NA’TÜ’N-NEBİ FÎL-İNCİL (İncil’deki Efendimiz Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin sırları)
[" Anlayış bakımdan" Bu konuda
yazılmış ikinci güzel bir eser yoktur.]
Na't,
“Medih
ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak”
Na't, konu olarak insanlığın son peygamberi Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemi anan ve öven edebi eserlere verilen isimdir.
Arapçada, "tavsif
etmek" anlamında mastar, sıfat ve vasıf mânâsına da isim olarak
kullanılır; aynı şekilde Arap gramerinde de, sıfata; na’t, mevsûfa; men’ût
denmektedir.
Edebiyatta, na’t öncelikle, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi övmek, ona duyulan saygı, sevgi ve şevki
dile getirmek, ondan şefaat dilemek gibi amaçlarla yazılan manzumeler için
kullanılır. Bunların nazım şekilleri çeşitlidir: Gazel, kaside, mesnevî,
terkib-i bend, terci-i bend, müstezad vs. olabilir, beyitler veya dörtlüklerle
yazılabilir; Beyit sayısı 6-7’den, yüzlerce beyte kadar değişir.
İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Muhammed’in
geleceğinin Kitâb-ı Mukaddesle müjdelenmiş olması ile çok fazla ilgilenilmemiştir.
Zira Kur’an bunun böyle olduğunu söylemekte ve tartışmaya açık bir alan
bırakmamaktadır. Ancak zamanla Yahudi ve Hıristiyanlarla ilişkilerin artması
sonucu onların Hz. Muhammed’in peygamberliğine karşı yaptıkları eleştirilerle
daha çok karşılaşıldıkça bu konuda ciddi çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu
çalışmaların temelini ise, ehl-i kitap üzerinde daha etkili olacağı
düşüncesiyle, Hz. Muhammed’in peygamberliğini Eski ve Yeni Ahit’te bulunan
metinleri kullanarak ispatlama gayreti oluşturmaktadır. Hz. Peygamber’in
peygamberliğim ispat etmeyi amaçlayan bu çalışmalar yirminci yüzyıla kadar
artarak devam etmiştir.
Tezimize konu olarak seçtiğimiz Derviş Ali
en-Nakşibendî el-İncilî’nin Hz. Muhammed’in peygamberliğini Kitâb-ı Mukaddesken
yaptığı iktibaslarla ispatlamaya çalıştığı eseri Na’tü’n-Nebi
fîl-İncil de 18. yüzyılın başlarında telif edilmiştir. Ancak bugüne
kadar eser veya müellifi üzerine herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Na’tü’n-Nebi
fî'l-İncil Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kitâb-ı
Mukaddes’te müjdelendiği ispatlamaya çalışır. Kitâb-ı Mukaddes metinlerinin
lafzen tahrif edildiği görüşünü kabul etmeyen Derviş Ali en- Nakşibendî
el-İncilî, asıl tahrifin manada olduğunu savunur. Bu bağlamda lafızda tahrifi
savunan Müslüman âlimleri de eleştirir. Müellife göre ilahi kitapların hepsinde
müteşabih ibareler bulunmaktadır. Ele aldığımız eser müellif, tarafından
çeşitli zamanlarda yeniden yazılarak, dönemin ünlü şahsiyetlerine ve Sultan
III. Ahmed’e takdim edilmiştir. Beş nüshası Arapça olarak yazılan eserin bir
nüshası ise Türkçe’dir.
Derviş Ali
en-Nakşibendî el-İncilî’nin hayatı hakkında kesin bir bilgiye ulaşamadık.
Araştırma sırasında müellif ile aynı dönemde yaşayan Hattat Derviş Ali adında
bir zat ile karşılaştık. Ancak bu ikisi aynı şahıs mıdır yoksa aralarında
sadece isim benzerliğimi vardır tam olarak bilemiyoruz. Aynı kişi olduklarım
ispatlayacak kesin bir delil olmamakla beraber bunun aksini ispatlayacak bir
veride bulunmamaktadır.
Ancak şunu
kesin olarak ifade edebiliriz ki iki şahıs arasında sadece isim benzerliği
bulunmamaktadır. Aynı zamanda yaşadıkları gibi, yaşadıkları şehir de aynıdır ve
ölüm tarihleri de birbirlerine yakın zamanlıdır. Hattat Derviş Ali
İstanbulludur ve h. 1128 yılında vefat etmiştir. Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî
de Na’tü’n-Nebi fi’l-înci’lin sonunda İstanbul’a gittiğinden
bahsetmektedir. el-İncilî, 1123’de yazdığı Sultan Ahmed b. Muhammed’e
Dair İstihraç Risalesi isimli eserinde kendisi için “gençlikten
yaşlılığa erişince” ifadesini kullanmaktadır. 1123 yılında yaşlı ise, buna
yakın bir tarihte vefat etmiş olması muhtemeldir. Bu yüzden iki şahsın da vefat
tarihleri birbirine yakındır.
İki şahıs
hakkında ortak bilgiler bulunmakla birlikte farklılıklar da bulunmaktadır.
Derviş Ali en-Nakşibendî el-İncilî, kendisinden bahsederken, Kitâb-ı Mukaddes
üzerine araştırmalar yaptığını söylemekte ve Yunanca ile Süryanice bildiğini
ifade etmektedir.
Na’tü’n-Nebifî’l-İncil’de
Yunanca
İncil’den alıntılar bulunmaktadır. Hattat Derviş Ali’nin ise çok sayıda mushaf,
en’am ve evrad-ı şerifi bulunmaktadır ve Alacamescid olarak
tanınan Çelebioğlu Mescidi’nin imamlığını yapmıştır. İki alanın
birbirinden oldukça farklı olmasının yanında, el-İncilî hattatlıktan hiç
bahsetmediği gibi Hattat Derviş Ali’den söz edenler de Derviş Ali en-Nakşibendî
el-İncilî’nin bahsettiği ilimlere hiç değinmezler.
Aralarındaki
bir diğer farklılık ise bağlı bulundukları tarikatlarla ilgilidir. Hattat
Derviş Ali, Mevlevî tarikatına mensup iken, Derviş Ali
en-Nakşibendî el-İncilî, Nakşibendî tarikatına mensup olduğunu söylediği
gibi Nakşibendilik üzerine yazılmış küçük bir risalesi de bulunmaktadır.
Daha
öncede belirttiğimiz gibi elimizdeki bilgiler ne iki şahsın aynı kişi ne de
ayrı kişi olduklarını ortaya koyacak niteliktedir.
İncil
üzerine yaptığı çalışmalardan dolayı da kendisine “el-İncili” lakabının
verildiği anlaşılmaktadır. Kendisi hakkında ‘İbnü Yunan’ denmesinin
sebebi ise Yunanca bilmesi olmalıdır. Eserlerinde doğum tarihi veya yaşadığı
yer hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak eserlerini takdim ettiği
şahıslara ve metin içinde geçen bazı tarihlere baktığımızda 17. yüzyılın sonu
ile 18. yüzyılın başında yaşadığı anlaşılmaktadır. Yaşadığı yeri belirtmemekle
beraber Risale fi Bey ani’t-Tahrifat-Tevrat ve’l-İncil’in hâtimesinde bu
risaleyi yazmadan önce İstanbul’a geldiğini söylemektedir. Yani İstanbul’da en
azından belli bir süre bulunduğu kesindir. Fakat İstanbul’a ne zaman kaç
yaşında geldi, ne kadar kaldı bunlar açık değildir.
Eğitimi
hakkında da ancak kendisinin verdiği kısa bilgilerle yetinmek zorundayız.
Müellif tahsil hayatından başlarken ilk olarak Arapça eğitimi aldığından
bahseder. Bunun arkasından hemen İncil, Tevrat ve Zebur’u bir zaman mütalaa
ettiğini yazmaktadır.
NA’TÜ’N-NEBİ
FÎ'L-İNCİL TÜRKÇE TERCÜMESİ
Rahman ve
Rahim olan Allah’ın adıyla, ancak ondan yardım dileriz. Hamd, her nefsi
kazandığı ile mesul tutan, her organı yaptıklarıyla gözetleyen, hüzünlendiğinde
gönüllere muttali olan, ihtiyaç hissettiğinde zihinlerdekinden sorumlu tutan,
göklerde ve yerde hareketli veya hareketsiz zerre miktarı da olsa hiçbir şey
kendisine gizli kalmayan, hafiflediğinde ya da ağırlaştığında azı ve çoğu çok
iyi hesaba çeken, küçük de olsa itaatleri kabulde lütufkâr davranan, büyük de
olsa günahları affederek mühlet tanıyan, her nefsin getirdiği şeyleri bilmesi
ve önceledikleri ile ertelediklerini görmesi için onları hesaba çeken Allah
Teâlâ’ya mahsustur. Nimetleri kullar üzerine yayılan, rahmeti mahlukatı
çepeçevre saran ve kuşatan, güzel hidayetiyle kalplerden cehalet karanlıklarını
dağıtıp ışığıyla aydınlatan, kendisinde (l/b) ihsan etme ve ceza verme, uzak
kılma ve yakınlaştırma, bahtiyar etme ve bedbaht kılma kendi zatından olan
Allah’ın şanını teşbih ve tenzih ederim. Salat ve selam, Tevrat ve İncil’de
hakkında kayıt bulduğum Allah Resulü Ümmi Nebiye yani nurlar nuru, sadıkların
efendisi, Cebbar olan Allah’ın sevgilisi, Gaffar olan Allah’ın müjdecisi,
Kahhâr olan Allah’ın uyarıcısı, kafirleri kahreden ve günahkarları rezil rüsvay
eden Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme, seçilmişlerin efendileri olan onun
eşlerine, muttakilerin öncüleri olan - Allah onlardan razı olsun
- sahabeye olsun.
Esas
konumuza gelince, Âlimlerin çoğunun -Allah Teâlâ onları âhiret gününe kadar
daima çoğaltsın önceki İlahî kitapların kelimelerinin tahrif edildikleri
düşüncesinde olduklarını ve Yahudiler ile Hıristiyanların Tevrat’ı ve
İncil’i tahrif edip, Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin ismini ve onun
sıfatını değiştirdikleri ve onun yerine başka şey yazdıkları kanaatinde
olduklarını gördüm.
Bu düşünce
onların, Tevrat ve İncil’in kelimelerinin manalarının hakikatini
bilememelerinden kaynaklanmıştır. Çünkü onlar İbranî, Süryanî ve Yunan dillerini çok iyi
bilmiyorlardı. Allame Teftazânî’nin Şerhü ’l-Makasıd ve
Şehabeddin Sühreverdî’nin de Heyakîl-i Nur isimli eserlerinde
zikrettikleri gibi Tevrat’ı ve İncili Arapça’ya tercüme etmeyi de bilmiyorlar
ve anlamıyorlardı. İnşallah bu ikisinin ayrıntıları ilerde yerinde gelecek.
Allah
Teâlâ’nın Kitâbına gelince onu, hiç kimsenin Allah Teâlâ’nın muradına uygun
olarak gönderildiğinden farklı bir dile çevirmesi mümkün değildir. (2/a) Allahu
Tebareke ve Teâlâ’nın da “Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin
diliyle gönderdik.” ( İbrahim Suresi, 14/4) âyetinde
buyurduğu gibi, tercüme edildiği zaman hakiki manasına aykırı olur. O âlimlerin
İncil ve Tevrat’ın tahrif edildiği görüşüne sahip olmalarının sebebi cahil ve
Peygamberimiz Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin nübüvvetini inkâr
eden Yahudi ve Hıristiyanların sözleridir. Onların bu inkârı inatlarından ve
lafızların gerçek anlamlarına dair bilgilerinde doğruya ulaşamamış olmalarından
dolayıdır. Çünkü onlar Önceki kitapların manalarını bilmeyen
cahillerdi. Önceki kitapların kelimelerinin çoğu hiç şüphesiz
müteşabihattandır. Sen de bilirsin ki Kur’an’da ve diğer İlahî
kitaplarda müteşabihat çoktur. Müteşabıhat bilhassa İncil’de diğer ilahi kitaplardan
daha çok bulunmaktadır. Özellikle de İncillerin manası sadece lafzından
anlaşılmaz, aksine yazılış tarzından anlaşılır, lafızlarından değil “Garamadîkî” denilen
hat ilmini bilmeyen İncili tefsir etmeye güç yetiremez. Eğer onu kendi görüşüne
göre tefsir ederse, çoğu zaman yanlış olarak tefsir eder, tıpkı Muhammed
aleyhisselamın ismini yanlış tefsir ettikleri gibi. Nitekim onlar derler ki: “Muhammed” isminden
kasıt İsâ aleyhisselamın peygamberliğini tebliğle emrolunduklarında havarilerin
arasında ortaya çıkan Ruhulkudüs’tür.
Allah
Teâlâ bana ihsanda bulunduğunda, üstadım şeyh, kamil, âlim, fazıl, arifbillah Celaleddin
Evcî el-Birgivî es-Sânî’nin" himmeti ve özellikle şeyh Ebû Abdullah es-
Seyyid Muhammed Semerkandî en-Nakşibendî’nin “Allah sırlarını kutsasın- mübarek
ruhunun bereketi ile bana ilham etti ve manaların hakikatlerini bana ihsan etti
ve insanların çoğuna gizli olan ilimlerin bazılarını bana öğretti. (2/b)
Allah
Teâlâ o ikisinin yardımları ve himmetleri ile zayıf kuluna müşahedat kapılarını
açtığında ve beni yükseklere çıkmak için güçlendirdiğinde, bir gün yücelerin
yücesine çıktım ve bir gün aşağıların en aşağısına indim, bir gün kalbimin
sırrında melekût ve ceberut âlemlerini gezdim, kutsal Firdevslere çıkıp
yükseldim, ezellerden ebediyetlere doğru seyrettim ve o iki mübareklerin
bereketleriyle de harfler ve kelimelerle anlatılması mümkün olmayan,
işaretlerin de gösteremediği mertebeler kazandım.
Bu durum
müteaddit defalar âlem-i manada yedi kubbeli el-erzu’l-cami’den
çıkmakla ve bir risale telif etmekle emrolunduktan sonra gerçekleşti. Ben de
bunun üzerine kollarımı sıvadım ve işe başladım. İncil ve Furkani’l-Azîm’in
müteşabihlerinden Rabbimin bana öğrettiklerini açıklayan bir risale telif
ettim. Bu risalede biraz da geçmiş fütuhattan ve akıl sahipleri nezdinde
onların meydana geliş güzelliklerinden de bir nebze söz ettim. (3/a) Borçların
çokluğundan ve zamanın dertlerinden dolayı yorgunluğum, sıkıntım ve geçim sıkıntılarım
uzadığında, sufi oldukları ileri sürülen mutasavvıfların çocuksu sözlerinden
muzdarip olduğum zaman İncil’i, Tevrat’ı ve Zebur’u inceledim. Onların
müteşabih, kinaye ve işârattan meydana gelen lafızlarının çoğunun tahrif
edilmediğini, aksine bu tahrifin manalarında gerçekleştiğini gördüm. Nitekim
İmam Fahrettin er-Razî de “kelimeleri yerlerinden değiştirirler”
(Nisa Suresi, 4/ 46),ayetinin tefsirinde kelimelerin
manalarını değiştirdiklerini yani haktan sapıp batıl tevile meylettiklerini
söylemektedir. Yine Medarik'in
sahibi (Nesefî) de (kelimelerin yerlerinden değiştirirler)
ayetinin tefsirinde, onların lafzım indirildiği anlamından farklı olarak tefsir
ettiklerini söylemektedir. Bu tür tahrif aynı zamanda yaygındır. Görmüyor
musun Şia ve Hariciler de hakk ve yakın ehline muhalefette bulunarak, Azîz ve
Kadîm olan Kur’ân-ı Kerim’in anlamının bir kısmını tahrif etmişler ve kendi
batıl iddialarına göre tefsir etmişlerdir.
Ben
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ismini orada yani İncillerde, Tevrat’ta ve Zebur’da buldum. İncil, İsâ
aleyhisselama bir defada indirilen Allah Teâlâ’nın kelamıdır. Ancak Kur’an’ı
Kerîm Peygamberimiz aleyhisselama Cebrail aleyhüma esselam vasıtasıyla parça
parça indirilmiştir. Tevrat’ta bulunan sebb ayeti ise (3/b) Tevrat’ın Musa
aleyhisselama indirilmesinden sonra, bir İsrailli, peygamberlerden -
aleyhümüsselam- birine küfrettiği zaman, indirilmiştir.
İncillerde,
Yahudilerden gelen soru ve cevaplardan gördüklerime gelince, Allah Teâlâ
bunları sorulmadan ve cevaplamadan önce İsâ aleyhisselama haber vermiştir.
İddia edildiği gibi onlar havarilerin sözleri değildir. Aksine tamamı Allah
Teâlâ’nın kelamıdır. Onun kelamı ise sesler ve harfler türünden değil,
aksine Allah Teâlâ’nın zatıyla kaim, dilsizlikte ve çocuklukta ki gibi sükût ve
hastalığa zıt ezelî bir sıfatıdır. Allah Teâlâ bu kelamıyla emredici, nehyedici
ve haber vericidir. Bunların dışında ki sözler, yazılar ve işaretler Allah
Teâlâ’nın bu ezelî kelam sıfatına delalet ederler.
Eğer
İncillerin ibareleri te’vile ihtiyaç duymasaydı, Hz. Ali b. Ebî Talib
-kerramellahuvechehu ve radıyallâh teâlâ anhu-
“Ben
İncili tevil, Tevrat’ı tefsir edenim ve Zebur’u açıklayanım.” demezdi.
Eğer o ilahi kelam Arapça ifade edilirse Kur’an, İbranice ifade edilirse
Tevrat, Süryanice ifade edilirse Zebur ve eğer Yunanca ifade edilirse İncil
olur.
Burada
ihtilaf pek çok dil ve değişik lehçelerde “Allah” kelimesinin ifade edilmesinde
olduğu gibi müsemmada (isimlendirilen varlık) değil, kelimelerdedir.
Arapça’da
“Allah”, İbranice’de “İl”, Süryanice’de “Âlil”, Yunanca’da (4/a) “Zeus”,
Farsça’da “İzed”, Türkçe’de “Tengri”, Rusça’da “Boje”, Eflakça’da “Zîv”,
Gürcüce’de “Gmert” ve diğer dillerde olduğu gibi.
İncil ise
Allah Teâlâ katından İsâ aleyhisselamın kalbine vahyedilmiş sonra da maksat hasıl
olacak şekilde onun dilinden nakledilmiştir.
Vehhab
olan Allah Teâlâ’nın bizi eri yükselterek taklidi imandan, ihsan mertebesine
çıkarmasını dileyerek -şüphesiz ki O, kendisinden yardım istenilenlerin en
hayırlısıdır ve tevekkülde onadır- bu risaleyi inşallah İncil’deki
müteşabihleri çok iyi açıklayan bir risale olarak yazmaya ve ona biraz da sufi
şeyhlerin ıstılahlarından eklemeye aceleyle karar verdim. Bu risaleyle Allah
Teâlâ’nın amel eden âlimlerin, sadık velilerin, sabreden fakirlerin
yüceltmesiyle ihsanda bulunduğu zatın huzuruna ulaşmayı istedim. Allah ona
yüceliklerden en fazla nasip vermiş, ilmi ve ameli faziletlerden kendisine
bahşetmiştir. Değerli güzelliklerin havzında onun için hiçbir yer
bırakmamıştır. Yaratılışa uygun olarak benim açıklamalarımı destekleyen mana
yollan ona delalet eder diyenin sözü onun için gerçektir. O sahibi azamdır,
büyük düstur sahibidir. (4/b) Yaratılmışları kötülüğe düşmekten ve helak edici
şeylerden kurtaran kalem ve kılıcı bağışlayandır. Bu, onun için izafi değil tabiidir,
sonradan olmuş değil hakikidir. Şu söz söylendiğinde ondan başkası kastedilmez:
Senin yanın cennet bahçeleri gibidir,
bütün isteklerimize seninle ulaşırız.
Güzel huyların en üstünüyle süslendin.
Sen sebul mesani gibisin.
Allah Teâlâ’nın rahmeti devamlı dalları
Uzanmış vaziyette sana gelmeye devam ediyor.
Hakkın, milletin ve dinin mesudu sensin.
İyilerin ve büyüklerin alemlerdeki sığınağısın.
Mazlumların barınağısın.
Korkanların yardımına koşansın.
Krallara ve sultanlara yardımcısısın.
Hiçbir iyilik yok ki onun için o iyilikten bir pay
olmasın,
Övülecek hiçbir şey yok ki o şeyde o başarılı olmasın.
Devletin ve dinin güneşi, İslam’ın seçkini,
akranlarının tacı.
Allah Teâlâ’nın yarattığı mahlukatın özü.
Allah onu asalet ve kerem sahibi yaptı.
Yardım edicilerin, iyilik yapanların,
Saadette bulunanların, övünülecek şeylerin babası.
Bununla Tevkîî Mustafa Paşazade’yi
kastediyorum.
Allah yüceliğini ve zirvesini arttırsın.
Soyunu ve neslini daim eylesin.
Allah’ım! Onun şerefini ve yüceliğini sabit kıl.
Ona makamında kalmayı ve izzeti genişlet.
Kalplerin ve dillerin ona övgü ve sena ile yönelmesini
devamlı kıl.
Amin ya
Muîn.
Bu risale
günler ve asırlar boyunca kalacak bir hediyedir. Senelerin
ve ayların geçmesiyle yok olmaz. (5/a) Bu öyle bir kitap ki bu
yolda kimse beni geçememiştir. Bu bahçede benden önce kimse açmamıştır. Kim bu risale
hakkında sui zanda bulunursa mütekaddim (önceki) kitaplara müracaat etsin.
Risaleye bakan değerli büyüklerden ve Örnek âlimlerden ona razı olarak bakmalarını
ve bir şeyin yanlış ve hata olduğunu fark ederlerse düzeltmelerini istiyorum.
Ben noksanlıkla bilinen biriyim ve hataları da itiraf ediyorum. Allah’tan doğra
olanı bana ilham etmesini diliyorum. Gerçekten O her şeye gücü yetendir. Cevap
vermeye de layıktır.
Eûzü
billahi mineşşeytanirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm:
“Yanlarındaki
Tevrat ve İncirde yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere
uyanlar var ya”. (Araf Suresi, 7/157]
Uymaktan (الاتباع) dan kasıt, onlardan yani Yahudi ve
Hıristiyanlardan Hz. Muhammed Sallallâhü aleyhi ve selleme iman edenlerdir.
Resulden kasıt, kendisine özel bir kitap vahyedilendir
ve o kitap da Kur’ân-ı Kerim’dir.
Allah Teâlâ’ya izafeten resul (gönderilen) olarak
isimlendirilir. Nebiden kasıt, mucize sahibi olandır ve kullara izafeten nebi
olarak isimlendirilir. Ümmîden kasıt yazmamış, okumamış ve hiç kimseden talim
etmemiş olandır. Allah Teâlâ, bu durumda iken ilminin tam olmasına dikkat
çekerek, onu bu şekilde vasıflandırdı. Bu, (5/b) onun mucizelerinden birisidir.
“Onu buluyorlar” sözü yani İncil ve aynı şekilde Zebur’da bularak
Hıristiyanlardan ona tabi olan kimselerdir.
İbn Abbas
(radıyallâh Teâlâ anhüma) dedi ki: Bunlar, Yahudiler ve Hıristiyanların Allah
Teâlâ’nın “Onu, sakınanlara yazacağım” (Araf Suresi, 7/156) sözünde
görülen müştereklikten çıkarttıkları lafızlardır. Bu ayet Muhammed sallallâh
Teâlâ aleyhi ve sellemin ümmetine aittir. Cevahir Hısan fi Tefsiri’l-Kur’ân
[1]
da şöyle demiştir: “Bu âyet,
yani “Bunlar
Benî İsrail’den o kimselerdir ki Tevrat’ta ve Zebur’da sıfatını bularak ona
tabi oluyorlar.” Allah Teâlâ’ya iman eden ve nebi sallallâhü aleyhi ve sellemin
da risaletini doğrulayan herkesi kapsayacak şekilde, bu ümmetin şerefini
bildirmektedir. Sonra onlar iman ve ikrardan sonraki üstünlük konusunda nebi sallallâh
teâlâ aleyhi veselleme olan bağlılıklarına göre farklı farklıdırlar. Ebu Hamid
el-Gazâli İhya'da demiştir ki: “Sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin ümmeti, ona tabi olandır. Ona tabi olan
kimse dünyadan yüz çevirerek, ahirete yönelir. O kimse sadece Allah Teâlâ’ya
ve ahiret gününe dua eder. Dünyadan ve geçici hazlardan uzaklaşır. Dünyadan yüz
çevirerek ahirete yöneldiği kadar aleyhisselamın yolunu izler. Onun yolunu
takip ettiği kadar ona tabi olur ve ona tabi olduğu kadar (6/a) onun ümmetinden
olur. Dünyaya yöneldiği kadar onun yolundan ayrılır ve ona uymaktan yüz çevirir
ve Allah Teâlâ’nın haklarında “Azana ve dünya hayatını ahirete tercih
edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır.” (Nâzi’ât suresi,
79/37,38,39.) buyurduğu kimselere katılır.”
“O peygamber
onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis
şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir.” (Araf
suresi, 7/157)
İhtimaldir ki başlangıç sözü ile vasıflanan nebi
-sallallâhu teâlâ aleyhi vesellem-dir ve ihtimaldir ki bu durumda mecazi olarak
“onu buluyorlar” sözü ile alakalıdır. Yani onu Tevrat’ta, vücudunun
şartı sebebiyle emredici bulurlar. “İyilik” şeriatle bilinen şeydir ve kişi
açısından her iyilik şer’an ma’ruftur. Zira Peygamber sallallâhu
teâlâ aleyhi vesellem “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
buyurmuştur. Kötülük (ise iyiliğin zıttıdır. Güzel şeylerden kasıt güzel
eşyalardan onlara haram kılınanlardır. İçyağı ve benzerleri gibi veya şeriatte
makbul olan gibi, kurbanlardan üzerine Allah Teâlâ’nın ismi okunanın hükmü gibi
ve haramdan kazanılmayan mal gibi. Kötü ve pis şeylerden (El-Habisat) kasıt
kan, ölü, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen kurban gibi kötü sayılan
şeylerdir veya faiz, rüşvet (6/b) ve diğer kötü kazançlar gibi hükmen kötü
sayılanlardır. “Ağır yükleri kaldırmaktan” kasıt ağır sorumluluklardan
onların yüklendiklerini hafifletmektir. Bunlar, Yahudi şeriatinde kasıt olarak
veya hatayla yapılan suçta kısasın belirlenmesi ve uzuvların kesilmesi, necis
sayılan yerin kesilmesi, Hıristiyan şeriatinde kasıtlı olarak yada hatayla
yapılan suçta kısasın ve diyetin kaldırılması ve bu iki sorumluluğun dışındaki
ruhbanlık, riyazet gibi sorumluluklardır.
“اصر” yük hem de
ahit demektir. İbn Abbas radiyallâhü anh ve diğerlerinden bu şekilde rivayet
edilmiştir. “Üzerlerindeki zincirleri” sözü yine bu yükler için mecazi
bir ifadedir. Yani ilk şeriatte yani Yahudilikte olan idrarlı yerden elbisenin
kesilmesi, diyetin olmaması, katilin mutlaka öldürülmesinin gerekmesi ve benzeri
yüklerdir.
Ben,
Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi vesellemin ismini ve sıfatını havarilerden
biri olan Yuhanna’nın yazdığı ve şu anda Hıristiyanların elinde bulunup da
kiliselerinde okudukları İncil’de, on dördüncü bölümde, yedi yerde buldum. İbaresi
ise şu şekildedir:
“Midarasestu
imun igirziya bistevede istun seun keis eme bistevede amin amin legu imin
ubsitevün is eme (7/a) daerga aegubiu gakinus biis kemizüna dütün biis ûti
eguburus düvneba deramü buravüme anavenü buruş düvneba deramü kebadera imun
keseunmü keseün ımun ean agabademi das endülas das endülas das imas dirisede
keegu erudisu düvneba derakalun baraklitun zusi imin inameni mesimun isdun eüna
dübnevma dis alisiyas ûûgusmus ezina delavin ûdi ûseüri eftu üzeyinuski eftu
imis zeyinus kede eftu udibari min meni keenemi este ügafisu imas urfanus
erhume birus imas ûmi agabüv nim dûslûgusmü üdiri keülügus ûn aguyede ükestin
amun aladüv bemanedvüzmü batrus defte lelalıgu imin barimin menün ûze
baraklitus dübnevmadü ayiün üyemsi ubadir üyemsı übadiren dûûnümadimi ikenus
imas zizakesi benda kayivüminsi imas benda ayibün imin ükedi bulalalisi mesimün
erşede garüdügusüm erhun keenime ûkiş üzen âlinâ bilüvüsi ûlûgus üyegra menüs
endünüm eftun ûdi (7/b) emisise’nem züraân üzan zeelsiû baraklitus ûn eguyemsu
imin baradu batrus dübnev matis âlisiyas ubara du batrus ekbura vedakinus
mardirisi beriemu âla defta lelaligi imin ina ûdan elsi ıûra âminu nevede eftun
udi egu ibün imin deftaze imin eksarşis ukibune udi mesimun imin âlegudni
âlisiyan legu imin simfer imin ina egu âbelsu eân garmi âbelsuu beraklitus
ükelevsede buruş imas ean zebur fesu bemsu eftun buruş imas kaîesvün ekinus
eleksi düngusmun beri âmad diyas men ûdi ubıstevü sin is eme berizi keusınis
zeudi buruş udi buruş dünba deram ibagu keedeki seuridemi berizekir seus udiu
erhun dügusmü dudu kekirde edibula ehu legu imin âlezineeste vestazin ârdi udan
zeelsi ikenus dübnevmadis âlisiyas uziyis imas isbasan (8/a) zin âlisiyan ugar
lalis âfe eftu âlusa ân egusi lalisi keda erhumena ânekkeli imin” ve ta
surenin sonuna kadar.
İsâ
aleyhisselam yükselmesi yaklaştığında bir gün havarileriyle konuşuyordu.
Yanında kendisine tabi olarak ardınca yürüyen sonra ise ikiyüzlülük yaparak
ondan yüz çeviren İsrail oğullarından kalabalık bir cemaat bulunmaktaydı. Birbirlerine
derlerdi ki: “Bu adamın konuştuğu bu ağır sözleri kim alıp korumaya güç
yetirebilir.” İsa aleyhisselam onları görünce, ondan yüz çevirdiler.
Hz. İsa
aleyhisselâm da Allahü Tebareke ve Teâlâ’nın Kur’anı Kerim’de “Allah yolunda
bana yardımcı olacaklar kimlerdir?” dedi. Havârîler: Biz, Allah yolunun
yardımcılarıyız; Allah Teâlâ’ya inandık, şahit ol ki bizler Müslümanlarız,
cevabım verdiler.” (Âl-i İmrân Suresi, 3/52) buyurduğu şeyi
havârîlerine söyledi. İncil’deki ibaresi ise şöyledir: “Kayimis
biste gameıı keegnu gamen ûdisi uhristus dûseu dûzûndüs”.
Havarilerin
ilki olan Şemun dedi ki: “Biz senin dinine yardım edeceğiz. Biz senin
ölmeyip hep canlı olan Allah Teâlâ’nın resulü olduğuna iman ettik. Veya (şöyle
dedi:) Senin hay ve kayyum olan Allah Teâlâ’nın mahmudu olduğuna iman ettik.
(Yuhanna 6:67-69) Sende
bizim islamımıza şahitsin.”
Sonra
(8/b) daha önce zikrettiği şeyi söyledi, yani “midarasestu imun igırziya” ve devamı.
Yani kalplerinizi karıştırmayınız ve tereddüde düşürmeyiniz, inançlarınızı bozmayınız.
Allah Teâlâ’ya ve resulüne iman ediniz.( Yuhanna 14:1) “Amin amin”. Yani size
söylediğim sözü biliniz ve ona inanınız. Kim bana iman ederse ve bana inanırsa
benim yaptığım davranışları yapmaya güç yetirir ve bu amellerini arttırır ve
benim gibi olur. Benim Allah Teâlâ’nın resulü olmam gibi, o da benim ve
Rabbimin resulü olur. Benim yaptığım mucizeler gibi olağanüstü olaylar
gösterir. Ben Babama gidiyorum ve semaya yükseliyorum ve semavî babama ve
babanıza, ilahıma ve ilahınıza çıkacağım. (Yuhanna 14:12) Eğer
beni seviyorsanız Allah’tan getirdiğim emirleri ve yasakları korursunuz. Ben de
Baba’ya yalvaracağım, o size benden sonra Faraklit’i gönderecek.” (Yuhanna
14:15,16) Bazı hükümlerde benimle onun arasında değişiklik ve farklılıklar
meydana gelecek. O, size te’vıl getirecek peygamberdir. Allah Teâlâ, zamanın
sonuna kadar sizinle olsun diye onu, size verdi. Ya da şu manadadır: Ben Babamdan
sizin için, nübüvvet açısından benim gibi olan Faraklit’i size bahşetmesini ve
vermesini isteyeceğim. O (9/a) sonsuza kadar sizinle olacak. Faraklit
gerçeğin, doğrunun ve yakînin ruhudur. O kişiyle kastedilen Muhammed
aleyhıssalatü vesselamdır.
Allame
Teftâzânî Şerhu’l-Makasıd’ da böyle söylemiştir.
Seyyid Şerif Cürcânî’den de şu söz nakledilmiştir:
“Hz.
İsâ’nın ‘Ben sizler için, sonsuza kadar sizinle olsun diye Babamdan başka
Faraklit istedim.’ derken baba kelimesini Allah için kullandığı vakidir.”
Ben de
diyorum ki “Baba” sözünü Allah için kullanmak başlangıç noktası manasındadır. Önceki
alimler “Baba” sözünü Allah için kullanıyorlardı ve
başlangıç noktalannı babalar ile isimlendiriyorlardı. Bazıları dedi ki Allah
İncil’de İsâ aleyhisselama, onun şanım yüceltmek ve övmek için “oğul” lafzıyla
hitap etti.
Kadı
Beyzâvî tefsirinde dedi ki: “Bil ki bu dalaletin sebebi, önceki şeriatlerin
sahiplerinin ilk sebep olduğuna dayanarak baba kelimesini Allah Teâlâ’ya
uygulamalarıdır. Hatta dediler ki baba en küçük rabdir ve Allah -subhanehu- en
büyük babadır. Sonra onlardan cahil olanları zannettiler ki bununla kastedilen
doğum manasıdır ve Bunu geleneksel inanç haline getirdiler. Bu sebeple onu
söyleyen kişi kafir olmuştur. Fesat yolunu tamamen kesmek için bundan
kesinlikle men edildiler.” (9/b)
!!!!!Bil
ki Hıristiyanların ileri gelenleri ve rahipleri havarilerin ölümünden sonra
Faraklit’in tefsirinde tereddüt ettiler. Çünkü bu lafız müteşabıh
lafızlardandır. Sen de bilirsin ki, mukaddimede de söylediğim gibi,
Kur’an’da ve diğer ilahi kitaplarda müteşabihat çoktur. Özellikle de İncil’de
diğer ilahi kitaplardan daha çok vardır. Bu lafız bu türdendir ve bu
sebepten bu lafız hakkında herhangi bir bilgileri olmadığından dolayı onu
anlamada aciz kaldılar. Bu yüzden İncili Arapça’ya tercüme ederken bu lafzı
Süryanice yazdılar. Gerçek manasını bilmiyorlardı ki lafzı Arapça’ya
tercüme etsinler. Çünkü Allahu Tebarakenin ve Teâlâ’nın Kur’an-ı Hakim’de “Halbuki
onların tevilini ancak Allah bilir” (Âl-i İmrân Suresi, 3/7) demesinde olduğu gibi bir hikmete
bağlı olarak Allah - subhanehu- onları hakikate ulaştırmadı. Bu sebepten dolayı
bu lafızla kastedilenin bahsi geçen Ruhulkudüs olduğunu zannettiler. İmparator
Konstantin zamanına kadar bu tereddüt içinde kaldılar. Bu melik 318 rahibi ve
keşişi toplayandır. Büyük Romalı, kadim filozoflardan kamil bir adam olan
(10/a) Aryüs geldiği zaman, rahipler onunla müzakere etsinler diye imparator
rahiplerle onu davet etti.
Aryüs dedi
ki: “İsâ aleyhisselam diğer peygamberler -aleyhimüsselam- gibi mahluktur,
sonradan yaratılmıştır. Bununla beraber Allahü Teâlâ katında Adem -aleyhüma
esselam- gibidir.” İmparator ondan bu sözleri dinleyince şüphelendi ve
batıl inancından döndü. Çünkü o önceden Mecusî idi. Sonra dininden dönerek İsâ
aleyhisselama iman etti. Uluhiyyetin İsâ aleyhisselama lütfedildiğine ve
İsâ’nın bir ilah olduğuna ancak Allah Teâlâ’nın ululuk ve büyüklük bakımından
ondan yüce olduğuna inanıyordu. Bu sebepten dolayı onları topladı. İsâ
aleyhisselamın yükselişinden iki yüz yıl sonra Hıristiyanlık dinini, teslisi ve
küfrü ortaya çıkaran bunlardır. Bunlar bu lafızla kastedilenin Allah Teâlâ’nın
İsâ aleyhisselamın yükselişinden sonra havarilere gönderdiği Ruhul-kudüs
olduğunda ittifak ettiler. Nitekim Allah Kitâb-ı Mübin’de “İşte o zaman
biz, onlara iki elçi göndermiştik Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir
elçi gönderdik.” (Yasin Suresi, 36/14) buyurmaktadır. Yani Şem’un ile
ki Allah Teâlâ onların yakıştırdığı sıfatlardan münezzehtir. Onların gözleri
örtüldü ve İncil’de bu ayetin devamında söyleneni yani Faraklit size geldiği
zaman yanında Allah Teâlâ’nın katından çıkan Ruhulkudüs olur ifadesini
göremediler. Belki de Allah onların kalplerini mühürledi (10/b) ve nebimiz
Muhammed aleyhissalatü vesselamı inkâr ettiler. Çünkü bu haber, İncil’de, onu
bilen için güneşten daha açık bir şekilde bulunmaktadır. Hıristiyan rahiplere
sorulsaydı derlerdi ki: nebiniz Muhammed aleyhisselamın bahsi İncil’de yoktur.
İsâ aleyhisselamın peygamberlerin (aleyhimüsselam) sonuncusu olduğuna
hükmediyorlar.
Halbuki
İncil sahibi, güvenilen ve itimat edilen bir kişi olan Yuhanna açıklamış ve İsâ
aleyhisselamın risaletini tebliğden sonra yazdığı mektuplardan ilki olan Arap
bölgesine gönderdiği mektubunda demiştir ki:
“Bu mektup
İsâ aleyhisselâmın dostu Yuhanna’dan. Ey İsâ aleyhisselâmın sevdikleri! Onun
Allah’tan olup olmadığını denemedikçe vahiy getirerek olağan üstü şeyler
gösteren herkese inanmamanızı tavsiye ediyorum.”
Efendimiz
İsâ aleyhisselam buyurmuştur ki: Benden sonra nübüvvet iddia eden pek çok kişi
gelecek. Eğer İsâ aleyhisselâmın Allah Teâlâ’nın ruhu ve O’nun, Meryem’e
(aleyhümaesselam) ulaştırdığı kelimesi olduğunu ikrar ederse ve Allah Teâlâ’nın
onu, halka Allah Teâlâ’nın vahdaniyetini onlara tebliğ etmesi ve Allah
Teâlâ’nın ismini onlara açıklamak ve öğretmek için gönderdiğini bildirirse
(11/a) bu Allah katından size gönderilmiş sahih bir vahiydir. Ona iman ediniz
ve ona itaat ediniz çünkü o, apaçık deliller ile size gelen Allah Teâlâ’nın
Resulüdür.
Eğer size
birisi vahiyle gelir, olağanüstü şeyler gösterir fakat İsâ aleyhisselâmın
Allah’tan gelen bir ruh olduğunu ve Allah Teâlâ’nın, Meryem’e -aleyhüma esselam-
ulaştırdığı kelimesi olduğunu ikrar etmezse, aksine İsâ aleyhisselamı inkar
ederse, onu inkar ettiği zaman o, şeytandan gelen bir vesvesedir. O, ahir
zamanda geleceği söylenen, dalalete düşürmede son raddeye varmış yalancı
deccaldir. İncil’de, şeytanın vesvesesinin vahiy kelimesiyle ifade edilmesi
tıpkı Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Mecîd’de “Gerçekten şeytanlar
dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.” (En’am
Suresi, 6/121) buyurduğu gibidir. Yani kâfirlerden onlara itaat edenlere vesvese
verirler. Bu, İncil sahibi havari Yuhanna’da anlatılmıştır.
Bu nakil
onlara nebimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamın nübüvvetini gösteren
delillerin en sağlamıdır. Dolayısıyla gerçek açıktır. Dileyen iman eder ve
dileyen inkâr eder.
‘BARAKLİTUS’a gelince Süryanice İncirde ilk harfi tek bâ ile,
Arapça’ya tercümesinde ise fâ iledir. Çünkü Arapça olmayan bir kelimeyi
Arapça’ya aktarmanın kuralı, (1 l/b) bâ harfi olan yeri fâ ile değiştirmektir.
Bu lafızda, Firdevs’te ve benzerlerinde olduğu gibi. Eğer nakledilen lafızda
vâv olursa bâ ile değiştirirler. İbrahim, Yakup, ve (ابنيامن) diğerleri gibi. Eğer nakledilen lafızda
yâ varsa hâ (هاء ) ile
değiştirilir. “ آهيّاً شراهيًّا” (Âhiyyen
şirahiyyen) gibi. Eğer hemze varsa hâ (حاء) ile
değiştirilir. Nuh (aleyhisselâm) gibi.
Allame
Teftazâni, “Faraklit’ın anlamının gizlilikleri keşfeden olduğunu söylemiştir.
Ben de, eğer “barakalus”tan türemişse anlamının mükemmel olduğunu söylüyorum,
yani pek çok iyi özelliği olan demektir. Eğer “barakaletis”ten ise hamdeden anlamında
olur ya da eğer “barakaletus”tan ise umulan ve istenilen anlamındadır. Süryanî
lügatinde de “baraklitus Allah Teâlâ’ya, halkın ibadetlerini ve dualarını
kabul etsin diye aracılık eden kişidir” diye zikredildiği gibi şefaatçi
manasında olur. Eğer “baraklitikûs”tan ise manası Allah Teâlâ’ya çok
ibadet eden olur. Çünkü Süryani, Yunan ve İbrani lügatlerinde o fiilden ve
diğerlerinden türeme (12/a) Arapça’daki gibi değildir. Aksine bazen kelimede
bir harf artar, bazen bir veya iki harf azalır. Kelimenin bir ya da iki harfi
başka bir veya iki harfle değişir. İsâ’ya (aleyhisselâm) “İİSUS” dedikleri
gibi. Bu söz “ÎYASAS”tan türemiştir. Eğer Süryanice ise manası mutluluk ve
ihsan edilmiş olur. Eğer müfessirlerin dediği gibi İbranice ise anlamı ebediyen
uzun ömürlü olur.
Hâsılı
mana Allah bana, benden sonra gelecek âhir bir resulü size müjdelememi haber
verdi. O, bana nübüvvette denktir. Onun yanında Allah Teâlâ’nın
katından olan, gerçeğin ve doğrunun ruhu olacaktır. Dünya halkının onu bilmeye
gücü yoktur. Onlar onu göremezler çünkü onlarda onu anlayacak idrak ve onu
görecek göz yoktur. Siz onu tanırsınız çünkü o sizinle ve siz onunlasınız.
(Yuhanna 14:16-17.) Bu hitap şu ibareyle havarileredir: “ean dis
âgabâme dûnlugunmu diris keûbadirmu âgâbisi eftun keburus eftun elusu
mesakemunin (12/b) baraktun biisumen” ve devamı.
Yani eğer
sizden birisi beni severse Allah Teâlâ’nın emriyle size söylediğim sözü korur.
Allah da onu sever. Ben de ona gelir, ona bir yuva yaparım. Kim beni sevmezse
sözümü muhafaza etmez. İşittiğiniz söz benden değil, beni size gönderen
Baba’dandır. Ben bunları size söyledim. Çünkü şu an sizin aranızdayım. (Yuhanna
14:23-25.)
“Üze
barakütus dübnevmadü ayiün üyemsi ubadir üyemsi übadiren dûûnümadimi ikenus
imas zizakesi benda kayivüminsi imas benda ayibün imin” yani: Lâkin Babamın
benim ismimle göndereceği, yanında Ruhulkudüs’ün olacağı, Faraklit size her
şeyi nasihat edecek ve Öğretecek, bütün söylediklerimi de size hatırlatacaktır.
(Yuhanna 14:26.)
Bu ayet
için Kur’an’da işaret vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bütün
dinlere üstün kılmak - için”
( Saf Suresi, 61/9), bir başka ayette ise “Sonra şüphen olmasın
ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyamet Suresi, 75/19)
İsâ
aleyhisselamın İncil’deki “Babam onu beni ismimle gönderecek,” sözüne
gelince, Faziletli Teftazâni Şerhu’l –Makasıd’ta demiştir
ki: “İsâ aleyhisselamın İncil’deki ‘babam onu benim ismimle gönderecek’
sözü (13/a) ‘nübüvvetle’ gönderecek demektir ve ‘Faraklit’in manası ‘gizlilikleri
keşfeden’dir”.
Ben ‘ism’
lafzının nübüvvetle tefsir edilmesi konusunda diyorum ki ibarenin gerektirdiği
mana bu değildir. Çünkü “nebi” yada “nübüvvet” lafızlarının herhangi bir kimse
için isme dönüştüğü duyulmamıştır. Yine Şeyh Şihabeddin Sühreverdi Heyakil-i
Nur’da demiştir ki: “İsa aleyhisselâmın ‘Babam onu benim ismimle
gönderecek’ sözünden kasıt nurla meshedilmiş Mesihtir. Nebi aleyhüma
esselam da nurla meshedilmişti. Bu münasebetten dolayı da ‘Babam onu benim
ismimle gönderecek.’ dedi.” Aynı şekilde bu görüş de uygun değildir. Çünkü
müfessirlerin çoğunluğu demiştir ki “Mesih” sözcüğü İbranice’dir ve mübarek anlamındadır. Arapça
değildir ki anlamı nurla meshedilmiş olsun. Mesih kelimesinden türemiştir çünkü
bereketle meshedilmiştir ya da günahlardan temizleyen şeyle meshedilmiştir ya
da yeryüzünü meshettiği için ki bir yerde kalmadı veya onu Cebrail aleyhisselam
meshetmiştir deseler de bu böyledir.
Aksine “Babam onu benim ismimle gönderecek” sözünden
kasıt Süryani lügatinde ve İncil’de Mesih lafzı HIRİSTUS diye
isimlendirilir ve bunun manası “hamd eden” ya da “hamd edilen” dir. Çünkü bu
lafız “Evharistuse”den geliyor yani “sana hamd ediyorum”. (13/b)
Onların dillerinde “evharistuse seamü” yani “Allah’ım ben sana hamd ederim”
veya “keevharistu düvneteun” yani “ben Allah Teâlâ’ya hamd ederim” veya “keevharistu
dünbelasitüm kedünki” yani “ben yaratıcıma ve rabbime hamd ederim” denildiği
gibi. Bu münasebetten dolayı da “babam onu benim ismimle gönderecek” dedi.
Nitekim Allahu Tebarake ve Teâlâ Kur’an-ı Sadık’ta,
İsâ aleyhisselamdan bahsederken buyurmuştur ki: “Hatırla ki, Meryem oğlu
İsa: Ey İsrailoğullarıl Ben size Allah Teâlâ’nın elçisiyim, benden önce gelen
Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de
müjdeleyici olarak geldim, demişti.” (Saf Suresi, 61/6.)
Yani benim ismimin “hamd eden” yada “hamd edilen”
olması gibi, onun ismi de “hamd eden” ya da mübalağalı bir ifadeyle “hamd
edilen”dir. Yani kendilerinde övgüye değer özellikler bulunduğu için
peygamberlerin hepsi hamid ya da mahmud olarak isimlendirilmiştir. Ve onda
(benden sonra gelecek resulde) bu özellikler daha mübalağalıdır ve övgüye sebep
olan tüm fazilet ve iyilikleri kendisinde toplar. Çünkü “Ahmed” lafzındaki
hemze ya faili ya da mefulü tercih etmek içindir.[ “Bu ayet
İncil’de söylenen “babam onu benim ismimle yani Ahmedle gönderecek” sözünü
doğrulamaktadır. Hıristosun anlamı da aynı şekilde Ahmet’tir.”]
“İrinin
afîim imin irinidni emin zizumi imin” ve devamı. Yani selâmet. Size Allah
Teâlâ’nın selametini ve özellikle kendi selametimi emanet ediyorum. Ben size,
dünyanın verdiği ve ihsan ettiği gibi vermiyorum. (Yuhanna 14:27.) “Kedni irinin (14/a) kenin irig imin
birin yenesse” ve âyetin devamı: “Geldiği zaman ona iman edesiniz diye size, şimdi
olmadan önce söyledim ve haber verdim. Artık sizinle daha fazla bir şey
konuşmayacağım.” (Yuhanna 14:29,30).
“Ükedi
bulalalisi mesimün erşede garüdügusüm erhun keenime ûkeşi üzen” ve âyetin
devamı: “Alemin ‘ERHUNu’ gelecek, onun için bir şey yoktur.” (Yuhanna
14:30.) Bu lafız da yine müteşabih lafızlardandır. Bu sebepten dolayı da
manasını bilemediler ve tercümede bu lafzı yazdılar. Doğrusu manası yani “erşede
garüdügusüm ERHUN” yani benden sonra bu dünyaya âlemin ilki olan gelecek. O
hiçbir şeye ihtiyaç duymayacaktır, ya da manası alemin zengini veya manası
alemin devletinin sahibi, ya da manası alemin ilki olur. O da
Muhammed aleyhisselamdır.
Tıpkı
aleyhisselâmın “Allah ilk önce benim nurumu yarattı.” (Aclûnî,
Keşfü ’l-Hafa ve Müzîiü ’l-İlbas, I, 311.),
“Eğer
sen olmasaydın bu alemleri yaratmazdım.” Aclûnî, Keşfü ’l-Hafa ve
Müzîiü ’l-İlbas, II, 232. ve “Ben nebi iken, Adem su ile çamur arasındaydı.” (Tirmizî,
el-Câmiü ’l-Kebîr, VI, 7.)buyurduğu gibi.
“Âlinâ
bilüvüsi ûlûgus üyegra menüs endünüm eftun udi emisise’nem züraân” yani, fakat
bu, şeriatlarında yazılmış olan “Benden sebepsiz nefret ettiler.” sözü
yerine gelsin diye oldu. (Yuhanna 15:25.) “Üdan zeelsiû baraklitus (14/b) ûn
eguyemsu imin baradu batrus ikeyenus mardirisi” yani fakat Babadan size
göndereceğim -İbn Berracân tefsirinde “urselehu” kelimesinin yerine
“ebasehu” ibaresini zikretmiştir
-Faraklit,
Babadan çıkan hakikat, doğruluk ve yakın Ruhu geldiği zaman benim için şahitlik
edecektir. Siz de şahitlik edersiniz, çünkü başlangıçtan beri benimle
birliktesiniz. (Yuhanna 15:26,27.) Sürçtürülmeyesiniz diye bunları
size söyledim.
(Yuhanna
16:1)
“Ala defta
lelaliga imin” ve devamı. Saati geldiğinde o size gelince, bunları size
söylediğimi hatırlayasınız diye bu şeyleri size söyledim. Bu sözü ki o Muhammed
aleyhisselamın müjdelenmesidir, daha önce size haber vermedim çünkü sizinle
beraberdim. Şimdi ise, beni gönderene gidiyorum ve sizden hiçbiriniz bana, ‘Nereye
gidiyorsun?’ diye sormuyor. Fakat ben size gerçeği söylüyorum. Benim gitmem
sizin için daha hayırlıdır. Eğer ben gitmezsem, Faraklıt size gelmez. Fakat
gidersem, onu size gönderirim. (Yuhanna 16:4-7.)
İsâ
Aleyhisselamın ‘Baba’dan onu size yollayacağım’ sözü müsebbibin sebebe isnadı
türündendir. Çünkü Allah Teâlâ’nın fiili olan göndermeyi kendine (aleyhisselâm)
isnat etmiştir. Sanki onu (aleyhisselâm) semaya Mûhammed (aleyhisselâm)’ın
gelişinden dolayı çıkarttı. (15/a) “Eğer ben gitmezsem, Faraklit size gelmez.” dediği
gibi. Eğer gidersem, onu size gönderirim yani size muhakkak gelecek.
Allah
Teâlâ’nın ‘gönderme’ fiilinin, aleyhisselamın dünyadan yükselmesi olan
sebebe dayandırılması aklî mecaz türündendir. Kur’an’da da bunun olduğu yerler
çoktur; “Kendilerine Allah Teâlâ’nın âyetleri okunduğunda imanlarını
artıran) (Enfâl Suresi, 8/2) ayetinde ve benzerlerinde
olduğu gibi. Ya da melzumun (Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen)
zikredilip lazımın kastedilmesi türündendir. Çünkü gönderme melzumdur ve onunla
müjdelemek lazımdır. Melzum olan göndermeyi zikretti, lazım olan müjdelemeyi
kastetti. Te’vili Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar dışında kimse bilmez.
“Keelsun ekinus elekeksi dungusmun” ve devamı: Yani bu
“müjdelenen yani Muhammed” aleyhisselam geldiği zaman, günah, doğruluk ve
hüküm için dünyayı azarlar. Günah için, çünkü bana iman etmezler. İyilik ve
doğruluk için, çünkü Babama gidiyorum ve artık beni görmeyeceksiniz. Hüküm ve
adalet için, çünkü dünyanın reisidir yani alemin ilkidir, alemi davet eder yani
onları dine çağırır, çünkü onun için salih amel, gelenek, usul, alamet,
saygınlık, ceza ve mükafat vardır. Denilir ki “danehu dînen” (15/b) yani onu cezalandırdı ve denilir ki
“kema tudînu tudânu” yani cezalandırırsan, fiilinden dolayı ve yaptığın işe
göre cezalandırılırsın. Teâlâ’nın sözü “biz cezalanacak mıyız” (Sâffât
Suresi, 37/53) yani karşılık göreceğiz. “ed-Deyyan” (yargılayıcı)
Allah Teâlâ’nın sıfatlarındandır. O âlemi borcundan dolayı yani hal ve
durumundan dolayı ve “ يدينه دينادانه” yani onu
itaat ettirdi ve onun yetkisini elinden aldı. yani ona itaat etti. Onda din ve
bütün dinler vardır. “ دانه” “ديانه ” gibidir yani itaatkar. “ دينته تدينا” yani
tamamı onun dinindendir.
“Edi bula
ehu leyni imin âluzinaste vestazin ârdi” yani: “Bende
size söylemek istediğim çok söz var, fakat şimdi sizin gücünüz onu taşımaya ve
korumaya yetmez.” (Yuhanna 16:12.) “Udan zeelsi ikenus dübnevmadis
âlisiyas” ve devamı: Yani “Yanında doğruluğun, hakikatin ve yâkînin ruhu olan
uyarıcı nebi geldiği zaman, size gerçeğin hepsini öğretecek
ve ihsan edecek. Çünkü kendinden konuşmayacak, aksine Hakk’tan ne duyarsa onu
söyleyecek ve kendisinden sonra gerçekleşecek her şeyi size bildirecektir (Yuhanna 16:13.); benim semadan yeryüzüne inişim, güneşin batıdan
doğması, tövbe kapısının kapanması, yalancı deccalın ortaya çıkması gibi ve bu
gizli ve yüce alametlerden diğerlerini”.
“O kişi beni yüceltecek. Çünkü o (16/a) benim için nübüvvetten, şeriatten ve
diğerlerinden ne var ise alacak. Size baba hakkındaki her şeyi ve İncillerde
Allah Tebarâke ve Teâlâ’nın İsâ aleyhisselâmın diliyle söylediği
müteşabihlerden haber verecek.”
“Ebinase
garkeezu gademi gayin ezibsase keebu disademi kisenun imin kesina gayedemi
iminus keberi validemi is denisa keebikbesademı enfilaki imin keelşede
burusme”. Allahu Tebarake ve Teâlâ eshabu’l-yemin olan salih kullanna buyurdu
ki: “Aç idim, bana yiyecek verdiniz; susamıştım, bana içecek verdiniz;
yabancıydım, beni içeri aldınız, bana ikramda bulundunuz; çıplaktım, beni
giydirdiniz; hasta idim ziyaret ettiniz; zindanda mahpus idim, yanıma
geldiniz.”
(Matta 25:41.) Eshabu’l-şimal için bu sözün aksini söylemiştir. (Matta
25:35)
Allahu
Tebarake ve Teâlâ Musa aleyhisselama da böyle buyurmuştur ki:
“Hastaydım
beni ziyaret etmedin.” Dedi ki: “Ya Rab, bu nasıl olur?” (Allah) buyurdu ki:
“Falanca kulum hasta oldu onu ziyaret etmedin. Eğer ziyaret etseydin beni onun
yanında bulacaktın.” Bu münasebet ancak farzları eda ettikten sonra nafile
ibadetlere devam edersen ortaya çıkar. Haberi sahihte Allah Teâlâ’dan varid
oldu ki: “Kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili bir şeyle bana
yaklaşamaz. (16/b) Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşırsa, bende onu severim.
Onu sevdiğim zaman onun duyduğu kulağı, gördüğü gözü, konuştuğu dili, tuttuğu
eli, yürüdüğü ayağı olurum.”
(Buhârî,
Rikâk, 38. )
Aynı
şekilde hadiste varid olmuştur ki: “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhârî,
İstizan, 1.) ve başka bir rivayette de “rahmanın suretinde” şeklindedir.
Bu yine Tevrat’ın başında
Tekvin
1:27: “Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı” ve aynı şekliyle
İncil’de de yine zikredilmektedir. Bunu anlayamayanlar zannettiler ki beş
duyuyla algılanıp görünen suretten başka suret olmaz. Böylece benzettiler,
cisimleştirdiler ve şekillendirdiler. Alemlerin rabbi Allah cahillerin
söylediklerinden uludur, yüceler yücesidir.
Takarrub ile
kastedilen, kulun Allah Teâlâ’ya, örnek alınması emrolunan sıfatlarda
yaklaşmasıdır ve rablık ahlakı ile ahlaklanmaktır. Hatta Allah Teâlâ’nın
ahlakıyla ahlaklanınız denilmiştir. Bu ise övülen sıfatların kazanımlarındandır
ki bu sıfatlar ilim, iyilik, ihsan, latiflik, rahmet saçmak, halka hayır
yapmak, onlara nasihat etmek, onları hakka yöneltmek ve batıl olandan onları
menetmek ve şeriatın kıymetleri olan bunlara benzer sıfatlardır. Bunların her
birisi Allah Teâlâ’ya yaklaştırır. Fakat yakınlığı (17/a) mekan olarak istemek
anlamında değildir aksine sıfatlarda yakınlaşmak anlamındadır.
Fakat
bazı cahiller görünüş olarak benzeme düşüncesinde olmuşlar ve ona
meyletmişlerdir. Bazıları ise münasebetin sınırını aşarak, tek olmak
görüşünde oldular ve hulûlü savundular. Hatta onlardan bazıları istiğrak ve
mahıv halleri dışında “ene’l- hakk” dedi. Hıristiyanlar İsa
aleyhisselam hakkında dalalete düştüler ve onun ilah olduğunu söylediler.
Onlardan diğerleri ise insanlığı ilahlık ile kaplamayı söylediler. Bazıları da
onunla bir olmaktır, dediler. İttihadın ve hululün imkansızlığı kendilerine
görünen kişilere gelince Allah Teâlâ’nın nurlarından bir nur onlara beyan oldu
ki onlar çok azdırlar. Bu zayıf kulda onlardandır.
Eğer
nebimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamın Tevrat’ta ve Zebur’da olan
vasıflarını söylersem risale uzar. Biraz da sufi şeyhlerin ıstılahlarından bahsedelim.
***********************
Rahman ve
Rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla.
Kalplerimizi
şerden sıyırıp hayra yönelten, nurların nurunu arttıran, bize gören gözleri
açan, sırların sırrını bizden açığa çıkaran, Örtülerin örtüsünü bizden kaldıran
Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Salat ve selam O’nun nurlar nuru, sadıkların
efendisi, Cebbar olan Allah Teâlâ’nın sevgilisi, Gaffar olan Allah Teâlâ’nın
müjdecisi olan resulü Muhammed’e ve onun güzel, temiz ve hayırlı ailesine
olsun.
Sözünü
ettiğimiz sufilerin görüşlerine gelince:
İncil’de
İsâ aleyhisselamdan naklettiler ki, ikinci kez doğmayan gökyüzü krallığına asla
katılamayacak. Yuhanna İncil’inde zikredildi ki “kim
ikinci kez doğmazsa Allah Teâlâ’nın krallığını asla göremeyecek”. İbaresi
ise şu şekildedir: “Amin amin legusi eân midis yekisı ânusen uziname iziyin
duni esiliyan duseu”. Yani bil ve inan ki kim ikinci defa doğmazsa Allah
Teâlâ’nın krallığını görmeye asla güç yetiremeyecektir. (Yuhanna
3:3)
İsrail
oğullarından ismi Nikodimis olan bir adam, bir gece İsâ aleyhisselama geldi ve
İsâ aleyhisselama soru yönelterek şöyle dedi:
“Ravi”
yani ya Muallim! Bir insanın annesinin karnına ikinci kez girmesi ve tekrar
doğması nasıl mümkün olur? (Yuhanna 3:1-4. )İsâ aleyhisselam dedi ki:
“Sen
İsrailoğulları alimlerinden birisin, tekrar doğmayı bilmiyor musun?”
“Amin
amin legusi” yani:
“Sana
söylediklerimin hak ve gerçek olduğunu bil ve inan ya Nikodimis. İşin doğrusu
bir kimse sudan ve ruhtan doğmadıkça Allah Teâlâ’nın krallığına girmeye güç
yetiremez.”
“Düyeyenimenun
ekinus sargus” yani:
“Kim
bedenden doğarsa yine bedendir.” “Sargusi esti kedu yeyemınun ekdevü benevma (18/a)
dus binema este” yani:
“Kim
ruhtan doğarsa aynı şekilde ruha dönüşür”. (Yuhanna 3:5-10.)
Matta'nin
naklettiği İncil’de zikredilmiştir ki: “Enikeni diura burusilsun imaside duisu
legundes dıs aramizun estin endivasiliya dun uranun kebrus galesa menus uiyisus
beziyun”. Yani o saatte öğrenciler İsâ aleyhisselama geldiler ve
“Göklerin
krallığında en büyük kimdir?” diye sordular. İsâ aleyhisselam küçük bir çocuk
çağırdı ve onu ortalarına dikip şöyle dedi:
“Gerçek
size söylediğimdir. Eğer dönmezseniz ve bu çocuk gibi olmazsanız göklerin
krallığına giremeyeceksiniz ve kim bu çocuk gibi kendini alçaltırsa, göklerin
krallığında en yüce odur. Kim böyle bir küçük çocuğu benim ismim için kabul
ederse, beni kabul eder. Kim iman eden bu küçüklerden birini şüpheye düşürürse,
onun için boynuna bir değirmentaşı bağlayarak denizde boğulması daha
hayırlıdır.”
(Matta
18:1-6.)
Allah
Tebarake ve Teâlâ Kur’an-ı Celil’de şöyle buyurmuştur: “(Onlara
(Yahudilere), kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp
çıkan kimsenin haberini oku.” (A’raf
Suresi, 7/175.) ve ikinci ayetin devamı.
Yani: Ya
Muhammed! Ümmetine, ayetlerimizi yani duaların çabuk kabul edilmesi, melekleri
görmesi ve onlarla konuşması ve benzerleri gibi katımızdan kerametler
verdiğimiz kişinin haberini oku. (18/b) “O ise, onlardan sıyrılıp çıktı.”
yani çıkarıldı, geri alındı. Şeytan da, avcının avını ağda yakalaması gibi, onu
yakalayarak esir etti, tövbeden ve hakka dönmekten alıkoydu._Böylece o,
dalalete düşen azgınlardan biri oldu. Yani Bel’am bin Baura. Allah Teâlâ’nın
dostları olan Musa, Harun (Allah Teâlâ’nın duası peygamberimize ve ikisine
olsun) ve kavmine karşı, Allah Teâlâ’nın kafir ve günahkar düşmanlarına
duasıyla yardım etti.
Bil ki
tekrar doğmak, ruhun bedenden ölümle değil aksine ölümden önce manevi olarak
çıkmasını belirtmektedir. Tıpkı nebimiz sallallâh Teâlâ aleyhi vesellemin
buyurduğu gibi: “Ölmeden önce ölünüz.” (Aclûnî,
Keşfü’l-Hafa ve Müzîlü ’l-İlbas, II, s.402.)
Tasavvuf
ehlinin dediği gibi: “Bu iş ‘sıyrılmak’ olarak isimlendirilmektedir.
Sıyrılmak iki çeşittir; hayırdan sıyrılarak şerre geçmek ve şerden sıyrılarak
hayra geçmek.” Ebu Yezid el-Bistamî’nin - Allah sırrını kutsasın –
“Ben,
yılanın derisinden sıyrılması gibi derimden sıyrıldım. Böylece ben O’yum.” dediğinin
rivayet edilmesi gibi.
Bil ki şerden sıyrılmanın pek çok çeşidi
vardır. Birincisi yerilmiş huylardan kurtulmaktır ki bunlar kin, kıskançlık,
kibirdir ve benzerleri çoktur. Bu söylenenlere göre, sıyrılmak bu sıfatları
övülmüş sıfatlarla değiştirmektir. Onlardan biri de nefsin, Ölümden önce, insan
bedeninden manevi olarak sıyrılmasıdır. Bu durumda kişi nefsinin bedeninden
ayrıldığına şahit olur (19/a) ve karşısında durarak kendisine bakar. Bunları
yalnızca müşahede ashabı görebilir. Bir diğeri de nefsin bedenden
sıyrılmasına benzer bir şekilde kalbin nefisten sıyrılmasıdır. Sonra ki ise
sırrın kalpten sıyrılmasıdır. Sır kalpten çıkar; kalp, nefis ve bedenden
soyutlanarak yükselir. Bundan sonra sırrın kalpten sıyrılmasına benzer
şekilde, hafinin sırdan sıyrılması gelir. Sonra hafinin sıfatlarından
sıyrılması gelir. Sonra da ehfanın hafiden sıyrılması gelir. O ise fenâ’dır.
Bu, FENÂÜ’L-KÜLL diye isimlendirdikleri fenâdır.
Bu
sıyrılmalar yedi defadır. Sıfatlardan sıyrılmanın, biz her ne kadar tek seferde
olduğunu söylesek de farklı merhaleleri vardır. Altıncı sıyrılmaya gelince o,
hafinin sırdan sıyrılmasıdır, bundan dolayı onu fenâ olarak isimlendirmişlerdir.
Sonraki aşamalarda Allah Teâlâ’nın dışında kalacağı için bu hatadır.
O ehfadır. Bu
durum, Ebû Yezid’in “Nefsimden sıyrıldım, ben O’yum.” dediği
makamdır. Bunu bir olma (tevhid) makamı, birlik olma makamı ve fenâ makamı
olarak isimlendiriyorlar. Eğer fani ise, O olamaz. Aksine Allah tek başına
vardır. Eğer o, Allah olmazsa ben oyum, orada değilim demesi doğru olmaz. Allah
tek başına vardır. Ben Allah Teâlâ’nın dışında oradayım demesi doğruysa (19/b)
tam bir fena olmaz.
Hayırdan
sıyrılıp şerre geçmeye gelince, kendilerinden yükseldiği makamların ve
derecelerin başına ulaşan kişinin aksidir. Oraya iner. En başa indiği zaman, o
iman makamıdır. Belki o bu şekilde kalır. Onlardan bazıları ise orada kalmaz.
Allah Teâlâ ondan korusun. Hatta lanetli şeytan ve Bel’am bin Baura gibi
aşağıların en aşağısına indirilir. Allahu Tebarake ve Teâlâ’mn Kur’an-ı Aziz’de
buyurduğu gibi: “Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik.”
(A’raf Suresi, 7/176) yani biz onu çok yükseklere çıkartırdık. Bu,
Teâlâ’nın onu müşahede derecesinden sonra yükseltmediğine delildir. Sadece
mükaşefe ve kerametin başlangıcında kalmamıştır.
Allah
Teâlâ’nın sözü: “Fakat o, dünyaya saplandı.” (A’raf
Suresi, 7/176) yani dünyayı seçti ve
ondan razı oldu. Allah Teâlâ kazandıktan sonra onun en aşağıya inişini
açıklamaktadır. Seçimi kendisi için kötü oldu öyle ki sıyrılması, nefsi ve
hevasına uyması arttı. Allah Teâlâ’nın “onlardan sıyrılıp çıktı ve dünyaya saplandı ve
nefsine uydu” buyurduğu gibi. Bu, kesb ve tarikat makamlarından
sonra olduğuna da delildir. Bununla birlikte melekut âleminden bir şeyler ona
açık oldu. Sonrasında ceberût alemine ulaşamadı. Ceberut aleminde olan her şey
cebrîdir. Orada kul için muteber bir kazanç yoktur. İnşallah Teâlâ bu
anlattıklarım anlaşılmıştır (20/a).
Bel’am’ın
hikayesi Yahudilerin elindeki Tevrat’ta yazılıdır. (Sayılar:22,23,24.) Şam bölgesinde yaşayan
krallardan ismi Tsippor oğlu Balak bin Safvar olan kral -ki Tevrat’ta ismi
Valak’tır, Bel’am’ın ismi ise Valaam b. Sebfur’dur-, İsrail oğullarının
kötülüğüne dua etmesi için ona çokça mal verdi. Allah Teâlâ’nın meleklerinden
bir tanesi geldi ve dedi ki: “Bunu yapma. Allah Teâlâ bu kavimle
beraberdir.” Bunun üzerine Bel’am dua etmekten çekindi. Balak ise kabul
edinceye kadar hediyelerini ikinci ve üçüncü kez arttırdı. Sonra Bel’am,
Balak’a kurbanlar kesmesini ve çok sadaka dağıtmasını emretti. Uzun süre böyle
devam ettiler.
İsrail
oğulları, onun topraklarının bazı bölge ve köylerine yerleştiler. Bel’am, Musa
aleyhisselama ve kavmine beddua etti. Ancak Musa’nın kavmi zinaya düşüp de
diğer kavmin kadınları ile günah işleyinceye kadar Bel’am’ın duası etki etmedi.
Daha sonra Bel’am’ın duası etkili oldu ve aciz kaldılar. İsrail oğulları,
önceden kendilerini ezerek galip geldikleri kavimden daha güçsüz duruma düştüler.
Fakat Allah Teâlâ Bel’am bin Baura’ya lanet etti ve onu kovulmuş, engellenmiş
ve geri çevrilmiş kıldı. Kıssa kapsam olarak Tevrat’taki en uzun kıssadır.
(20/b) Eğer burada anlatırsam risale uzar. Bu ayet, bir velinin meşakkat
dünyasında yaşadığı sürece imanda kalamayabileceğine delildir. Aynı zamanda bu
ayet, olağanüstü kerametlerin nebiler (aleyhümüsselam) gibi, genellikle
evliyalar için de olduğuna delildir. İnşallah tek başına anlarsın.
Allah
Teâlâ’nın sözü “Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bir aksan da
dilini sarkıtıp solur” (A’raf Suresi, 7/176.) yani Be’lam’ın durumu soluyan köpeğin
durumu gibidir. Onu kovsan da düşmanlık etsen de, gölgede yatmaya bıraksan da
solur. Bu yolunu kaybetmişlik hali yani Bel’am bin Baura’dır. Onu, kötü bir iş
olan, Musa’ya, Harun’a -aleyhüma esselam- ve onların kavmine beddua etmekten
alıkoysan da, o bunu yapmaktan çekinmez. Onu serbest bıraksan da bu işi
yapmaktan geri durmaz. Onu hor görmek için köpekle Örneklendirmiştir. Bunu
söyledi çünkü onu, Hz. Musa’ya ve kavmine bu bedduayı etmekten alıkoydu ve
engelledi. Bu Tevrat’ta da yazılıdır. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın melekleri de
pek çok kez onu, bunu yapmaktan engellediler, sayısız defa ona nasihatte
bulundular, ancak o, bunu yapmaktan kaçınmadı. Allah bunun benzeri
dalaletlerden bizi korusun.
Allah
Teâlâ’nın sözü “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem
için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar” (A’raf
Suresi,7/179) (21/a). İmam Deylemî -
sırrı mübarek olsun - demiştir ki: Bil ki şüphesiz kalpler (kulub) çoğuldur.
Müfredi kalp’tir ki pek çok anlamlar için kullanılır. Halkın anlayışına en
yakın olanı bedenin kalbidir ve bilinen özel bir et parçasıdır. Sonra
bedenin kalbinin içinde nefsin kalbi vardır. Sonra ise
nefsin kalbinde zaaf kalbi vardır. Böylece o, nefsin kalbindedir. Sonra bu
kalbin içinde sır olarak isimlendirdiğimiz akıl ve ruh vardır. Bu sır, içinde
akıl ve sırrın bulunduğu kalbin kalbidir. Sonra akıl ve sır iki rûhâni ışıktır.
Sonra hafi vardır. Bundan sonrada sımn sim, kalbi ve kendisi vardır.
Ayrıntılarını Kitâbu Mirâti’l- Ervâh’’tan öğrenirsin.
Allah
Teâlâ’nın bu sözünü bilirsen “Onların kalpleri vardır, onlarla
kavramazlar.”
(A’raf
Suresi,7/179.) yani sırrın ve aklın yeri olan kalple. Sonra nefis kavraması
gereken şeyi ve idrak etmesi gerekeni aklın ve ruhun nuruyla kavrar ve idrak
eder. Bu kalp bazen merhametsizliğin ve çeşitli kötülüklerin altında gizlenmiş
olabilir. Böylece akıl ve ruh nefsi aydınlatamaz. Çünkü onlar kara kalbin
içindedir. Bu sebeple ışıkları nefse ulaşmaz. Allahu Tebarake ve Teâlâ
buyuruyor ki: “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler)
kalplerini kirletmiştir.”
(Mutaffifin
Suresi, 83/14.) (21/b)
“RİNE” kalbin
üzerindeki pastır. Nebi sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Kalplerde,
demirin paslanması gibi paslanır. Onun cilası ise Kur’an okumaktır.” (Suyuti,
Câmiü ’s-Sağir, c.2, s.26.)Yine Nebi aleyhisselam buyurdu ki:
“Bir kul
günah işlediği zaman, kalbinin üzerine siyah bir nokta konur. Eğer başka günah
işlerse, başka bir siyah nokta konur. Öyle ki sonunda kalbi kararır.” (İbn Mace,
Kitabü’z-Züht, c.2, s. 1419.)
Kalpler,
ışıktan gizli ve örtülü olursa bizzat kendisi karanlık olur. Nefis onunla,
gerçeğe delalet eden işaretleri, belirtileri ve emareleri anlayamaz.
Hamd bizi,
rahmetinden size iki pay versin sözünün muhatabı olan zümreden yapan Allah
Teâlâ’yadır. Salât ve selâm yarattıklarının en hayırlısı Hz. Muhammed’e, bütün
peygamberlere, onların hayırlı ailelerine, eşlerine ve çocuklarına olsun.
Duadan
kaldığımız yere dönelim. Ey bütün zorlukları kolaylaştıran ve zorlaştırmaya
ihtiyaç duymayan Allah’ım!
Bütün
zorlukları bize kolaylaştır. Zorlukları kolaylaştırmak senin için kolaydır.
Ey mülkün
sahibi! Ey Celal ve İkram sahibi! Senin rahmetinle ey merhametlilerin en
merhametlisi!
Allah’ım!
Hatalarımı,
bilgisizliğimi, işimdeki taşkınlığımı ve senin benden daha iyi bildiğin
günahlarımı bağışla. İlerleten sen, gerileten de sensin. Sen her şeye kâdirsin.
Allah’ım!
Dinimi
doğru kıl, o benim işimin iffetidir. Dünyamı doğru kıl, (22/a) yaşamım onda
geçmektedir. Ahiretimi doğru kıl, dönüşüm onadır. Her hayırda hayatı benim için
arttır. Ölümü de her çeşit şerden kurtularak rahata kavuşma kıl. Allah’ım!
Senden hidayet, takva, iffet, zenginlik ve senin razı olduğun ameli isterim.
Allah’ım!
Nefsime
takvasını ver ve onu tertemiz kıl. Nefisleri temizleyenlerin en hayırlısı
sensin. Nefsin velisi ve mevlası sensin.
Allah’ım!
Kabrin fitnesinden, cehennemin azabından, zenginliğin şerrinden ve fakirlik
fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Mesih-i Deccal fitnesinden de sana
sığınırım.
Allah’ım!
Rızanı
şefaatçi kılarak öfkenden sana sığmıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan
sana sığınıyorum. Allah’ım! Senden de sana sığmıyorum. Sana layık olduğun
senayı yapamam. Sen kendim sena ettiğin gibisin. Senden başka hiçbir ilah
yoktur. Senden mağfiret diliyorum.
Allah’ım!
Sen bizim
rabbimizsin, sana tövbe ediyorum.
Allah’ım!
Peygamber
senden ne istediyse bunların hepsini kendim için, anne babam için, akrabalarım
için, ailem için, yakınlarım için, komşularım için, Müslümanların saygınları
için, beni tanıyanlar veya bahsimi duyanlar için ya da beni tanımayanlar için,
anne babalan için, evlatları için, kardeşleri için, eşleri için, akrabası
olmayan için, iman eden erkeklerden, iman eden kadınlardan, Müslüman
erkeklerden, Müslüman kadınlardan yaşayanlar ve ölenler için ve benim hakkımda
hayırlı düşünenler için istiyorum. Sen hayırları veren, zararları giderensin.
Sen her şeye kadirsin.
İki
cihanda İbrahim’e (aleyhisselâm) ve ailesine rahmet ettiğin, huzur verdiğin,
bereket verdiğin gibi, Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve yakınlarına
rahmet et, huzur ver. Muhammed’e (s.av.) ve yakınlarına bereket ver. Şüphesiz
övgüye ve yüceliklere layık olan ancak sensin. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e
vesileyi ve fazileti ihsan et ve O'nu, kendisine va'd buyurmuş olduğun Makâm-ı
Muhmûd'a eriştir. Şüphe yok ki, sen va'dinden dönmezsin.
(Bu
risale) Fakir hakir kulun Derviş Ali en-Nakşİbendî eş-şehir bi-İncil ve
hakkında Ali b. Yunanı denen kişi tarafından yazılmıştır. İsmi Na’tü’n-Nebî
Muhammed Aleyhissejamü fî’l-İncil olan bu risaleyi yazmadan önce kalbi
İstanbul beldesine bağlıydı. Cumartesi günü, Zilhecce’ş-Şerîfe. (2l/b)
SONUÇ
Derviş Ali
en-Nakşibendî el-İncili, 17. yüzyılın sonlan ile 18. yüzyılın başlarında
yaşamıştır. Hem Nakşibendilik üzerine yazdığı eseri hem de Na’tü ’n-Nebi
fî’l-încil’in sonunda yer verdiği tasavvuf! kavramlar tasavvufa olan
ilgisini ortaya koymaktadır. Ancak kaynaklarda hakkında bir bilgi bulunmadığı
için kesin bir şey söylemek mümkün değildir.
Tahkikini
yaptığımız eser kütüphane kayıtlarında birbirinden farklı isimlerle
geçmektedir. Aynı zamanda eser üzerinde veya metin içinde yer alan isimleri de
birbirinden farklıdır. Ancak bu farklılıklara rağmen zikredilen bütün isimler
eserin içeriğine uygundur.
Eserin
bulabildiğimiz nüsha sayısı altıdır. Bunlardan beş tanesi Arapça, bir tanesi
ise, herkesin rahatça anlaması için, Türkçe olarak yazılmıştır. Ancak Türkçe’si
yeni baştan yazılan bir eser olmayıp, Arapça’sının tercümesi şeklindedir. İlk
önce Arapça metin paragraf halinde verilmiş arkasından Türkçe açıklaması
yapılmıştır. Ancak eserin son kısımlarını oluşturan tasavvufla ilgili bölümü
tercüme edilmemiştir. Türkçe’si de dâhil olmak üzere bütün nüshalarda Yunanca
Kitâb-ı Mukaddes alıntılarına yer verilmiştir.
Tahkikini
yaptığımız Na’tü ’n-Nebi fî’l-încil bu isimli eser reddiye olarak
yazılmıştır. Ancak klasik reddiyelerde olduğu gibi İslam’ın diğer dinlere olan
üstünlüğünü ispatlamaya çalışmaz hatta bu konuya hiç değinmez. Kitâbın yazılış
amacı Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) İncil, Tevrat ve Zebur’da
geçtiğini, Kitâb-ı Mukaddes’teki müteşabih ayetleri açıklayarak ispatlamaktır.
Bu bağlamda ilahi kitaplar tercüme edilirken yanlışlıklar yapıldığına değinen
müellif, bazı yerlerde uzun kelime tahlillerine girmektedir.
Derviş Ali
en-Nakşibendî’nin eserini sadece Hristiyanlar’a ve Yahudiler’e karşı yazılmış
bir reddiye olarak kabul edemeyiz. Eser, aynı zamanda lafızda tahrifi kabul
eden Müslüman alimleri de eleştirmektedir. Zaten Derviş Ali en-Nakşibendî,
eserine Tevrat, İncil ve Zebur tahrif edilmiştir diyen İslam âlimlerini
eleştirmekle başlar. Zira müellife göre asıl tahrif lafızda değil manada
yapılmaktadır.
Müellif,
Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) önceki ilahi kitaplarda haber
verildiğini ispatlamaya çalışırken, her ne kadar verilen bu haberin delillerini
Tevrat, Zebur ve İncil’de bulduğunu söylese de sadece İncillerde, özellikle de
Yuhanna’da bulduklarını açıklar. Tevrat ve Zebur’da bulduğunu söylediği
delillerden ise hiç bahsetmez.
Tebşirât
problemiyle ilgili reddiye geleneğine baktığımızda müellifin ortaya koyduğu
delillerinin orijinal olmadığı, aynı delillerin daha önce bu konuda eser yazan
müellifler tarafından da zikredildiği görülmektedir.
Gerekli
gördüğü yerlerde Kur’an-ı Kerîm âyetlerini ve hadisleri de kullanan müellif, ne
âyetlerin bulundukları surenin ismini ve numaralarım vermiş ne de hadislerin
bulunduğu kaynağı göstermiştir. Aynı şekilde Kitâb-ı Mukaddes’ten yaptığı
alıntıların da yerlerini tam olarak göstermemiştir. Fakat bazen hangi bölümden
olduğunu belirtmiştir. Ayrıca zaman zaman başka âlimlerin görüşlerini de
zikreden müellif, görüşleri zikrederken, bazılarına sadece geçtiği eseri
söyleyerek atıfta bulunmuştur. Bazen ise söylediği görüşün sahibini belirtse
de, geçtiği kaynağı belirtmemektedir.
Derviş Ali
en-Nakşibendi’ye göre ilahi kitaplardaki lafızların çoğu müteşabihtir. İncil’de
ise diğer bütün ilahı kitaplardan daha çok müteşabih lafız bulunmaktadır. Zaten
müellif bu eseri İncil’deki müteşabihleri çok iyi açıklayan bir risale olarak
yazdığını söylemektedir. İlahi kitapların indirildiği dilden başka bir dile
çevrilmesine karşı çıkan Derviş Ali, ilahi kitapların tercüme edildiği zaman
gerçek anlamından farklı olacağını söylemektedir.
Pek çok
reddiye yazarı gibi Derviş Ali’de Yuhanna İncili’nde geçen “Faraklit”
kelimesi ile Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) kastedildiğini iddia
etmiştir. Müellife göre ilahi kitapların lafızlarının çoğunun müteşabih olması
gibi “Faraklit” de müteşabihtir ve te’vili gerektirmektedir. Müellif,
“Faraklit” kelimesinin yanlış tercüme edildiğini söylemekte ve bunu ispatlamak
için kelimenin köküne inmektedir. Sonuç olarak ise “Faraklit” kelimesinin
anlamının “Ahmed” olduğunu belirtmektedir.
Müellif Yuhanna
14:26’da geçen ““Fakat benim ismimle babanın göndereceği Tesellici,
Ruhülkudüs, o size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza
getirecektir” cümlesindeki “isim” ile Hz. İsâ’nın neyi kastettiğini
tartışmıştır. Bu konuda âlimlerin görüşünü zikreder ve bunların yanlış olduğunu
söyler. Müellife göre “isim” lafzıyla kastedilen mesihtir. Bunun anlamı da hamd
eden ya da hamd edilendir. “Ahmed” kelimesi de aynı anlamdadır.
Müellif,
eğer Tevrat ve Zebur’da Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem)
müjdelendiği yerleri söylerse risalenin uzayacağını söyleyerek, biraz da
tasavvufî şeyhlerin ıstılahlarından bahseder. Tevrat’ta geçen Bel’am b.
Baura’ya değinerek insanın manevi olarak yükseldiği derecelerde kalacağının
kesin olmadığını vurgular. Bu kısımda da yine Yuhanna ve Matta İncirlerinden
alıntı yapar.
Müellif,
Tekvin 2:27’de geçen “Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı.” sözünün
cahiller tarafından yanlış anlaşıldığını ve bu sebeple Hz. İsâ’nın ilahlığına
hükmettiklerini söylemektedir. Bu bağlamda hulûl görüşünü savunanları da
eleştirir.
Bu tezi hazırlayan kardeşimize teşekkür
ederiz.
Kaynak:
Hülya CEVAHİR, Derviş Ali
En-Nakşibendî El-İncilî Ve Na ’tü’n-Nebî Fî’l-İncil İsimli Eserinin Tahkik Ve
Tercümesi,Yüksek Lisans Tezi, T.C. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü-Felsefe Ve Din Bilimleri Enstitü Bilim Dalı: Dinler Tarihi, Ağustos
2008, Sakarya
[1]
Abdurrahman b. Muhammed b. Mahluf Ebî Zeyd es-Seâlibî, Tefsîrü’s-Seâlibi: Cevahir Hısan fî Tefsir’il-Kur'an,
Beyrut, 1997, c.3, s. 83.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar