OKUMA PSİKOLOJİSİ okumayan bunar..!
Dr. Hamdi
KALYONCU Dr. Fikriye OVAK,
İnsan beyni harikulade bir organ.
Beynin hayranlık uyandıran yapısı esasta nöron denen sinir hücrelerinden
oluşur.
Beyinde çeşitli yapı ve işlevlerde
toplam 180 milyar hücrenin 60 milyar kadarı doğrudan doğruya bilgi işlemleri
için görev yapar.
Her bir sinir hücresinin, uzun ve
kısa uzantılarıyla diğer hücrelerle kurduğu bağlantıların sayısı bazen binlerle
hatta on binlerle ifade edilir. (108) Prof. Dr.İ.Alev Anık, Öğrenme
Psikolojisine Giriş, Der.Yay. İst. 1995 s. 181
Beyin kütlesi, tüm vücut kütlesinin
sadece %2'sini teşkil etmesine rağmen, dinlenme koşullarında beyin
metabolizması tüm vücut metabolizmasının yaklaşık %15'i, yani diğer organlara
oranla 7,5 misli daha fazladır. Aktivite halinde ise bu daha da artar.
Beynin içinde, otomatik ve iradi
faaliyetlerimizin her birinin bir merkezi var. Zihinsel faaliyetlerde ise esas
iş gören bölüm beynin üst-dış kısmını oluşturan korteks diye isimlendirilen
tabakasıdır. Türkçe'si ‘beyin kabuğu’ anlamına gelen korteks esasen, işin
kabuğu değil şuurlu faaliyetlerin cereyan ettiği merkezdir.
‘Beynin dış kısmını oluşturan bu bölümü,
beynin üstünü örten 2-5 milimetre kalınlığında, kıvrımlı, ince bir nöron (sinir
hücresi) tabakasıdır ve alanı çeyrek metrekare kadardır. ’ (109)
Guyton&Hall, Tıbbi Fizyoloji, 9.baskı, Nobel yay. İst. 1986, s. 733
Bizim şuurlu hareket alanımızı oluşturan
ve kontrol eden yer işte burasıdır. Ve diğer merkezlerle bağlantılı olarak
görev yapar.
‘Son derece geniş bir bellek deposu
olan beyin kabuğu hiçbir zaman yalnız çalışmaz. Her zaman sinir sisteminin alt
merkezleri ile birlikte çalışır. Bu bölüm olmadan alt beyin kısmının işlevleri
çoğu kez hassas değildir.
Nihayet; beyin kabuğu, düşünme
işlemlerinin çoğu için temel yapıdır; fakat bu işlemde tek başma değildir,
diğer bölümler tarafından desteklenir. Alt merkezler, beyin kabuğunda
uyanıklığa sebep olur ve hafıza bankasını, beynin düşünme mekanizmalarına açar.
Esas olarak, insan zihninde dünyayı kuran beynin bu üst-dış kısmını örten
girintili çıkıntılı bir görünüm arz eden 2-5 mm kalınlığındaki kısmıdır.
Beyni Koruyan Mekanizmalar
İnsan hayatı için bir numaralı önemi
haiz olan ve 'Merkezi Sinir Sistemi’ dediğimiz beyin, bu büyük önemine
paralel olarak da özel korunma sistemlerine sahiptir.
Kafatası gibi, başka hiçbir organ
için söz konusu olmayan kemik muhafaza ile korunmasının yanında, o harikulade
çalışmasının aksamaması için de diğer organlarda görülmeyen koruyucu
sistemlere sahiptir.
Bunlardan biri ve belki başta geleni
oksijenle ilgilidir.
‘Vücut dokularının çoğu birkaç dakika, bazı bölümleri ise 30 dakika süreyle
oksijensiz mekanizmalarla çalışabilir. Bu zaman zarfında, doku hücreleri
enerjilerini glikoz ve glikojenin oksijenle birleşmeksizin, kısmi yıkımı olan
anaerobik metabolizma ile elde eder. Bu anaerobik yol ile enerji elde etmek
için çok büyük miktarda glikoz ve glikojen gereklidir. Oysa beyin hücrelerinde
çok fazla glikojen depolanamaz. Bu nedenle (beyin oksijensiz kaldığı zaman) bu
metabolizma yolu enerji için kullanılamaz. Ayrıca beyin dokusunda sinir
hücrelerinin metabolik hızı çok yüksektir. Yani beyin dokusunda depolanan
önemsiz miktardaki glikojenin anaerobik yıkımı için gereken enerjiyi
sağlayamaz. Beyin dokusundaki oksijen stokları da önemsizdir. Bu nedenle nöronal
aktivitenin çoğu her saniye kandan gelen oksijen ve glikozla sağlanır.
Bu değişik faktörler göz önüne alındığında, ani bir kan akımı kesintisinin
ya da bir oksijen ve glikoz olmadan hayatiyetini birkaç dakikadan daha fazla
sürdüremez. Bunun için başka destek mekanizmalara
ihtiyaç vardır.
Eğer beynin kan akımı her hangi bir
zamanda yetersiz olur ve gerekli oksijen miktarı sağlanamazsa beyinde damar
genişlemeleri olur. Böylece beyin kan akımı lokal düzenlenir ve beyne oksijen
taşınması normal sınırlara yaklaştırılır.
Beyinde oksijen basıncının da belli
bir seviyede olması şart.
‘Beynin parsiyel oksijen basıncı
normalde 35-40 mm Hg arasındadır. Bu, 30 mm Hg altına düşerse beyin kan akımı
hızla artmaya başlar. Bu çok yararlı koruyucu bir mekanizmadır. Çünkü bu
basıncın 20 mm Hg altına düşmesi halinde beyin dokusu iflas eder. Bunun için,
basıncın düşmesi ile oluşan tehlike kan akımındaki hızlanma ile önlenmiş olur.
Beynin glikojen temini de diğer
dokulardan farklıdır.
Normal şartlarda beyin hücreleri
tarafından kullanılan enerjinin hemen tümü kandaki glikoz tarafından sağlanır.
Oksijende olduğu gibi normal koşullarda kapiller kandan dakikalar ve saniyeler
içinde alınan glikoz, sadece iki dakikalık bir glikoz miktarı dışında sinir
hücrelerinde glikojen olarak depolanır. Glikozun hücre zarı boyunca nöronlara
taşınması, diğer vücut hücrelerinde olduğu gibi, insülin'e bağımlı değildir. Bu nedenle insülin salgılanmasının ciddi olarak azaldığı diyabetik
hastalarda bile glikoz, sinir hücreleri içine kolaylıkla girebilir. Bu da,
diyabetik hastalarda beyin fonksiyon kaybını önleyen büyük bir şanstır.
Bir ilginç koruyucu mekanizma daha
vardır ki, o da sadece sinir sisteminde bulunan 'glia ’ hücreleri tarafından sağlanır.
Beyinde kılcal kan damarlarının
yoğunluğu fazladır. Kapiller (kılcal) damar sayısı ve kan akım hızı sinir
hücrelerinin çekirdeklerinin yoğun olduğu beyin kabuğu gibi yerlerde yine dört
kat daha fazladır. Bu kapillerler diğer vücut organlarındaki kapillerlere göre
daha az geçirgendir ve her taraftan (vücudun başka yerlerinde bulunmayan ve
yalnızca beyin ve sinir dokusunun desteklenmesi ile görevli) glia hücrelerinin
ayakçıkları ile desteklenmiştir. Bu sayede glia hücrelerinin küçük çıkıntıları
tüm kapiller yüzeye dayanıp yüksek basınç koşullarında fiziksel destek
sağlayarak, damarları aşırı gerilmeden korur
‘Santral Sinir Sisteminde dört ayrı
türü olan bu hücrelerden microglia olarak isimlendirilenler; İnflamasyon ve
dejeneratif hastalıklarda, uzantılarıyla göç ederek lezyon (hastalık) bölgesini
içine çekerek fagosite eder (yer bitirir).. Yine aynı gruptan Astrosit isimli
hücreler de, dejenere olmuş (bozulmuş) snaptik axon terminallerini (sinir
hücrelerinin uzun uzantılarını) emerek fagosite eder ve prolifere olarak
(genişleyerek, ilerleyerek) ölen nöronun işgal ettiği alanı doldururlar.’
(110) Richard S.Snell, MD.Ph.D.Clinical Neuroanatomy for Medical Studen U,1987
Amerika s.77)
Bu ise beyin için son derece
önemlidir. Eğer herhangi bir sebeple hayatiyetini kaybeden sinir hücresi bir
şekilde ortadan kaldırılıp yeri doldurulmasa idi, o zaman, bu ölen hücrelerin
artıkları daha başka hastalıklara ve mikropların üremesine elverişli bir zemin
oluştururdu ki, bu da beyin için, dolayısıyla insan hayatı için çok büyük
tehlikelere, korkunç hastalıklara neden olurdu.
Ölen hücrelerin, sırf bu iş için
görevli hücreler tarafından yenerek ortadan kaldırılmasıyla hem beyindeki
sağlam sinir hücreleri korunmuş, hem de tüm vücut için oluşabilecek hayati
tehlikeler önlenmiş olur.
Beyni koruyan çok önemli bir faktör
daha var ki, o da okumak, bilgi ve eğitimdir. Okumanın beyin üzerinde öylesine
önemli etkileri söz konusudur ki, başka hiçbir şeyin bunun yerini tutması
mümkün değildir. Konunun yeterince anlaşılması için önce zeka ve beyin
gelişiminin seyrine göz atalım.
Vücuttaki birçok organ, anne kamında
son şeklini almış olmasına rağmen beynin organik ve fonksiyonel gelişimi doğumdan
sonra da devam eder. Buna bağlı olarak da zeka hızlı bir ilerleme gösterir. Bu
hızlı gelişme 13-15 yaşına gelinceye kadar aynı şekilde sürer. 18 yaşına kadar
zeka gelişimi yavaş da olsa sürer. Bu yaştan sonra ise 20'li yaşların başına
kadar aynı kalır. 20-25 yaşlarından sonra da, sinir hücrelerinin her gün bir
miktar ölerek kaybıyla birlikte zekada da gerileme başlar.
‘Kişi 80 yaşına gelmiş ve hala bunamamışsa zeka yaşı 12 yaşındaki seviyeye
kadar inmiştir. Yetişkin ve yaşlı insan, aradaki bu açığı tecrübe ve bilgisi
ile kapatır.' (146) Prof. Dr. Ayhan Songar,
Psikiyatri, İst. s.324
Eğer erken bunama söz konusu olursa,
zeka seviyesinin erken yaşlarda çok daha aşağılara inmesi kaçınılmaz olur.
Normal şartlarda hemen her insanda,
20 yaştan sonra sinir hücresi kaybı başlar, günde ortalama 50 bin sinir hücresi
yok olur. Bu kayıp yaş ilerledikçe artar ve 60 yaşlarından sonra günde tahminen
100 bin sinir hücresi ölür. Buna bağlı olarak da beynin ağırlığı azalır.
İnsan beyni yeni doğanda 350 gr. iken
20 yaşında 1400 gr ve 90 yaşında 1000 grama kadar iner. Böylece beyin ağırlığı
65 yaşta %5, 75-80 yaşta %10, 85 yaştan sonra %20 azalır. Beyin kabuğunun
hücrelerinin azalması 40 yaştan sonra görülmeye başladığı, girintili çıkıntılı
olarak görülen beynin dış kısımlarında daralma ve sinir hücrelerinin azalması
sonucu beynin içinde beyin-omurilik suyunun dolaştığı kanallarda genişlemenin
40-50 yaşlarında belirginleştiği görülmüştür. İleri yaşlarda beyin ağırlığının
%15'i azalmakta, sinir lifleri sayısında %40, sinir iletim hızında ise %10
azalma olmaktadır. Bunun yanında ve bunlara bağlı olarak; motor aktivitede,
bütün duyuların algılanmasında ve mental fonksiyonlarda da belirgin azalma
olmaktadır.
Biyokimyasal olarak da intrasellüler
(hücrc içi) enzimlerde ve nörotransmitterlerde (hücreler arası haberleşmeyi
sağlayan maddelerde) değişiklikler olmakta.
Kan akımında azalma, beyinin oksijen
ve glikoz metabolizmasında da azalmayı birlikte getirmekte, oksijen ve glikoz
kullanımıyla ilgili problemler ortaya çıkmaktadır.
Beyin elektriksel aktivitesi de
yaşlanmayla yavaşlamaktadır.
Bütün bunların sonunda gidiş bunamaya
doğrudur.
Beyin öyle kıymetli ve nazik bir
organ ki, kendisine değer verilmediğini görünce küsüp gider. Kadrini, kıymetini
bilmeyen, onu yerli yerince kullanmayanlardan uzaklaşır, ya da bir başka
ifadeyle geri alınır. Bunu, sinir fizyolojisi üzerine çalışanlar, ‘ya
kullan, ya kaybet ’ ilkesiyle özetlemişlerdir.
‘Hayatın ilk haftaları, ilk ayları ve
hatta belki ilk yılı içinde beynin birçok bölümü aşırı sayıda nöron üretir ve
bunların aksonları da başka nöronlara bağlanmak üzere pek çok dala ayrılır.
Eğer bu yeni sinir hücreleri, uygun başka nöronlarla, kas hücreleri ile veya
salgı hücreleri ile bağlantı kuramazlarsa birkaç hafta içinde yok olur
giderler.
‘Bir bebeğin doğumundan kısa bir
süre sonra beynin çeşitli bölgelerindeki nöronların nihai sayısı ve
bağlantıları ‘ya kullan ya kaybet’ ilkesine göre belirlenir. Bir örnek vermek
gerekirse, yeni doğan bir hayvanın bir gözü, bir kaç hafta boyunca kapalı
tutulursa, görsel korteksdeki hücre katmanları dejenere olur ve o göz hayat
boyunca ya kısmen ya da tamamen kör kalır.
Normal gelişmesine ulaşan, kısaca
beyin dediğimiz sinir sistemimiz kullanıldığı taktirde diri kalır.
Kullanma beyni koruyor. Okuma ve
öğrenme ise sinir sistemini en geniş çapta çalıştıran ve koruyan bir eylem
olarak karşımıza çıkıyor.
Eğitim, beynin bir amaca yönelik
olarak, planlı ve yeniden şekillendirilmesi işlemi olarak iki biçimde
oluşabilir: Birincisi, doğumdan itibaren doğal ve sosyal çevre uyaranları
tarafından oluşturulan genel bilinçlenme ve şekillenme, İkincisi ise beynin
belirli bir gelişme aşamasından sonra özel gayret ve uyaranlara bağlı olarak
şekillenmesi.
Eğitim düzeyinin, beyin
fonksiyonlarının gelişmesindeki etkisi açıktır.
Kullanılan beyin gelişiyor ve
korunuyor. Kullanılmadığı oranda ise hem kendini meydana getiren hücreleri hem
de fonksiyonunu kaybediyor.
Bundan en çok etkilenen de, şuurlu
faaliyetlerimizin merkezi durumunda bulunan üst beyin (korteks) denen kısım
oluyor.
Zamanla, ‘Beynin bu alanında, başlangıçta var
olan nöronların yüzde 50'si veya daha fazlası yok olur. ’(111) A. J. Guyton & Hail, age,
s.745
Okuma eyleminin beyin kan akımı
üzerindeki olumlu etkileri, beyin dokusu için yeri başka bir şeyle
doldurulamayacak derecede önem arz eder.
Bu, ileri görüntüleme metotları ile
ispat edilmiştir.
Beyin kabuğunda birbirinden ayrı 250
kadar segmentte aynı anda kan akımı kaydeden bir yöntemde, 'radyoaktif ksenon'
maddesi 'karotis'atar damarı içine enjekte edilir. Daha sonra her beyin kabuğu
bölgesinin radyoaktivitesi kaydedilir. Bu teknikle, yerel nöronal aktivitedeki
değişimlere cevap olarak, beynin her segmentinde kan akımının saniyeler içinde değiştiği
saptanır. KİTAP OKUMA sırasında oksipital korteksde ve temporal
korteksin lisan algılama alanlarında kan akımının arttığı tespit edilmiştir.’
(112) Guyton&Hall, age, s.733
'Beyindeki kan akımı ve glikoz
metabolizmasını gösteren bir yöntem olarak, PET Yöntemi'yle de bu durum ispat
edilmiştir. Okuma, konuşma ve düşünmeyi içeren mental aktivitenin eşlik ettiği
serebral kan akımı ve glikoz metabolizmasındaki lokal değişiklikleri gösteren
bu yöntemde; okurken, başın arka kısmında (oxipitalde) bir alan, düşünürken ön
frontal kısımda, aktif konuşma esnasında ise, orta kısımda bir alanda artış
olduğu tespit edilmiştir.’ (113) Principles of Neural Science, ABD, Third
editon, Kandel, Schwartz, Jessel city, (from Discover, March s. 189 1989)
‘Her düşünce ‘Beyin Kabuğu’nun
birçok bölümünde, Talamusta, Limbik sistemde ve beyin sapının Retiküler formasyonunda
eşzamanlı sinyaller oluşmasına yol açar..
Bu anlatılanların ışığında, düşünme
için sinirsel aktivite bazında şöyle bir tanını ortaya koyabiliriz: Bir düşünce,
sinir sisteminin, başta Serebral Korteks olmak üzere Talamus, Limbik sistem ve
beyin sapındaki yukarı retiküler formasyonu da içine alan birçok bölümünün aynı
anda ve belirli bir sıra içinde uyarmasının sonucudur. Buna düşünmenin bütüncül
kuramı (Bolistik teori) denir.’ (114) Artur J.Guyton&Hall, age s.742
Doğumdan itibaren beynin karşılaştığı
uyaranların çeşitli ve zengin olması, bu uyaranların eğitimle sürekli ve
sistemli hale getirilmesi ve bütün bunların yaşam süresince devamı, beyni
yaşlılığın getireceği fonksiyon kayıplarına karşı dayanıklı ve güçlü
kılmaktadır. Bir başka ifadeyle, beynin temel görevlerine ek olarak; bilmeyle,
öğrenmeyle ve yapmayla ilgili fonksiyonları ne denli geliştirilirse beyin de o
ölçüde etkili kullanılır.
Okuma, beyinde o kadar etkin bir rol
oynamaktadır ki, epileptik açıdan hastalık zemini bulunan bazı kimselerde
epileptik deşarja bile neden olabilmektedir. Bu da okumanın beyin üzerindeki
müthiş etkisinin bir başka ispatı olarak yorumlanabilir.
Epileptik Nöbete yol açan bu olağan
dışı mekanizma ilk defa Bick ford,(1954) tarafından bildirilmiştir. Foster
(1977) bugüne kadar bilinen 48 vakaya kendi şahsi vakalık tecrübesini
eklemiştir. (115) Ernest Niedermeyer, (çev. Turgut Zileli ve ark.) Epilepsi
Rehberi, Hacettepe Üni. yay. B-29. Ank. 1987 s.76
Sağlıklı kişilerde, kitap okuma ve
düşünme işlevi sırasında, EEG'de (beynin elektrik aktivitesini ölçen tetkikte) ‘beta
’ elektrik aktivitesinde artış görülür.’ (116) Bruce 1. Fisch Spehlmann'ın EEG
El Kitabı, çev: Türker Şahiner Turgut yay. 1998 s.263
Bütün bu tespitler ışığımda denebilir
ki, okuma, düşünme ve anlamanın beyin üzerinde meydana getirdiği etki, sinir ve
akıl sağlığı için asla yeri doldurulamaz ve vazgeçilmez bir faaliyettir.
‘Büyümeyen şey ölür’; Muhammed İkbal'in isabetle ifade ettiği bu genel
kural, beyin ve akıl için de geçerlidir.
Muhammed İkbal'in kıymetli eseri
Cavidname'de;
Hintli bilge soruyor;
-Aklın ölümü nedir?
Cevap;
-Düşüncenin terk edilmesi!
-Kalbin ölümü nedir?
-Zikrin terk edilmesidir.’ (117) Mohammed İQbal, Le Livre de
I'etemite, Fra. çev. Eva Meyerovitch ve Dr. Mohammad Mokri, Ed. Albin
Michel,Paris-1962,s.41
Düşünce bilgisiz, bilgi ise okumasız
olmuyorsa okumayanın aklı eksik olacak, aklı eksik olanın da kalbi sıkıntıya
girecek demektir.
Ancak okumaktan maksat, okunan şeyin
üzerinde düşünmek ve anlamak olmalıdır. Aksi halde ‘okumak’ fiilinden arzu
edilen mental ve psikolojik kazanç elde edilemez.
Okuma, anlama ve anladığını ifade
etme ile birlikte olduğunda beyinde en geniş alanları çalıştıran büyük bir
aktivite oluşturur.
Bundan uzak kalmanın kayıpları bir
başka şeyle asla telafi edilemez.
Yaşlılık, bazı toplumlar için 80-90
yaş olarak belirlenirken, diğer bazıları için 50 yaş gibi tanımlanabilir..
Bazı araştırmalar 50 yaş ve daha
sonrası için zihni fonksiyonların önemli derecede azaldığını göstermiş
olmasına rağmen yaşlılık bir sosyal olay olarak tanımlanmakta bazılarına göre
de yaşlılık sınırı 60 yaş olarak belirtilmektedir. 50-65 yaş arasında kognitif
(zihni) fonksiyonların hızlı değiştiği göz önüne alınırsa 65 yaş yaşlanma için
kabul edilebilir sınırdır.’ (118) Doç.Dr.Yahya Karaman, Demans, Kayseri, Geçit
Yayınevi, 2000, s.28-29)
Yaşın ilerlemesiyle sinir sisteminde
dönüşü olmayan değişiklikler meydana gelir.
Bulundukları ortama göre yaşlı
sayılanlar arasında yapılan araştırmalarda genel olarak şu etkilenmeler ortaya
konmuştur.
İlk olarak dikkati çeken bozukluk
hafıza ile ilgilidir. Hafıza yaşlılarda, daha genç yaş gruplarına oranla
zayıflamaktadır. Kompleks materyallerin hatırlanmasında, benzer bilgilerden
yararlanılarak hatırlamada ve şekil belleğinde etkilenmeler görülmektedir.
Dikkat ve kişinin kendini, bulunduğu
yeri ve zamanı bilmesi anlamında olan 'oryantasyon' da zayıflama
meydana gelir.
Genellikle yaşın ilerlemesiyle
birlikte incelenen bütün fonksiyonlarda azalma görülmüştür.
Özellikle hafıza bozukluğu öğrenim
durumuyla çok yakın ilişki göstermiş, eğitim süresi arttıkça bu fonksiyonların
daha az etkilendiği görülmüştür.
Bunamaya sebebiyet veren birçok
durumda görmek mümkün olduğu gibi, yaşlılıkta ortaya çıkan ve bunamaya sebep
olan Alzheimer hastalığında da eğitimin müspet etkileri tespit edilmiştir.
‘Alzheimer Derneği Başkanı ve
İstanbul Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr.Murat Emre ileriki yıllarda
Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkelerde neredeyse tılzheimer salgını olacağım
gösteriyor’ diyerek, buna karşı korunmak için yaptığı tavsiyeler arasında
bol bol okumak geliyor.’ Akit, Haziran 2003
‘Eğitimin Alzheimer riskini azaltan
koruyucu etkisi vardır. Çalışmalarda yüksek eğitimin hastalığın başlangıcını
geciktirdiği saptanmıştır. Mezuniyet sonrası eğitimin ve aktif sosyal
ilişkiler içinde bulunmanın da yararlı olduğu bildirilmiştir. Bir görüşe göre
eğitim, sinirler arası bağlantıların yoğunluğunu çoğaltarak da etki etmektedir.
’( ) Prof.Dr.Kaynak Selekler, Alzheimer, Güneş kitabevi yay. Ank. 2002, s. 3
‘Sosyokültürel seviyesi yüksek
olanlarda bu hastalık daha az oranlarda görülmüş, düşük eğitim seviyesinin
ileri yaşlarda hem Alzheimer, hem vasküler demans (bunama) gelişmesi için risk
olduğunu göstermiştir. 75 yaşından sonra eğitimsiz bir kişinin demansa
yakalanma riski, en az 8 yıl eğitim almış birine göre 2 kat daha fazla
bulunmuştur.
Eğitim, en azından demans görülme
yaşını geciktirmektedir. (Filley CM 1985, Jom A 1994 mortimer JA 1993, Ronchi
1998 Unverzaght 1998)
Yaşlı insanlar arasında yapılan
karşılaştırmalı çalışmalarda eğitimsiz kişiler eğitimlilere göre yaşlılık
problemleri ile karşılaşmak açısından %30 oranında daha şanssız görünmektedirler.
Şüphesiz, okuma ve eğitimin ‘beşikten
mezara kadar’ düstürü ile ömür boyu sürdürülmelidir. Çünkü, lise yada
üniversite seviyesinde bir okul bitirip de eğitimini bu seviyede dondurmuş ve
okul yıllarından sonra dine bir daha kitap almamış ‘okumuş’ insanların
sayısı maalesef zannedildiğinin çok üstündedir.
İnsanlara; ‘Elinizde hangi kitap
var? ’ diye bir soru sorduğunuzda, o anda ellerine bakıp; ‘Elimde kitap
yok ki ’ gibi şaşkın bir cevap vermezlerse, ‘Şu sıralarda pek de
okuduğum söylenemez’ diyebilirler. ‘Son bir yıl içinde hangi kitabı
okudun?’ sorusuna %90-95'in üzerinde alacağınız cevap sizi memnun
etmeyecektir. ‘Son beş yıl içinde hangi kitabı
okuduğunuzu hatırlıyor musunuz?' şeklindeki soruya alacağınız cevap da
büyük oranda tatminkar olmayacaktır. Bu durumda muhatabınızı rahatlıkla
müjdeleyebilirsiniz(!); ‘Gözünüz aydın! Demans (bunama) sizi bekliyor’
diye. Karşınızdaki kişi; ‘Demans ne ola ki? ’ gibi bir soru soracak
olurs ona, şimdi gelecek olan bölümü okutunuz, tabii eğer hala okuduğunu
anlayacak kadar bir beyin kalmışsa..!
Okumamakta direnenleri orta yaştan
sonra bekleyen tehlike; ‘Demans ’ yani ‘bunama ’ dır!
Alkol, uyuşturucu, sigara, sters,
gece hayatı, bazı metabolik hastalıklar, beyini ilgilendiren enfeksiyonlare ve
yine beyin dokusunun azalmasına sebep olan Alzheimer benzeri dejeneratif beyin
hastalıkları ve kafa travması gibi sebeplerin beyin üzerinde meydana getirdiği
yıkım erken yaşlarda bunamayı getirir. Beyin dokusunun yıkımı, yani sinir
hücrelerinin azalması, zihni fonksiyonların gerilemesi sonucunu doğurur. Bu
durum bazen o kadar ileri boyutlara varır ki, oluşan ‘bunama’ tablosu birçok
kimse için hayatın trajedik bir tarazda sonlanmasını kaçınılmaz hale getirir.
Bu demans tablosunun bilinmesi,
anlaşılması, bundan koruyucu bir ilaç gibi olan ‘Oku! ’ emrinin
kıymetini ve önemini daha iyi anlamamıza ve ciddiye almamıza yardımcı olacaktır.
Dementia (Demans): Akıldan yoksun olma
manasında bir kelimedir. Ment akıl, de den-dan manası taşır, ia
olumsuzluk ekidir. Bu kelimeyi ilk kez M.S. I. yy.' da Celsus kullanmış..
18. yüzyıl sonlarına kadar delilik
anlamında kullanılmış,
19. yüzyıl sonlarına kadar kronik
beyin hastalığı nedeniyle geri dönüşü olmayan akıl bozukluğu olarak
tanımlanmıştır.
Demans bir semptomlar ve bulgular
kompleksidir. Ve kimse bu tehlikeden uzak değildir. Bellek bozuklukları
Demansın ilk belirlilerindendir. Unutkanlık, sorulara verilen cevaplarda
duraklamalar şeklinde ılımlı düzeyde olabileceği gibi hastanın; işini, kendi
ismini, günlük olayları hatırlamakta zorlanması şeklinde ileri düzeylerde de
olabilir. ‘ (119) Doç.Dr.Yahya Karahan,age, s.35
Hafıza: Uyaranların algı aracılığıyla
oluşturduğu anıları, izleri kalıpları, simgeleri, depolama, saklama beyin
bölgelerine yerleştirme, yenileri ile birleştirme, hatırlama, canlandırma
işlevlerini yerine getirir. Yani geçmişe ait tecrübelerin korunması, duruma
göre uyumu ve bunlara dayalı olarak yenilere hazırlıklı bir fonksiyondur.
• Geçici olan bellek parçaları kalıcı
hale getirilir. Bu depolama sürekli değildir, yeniden yapılandırma ile yeni
ayrıntılar eski yani depodaki bilgilerle ilişkilendirilerek eski bilgilerde bir
yerde kontrol edilmiş olur. Hafızadaki bilgilerin kullanılması ve
yapılandırılması için bilgiler depodan geri çağırma ve tarama işlemleri
yapılır. Bu her ikisi de hatırlama dönemiyle ilgili bir organizasyondur. Bilgi
seçilir, yenileri ile ilişkisi gözden geçirilir, gerektiğinde depolara tekrar
gönderilir. Hafıza, davranışta nispeten kalıcı değişikliklerle sonuçlanan bir
procestir. Asla gözlenemez, ancak anlaşılabilir.
Hafıza beynin bütün karmaşık
eylemlerinde esas rollerden birini oynar ve uyanıklık, dikkat, algılama,
duygulanımla yakından ilişkilidir.
Önceden bilinmeyen durumlar
karşısında amaca yönelik davranış gösterilmesi anlamına gelen adaptasyon
kapasitesi, büyük oranda çevreden gelen enformasyonun (bilgilerin) kaydedilip
saklanmasına yani hafıza fonksiyonuna dayanır.
İşte insan beyin fonksiyonları için
son derece önemli olan bu yetenek demansın oluşmaya başlaması ile yıkılma
sürecine girer.
İlk Devre: Başlangıç genellikle siliktir, ilk
belirtiler somatik (bedensel) bir hastalık veya psikolojik bozukluğu düşündürebilir,
tabloda atipik özellikler fazladır. Enerji ve istek kaybı, bencillik, ve
duyarlık kaybı, kuşkuculuk ve mükemmeliyetçilik, ayrıntılara karşı
dikkatsizlik, emosyonel uygunsuzluk ve yetersizlik, uygunsuz fıkra ve şaka
yapma, kişisel temizlik alışkanlıklarının bozulması, bellek bozuklukları ön
plandadır.
Orta devrede hastalık belirtileri daha belirgin
hale gelir. Kognitif (zihnî) fonksiyonlarda bozulma ile yakın hafıza kusuru bu
devrede ortaya çıkar, uzak bellek nispeten korunmuştur. Yargılamada bozukluk,
oryantasyon bozukluğu (bulunduğu yer ve zamanı bilememe) bozukluğu, konfüzyon
(zihni bulanıklık, şaşkınlık hali), katastrofık reaksiyon (eskiden bilip de
şimdi yapamadığı şeylere karşı reaksiyon) görülebilir.. Perseverasyon (cinsel
problemler), dikkatte azalma, bir fikirde tutarlı bir şekilde duramama,
konfabulasyon (masal uydurma, hatırlayamadığı yerleri uydurarak doldurma) yani,
hatırlanamayan bazı kesimler hasta tarafından yakıştırma ve çoğu kez de
lüzumsuz teferruatla doludur. Genç dönemde, zaman, yer ve kişi oryantasyonunda
(zamanı ve yeri bilme, kişileri tanımada) ileri derecede bozulma, sık
kaybolmalar, paranoid (şüpheci) düşünceler., gelişir.
Bilmeye ve kavramaya ait bütün
(algılama, dikkat, zeka, yargılama, soyutlama, hesaplama, gerçeği
değerlendirme) yeteneklerini kapsayan fonksiyon bozuklukları tablonun ana
temelini teşkil eder. Yeni bilgileri öğrenme yeteneği bozulduğu gibi eski
bilgilerini de unutmaya başlar. Yakın bellekten yavaş yavaş uzak belleğe doğru
bir unutma sırası vardır. Kişi eskileri de karıştırmaya başlar.
Dikkat bozuklukları, hastanın çaba
gösterdiği halde çevresinde olanları fark edememesi, dikkatte ve çevreden gelen
uyaranların algılanmasında genel bir azalmanın olduğu, bunlara bağlı olarak
uyaranlara uygun tepki gösterememesi durumudur. Uyaranların yanlış
yorumlanmasıyla genel bir şaşkınlık ve sersemlik olur. Ayrıca düşüncenin
sonradan hatırlayamama hali ile bir arada giden yavaşlaması, yetersizliğini
belirtir.
Yargılama bozukluğu: Kendisi ve
çevresi ile ilgili meselelerde karar verememe, sağlıklı düşünememe, mantıklı
sonuç elde edilecek şekilde bir hüküm yürütememedir. Uygunsuz şakalar, kaba
konuşma, kurallara uyamama, kişisel hijyene dikkatsizlik olur.
Çevreyi aşırı kontrol, şüphecilik,
geçimsizlik, titizlik, paranoid davranışlar, saldırganlık, huzursuzluk,
affektif (duygusal) bozukluklar bariz hale gelir.
Özet olarak; ‘Hastalarda evvela
ufak tefek unutkanlık, dikkatini teksif edememe, okunanı anlayamama, yeni bir
şey öğrenememe gibi şikayetler baş gösterirken aynı zamanda; o güne kadar
kamil, faziletli, olan şahısta bir karakter değişikliği, huysuzluk,
irritabilite (huzursuzluk), egoizm, sadece kendini, düşünme gibi teessüriyet
kusurları da müşahede edilir. Zaman zaman paranoid (şüpheci) düşünceler dikkati
çeker.
Yeniliklere karşı bir korku
(neofobi) ve düşmanlık görülmeye başlar, kişi, eskiden bellediği ve alıştığı
muhitini değiştirmek istemez. Ailesi tarafından muhit ve şartlar değiştirilmek
istendiğinde buna bütün gücü ile mukavemet eder.
Seksüel patolojilere ait kusurlar;
exibisyonizm, pederasti, hyperseksüel davranışlar, homoseksüel tandanslar, çok
genç yaştakilere aşık olup onlara bütün servetini bağışlama sık sık
rastlanabilecek arazlardır.
Hastalarda bir çocuklaşma
(puerilizm) mevcuttur. Geveze olan hastanın yüzü şaşkın, manasız bir neşe veya
hiddet ifadesi taşır; üç yaşındaki çocukla ciddi bir şekilde kavga eden, ona
kızan, alınan ve dargın duran bunak dede ve nineler çoktur. Kolayca kanma ve
kandırılmaları da söz konusu olabilir.
Bunlarda uykusuzluk da sıkça
rastlanır. Bundan dolayı hasta geceleri bütün evi dolaşır, ocağı yakar, kahve
pişirir, ocağı açık unutarak yangına sebebiyet verdiği de çok görülür..’ (120)
Dr. Kriton Dinçmen, Desktiptiv ve Dinamik Psikiyatri, Atlas Kitabevi, İst,
1967, s. 186
İşte bütün bu trajedik tablo beyin
hücrelerinin ölerek azalması sonucudur.
Bütün bunlardan sonra siz
isterseniz okumayın! Ama bilin ki; Yaratan Rabb, Kıyamete kadar baki kalacak
Kitap'ında ilk emir olarak, 'Yaratan Rabb' inin adıyla Oku..! ’ buyuruyor! Ve bu emrin pekçok getirisi yanında
bunamaya, yani sinir hücrelerinin ölümüne karşı bir tedbir olduğu da asla
unutulmamalıdır. Eğer bu emir kulak ardı edilecek olursa biliniz ki, önemli
bir ihtimalle bunama sizi bekliyor olacaktır. Ve siz (sinir hücrelerinizin
korunması konusunda) bu emrin şifasından bir daha hiç istifade
edemeyeceksiniz; çünkü bir raddeden sonra okumak isteseniz de okuduğunuzu
anlayamayacak hale gelirsiniz.
Ayette ifade edilen; ‘Allah'ı unutup da, Allah'ın da kendilerini
kendilerine unutturduğu kimselerden olmayın, ’ ikazına kulak verenlerden
olmak bir anlamda Okuyanlardan olmakla mümkündür.
Bu yüce emre karşı inatla muhalefet
etmenin cezalardan biri olan bunama cezası, ne büyük bir ceza!
İnsanın beynini kullanmaması sonucu,
kaçınılması çok zor olan bunamanın (demansın) bazı hallerde daha erken gelişmesi
de mümkündür. Birtakım faktörler; günlük sinir hücresi ölümünü 50-60 binden
birkaç milyona kadar çıkararak, bunama tehlikesini daha da öne çeker.
Sinir hücrelerinin aşın derecede
kaybı sonucu beyin dokusunun azalmasına sebep olan bu faktörleri şöylece sıralamak
mümkün;
Sigara, alkol, esrar, eroin gibi
uyuşturucu maddeler ve kronik zehirlenmeler,
Alzheimer, Parkinson, Epilepsi gibi
beynin dejeneratif hastalıkları,
Kafa travmaları,
Endokrin hastalıktan, Diyabet ve
Üremi gibi metabolik hastalıklar.
Uzun süreli stres ve aşın ruhsal yüklenmeler,
Gece hayatı gibi düzensiz yaşam,
yorucu hayat şartları, Hava kirliliği, oksijensiz ortamlarda yaşama,
Beyni etkileyen enfeksiyon
hastalıkları,
Gebelikte annenin kullandığı alkol,
sigara ve bazı ilaçlar, Beslenme bozukluklan ve şişmanlık.
Dikkat edilirse bu faktörler içinde,
kişiyi uzun süre etkileyen ve en yaygın olan sigara ve alkoldür.
Başta sigara olmak üzere, bu
etkenlere maruz kalan kimselerde, sinir hücresi kayıplan kat kat artar.
Beyinden her gün birkaç milyon sinir
hücresi ölerek eksilir.
Yukarıda bahsedilen etkenlerden
hiçbirinin olmaması halinde bile yine yaşlanma ile 20 yaşından itibaren, günlük
elli binlerin üzerindeki sinir hücresi kayıpların önüne geçmek yada sinir
hücrelerinin ölümünü azaltmak ancak okumakla mümkün olur.
Kur'an'm şifa oluş mucizesinin ilk
tecellisi de bu olsa gerek.
İnsan beyni pek çok karmaşık işlemi
aynı anda yürütebilen kompleks bir bilgisayardan daha fazlasını yapma kudretine
sahip muhteşem bir organdır.
Okuma eylemi, çok basit gibi
görünmesine karşılık tüm beyni çalışmaya sevk eder ve zinde bir ruh halini
ortaya çıkarır.
Oku emrine muhatap olan insan
beyninin, bu emri gerçekleştirirken ki çalışması olağanüstü, bir durum arz
eder. Okuyabilme yeteneği sahip tek canlı varlık olan insanoğlu, bu işlemi
gerçekleştirmek için organik ve zihinsel yeterliliğe malik olmalıdır. Her
şeyden önce bu kıymetli yeteneğini kullanabilmek yeterli bir düzeyde zekayı
gerektirir. Ayrıca şuur seviyesi de okumayı gerçekleştirecek kadar açık
olmalıdır.
Bunlarla birlikte bir lisan
olmadan okuma gerçekleşemez.
Bunun için eşyaların ve hadiselerin
bir ismi olmalı ve bunları beyinde sembolik düzeyde muhafaza edebilmelidir. Bu
akılda tutma eylemi için de hafızaya ihtiyaç duyarız. Bilgileri hafızaya almak
için ise tekrarlama ve ezberleme fonksiyonları gereklidir. Bütün bunlar öğrenme
olmadan gerçekleştirilemez. Öğrenmek için gerekli olan temel şart ‘anlama’dır.
Görme fonksiyonu yerinde olmayanlarda
dokunma duyusu yoluyla bu eylem gerçekleşir ve bunun için beyinde bir dizi
merkez faaliyete geçer.
Eşya ve olayların insan beyninde
sembolik olarak sentez edilmesi ve bir yoruma ulaşması, düşünce fonksiyonun
devreye girmesiyle mümkündür.
Oku emrine muhatap olan insanın,
beyinde bir okuma merkezinin varlığından, çoğunlukla haberi yoktur. Okuma
işlemi, sesli ve sessiz olarak ayrı ayrı beyin alanları ile ilgilidir.
İnsan, lisan yeteneği sayesinde,
değişik anlamlar ifade eden sembollerle iletişim kurarken hayvanların çoğu bunu
işaretler halinde yapar. İnsanda bu iş oldukça komplekstir ve birtakım
bölümlerden oluşur. Bu bölümler; konuşma, anlama, okuma, yazma, tekrarlama ve
isimlendirmedir. Lisan olmadan okuyamaz ve yazamayız.
Lisanla ilgili klinik bozuklukları
ise afazi olarak adlandırıyoruz. (121) Özeren Çukurova, Afaziyoloji,
Ün.Tıp Fak Nöroloji, ABD, 1996, Adana
Konuşma, doğumdan en erken 1.5 yıl
sonra ortaya çıkabilirken, anlama çok daha öncelerden itibaren oluşur.
İsimlendirme ortalama 3.5-4 yaşlarında, okuma ve yazma da tam olarak 6-7
yaşlarında oluşur. Bunlar beynin doğumdan sonraki normal sağlıklı gelişimiyle
ilgilidir. Tüm bu fonksiyonlar beynin daha çok bir yarım küresi içinde organize
olmuşlardır. Sağ elini kullananların %99'unda, sol elini kullananların %70'inde
beynin hakim yarıküresi sol yarıküredir.
İnsan beyninde lisanın konuşulur hale
gelmesi için organize edilmiş belli merkezler vardır. Beyinde duyarak anlama,
görerek anlama ve bunların birleştirilmesi ile konuşma fonksiyonları belli
bölgelerde yerleşmiş olarak bulunur.
Dil öğrenme için öncelikle bir
kelimenin duyarak anlaşılması gerekir. Çocuklar lisan öğrenirken bu yolu
kullanırlar.
Bilhassa Broca ve Wemicke'nin
çalışmaları ile elde edilen verilerden duyarak anlamada, sol beyin yarı küresi
içindeki 22. alan (Wemicke alanı-arka yan lob) etkilidir. İşitilen sesler ile
ilgili uyanlar, ilk olarak işitsel beyin kabuğuna (Heschl girusu) gelir. Burada
sadece sesleri algılarız. Daha sonra bu bilgi duyarak anlama alanına (Wemicke)
gelir. Burada işitilen seslerin duyarak anlaşılması sağlanır. Duyarak anlama
merkezi alanında öğrenilen mesajlar bir band aracılığıyla konuşmanın motor
(hareketle ilgili) alanına aktarılır. Yani, bir kelime söylemek ya da okumak
gibi işlevler için gerekli kasların organizasyonu ve hareketleri motor konuşma
merkezinin emirleri ile yerine getirilir. Bunun için tüm bu hareketlerin beyin
kabuğundaki merkezden düzenlenmesi gerekir. Konuşmanın programlanması ile
ilgili bu emirler 'Suplementer motor alan' denilen beyin kabuğundaki konuşma
ile ilgili motor emirleri ayarlayan alandan gönderilir. Motor konuşma merkezi
ise sol beyin yarım küresinde frontal lobun arka alt bölümünde bulunan Broca
alanı (44.alan)dır. Broca alamnda toplanan lisanla ilgili tüm izlenimler motor
korteksin konuşma sırasında görev alan kasların temsil ettiği bölgelere
aktarılır.
Motor beyin kabuğundan kalkan lifler
beyin sapındaki kafa sinirlerinin çekirdeklerine gelir ve buraya konuşma ile
ilgili beyin kabuğundan gelen emirlerin ulaşması sonucu konuşma için gerekli
hareketler yapılabilir. Ağız, dil, gırtlak, çene hareketleri vb. motor konuşma
merkezi ve duyarak anlama merkezi birbirine assosiyasyon bandı denilen
birleştirici bir yol ile bağlanır. Bu yola Arkuat Fasikulus denir.
Arkuat fasikulus aynı zamanda tekrarlamadan
sorumludur. Yani ezberleme için gerekli tekrarlama fonksiyonu arkuat fasikulus
olmadan yapılamaz.
Okuma ve yazma fonksiyonunda arkuat
fasikulus ve kısmen de supra marginal girus önemli görevler üstlenir.
Lisanı kullanırken normal konuşma
akıcı, düzgün olmalı, açıkça anlaşılmalı ve gramer ve kelime içeriği doğra
olmalıdır. Tüm bu özellikler beyinde sol taraftaki motor konuşma alanı ve beyin
kabuğundaki motor alanın bağlantıları ile sağlanır.
İlk kez dünya hayatında dil
oluştuğunda isimlendirme olmasaydı insanların birbiriyle anlaşması mümkün
olmazdı. Beyinde isimlendirme işlevi yine dominant inferior pariyetal (yan
lobunun) beynin diğer tüm loblarının beyin kabuğu ile bağlantısı sonucu
sağlanır. Yani isimlendirme işlevi sırasında beyindeki tüm lobların beyin
kabuğunda faaliyeti olur.
Her iki beyin yarım küresinin arka
bölümünde bulunan oksipital lobdaki görme merkezleri (18. 19.alan) tarafından
görerek algılama sağlanır. Bu bilgi yine sol beyin yarım küresinde bulunan bir
merkez (Angüler girus 39.alan) aracılığıyla Wemicke alanında gerçekleştirilen
duyarak anlama fonksiyonu ile birleştirilir.
Angüler girus sol beyin yarım
küresinde, yan lobun arka alt bölümünde bulunan okuma yazma alanıdır. Bu merkez
sayesinde okuduklarımızı ve gördüklerimizi anlayabiliriz.
Okuduğunu anlayamama ile ortaya çıkan
beyin bozukluğuna 'Aleksi' denir. Bu da, ya saf kelime körlüğü veya
yazma bozukluğu ile olan aleksi olarak gözlenir.
Saf kelime körlüğü olan hastalar
konuşur, anlar, yazar, ancak yazılı bir metni anlayamaz, yani okuyamaz veya
yazılı bir kelimeyi kopya edemez.
Yazma bozukluğu ile birlikte olan
aleksi ise çok daha sık görülür. Hasta okuyamaz ve her iki eli ile de yazamaz.
Bu durumdan sorumlu olan bozukluk, yukarıda bahsi geçen angüler girusdadır.
İsimlendirme ile birlikte sayı sayma ve görme bozukluğu da olaya eşlik eder.
Ayrıca beyinde sağ ve sol yarım
küreleri birbirine bağlayan korpus kallozum denilen yapının spleniyum
parçası her iki görme alanını bağlar. Bu yapının okuduklarımızı anlamaya
katkısı vardır. Bu bölgede olan her hangi bir bozuklukta kişi, akıcı
yazabildiği halde, yazdığını okuyamaz, anlayamaz.
Sesli olarak okuma için beyinde, sol
taraftaki, görerek anlama ve okuma merkezi, beynin motor alanı ve motor
konuşma alanı faaliyet gösterir.
Yazı yazmak için ise yine okuma
merkezi ve beynin ön bölümünde yer alan frontal loblar arasındaki bağlantılar
işlev görür. Yazma yeteneğinin kaybına ise agrafı denir.
Anlama, birçok uyaranlarla karşılaşma
sonucu beslenen ve gelişen bir fonksiyon olarak konuşma, okuma ve yazmaya
oranla beyindeki organizasyonu daha geniş bir fonksiyondur.
Yazma işlevi ise ikinci frontal
girusun arka bölümünde bulunan Exner' in hipotetik yazı yazma merkezi olarak
bilinen alandan (45.Alan) motor korteksin el ve kol kasları ile ilgili motor
nöronlarına uygun impulsların gönderilmesi ile gerçekleşir.
Bu arada duysal korteksden ve duysal
assosiyasyon kor- teksinden ana lisan merkezlerine gelen projeksiyonlar da
konuşmanın programlanmasında önem taşımaktadır.
Lisan ve konuşma ile ilgili her işlemin
beyinde ayrı ve bir biri ile irtibatlı bölgeleri var.
Konuşmada olduğu gibi yazmanın da
programlanmasında suplementer motor alan önemlidir. Lisanın gerçekleşmesinde
sol beyin yarım küresindeki beyin kabuğu altındaki bazı yapılar da önemli
görevler üstlenmiştir.
Lisanla ilgili beyin kabuğu
bölgesinin aktive olmasını Talamus denen kısım, motor hareketlerin
kolaylıkla yapılması ise Putamen ve Kaudat çekirdek denilen nöron
gruplarının oluşturduğu yapılarla sağlanır.
Frontal ve temporopariyetal (ön ve
yan) beyin kabuğu arasındaki Broca, Wernicke ve Angüler girus
alanları konuşma, anlama, tekrarlama, okuma, yazma ile ilgili bulunmuştur.
Frontal korteksle subkortikal yapılar
(talamus ve striatum) arasındaki bağlantılar konuşmanın başlatılması ve
sürdürülmesi ile ilgilidir.
Temporopariyetal beyin kabuğu ile,
beyin kabuğu altındaki yapılar arasındaki bağlantı, anlama organizasyonuyla
ilgilidir.
Pariyetal korteksle beyin kabuğu
altındaki yapılar arasındaki ilişki ise yine okuma ve yazma ile ilgili
görülmüştür.
Tıb:
Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak
hâli
Lisan merkezlerinden birinde
harabiyet olursa, beyin lisanla ilgili bazı faaliyetleri ya yerine getiremez
ya da bu işlevler bozuk olarak gözlenir. Okuma için gerekli olan isimlendirme,
tekrarlama, kelime üretimi, duyulan ya da okunan sembollerin anlaşılmasındaki
bozukluklar doğal olarak okumayı ve okunanın anlaşılmasını etkiler.
Afazilerde, duyarak anlama değişik derecelerde
bozulur. Wemicke alanı bozukluklarında bu özellik daha belirgindir.
Lisan bozukluğu olgularının önemli
bir bölümünde okuma, yazma, duyarak anlama işlevleri, birlikte ve çoğu kez
değişik derecelerde bozulur. Afazik bozukluklara sıklıkla diğer yüksek serebral
fonksiyonlarla ilgili bozukluklar da eşlik eder. Okuma ve yazma fonksiyonları
lisanla ilgili olarak ciddi şekilde bozulur.
Kuşkusuz her düşünce beyin kabuğunun
bir çok bölümünde ve talamusta, limbik sistemde ve beyin sapının ağsı yapısında
eş zamanlı sinyaller oluşmasına yol açar. Bazı kaba düşünceler tamamen beynin
alt düzeylerine bağlıdır. Ağrı düşüncesi buna örnektir. Diğer taraftan görme
ile ilgili düşünceler için beyin kabuğu gereklidir. Çünkü görsel korteksin
kaybı, görsel biçim ve renk algılama yeteneğini tümüyle ortadan kaldırır.
Düşünme için sinirsel aktivite bazında şöyle bir tanım ortaya koyabiliriz: Bir
düşünce sinir sisteminin başlıca beyin kabuğu olmak üzere talamus, limbik sistem
ve beyin sapındaki yukarı retiküler formasyonu (Ağsı yapı'yı) da içine alan
bir çok bölümünün aynı anda ve belirli bir sıra içinde uyarılmasının sonucudur.
Buna, düşünmenin bütüncül kuramı (Holistik teori) denir. Limbik sistemin,
talamusun ve beyin sapındaki retiküler formasyonun uyarılan alanları,
düşünceye; haz, hoşnutsuzluk, acı, rahatlık, kaba duyusal kalite ve başka genel
nitelikler katarak, düşüncenin genel özelliklerini belirler. Diğer taraftan
beyin kabuğunda uyarılan alanlar ise düşüncenin tek tek özelliklerini belirler.
Okuma ve düşünme ile ilgili
aktivitenin yer aldığı bir bölge de prefrontal kor tekstil. Beynin ön
kısmında bulunan beyin kabuğunun bu bölümü soyut düşünme, çağrışım, fikir ve
aktivitenin entegrasyonu, karar verebilme, olgun düşünme, hafıza, duygusal
tepkilerin şartlara göre ayarlanması ile ilgilidir. Ayrıca bu alan, kişideki
sakinlik ve aşırı keder, mutluluk, dostluk ve huysuzluk gibi karmaşık
cevapların kaynaklandığı kısımdır.
Bellek dediğimiz 'bilginin depo
işlemi' de (beyindeki sinir hücrelerinin ve bağlantılarının) sinapslarm bir
fonksiyonudur. Yani belirli tipteki duysal sinyalleri geçiren sinaps dizileri
aynı sinyalleri bir dahaki sefere daha kolay iletme yeteneği kazanır. Bu olaya
fasilitasyon (kolaylaştırma) diyoruz. Duysal sinyaller sinapslardan birçok
defalar geçtikten sonra o kadar kolaylaşır ki, bizzat beyinden doğan sinyaller
duysal giriş uyarılmasa bile impulsların (uyarımların) aynı sinaps düzeyinde
iletilmesine neden olur. Bu ise, şahısta orijinal duyuların algılanmasına yol
açar. Aslında olay duyuların hatırlanmasından ibarettir.
Anılar, bir kere sinir sisteminde
depo edildikten sonra işlenme mekanizmasının bir bölümünü oluşturur. Beyinde
düşünme işlemi, yeni duysal izlenimleri depo edilen anılarla karşılaştırmaktan
ibarettir. Anılar yeni duyusal bilginin seçimine ve ilerde kullanılmak üzere
uygun depo alanlarına ya da vücudun hemen cevap verebilmesi için motor alanlara
gönderilmesine yardımcı olur.
Çok amaçlı bir bilgisayarın temel
unsurları ile insan sinir sistemi arasındaki benzerlikler beynin asıl temel
olarak duysal bilgileri sürekli olarak toplayıp depo edilmiş bilgilerle
birlikte vücut aktivitelerinin günlük ilerleyişini idare etmek için kullanılan
harika bir bilgisayar olduğunu gösterir.
Lisan ile okuma ve anlama işlemleri
bir bütünün parçalan gibidir. Ancak okuduğunu anlamanın bir de kültürel boyutu
vardır.
Anlamak için sadece 'okumak'
bir işlem olarak yetmez. Dolayısı ile Oku../maktan kasıt aynı zamanda
‘anlayabilmektir.
Sadece sesli okuma esnasında kişi
okuduğunu anlıyor sanılmamalıdır. Bir kişi neyi okuduğunu bilmeden de düzenli
bir şekilde okuyabilir.
Okuduğunu anlama, daha çok eğitim,
kültür ve zihinsel duruş la bağlantılı bir işlevdir. Bu sadece organik
faktörlere bağlanamaz; ancak, okuma ve anlama için organik yeterlilik temel
şarttır. Bu temel şartın üzerine yeterlilik şartı zihinsel duruş, kültür ve
uygun eğitimin olmasıdır.
Sh: 83-107
Okumanın kişi ve topluma sağlayacağı
bir çok kazanç yanında psikolojik faydaları da son derece önemlidir. Biz bu
bölümde bunlardan bazıları üzerinde durmaya çalışacağız.
Bu çalışmamızın beyinle ilgili
bölümünde geniş bir tarzda ortaya konduğu gibi, beyin dokusunun ana hücreleri
olan nöronların, kullanılmadığı zaman hayatiyetini kaybetme tehlikesi
var. En önemli organımız olan beynimizin, özellikle şuurlu kontrolü sağlayan ve
bütün zihin ve duygu faaliyetlerimizin merkezi olan korteksi (üst
beyini) oluşturan hücreler, bilgi ve tefekkürle sürekli beslenmeye muhtaç.
Aklın giderilmesi demek olan demansı
(bunama hastalığını) geciktiren yada hiç olmamasını sağlayan bir numaralı ilaç
okumaktır. Yani ‘okumak, anlamak ve düşünmek’. Beyni, beyin
hücrelerini, okumak ve düşünmekten daha fazla çalıştıran ve bununla koruyan
başka bir yol mevcut değil. 20'li yaşların başından itibaren, her gün 50 bin
ile 100 bin arasındaki sinir hücresini kaybetme karşısında tek tedbir okumak!
Eğer insan, beyin hücrelerinin bu
yıkılışının önüne geçmek üzere, okumak ve düşünmek eylemi içinde olmaz ise,
ölen sinir hücreleri oranında zihni gücünden her geçen gün biraz daha
kaybedecek demektir. Giderek hafıza zayıflar, dikkat azalır, unutkanlık artar,
zeka geriler.
Huzursuzluk, tahammülsüzlük,
verimsizlik ve tatminsizlik ortaya çıkar. Bunlara bağlı olarak da hayattan zevk
alma ve yaşama isteği azalır, kaybolur.
Okuyan insan bu eylemiyle beynini
organik olarak bu büyük tehlikeden koruma imkanını elde ediyor.
İslam Peygamberinin şu sözü 14 asır
evvel söylenmiş olması bakımdan oldukça ilginçtir.
‘Allah-u Teala Hazretleri (verdiği)
ilmi, kullarının hafızalarından silmek suretiyle almaz..’ Hadis-i Şerif (122) Riyazü's-Salihin,
Diyanet işleri yay. 9.askı, s.9
İlim sahibinin hafızası silinmeyecek
demek, eğitimli insanda bunama olmayacak demektir. Modem bilimin bu konudaki
son tespitlerini ifade eden bu söz bir kişinin kendiliğinden rasgele söylemiş
olduğu bir söz olarak görülemez.
Başka bir organik hastalık ve sebep;
sigara, alkol, uyuşturucu kullanımı, bazı beyin hastalıkları söz konusu
değilse, beynini ilimle besleyen kimse, sırf yaşlılıktan dolayı bunamayacak,
demans dediğimiz hastalıktan korunmuş olacak. Hiçbir ilacın sağlayamayacağı bir
sonuç! Bunu Allah Elçisi asırlar önce bilmiş ve insanları uyarmış!
Sürekli okuyan, bilgi edinen, düşünen
kimsenin hafızası silinmeyecekse, zihni fonksiyonları diri olacak; bilgi,
kişiden sökülüp alınmayacaksa hafızası, aklı, bilinci yerinde kalacak demektir.
Bu aynı zamanda bir müjde sayılmalıdır.
İdrak, hafıza, dikkat, muhakeme,
zeka, duygulanım ve irade gibi akıl melekeleri yani tek kelime ile aklımız,
gerekli bilgiler olmadan yeterli derecede iş göremez. Sahibini koruyamaz.
Kendimizin ve çevremizin farkında olma yada bir mekanda ve zamanda yaşıyor
olduğumuzu b.ilme anlamında ‘şuur’ hali için de bilgi şart. ‘Şuur’ ya da
‘bilinç’; insanın gerek şahsından, gerekse çevresinden haberdar olması ve bu
iki ortam arasında bağlantı kurabilme melekesidir ki, bilgisiz iş görmesi
zordur.
Şuurlu olabilmek için; akıl ve ruh
sağlığı ile birlikte doğru bilgiye ihtiyaç vardır.
Ruh sağlığı, 'kişinin kendi
kendisi ve çevresiyle uyum halidir' diye tarif edilir. Esasen bu tarifi;
'kişinin kendisi, çevresi ve Tanrısı ile uyum hali' olarak ifade etmek daha
doğru olur. Kendisi, çevresi ve Tanrısıyla barışık olmayan kişinin huzuru,
dolayısıyla da ruhsal dengesi yerinde olamaz!
Dengenin kurulması için iki önemli
şarttan biri akıl diğeri de doğru bilgidir.
Önce akıl ve zeka, sonra da aklın
yolunu aydınlatacak bilgi..!
'Akıl aygıtı'nda, 'bilgi ham
maddesi' kullanılarak 'düşünce' üretilir.
Bilgi olmadan, akıl ve zeka; akıl ve
zeka olmadan da bilgi fazla bir mana ifade etmez.
Akim, yerli yerince ve değerince
kullanılabilmesi için 'bilgi' ön şarttır.
Gebelikte, doğuştan veya erken
çocukluk dönemlerindeki birtakım faktörler, geri zekalılığa sebep olabilir.
Kişi, normal seviyede bir zekaya sahip olmasına rağmen, aklın yeterince
kullanılmaması bir anlamda geri zekalılık sonucunu ortaya çıkarır.
Doğuştan bir uzvu, mesela, kolu
olmayanın özürlülüğü ile, kolu olup da onu hiç kullanmayanın durumu arasında
görüntü dışında bir fark yoktur. İkisi de aynı derecede özürlüdür. Doğuştan
geri zekalı olan biri gibi, aklını hiç kullanmayan kimse de geri zekalıdır; 'fonksiyonel
geri zekalı!'
‘Kur'an'a göre de, bir yanda
kullanılmadan duran akıl yok sayılmalı, aklını kullanmayan insan da 'akıllı'
sayılmamalıdır. Kur'an'ın bu bilinçli ve özel tercihinden yola çıkarak rahatlıkla,
akletmenin insana yüklenmiş bir ödev ve yükümlülük olduğunu söyleyebiliriz. ’
(123) Mustafa İslamoğlu, age, 84
Herhangi bir şekilde aklını
kullanamayan kişi kendisi, çevresi ve Tanrısı ile uyumlu olamaz. Dolayısı ile
de ruhsal dengesi etkilenir. Kur'an'daki; 'anlamazlar ‘bilmezler ‘akılsızlar
’ ve ‘beyinsizler ’ olarak tavsif edilenlerden olurlar.
İlk insan Hz. Adem'e, hemen
yaratılışıyla birlikte, Allah tarafından, gerekli bilgilerin öğretilmiş olması
da bu açıdan manidardır.
Öğrenmenin ve bunun için okumanın
en temel psikolojik getirisi, görüldüğü gibi, ‘fonksiyonel geri zekalı’
durumuna düşmekten kurtulmaktır.
‘Başarılı insan beyninin her iki
yarısına da etkili bir şekilde kullanabilen insandır. İki lobun birlikte
kullanıldığı, birbirileriyle uyumun sağlandığı ve işbirliği içinde çalıştığı
durumlarda kişisel yetenek ve etkinlikte olağanüstü artış gözlenmektedir.
Eğitimde beynin iki lobunun kullanılması beynin kapasitesini iki kat değil kat
kat artmasına yol açmaktadır.
Kitap okurken genelde her iki lob
birlikte koordineli bir şekilde çalışmak zorunda kaldığından kitap okumak beyin
loblarının dengeli gelişmesinde en faydalı faaliyetlerdendir. Sol lob
tarafından takip edilen ve kavranan sözel kavramlar sağ lobta tasvir edilir.
Şekil imge ve yeni düşüncelere dönüştürülür, canlandırılır.
Bilgiyi aktarmaya dayanan ‘söyleme-anlatma'
şeklindeki öğretme metodu beynin sol lobunu, bir başka deyişle beynin yarısının
kullanıldığı eğitim tarzıdır.
Bu tarz eğitimle; hayal gücü renk,
ritim, şekil ve taratıcı düşünme gibi özelliklere sahip sağ lob fonksiyonları
yerine getirilememektedir.. Bu durum sadece kişilere verilen bilgilerin belleğe
kaydedilmesidir.. Bu kayıtlar ise inanılmaz bir hızla hafızadan silinmektedir,
ya da öğreniciler bu kayıtlara ulaşamamaktadır.’( ) Prof. Dr. Osman Çakmak,
12.6.2003
Beynin her iki yanım çalıştırarak
kapasiteyi kat kat artırmanın yolu olarak görünen okuyarak öğrenme, kapasiteyi
artırdığı oranda kişinin başarılarını da artıracağı için son derece önemlidir.
Timur'dan aktarılan şu anekdot,
ilimle elde edilecek korkusuzluğu vurgulaması açısından oldukça anlamlıdır.
Timurlenk Şam'
ı teslim alacağı sırada Şam uleması, Moğol askerlerinin, şehirde yağma
yapmasını engellemesine vesile olsun diye ona karşılama töreni tertiplerler.
Timur'a,
ulemanın kendisini şehrin kapısında karşılayacağı haberi ulaşır. Timur da,
ulemanın bulunduğu kapıya 200-300 metre kala atından inerek, büyük bir edep
içerisinde onlara doğru yürür.
O koca Timur,
ulemaya hürmetinden, börkünü başından çıkararak onların huzuruna vardığında
karşısında korkak insanlar güruhunu görünce, müthiş derecede hiddetlenir.
Çünkü, bütün ulema, başından sarığını çıkarmış ve esas duruşta Timur'u
beklemektedir.
Rivayetlere
göre Timur, şu meşhur sözünü söyler; ‘Alim cesur olmalıdır; korkak adamdan
âlim olmaz. Alim korkak olursa, gördüğü hakikatleri açıkça söyleyemez.
Daha sonra da,
askerlerine emir vererek, o korkaklar güruhunun bütün kitaplarını yaktırır. ’
(115) Akit, 13.8.1997
Doğru bilginin yönlendirdiği duygular
ruhsal dengeyi destekleyici vasıfta oluşurken, yanlış bilgilerle gelişen duygular
da törpüleyici olur.
Endişe ve yersiz korkulardan uzak,
huzurlu ve mutlu olmanın vazgeçilmez şartlarından biri, düşünce ve duygular
arasındaki olumlu etkileşimdir. Bunun temelinde ise doğruluğundan şüphe
edilmeyen ilahi bilgiler olmalıdır.
Bilginin yanlış olduğu yerde duygu
dünyamız da yanlış şekillenir. Yersiz yüceltmeler ya da gereksiz anlamsız ve
orantısız korkular ortaya çıkar. Kendine güvensizlik ve irade zaafı gelişir.
Çünkü, insanlar, körü körüne bağlanıp
sığındıkları kimseleri ve nesneleri olduğundan farklı algılamaya
meyillidirler. Kendilerinde ürküntü uyandıran nesneleri de, cehaletleri
ölçüsünde büyütürler.
Hakikatin bilgisine varan insanda
gereksiz yüceltme de, yersiz korkular da olmaz.
Ayetlerde, Allah'tan ancak âlimlerin
hakkıyla korktuğu vurgulanmıştır. Onlar yakinen bilirler ki, Allah'tan başka
hiçbir şey doğa kanunları dışında kendinden korkmaya layık değildir.
Bu ise hürriyeti getirir.
Hürriyet, akıl ve bilgi ile elde edilir.
Farabi' ye göre; bilen insan, hür iradeye sahip olma şansına erişir.
Bir insanda, sâlim düşünüşün ve irade
kuvveti varsa, o insan hakkı ile hürdür. Sâlim ve iyi düşünüş ile iradeden
mahrum olan kimse ise, behimi (hayvani seviyede) insandır. (124) Prof. Dr. Sait
Yazıcıoğlu, İrade Hürriyeti, Diyanet Vakfı yay. 1987, s.238
Kişinin aklı ile kendini idare etme
yeteneği; bilginin yol göstericiliğine muhtaçtır. Ayrıca bilginin beyin
hücrelerini koruyucu özelliği ve aklın fonksiyonları için vazgeçilmez niteliği,
sahibini, hürriyeti algılayacak seviyeye yükseltir.
Aklı olanın iradesi, iradesi olanın
hürriyeti söz konusu olacağı için, bilgi beyni besleyerek akla, dolayısı ile
de hürriyete yol açar.
Doğru bilgi, böylece, başkalarına
kul-köle olma zeminini ortadan kaldırır.
Bilginin çok önemli bir getirisi de
zihin ve davranışlar üzerindeki yönlendirme etkisidir.
Zihni kabiliyetleri üç temel başlık
altında toplamak mümkün; ‘Bunlardan birincisi vukuf (bilme), İkincisi
teessür (hissetme) ve üçüncüsü de irade (isteme)dir’ (125) Shafter, Bilinç,
Ruh ve Ötesi, çev: Turan Koç, İstanbul 1991 s. 18
Zihinsel faaliyetlerimizi kabaca; ‘bilme’,
‘duygulanma' ve ‘irade ’ olarak üçe ayırabiliriz.
Bilme bölgesinde; düşünceyi, sanıyı,
anlamayı, tahayyülü, dikkat kesilmeyi, ilgiyi, algıyı, hatırlamayı ve diğer
bütün bilme dunımlarını..Teessür (duyma) bölgesinde; bedensel duyumları,
hisleri, heyecanlan, mizacı.. İrade bölgesinde ise; arzulan, dürtüleri,
kararlan, niyetleri, gayretleri, eylemleri, iddia ve yeltenmeleri saymak
mümkün. (126) Shafter, age s.22
‘Bir tutumun (tavnn) oluşmasında şu
üç temel öğeye ihtiyaç vardır,
Bilişsel (zihinsel-cognitive) öge,
Duygusal (emotional) öge,
Davranışsal (behavioral) öge.’(127)
Namık Kemal Önder, Öğretimde Proğram, îlke ve Yöntemler, s.22
Bunlann üstünde ise en etkin unsur
bilgidir.
‘Zihinsel öğe ’ bilgilerle şekillenir.
Yeni bilgiler vererek, mevcut
bilgileri değiştirerek davranışlara etki etmek mümkün olur.
Eğitimin boyutlan da bu üç temel
öğeden oluşur. Bilgi boyutu, duygu boyutu, amel (icra ve irade) boyutu. Bu
öğeler ne kadar güçlü ve dengeli ise, inanç veya kulluk da o kadar güçlü, ne
kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar da zayıftır. Kur'an hedefini
gerçekleştirmede öncelikle ’bilgi'yi kullanır.
Bilgi, akıl aygıtının ham maddesi
durumundadır. Kişinin davranışlarına yön veren; düşünce, fikir ve kanaatler
oluşurken, edinilen bilgiler akılla işlenir.
Dışarıdan alınan bilgiler akıl
cihazından geçerken, önceden edinilmiş ve kişiye mal olmuş inanç, kültür ve
alışkanlıklar, şartlanmalar, tecrübeler ve bütün bunların üzerinde gelişen
mizaç; heyecan, istek, arzu ve idealler işe karışır ve ortaya çıkan ürün
(fikirler ve kanaatler) hem kişinin davranışlarında etkili bir unsur olur, hem
de önceki birikimler arasında (önemine göre) yerini alır.
Bunun için doğru bilgi büyük nimet ve
Rabb'in büyük lütfuna mazhariyettir.
İnsanoğlunun, irade-i cüz’iyesi ile
sorumluluğunu yüklendiği davranışlarının isabetli olabilmesi, doğru bilgilere
ulaşması ile mümkündür.
Yaratıcı Kudret, hayatı doğru okumak
için gerekli olan akıl ve zihinsel yetenekleri, her insana kendi şartlarında
yetecek kadar vermiş. Algılamasında bir problem olmayan kimse, aklını
kullandığı ve doğru bilgilere eriştiği sürece büyük yanlışlara mazeret
bırakmaz.
Sh: 109- 116
Bilgi düşünceyi, düşünce duygu ve
davranışları etkiliyor. Buna göre bilginin doğruluğu ve muhtevası, hayatın
kalitesini tayin eden önemli bir faktör.
'Sokrat, hiç kimsenin isteyerek kötülük
yapmayacağını, insanlardaki ahlaki kusurun bilgisizlikten kaynaklandığını' savunurken;
'İyi olmak için doğruyu bilmek lazım' diyen Confucius da onu teyit ediyor.’
(130) H.Ziya Ülken, İslam Düşüncesine Giriş, İst. 1953, s.60
Kant'a göre, ‘İnsanın fert olarak mükemmelliği,
hayatta kendi gayesini ve ödev anlayışını tespit etmesine bağlıdır. ’ (131)
Leif,J.-Rustin,G, Genel Pedagoji, Çev. Nejat Yüzbaşıoğlu, Ankara, 1974, s.79
Bilgi insanoğlunun en değerli
hâzinesi.. Kişinin bilgi ile yoğrulması ise eğitim. Hayat, ancak bilgi ve
eğitimle anlamlı ve isabetli kılınır. Hakkında bilgiye ihtiyaç duyulan ilk şey
de insanın kendisidir. Çünkü, kendi varlığını ve varlık sebebini hakkıyla bilen
ve idrak eden kimse Rabb'ini de bilir.
S.Ahmet Arvasi; ‘insan önce kendini inkar etmedikçe kadir-i mutlak
olan Tanrıyı inkar edemeyecektir’ diyerek bu gerçeği ifade ediyor.
‘Kur'an'a göre bilgi, sahibini
sorumlu kılar. Cahil bir kimsenin bazı konularda mazeret hakkı olabilir.
Kendilerine bilgi verilmiş kimselerin mazereti olamaz.
Ayette; 'And olsun ki, eğer sana gelen
ilimden sonra onların heveslerine uyarsan şüphesiz o zaman zulmedenlerden
olursun’ buyurulmaktadır. (Bakara 145) (132) Y.Fersahoğlu, age, s.237
Al-i Imran suresinde şöyle
buyurulmaktadır; ‘İman
etmelerinden. Resulün hak olduğuna şahadet getirmelerinden ve kendilerine
apaçık deliller gelmesinden sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl
hidayet nasip eder? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.' (Al-i
Imran, 86)
Doğru bilgi, Allah'a karşı sorumluluk bilinci
oluşturur. Bu bilinç, insana ömür ve akıl sahibi kılınmış olmanın sorumluluğunu
yükler. Yaratıcı taralından muhatap alınmış olmanın idrak yüceliğine erişme
mutluluğu vermelidir.
Bu açıdan bakılınca, okumaktan
kaçınmak, bir anlamda sorumluluktan kaçmak dolayısıyla mükafattan mahrum
kalmaktır. Ayrıca bilginin yüklediği sorumluluğun yerine getirilmesi
karşılığında mükafat söz konusu olduğu gibi, öğrenme imkanı varken bundan
imtina etmek de cezayı gerektirir.
Bilgi rehberdir; hedeflere onunla
varılır. Bilgi ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. Bilgi şifadır; bütün
hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli bilgiden yoksun olan inançlar,
hurafelere boğulur. Sağlıklı bilgilerle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir
sadmede yıkılıp giderler. Atalarımızın dediği gibi; ‘Cahilin sofusu şeytanın
maskarası olur. ’
‘Ancak, bütün bunlara rağmen
insanoğlu, izni ilahi ile kavrayabildiği bir takım bilgilere meftun olup
aldanma konumuna da düşebilir. Aldanmak ve kendisini yer yüzünde bir ilah
sanacak kadar ileri gitmek ve tek ilahın mevcudiyetini inkara kalkışmak’
tehlikesi de sözkonusudur.’ (133) Fizilalil Kur'an, c.2 s.42
‘Halbuki; Her şeyi mutlak şekilde, tam ve
mükemmel olarak bilen yalnız Allahu Teala'dır.
Keşfedilen bu bilgi kırıntıları
insanları aldatıyor da onları keşfetme kudretini veren Yaratanını unutuyorlar.
Bu ilmi inkişaflar karşısında Allah'a hamd-ü senada bulunup, şükredecekleri
yerde, mağrurlanıyor ve şımarıyorlar. Hatta ara sıra da, bu ilmi inkişaflar
yüzünden açık küfre dalıyorlar.' (134) Fizilal Kur'an, c.2 s.41
Bilgi karşısında insanlar farklı
davranışlar gösterirler:
Hicri 100-160 yıllarında Basra'da
doğmuş, Nahiv ilmi otoritelerinden Halil b. Ahmet insanları, bu açıdan dört
gruba ayırır;
1-Grup: Bilir ve bildiğini de bilir; ona tabi olunuz.
2-Grup: Bilir, fakat bildiğini bilmez; bu kimse uykudadır, onu
uyandırınız.
3-Grup: Bilmez, fakat bilmediğini bilir; böyle bir kimse irşada
muhtaçtır, onu irşat ediniz.
4-Grup: Bilmez, fakat bilmediğini de bilmez; bu adam kara cahildir,
ondan kaçınız.’ (135) Gazali,
İhya c.3, s.204
İnsan beyninin psikolojik baskılardan
kurtulup, kendi kendisini ve çevresini doğru olarak değerlendirmesi özgürce
davranabilme imkanına bağlıdır.
Ancak, ‘Özgürlük psikolojik bir
olaydır, önce zihinlerde gerçekleşir. Kafaların içinde duvarlar örülmüş ise,
sistemlerin, hürriyet ve özgürlük sunması fazla bir anlam ifade etmez.
Beyinleri hür olmayanların hürriyeti tatmaları ve kurtuluşa ermeleri
düşünülemez. Hür ve özgür bir psikolojiye sahip kimseleri de, sistemlerin ve
dikta rejimlerin ördüğü duvarlarla sınırlamak mümkün olmaz. Gerçek hürriyet
önce, zihinleri esir eden ilahlardan kurtulmayla başlar; bu ilk adımdır. Hemen
akabinde de inanılacak, tasdik ve teslim olunacak gerçek ilahı bulmak gelir.
Kurtuluş bahşedecek olan bu büyük arayışı
doğru sonuca ulaştıracak olan sağlam bilgilerdir.
İnsanları gerçek hürriyete ve
kurtuluşa eriştirecek, beyinleri özgürlüğün ışığı ile aydınlatacak, kalpleri o
Yüce Yaratıcıya meftun olmanın tadına vardıracak gayret, hayatın gayesi ise; bu
da tek ilaha teslimiyetle olur.
Hz. Peygambere hangi amellerin daha
üstün ve efdal olduğu sorulduğu anda şöyle cevap vermişti;
‘Allah'ı bilmek. ’
Ashap, ne tür bir bilgiyi
kastettiğini sorduğunda, yine; ‘Allah'ı bilmek’ demişti.
Onlar; ‘Biz amelden soruyoruz, siz ise
ilimden haber veriyorsunuz’ diye itiraz edince, Hz. Peygamber şöyle cevap
verdi; ‘Allah'ı bilerek yapılan amel ne kadar az olursa olsun, insana fayda
verir. Allah'ı bilmeksizin yapılan ameller ise, insana bir fayda sağlamaz.’
(İbn Ahdilber,Enes'den) (100) Gazali, İhya cilt 3, s.67
Esasen, insanları doğru yola ileten,
onları hidayete eriştiren de Rabb'in kendisidir.
‘Peygamberin peygamberliğini (bile)
Allah tarafından biliriz. Her ne kadar Peygamber, Allah'a çağırsa da, Allah
hiçbir kimsenin gönlüne O'nu tasdik ve peygamberin peygamber olduğu bilgisini
koymadan, peygamberin hak olduğu ve doğru söylediğini bilemez. Bunun için
Allah; ‘Sen şüphesiz ki, sevdiğini hidayete ulaştıramazsın, fakat Allah
dilediğini doğru yola iletir,’ buyurmaktadır. Eğer Allah'ı bilmek
Peygamberler vasıtasıyla olsaydı, insanlara marifetullah nimetini ihsan etmek,
Allah'tan değil peygamberlerden olurdu. Halbuki Rabb'ini bilmek nimetini
peygambere ihsan eden de Allah'tır. Peygamberi, insanlara tanıtarak tasdik
ettirmesi, Allah'ın insanlar için bir nimeti ve lütfudur. ’ (136) 'İmam-ı
Azam'ın Beş Eseri, Çev.Mustafa Öz, Kalem Yay. İst. 1981, s.41
Bu tespit, 'tek ilah inancı' için son
derece önemlidir. Çünkü 'Tek ilah inancı', hidayeti ve kurtuluşu Allah'tan
bilmeyi gerektirir. Aksi halde 'kurtarıcı tanrılar' zihinlerde yer eder.
'Vasıta tanrılar' ortaya çıkmaya başlar ve bunlar toplumları kendilerine
bağlar, kullanır, sömürürler. Bu durumda kulluk ve mutlak itaat, 'hayatın tek
vazgeçilmezi' olan 'gerçek ilah'a değil de ilahlaştınlan kişi ve nesnelere
yapılır.
Sh: 117-121
İnsanın insan olarak yaratılışındaki
amacı gerçekleştirmek bilmeyi-öğrenmeyi gerektirir. Öğrenmeye okumaya inat
etmek insanın var oluş amacını, dolayısıyla da kendini inkarı anlamına gelir.
‘Cehaletle’ varoluş gayesine ulaşmak mümkün olamaz. Bilgisizlikte ısrarın
sonucu, insanlığa yakışmayan pek çok belalar ve pislikler içine düşmek
kaçınılmaz olur.
Ayette ifade edilen, ‘Allah,
akletmeyenleri iğrençliğe mahkum eder, ’ (Yunus suresi, 100) ikazı ne
müthiş bir ikazdır.
İnsan için en değerli şey ‘bilgi’
olmasına rağmen, insan hangi sebeplerle okumaktan ve öğrenmekten bu derece kaçınabiliyor?
İnsanlar neden cahil kalmayı tercih
eder? sorusuna cevap ararken oku! emrini veren Rabb'in bu emri
bildirdiği ayetten sonra gelen 6 ve 7.ayetlerdeki ifadeler oldukça dikkat
çekici; ‘Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeter görerek azar. ’
(Alak, 6,7) (138) Ali Özek ve ark. Kur'an'ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali,
s.596
Okumak için kişinin öncelikle öğrenme
arzusu duyması gerekir. Bu bir anlamda insanın eksikliğini itiraf etmesidir ki,
nefse zor gelebilir. Başkalarının kendinden üstün ve daha bilgili olduğunu
kabul etmek kölay olmaz. Çoğu kimse bunu bir nevi aşağılanma olarak algılar.
Şüphesiz ki, bu, henüz kişiliği
olgunlaşmamış kimseler için söz konusudur. Yoksa Hz. Ali kerremallâhü veche
gibi; 'Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum' diyecek
olgunlukta kişiler de yok değildir.
Doğru bilgi karşısında direniş ya da
aldırmazlık içinde bulunmak gelişmemişliğin, ilkelliğin tezahüründen başka bir
şey değildir.
İslam kültüründe bu durum cahiliye
terimiyle ifade edilir.
Cahiliye, bilgisiz olma, ilimden uzak
kalma ile birlikte İslam'a inanmayan kişi ve toplumların tutum, davranış,
yaşantı, anlayış ve sistemleri nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.
Kur'an; cahil, cahiliye, cahillik
etme kelimelerini farklı yerlerde benzer anlamlarda kullanmaktadır. Cehalet
yalnızca bilgisizlik değil aynı zamanda düşüncesizce hareket etme, işin
doğrusu dururken yanlış yapma, ilme değil de zan ve hayallere dayanma
anlamındadır.’ (139) Hüseyin K.Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyaz yay. İst.
2000, s.94
Cahiliyye; ‘iyi ile kötüyü birbirinden ayırt
etmeyi bilmeyen, yaptıkları fena işler için asla af dilemeyen, hayra sağır,
gerçeğe dilsiz, ilahi rehberliğe de kör olanları tanımlar. ’ (140) Prof.
Toshihiko İzatsu Kur'anda Dini ve Ahlaki kurallar Pınar yay. 3. Baskı İst. 1994
s. 54
İnsan olabilmek bu kör saplantıya
düşmemeye bağlı. Bu ise ilimsiz olmaz.
Yaratıcı hakkında yeterince doğru
bilgiye sahip olmayanların, O'na ortak koşma, yani şirke sapma riskleri
bilgisizlikleri oranında artar.
Allah konusunda doğru bilgiden yoksun
olmanın tabii bir sonucu olarak, Allah'tan bilinmesi ve beklenmesi şart olan
pek çok şey, başkalarından umulur, beklenir. Aracı tanrılar ortaya çıkar ve bu
işin simsarları türer.
‘Allah'ı kendilerinden çok uzak gören
putperest kavimler, dualarını O'na ulaştıracak, kendileri ile Allah arasında
aracılık yapacak ve şefaatte bulunacak, düşük derecede ilahlar tasavvur
etmişlerdir.
Halbuki her şey Allah'a muhtaç. 'De
ki: Allah'tan başka ilah diye iddia ettiklerinizi çağırın da(size yardım
etsinler). Bunlar, sizden, ne sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de
değiştirebilirler. Onların taptıkları dahi, Rabb'lerine en yakın olmak için
vesile ararlar. Ve O'nun rahmetini umarlar. Ve azabından korkarlar. Çünkü
Rabb'inin azabı korkunç olmaktadır. ’ (İsra 17/56-57)
Bilgisizlik sonucu çoktanrıcılık
sapmasına (şirke), düşmekte önemli bir faktör de, Allah'ın sonsuz ilim
sıfatının yeterince anlaşamamasıdır. Bu konuda en çok direnen ve direnişlerine
mantıki deliller bulmaya çalışanların felsefeciler ve onlar gibi düşünenler
olduğu görülüyor.
‘Felsefeciler, varlıkların, ezeli ve
ebedi olduğu iddiası ile Aristo ve ona tabi olanlar gibi; ‘varlığın vücudu
kendi içindedir, zatındadır ’ iddiasında bulunurlar. İbni Sina ve takipçileri
de bu fikirdedirler. Varlıkların, gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi
yaratan, eşyayı kendi kudretiyle dilediği gibi halk eden kudretin Rabb olduğunu
bir türlü söyleyemezler, söylemezler. Onlara göre, Allah bu varlığı kendi irade
ve isteği ile yaratmamıştır. Yaratan Rabb cüzleri ve teferruatı da bilmez.
Böyle bir iddia elbette ki, yaratıcı olan Allah'ın sonsuz ilmini inkar
etmektir. ’ (141) İmam İbni
Teymiye,age, s.93
Allah'ı bilmez olarak görenlerin bu
cahillikleri sonucu duygularıyla da sapmaya meyillidirler.
‘Tapmanın bir sevgi ve ümit, bir de
korku ve saygı yönü vardır. Dua, her şeyden önce, sevgi ifade eden bir
ibadettir. Halbuki müşriklerin, korku ve saygı tanrıları da vardı. Nitekim
Arapların, Hübel ve Zü'l-Huleysa gibi putları da vardı ki bunlardan kaçılır ve
şerlerinden kurtulmak için tapılır.’ (142) E.H.Yazır, age s.87
Bilgiden uzak kalan kimseler bir
taraftan gelişmelere ve çevreye yabancılaşırken, öte yandan giderek kendini
anlayamaz, tanıyamaz hale gelir. ‘İnsanları anlayamıyorum’, hatta ‘beni
anlamıyorlar’ gibi yakınmalara sık rastlarız. Bazen de, ‘Ben bunu nasıl
yaptım ’ der, kendimize şaşarız.
İnsan, önceden öğrendiklerine
yenilerini katmaz ve onları sürekli tazelemezse zihninin zindeliğini koruyamaz.
Eski bilgilerle, o bilgilerin
oluştuğu zamandaki şartlarla şimdi arasına giren yeni bilgiler, önemli
olanın önemini azaltacak, önemsiz gibi görünenleri de öne çıkarıp önemli hale
getirebilecektir.
Gelişen ve değişen şartlara göre yeni
bilgilere ihtiyaç hissedilir.
Öğrenilenler zaman üstü bilgiler
değillerse demode olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ancak vahiy kaynaklı bilgiler
eskimez, değerinden bir şey kaybetmez. Beşeri bilgilerin zamanın gerisinde
kalması kaçınılmazdır.
Yenilenmeyen, yeni bilgilerle
desteklenmeyen kalıntı bilgilerle şimdilerde yaşananları anlamak
zordur. Eskiyen bilgiler bir taraftan önemini yitirirken, öte yandan buna bağlı
olarak, bilincin, tanıma ve değerlendirme yeteneği gerileyecektir. Bunun tabii
bir sonucu olarak da kişi kendini, çevresini ve olayları anlama ve değerlendirmede
zorluk çekecek, insanlarla iletişimi güçleşecek. Kavramlar ve kelime haznesi
yeterince gelişmediği için de ifade yeteneği güdük kalacaktır.
Yıllarca okumayan kimselerde çok sık
rastlanabilecek bir özellik de tahammülsüz bir kişilikleri olmasıdır. Bu
kişiler, yıllar önce öğrendikleri yarım yamalak bilgileri tartışmaya yanaşmazlar.
Okumayan kişi için tek doğru vardır, o da kendinin önceden beri bildiğidir.
Sadece kendi kafasındakileri doğru zanneder; başka doğruların olabileceğini
kabullenemez. Bu da bir anlamda çocuklara ilk öğretilen bilgilerde olduğu gibi
telkin mahiyeti arz eder. Çocukluk çağlarında öğrenilenler, o zaman kafada
başka bilgiler olmadığı için kritik edilemez, telkin mahiyetindedir ve mutlak
doğru olarak algılanmışlardır. İneğin kuyruğunu öpüp tapmaya küçükken
alıştırılanlar gibi..
Önceden öğrenilenler, sonraki
bilgilerle sürekli yenilenmezse ve gerekli düzeltmeler yapılmazsa, eskidikçe
kökleşir ve adeta nasırlaşırlar. Tartışılmaz hale gelir, ne söyleseniz nasırına
dokunursunuz.
Okumayan kimselerin taparcasına
inanıp bağlandıkları ve her söylediğini mutlak doğru olarak kabul ettikleri,
böylece yücelttikleri kişilerin dışındaki kimseleri dinlemeye tahammülleri
yoktur.
Liderleri ve yöneticilerine körükörüne
bağlanışlar da, henüz kafa başka bir şey olmadığı ve telkine müsait bulunduğu
için çocukluk ve gençlik döneminde gelişir. Eğitim sistemleri, henüz ilkokul
sıralarında körpecik beyinleri, kurtarıcı ve kahraman efsâneleri ile böyle
şartlandırırlar. Onların ilah gibi görülmelerine sebep olurlar. Bu anlamda,
ineklere tapındıran inanışlarla liderleri putlaştıran mekanizmalar aynı şekilde
gelişir.
Kutsal kitap, ilk emir olarak Oku!
’ derken, bunu yapmayan ama inandığını öne sürenler kutsala karşı direniş
içinde bulunuyorlar demektir. Okumamak, hem yaratılış amacına hem de Yaratıcı
Kudrete karşı bir pasif direniştir.
Bir emrin önemi ona karşı direnişin
cezasının da büyük olacağını gösterir. Okumanın meydana getireceği çok büyük kazançlara
karşılık okumamanın da başka bir yolla telafi edilmesi imkansız kayıpları
ortaya çıkacaktır.
Okumaya karşı direnişin cezalarından
biri ve belki başta geleni, insanın eşref mevkiinde bulunmasının esasını teşkil
eden beynin dumura uğraması ve buna bağlı olarak da aklın eksilmesidir.
Okumayanlar organik olarak beynini,
fonksiyonel olarak da aklını kaybetme tehlikesine karşı korumasız
kalacaklardır.
‘insanoğlunun en az kullandığı organ hangisidir?' diye sorulsa, pek çok kimse için buna verilecek cevap 'beyin!' olacaktır.
Midesini yada bilmem neresini
kullanmak kişiye haz verirken, beynini kullanmak adeta bir eziyet olarak
görülebilir.
Nefsi hazlara yöneliş kolaydır. Kalbi
hazlara yönelmek de pek zor olmaz. Ama, ruhi ve akli hazlan tanıyabilmek
herkese nasip değil. Ruhi hazlar, Yaratıcı Kudret'in zikriyle elde edilirken,
akli hazlara bilgi ve düşünceyle varılır. Bunun için okumak, araştırmak, gözlem
ve tefekkür gerekir.
Halbuki beyin, insanın en kıymetli organı,
diğer bütün organlar beyne muhtaç. En önemlisi de aklın mahallinin, zemininin
beyin olmasıdır. Bu sebeple de özellikle korunmalıdır.
Okumaktan uzak duran toplumlar
aşağılanmaya mahkumdur. Onlar için ‘gelecekten’ umutvar olmak hayalciliktir.
Ta ki, fertleri okuyan bir toplum olana dek!
Yoksa Mevlana'nın dediği gibi sinek
mesabesinde kalır insan!
Mevlana'nın gözünde insanlar iki tür;
‘Biri, halkı
yetiştiren, geliştiren Tanrı'ya mensup bilginler..
Diğerleri;
kurtuluş yolunda bir şey belleyip öğrenen, bilgi elde etmeye çalışan kişi. İnsanların bu iki
bölüğünden gayrisi hayvanların yüzüne gözüne konan küçücük sineklerdir.'
(143) Mevlana Celaleddini Rumi Fihi
Matih A. Gökalp 1000 Temel eser KB4 s.273)
Sh: 123-129
Bilgi, düşünce ve inançlar söz konusu
olduğunda gerçek nedir? sorusu, insanoğlunu hep meşgul ede gelmiştir.
Bu çerçevece düşünce dünyamızı
yönlendiren, daha çok dış dünyadan beş duyumuz kanalıyla elde ettiklerimizdir.
Ancak, dış dünyadan, beş
duyumuz ile algıladıklarımızın gerçeğin tamamını kapsamadığı açıktır.
Dış dünyaya açılan bilgi kanallarımız; görme, işitme, koklama, tat alma ve
dokunma ile ilgili duyu organlarımızın algılama imkanları oldukça sınırlı iır.
İnsanların; ‘Ben sadece gördüğüme,
duyduğuma, işittiğime inanırım ’ dediğine sıkça şahit oluruz. Halbuki böyle
söyleyenler de dahil olmak üzere kimse, yalnızca gördüğüne, işittiğine inanıp
ona göre hareket etmez. Birikimler, deneyimler, hisler, arzular, istekler,
umutlar, korkular, beklentiler, inanç, kültür hulasa tüm elemanları ile ruh
hâlimiz, hem algılamamızı, hem de algıladıklarımız karşısında alacağımız tavrı
belirler. İşte, olaylar ve inançlar karşısındaki tavrımızı belirleyen bu tutumumuzu
zihinsel duruş olarak adlandırabiliriz.
Zihinsel duruşumuz; aldığımız eğitim,
inançlarımız ve içselleştirerek kişilik özelliği haline getirdiğimiz kültür ve
alışkanlıklarımızla bağlantılı olarak ortaya çıkar. Bu ise, olaylara bakış
açımızı etkilediği gibi, takınacağımız tavrı ve tepkimizi de belirleyen baş
faktör olur.
‘Görebildiklerimiz, yalnız, bir
biçimde gözümüzdeki retina tabakası üzerindeki suret ya da imgelere
indirgenemez. Gördüklerimiz, genellikle 'zihinsel duruşumuz' denilen şeye; bilgilerimize,
beklentilerimize ve kültürel yetişmemize bağlıdır. Bu, gördüklerimizi de önemli
ölçüde etkiler. ’ (144) Nigel Warburton, Felsefeye Giriş, (çev.Ahmet
Cevizci, Paradigma yay. İst.2000, s. 128
Dolayısı ile kişiliğimizin tezahürü
olan zihinsel duruşumuz olmadan, sadece gözle gördüklerimizle olaylara anlam
yükleyemeyiz.
Esasen bilimsel gelişmeler de
göstermiştir ki, gözle gördüklerimiz dahil olmak üzere, beş duyumuzla
aldığımız bilgiler hiçbir zaman mutlak ve tartışılmaz değildir.
‘Yaşadığımız dünya ile ilgili tüm bilgilerimiz,
bize beş duyumuz aracılığı ile gelir. Yani biz, gözümüzün gördüğü, elimizin
dokunduğu; burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir
dünyayı tanırız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için ‘dış
dünya’nın, duyularımızla bize tanıttığından farklı olabileceğini belki de hiç
düşünmeyiz.
Bugün birçok bilim dalında yapılan
araştırmalar son derece farklı bir anlayışı beraberinde getirmiş; algılarımız
ve algıladığımız dünya ile ilgili ciddi şüphelerin oluşmasına neden olmuştur.
Bu yeni anlayışın çıkış noktası ise
şudur: Bizim dış dünya olarak algıladıklarımız, yalnızca elektrik
sinyallerinin beynimizde yarattığı etkilerdir. Elmanın kırmızılığı, tahtanın
sertliği, dahası anneniz, babanız, aileniz, sahibi bulunduğumuz bütün mallar,
eviniz, işiniz ve bu kitabın satırları yalnızca ve yalnızca beynimizdeki (algı
kanallarımızla beynimize ulaşan) elektrik sinyallerinden ibarettir.
Bunun için Frederick Vester,
bazılarının; ‘İnsan bir hayaldir; aslında bütün yaşananlar geçici ve
aldatıcıdır; bu evren bir gölgedir’ şeklindeki sözlerinin günümüzde
bilimsel olarak kanıtlanmakta olduğunu söylüyor.
Konuyu açıklamak için öncelikle, dış
dünya hakkında bize en çok bilgi veren duyumuz olan görme den söz
edelim.
Görme olayı oklukça aşamalı bir
biçimde gerçekleşir. Herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar),
gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya
ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen
görme uyarılan, sinirler aracılığı ile beynin arka kısmındaki görme merkezi adı
verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu sinyaller bir dizi işlemden sonra
beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte
beynin arkasındaki küçük ve ışığa tamamen kapalı, kapkaranlık bir noktada
gerçekleşir.
Şimdi, genelde herkesçe bilinen bu
bilgiye bir kez daha dikkatlice bakalım:
Biz, ‘görüyorum’ derken, aslında
gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu ‘etkiyi’
görürüz. Yani beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz.
Aynı durum diğer algılar için de
geçerlidir. Ses, dokunma, tat ve koku duyulan da beyinde birer elektrik sinyali
olarak algılanır.
Dolayısı ile görme ve diğer algı
merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin
bizim dışımızdaki ‘aslı’ ile değil, beynimizdeki kopyalan ile muhatap olur.
Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zannederek yanılırız.
Bu fiziksel gerçekler bizi
tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına
madde, dünya ya da evren dediğimiz kavramlar, sadece ve sadece
beynimizde oluşan elektrik sinyalleridir.
Örneğin meyve yiyen biri, meyvenin
beynindeki algısıyla muhataptır, aslıyla değil. Kişinin meyve diye
nitelendirdiği şey, meyvenin biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine (şekline) ait
elektriksel bilginin beyinde algılanmasından ibarettir. Eğer beyne giden görme
sinirini keserseniz, meyve görüntüsü de bir anda yok olur. Veya burundaki
algılayıcılardan beyne uzanan sinirdeki bir kopukluk, koku algınızı tamamen
ortadan kaldırır.
Üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir
husus da uzaklık hissidir. Uzaklık, örneğin bu kitapla aranızdaki mesafe,
sadece beyninizde meydana gelen bir boşluk hissidir. Bir insanın kendisinden
çok uzakta sandığı maddeler de aslında beyninin içindedir. Beynin içindeki
sinyallerdir. Örneğin insan göğe bakıp yıldızlan seyreder ve bunların
milyonlarca ışık yılı uzakta olduklarını sanır. Oysa yıldızlar onun içinde,
beynindeki görüntü merkezindedirler. Bu yazılan okurken içinde oturduğunuzu
sandığınız odanın da aslında içinde değilsiniz; aksine oda sizin içinizdedir.
Bedeninizi görmeniz, sizi odanın içinde olduğunuza inandırır. Ancak; bedeniniz
de beyninizde oluşan bir görüntüdür.
Çünkü algılarımızın bize tanıttığı dış
dünya, aynı anda beynimize ulaşan elektrik sinyalleri bütününden başka bir
şey değildir. Beynimiz, hayatımız boyunca bu sinyalleri değerlendirir. Biz de
bunları, maddenin dışarıdaki aslı sanarak yanıldığımızın farkında
olmadan bir ömür süreriz. Yanılırız, çünkü algılarımızla maddenin kendine asla
ulaşamayız.
Dahası, dış dünya sandığımız
sinyalleri yorumlayıp anlamlı hale getiren de yine bizim beynimizdir. Örneğin
duyma algısını ele alalım. Kulağımızın içine gelen ses dalgalarının yorumunu
yaparak onu bir senfoniye çeviren yine beynimizdir. Yani müzik, beynimizin
oluşturduğu bir algıdır. Renkleri görürken de, gözümüze ulaşan sadece ışığın
farklı dalga boylandır. Bu farklı dalga boylarını renklere çeviren de yine
beynimizdir. Dış dünyada renk yoktur. Ne elma kırmızı, ne gökyüzü mavi,
ne de ağaçlar yeşildir. Onlar, sadece öyle algıladığımız için öyledirler. Dış
dünya, tamamen algılayana bağlıdır.
Nitekim gözdeki retinada oluşan küçük
bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Kimi insan maviyi yeşil, kırmızıyı
mavi, kimisi de renkleri grinin çeşitli tonları şeklinde algılar. Bu noktadan
sonra dışarıdaki nesnenin renkli olup olmaması önemli değildir. Sonuç olarak;
biz nesneleri onlar renkli olduğundan ya da dışarıda maddi bir varlığa sahip
olduklarından renkli görmeyiz. Varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, dış
dünyada değil, içimizdedir.
Şimdiye dek bir dış dünya dan,
bir de bizim gördüğümüz ve beynimizde oluşan algılar dünyasından söz ettik. Ama
dış dünyaya hiçbir zaman ulaşamadığımıza göre, bu dünyanın gerçekten var
olduğunu nasıl bilebiliriz?
Elbette ki bilemeyiz. Aksine, her
nesne, yalnızca algıların bir toplamı olduğuna, algılar da yalnız zihinde var
olduklarına göre, var olan tek dünya sadece algılar dünyasıdır. Tanıdığımız tek
dünya, zihnimizin içinde olan, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen,
kısacası zihnimizde meydana gelen bir dünyadır ve bizim, varlığından emin
olabileceğimiz tek dünya da budur.
Beynimizde seyrettiğimiz algıların
maddesel karşılıkları olduğunu ise asla ispatlayanlayız. Bu algılar pekala yapay
bir kaynaktan da geliyor olabilirler.
Bunu şöyle bir örnekle zihnimizde
canlandırabiliriz:
Önce beyninizi vücudunuzun dışına
çıkarıp, cam bir küpün içinde suni olarak yaşattığımızı düşünelim. Bir de bunun
yanına, her türlü elektrik sinyalinin üretilebildiği bir bilgisayar yerleştirelim.
Sonra, herhangi bir ortama ait görüntü, ses, koku gibi verilerin elektrik
sinyallerini yapay olarak bu bilgisayarda üretip kaydedelim. Bilgisayarı
elektrik kablolarıyla beyninizdeki algı merkezlerine bağlayalım ve burada
kayıtlı olan sinyalleri beyninize gönderelim. Bu sinyalleri algıladıkça
beyniniz (bir başka deyimle siz) bunların karşılığı olan ortamı görecek
ve yaşayacaktır.
Bu bilgisayardan beyninize, kendi
görüntünüze ait elektrik sinyalleri de gönderebiliriz. Örneğin bir masada
otururken algıladığınız bütün görme, işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel
karşılıklarını beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda
oturmakta olan bir işadamı sanacak. Bilgisayardan gelen uyarılar devam ettikçe
de bu hayali dünya devam edecektir. Yalnızca bir beyinden ibaret
olduğunu ise hiçbir şekilde anlayamayacaktır. Çünkü beynin içinde bir dünya
oluşması için beyindeki ilgili merkezlere ilgili uyarıların ulaşması
yeterlidir. Bu uyarıların yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya
da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olması fark etmez.
Ünlü bilim felsefecisi Bertrand
Russell bu konuda şunları söyler:
'Parmaklarımızla masaya bastığımız
zamanki dokunma duyusu, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde
bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların
yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla
ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik. ’
Evet, maddesel karşılıkları olmayan
algıları gerçek sanarak aldanmamız çok kolaydır. Nitekim rüyalarımızda da böyle
olur.
Sizin için maddeselle tutulan, gözle
görülen şeydir. Oysa rüyada da ‘elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz’, ama
ortada ne eliniz vardır, ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak bir şey. Bütün
bunları beynin dışında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur. Açıkça
aldanırsınız!
Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran
nedir? Sonuçta her iki yaşantı da beynin içinde oluşmaktadır. Rüya sırasında
gerçek olmayan bir dünyada rahatlıkla yaşayabiliyorsak, aynı şey pekala içinde
bulunduğumuz dünya için de geçerlidir. Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı
dediğimiz daha uzun bir rüyaya aşladığımızı düşünmemize engel hiçbir mantıklı
gerekçe yoktur. Rüyayı hayal, dünyayı gerçek saymamızın nedeni, sadece
alışkanlıklarımız ve önyargılarımızdır.
Ve bu durum, bir gün, şu anda
yaşadığımızı sandığımız dünya hayatından rüyadan uyandırıldığımız gibi uyandırabileceğimizi
gösterir.
Buraya kadar anlaşılacağı gibi,
içinde yaşadığımızı sandığımız ve dış dünya adını verdiğimiz maddesel
dünyanın aslında beynimizde oluştuğuna kuşku yoktur. Asıl önemli soru da burada
ortaya çıkar; ‘Bildiğimiz bütün maddesel varlıklar gerçekte birer algı ise, o
halde beynimiz nedir?’ Beynimiz de kollunuz, bacağımız ya da başka herhangi bir
nesne gibi maddesel dünyanın bir parçası olduğuna göre, o da diğer maddeler
gibi bir algı olmalıdır.
Şimdiye kadar olan anlatımımıza uygun
olarak beynimizin içinde bir rüya seyrettiğimizi düşünelim. Rüyada hayali bir
bedenimiz olacaktır. Hayali bir kolumuz, hayali bir gövdemiz, hayali bir
gözümüz ve de hayali bir beynimiz. Rüya sırasında bize; ‘Nerede
görüyorsun?' gibi bir soru gelse, vereceğimiz cevap; ‘Beynimde görüyorum
’ olacaktır. Ama ortada gerçek bir beyin yoktur. Sadece hayali bir vücut,
hayali bir kafatası ve hayali bir beyin vardır. Rüyanızdaki görüntüyü gören irade ise
rüyadaki hayali beyin değil, ondan daha ötede olan bir varlıktır.
Rüyadaki ortamla gerçek hayat
dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark olmadığını biliyoruz.
Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, ‘Nerede görüyorsun? ’
sorusu sorulduğunda da, üstteki gibi; ‘Beynimde! ’ cevabını vermenin de
bir anlamı yoktur. Her iki durumda da gören ve algılayan irade, bir et parçası
niteliğindeki beyin değildir.
Beyni analiz ettiğimizde karşımıza,
diğer canlı organlarda da bulunan protein ve yağ molekülleri gibi moleküllerden
daha farklı bir malzeme çıkmaz. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri
seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası ‘ben ’ dediğimiz
şeyi yaratabilecek bir şey yoktur.
Maddeden başka bir varlığı kabul
etmeyen materyalistlerin içinden çıkamadıkları asıl konu da burasıdır.
Elinizdeki kitap, içinde oturduğunuz
oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler beyninizin içinde görülmektedir. Peki
bu görüntüleri atomlar mı görüyor? Hem de kör, sağır, bilinçsiz
O atomlar... Neden atomların bir
kısmı bu özellikleri kazanmış da, diğerleri kazanamamış? Düşünmemiz,
kavramamız, hatırlamamız, sevinmemiz, üzülmemiz, bütün bunlar bu atomların
arasındaki kimyasal reaksiyonlardan mı ibaret?
Bu soruları dikkatle düşündüğümüzde,
atomlarda irade aramanın bir anlamı olmadığını' görürüz. Açıktır ki, gören,
işiten ve hisseden varlık, madde ötesinde bir varlıktır. O, ne madde, ne de
görüntü değildir. Bu varlık vücut görüntümüzü kullanarak önündeki algılarla
muhatap olur.
İşte bu varlık ruh tur.
Maddesel dünya dediğimiz algılar bütünü, işte bu
ruh tarafından seyredilen bir hayaldir. Nasıl rüyamızda sahip olduğumuz
bedenimizin ve rüyamızda gördüğümüz maddesel dünyanın bir gerçekliği yoksa,
içinde yaşadığımız evrenin ve sahip olduğumuz bedenin de maddesel bir
gerçekliği yoktur.
Gerçek olan varlık, ruhtur. Madde
ise, sadece ruhun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan
akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki kimyasal
reaksiyonlar- değil, birer ruhtur.’ (145) Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin,
Vural yay. İst. 1995, s.231
‘Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli
bir soruyla karşı karşıya getirir: Madem maddesel dünya olarak tanıdığımız şey
gerçekte ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir, o halde bu algıların kaynağı
nedir?
Maddenin kendi başına bağımsız bir
varlığı olamayacağına göre ve maddenin de bir algı, yani, yapay
bir şey olması, onun da bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir
ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak..
‘Böyle iken kafirler onu bırakıp da
birtakım ilahlar edindiler ki, bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis
kendileri yaratılıp durmaktadırlar..' (Furkan suresi,3) (146) Mevdudi,
Kur'an'da Dört Terim, Beyan Yay. İst. 1990, s.27
Bu ayetlerden de açıkça anlaşılacağı
gibi, eğer sürekli bir yaratma olmazsa, madde dediğimiz algılar da yok olur
gider. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının
da sürekli devam ettirilmesi gerektiği gibidir.
Peki, kim bizim ruhumuza; yıldızlan,
dünyayı, bitkileri, insanları, bedenimizi ve gördüğümüz diğer her şeyi sürekli
olarak seyrettirmekte olan?
Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız
tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam
eden üstün bir yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı, bu denli görkemli bir yaratılış
sergilediğine göre de, sonsuz bir güç ve kudret sahibi (olmalı)dır.
Nitekim, O Yaratıcı, bize Kendisini
tanıtır. Yarattığı algılar evreni içinde bir de kitap yaratmıştır ve bu
kitap yoluyla bize, Kendisini, evreni ve bizim neden var olduğumuzu
anlatır.
İşte O Yaratıcı, Allah! Kitabı ise
Kur'an'!
Mutlak varlık; O!
Gökler ve yer, yani evren, sadece
Allah'ın yaratmasıyla varlık bulur! O, yaratmayı durduğunda hepsi, her şey,
yok olmaya mahkumdur!
‘Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri
zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. And olsun, eğer zeval
bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O
Hâlim 'dir, bağışlayandır. ’ (Fatır suresi 41)
Ancak, insanların çoğu, Allah'ın
gücünü kavrayamadıklarından, O'nu göklerde bir yerlerde bulunan ve dünya
işlerine pek karışmayan bir varlık olarak düşünürler. Bu mantığın temeli,
evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah'ın ise bu maddelerin dışında,
uzak bir yerlerde bulunduğu şeklindedir.
Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi,
madde bir algıdan ibarettir. Gerçek mutlak varlık ise Allah'tır. Yani var olan
sadece Allah' tır. O'ndan başka her şey gölge varlıklardır. Böyle olunca da,
Allah'ın madde topluluğunun dışında olması gibi bir şey söz konusu
olamaz. Allah her yerdedir ve her yeri kaplamaktadır. Bu gerçek Kuran'da şöyle
açıklanır:
‘Allah..! O'ndan başka ilah yoktur.
Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O,
önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarınm dışında,
O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp- kuş atamazlar. O'nun kürsüsü, bütün
gökleri ve yeri kaplayıp- kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O,
pek yücedir, pek büyüktür. ’ (Bakara Suresi,255)
Allah'ın mekandan münezzeh olduğu ve
her yeri çepeçevre kuşattığı gerçeği bir başka ayette de şöyle
belirtilmektedir: ‘Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah
'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır, bilendir. ’
(Bakara Suresi 115)
Maddesel varlıklar birer algı
olduklarına göre Allah'ı göremezler, ama Allah, kendi yarattığı maddeyi her
şekliyle görür. Kur'an'da; ‘Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri
idrak eder ’ (En'am Suresi 103) denilerek, bu gerçek haber verilmektedir.
Dış dünya diye düşündüğümüz algılan
seyrederken, yani hayatımızı sürerken de, bize en yakın olan varlık, herhangi
bir algı değil, Allah'ın Kendisidir. Kur'an'da yer alan; ‘And olsun, insanı
biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona
şahdamarından daha yakınız.' (Kaf suresi 16) ayetinin sırrı da bu gerçekte
gizlidir.
Bir başka ayette geçen; ‘Muhakkak
Rabb'in insanları çepeçevre kuşatmıştır ’(İsra Suresi 60) ifadesi de yine
aynı gerçeği haber verir.
Öte yandan, bir gölge varlıktan başka
bir şey olmayan insanın, Allah'tan bağımsız bir güç ve iradeye sahip olması da
mümkün değildir. Nitekim; ‘Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah
yaratmıştır' (Saffat Suresi 96) ayeti yaşadığımız tüm olayların Allah'ın
kontrolü altında gerçekleştiğini gösterir.
Gerçek budur! Bir insan bunu
kabullenmek istemeyebilir, kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık sanmaya
devam edebilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez. Kaldı ki bu akılsızca inkarı
da, yine Allah'ın iradesi ve dilemesiyledir.’ (147) Harun Yahya, Düşünen
İnsanlar İçin, Vural Yay. 1995 s.229-231)
Her şey O'nun elinde ve O'nun
iradesine tabi.
Kur'an, İnsan ve Kainat.. Hepsi de,
Yaratıcı'nın gözler önüne serdiği, inkarı asla mümkün olmayan ve akıllara
durgunluk veren delillerle dopdolu..!
Bütün bunlara rağmen, tüm inkarcıları temsil edercesine B. Ruessel'ın,
Allah'ın varlığına ilişkin bir delil bulamadığını iddia edip; ‘Eğer, öldükten sonra, niye inanmadın diye sorarsa Allah; 'Tanrım, bana,
var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst bir delil göstermedin?' derim ’ sözünün de bir manası yoktur. (148) Altınoluk, Kasım
2000
Kur'an gibi okunacak bir Kitap ve
kitap gibi okunmayı bekleyen koca bir Kainat..! Ve kainat gibi bir İnsan
gözler önünde dururken! Kur'an, tabiat ve bizatihi insanın
kendisi ile yaratılmış her şey, Yaratıcı'nın, Tek İlah olduğuna şahitlik
edip durmuyor mu?
Bütün bunlardan sonra;
‘Ey insan! Nedir seni lütuf sahibi
Rabb'inden uzaklaştıran! ’ (İnfıtar suresi, 6)
İşte! Şuurlu varlıklar olan biz
insanları ve her şeyi yaratan mutlak varlık Yüce Allah'ın, gerçek mutluluğa,
kurtuluşa erme yolunu gösteren yüce kitabı.
Hem bu hayatta, hem de gelişi
kaçınılmaz olan ‘hesap günü’ ile birlikte, sonsuz hayatta, Allah'ın nice
nimetlerine layık olmak için ‘Okumak..!’ İlk oku emri. İş işten geçmeden
ya da ikinci ‘Oku! ’ emri gelmeden!
Bu hayat bitmiş, hesaplar görülmüş ve
herkesin yaptığı önüne getirilmiş olarak, ‘Kitabını oku! Bugün sana hesap sonucu olarak kendi nefsin yeter! ’ (İsra 13-14) (149) (Prof. Ali Özek ve ark.
Age, s.282) denileceği zamana varmadan, acı bir pişmanlıkla yüz yüze gelmeden
önce!
Ölümle, bir rüyadan uyanır gibi, bu
fani dünya hayatından “Ebedi aleme uyanmadan..! Mazeretlere sığınmadan! Okuma yeteneğini
bize lütfeden Yüce Rabb'in, Muhteşem Kitabı Kur'an'ı okumayla başlayarak;
‘Oku..!’ aklı olan bir kimse, kıyamete kadar baki olan ilahi mesaj; ‘yangından
kurtarma talimatnamesi’ Kur'an'ın; ‘İkra..!’,Oku: emrini ciddiye alır ve okur.
Aklı olmayana söz yok!
Zilletten kurtulmak; insan olarak
kalmak, eşref olmak, layıkıyla kul olmak ve ebedi kurtuluşa yükselmek için;
‘İkra..!’
Sh: 131-143
Kaynak: Dr. Hamdi Kalyoncu Dr.
Fikriye Ovak, Okuma Psikolojisi, Okumayan Bunar..! Marifet Yayınları (Ağustos)
- 2003 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar