlatamaz. Çünkü onlar kara kalbin içindedir. Bu sebeple ışıkları nefse ulaşmaz. Allahu Tebarake ve Teâlâ buyuruyor ki: “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifin Suresi, 83/14.) (21/b)
“RİNE” kalbin üzerindeki pastır. Nebi sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Kalplerde, demirin paslanması gibi paslanır. Onun cilası ise Kuran okumaktır.” (Suyuti, Câmiü ’s-Sağir, c.2, s.26.)Yine Nebi aleyhisselam buyurdu ki:
“Bir kul günah işlediği zaman, kalbinin üzerine siyah bir nokta konur. Eğer başka günah işlerse, başka bir siyah nokta konur. Öyle ki sonunda kalbi kararır.” (İbn Mace, Kitabü’z-Züht, c.2, s. 1419.)
Kalpler, ışıktan gizli ve örtülü olursa bizzat kendisi karanlık olur. Nefis onunla, gerçeğe delalet eden işaretleri, belirtileri ve emareleri anlayamaz.
Hamd bizi, rahmetinden size iki pay versin sözünün muhatabı olan zümreden yapan Allah Teâlâ’yadır. Salât ve selâm yarattıklarının en hayırlısı Hz. Muhammed’e, bütün peygamberlere, onların hayırlı ailelerine, eşlerine ve çocuklarına olsun.
Duadan kaldığımız yere dönelim. Ey bütün zorlukları kolaylaştıran ve zorlaştırmaya ihtiyaç duymayan Allah’ım!
Bütün zorlukları bize kolaylaştır. Zorlukları kolaylaştırmak senin için kolaydır.
Ey mülkün sahibi! Ey Celal ve İkram sahibi! Senin rahmetinle ey merhametlilerin en merhametlisi!
Allah’ım!
Hatalarımı, bilgisizliğimi, işimdeki taşkınlığımı ve senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı bağışla. İlerleten sen, gerileten de sensin. Sen her şeye kâdirsin.
Allah’ım!
Dinimi doğru kıl, o benim işimin iffetidir. Dünyamı doğru kıl, (22/a) yaşamım onda geçmektedir. Ahiretimi doğru kıl, dönüşüm onadır. Her hayırda hayatı benim için arttır. Ölümü de her çeşit şerden kurtularak rahata kavuşma kıl. Allah’ım! Senden hidayet, takva, iffet, zenginlik ve senin razı olduğun ameli isterim.
Allah’ım!
Nefsime takvasını ver ve onu tertemiz kıl. Nefisleri temizleyenlerin en hayırlısı sensin. Nefsin velisi ve mevlası sensin.
Allah’ım! Kabrin fitnesinden, cehennemin azabından, zenginliğin şerrinden ve fakirlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Mesih-i Deccal fitnesinden de sana sığınırım.
Allah’ım!
Rızanı şefaatçi kılarak öfkenden sana sığmıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan sana sığınıyorum. Allah’ım! Senden de sana sığmıyorum. Sana layık olduğun senayı yapamam. Sen kendim sena ettiğin gibisin. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Senden mağfiret diliyorum.
Allah’ım!
Sen bizim rabbimizsin, sana tövbe ediyorum.
Allah’ım!
Peygamber senden ne istediyse bunların hepsini kendim için, anne babam için, akrabalarım için, ailem için, yakınlarım için, komşularım için, Müslümanların saygınları için, beni tanıyanlar veya bahsimi duyanlar için ya da beni tanımayanlar için, anne babalan için, evlatları için, kardeşleri için, eşleri için, akrabası olmayan için, iman eden erkeklerden, iman eden kadınlardan, Müslüman erkeklerden, Müslüman kadınlardan yaşayanlar ve ölenler için ve benim hakkımda hayırlı düşünenler için istiyorum. Sen hayırları veren, zararları giderensin. Sen her şeye kadirsin.
İki cihanda İbrahim’e (aleyhisselâm) ve ailesine rahmet ettiğin, huzur verdiğin, bereket verdiğin gibi, Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve yakınlarına rahmet et, huzur ver. Muhammed’e (s.av.) ve yakınlarına bereket ver. Şüphesiz övgüye ve yüceliklere layık olan ancak sensin. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e vesileyi ve fazileti ihsan et ve O'nu, kendisine va'd buyurmuş olduğun Makâm-ı Muhmûd'a eriştir. Şüphe yok ki, sen va'dinden dönmezsin.
(Bu risale) Fakir hakir kulun Derviş Ali en-Nakşİbendî eş-şehir bi-İncil ve hakkında Ali b. Yunanı denen kişi tarafından yazılmıştır. İsmi Na’tü’n-Nebî Muhammed Aleyhissejamü fî’l-İncil olan bu risaleyi yazmadan önce kalbi İstanbul beldesine bağlıydı. Cumartesi günü, Zilhecce’ş-Şerîfe. (2l/b)
SONUÇ
Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncili, 17. yüzyılın sonlan ile 18. yüzyılın başlarında yaşamıştır. Hem Nakşibendilik üzerine yazdığı eseri hem de Na’tü ’n-Nebi fî’l-încil’in sonunda yer verdiği tasavvuf! kavramlar tasavvufa olan ilgisini ortaya koymaktadır. Ancak kaynaklarda hakkında bir bilgi bulunmadığı için kesin bir şey söylemek mümkün değildir.
Tahkikini yaptığımız eser kütüphane kayıtlarında birbirinden farklı isimlerle geçmektedir. Aynı zamanda eser üzerinde veya metin içinde yer alan isimleri de birbirinden farklıdır. Ancak bu farklılıklara rağmen zikredilen bütün isimler eserin içeriğine uygundur.
Eserin bulabildiğimiz nüsha sayısı altıdır. Bunlardan beş tanesi Arapça, bir tanesi ise, herkesin rahatça anlaması için, Türkçe olarak yazılmıştır. Ancak Türkçe’si yeni baştan yazılan bir eser olmayıp, Arapça’sının tercümesi şeklindedir. İlk önce Arapça metin paragraf halinde verilmiş arkasından Türkçe açıklaması yapılmıştır. Ancak eserin son kısımlarını oluşturan tasavvufla ilgili bölümü tercüme edilmemiştir. Türkçe’si de dâhil olmak üzere bütün nüshalarda Yunanca Kitâb-ı Mukaddes alıntılarına yer verilmiştir.
Tahkikini yaptığımız Na’tü ’n-Nebi fî’l-încil bu isimli eser reddiye olarak yazılmıştır. Ancak klasik reddiyelerde olduğu gibi İslam’ın diğer dinlere olan üstünlüğünü ispatlamaya çalışmaz hatta bu konuya hiç değinmez. Kitâbın yazılış amacı Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) İncil, Tevrat ve Zebur’da geçtiğini, Kitâb-ı Mukaddes’teki müteşabih ayetleri açıklayarak ispatlamaktır. Bu bağlamda ilahi kitaplar tercüme edilirken yanlışlıklar yapıldığına değinen müellif, bazı yerlerde uzun kelime tahlillerine girmektedir.
Derviş Ali en-Nakşibendî’nin eserini sadece Hristiyanlar’a ve Yahudiler’e karşı yazılmış bir reddiye olarak kabul edemeyiz. Eser, aynı zamanda lafızda tahrifi kabul eden Müslüman alimleri de eleştirmektedir. Zaten Derviş Ali en-Nakşibendî, eserine Tevrat, İncil ve Zebur tahrif edilmiştir diyen İslam âlimlerini eleştirmekle başlar. Zira müellife göre asıl tahrif lafızda değil manada yapılmaktadır.
Müellif, Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) önceki ilahi kitaplarda haber verildiğini ispatlamaya çalışırken, her ne kadar verilen bu haberin delillerini Tevrat, Zebur ve İncil’de bulduğunu söylese de sadece İncillerde, özellikle de Yuhanna’da bulduklarını açıklar. Tevrat ve Zebur’da bulduğunu söylediği delillerden ise hiç bahsetmez.
Tebşirât problemiyle ilgili reddiye geleneğine baktığımızda müellifin ortaya koyduğu delillerinin orijinal olmadığı, aynı delillerin daha önce bu konuda eser yazan müellifler tarafından da zikredildiği görülmektedir.
Gerekli gördüğü yerlerde Kur’an-ı Kerîm âyetlerini ve hadisleri de kullanan müellif, ne âyetlerin bulundukları surenin ismini ve numaralarım vermiş ne de hadislerin bulunduğu kaynağı göstermiştir. Aynı şekilde Kitâb-ı Mukaddes’ten yaptığı alıntıların da yerlerini tam olarak göstermemiştir. Fakat bazen hangi bölümden olduğunu belirtmiştir. Ayrıca zaman zaman başka âlimlerin görüşlerini de zikreden müellif, görüşleri zikrederken, bazılarına sadece geçtiği eseri söyleyerek atıfta bulunmuştur. Bazen ise söylediği görüşün sahibini belirtse de, geçtiği kaynağı belirtmemektedir.
Derviş Ali en-Nakşibendi’ye göre ilahi kitaplardaki lafızların çoğu müteşabihtir. İncil’de ise diğer bütün ilahı kitaplardan daha çok müteşabih lafız bulunmaktadır. Zaten müellif bu eseri İncil’deki müteşabihleri çok iyi açıklayan bir risale olarak yazdığını söylemektedir. İlahi kitapların indirildiği dilden başka bir dile çevrilmesine karşı çıkan Derviş Ali, ilahi kitapların tercüme edildiği zaman gerçek anlamından farklı olacağını söylemektedir.
Pek çok reddiye yazarı gibi Derviş Ali’de Yuhanna İncili’nde geçen “Faraklit” kelimesi ile Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) kastedildiğini iddia etmiştir. Müellife göre ilahi kitapların lafızlarının çoğunun müteşabih olması gibi “Faraklit” de müteşabihtir ve te’vili gerektirmektedir. Müellif, “Faraklit” kelimesinin yanlış tercüme edildiğini söylemekte ve bunu ispatlamak için kelimenin köküne inmektedir. Sonuç olarak ise “Faraklit” kelimesinin anlamının “Ahmed” olduğunu belirtmektedir.
Müellif Yuhanna 14:26’da geçen ““Fakat benim ismimle babanın göndereceği Tesellici, Ruhülkudüs, o size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir” cümlesindeki “isim” ile Hz. İsâ’nın neyi kastettiğini tartışmıştır. Bu konuda âlimlerin görüşünü zikreder ve bunların yanlış olduğunu söyler. Müellife göre “isim” lafzıyla kastedilen mesihtir. Bunun anlamı da hamd eden ya da hamd edilendir. “Ahmed” kelimesi de aynı anlamdadır.
Müellif, eğer Tevrat ve Zebur’da Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) müjdelendiği yerleri söylerse risalenin uzayacağını söyleyerek, biraz da tasavvufî şeyhlerin ıstılahlarından bahseder. Tevrat’ta geçen Bel’am b. Baura’ya değinerek insanın manevi olarak yükseldiği derecelerde kalacağının kesin olmadığını vurgular. Bu kısımda da yine Yuhanna ve Matta İncirlerinden alıntı yapar.
Müellif, Tekvin 2:27’de geçen “Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı.” sözünün cahiller tarafından yanlış anlaşıldığını ve bu sebeple Hz. İsâ’nın ilahlığına hükmettiklerini söylemektedir. Bu bağlamda hulûl görüşünü savunanları da eleştirir.

Bu tezi hazırlayan kardeşimize teşekkür ederiz.
Kaynak:
Hülya CEVAHİR, Derviş Ali En-Nakşibendî El-İncilî Ve Na ’tü’n-Nebî Fî’l-İncil İsimli Eserinin Tahkik Ve Tercümesi,Yüksek Lisans Tezi, T.C. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü-Felsefe Ve Din Bilimleri Enstitü Bilim Dalı: Dinler Tarihi, Ağustos 2008, Sakarya




[1] Abdurrahman b. Muhammed b. Mahluf Ebî Zeyd es-Seâlibî, Tefsîrü’s-Seâlibi: Cevahir Hısan fî Tefsir’il-Kur'an, Beyrut, 1997, c.3, s. 83.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar