Print Friendly and PDF

OKUMA PSİKOLOJİSİ okumayan bunar..!



Dr. Hamdi KALYONCU Dr. Fikriye OVAK,
İnsan beyni harikulade bir organ. Beynin hayranlık uyandıran yapısı esasta nöron denen sinir hücrelerinden oluşur.
Beyinde çeşitli yapı ve işlevlerde toplam 180 milyar hücrenin 60 milyar kadarı doğrudan doğruya bilgi işlemleri için görev yapar.
Her bir sinir hücresinin, uzun ve kısa uzantılarıyla diğer hücrelerle kurduğu bağlantıların sayısı bazen binlerle hatta on binlerle ifade edilir. (108) Prof. Dr.İ.Alev Anık, Öğrenme Psikolojisine Giriş, Der.Yay. İst. 1995 s. 181
Beyin kütlesi, tüm vücut kütlesinin sadece %2'sini teşkil etmesine rağmen, dinlenme koşullarında beyin metabolizması tüm vücut metabolizmasının yaklaşık %15'i, yani diğer organ­lara oranla 7,5 misli daha fazladır. Aktivite halinde ise bu daha da artar.
Beynin içinde, otomatik ve iradi faaliyetlerimizin her birinin bir merkezi var. Zihinsel faaliyetlerde ise esas iş gören bölüm beynin üst-dış kısmını oluşturan korteks diye isimlendirilen tabakasıdır. Türkçe'si ‘beyin kabuğu’ anlamına gelen korteks esasen, işin kabuğu değil şuurlu faaliyetlerin cereyan ettiği merkezdir.

‘Beynin dış kısmını oluşturan bu bölümü, beynin üstünü örten 2-5 milimetre kalınlığında, kıvrımlı, ince bir nöron (sinir hücresi) tabakasıdır ve alanı çeyrek metrekare kadardır. ’ (109) Guyton&Hall, Tıbbi Fizyoloji, 9.baskı, Nobel yay. İst. 1986, s. 733
Bizim şuurlu hareket alanımızı oluşturan ve kontrol eden yer işte burasıdır. Ve diğer merkezlerle bağlantılı olarak görev yapar.
‘Son derece geniş bir bellek deposu olan beyin kabuğu hiçbir zaman yalnız çalışmaz. Her zaman sinir sisteminin alt merkezleri ile birlikte çalışır. Bu bölüm olmadan alt beyin kıs­mının işlevleri çoğu kez hassas değildir.
Nihayet; beyin kabuğu, düşünme işlemlerinin çoğu için temel yapıdır; fakat bu işlemde tek başma değildir, diğer bölümler tarafından desteklenir. Alt merkezler, beyin kabuğun­da uyanıklığa sebep olur ve hafıza bankasını, beynin düşünme mekanizmalarına açar. Esas olarak, insan zihninde dünyayı kuran beynin bu üst-dış kısmını örten girintili çıkıntılı bir görünüm arz eden 2-5 mm kalınlığındaki kısmıdır.
Beyni Koruyan Mekanizmalar
İnsan hayatı için bir numaralı önemi haiz olan ve 'Merkezi Sinir Sistemi’ dediğimiz beyin, bu büyük önemine paralel olarak da özel korunma sistemlerine sahiptir.
Kafatası gibi, başka hiçbir organ için söz konusu olmayan kemik muhafaza ile korunmasının yanında, o harikulade çalış­masının aksamaması için de diğer organlarda görülmeyen koruyucu sistemlere sahiptir.
Bunlardan biri ve belki başta geleni oksijenle ilgilidir.
‘Vücut dokularının çoğu birkaç dakika, bazı bölümleri ise 30 dakika süreyle oksijensiz mekanizmalarla çalışabilir. Bu zaman zarfında, doku hücreleri enerjilerini glikoz ve glikojenin oksijenle birleşmeksizin, kısmi yıkımı olan anaerobik metabo­lizma ile elde eder. Bu anaerobik yol ile enerji elde etmek için çok büyük miktarda glikoz ve glikojen gereklidir. Oysa beyin hücrelerinde çok fazla glikojen depolanamaz. Bu nedenle (beyin oksijensiz kaldığı zaman) bu metabolizma yolu enerji için kullanılamaz. Ayrıca beyin dokusunda sinir hücrelerinin metabolik hızı çok yüksektir. Yani beyin dokusunda depolanan önemsiz miktardaki glikojenin anaerobik yıkımı için gereken enerjiyi sağlayamaz. Beyin dokusundaki oksijen stokları da önemsizdir. Bu nedenle nöronal aktivitenin çoğu her saniye kandan gelen oksijen ve glikozla sağlanır.
Bu değişik faktörler göz önüne alındığında, ani bir kan akımı kesintisinin ya da bir oksijen ve glikoz olmadan hayatiyeti­ni birkaç dakikadan daha fazla sürdüremez. Bunun için başka destek mekanizmalara ihtiyaç vardır.
Eğer beynin kan akımı her hangi bir zamanda yetersiz olur ve gerekli oksijen miktarı sağlanamazsa beyinde damar genişlemeleri olur. Böylece beyin kan akımı lokal düzenlenir ve beyne oksijen taşınması normal sınırlara yaklaştırılır.
Beyinde oksijen basıncının da belli bir seviyede olması şart.
‘Beynin parsiyel oksijen basıncı normalde 35-40 mm Hg arasındadır. Bu, 30 mm Hg altına düşerse beyin kan akımı hızla artmaya başlar. Bu çok yararlı koruyucu bir mekanizmadır. Çünkü bu basıncın 20 mm Hg altına düşmesi halinde beyin dokusu iflas eder. Bunun için, basıncın düşmesi ile oluşan tehlike kan akımındaki hızlanma ile önlenmiş olur.
Beynin glikojen temini de diğer dokulardan farklıdır.
Normal şartlarda beyin hücreleri tarafından kullanılan ener­jinin hemen tümü kandaki glikoz tarafından sağlanır. Oksijende olduğu gibi normal koşullarda kapiller kandan dakikalar ve saniyeler içinde alınan glikoz, sadece iki dakikalık bir glikoz miktarı dışında sinir hücrelerinde glikojen olarak depolanır. Glikozun hücre zarı boyunca nöronlara taşınması, diğer vücut hücrelerinde olduğu gibi, insülin'e bağımlı değildir. Bu nedenle insülin salgılanmasının ciddi olarak azaldığı diyabetik hastalarda bile glikoz, sinir hücreleri içine kolaylıkla gire­bilir. Bu da, diyabetik hastalarda beyin fonksiyon kaybını önleyen büyük bir şanstır.
Bir ilginç koruyucu mekanizma daha vardır ki, o da sadece sinir sisteminde bulunan 'glia ’ hücreleri tarafından sağlanır.
Beyinde kılcal kan damarlarının yoğunluğu fazladır. Kapiller (kılcal) damar sayısı ve kan akım hızı sinir hücrelerinin çekirdeklerinin yoğun olduğu beyin kabuğu gibi yerlerde yine dört kat daha fazladır. Bu kapillerler diğer vücut organlarında­ki kapillerlere göre daha az geçirgendir ve her taraftan (vücudun başka yerlerinde bulunmayan ve yalnızca beyin ve sinir dokusunun desteklenmesi ile görevli) glia hücrelerinin ayakçıkları ile desteklenmiştir. Bu sayede glia hücrelerinin küçük çıkıntıları tüm kapiller yüzeye dayanıp yüksek basınç koşullarında fiziksel destek sağlayarak, damarları aşırı ger­ilmeden korur
‘Santral Sinir Sisteminde dört ayrı türü olan bu hücrelerden microglia olarak isimlendirilenler; İnflamasyon ve dejeneratif hastalıklarda, uzantılarıyla göç ederek lezyon (hastalık) böl­gesini içine çekerek fagosite eder (yer bitirir).. Yine aynı grup­tan Astrosit isimli hücreler de, dejenere olmuş (bozulmuş) snaptik axon terminallerini (sinir hücrelerinin uzun uzantılarını) emerek fagosite eder ve prolifere olarak (genişleyerek, ilerley­erek) ölen nöronun işgal ettiği alanı doldururlar.’ (110) Richard S.Snell, MD.Ph.D.Clinical Neuroanatomy for Medical Studen U,1987 Amerika s.77)
Bu ise beyin için son derece önemlidir. Eğer herhangi bir sebeple hayatiyetini kaybeden sinir hücresi bir şekilde ortadan kaldırılıp yeri doldurulmasa idi, o zaman, bu ölen hücrelerin artıkları daha başka hastalıklara ve mikropların üremesine elverişli bir zemin oluştururdu ki, bu da beyin için, dolayısıyla insan hayatı için çok büyük tehlikelere, korkunç hastalıklara neden olurdu.
Ölen hücrelerin, sırf bu iş için görevli hücreler tarafından yenerek ortadan kaldırılmasıyla hem beyindeki sağlam sinir hücreleri korunmuş, hem de tüm vücut için oluşabilecek hayati tehlikeler önlenmiş olur.
Beyni koruyan çok önemli bir faktör daha var ki, o da oku­mak, bilgi ve eğitimdir. Okumanın beyin üzerinde öylesine önemli etkileri söz konusudur ki, başka hiçbir şeyin bunun yerini tutması mümkün değildir. Konunun yeterince anlaşıl­ması için önce zeka ve beyin gelişiminin seyrine göz atalım.
Vücuttaki birçok organ, anne kamında son şeklini almış olmasına rağmen beynin organik ve fonksiyonel gelişimi doğumdan sonra da devam eder. Buna bağlı olarak da zeka hızlı bir ilerleme gösterir. Bu hızlı gelişme 13-15 yaşına gelinceye kadar aynı şekilde sürer. 18 yaşına kadar zeka gelişimi yavaş da olsa sürer. Bu yaştan sonra ise 20'li yaşların başına kadar aynı kalır. 20-25 yaşlarından sonra da, sinir hücrelerinin her gün bir miktar ölerek kaybıyla birlikte zekada da gerileme başlar.
‘Kişi 80 yaşına gelmiş ve hala bunamamışsa zeka yaşı 12 yaşındaki seviyeye kadar inmiştir. Yetişkin ve yaşlı insan, aradaki bu açığı tecrübe ve bilgisi ile kapatır.' (146) Prof. Dr. Ayhan Songar, Psikiyatri, İst. s.324
Eğer erken bunama söz konusu olursa, zeka seviyesinin erken yaşlarda çok daha aşağılara inmesi kaçınılmaz olur.
Normal şartlarda hemen her insanda, 20 yaştan sonra sinir hücresi kaybı başlar, günde ortalama 50 bin sinir hücresi yok olur. Bu kayıp yaş ilerledikçe artar ve 60 yaşlarından sonra günde tahminen 100 bin sinir hücresi ölür. Buna bağlı olarak da beynin ağırlığı azalır.
İnsan beyni yeni doğanda 350 gr. iken 20 yaşında 1400 gr ve 90 yaşında 1000 grama kadar iner. Böylece beyin ağırlığı 65 yaşta %5, 75-80 yaşta %10, 85 yaştan sonra %20 azalır. Beyin kabuğunun hücrelerinin azalması 40 yaştan sonra görülmeye başladığı, girintili çıkıntılı olarak görülen beynin dış kısım­larında daralma ve sinir hücrelerinin azalması sonucu beynin içinde beyin-omurilik suyunun dolaştığı kanallarda genişle­menin 40-50 yaşlarında belirginleştiği görülmüştür. İleri yaşlarda beyin ağırlığının %15'i azalmakta, sinir lifleri sayısın­da %40, sinir iletim hızında ise %10 azalma olmaktadır. Bunun yanında ve bunlara bağlı olarak; motor aktivitede, bütün duyu­ların algılanmasında ve mental fonksiyonlarda da belirgin azal­ma olmaktadır.
Biyokimyasal olarak da intrasellüler (hücrc içi) enzimlerde ve nörotransmitterlerde (hücreler arası haberleşmeyi sağlayan maddelerde) değişiklikler olmakta.
Kan akımında azalma, beyinin oksijen ve glikoz metaboliz­masında da azalmayı birlikte getirmekte, oksijen ve glikoz kul­lanımıyla ilgili problemler ortaya çıkmaktadır.
Beyin elektriksel aktivitesi de yaşlanmayla yavaşlamak­tadır.
Bütün bunların sonunda gidiş bunamaya doğrudur.
Beyin öyle kıymetli ve nazik bir organ ki, kendisine değer verilmediğini görünce küsüp gider. Kadrini, kıymetini bilmeyen, onu yerli yerince kullanmayanlardan uzaklaşır, ya da bir başka ifadeyle geri alınır. Bunu, sinir fizyolojisi üzerine çalışanlar, ‘ya kullan, ya kaybet ’ ilkesiyle özetlemişlerdir.
‘Hayatın ilk haftaları, ilk ayları ve hatta belki ilk yılı içinde beynin birçok bölümü aşırı sayıda nöron üretir ve bunların aksonları da başka nöronlara bağlanmak üzere pek çok dala ayrılır. Eğer bu yeni sinir hücreleri, uygun başka nöronlarla, kas hücreleri ile veya salgı hücreleri ile bağlantı kuramazlarsa birkaç hafta içinde yok olur giderler.
‘Bir bebeğin doğumundan kısa bir süre sonra beynin çeşitli bölgelerindeki nöronların nihai sayısı ve bağlantıları ‘ya kullan ya kaybet’ ilkesine göre belirlenir. Bir örnek vermek gerekirse, yeni doğan bir hayvanın bir gözü, bir kaç hafta boyunca kapalı tutulursa, görsel korteksdeki hücre katmanları dejenere olur ve o göz hayat boyunca ya kısmen ya da tamamen kör kalır.
Normal gelişmesine ulaşan, kısaca beyin dediğimiz sinir sistemimiz kullanıldığı taktirde diri kalır.
Kullanma beyni koruyor. Okuma ve öğrenme ise sinir sis­temini en geniş çapta çalıştıran ve koruyan bir eylem olarak karşımıza çıkıyor.
Eğitim, beynin bir amaca yönelik olarak, planlı ve yeniden şekillendirilmesi işlemi olarak iki biçimde oluşabilir: Birincisi, doğumdan itibaren doğal ve sosyal çevre uyaranları tarafından oluşturulan genel bilinçlenme ve şekillenme, İkincisi ise beynin belirli bir gelişme aşamasından sonra özel gayret ve uyaranlara bağlı olarak şekillenmesi.
Eğitim düzeyinin, beyin fonksiyonlarının gelişmesindeki etkisi açıktır.
Kullanılan beyin gelişiyor ve korunuyor. Kullanılmadığı oranda ise hem kendini meydana getiren hücreleri hem de fonksiyonunu kaybediyor.
Bundan en çok etkilenen de, şuurlu faaliyetlerimizin merkezi durumunda bulunan üst beyin (korteks) denen kısım oluyor.
Zamanla, ‘Beynin bu alanında, başlangıçta var olan nöron­ların yüzde 50'si veya daha fazlası yok olur.(111) A. J. Guyton & Hail, age, s.745
Okuma eyleminin beyin kan akımı üzerindeki olumlu etki­leri, beyin dokusu için yeri başka bir şeyle doldurulamayacak derecede önem arz eder.
Bu, ileri görüntüleme metotları ile ispat edilmiştir.
Beyin kabuğunda birbirinden ayrı 250 kadar segmentte aynı anda kan akımı kaydeden bir yöntemde, 'radyoaktif ksenon' maddesi 'karotis'atar damarı içine enjekte edilir. Daha sonra her beyin kabuğu bölgesinin radyoaktivitesi kaydedilir. Bu teknikle, yerel nöronal aktivitedeki değişimlere cevap olarak, beynin her segmentinde kan akımının saniyeler içinde değiştiği saptanır. KİTAP OKUMA sırasında oksipital korteksde ve temporal korteksin lisan algılama alanlarında kan akımının arttığı tespit edilmiştir.’ (112) Guyton&Hall, age, s.733
'Beyindeki kan akımı ve glikoz metabolizmasını gösteren bir yöntem olarak, PET Yöntemi'yle de bu durum ispat edilmiştir. Okuma, konuşma ve düşünmeyi içeren mental aktivitenin eşlik ettiği serebral kan akımı ve glikoz metabolizmasındaki lokal değişiklikleri gösteren bu yöntemde; okurken, başın arka kıs­mında (oxipitalde) bir alan, düşünürken ön frontal kısımda, aktif konuşma esnasında ise, orta kısımda bir alanda artış olduğu tespit edilmiştir.’ (113) Principles of Neural Science, ABD, Third editon, Kandel, Schwartz, Jessel city, (from Discover, March s. 189 1989)
‘Her düşünce ‘Beyin Kabuğu’nun birçok bölümünde, Talamusta, Limbik sistemde ve beyin sapının Retiküler for­masyonunda eşzamanlı sinyaller oluşmasına yol açar..
Bu anlatılanların ışığında, düşünme için sinirsel aktivite bazında şöyle bir tanını ortaya koyabiliriz: Bir düşünce, sinir sisteminin, başta Serebral Korteks olmak üzere Talamus, Limbik sistem ve beyin sapındaki yukarı retiküler formasyonu da içine alan birçok bölümünün aynı anda ve belirli bir sıra içinde uyarmasının sonucudur. Buna düşünmenin bütüncül kuramı (Bolistik teori) denir.’ (114) Artur J.Guyton&Hall, age s.742
Doğumdan itibaren beynin karşılaştığı uyaranların çeşitli ve zengin olması, bu uyaranların eğitimle sürekli ve sistemli hale getirilmesi ve bütün bunların yaşam süresince devamı, beyni yaşlılığın getireceği fonksiyon kayıplarına karşı dayanıklı ve güçlü kılmaktadır. Bir başka ifadeyle, beynin temel görevlerine ek olarak; bilmeyle, öğrenmeyle ve yapmayla ilgili fonksiyon­ları ne denli geliştirilirse beyin de o ölçüde etkili kullanılır.
Okuma, beyinde o kadar etkin bir rol oynamaktadır ki, epileptik açıdan hastalık zemini bulunan bazı kimselerde epileptik deşarja bile neden olabilmektedir. Bu da okumanın beyin üzerindeki müthiş etkisinin bir başka ispatı olarak yorumlan­abilir.
Epileptik Nöbete yol açan bu olağan dışı mekanizma ilk defa Bick ford,(1954) tarafından bildirilmiştir. Foster (1977) bugüne kadar bilinen 48 vakaya kendi şahsi vakalık tecrübesi­ni eklemiştir. (115) Ernest Niedermeyer, (çev. Turgut Zileli ve ark.) Epilepsi Rehberi, Hacettepe Üni. yay. B-29. Ank. 1987 s.76
Sağlıklı kişilerde, kitap okuma ve düşünme işlevi sırasında, EEG'de (beynin elektrik aktivitesini ölçen tetkikte) ‘beta ’ elek­trik aktivitesinde artış görülür.’ (116) Bruce 1. Fisch Spehlmann'ın EEG El Kitabı, çev: Türker Şahiner Turgut yay. 1998 s.263
Bütün bu tespitler ışığımda denebilir ki, okuma, düşünme ve anlamanın beyin üzerinde meydana getirdiği etki, sinir ve akıl sağlığı için asla yeri doldurulamaz ve vazgeçilmez bir faaliyettir.
‘Büyümeyen şey ölür’; Muhammed İkbal'in isabetle ifade ettiği bu genel kural, beyin ve akıl için de geçerlidir.
Muhammed İkbal'in kıymetli eseri Cavidname'de;
Hintli bilge soruyor;
-Aklın ölümü nedir?
Cevap;
-Düşüncenin terk edilmesi!
-Kalbin ölümü nedir?
-Zikrin terk edilmesidir.’ (117) Mohammed İQbal, Le Livre de I'etemite, Fra. çev. Eva Meyerovitch ve Dr. Mohammad Mokri, Ed. Albin Michel,Paris-1962,s.41
Düşünce bilgisiz, bilgi ise okumasız olmuyorsa oku­mayanın aklı eksik olacak, aklı eksik olanın da kalbi sıkıntıya girecek demektir.
Ancak okumaktan maksat, okunan şeyin üzerinde düşün­mek ve anlamak olmalıdır. Aksi halde ‘okumak’ fiilinden arzu edilen mental ve psikolojik kazanç elde edilemez.
Okuma, anlama ve anladığını ifade etme ile birlikte olduğunda beyinde en geniş alanları çalıştıran büyük bir aktivite oluşturur.
Bundan uzak kalmanın kayıpları bir başka şeyle asla telafi edilemez.
Yaşlılık, bazı toplumlar için 80-90 yaş olarak belirlenirken, diğer bazıları için 50 yaş gibi tanımlanabilir..
Bazı araştırmalar 50 yaş ve daha sonrası için zihni fonksi­yonların önemli derecede azaldığını göstermiş olmasına rağ­men yaşlılık bir sosyal olay olarak tanımlanmakta bazılarına göre de yaşlılık sınırı 60 yaş olarak belirtilmektedir. 50-65 yaş arasında kognitif (zihni) fonksiyonların hızlı değiştiği göz önüne alınırsa 65 yaş yaşlanma için kabul edilebilir sınırdır.’ (118) Doç.Dr.Yahya Karaman, Demans, Kayseri, Geçit Yayınevi, 2000, s.28-29)
Yaşın ilerlemesiyle sinir sisteminde dönüşü olmayan değişiklikler meydana gelir.
Bulundukları ortama göre yaşlı sayılanlar arasında yapılan araştırmalarda genel olarak şu etkilenmeler ortaya konmuştur.
İlk olarak dikkati çeken bozukluk hafıza ile ilgilidir. Hafıza yaşlılarda, daha genç yaş gruplarına oranla zayıflamaktadır. Kompleks materyallerin hatırlanmasında, benzer bilgilerden yararlanılarak hatırlamada ve şekil belleğinde etkilenmeler görülmektedir.
Dikkat ve kişinin kendini, bulunduğu yeri ve zamanı bilme­si anlamında olan 'oryantasyon' da zayıflama meydana gelir.
Genellikle yaşın ilerlemesiyle birlikte incelenen bütün fonksiyonlarda azalma görülmüştür.
Özellikle hafıza bozukluğu öğrenim durumuyla çok yakın ilişki göstermiş, eğitim süresi arttıkça bu fonksiyonların daha az etkilendiği görülmüştür.
Bunamaya sebebiyet veren birçok durumda görmek mümkün olduğu gibi, yaşlılıkta ortaya çıkan ve bunamaya sebep olan Alzheimer hastalığında da eğitimin müspet etkileri tespit edilmiştir.
‘Alzheimer Derneği Başkanı ve İstanbul Tıp Fakültesi öğre­tim üyesi Prof.Dr.Murat Emre ileriki yıllarda Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkelerde neredeyse tılzheimer salgını ola­cağım gösteriyor’ diyerek, buna karşı korunmak için yaptığı tavsiyeler arasında bol bol okumak geliyor.’ Akit, Haziran 2003
‘Eğitimin Alzheimer riskini azaltan koruyucu etkisi vardır. Çalışmalarda yüksek eğitimin hastalığın başlangıcını gecik­tirdiği saptanmıştır. Mezuniyet sonrası eğitimin ve aktif sosyal ilişkiler içinde bulunmanın da yararlı olduğu bildirilmiştir. Bir görüşe göre eğitim, sinirler arası bağlantıların yoğunluğunu çoğaltarak da etki etmektedir. ’( ) Prof.Dr.Kaynak Selekler, Alzheimer, Güneş kitabevi yay. Ank. 2002, s. 3
‘Sosyokültürel seviyesi yüksek olanlarda bu hastalık daha az oranlarda görülmüş, düşük eğitim seviyesinin ileri yaşlarda hem Alzheimer, hem vasküler demans (bunama) gelişmesi için risk olduğunu göstermiştir. 75 yaşından sonra eğitimsiz bir kişinin demansa yakalanma riski, en az 8 yıl eğitim almış birine göre 2 kat daha fazla bulunmuştur.
Eğitim, en azından demans görülme yaşını geciktirmekte­dir. (Filley CM 1985, Jom A 1994 mortimer JA 1993, Ronchi 1998 Unverzaght 1998)
Yaşlı insanlar arasında yapılan karşılaştırmalı çalışmalarda eğitimsiz kişiler eğitimlilere göre yaşlılık problemleri ile karşılaşmak açısından %30 oranında daha şanssız görünmekte­dirler.
Şüphesiz, okuma ve eğitimin ‘beşikten mezara kadar’ düstürü ile ömür boyu sürdürülmelidir. Çünkü, lise yada üniversite seviyesinde bir okul bitirip de eğitimini bu seviyede dondurmuş ve okul yıllarından sonra dine bir daha kitap almamış ‘okumuş’ insanların sayısı maalesef zannedildiğinin çok üstündedir.
İnsanlara; ‘Elinizde hangi kitap var? ’ diye bir soru sor­duğunuzda, o anda ellerine bakıp; ‘Elimde kitap yok ki ’ gibi şaşkın bir cevap vermezlerse, ‘Şu sıralarda pek de okuduğum söylenemez’ diyebilirler. ‘Son bir yıl içinde hangi kitabı okudun?’ sorusuna %90-95'in üzerinde alacağınız cevap sizi memnun etmeyecektir. ‘Son beş yıl içinde hangi kitabı okuduğunuzu hatırlıyor musunuz?' şeklindeki soruya ala­cağınız cevap da büyük oranda tatminkar olmayacaktır. Bu durumda muhatabınızı rahatlıkla müjdeleyebilirsiniz(!); ‘Gözünüz aydın! Demans (bunama) sizi bekliyor’ diye. Karşınızdaki kişi; ‘Demans ne ola ki? ’ gibi bir soru soracak olurs ona, şimdi gelecek olan bölümü okutunuz, tabii eğer hala okuduğunu anlayacak kadar bir beyin kalmışsa..!
Okumamakta direnenleri orta yaştan sonra bekleyen tehlike; ‘Demans ’ yani ‘bunama ’ dır!
Alkol, uyuşturucu, sigara, sters, gece hayatı, bazı metabolik hastalıklar, beyini ilgilendiren enfeksiyonlare ve yine beyin dokusunun azalmasına sebep olan Alzheimer benzeri dejeneratif beyin hastalıkları ve kafa travması gibi sebeplerin beyin üzerinde meydana getirdiği yıkım erken yaşlarda bunamayı getirir. Beyin dokusunun yıkımı, yani sinir hücrelerinin azal­ması, zihni fonksiyonların gerilemesi sonucunu doğurur. Bu durum bazen o kadar ileri boyutlara varır ki, oluşan ‘bunama’ tablosu birçok kimse için hayatın trajedik bir tarazda sonlanmasını kaçınılmaz hale getirir.
Bu demans tablosunun bilinmesi, anlaşılması, bundan koruyucu bir ilaç gibi olan ‘Oku! ’ emrinin kıymetini ve öne­mini daha iyi anlamamıza ve ciddiye almamıza yardımcı ola­caktır.
Dementia (Demans): Akıldan yoksun olma manasında bir kelimedir. Ment akıl, de den-dan manası taşır, ia olumsuzluk ekidir. Bu kelimeyi ilk kez M.S. I. yy.' da Celsus kullanmış..
18. yüzyıl sonlarına kadar delilik anlamında kullanılmış,
19. yüzyıl sonlarına kadar kronik beyin hastalığı nedeniyle geri dönüşü olmayan akıl bozukluğu olarak tanımlanmıştır.
Demans bir semptomlar ve bulgular kompleksidir. Ve kimse bu tehlikeden uzak değildir. Bellek bozuklukları Demansın ilk belirlilerindendir. Unutkanlık, sorulara verilen cevaplarda durakla­malar şeklinde ılımlı düzeyde olabileceği gibi hastanın; işini, kendi ismini, günlük olayları hatırlamakta zorlanması şeklinde ileri düzeylerde de olabilir. ‘ (119) Doç.Dr.Yahya Karahan,age, s.35
Hafıza: Uyaranların algı aracılığıyla oluşturduğu anıları, izleri kalıpları, simgeleri, depolama, saklama beyin bölgelerine yerleştirme, yenileri ile birleştirme, hatırlama, canlandırma işlevlerini yerine getirir. Yani geçmişe ait tecrübelerin korun­ması, duruma göre uyumu ve bunlara dayalı olarak yenilere hazırlıklı bir fonksiyondur.
• Geçici olan bellek parçaları kalıcı hale getirilir. Bu depola­ma sürekli değildir, yeniden yapılandırma ile yeni ayrıntılar eski yani depodaki bilgilerle ilişkilendirilerek eski bilgilerde bir yerde kontrol edilmiş olur. Hafızadaki bilgilerin kullanıl­ması ve yapılandırılması için bilgiler depodan geri çağırma ve tarama işlemleri yapılır. Bu her ikisi de hatırlama dönemiyle ilgili bir organizasyondur. Bilgi seçilir, yenileri ile ilişkisi göz­den geçirilir, gerektiğinde depolara tekrar gönderilir. Hafıza, davranışta nispeten kalıcı değişikliklerle sonuçlanan bir procestir. Asla gözlenemez, ancak anlaşılabilir.
Hafıza beynin bütün karmaşık eylemlerinde esas rollerden birini oynar ve uyanıklık, dikkat, algılama, duygulanımla yakın­dan ilişkilidir.
Önceden bilinmeyen durumlar karşısında amaca yönelik davranış gösterilmesi anlamına gelen adaptasyon kapasitesi, büyük oranda çevreden gelen enformasyonun (bilgilerin) kaydedilip saklanmasına yani hafıza fonksiyonuna dayanır.
İşte insan beyin fonksiyonları için son derece önemli olan bu yetenek demansın oluşmaya başlaması ile yıkılma sürecine girer.
İlk Devre: Başlangıç genellikle siliktir, ilk belirtiler somatik (bedensel) bir hastalık veya psikolojik bozukluğu düşündüre­bilir, tabloda atipik özellikler fazladır. Enerji ve istek kaybı, bencillik, ve duyarlık kaybı, kuşkuculuk ve mükemmeliyetçilik, ayrıntılara karşı dikkatsizlik, emosyonel uygunsuzluk ve yetersizlik, uygunsuz fıkra ve şaka yapma, kişisel temizlik alışkanlıklarının bozulması, bellek bozuklukları ön plandadır.
Orta devrede hastalık belirtileri daha belirgin hale gelir. Kognitif (zihnî) fonksiyonlarda bozulma ile yakın hafıza kusu­ru bu devrede ortaya çıkar, uzak bellek nispeten korunmuştur. Yargılamada bozukluk, oryantasyon bozukluğu (bulunduğu yer ve zamanı bilememe) bozukluğu, konfüzyon (zihni bulanıklık, şaşkınlık hali), katastrofık reaksiyon (eskiden bilip de şimdi yapamadığı şeylere karşı reaksiyon) görülebilir.. Perseverasyon (cinsel problemler), dikkatte azalma, bir fikirde tutarlı bir şekilde duramama, konfabulasyon (masal uydurma, hatırlayamadığı yerleri uydurarak doldurma) yani, hatırlanamayan bazı kesimler hasta tarafından yakıştırma ve çoğu kez de lüzumsuz tefer­ruatla doludur. Genç dönemde, zaman, yer ve kişi oryantasyonunda (zamanı ve yeri bilme, kişileri tanımada) ileri derecede bozulma, sık kaybolmalar, paranoid (şüpheci) düşünceler., gelişir.
Bilmeye ve kavramaya ait bütün (algılama, dikkat, zeka, yargılama, soyutlama, hesaplama, gerçeği değerlendirme) yeteneklerini kapsayan fonksiyon bozuklukları tablonun ana temelini teşkil eder. Yeni bilgileri öğrenme yeteneği bozulduğu gibi eski bilgilerini de unutmaya başlar. Yakın bellekten yavaş yavaş uzak belleğe doğru bir unutma sırası vardır. Kişi eskileri de karıştırmaya başlar.
Dikkat bozuklukları, hastanın çaba gösterdiği halde çevresinde olanları fark edememesi, dikkatte ve çevreden gelen uyaranların algılanmasında genel bir azalmanın olduğu, bun­lara bağlı olarak uyaranlara uygun tepki gösterememesi duru­mudur. Uyaranların yanlış yorumlanmasıyla genel bir şaşkınlık ve sersemlik olur. Ayrıca düşüncenin sonradan hatırlayamama hali ile bir arada giden yavaşlaması, yetersizliğini belirtir.
Yargılama bozukluğu: Kendisi ve çevresi ile ilgili meselelerde karar verememe, sağlıklı düşünememe, mantıklı sonuç elde edilecek şekilde bir hüküm yürütememedir. Uygunsuz şakalar, kaba konuşma, kurallara uyamama, kişisel hijyene dikkatsizlik olur.
Çevreyi aşırı kontrol, şüphecilik, geçimsizlik, titizlik, para­noid davranışlar, saldırganlık, huzursuzluk, affektif (duygusal) bozukluklar bariz hale gelir.
Özet olarak; ‘Hastalarda evvela ufak tefek unutkanlık, dikkatini teksif edememe, okunanı anlayamama, yeni bir şey öğrenememe gibi şikayetler baş gösterirken aynı zamanda; o güne kadar kamil, faziletli, olan şahısta bir karakter değişikliği, huysuzluk, irritabilite (huzursuzluk), egoizm, sadece kendini, düşünme gibi teessüriyet kusurları da müşahede edilir. Zaman zaman paranoid (şüpheci) düşünceler dikkati çeker.
Yeniliklere karşı bir korku (neofobi) ve düşmanlık görülmeye başlar, kişi, eskiden bellediği ve alıştığı muhitini değiştirmek istemez. Ailesi tarafından muhit ve şartlar değiştirilmek istendiğinde buna bütün gücü ile mukavemet eder.
Seksüel patolojilere ait kusurlar; exibisyonizm, pederasti, hyperseksüel davranışlar, homoseksüel tandanslar, çok genç yaştakilere aşık olup onlara bütün servetini bağışlama sık sık rastlanabilecek arazlardır.
Hastalarda bir çocuklaşma (puerilizm) mevcuttur. Geveze olan hastanın yüzü şaşkın, manasız bir neşe veya hiddet ifade­si taşır; üç yaşındaki çocukla ciddi bir şekilde kavga eden, ona kızan, alınan ve dargın duran bunak dede ve nineler çoktur. Kolayca kanma ve kandırılmaları da söz konusu olabilir.
Bunlarda uykusuzluk da sıkça rastlanır. Bundan dolayı hasta geceleri bütün evi dolaşır, ocağı yakar, kahve pişirir, ocağı açık unutarak yangına sebebiyet verdiği de çok görülür..’ (120) Dr. Kriton Dinçmen, Desktiptiv ve Dinamik Psikiyatri, Atlas Kitabevi, İst, 1967, s. 186
İşte bütün bu trajedik tablo beyin hücrelerinin ölerek azal­ması sonucudur.
Bütün bunlardan sonra siz isterseniz okumayın! Ama bilin ki; Yaratan Rabb, Kıyamete kadar baki kalacak Kitap'ında ilk emir olarak, 'Yaratan Rabb' inin adıyla Oku..! ’ buyuruyor! Ve bu emrin pekçok getirisi yanında bunamaya, yani sinir hücrelerinin ölümüne karşı bir tedbir olduğu da asla unutulma­malıdır. Eğer bu emir kulak ardı edilecek olursa biliniz ki, önemli bir ihtimalle bunama sizi bekliyor olacaktır. Ve siz (sinir hücrelerinizin korunması konusunda) bu emrin şifasın­dan bir daha hiç istifade edemeyeceksiniz; çünkü bir raddeden sonra okumak isteseniz de okuduğunuzu anlayamayacak hale gelirsiniz.
Ayette ifade edilen; ‘Allah'ı unutup da, Allah'ın da kendi­lerini kendilerine unutturduğu kimselerden olmayın, ’ ikazına kulak verenlerden olmak bir anlamda Okuyanlardan olmakla mümkündür.
Bu yüce emre karşı inatla muhalefet etmenin cezalardan biri olan bunama cezası, ne büyük bir ceza!
İnsanın beynini kullanmaması sonucu, kaçınılması çok zor olan bunamanın (demansın) bazı hallerde daha erken gelişme­si de mümkündür. Birtakım faktörler; günlük sinir hücresi ölümünü 50-60 binden birkaç milyona kadar çıkararak, buna­ma tehlikesini daha da öne çeker.
Sinir hücrelerinin aşın derecede kaybı sonucu beyin dokusunun azalmasına sebep olan bu faktörleri şöylece sırala­mak mümkün;
Sigara, alkol, esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler ve kro­nik zehirlenmeler,
Alzheimer, Parkinson, Epilepsi gibi beynin dejeneratif hastalıkları,
Kafa travmaları,
Endokrin hastalıktan, Diyabet ve Üremi gibi metabolik hastalıklar.
Uzun süreli stres ve aşın ruhsal yüklenmeler,
Gece hayatı gibi düzensiz yaşam, yorucu hayat şartları, Hava kirliliği, oksijensiz ortamlarda yaşama,
Beyni etkileyen enfeksiyon hastalıkları,
Gebelikte annenin kullandığı alkol, sigara ve bazı ilaçlar, Beslenme bozukluklan ve şişmanlık.
Dikkat edilirse bu faktörler içinde, kişiyi uzun süre etkileyen ve en yaygın olan sigara ve alkoldür.
Başta sigara olmak üzere, bu etkenlere maruz kalan kimselerde, sinir hücresi kayıplan kat kat artar.
Beyinden her gün birkaç milyon sinir hücresi ölerek eksilir.
Yukarıda bahsedilen etkenlerden hiçbirinin olmaması halinde bile yine yaşlanma ile 20 yaşından itibaren, günlük elli binlerin üzerindeki sinir hücresi kayıpların önüne geçmek yada sinir hücrelerinin ölümünü azaltmak ancak okumakla mümkün olur.
Kur'an'm şifa oluş mucizesinin ilk tecellisi de bu olsa gerek.
İnsan beyni pek çok karmaşık işlemi aynı anda yürütebilen kompleks bir bilgisayardan daha fazlasını yapma kudretine sahip muhteşem bir organdır.
Okuma eylemi, çok basit gibi görünmesine karşılık tüm beyni çalışmaya sevk eder ve zinde bir ruh halini ortaya çıkarır.
Oku emrine muhatap olan insan beyninin, bu emri gerçekleştirirken ki çalışması olağanüstü, bir durum arz eder. Okuyabilme yeteneği sahip tek canlı varlık olan insanoğlu, bu işlemi gerçek­leştirmek için organik ve zihinsel yeterliliğe malik olmalıdır. Her şeyden önce bu kıymetli yeteneğini kullanabilmek yeterli bir düzeyde zekayı gerektirir. Ayrıca şuur seviyesi de okumayı gerçekleştirecek kadar açık olmalıdır.
Bunlarla birlikte bir lisan olmadan okuma gerçekleşemez.
Bunun için eşyaların ve hadiselerin bir ismi olmalı ve bun­ları beyinde sembolik düzeyde muhafaza edebilmelidir. Bu akılda tutma eylemi için de hafızaya ihtiyaç duyarız. Bilgileri hafızaya almak için ise tekrarlama ve ezberleme fonksiyonları gereklidir. Bütün bunlar öğrenme olmadan gerçekleştirilemez. Öğrenmek için gerekli olan temel şart ‘anlama’dır.
Görme fonksiyonu yerinde olmayanlarda dokunma duyusu yoluyla bu eylem gerçekleşir ve bunun için beyinde bir dizi merkez faaliyete geçer.
Eşya ve olayların insan beyninde sembolik olarak sentez edilmesi ve bir yoruma ulaşması, düşünce fonksiyonun devreye girmesiyle mümkündür.
Oku emrine muhatap olan insanın, beyinde bir okuma merkezinin varlığından, çoğunlukla haberi yoktur. Okuma işlemi, sesli ve sessiz olarak ayrı ayrı beyin alanları ile ilgilidir.
İnsan, lisan yeteneği sayesinde, değişik anlamlar ifade eden sembollerle iletişim kurarken hayvanların çoğu bunu işaretler halinde yapar. İnsanda bu iş oldukça komplekstir ve birtakım bölümlerden oluşur. Bu bölümler; konuşma, anlama, okuma, yazma, tekrarlama ve isimlendirmedir. Lisan olmadan okuya­maz ve yazamayız.
Lisanla ilgili klinik bozuklukları ise afazi olarak adlandırıyoruz. (121) Özeren Çukurova, Afaziyoloji, Ün.Tıp Fak Nöroloji, ABD, 1996, Adana
Konuşma, doğumdan en erken 1.5 yıl sonra ortaya çıka­bilirken, anlama çok daha öncelerden itibaren oluşur. İsim­lendirme ortalama 3.5-4 yaşlarında, okuma ve yazma da tam olarak 6-7 yaşlarında oluşur. Bunlar beynin doğumdan sonraki normal sağlıklı gelişimiyle ilgilidir. Tüm bu fonksiyonlar beynin daha çok bir yarım küresi içinde organize olmuşlardır. Sağ elini kullananların %99'unda, sol elini kullananların %70'inde beynin hakim yarıküresi sol yarıküredir.
İnsan beyninde lisanın konuşulur hale gelmesi için organize edilmiş belli merkezler vardır. Beyinde duyarak anlama, gör­erek anlama ve bunların birleştirilmesi ile konuşma fonksiyon­ları belli bölgelerde yerleşmiş olarak bulunur.
Dil öğrenme için öncelikle bir kelimenin duyarak anlaşıl­ması gerekir. Çocuklar lisan öğrenirken bu yolu kullanırlar.
Bilhassa Broca ve Wemicke'nin çalışmaları ile elde edilen verilerden duyarak anlamada, sol beyin yarı küresi içindeki 22. alan (Wemicke alanı-arka yan lob) etkilidir. İşitilen sesler ile ilgili uyanlar, ilk olarak işitsel beyin kabuğuna (Heschl girusu) gelir. Burada sadece sesleri algılarız. Daha sonra bu bilgi duyarak anlama alanına (Wemicke) gelir. Burada işitilen ses­lerin duyarak anlaşılması sağlanır. Duyarak anlama merkezi alanında öğrenilen mesajlar bir band aracılığıyla konuşmanın motor (hareketle ilgili) alanına aktarılır. Yani, bir kelime söyle­mek ya da okumak gibi işlevler için gerekli kasların organiza­syonu ve hareketleri motor konuşma merkezinin emirleri ile yerine getirilir. Bunun için tüm bu hareketlerin beyin kabuğun­daki merkezden düzenlenmesi gerekir. Konuşmanın program­lanması ile ilgili bu emirler 'Suplementer motor alan' denilen beyin kabuğundaki konuşma ile ilgili motor emirleri ayarlayan alandan gönderilir. Motor konuşma merkezi ise sol beyin yarım küresinde frontal lobun arka alt bölümünde bulunan Broca alanı (44.alan)dır. Broca alamnda toplanan lisanla ilgili tüm izlenimler motor korteksin konuşma sırasında görev alan kasların temsil ettiği bölgelere aktarılır.
Motor beyin kabuğundan kalkan lifler beyin sapındaki kafa sinirlerinin çekirdeklerine gelir ve buraya konuşma ile ilgili beyin kabuğundan gelen emirlerin ulaşması sonucu konuşma için gerekli hareketler yapılabilir. Ağız, dil, gırtlak, çene hareketleri vb. motor konuşma merkezi ve duyarak anlama merkezi birbirine assosiyasyon bandı denilen birleştirici bir yol ile bağlanır. Bu yola Arkuat Fasikulus denir.
Arkuat fasikulus aynı zamanda tekrarlamadan sorumludur. Yani ezberleme için gerekli tekrarlama fonksiyonu arkuat fasikulus olmadan yapılamaz.
Okuma ve yazma fonksiyonunda arkuat fasikulus ve kısmen de supra marginal girus önemli görevler üstlenir.
Lisanı kullanırken normal konuşma akıcı, düzgün olmalı, açıkça anlaşılmalı ve gramer ve kelime içeriği doğra olmalıdır. Tüm bu özellikler beyinde sol taraftaki motor konuşma alanı ve beyin kabuğundaki motor alanın bağlantıları ile sağlanır.
İlk kez dünya hayatında dil oluştuğunda isimlendirme olmasaydı insanların birbiriyle anlaşması mümkün olmazdı. Beyinde isimlendirme işlevi yine dominant inferior pariyetal (yan lobunun) beynin diğer tüm loblarının beyin kabuğu ile bağlantısı sonucu sağlanır. Yani isimlendirme işlevi sırasında beyindeki tüm lobların beyin kabuğunda faaliyeti olur.
Her iki beyin yarım küresinin arka bölümünde bulunan oksipital lobdaki görme merkezleri (18. 19.alan) tarafından görerek algılama sağlanır. Bu bilgi yine sol beyin yarım küresinde bulunan bir merkez (Angüler girus 39.alan) aracılığıyla Wemicke alanında gerçekleştirilen duyarak anlama fonksiyonu ile birleştirilir.
Angüler girus sol beyin yarım küresinde, yan lobun arka alt bölümünde bulunan okuma yazma alanıdır. Bu merkez sayesinde okuduklarımızı ve gördüklerimizi anlayabiliriz.
Okuduğunu anlayamama ile ortaya çıkan beyin bozukluğu­na 'Aleksi' denir. Bu da, ya saf kelime körlüğü veya yazma bozukluğu ile olan aleksi olarak gözlenir.
Saf kelime körlüğü olan hastalar konuşur, anlar, yazar, ancak yazılı bir metni anlayamaz, yani okuyamaz veya yazılı bir kelimeyi kopya edemez.
Yazma bozukluğu ile birlikte olan aleksi ise çok daha sık görülür. Hasta okuyamaz ve her iki eli ile de yazamaz. Bu durumdan sorumlu olan bozukluk, yukarıda bahsi geçen angüler girusdadır. İsimlendirme ile birlikte sayı sayma ve görme bozukluğu da olaya eşlik eder.
Ayrıca beyinde sağ ve sol yarım küreleri birbirine bağlayan korpus kallozum denilen yapının spleniyum parçası her iki görme alanını bağlar. Bu yapının okuduklarımızı anlamaya katkısı vardır. Bu bölgede olan her hangi bir bozuklukta kişi, akıcı yazabildiği halde, yazdığını okuyamaz, anlayamaz.
Sesli olarak okuma için beyinde, sol taraftaki, görerek anla­ma ve okuma merkezi, beynin motor alanı ve motor konuşma alanı faaliyet gösterir.
Yazı yazmak için ise yine okuma merkezi ve beynin ön bölümünde yer alan frontal loblar arasındaki bağlantılar işlev görür. Yazma yeteneğinin kaybına ise agrafı denir.
Anlama, birçok uyaranlarla karşılaşma sonucu beslenen ve gelişen bir fonksiyon olarak konuşma, okuma ve yazmaya oranla beyindeki organizasyonu daha geniş bir fonksiyondur.
Yazma işlevi ise ikinci frontal girusun arka bölümünde bulunan Exner' in hipotetik yazı yazma merkezi olarak bilinen alandan (45.Alan) motor korteksin el ve kol kasları ile ilgili motor nöronlarına uygun impulsların gönderilmesi ile gerçek­leşir.
Bu arada duysal korteksden ve duysal assosiyasyon kor- teksinden ana lisan merkezlerine gelen projeksiyonlar da konuşmanın programlanmasında önem taşımaktadır.
Lisan ve konuşma ile ilgili her işlemin beyinde ayrı ve bir biri ile irtibatlı bölgeleri var.
Konuşmada olduğu gibi yazmanın da programlanmasında suplementer motor alan önemlidir. Lisanın gerçekleşmesinde sol beyin yarım küresindeki beyin kabuğu altındaki bazı yapılar da önemli görevler üstlenmiştir.
Lisanla ilgili beyin kabuğu bölgesinin aktive olmasını Talamus denen kısım, motor hareketlerin kolaylıkla yapılması ise Putamen ve Kaudat çekirdek denilen nöron gruplarının oluşturduğu yapılarla sağlanır.
Frontal ve temporopariyetal (ön ve yan) beyin kabuğu arasındaki Broca, Wernicke ve Angüler girus alanları konuşma, anlama, tekrarlama, okuma, yazma ile ilgili bulunmuştur.
Frontal korteksle subkortikal yapılar (talamus ve striatum) arasındaki bağlantılar konuşmanın başlatılması ve sürdürülme­si ile ilgilidir.
Temporopariyetal beyin kabuğu ile, beyin kabuğu altındaki yapılar arasındaki bağlantı, anlama organizasyonuyla ilgilidir.
Pariyetal korteksle beyin kabuğu altındaki yapılar arasında­ki ilişki ise yine okuma ve yazma ile ilgili görülmüştür.
Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak hâli
Lisan merkezlerinden birinde harabiyet olursa, beyin lisan­la ilgili bazı faaliyetleri ya yerine getiremez ya da bu işlevler bozuk olarak gözlenir. Okuma için gerekli olan isimlendirme, tekrarlama, kelime üretimi, duyulan ya da okunan sembollerin anlaşılmasındaki bozukluklar doğal olarak okumayı ve oku­nanın anlaşılmasını etkiler.
Afazilerde, duyarak anlama değişik derecelerde bozulur. Wemicke alanı bozukluklarında bu özellik daha belirgindir.
Lisan bozukluğu olgularının önemli bir bölümünde okuma, yazma, duyarak anlama işlevleri, birlikte ve çoğu kez değişik derecelerde bozulur. Afazik bozukluklara sıklıkla diğer yüksek serebral fonksiyonlarla ilgili bozukluklar da eşlik eder. Okuma ve yazma fonksiyonları lisanla ilgili olarak ciddi şekilde bozu­lur.
Kuşkusuz her düşünce beyin kabuğunun bir çok bölümünde ve talamusta, limbik sistemde ve beyin sapının ağsı yapısında eş zamanlı sinyaller oluşmasına yol açar. Bazı kaba düşünceler tamamen beynin alt düzeylerine bağlıdır. Ağrı düşüncesi buna örnektir. Diğer taraftan görme ile ilgili düşünceler için beyin kabuğu gereklidir. Çünkü görsel korteksin kaybı, görsel biçim ve renk algılama yeteneğini tümüyle ortadan kaldırır. Düşünme için sinirsel aktivite bazında şöyle bir tanım ortaya koyabiliriz: Bir düşünce sinir sisteminin başlıca beyin kabuğu olmak üzere talamus, limbik sistem ve beyin sapındaki yukarı retiküler for­masyonu (Ağsı yapı'yı) da içine alan bir çok bölümünün aynı anda ve belirli bir sıra içinde uyarılmasının sonucudur. Buna, düşünmenin bütüncül kuramı (Holistik teori) denir. Limbik sis­temin, talamusun ve beyin sapındaki retiküler formasyonun uyarılan alanları, düşünceye; haz, hoşnutsuzluk, acı, rahatlık, kaba duyusal kalite ve başka genel nitelikler katarak, düşüncenin genel özelliklerini belirler. Diğer taraftan beyin kabuğunda uyarılan alanlar ise düşüncenin tek tek özelliklerini belirler.
Okuma ve düşünme ile ilgili aktivitenin yer aldığı bir bölge de prefrontal kor tekstil. Beynin ön kısmında bulunan beyin kabuğunun bu bölümü soyut düşünme, çağrışım, fikir ve aktivitenin entegrasyonu, karar verebilme, olgun düşünme, hafıza, duygusal tepkilerin şartlara göre ayarlanması ile ilgi­lidir. Ayrıca bu alan, kişideki sakinlik ve aşırı keder, mutluluk, dostluk ve huysuzluk gibi karmaşık cevapların kaynaklandığı kısımdır.
Bellek dediğimiz 'bilginin depo işlemi' de (beyindeki sinir hücrelerinin ve bağlantılarının) sinapslarm bir fonksiyonudur. Yani belirli tipteki duysal sinyalleri geçiren sinaps dizileri aynı sinyalleri bir dahaki sefere daha kolay iletme yeteneği kazanır. Bu olaya fasilitasyon (kolaylaştırma) diyoruz. Duysal sinyaller sinapslardan birçok defalar geçtikten sonra o kadar kolaylaşır ki, bizzat beyinden doğan sinyaller duysal giriş uyarılmasa bile impulsların (uyarımların) aynı sinaps düzeyinde iletilmesine neden olur. Bu ise, şahısta orijinal duyuların algılanmasına yol açar. Aslında olay duyuların hatırlanmasından ibarettir.
Anılar, bir kere sinir sisteminde depo edildikten sonra işlenme mekanizmasının bir bölümünü oluşturur. Beyinde düşünme işlemi, yeni duysal izlenimleri depo edilen anılarla karşılaştır­maktan ibarettir. Anılar yeni duyusal bilginin seçimine ve ilerde kullanılmak üzere uygun depo alanlarına ya da vücudun hemen cevap verebilmesi için motor alanlara gönderilmesine yardımcı olur.
Çok amaçlı bir bilgisayarın temel unsurları ile insan sinir sistemi arasındaki benzerlikler beynin asıl temel olarak duysal bilgileri sürekli olarak toplayıp depo edilmiş bilgilerle birlikte vücut aktivitelerinin günlük ilerleyişini idare etmek için kul­lanılan harika bir bilgisayar olduğunu gösterir.
Lisan ile okuma ve anlama işlemleri bir bütünün parçalan gibidir. Ancak okuduğunu anlamanın bir de kültürel boyutu vardır.
Anlamak için sadece 'okumak' bir işlem olarak yetmez. Dolayısı ile Oku../maktan kasıt aynı zamanda ‘anlayabilmektir.
Sadece sesli okuma esnasında kişi okuduğunu anlıyor sanılmamalıdır. Bir kişi neyi okuduğunu bilmeden de düzenli bir şekilde okuyabilir.
Okuduğunu anlama, daha çok eğitim, kültür ve zihinsel duruş la bağlantılı bir işlevdir. Bu sadece organik faktörlere bağlanamaz; ancak, okuma ve anlama için organik yeterlilik temel şarttır. Bu temel şartın üzerine yeterlilik şartı zihinsel duruş, kültür ve uygun eğitimin olmasıdır.
Sh: 83-107
Okumanın kişi ve topluma sağlayacağı bir çok kazanç yanında psikolojik faydaları da son derece önemlidir. Biz bu bölümde bunlardan bazıları üzerinde durmaya çalışacağız.
Bu çalışmamızın beyinle ilgili bölümünde geniş bir tarzda ortaya konduğu gibi, beyin dokusunun ana hücreleri olan nöronların, kullanılmadığı zaman hayatiyetini kaybetme tehlikesi var. En önemli organımız olan beynimizin, özellikle şuurlu kontrolü sağlayan ve bütün zihin ve duygu faaliyetleri­mizin merkezi olan korteksi (üst beyini) oluşturan hücreler, bilgi ve tefekkürle sürekli beslenmeye muhtaç.
Aklın giderilmesi demek olan demansı (bunama hastalığını) geciktiren yada hiç olmamasını sağlayan bir numaralı ilaç oku­maktır. Yani ‘okumak, anlamak ve düşünmek’. Beyni, beyin hücrelerini, okumak ve düşünmekten daha fazla çalıştıran ve bununla koruyan başka bir yol mevcut değil. 20'li yaşların başından itibaren, her gün 50 bin ile 100 bin arasındaki sinir hücresini kaybetme karşısında tek tedbir okumak!
Eğer insan, beyin hücrelerinin bu yıkılışının önüne geçmek üzere, okumak ve düşünmek eylemi içinde olmaz ise, ölen sinir hücreleri oranında zihni gücünden her geçen gün biraz daha kaybedecek demektir. Giderek hafıza zayıflar, dikkat azalır, unutkanlık artar, zeka geriler.
Huzursuzluk, tahammülsüzlük, verimsizlik ve tatminsizlik ortaya çıkar. Bunlara bağlı olarak da hayattan zevk alma ve yaşama isteği azalır, kaybolur.
Okuyan insan bu eylemiyle beynini organik olarak bu büyük tehlikeden koruma imkanını elde ediyor.
İslam Peygamberinin şu sözü 14 asır evvel söylenmiş olması bakımdan oldukça ilginçtir.
‘Allah-u Teala Hazretleri (verdiği) ilmi, kullarının hafızalarından silmek suretiyle almaz..’ Hadis-i Şerif (122) Riyazü's-Salihin, Diyanet işleri yay. 9.askı, s.9
İlim sahibinin hafızası silinmeyecek demek, eğitimli insan­da bunama olmayacak demektir. Modem bilimin bu konudaki son tespitlerini ifade eden bu söz bir kişinin kendiliğinden ras­gele söylemiş olduğu bir söz olarak görülemez.
Başka bir organik hastalık ve sebep; sigara, alkol, uyuşturu­cu kullanımı, bazı beyin hastalıkları söz konusu değilse, beyni­ni ilimle besleyen kimse, sırf yaşlılıktan dolayı bunamayacak, demans dediğimiz hastalıktan korunmuş olacak. Hiçbir ilacın sağlayamayacağı bir sonuç! Bunu Allah Elçisi asırlar önce bilmiş ve insanları uyarmış!
Sürekli okuyan, bilgi edinen, düşünen kimsenin hafızası sil­inmeyecekse, zihni fonksiyonları diri olacak; bilgi, kişiden sökülüp alınmayacaksa hafızası, aklı, bilinci yerinde kalacak demektir. Bu aynı zamanda bir müjde sayılmalıdır.
İdrak, hafıza, dikkat, muhakeme, zeka, duygulanım ve irade gibi akıl melekeleri yani tek kelime ile aklımız, gerekli bilgiler olmadan yeterli derecede iş göremez. Sahibini koruyamaz. Kendimizin ve çevremizin farkında olma yada bir mekanda ve zamanda yaşıyor olduğumuzu b.ilme anlamında ‘şuur’ hali için de bilgi şart. ‘Şuur’ ya da ‘bilinç’; insanın gerek şahsından, gerekse çevresinden haberdar olması ve bu iki ortam arasında bağlantı kurabilme melekesidir ki, bilgisiz iş görmesi zordur.
Şuurlu olabilmek için; akıl ve ruh sağlığı ile birlikte doğru bilgiye ihtiyaç vardır.
Ruh sağlığı, 'kişinin kendi kendisi ve çevresiyle uyum halidir' diye tarif edilir. Esasen bu tarifi; 'kişinin kendisi, çevre­si ve Tanrısı ile uyum hali' olarak ifade etmek daha doğru olur. Kendisi, çevresi ve Tanrısıyla barışık olmayan kişinin huzuru, dolayısıyla da ruhsal dengesi yerinde olamaz!
Dengenin kurulması için iki önemli şarttan biri akıl diğeri de doğru bilgidir.
Önce akıl ve zeka, sonra da aklın yolunu aydınlatacak bilgi..!
'Akıl aygıtı'nda, 'bilgi ham maddesi' kullanılarak 'düşünce' üretilir.
Bilgi olmadan, akıl ve zeka; akıl ve zeka olmadan da bilgi fazla bir mana ifade etmez.
Akim, yerli yerince ve değerince kullanılabilmesi için 'bilgi' ön şarttır.
Gebelikte, doğuştan veya erken çocukluk dönemlerindeki birtakım faktörler, geri zekalılığa sebep olabilir. Kişi, normal seviyede bir zekaya sahip olmasına rağmen, aklın yeterince kullanılmaması bir anlamda geri zekalılık sonucunu ortaya çıkarır.
Doğuştan bir uzvu, mesela, kolu olmayanın özürlülüğü ile, kolu olup da onu hiç kullanmayanın durumu arasında görüntü dışında bir fark yoktur. İkisi de aynı derecede özürlüdür. Doğuştan geri zekalı olan biri gibi, aklını hiç kullanmayan kimse de geri zekalıdır; 'fonksiyonel geri zekalı!'
‘Kur'an'a göre de, bir yanda kullanılmadan duran akıl yok sayılmalı, aklını kullanmayan insan da 'akıllı' sayılmamalıdır. Kur'an'ın bu bilinçli ve özel tercihinden yola çıkarak rahatlık­la, akletmenin insana yüklenmiş bir ödev ve yükümlülük olduğunu söyleyebiliriz. ’ (123) Mustafa İslamoğlu, age, 84
Herhangi bir şekilde aklını kullanamayan kişi kendisi, çevresi ve Tanrısı ile uyumlu olamaz. Dolayısı ile de ruhsal dengesi etkilenir. Kur'an'daki; 'anlamazlar ‘bilmezler ‘akıl­sızlar ’ ve ‘beyinsizler ’ olarak tavsif edilenlerden olurlar.
İlk insan Hz. Adem'e, hemen yaratılışıyla birlikte, Allah tarafından, gerekli bilgilerin öğretilmiş olması da bu açıdan manidardır.
Öğrenmenin ve bunun için okumanın en temel psikolojik getirisi, görüldüğü gibi, ‘fonksiyonel geri zekalı’ durumuna düşmekten kurtulmaktır.
‘Başarılı insan beyninin her iki yarısına da etkili bir şekilde kullanabilen insandır. İki lobun birlikte kullanıldığı, birbirileriyle uyumun sağlandığı ve işbirliği içinde çalıştığı durumlar­da kişisel yetenek ve etkinlikte olağanüstü artış gözlenmekte­dir. Eğitimde beynin iki lobunun kullanılması beynin kapa­sitesini iki kat değil kat kat artmasına yol açmaktadır.
Kitap okurken genelde her iki lob birlikte koordineli bir şekilde çalışmak zorunda kaldığından kitap okumak beyin loblarının dengeli gelişmesinde en faydalı faaliyetlerdendir. Sol lob tarafından takip edilen ve kavranan sözel kavramlar sağ lobta tasvir edilir. Şekil imge ve yeni düşüncelere dönüştürülür, canlandırılır.
Bilgiyi aktarmaya dayanan ‘söyleme-anlatma' şeklindeki öğretme metodu beynin sol lobunu, bir başka deyişle beynin yarısının kullanıldığı eğitim tarzıdır.
Bu tarz eğitimle; hayal gücü renk, ritim, şekil ve taratıcı düşünme gibi özelliklere sahip sağ lob fonksiyonları yerine getirilememektedir.. Bu durum sadece kişilere verilen bilgilerin belleğe kaydedilmesidir.. Bu kayıtlar ise inanılmaz bir hızla hafızadan silinmektedir, ya da öğreniciler bu kayıtlara ulaşa­mamaktadır.’( ) Prof. Dr. Osman Çakmak, 12.6.2003
Beynin her iki yanım çalıştırarak kapasiteyi kat kat artır­manın yolu olarak görünen okuyarak öğrenme, kapasiteyi artırdığı oranda kişinin başarılarını da artıracağı için son derece önemlidir.
Timur'dan aktarılan şu anekdot, ilimle elde edilecek korkusu­zluğu vurgulaması açısından oldukça anlamlıdır.
Timurlenk Şam' ı teslim alacağı sırada Şam uleması, Moğol askerlerinin, şehirde yağma yapmasını engellemesine vesile olsun diye ona karşılama töreni tertiplerler.
Timur'a, ulemanın kendisini şehrin kapısında karşılayacağı haberi ulaşır. Timur da, ulemanın bulunduğu kapıya 200-300 metre kala atından inerek, büyük bir edep içerisinde onlara doğru yürür.
O koca Timur, ulemaya hürmetinden, börkünü başından çıkararak onların huzuruna vardığında karşısında korkak insan­lar güruhunu görünce, müthiş derecede hiddetlenir. Çünkü, bütün ulema, başından sarığını çıkarmış ve esas duruşta Timur'u beklemektedir.
Rivayetlere göre Timur, şu meşhur sözünü söyler; ‘Alim cesur olmalıdır; korkak adamdan âlim olmaz. Alim korkak olursa, gördüğü hakikatleri açıkça söyleyemez.
Daha sonra da, askerlerine emir vererek, o korkaklar güruhunun bütün kitaplarını yaktırır. ’ (115) Akit, 13.8.1997
Doğru bilginin yönlendirdiği duygular ruhsal dengeyi destekleyici vasıfta oluşurken, yanlış bilgilerle gelişen duygu­lar da törpüleyici olur.
Endişe ve yersiz korkulardan uzak, huzurlu ve mutlu olmanın vazgeçilmez şartlarından biri, düşünce ve duygular arasındaki olumlu etkileşimdir. Bunun temelinde ise doğru­luğundan şüphe edilmeyen ilahi bilgiler olmalıdır.
Bilginin yanlış olduğu yerde duygu dünyamız da yanlış şekillenir. Yersiz yüceltmeler ya da gereksiz anlamsız ve oran­tısız korkular ortaya çıkar. Kendine güvensizlik ve irade zaafı gelişir.
Çünkü, insanlar, körü körüne bağlanıp sığındıkları kim­seleri ve nesneleri olduğundan farklı algılamaya meyillidirler. Kendilerinde ürküntü uyandıran nesneleri de, cehaletleri ölçüsünde büyütürler.
Hakikatin bilgisine varan insanda gereksiz yüceltme de, yersiz korkular da olmaz.
Ayetlerde, Allah'tan ancak âlimlerin hakkıyla korktuğu vur­gulanmıştır. Onlar yakinen bilirler ki, Allah'tan başka hiçbir şey doğa kanunları dışında kendinden korkmaya layık değildir.
Bu ise hürriyeti getirir.
Hürriyet, akıl ve bilgi ile elde edilir. Farabi' ye göre; bilen insan, hür iradeye sahip olma şansına erişir.
Bir insanda, sâlim düşünüşün ve irade kuvveti varsa, o insan hakkı ile hürdür. Sâlim ve iyi düşünüş ile iradeden mahrum olan kimse ise, behimi (hayvani seviyede) insandır. (124) Prof. Dr. Sait Yazıcıoğlu, İrade Hürriyeti, Diyanet Vakfı yay. 1987, s.238
Kişinin aklı ile kendini idare etme yeteneği; bilginin yol göstericiliğine muhtaçtır. Ayrıca bilginin beyin hücrelerini koruyucu özelliği ve aklın fonksiyonları için vazgeçilmez niteliği, sahibini, hürriyeti algılayacak seviyeye yükseltir.
Aklı olanın iradesi, iradesi olanın hürriyeti söz konusu ola­cağı için, bilgi beyni besleyerek akla, dolayısı ile de hürriyete yol açar.
Doğru bilgi, böylece, başkalarına kul-köle olma zeminini ortadan kaldırır.
Bilginin çok önemli bir getirisi de zihin ve davranışlar üzerindeki yönlendirme etkisidir.
Zihni kabiliyetleri üç temel başlık altında toplamak mümkün; ‘Bunlardan birincisi vukuf (bilme), İkincisi teessür (hissetme) ve üçüncüsü de irade (isteme)dir’ (125) Shafter, Bilinç, Ruh ve Ötesi, çev: Turan Koç, İstanbul 1991 s. 18
Zihinsel faaliyetlerimizi kabaca; ‘bilme’, ‘duygulanma' ve ‘irade ’ olarak üçe ayırabiliriz.
Bilme bölgesinde; düşünceyi, sanıyı, anlamayı, tahayyülü, dikkat kesilmeyi, ilgiyi, algıyı, hatırlamayı ve diğer bütün bilme dunımlarını..Teessür (duyma) bölgesinde; bedensel duyumları, hisleri, heyecanlan, mizacı.. İrade bölgesinde ise; arzulan, dürtüleri, kararlan, niyetleri, gayretleri, eylemleri, iddia ve yeltenmeleri saymak mümkün. (126) Shafter, age s.22
‘Bir tutumun (tavnn) oluşmasında şu üç temel öğeye ihtiyaç vardır,
Bilişsel (zihinsel-cognitive) öge,
Duygusal (emotional) öge,
Davranışsal (behavioral) öge.’(127) Namık Kemal Önder, Öğretimde Proğram, îlke ve Yöntemler, s.22
Bunlann üstünde ise en etkin unsur bilgidir.
‘Zihinsel öğe ’ bilgilerle şekillenir.
Yeni bilgiler vererek, mevcut bilgileri değiştirerek davranışlara etki etmek mümkün olur.
Eğitimin boyutlan da bu üç temel öğeden oluşur. Bilgi boyutu, duygu boyutu, amel (icra ve irade) boyutu. Bu öğeler ne kadar güçlü ve dengeli ise, inanç veya kulluk da o kadar güçlü, ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar da zayıftır. Kur'an hedefini gerçekleştirmede öncelikle ’bilgi'yi kullanır.
Bilgi, akıl aygıtının ham maddesi durumundadır. Kişinin davranışlarına yön veren; düşünce, fikir ve kanaatler oluşurken, edinilen bilgiler akılla işlenir.
Dışarıdan alınan bilgiler akıl cihazından geçerken, önceden edinilmiş ve kişiye mal olmuş inanç, kültür ve alışkanlıklar, şartlanmalar, tecrübeler ve bütün bunların üzerinde gelişen mizaç; heyecan, istek, arzu ve idealler işe karışır ve ortaya çıkan ürün (fikirler ve kanaatler) hem kişinin davranışlarında etkili bir unsur olur, hem de önceki birikimler arasında (önem­ine göre) yerini alır.
Bunun için doğru bilgi büyük nimet ve Rabb'in büyük lütfuna mazhariyettir.
İnsanoğlunun, irade-i cüz’iyesi ile sorumluluğunu yük­lendiği davranışlarının isabetli olabilmesi, doğru bilgilere ulaş­ması ile mümkündür.
Yaratıcı Kudret, hayatı doğru okumak için gerekli olan akıl ve zihinsel yetenekleri, her insana kendi şartlarında yetecek kadar vermiş. Algılamasında bir problem olmayan kimse, aklını kullandığı ve doğru bilgilere eriştiği sürece büyük yan­lışlara mazeret bırakmaz.
Sh: 109- 116

Bilgi düşünceyi, düşünce duygu ve davranışları etkiliyor. Buna göre bilginin doğruluğu ve muhtevası, hayatın kalitesini tayin eden önemli bir faktör.
'Sokrat, hiç kimsenin isteyerek kötülük yapmayacağını, insanlardaki ahlaki kusurun bilgisizlikten kaynaklandığını' savunurken; 'İyi olmak için doğruyu bilmek lazım' diyen Confucius da onu teyit ediyor.’ (130) H.Ziya Ülken, İslam Düşüncesine Giriş, İst. 1953, s.60
Kant'a göre, ‘İnsanın fert olarak mükemmelliği, hayatta kendi gayesini ve ödev anlayışını tespit etmesine bağlıdır. ’ (131) Leif,J.-Rustin,G, Genel Pedagoji, Çev. Nejat Yüzbaşıoğlu, Ankara, 1974, s.79
Bilgi insanoğlunun en değerli hâzinesi.. Kişinin bilgi ile yoğrulması ise eğitim. Hayat, ancak bilgi ve eğitimle anlamlı ve isabetli kılınır. Hakkında bilgiye ihtiyaç duyulan ilk şey de insanın kendisidir. Çünkü, kendi varlığını ve varlık sebebini hakkıyla bilen ve idrak eden kimse Rabb'ini de bilir.
S.Ahmet Arvasi; ‘insan önce kendini inkar etmedikçe kadir-i mutlak olan Tanrıyı inkar edemeyecektir’ diyerek bu gerçeği ifade ediyor.
‘Kur'an'a göre bilgi, sahibini sorumlu kılar. Cahil bir kimsenin bazı konularda mazeret hakkı olabilir. Kendilerine bilgi ver­ilmiş kimselerin mazereti olamaz.

Ayette; 'And olsun ki, eğer sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan şüphesiz o zaman zulmedenlerden olursun’ buyurulmaktadır. (Bakara 145) (132) Y.Fersahoğlu, age, s.237
Al-i Imran suresinde şöyle buyurulmaktadır; ‘İman etmelerinden. Resulün hak olduğuna şahadet getirmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.' (Al-i Imran, 86)
Doğru bilgi, Allah'a karşı sorumluluk bilinci oluşturur. Bu bilinç, insana ömür ve akıl sahibi kılınmış olmanın sorumlu­luğunu yükler. Yaratıcı taralından muhatap alınmış olmanın idrak yüceliğine erişme mutluluğu vermelidir.
Bu açıdan bakılınca, okumaktan kaçınmak, bir anlamda sorumluluktan kaçmak dolayısıyla mükafattan mahrum kalmaktır. Ayrıca bilginin yüklediği sorumluluğun yerine getir­ilmesi karşılığında mükafat söz konusu olduğu gibi, öğrenme imkanı varken bundan imtina etmek de cezayı gerektirir.
Bilgi rehberdir; hedeflere onunla varılır. Bilgi ışıktır; karan­lıklar onunla aydınlanır. Bilgi şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli bilgiden yoksun olan inançlar, hurafelere boğulur. Sağlıklı bilgilerle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sadmede yıkılıp giderler. Atalarımızın dediği gibi; ‘Cahilin sofusu şeytanın maskarası olur. ’
‘Ancak, bütün bunlara rağmen insanoğlu, izni ilahi ile kavrayabildiği bir takım bilgilere meftun olup aldanma konu­muna da düşebilir. Aldanmak ve kendisini yer yüzünde bir ilah sanacak kadar ileri gitmek ve tek ilahın mevcudiyetini inkara kalkışmak’ tehlikesi de sözkonusudur.’ (133) Fizilalil Kur'an, c.2 s.42
Halbuki; Her şeyi mutlak şekilde, tam ve mükemmel olarak bilen yalnız Allahu Teala'dır.
Keşfedilen bu bilgi kırıntıları insanları aldatıyor da onları keşfetme kudretini veren Yaratanını unutuyorlar. Bu ilmi inkişaflar karşısında Allah'a hamd-ü senada bulunup, şükrede­cekleri yerde, mağrurlanıyor ve şımarıyorlar. Hatta ara sıra da, bu ilmi inkişaflar yüzünden açık küfre dalıyorlar.' (134) Fizilal Kur'an, c.2 s.41
Bilgi karşısında insanlar farklı davranışlar gösterirler:
Hicri 100-160 yıllarında Basra'da doğmuş, Nahiv ilmi otoritelerinden Halil b. Ahmet insanları, bu açıdan dört gruba ayırır;
1-Grup:         Bilir ve bildiğini de bilir; ona tabi olunuz.
2-Grup:         Bilir, fakat bildiğini bilmez; bu kimse uykudadır, onu uyandırınız.
3-Grup:         Bilmez, fakat bilmediğini bilir; böyle bir kimse irşada muhtaçtır, onu irşat ediniz.
4-Grup:         Bilmez, fakat bilmediğini de bilmez; bu adam kara cahildir, ondan kaçınız.’ (135) Gazali, İhya c.3, s.204
İnsan beyninin psikolojik baskılardan kurtulup, kendi ken­disini ve çevresini doğru olarak değerlendirmesi özgürce davranabilme imkanına bağlıdır.
Ancak, ‘Özgürlük psikolojik bir olaydır, önce zihinlerde gerçekleşir. Kafaların içinde duvarlar örülmüş ise, sistemlerin, hürriyet ve özgürlük sunması fazla bir anlam ifade etmez. Beyinleri hür olmayanların hürriyeti tatmaları ve kurtuluşa ermeleri düşünülemez. Hür ve özgür bir psikolojiye sahip kim­seleri de, sistemlerin ve dikta rejimlerin ördüğü duvarlarla sınırlamak mümkün olmaz. Gerçek hürriyet önce, zihinleri esir eden ilahlardan kurtulmayla başlar; bu ilk adımdır. Hemen akabinde de inanılacak, tasdik ve teslim olunacak gerçek ilahı bulmak gelir.
Kurtuluş bahşedecek olan bu büyük arayışı doğru sonuca ulaştıracak olan sağlam bilgilerdir.
İnsanları gerçek hürriyete ve kurtuluşa eriştirecek, beyinleri özgürlüğün ışığı ile aydınlatacak, kalpleri o Yüce Yaratıcıya meftun olmanın tadına vardıracak gayret, hayatın gayesi ise; bu da tek ilaha teslimiyetle olur.
Hz. Peygambere hangi amellerin daha üstün ve efdal olduğu sorulduğu anda şöyle cevap vermişti;
‘Allah'ı bilmek. ’
Ashap, ne tür bir bilgiyi kastettiğini sorduğunda, yine; ‘Allah'ı bilmek’ demişti.
Onlar; ‘Biz amelden soruyoruz, siz ise ilimden haber veriyor­sunuz’ diye itiraz edince, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi; ‘Allah'ı bilerek yapılan amel ne kadar az olursa olsun, insana fayda verir. Allah'ı bilmeksizin yapılan ameller ise, insana bir fayda sağlamaz.’ (İbn Ahdilber,Enes'den) (100) Gazali, İhya cilt 3, s.67
Esasen, insanları doğru yola ileten, onları hidayete eriştiren de Rabb'in kendisidir.
‘Peygamberin peygamberliğini (bile) Allah tarafından bili­riz. Her ne kadar Peygamber, Allah'a çağırsa da, Allah hiçbir kimsenin gönlüne O'nu tasdik ve peygamberin peygamber olduğu bilgisini koymadan, peygamberin hak olduğu ve doğru söylediğini bilemez. Bunun için Allah; ‘Sen şüphesiz ki, sevdiğini hidayete ulaştıramazsın, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir,’ buyurmaktadır. Eğer Allah'ı bilmek Peygamberler vasıtasıyla olsaydı, insanlara marifetullah nimetini ihsan etmek, Allah'tan değil peygamberlerden olurdu. Halbuki Rabb'ini bilmek nimetini peygambere ihsan eden de Allah'tır. Peygamberi, insanlara tanıtarak tasdik ettirmesi, Allah'ın insanlar için bir nimeti ve lütfudur. ’ (136) 'İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, Çev.Mustafa Öz, Kalem Yay. İst. 1981, s.41
Bu tespit, 'tek ilah inancı' için son derece önemlidir. Çünkü 'Tek ilah inancı', hidayeti ve kurtuluşu Allah'tan bilmeyi gerek­tirir. Aksi halde 'kurtarıcı tanrılar' zihinlerde yer eder. 'Vasıta tanrılar' ortaya çıkmaya başlar ve bunlar toplumları kendilerine bağlar, kullanır, sömürürler. Bu durumda kulluk ve mutlak itaat, 'hayatın tek vazgeçilmezi' olan 'gerçek ilah'a değil de ilahlaştınlan kişi ve nesnelere yapılır.

Sh: 117-121

İnsanın insan olarak yaratılışındaki amacı gerçekleştirmek bilmeyi-öğrenmeyi gerektirir. Öğrenmeye okumaya inat etmek insanın var oluş amacını, dolayısıyla da kendini inkarı anlamı­na gelir. ‘Cehaletle’ varoluş gayesine ulaşmak mümkün ola­maz. Bilgisizlikte ısrarın sonucu, insanlığa yakışmayan pek çok belalar ve pislikler içine düşmek kaçınılmaz olur.
Ayette ifade edilen, ‘Allah, akletmeyenleri iğrençliğe mahkum eder, ’ (Yunus suresi, 100) ikazı ne müthiş bir ikazdır.
İnsan için en değerli şey ‘bilgi’ olmasına rağmen, insan hangi sebeplerle okumaktan ve öğrenmekten bu derece kaçı­nabiliyor?
İnsanlar neden cahil kalmayı tercih eder? sorusuna cevap ararken oku! emrini veren Rabb'in bu emri bildirdiği ayetten sonra gelen 6 ve 7.ayetlerdeki ifadeler oldukça dikkat çekici; ‘Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeter görerek azar. ’ (Alak, 6,7) (138) Ali Özek ve ark. Kur'an'ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, s.596
Okumak için kişinin öncelikle öğrenme arzusu duyması gerekir. Bu bir anlamda insanın eksikliğini itiraf etmesidir ki, nefse zor gelebilir. Başkalarının kendinden üstün ve daha bil­gili olduğunu kabul etmek kölay olmaz. Çoğu kimse bunu bir nevi aşağılanma olarak algılar.
Şüphesiz ki, bu, henüz kişiliği olgunlaşmamış kimseler için söz konusudur. Yoksa Hz. Ali kerremallâhü veche gibi; 'Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum' diyecek olgunlukta kişiler de yok değildir.
Doğru bilgi karşısında direniş ya da aldırmazlık içinde bulunmak gelişmemişliğin, ilkelliğin tezahüründen başka bir şey değildir.
İslam kültüründe bu durum cahiliye terimiyle ifade edilir.
Cahiliye, bilgisiz olma, ilimden uzak kalma ile birlikte İslam'a inanmayan kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemleri nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.
Kur'an; cahil, cahiliye, cahillik etme kelimelerini farklı yer­lerde benzer anlamlarda kullanmaktadır. Cehalet yalnızca bil­gisizlik değil aynı zamanda düşüncesizce hareket etme, işin doğrusu dururken yanlış yapma, ilme değil de zan ve hayallere dayanma anlamındadır.’ (139) Hüseyin K.Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyaz yay. İst. 2000, s.94
Cahiliyye; ‘iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmeyi bilmeyen, yaptıkları fena işler için asla af dilemeyen, hayra sağır, gerçeğe dilsiz, ilahi rehberliğe de kör olanları tanımlar. ’ (140) Prof. Toshihiko İzatsu Kur'anda Dini ve Ahlaki kurallar Pınar yay. 3. Baskı İst. 1994 s. 54
İnsan olabilmek bu kör saplantıya düşmemeye bağlı. Bu ise ilimsiz olmaz.
Yaratıcı hakkında yeterince doğru bilgiye sahip olmayan­ların, O'na ortak koşma, yani şirke sapma riskleri bilgisizlikleri oranında artar.
Allah konusunda doğru bilgiden yoksun olmanın tabii bir sonucu olarak, Allah'tan bilinmesi ve beklenmesi şart olan pek çok şey, başkalarından umulur, beklenir. Aracı tanrılar ortaya çıkar ve bu işin simsarları türer.
‘Allah'ı kendilerinden çok uzak gören putperest kavimler, dualarını O'na ulaştıracak, kendileri ile Allah arasında aracılık yapacak ve şefaatte bulunacak, düşük derecede ilahlar tasavvur etmişlerdir.
Halbuki her şey Allah'a muhtaç. 'De ki: Allah'tan başka ilah diye iddia ettiklerinizi çağırın da(size yardım etsinler). Bunlar, sizden, ne sıkıntıyı kaldıra­bilirler, ne de değiştirebilirler. Onların taptıkları dahi, Rabb'lerine en yakın olmak için vesile ararlar. Ve O'nun rah­metini umarlar. Ve azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı korkunç olmaktadır. ’ (İsra 17/56-57)
Bilgisizlik sonucu çoktanrıcılık sapmasına (şirke), düşmek­te önemli bir faktör de, Allah'ın sonsuz ilim sıfatının yeterince anlaşamamasıdır. Bu konuda en çok direnen ve direnişlerine mantıki deliller bulmaya çalışanların felsefeciler ve onlar gibi düşünenler olduğu görülüyor.
‘Felsefeciler, varlıkların, ezeli ve ebedi olduğu iddiası ile Aristo ve ona tabi olanlar gibi; ‘varlığın vücudu kendi içindedir, zatındadır ’ iddiasında bulunurlar. İbni Sina ve takipçileri de bu fikirdedirler. Varlıkların, gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi yaratan, eşyayı kendi kudretiyle dilediği gibi halk eden kudretin Rabb olduğunu bir türlü söyleyemezler, söylemezler. Onlara göre, Allah bu varlığı kendi irade ve isteği ile yaratmamıştır. Yaratan Rabb cüzleri ve teferruatı da bilmez. Böyle bir iddia elbette ki, yaratıcı olan Allah'ın sonsuz ilmini inkar etmektir. ’ (141) İmam İbni Teymiye,age, s.93
Allah'ı bilmez olarak görenlerin bu cahillikleri sonucu duygularıyla da sapmaya meyillidirler.
‘Tapmanın bir sevgi ve ümit, bir de korku ve saygı yönü vardır. Dua, her şeyden önce, sevgi ifade eden bir ibadettir. Halbuki müşriklerin, korku ve saygı tanrıları da vardı. Nitekim Arapların, Hübel ve Zü'l-Huleysa gibi putları da vardı ki bun­lardan kaçılır ve şerlerinden kurtulmak için tapılır.’ (142) E.H.Yazır, age s.87
Bilgiden uzak kalan kimseler bir taraftan gelişmelere ve çevreye yabancılaşırken, öte yandan giderek kendini anlaya­maz, tanıyamaz hale gelir. ‘İnsanları anlayamıyorum’, hatta ‘beni anlamıyorlar’ gibi yakınmalara sık rastlarız. Bazen de, ‘Ben bunu nasıl yaptım ’ der, kendimize şaşarız.
İnsan, önceden öğrendiklerine yenilerini katmaz ve onları sürekli tazelemezse zihninin zindeliğini koruyamaz.
Eski bilgilerle, o bilgilerin oluştuğu zamandaki şartlarla şimdi arasına giren yeni bilgiler, önemli olanın önemini azalta­cak, önemsiz gibi görünenleri de öne çıkarıp önemli hale getire­bilecektir.
Gelişen ve değişen şartlara göre yeni bilgilere ihtiyaç hissedilir.
Öğrenilenler zaman üstü bilgiler değillerse demode olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ancak vahiy kaynaklı bilgiler eskimez, değerinden bir şey kaybetmez. Beşeri bilgilerin zamanın gerisinde kalması kaçınılmazdır.
Yenilenmeyen, yeni bilgilerle desteklenmeyen kalıntı bil­gilerle şimdilerde yaşananları anlamak zordur. Eskiyen bilgiler bir taraftan önemini yitirirken, öte yandan buna bağlı olarak, bilincin, tanıma ve değerlendirme yeteneği gerileyecektir. Bunun tabii bir sonucu olarak da kişi kendini, çevresini ve olayları anlama ve değerlendirmede zorluk çekecek, insanlarla iletişimi güçleşecek. Kavramlar ve kelime haznesi yeterince gelişmediği için de ifade yeteneği güdük kalacaktır.
Yıllarca okumayan kimselerde çok sık rastlanabilecek bir özellik de tahammülsüz bir kişilikleri olmasıdır. Bu kişiler, yıl­lar önce öğrendikleri yarım yamalak bilgileri tartışmaya yanaş­mazlar. Okumayan kişi için tek doğru vardır, o da kendinin önceden beri bildiğidir. Sadece kendi kafasındakileri doğru zanneder; başka doğruların olabileceğini kabullenemez. Bu da bir anlamda çocuklara ilk öğretilen bilgilerde olduğu gibi telkin mahiyeti arz eder. Çocukluk çağlarında öğrenilenler, o zaman kafada başka bilgiler olmadığı için kritik edilemez, telkin mahiyetindedir ve mutlak doğru olarak algılanmışlardır. İneğin kuyruğunu öpüp tapmaya küçükken alıştırılanlar gibi..
Önceden öğrenilenler, sonraki bilgilerle sürekli yenilen­mezse ve gerekli düzeltmeler yapılmazsa, eskidikçe kökleşir ve adeta nasırlaşırlar. Tartışılmaz hale gelir, ne söyleseniz nasırına dokunursunuz.
Okumayan kimselerin taparcasına inanıp bağlandıkları ve her söylediğini mutlak doğru olarak kabul ettikleri, böylece yücelttikleri kişilerin dışındaki kimseleri dinlemeye tahammül­leri yoktur.
Liderleri ve yöneticilerine körükörüne bağlanışlar da, henüz kafa başka bir şey olmadığı ve telkine müsait bulunduğu için çocukluk ve gençlik döneminde gelişir. Eğitim sistemleri, henüz ilkokul sıralarında körpecik beyinleri, kurtarıcı ve kahraman efsâneleri ile böyle şartlandırırlar. Onların ilah gibi görülmeler­ine sebep olurlar. Bu anlamda, ineklere tapındıran inanışlarla liderleri putlaştıran mekanizmalar aynı şekilde gelişir.
Kutsal kitap, ilk emir olarak Oku! ’ derken, bunu yapmayan ama inandığını öne sürenler kutsala karşı direniş içinde bulunuyorlar demektir. Okumamak, hem yaratılış amacına hem de Yaratıcı Kudrete karşı bir pasif direniştir.
Bir emrin önemi ona karşı direnişin cezasının da büyük ola­cağını gösterir. Okumanın meydana getireceği çok büyük kazançlara karşılık okumamanın da başka bir yolla telafi edilmesi imkansız kayıpları ortaya çıkacaktır.
Okumaya karşı direnişin cezalarından biri ve belki başta geleni, insanın eşref mevkiinde bulunmasının esasını teşkil eden beynin dumura uğraması ve buna bağlı olarak da aklın eksilmesidir.
Okumayanlar organik olarak beynini, fonksiyonel olarak da aklını kaybetme tehlikesine karşı korumasız kalacaklardır.
‘insanoğlunun en az kullandığı organ hangisidir?' diye sorulsa, pek çok kimse için buna verilecek cevap 'beyin!' ola­caktır.
Midesini yada bilmem neresini kullanmak kişiye haz verirken, beynini kullanmak adeta bir eziyet olarak görülebilir.
Nefsi hazlara yöneliş kolaydır. Kalbi hazlara yönelmek de pek zor olmaz. Ama, ruhi ve akli hazlan tanıyabilmek herkese nasip değil. Ruhi hazlar, Yaratıcı Kudret'in zikriyle elde edilirken, akli hazlara bilgi ve düşünceyle varılır. Bunun için okumak, araştırmak, gözlem ve tefekkür gerekir.
Halbuki beyin, insanın en kıymetli organı, diğer bütün organlar beyne muhtaç. En önemlisi de aklın mahallinin, zem­ininin beyin olmasıdır. Bu sebeple de özellikle korunmalıdır.
Okumaktan uzak duran toplumlar aşağılanmaya mahkum­dur. Onlar için ‘gelecekten’ umutvar olmak hayalciliktir. Ta ki, fertleri okuyan bir toplum olana dek!
Yoksa Mevlana'nın dediği gibi sinek mesabesinde kalır insan!
Mevlana'nın gözünde insanlar iki tür;
‘Biri, halkı yetiştiren, geliştiren Tanrı'ya mensup bilginler..
Diğerleri; kurtuluş yolunda bir şey belleyip öğrenen, bilgi elde etmeye çalışan kişi. İnsanların bu iki bölüğünden gayrisi hayvanların yüzüne gözüne konan küçücük sineklerdir.'
(143) Mevlana Celaleddini Rumi Fihi Matih A. Gökalp 1000 Temel eser KB4 s.273)
Sh: 123-129

Bilgi, düşünce ve inançlar söz konusu olduğunda gerçek nedir? sorusu, insanoğlunu hep meşgul ede gelmiştir.
Bu çerçevece düşünce dünyamızı yönlendiren, daha çok dış dünyadan beş duyumuz kanalıyla elde ettiklerimizdir.
Ancak, dış dünyadan, beş duyumuz ile algıladıklarımızın gerçeğin tamamını kapsamadığı açıktır. Dış dünyaya açılan bilgi kanallarımız; görme, işitme, koklama, tat alma ve dokun­ma ile ilgili duyu organlarımızın algılama imkanları oldukça sınırlı iır.
İnsanların; ‘Ben sadece gördüğüme, duyduğuma, işittiğime inanırım ’ dediğine sıkça şahit oluruz. Halbuki böyle söyleyen­ler de dahil olmak üzere kimse, yalnızca gördüğüne, işittiğine inanıp ona göre hareket etmez. Birikimler, deneyimler, hisler, arzular, istekler, umutlar, korkular, beklentiler, inanç, kültür hulasa tüm elemanları ile ruh hâlimiz, hem algılamamızı, hem de algıladıklarımız karşısında alacağımız tavrı belirler. İşte, olaylar ve inançlar karşısındaki tavrımızı belirleyen bu tutumu­muzu zihinsel duruş olarak adlandırabiliriz.
Zihinsel duruşumuz; aldığımız eğitim, inançlarımız ve içselleştirerek kişilik özelliği haline getirdiğimiz kültür ve alışkanlıklarımızla bağlantılı olarak ortaya çıkar. Bu ise, olaylara bakış açımızı etkilediği gibi, takınacağımız tavrı ve tepkimizi de belirleyen baş faktör olur.
‘Görebildiklerimiz, yalnız, bir biçimde gözümüzdeki retina tabakası üzerindeki suret ya da imgelere indirgenemez. Gördüklerimiz, genellikle 'zihinsel duruşumuz' denilen şeye; bilgilerimize, beklentilerimize ve kültürel yetişmemize bağlıdır. Bu, gördüklerimizi de önemli ölçüde etkiler. ’ (144) Nigel Warburton, Felsefeye Giriş, (çev.Ahmet Cevizci, Paradigma yay. İst.2000, s. 128
Dolayısı ile kişiliğimizin tezahürü olan zihinsel duruşumuz olmadan, sadece gözle gördüklerimizle olaylara anlam yükleyemeyiz.
Esasen bilimsel gelişmeler de göstermiştir ki, gözle gördük­lerimiz dahil olmak üzere, beş duyumuzla aldığımız bilgiler hiçbir zaman mutlak ve tartışılmaz değildir.
‘Yaşadığımız dünya ile ilgili tüm bilgilerimiz, bize beş duyumuz aracılığı ile gelir. Yani biz, gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu; burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir dünyayı tanırız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için ‘dış dünya’nın, duyularımızla bize tanıttığından farklı olabileceğini belki de hiç düşünmeyiz.
Bugün birçok bilim dalında yapılan araştırmalar son derece farklı bir anlayışı beraberinde getirmiş; algılarımız ve algıladığımız dünya ile ilgili ciddi şüphelerin oluşmasına neden olmuştur.
Bu yeni anlayışın çıkış noktası ise şudur: Bizim dış dünya olarak algıladıklarımız, yalnızca elektrik sinyallerinin beyni­mizde yarattığı etkilerdir. Elmanın kırmızılığı, tahtanın sertliği, dahası anneniz, babanız, aileniz, sahibi bulunduğumuz bütün mallar, eviniz, işiniz ve bu kitabın satırları yalnızca ve yalnız­ca beynimizdeki (algı kanallarımızla beynimize ulaşan) elek­trik sinyallerinden ibarettir.
Bunun için Frederick Vester, bazılarının; ‘İnsan bir hayaldir; aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır; bu evren bir gölgedir’ şeklindeki sözlerinin günümüzde bilimsel olarak kanıtlanmakta olduğunu söylüyor.
Konuyu açıklamak için öncelikle, dış dünya hakkında bize en çok bilgi veren duyumuz olan görme den söz edelim.
Görme olayı oklukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki reti­naya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarılan, sinirler aracılığı ile beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu sinyaller bir dizi işlemden sonra beyinde­ki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki küçük ve ışığa tamamen kapalı, kapkaranlık bir noktada gerçekleşir.
Şimdi, genelde herkesçe bilinen bu bilgiye bir kez daha dikkatlice bakalım:
Biz, ‘görüyorum’ derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu ‘etkiyi’ görürüz. Yani beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz.
Aynı durum diğer algılar için de geçerlidir. Ses, dokunma, tat ve koku duyulan da beyinde birer elektrik sinyali olarak algılanır.
Dolayısı ile görme ve diğer algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki ‘aslı’ ile değil, beynimizdeki kopyalan ile muhat­ap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zanned­erek yanılırız.
Bu fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına madde, dünya ya da evren dediğimiz kavramlar, sadece ve sadece beyni­mizde oluşan elektrik sinyalleridir.
Örneğin meyve yiyen biri, meyvenin beynindeki algısıyla muhataptır, aslıyla değil. Kişinin meyve diye nitelendirdiği şey, meyvenin biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine (şekline) ait elektriksel bilginin beyinde algılanmasından ibarettir. Eğer beyne giden görme sinirini keserseniz, meyve görüntüsü de bir anda yok olur. Veya burundaki algılayıcılardan beyne uzanan sinirde­ki bir kopukluk, koku algınızı tamamen ortadan kaldırır.
Üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir husus da uzaklık hissidir. Uzaklık, örneğin bu kitapla aranızdaki mesafe, sadece beyninizde meydana gelen bir boşluk hissidir. Bir insanın ken­disinden çok uzakta sandığı maddeler de aslında beyninin içindedir. Beynin içindeki sinyallerdir. Örneğin insan göğe bakıp yıldızlan seyreder ve bunların milyonlarca ışık yılı uzakta olduklarını sanır. Oysa yıldızlar onun içinde, beynindeki görün­tü merkezindedirler. Bu yazılan okurken içinde oturduğunuzu sandığınız odanın da aslında içinde değilsiniz; aksine oda sizin içinizdedir. Bedeninizi görmeniz, sizi odanın içinde olduğunuza inandırır. Ancak; bedeniniz de beyninizde oluşan bir görün­tüdür.
Çünkü algılarımızın bize tanıttığı dış dünya, aynı anda beynimize ulaşan elektrik sinyalleri bütününden başka bir şey değildir. Beynimiz, hayatımız boyunca bu sinyalleri değer­lendirir. Biz de bunları, maddenin dışarıdaki aslı sanarak yanıldığımızın farkında olmadan bir ömür süreriz. Yanılırız, çünkü algılarımızla maddenin kendine asla ulaşamayız.
Dahası, dış dünya sandığımız sinyalleri yorumlayıp anlam­lı hale getiren de yine bizim beynimizdir. Örneğin duyma algısını ele alalım. Kulağımızın içine gelen ses dalgalarının yorumunu yaparak onu bir senfoniye çeviren yine beynimizdir. Yani müzik, beynimizin oluşturduğu bir algıdır. Renkleri görürken de, gözümüze ulaşan sadece ışığın farklı dalga boylandır. Bu fark­lı dalga boylarını renklere çeviren de yine beynimizdir. Dış dünyada renk yoktur. Ne elma kırmızı, ne gökyüzü mavi, ne de ağaçlar yeşildir. Onlar, sadece öyle algıladığımız için öyledirler. Dış dünya, tamamen algılayana bağlıdır.
Nitekim gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Kimi insan maviyi yeşil, kırmızıyı mavi, kimisi de renkleri grinin çeşitli tonları şeklinde algılar. Bu nok­tadan sonra dışarıdaki nesnenin renkli olup olmaması önemli değildir. Sonuç olarak; biz nesneleri onlar renkli olduğundan ya da dışarıda maddi bir varlığa sahip olduklarından renkli görmeyiz. Varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, dış dünyada değil, içimizdedir.
Şimdiye dek bir dış dünya dan, bir de bizim gördüğümüz ve beynimizde oluşan algılar dünyasından söz ettik. Ama dış dünyaya hiçbir zaman ulaşamadığımıza göre, bu dünyanın gerçekten var olduğunu nasıl bilebiliriz?
Elbette ki bilemeyiz. Aksine, her nesne, yalnızca algıların bir toplamı olduğuna, algılar da yalnız zihinde var olduklarına göre, var olan tek dünya sadece algılar dünyasıdır. Tanıdığımız tek dünya, zihnimizin içinde olan, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana gelen bir dünyadır ve bizim, varlığından emin olabileceğimiz tek dünya da budur.
Beynimizde seyrettiğimiz algıların maddesel karşılıkları olduğunu ise asla ispatlayanlayız. Bu algılar pekala yapay bir kaynaktan da geliyor olabilirler.
Bunu şöyle bir örnekle zihnimizde canlandırabiliriz:
Önce beyninizi vücudunuzun dışına çıkarıp, cam bir küpün içinde suni olarak yaşattığımızı düşünelim. Bir de bunun yanı­na, her türlü elektrik sinyalinin üretilebildiği bir bilgisayar yer­leştirelim. Sonra, herhangi bir ortama ait görüntü, ses, koku gibi verilerin elektrik sinyallerini yapay olarak bu bilgisayarda üretip kaydedelim. Bilgisayarı elektrik kablolarıyla beyninizdeki algı merkezlerine bağlayalım ve burada kayıtlı olan sinyalleri beyninize gönderelim. Bu sinyalleri algıladıkça beyniniz (bir başka deyimle siz) bunların karşılığı olan ortamı görecek ve yaşayacaktır.
Bu bilgisayardan beyninize, kendi görüntünüze ait elektrik sinyalleri de gönderebiliriz. Örneğin bir masada otururken algıladığınız bütün görme, işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda oturmakta olan bir işadamı sanacak. Bilgisayardan gelen uyarılar devam ettikçe de bu hayali dünya devam edecektir. Yalnızca bir beyinden ibaret olduğunu ise hiçbir şekilde anlayamayacaktır. Çünkü beynin içinde bir dünya oluşması için beyindeki ilgili merkezlere ilgili uyarıların ulaşması yeterlidir. Bu uyarıların yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olması fark etmez.
Ünlü bilim felsefecisi Bertrand Russell bu konuda şunları söyler:
'Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusu, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımız­daki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik. ’
Evet, maddesel karşılıkları olmayan algıları gerçek sanarak aldanmamız çok kolaydır. Nitekim rüyalarımızda da böyle olur.
Sizin için maddeselle tutulan, gözle görülen şeydir. Oysa rüyada da ‘elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz’, ama ortada ne eliniz vardır, ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak bir şey. Bütün bunları beynin dışında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur. Açıkça aldanırsınız!
Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran nedir? Sonuçta her iki yaşantı da beynin içinde oluşmaktadır. Rüya sırasında gerçek olmayan bir dünyada rahatlıkla yaşayabiliyorsak, aynı şey pekala içinde bulunduğumuz dünya için de geçerlidir. Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha uzun bir rüyaya aşladığımızı düşünmemize engel hiçbir mantıklı gerekçe yok­tur. Rüyayı hayal, dünyayı gerçek saymamızın nedeni, sadece alışkanlıklarımız ve önyargılarımızdır.
Ve bu durum, bir gün, şu anda yaşadığımızı sandığımız dünya hayatından rüyadan uyandırıldığımız gibi uyandıra­bileceğimizi gösterir.
Buraya kadar anlaşılacağı gibi, içinde yaşadığımızı sandığımız ve dış dünya adını verdiğimiz maddesel dünyanın aslında beynimizde oluştuğuna kuşku yoktur. Asıl önemli soru da burada ortaya çıkar; ‘Bildiğimiz bütün maddesel varlıklar gerçekte birer algı ise, o halde beynimiz nedir?’ Beynimiz de kollunuz, bacağımız ya da başka herhangi bir nesne gibi mad­desel dünyanın bir parçası olduğuna göre, o da diğer maddeler gibi bir algı olmalıdır.
Şimdiye kadar olan anlatımımıza uygun olarak beynimizin içinde bir rüya seyrettiğimizi düşünelim. Rüyada hayali bir bedenimiz olacaktır. Hayali bir kolumuz, hayali bir gövdemiz, hayali bir gözümüz ve de hayali bir beynimiz. Rüya sırasında bize; ‘Nerede görüyorsun?' gibi bir soru gelse, vereceğimiz cevap; ‘Beynimde görüyorum ’ olacaktır. Ama ortada gerçek bir beyin yoktur. Sadece hayali bir vücut, hayali bir kafatası ve hayali bir beyin vardır. Rüyanızdaki görüntüyü gören irade ise rüyadaki hayali beyin değil, ondan daha ötede olan bir varlık­tır.
Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark olmadığını biliyoruz. Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, ‘Nerede görüyorsun? ’ sorusu sorulduğunda da, üstteki gibi; ‘Beynimde! ’ cevabını vermenin de bir anlamı yoktur. Her iki durumda da gören ve algılayan irade, bir et parçası niteliğindeki beyin değildir.
Beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organlarda da bulunan protein ve yağ molekülleri gibi moleküllerden daha farklı bir malzeme çıkmaz. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası ‘ben ’ dediğimiz şeyi yaratabilecek bir şey yoktur.
Maddeden başka bir varlığı kabul etmeyen materyalistlerin içinden çıkamadıkları asıl konu da burasıdır.
Elinizdeki kitap, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzde­ki bütün görüntüler beyninizin içinde görülmektedir. Peki bu görüntüleri atomlar mı görüyor? Hem de kör, sağır, bilinçsiz
O atomlar... Neden atomların bir kısmı bu özellikleri kazanmış da, diğerleri kazanamamış? Düşünmemiz, kavramamız, hatırlamamız, sevinmemiz, üzülmemiz, bütün bunlar bu atomların arasındaki kimyasal reaksiyonlardan mı ibaret?
Bu soruları dikkatle düşündüğümüzde, atomlarda irade ara­manın bir anlamı olmadığını' görürüz. Açıktır ki, gören, işiten ve hisseden varlık, madde ötesinde bir varlıktır. O, ne madde, ne de görüntü değildir. Bu varlık vücut görüntümüzü kulla­narak önündeki algılarla muhatap olur.
İşte bu varlık ruh tur.
Maddesel dünya dediğimiz algılar bütünü, işte bu ruh tarafın­dan seyredilen bir hayaldir. Nasıl rüyamızda sahip olduğumuz bedenimizin ve rüyamızda gördüğümüz maddesel dünyanın bir gerçekliği yoksa, içinde yaşadığımız evrenin ve sahip olduğu­muz bedenin de maddesel bir gerçekliği yoktur.
Gerçek olan varlık, ruhtur. Madde ise, sadece ruhun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar- değil, birer ruhtur.’ (145) Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin, Vural yay. İst. 1995, s.231
‘Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli bir soruyla karşı karşıya getirir: Madem maddesel dünya olarak tanıdığımız şey gerçek­te ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir, o halde bu algıların kaynağı nedir?
Maddenin kendi başına bağımsız bir varlığı olamayacağına göre ve maddenin de bir algı, yani, yapay bir şey olması, onun da bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak..
‘Böyle iken kafirler onu bırakıp da birtakım ilahlar edindiler ki, bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar..' (Furkan suresi,3) (146) Mevdudi, Kur'an'da Dört Terim, Beyan Yay. İst. 1990, s.27
Bu ayetlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, eğer sürekli bir yaratma olmazsa, madde dediğimiz algılar da yok olur gider. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam ettirilmesi gerektiği gibidir.
Peki, kim bizim ruhumuza; yıldızlan, dünyayı, bitkileri, insanları, bedenimizi ve gördüğümüz diğer her şeyi sürekli olarak seyrettirmekte olan?
Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı, bu denli görkemli bir yaratılış sergilediğine göre de, sonsuz bir güç ve kudret sahibi (olmalı)dır.
Nitekim, O Yaratıcı, bize Kendisini tanıtır. Yarattığı algılar evreni içinde bir de kitap yaratmıştır ve bu kitap yoluyla bize, Kendisini, evreni ve bizim neden var olduğumuzu anlatır.
İşte O Yaratıcı, Allah! Kitabı ise Kur'an'!
Mutlak varlık; O!
Gökler ve yer, yani evren, sadece Allah'ın yaratmasıyla var­lık bulur! O, yaratmayı durduğunda hepsi, her şey, yok olmaya mahkumdur!
‘Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. And olsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O Hâlim 'dir, bağışlayandır. ’ (Fatır suresi 41)
Ancak, insanların çoğu, Allah'ın gücünü kavrayamadıkların­dan, O'nu göklerde bir yerlerde bulunan ve dünya işlerine pek karışmayan bir varlık olarak düşünürler. Bu mantığın temeli, evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah'ın ise bu maddelerin dışında, uzak bir yerlerde bulunduğu şeklindedir.
Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi, madde bir algıdan ibarettir. Gerçek mutlak varlık ise Allah'tır. Yani var olan sadece Allah' tır. O'ndan başka her şey gölge varlıklardır. Böyle olunca da, Allah'ın madde topluluğunun dışında olması gibi bir şey söz konusu olamaz. Allah her yerdedir ve her yeri kapla­maktadır. Bu gerçek Kuran'da şöyle açıklanır:
‘Allah..! O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarınm dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp- kuş atamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp- kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. ’ (Bakara Suresi,255)
Allah'ın mekandan münezzeh olduğu ve her yeri çepeçevre kuşattığı gerçeği bir başka ayette de şöyle belirtilmektedir: ‘Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah 'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır, bilendir. ’ (Bakara Suresi 115)
Maddesel varlıklar birer algı olduklarına göre Allah'ı göre­mezler, ama Allah, kendi yarattığı maddeyi her şekliyle görür. Kur'an'da; ‘Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder ’ (En'am Suresi 103) denilerek, bu gerçek haber ver­ilmektedir.
Dış dünya diye düşündüğümüz algılan seyrederken, yani hayatımızı sürerken de, bize en yakın olan varlık, herhangi bir algı değil, Allah'ın Kendisidir. Kur'an'da yer alan; ‘And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.' (Kaf suresi 16) ayetinin sırrı da bu gerçekte gizlidir.
Bir başka ayette geçen; ‘Muhakkak Rabb'in insanları çepeçevre kuşatmıştır ’(İsra Suresi 60) ifadesi de yine aynı gerçeği haber verir.
Öte yandan, bir gölge varlıktan başka bir şey olmayan insanın, Allah'tan bağımsız bir güç ve iradeye sahip olması da mümkün değildir. Nitekim; ‘Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır' (Saffat Suresi 96) ayeti yaşadığımız tüm olayların Allah'ın kontrolü altında gerçekleştiğini gösterir.
Gerçek budur! Bir insan bunu kabullenmek istemeyebilir, kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık sanmaya devam ede­bilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez. Kaldı ki bu akılsızca inkarı da, yine Allah'ın iradesi ve dilemesiyledir.’ (147) Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin, Vural Yay. 1995 s.229-231)
Her şey O'nun elinde ve O'nun iradesine tabi.
Kur'an, İnsan ve Kainat.. Hepsi de, Yaratıcı'nın gözler önüne serdiği, inkarı asla mümkün olmayan ve akıllara durgun­luk veren delillerle dopdolu..!
Bütün bunlara rağmen, tüm inkarcıları temsil edercesine B. Ruessel'ın, Allah'ın varlığına ilişkin bir delil bulamadığını iddia edip; Eğer, öldükten sonra, niye inanmadın diye sorarsa Allah; 'Tanrım, bana, var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst bir delil göstermedin?' derim ’ sözünün de bir manası yoktur. (148) Altınoluk, Kasım 2000
Kur'an gibi okunacak bir Kitap ve kitap gibi okunmayı bekleyen koca bir Kainat..! Ve kainat gibi bir İnsan gözler önünde dururken! Kur'an, tabiat ve bizatihi insanın kendisi ile yaratılmış her şey, Yaratıcı'nın, Tek İlah olduğuna şahitlik edip durmuyor mu?
Bütün bunlardan sonra;
‘Ey insan! Nedir seni lütuf sahibi Rabb'inden uzaklaştıran!(İnfıtar suresi, 6)
İşte! Şuurlu varlıklar olan biz insanları ve her şeyi yaratan mutlak varlık Yüce Allah'ın, gerçek mutluluğa, kurtuluşa erme yolunu gösteren yüce kitabı.
Hem bu hayatta, hem de gelişi kaçınılmaz olan ‘hesap günü’ ile birlikte, sonsuz hayatta, Allah'ın nice nimetlerine layık olmak için ‘Okumak..!’ İlk oku emri. İş işten geçmeden ya da ikinci ‘Oku! ’ emri gelmeden!
Bu hayat bitmiş, hesaplar görülmüş ve herkesin yaptığı önüne getirilmiş olarak, ‘Kitabını oku! Bugün sana hesap sonu­cu olarak kendi nefsin yeter! ’ (İsra 13-14) (149) (Prof. Ali Özek ve ark. Age, s.282) denileceği zamana varmadan, acı bir piş­manlıkla yüz yüze gelmeden önce!
Ölümle, bir rüyadan uyanır gibi, bu fani dünya hayatından “Ebedi aleme uyanmadan..! Mazeretlere sığınmadan! Okuma yeteneğini bize lütfeden Yüce Rabb'in, Muhteşem Kitabı Kur'an'ı okumayla başlayarak; ‘Oku..!’ aklı olan bir kimse, kıyamete kadar baki olan ilahi mesaj; ‘yangından kurtarma talimatnamesi’ Kur'an'ın; ‘İkra..!’,Oku: emrini ciddiye alır ve okur. Aklı olmayana söz yok!
Zilletten kurtulmak; insan olarak kalmak, eşref olmak, layıkıyla kul olmak ve ebedi kurtuluşa yükselmek için; ‘İkra..!’
Sh: 131-143
Kaynak: Dr. Hamdi Kalyoncu Dr. Fikriye Ovak, Okuma Psikolojisi, Okumayan Bunar..! Marifet Yayınları (Ağustos) - 2003 İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar