ON BİRİNCİ SİFİR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YETMİŞ BİRİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
VASIL
Fasıllar: Konuyla İlgili Hadisler
Konuyla ilgili hadislerin tümünü zikretmek yerine,
gereklilerini zikredeceğim. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in (nasıl)
hac yaptığını Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilen hadisten aktarıp bölümün
kalan kısmında nebevi haberlerden zikredebileceğimiz kadarını zikredeceğiz.
[Birinci] Hadis: Haccın ve Umrenin Fazileti
Müslim,
es-Sahih’te Ebu Hureyre’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bir umre, diğer umreye kadar
işlenen günahların kefaretidir. Mebrûr (kabul olunmuş) bir haccın ödülü ise sadece
cennet olabilir.’
Kefaret (kelime anlamı örtmek olduğu
için) örtmeyi gerektirir, cennet de (kelime anlamı bakımından) örtmeyi
gerektirir. Umrenin ‘örtmesi’ iki umre arasında gerçekleşirken haccm
(günahları) örtmesinde böyle bir şart yoktur. Peygamber burada haccı, ‘mebrûr’
olmayla sınırlandırdı. Kelimenin türetildiği birr (iyilik), ihsan demek iken
ihsan müşahededir ya da müşahede gibidir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem (Cibril hadisinde) ihsanı yorumlarken ‘İhsan, Allah Teâlâ’yı görür gibi
ibadet etmendir’ demişti. Böylece cennet, iyilikle nitelenmiş bir hacdan
meydana gelir. Bu durumda hac ile iyilik ilişkisi, birinci umre ile ikinci
umrenin ilişkisine benzer. Bunun sebebi ise, (umrenin günahlara) kefaret olması
ve cennetin bir sonuç olmasıdır. Sonuç, bir şeyden meydana gelmez, çünkü böyle
bir şey doğru değildir. Sonuç, iki öncülden meydana gelebilir. Dolayısıyla
kefaret de, iki umreden meydana geldi. Cennet ise, mebrûr bir hacdan, başka bir
ifadeyle iyilik niteliğine sahip bir insanın haccından meydana gelmiştir.
Şâri’nin maksadı ne güzeldir!
Umre, ziyaret demektir. Bu ziyaret,
mutluluk ehlinin dünya hayatında, kalpleri ve amelleriyle, ahirette ise
zâtları, ve varlıklarıyla Allah Teâlâ’yı ziyaret etmeleri demektir. İki ziyaret
arasmda ise ziyaret edenler ile cennet ehli arasında bir takım engeller vardır.
Dünyadaki durumda da umre yapanlar ile diğerleri arasında engeller vardır.
Öyleyse bu ziyarette elde etmiş olduğu ilahi sırlar ve nurlardan elde etmiş
olduğu şey bu makamda bulunmayan birisinin gözlerine tecelli etseydi hiç
kuşkusuz onları yakar ve varlıklarını yok ederdi. Aynı şekilde bu örtünme de o
insanlara dönük bir rahmettir. Biz bu durumu, Mekke’de -ki Mekke, kendisini
ziyaretle, umrenin gerçekleşeceği yerdiramel ve kalplerle kendisini ziyaret
ettiğimizde ilahi bilgilerle ilgili olarak açık bir şekilde gördük.
Umre diye isimlendirilmeksizin sadece
ziyaret ise, her nerede bulunursa bulunsun ziyaret eden herkes adına
gerçekleşebilir. Aynı şey, hac için geçerlidir. Öyleyse umre, hac özel bir
yöneliş olduğu gibi, özel bir ziyarettir. Umrede kalplerin kendisiyle mamur
olduğu müşahede vardır ve bu nedenle umre diye isimlendirilmiştir.
İşte bu, özel ameldeki kefaretin
anlamıdır. Bazen bundan başka konularda da kefaret olabilir. Bu ise Hakk’ın
seni yapmış olduğun itaatsizliklerin karşılığında intikamın sana inmesinden
gizlemesi demektir. Bazı insanların kefareti ise günahların kendisine
ulaşmasından gizlenmektir. Bu durum, arzulayan nefs kendisini istediğinde
kendisine yerleşmek üzere günahların insana yönelmesinde söz konusudur. Bu iki
anlam, ilkinden farklıdır. İnsanların bir kısmı bütün bunları birleştirir.
Dünyada bu üç hükmün hepsi vardır: Ahirette ise özellikle iki şey vardır: Bu
birinci gizleme, intikamın kendisine ulaşmaması anlamındaki gizlemedir. Emre
itaatsizliklerden gizlemek ise -yükümlülük burada bulunduğu içinancak dünyada
olabilir. Ahiret ise yükümlülük yeri değildir. Şu var ki kıyamet gününde
insanlar secdeye çağrıldığında (secde edenlerle etmeyenlerin) ayrıştığı yerde
yükümlülük söz konusu olacaktır. Bu yükümlülük çağrısı değil, ayrıştırma
çağrısıdır. Humeydî’nin ‘el-Muvazene’ isimli
kitabında zikrettiği, ancak sabit olmayan bir rivayet bundan farklı bir bilgi
içerir. Bu secdeye emir bitiştiği için yükümlülüğe benzemiştir. Böylelikle
yükümlülerin ödülü olarak secdeyi caiz görmüşlerdir. Nitekim meleklere de emir
ve yasaklar Allah Teâlâ katından gelir. Bununla kastedilen şey yükümlülük
değildir. Bu durum onların mudulara ‘korkmayın
ve üzülmeyin51
demeleridir. Bu ise bir yasaklamadır. ‘Cennetle
müjdelenin’2 bu ise bir yükümlülük olmamakla birlikte
emirdir. Aynı şekilde secde etmekle de emrolunurlar. Bu secde sadece Allah
Teâlâ’ya secde edenler ile çekinerek riyakârca ve başkalarına duyurmak için
secde edenleri ayırt etmek ve farklılaştırmak içindir. Çünkü onlar Allah
Teâlâ’ya secde etmede toplanırlar. Bu nedenle benzerlik meydana gelmiştir,
çünkü onlar kendilerine emredildiği gibi ‘dini Allah
Teâlâ’ya tahsis ederek’3 secde etmemişlerdir.
Böylece Allah Teâlâ kıyamet günü günahkârları birbirinden ayırdığı gibi bu iki
gurubu da ayırt edecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey
günahkârlar bu gün ayrışın,H
İkinci Hadis: Hac ve Umreyi Yapmaya Teşvik Eden Hadis
Hac ve
umreden her birisi, Allah Teâlâ’nın soylu evini
ziyarete yönelmek demektir. Nesâi, Abdullah İbn Mesud’dan şöyle bir hadis
aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Hac ve umreyi
peşpeşe yapınız, çünkü o ikisi, tıpkı körüğün altın ve gümüşün pasını silmesi
gibi, yoksulluğu ve günahları temizler. Mebrûr bir haccın cennetten başka
sevabı yoktur.’ Birinci hadiste umre, umreye eklendiği gibi hac ile iyilik de
birbirine eklenmişti. Burada ise, hac ve umre kendilerinden birinci hadisin vermediği
başka bir ödül meydana gelsin diye, iki öncül yapıldı. Bu ödül, yoksulluğun
giderilmesidir. Bu iki ibadeti biraraya getirmek, seninle kulluğun arasına
girer.
Sadece kul ve Rab vardır! Kul Rab’den
yoksulluk özelliğiyle ayrışır. Allah Teâlâ onun yoksulluğunu giderdiğinde ise,
kendisine Rabbani nitelik elbisesini giydirir ve ona dilediği bir şeye ‘ol’
deyip o şeyin hemen olması imkânını verir. Bu, ‘zenginliğin yoksullukta’
bulunmasının sırrıdır ve herkes onun farkına varamaz. Çünkü arzu olmaksızın
bir şeyin meydana gelmesi için ona ‘ol’ denmez. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Nefslerinizin
istediği şeyler ondadır’5 buyurdu. İnsan, istediği şeye muhtaç
olduğu için, yanında bulunmayan şeyin yanında olmasını isteyebilir. Çünkü
arzusu (şehveti), insanı o şeye muhtaç yapıp onu aramaya yöneltmiştir. İnsana
istenilen şeyi meydana getirme gücü veren rabbani nitelik bulunduğunda ise söz
konusu şeyi talep etmez. Böylece insan ilahi bir nitelikle -yoksunluktan
dolayıona ‘ol’ der, istenilen şey de dışta var olur, insan da o şeyi talep etmesini
sağlayan şeyi elde eder.
Aynı şey Hakk için söz konusu
değildir. Çünkü Allah Teâlâ var olanları, kendilerine muhtaç olduğu için
yaratmak istemedi. Mümkün yoklukları halinde var olmayı talep eden eşyanın
kendisidir. Onlar, özü gereği, kendilerini var eden Allah Teâlâ’ya muhtaçtır,
O’ndan başkasını bilmezler. Böylece özlerinden kaynaklanan yoksunlukla Allah
Teâlâ’dan var edilmelerini istemişlerdir. Hakk ise, onların bu isteğini kabul
etmiş, kendileri ve istekleri nedeniyle onları var etmiştir, yoksa onlara
muhtaç olduğu için var etmemiştir. Çünkü eşya yolduk ve varlık halinde Allah
Teâlâ tarafından görülürdür. Kul ise, böyle değildir, çünkü kul yolduk halinde
onları duyusal olarak göremez. Bununla birlikte bilgi bakımından onlardan
habersiz yoksun değildir, çünkü eşyayı bilmeseydi, (Allah Teâlâ kendisine ol
deme imkânı verdiğinde) ‘var etme’ ile bir şeyi başka bir şeyden ayırt
edemezdi.
Şu var ki kul, iki zâttan bileşiktir:
Mana ve duyu. İnsanın kemâli budur. Bilinen bir şey duyu için mevcut olmadıkça,
insanın o şeyi zâtının kemâliyle algılaması tamamlanmış sayılmaz. Var olduktan
sonra duyusal olarak da onu idrak ettiğinde -ki daha önce bilgi olarak algılamıştıbu
durumda o şeyi özü gereği algılamak tamamlanmış olur. Öyleyse bileşildik, var
olmasını isteyen bu şeye muhtaçlığın sebebidir. Söz konusu şeyin mümkün olması
ise, kendisini tercih edene muhtaçlığının sebebidir. Hakk ise, bileşik
değildir, bilakis birdir. Yokluk ve varlık hallerinde Hakkın eşyanın
hakikatlerini bulundukları hal üzere idrak etmesi, aynıdır. Bu nedenle Hakk’ın
eşyayı var etmesi, bir yoksulluktan kaynaklanmadığı gibi Hakkın niteliğinin
giydirildiği bu kul da öyledir.
Bu, öğrenmek uğrunda gözlerini feda
etmenin yetersiz bir karşılık sayılacağı konudur. Çünkü bu konu ayakları kaydıran
bir mesele olduğu gibi yolumuz ehlinden pek çok kimsenin yanıldığı bir
meseledir. Onlar, bu meselede Allah Teâlâ’nın kitabında kendilerini kınadığı
kimselere katılmışlardır. Allah Teâlâ onların şöyle dediğini aktarır: ‘Allah
Teâlâ yoksuldur.’6 Yanılmanın
sebebi budur. Öyleyse mümkünün varlık sebebi ya da yaratılmış bilginin varlık
sebebi, varlık ve bilgi mertebesinin kemâle ulaşmasını sağlamaktır, yoksa Allah
Teâlâ’nın kemâle ulaşmasını sağlamak değildir. Allah Teâlâ, âlem var olsa da
olmasa da ya da yaratılmış bir bilgi tarafından bilinse de bilinmese de,
özünde kâmildir. Aynı şekilde Allah Teâlâ gerçekte bilinmez ve mümkün Allah
Teâlâ hakkında ancak kendisini bilebilir.
(Hac ve Umrenin peşpeşe yapılmasıyla)
günahların silinmesi ise, el-Ahir isminin sonucudur. Çünkü işin (ve emrin)
karşısında bu durum, baş karşısında sonra gelen kuyruk gibidir (günah
anlamındaki zenb ile kuyruk anlamındaki zenb arasında ilişki kurulmaktadır).
Kul esas itibarıyla itaatkârdır. Çünkü kul kendisine coP dendiğinde,
yaratma emrine bağlanır. Öyleyse kul itaatkâr yaratılmış, ‘günah’ diye isimlendirilen
‘emre itaatsizlik’ ise sonradan kendisine ilişmiştir. Öyleyse gecikme yönüyle
günah, (sonda bulunan) kuyruğa benzer. Böylece günah asıl vasıtasıyla ortadan
kalkmıştır. Çünkü o geçici bir şeydir, geçici olan ise kalıcı değildir. Bununla
birlikte var olması esnasında onun bir etkisi olsa bile bu etki kaybolur. Bu
durum ahirette belli bir müddet sonra olsa bile varışın muduluğa olacağına
delildir.
Günahın (zenb) iki kıymetli özelliği
vardır ki, insan onları bilirse, Allah Teâlâ nezdinde günahın konumunu da
bilir. Şöyle ki: Hayvanın kuyruğunun (zenb) İki kıymetli özelliği vardır.
Birincisi avret bölgesini örtmek, İkincisi hareket etmesiyle sinekleri
uzaklaştırmaktır. Günahta da Allah Teâlâ’nın affı ve örtmesi (mağfiret) vardır.
Böylece insanın farkına varmadığı yönden bu durum ilahi isimlerden içerdikleri
ile sahibinin intikam ve cezalandırma eziyetinden uzak tutar, intikam ve
cezalandırma ise, hayvana eziyet eden sineklere benzer. Öyleyse intikam, günahı
olmayan kimse anlamındaki soysuza (kuyruksuz) isabet edebilir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Seni kötüleyen soysuzdur.’7 Yani, onun ardı yoktur. Başka bir
ifadeyle ölümden sonra kendisiyle yararlanılacak arkada bir şey bırakmamıştır.
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘(Sadalca-i
cariyenin bir kısmı da) insanın lehinde dua edecek sâlih bir çocuk
bırakmaktır.’ Bu, çocuk olabileceği gibi torun, erkek ya da kız olabilir. Allah
Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir: Seni kötüleyen
kimse soysuzdur, ardma bir şey bırakmamıştır. Bir şeyin ardı, onun son tarafıdır.
Bu nedenle kuyruğun sonda olduğunu söyledik. Çünkü kuyruk hayvanın
arkasındadır. Kuyruk olmadığında ise hayvan ‘soysuz’ (kuyruksuz) olur.
‘İnsanlar günah işlemeseydi, Allah
Teâlâ günah işleyen ve kendilerini bağışladığı bir topluluk getirirdi.’ ‘Allah
Teâlâ onları cezalandırırdı’ denilmemiştir. Böylece mağfiret (örtme) hâkim
olmuş, hüküm ona ait sayılmıştır. Öyleyse günah, mağfiret ve cezalandırmayı
içerdiği için, özü gereği vardır. Böylelikle de isimlerin etkisini talep eder.
Zıt anlamlı iki isimden biri, hüküm bakımından diğerinden öncelikli değildir,
fakat ‘komşuluk’ halamından ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabı geçmiştir.’
Zikredilen her şeyi Allah Teâlâ’nın rahmeti kuşatmıştır. Kangren olmuş bir
hastanın ayağını keserek kendisine acı verilmesi, doktorun hastaya
merhametinin bir sonucudur. Bu meseleyi anlayınız ve dikkatinizi veriniz!
Öyleyse Hakkın dünya ve ahirette
kullarını cezalandırması, bir temizleme ve rahmettir. Dikkate değer bir husus,
cezalandırmanın (ukûbet, sonra gelme) ancak günah işleyende gerçekleşmesidir.
Ukubet, öndekinden sonra gelmeyi gerektiren bir sözdür. Başka bir ifadeyle
ukûbet, bir şeyin ardından gelir, Bazen ukûbet günahı (ceza ve sonucu) o yerde
bulurken bazen bulamaz. Günahın yerinde bulunmayışı, ya insanın ondan
soyudanmasıyla ya da elAfuvv (Affeden) ve elGafur (Örten) isimlerinin er-Rahim
ismi vasıtasıyla kendisine yardımcı olmasıyla gerçekleşir ve günah ortadan
kalkar. Bu durumda ukûbet, başarısız şekilde geriye döner, günahkâr ismi de
sahibinden kalkar. Çünkü insan, emre itaatsizlik anlamındaki günah işlediğinde
günahkâr diye isimlendirilebilir. Bağışlanma günahın ardından gelmez, çünkü o,
cezalandırma ve intikama tam olarak inanmaz. Mağfiret de günahın ardından
gelmez ve bu durumda mağfiret ‘ikab’ diye isimlendirilmez.
İyiliğin karşılığı ‘sevap’ diye
isimlendirilir. Bunun nedeni, çabuk ve acele olmasıdır. Böylece kendisini Hakk
eden iyiliğin kendisinde gerçekleşir. Çünkü sevap, bir şeye hızla ve süratle
gidildiğinde söylenen sâbe ilâ eş-şey’i (hızla ona yöneldi) ibaresinden
türetilmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Rabbinizden
olan mağfirete koşunuz’8 ve ‘iyiliklere
koşarlar, onlar iyiilkler için yarışır59
buyurmuştur. Allah Teâlâ burada iyiliklere koşmayı teşvik etmiştir. İyiliklere
ise, günahlarla ve mağfiret isteyerek koşulur. Çünkü onlar ancak günaha gelir.
Gerçi kul, kendisine günah ulaşamayacak şekilde, bazen gizlenebilir. Bu durumda
o, korunmuş ve sakınılmış demektir. Öyleyse bağışlamanın (mağfiret, örtme)
kulda iki hükmü vardır: Birincisi kulu cezalandırmadan gizleyerek günahın
silinmesi, diğeri ise, günah kendisine gelmesin diye kulu koruma ve sakınmadır.
Tövbekâr, günahsız demektir, çünkü tövbe günahın silinmesidir. Öyleyse
mağfiret, ancak tövbe etmemiş oldukları durumda günahkârlara gelebilir ve
hükmü ortaya çıkar.
Bu, daha önce kalbinin bir benzerini
öğrenmediği tecrübedir. Bu, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinin hükmü içinde
bulunan kullarındaki gizli sırlarındandır. Onu Allah Teâlâ ehli müşahede
yoluyla bilebilir. Böyle bir şey ‘tazmin’ diye isimlendirilmez. Çünkü Allah
Teâlâ mağfirete koşmayı emretmiş iken günaha koşmayı emretmemiştir. Af ve
mağfiret günahı gerektirdiği için -ki insana mağfirete koşmak
emredilmiştirmağfiretin hükmünü ortaya çıkmasını sağlayacak şeyi yapmalıdır.
Bir vacibe ulaşmayı sağlayan şey de vâciptir. Fakat burada söz konusu olan, bir
hüküm olması yönünden değil, fiil olması yönünden günahtır. Burada günah
gizlenmiş, mağfiret ise zikredilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Kuşkusuz
Allah Teâlâ kötülüğü (açıklamayı) emretmez"0 buyurmuştur. Emir, sözün kısımlarından
biridir. Öyleyse Allah Teâlâ, günahı emretmemiş, iyiliğe ve mağfirete koşmayı
ve yarışmayı emretmiştir. Bunu anlayınız!
(Hadiste birlikte yapılan hac ve
umrenin günahları silmesi, körüğün) demir, gümüş ve altının pasını
temizlemesine benzetilmiştir. Pas, doğada bu madenlerin cisimlerine ilişen
şeydir. Cisimler kendilerine ilişen pası giderecek bir güce sahip olmadıkları
için, ateşten yardım ister. Aynı zamanda, ateşi tutuşturmada havanın
tutuşturmasından yardım istedikleri gibi pasla da havayı hareket ettirmeye
yardımcı olurlar. Öyleyse pas iki öncülden dolayı ortadan kalkmıştır; ateş ve
hava. Bunlar iki güçten, İlmî ve amelî güçlerden meydana gelmeseydi, bu kez
pas silinmeyecekti.
Daha önce mebrûr hacdan söz etmiştik.
Bu bağlamda onun daha önce söz ettiğimizden farklı bir anlamı daha olsa bile,
sözü uzatmamak için zikredilen anlam ile yetinilecektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın
eşya içindeki sırlan sınırsızdır. Hatta kalp sahiplerinin bütün hallerinde Allah
Teâlâ’dan başkasının bilmediği kimi sırlar vardır. Sıradan insanlar, onları
bilemez. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kullarının içinden seçkinler ‘ilahi
genişlik nedeniyle varlıkta tekrar yoktur’ demiştir. Örnekler, dış
görünümleriyle kalpleri, algılamaktan perdeler. Böylece sıradan insanlar
varlıkta bir tekrar olduğunu zanneder. Hâlbuki ‘Allah
Teâlâ geniş ve her şeyi bilendir’u. El-Vâsi’ (Geniş) isminin
varlığıyla özdeşleşen kimse, tekrarı dile getirmez. ‘Onlar
yeniden yaratmadan kuşku içindedir.”2
Üçüncü Hadis: Kâbe'ye
Gelmenin Faziletiyle İlgili
Müslim, Ebu
Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bu eve gelip de cinsel ilişkiye girmeden ve
kavga çıkarmadan geriye dönen kimse, annesinin kendisini doğurduğu günkü
gibidir.’ Buhârî’nin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden aktardığı
hadiste ise şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ için hac yapıp sövmeyen ve günah
işlemeyen kimse...’
Bilmelisin ki, çocuk annesinin
karnından çıktığı gün, darlıktan genişliğe, karanlıktan ışığa çıkmıştır.
Genişlik Allah Teâlâ’nın her şeyi kuşatan rahmetidir. Darlık ise, Allah
Teâlâ’nın rahmetinin zıddıdır. Bununla birlikte rahmet kendisini var ettiği
için onu da kapsamıştır. Böylece âlemdekilerin nefslerinde maddî ve mânevi bir
hükmünü meydana getirmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Oradan
dar bir yere atıldıklarında..”3 Bu
meselede çocuk, Hakkın zıddı bir durumdadır. Çünkü Hakk’ın niteliği ‘kendisinden
başka bir şeyin olmamasıdır.’ Bu durumda ‘Hakk var idi’ ve -ne bir inatçı ne
bir iddia sahibibir işte ona ortak koşan ya da öfkeye zorlayan ya da merhamet
isteyen kimse yoktu. ‘Alemlerden müstağnidir.’ Binaenaleyh Hakk, ezelin neşesi
içinde ve zâtî müstağniliğinden kaynaklanan kemâlinden haz alarak kendisiyle ve
kendisi için vardı. Öyleyse ‘Allah Teâlâ var idi, O’nunla birlikte başka bir
şey yoktu.’ Allah Teâlâ şimdi de olduğu gibidir.
Allah Teâlâ’nın âlemi var etmesi, bu
doğan çocuğun var olmasına benzer.
A
Fakat onun zıddınadır: Alem dış
varlığında Hakka karşı koymuş, birlik’te kendisiyle didişinceye kadar da tatmin
olmamıştır. Hakka yaraşmayan şeyi kendisine nispet edinceye kadar da mutmain
olmamıştır. Bu nedenlerle Allah Teâlâ, zikrettiğimiz hususlarda kendisine
itiraz edene karşı öfkelenme özelliğiyle kendini nitelemiştir. Bu durumda
âlemin Haktan meydana gelmesi, genişlikten darlığa, sevinçten tasaya doğru
çıkan birinin haline benzer. Böylece Allah Teâlâ intikam almış, öfke özelliğiyle
azap etmiş, cömerdik özelliğiyle bağışlamış, rahmet özelliğiyle korumuş ve
sakınmıştır. Böylece varlıklar, tek bir hakikat içinde çokluğa dayanmıştır.
Onlardan birinin dayandığı şey diğerinin dayandığı şeyle aynı değildir.
Böylece, güzel isimler ve Hakk’ın kendisiyle ilişkilendirdiği hükümleri farklı
yönlerle ortaya çıkan mutlak birlik ve tevhid sevinci kalkmıştır. Bu durumda
el-Vahid (Bir) ismine ait bir sevinç kalmamıştır. Böylece iş, ulûhiyetin
birliğine (ahadiyet) dönmüştür. Bu ise, çokluğun birliğidir, çünkü mutlak
birliğin isimlendirilenin bekası için isimler bunu gerektirmiştir. Bu bağlamda Allah
Teâlâ şöyle der: ‘İlâhınız tek ilahtır.’14 Halbuki nispetleri, isimleri ve
yönleri zikretmeye kalkışmamıştır. Çünkü birlik talebi, çokluk talebiyle
çelişir. Öyleyse durumun böyle olması kaçınılmazdır.
Böylece Şâri’ hac veya umre için
evini ziyaret edeni annesinden doğduğu günkü haline çevirmiştir. Yani o,
darlıktan genişliğe çıkmıştır. Böylece kişiyi kendi benzerine benzetmiş, daha
önce zikrettiğimiz gibi, kendi niteliğine benzetmemiştir. Fakat bunun
olabilmesi, kişinin hac esnasında cinsel ilişkiye girmemesine bağlıdır. Çünkü
cinsel ilişkiye girerse çocuk meydana getirir, dolayısıyla çocuğa benzemez.
Çocuk meydana getirdiğinde ise, genişlikten darlığa çıkmış olur. Çünkü çocuk
nedeniyle malında bir ortak meydana gelir. Böylece kişi, kendi halindeki
durumundan daha çok çocuk nedeniyle bir hüküm kazanır, işi sıkışır. Bilhassa
çocuğu, kendisini memnun etmeyen hareketler yaptığında darlığa girer. Çünkü
çocuk ona güçlük çıkartır ve bir ‘ikinci’nin yol açtığı çatışma nedeniyle de
gönlünü daraltır. Bu nedenle Şâri’, evini ziyarete gelen kişinin cinsel
ilişkiye girmemesini ve taşkınlık yapmamasını şart koşmuştur. Başka bir
ifadeyle, efendisine ‘karşı çıkıp’ O’nun niteliğine sahip olma iddiası
taşımamalı, niteliklerinde O’nunla didişmemelidir. Çünkü fasıklık, ‘(emre
karşı) çıkmak’ demektir.
Allah Teâlâ karşısında varlık
halindeki durumu yokluk halindeki gibi olan kimse, Allah Teâlâ’ya hakkını veren
kişidir. Bu dermansız hastalığa karşı Allah Teâlâ insanı şöyle bir ilaç
kullanmaya sevketmiştir. ‘İnsan önceden bir şey değil iken
kendisini yarattığımızı hatırlamaz mı?’15 Allah Teâlâ insana
‘varlık şeyliği’nde benimle beraber ol der. Bunun anlamı şudur: Mevcut
olmadığmda varlık şeyliğinde benimle beraber ol. Bu durumda ben bulunduğum hal
üzere kaldığım gibi sen de bulunduğun hal üzere (yokluk) kalırsın. Bizden bu
ilacı kullanan kimse, Allah Teâlâ’nın hakkını bilir ve gereken şeyi kendisine
verir. Bilmeyen ve bu ilacı kullanmayıp karıştıran kimsenin ise sevinci
esnasında hastalıkları ve üzüntüleri çoğalır. Sevinçli ve Mutlu olduğu işlerde
Hakkın kendisine kızmasına yol açar. İnsanın sevindiği bazı durumlara Allah
Teâlâ kızar. Öyleyse, bu hadiste bulunan sırlara bu ve benzeri şekillerde
dikkat ediniz! Çünkü hadiste pek çok bilgi vardır, hepsini tek tek zikretmek
sözü uzatır.
Dördüncü Hadis: Arife Gününün Fazileti
Müslim, Hz.
Aişe’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini aktarır:
‘Arife gününden başka Allah Teâlâ’nın, kendisinde kulu ateşten daha çok kurtardığı
gün yoktur. O gün Allah Teâlâ yaklaşır, sonra meleklere karşı kullarıyla
övünür ve şöyle der: Bunlar ne istiyor? Melekler ‘senin bağışlamanı ve
kendilerinden razı olmanı istiyorlar’ derler.
Hakkın maksadı, meleklerin onlarla
övünmesini sağlamaktır. Kullarının ne istediğini sorması ise, övünme niyeti
üzerinde ince bir perdedir. Bu perde, meleklerin kalplerini onarma amacını
taşır. Allah Teâlâ’nın kullarında zelillik ortaya çıkmış, arzu ve şehveder
onları köleleştirmiş, onlar da bunların kölesi haline gelmiştir. Allah Teâlâ
ise, kıskançlığı nedeniyle ateşi yaratmıştır. Böylece ateş, Allah Teâlâ adına
kıskançlık duymuş, nefse kulluk eden kullardan intikam almak istemiştir. Bir
rivayete göre şöyle bildirilir: ‘Köle yoldan çıktığında, nankörlük etmiş
demektir.’ Nankörlük boyunduruk altına girmenin sebebidir. Böylece nankörlük
nedeniyle arzuların kölesi haline gelirler. Ateş ise, intikam almak için arzu
gücünün elinden insanları almaya hücum eder. Cehennem onları ele geçirip
cezalandırmak istediğinde, Arife günü tesadüf eder. O gün, Allah Teâlâ’nın
nezdinde bu kullar hakkında şefaatçi olur. Bu şefaat, insanları ateşin
sahipliğinden azat etmekle ilgilidir. Çünkü ateş de Allah Teâlâ’ya itaatkâr kullardan
biridir. Arife gününün şefaati karşılığında Allah Teâlâ kullara cömertliğini
ihsan eder, onların boyunlarını ateşten kurtarır. Artık ateşin onlara ulaşması
mümkün değildir.
Allah Teâlâ’nın (kullarına olan)
iyilikleri çok ve temizdir. Allah Teâlâ kullarının kalplerini arzuların
-kendilerinden değildeğersizlerinden arındırmıştır. Böylece arzuların
kendilerini kullarda bırakmış, arzuların, razı olmayacağı işlere yönelmesini
ortadan kaldırmıştır. Kulları Arafat’ta durdurduğunda, melekler kendilerine
baksın diye, arzularını onların üzerinde gösterir. Meleklerde arzu gücü
bulunmadığı için, özü gereği itaatkârdırlar, kendilerini Rabbe itaatten
alıkoyacak bir arzu engeli onlarda bulunmamıştır. Bu nedenle meleklerin
onların nezdinde bir otoritesi olmamıştır. Çünkü onlara karşı koyan yoktur. Bu
durumda melekler karşı koyanı olmayan akıllar olmuştur. Melekler kendilerine
karşı koyan pek çok arzuyla birlikte kulların akıllarını görüp insan türünün
mertebesinin bundan üstün olduğuna tanık olduklarında, şunu anlarlar: Allah
Teâlâ bu değersiz arzuları uzaklaştırmada ilahi güç vasıtasıyla meleklere
yardım etmeseydi, bunu başaramazlardı. Allah Teâlâ melekleri insanı sınadığı
arzularla sınasaydı, bu arzuları kendilerinden uzaldaştıramazlardı. Böylece
nefsleri ve Rabbe yaptıkları ibadetleri gözlerinde küçülür, bütün gücün Allah
Teâlâ’ya ait olduğunu, Allah Teâlâ’nın onlara karşı otoritesi yüce, büyük
inayet sahibi olduğunu anlarlar.
Allah Teâlâ’nın (insanlarla meleklere
karşı) övünmesindeki amaç budur. Bu nedenle Hakk, kendisini kullara yaklaşmak
özelliğiyle nitelemiştir. Yaklaşmanın amacı, meleklerin farkında olmayacağı
yönden, çirkin ve bayağı arzuları kendilerinden uzaklaştırmada kulların yardım
istemesini sağlamaktır. Sonra, Allah Teâlâ meleklere -kendisi en iyi
biliyorkenşöyle sorar: ‘Onlar ne istiyor?’ Bunun amacı; meleklerin, kulların,
akıllarının otoritesinin arzularına hâkim olduğunu görmelerini sağlamaktır.
Ayrıca bu soru, kulların Allah Teâlâ’nın karşısında Allah Teâlâ’dan başka her
şeyi unutarak dua, yakarış ve sığınma ile Allah Teâlâ’ya yöneldiklerini meleklere
gösterir.
Beşinci Hadis: Hacı Allah Teâlâ’nın Konuğudur
Nesâi, Ebu
Hureyre’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın konukları üç kişidir: Gazi, hacı ve umre yapan
insan.’
Hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem, başka bir yerde değil, bilhassa evinde Hakkı arayanları
kastetmiştir. Çünkü insanlar her nerede olurlarsa olsunlar, Allah Teâlâ
onlarla beraberdir. Beraber olduğun kimse ise, sana konuk gelemez. Fakat Allah
Teâlâ’nın, kulları içinde bir takım nispet ve izafeleri vardır. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün takva sahiplerini Rahman’a konuk
olarak götürürüz"6 Allah
Teâlâ takva sahiplerini Rahman’ın konukları yapmıştır, çünkü Rahman’dan
sakınılmaz! Onlar ise, Hakkın kendilerine tecelli ettiği başka bir ilahi ismin
hükmü altında takva sahibi idiler ve Haktan sakınıyorlardı. Allah Teâlâ ise,
içinde bulundukları sakınma haline karşı ‘eman’ vermek isteyince, onları
er-Rahman ismine taşımıştır. Bu isme konuk olduklarında ise, kendilerine eman
vermiştir.
İnsanları ev ve mallarına Hakkı vekil
bırakarak hacca geldiklerinde, ‘evin Rabbi’ ile ilişkileri de böyledir. Bu
durum, yolcunun duasıyla ilgili bir hadiste dile getirilmiştir. İnsanlar bu
ismi terkeder ve yolculuklarında kendilerine eşlik eden ilahi bir ismi kabul
ederler. Hadis bunu dile getirmiştir. Bütün bunlarda hakikat birdir. Bu
nedenle ‘yolculukta arkadaş evde vekil olan sensin’ denilmiştir. İnsanlar Eve
ulaştıklarında -ki ev hükümdarın köşkü ve mertebesidiryolculukta kendilerine
eşlik eden ilahi isim, evde vekil olarak kalan ismin durumundan onları
perdeler. Evde vekil kalan isim elHafîz ismiydi. Bu durumda evin Rabbi onları
karşılar ve sağ elini uzatır, onlar da eli öper, hac ve umrelerini
tamamlayıncaya kadar evini tavaf ederler. Haccm her unsurunda yeni bir ilahi
isim onları karşılar; bir unsurdan diğerine kadar kendilerine eşlik eden ilahi
ismin elinden onları teslim alır. Bu durum, evlerine dönünceye kadar böyle
devam eder. Böylece insanlar eve döndüklerinde, ailede vekil bıraktıkları
ilahi ismin otoritesi altına girerler.
İyice düşünürsen ‘Allah Teâlâ’nın
konuğu’ bu demektir.
Altıncı Hadis: Kâbe'ye Hacca Gitmek Kur’an Ehli Olan Bu Ümmetin Özelliklerindendir
Tirmizî, Ah
b. Ebu Talib’in şöyle dediğini aktarır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Kendisini, Allah Teâlâ’nın evine ulaştıracak
bir binek ve yiyeceğe sahip iken hacca gitmeyen kimse, Yahudi veya Hristiyan
olarak ölmekten başka bir şeyi haketmez. Çünkü Allah Teâlâ yüce kitabında şöyle
buyurur: ‘İmkân bulanlar için Kabe’yi haccetmek Allah Teâlâ’nın
insanlar üzerindeki hakkıdır."7
Tirmizî, hadisin garîb-hadis olduğunu
ve isnadında farklı görüşlerin olduğunu söylemiştir.
Tevrat ve İncil ehli (Yahudi ve
Hristiyanlar) bu evi ziyaret etmekle yükümlü olsalardı, hadiste ‘Yahudi ve
Hristiyan olarak ölmekten başka yol bulamaz’ denilmezdi. Öyleyse Allah Teâlâ
Yahudi ve Hristiyanları evine çağırmamıştır. Başka bir ifadeyle bu durumda
olmayan kimse Kur'an ehli değildir.
Vekil, kendisini vekil bırakanın
malında tasarruf yetkisine sahiptir, fakat mala sahip olamaz. ‘Allah Teâlâ’nın
sizi vekil yaptığı şeylerden harcayınız-’18 Allah Teâlâ
vekile harcamayı belirlediği konularda harcama yapmasını emretmiştir. Harcama
yapılacak işlerden birisi de hacdır.
Vekil Haktır, O’nu vekil yapan ise
kuldur. Burada vekil (Hakk), maslahatı kendisini vekil bırakandan daha iyi
bilir. Allah Teâlâ hac yapmada kul adına bir maslahat göstermiştir. Mal ise
vekilin elindedir. O, eli maldan çıkartılamayacak bir vekildir. Allah Teâlâ,
insana hacca gidecek imkân verip de insan hacca gitmezse, onun akılsızlığı
ortaya çıkar ve bu durumda hakim o kişinin malına sınırlama getirir. Bu durumda
İslam, mal sahibine bir sınırlama getirir ve onu akılsızlara katar. ‘Dikkat
ediniz! Onlar akılsızdır, fakat bunu bilmezler.’19 Halcim dilerse ona Yahudi veya
Hristiyan hükmüyle hükmeder. Bunlar, bu yararla yükümlü olmayan kimselerdir,
dolayısıyla bu gibi kimselerin İslam’da bir payı yoktur. Çünkü hac İslam’ın
unsurlarındandır. O ise, imkân bulmuş ve bunu yapmamıştır. İslam’dan
ayrıldığında ise, hangi dine dönerse dönsün birdir.
Yedinci Hadis: Haccın Farz Olması
Müslim, Ebu
Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bir hutbe okuyup şöyle demiştir: ‘Ey insanlar! Allah Teâlâ size haccı farz
kılmıştır, siz de hacca gidiniz.’ Bir adam ‘her yıl mı?’ diye sorunca, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem cevap vermemiş. Adam sorusunu üç kez yinelemiş.
Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Evet
deseydim farz olacaktı ve siz onu yapamayacaktınız.’ Sonra şöyle eklemiştir:
‘Size neyi verirsem, onunla yetininiz. Sizden önceki ümmetler çok soru
sormaları ve peygamberleri hakkında görüş ayrılığına düşmeleri nedeniyle yok
olmuşlardır. Ben size bir şey emredersem, gücünüz ölçüsünde yapmaya çalışınız,
bir şeyi yasaklarsam o şeyi bırakınız.’
Nesâi, İbn Abbas’tan şöyle aktarır:
‘Evet deseydim, farz olacaktı, sonra emri duymayacak ve itaat etmeyecektiniz.
Fakat farz olan hac bir tanedir;’
Yükümlü tutan ulûhiyetinde tektir ve
O ‘Sizin ilahınız tek bir ilahtır’20 buyurmuş, sonra evinde kendisine
yönelmeyi emretmiş, bu yönelmeyi tanımlamış, mutlak birlikle ilişkisi
nedeniyle onu tek bir hac yapmıştır. Bu durumda, unsurları başladığı şeyle
bitirmiştir ki, o da birliktir. Öyleyse İslam ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur’ ifadesiyle başlamış, hac ile sona ermiş, onu ömürde bir defa olarak
belirlemiştir. Bu nedenle haccın farz oluşu, namazın farz oluşunun yinelenmesi
gibi günlerle; ya da senenin geçmesiyle zekâtın farz oluşu gibi senelerle; ya
da her sene Ramazan’ın girişiyle orucun farz oluşu gibi yinelenmemiştir. Hac
bunlara benzemez ve o mutlak birliğe sahiptir. Çünkü ilahi işlerde son ilkin
aynıdır ve ona kendi hükmüyle hükmeder.
Bu hadisin metninde pek çok hikmet
vardır ki onları zikretmeye başlasaydık söz uzardı. Bu konuyla ilgili hadisler
pek çoktur. Biz ise, her hadisten Ruh’un O’nun emrinden tecellisiyle -ya da
istediğini söyleyebilirsinkalbime aktardığı kadarmı alıyoruz.
Sekizinci Hadis: Hiç Hac Yapmamak
Ebu Davud, İbn
Abbas’tan şöyle bir hadis aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: ‘İslam’da sarûret (haccın bütünüyle terki) yoktur.’
Darekutnî’nin aktardığı hadiste ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Müslüman için ‘sarûre’ denilmesini yasakladığı’ aktarılmıştır. Her iki hadis
hakkında da konuşulmuştur.
Hadiste geçen ‘sarûre’, ömründe hiç
hacca gitmeyen demektir. Müslüman, müslümanlığı (teslimiyeti) kesinleşmiş kimse
demektir. Müslümanın niyetinde hacca gitmek mutlaka vardır, insan namazı beklediği
sürece namazda sayıldığı gibi, kendisini hacca ulaştıracak sebepleri beldediği
sürece de hacda sayılır. Dolayısıyla böyle bir insan için ‘hacca hiç gitmeyen’
denilemez, çünkü o hacı sayılır. Ölürse, beklediği için hacca gitmiş kimsenin
sevabını alır. Nitekim namazı beklerken ölen insan da namaz kılmış sayılır.
Öyleyse İslam’da ‘hacca gitmemek’ diye bir şey yoktur.
Dokuzuncu
Hadis: Kadının Hac İçin Kocasından , İzin İstemesi
Darekutnî,
İbn Ömer’in şöyle dediğini aktarır: ‘Hz Peygamber şöyle
buyurmuştur: Evli ve zengin bir kadına kocası hacca gitmek için izin vermezse,
izinsiz hacca gidemez.’ Hadisin rivayet zincirinde bilinmeyen bir râvi vardır.
Ona Muhammed b. Ebi Yakub el-Kirmani denilir. Hadisi Hasan b. İbrahim
el-Kirmani’den rivayet etmiştir.
Eşini hacca gitmekten alıkoyan bir
koca, Allah Teâlâ yolunda alıkoyan kimselerdendir. Fakat bu durum kadınla
birlikte yolculuk yapabilecek mahrem bir insanın bulunması durumunda böyledir.
Kadın uzak diyardan geldiğinde, yanında mahremi bulunmalıdır. Mekke’de ise
kocasının iznine gerek yoktur, çünkü o hac mekânındadır. Nitekim kadın namaz
için ya da Ramazan orucu için ya da müslüman olmak için ya da zekât vermek için
kocasından izin istemez.
Hac, hacca gitmemiş kimse için farzı
yerine getirmek üzere Kâbe'ye yönelmek demektir. (Kadının simgesel anlamı olan)
Nefsin Allah Teâlâ’yı bilmeye yönelmesi söz konusu olduğunda, bu konuda
araştırma yapmak, nefsin zâtından kaynaklanmaz. Çünkü nefs, öncelikle maddî ve
manevî zararı kendisinden uzaklaştırma ve yararı kendine çekme özelliğinde
yaratılmıştır. Nefs ise, Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında düşünmenin, kendisini Allah
Teâlâ’ya yaklaştırıp yaklaştırmayacağını bilemez. Bu esnada nefs, (neyle
sonuçlanacağını bilmediği bir işle) ilgilenirken kendine haz veren şeyleri terk
etmek durumunda kalması nedeniyle zarar görür. Bu nedenle nefsin üzerinde hüküm
sahibi birisinin bulunup kendisine inceleme izni vermesi gerekir. Bu durum,
kocanın eşine izin vermesine benzer.
İçimizden bazıları ‘nefse akıl izin
verir’ demiştir. Akıl nefse izin verdiğinde, nefs aklî kanıdarın verisiyle Allah
Teâlâ hakkında araştırmaya başlar. Herhangi bir şeyi bilmek, bütün akıl
sahiplerine göre, o şeyi bilmemekten üstündür. Çünkü nefs eşyayı bilmekle,
başka nefslere karşı üstünlük kazanır. Özellikle de sınaî olan ya da olmayan
bilgilerden habersiz kalan nefslerin bilgili nefslere muhtaç olduğuna tanıklık
ettiğinde, bilginin değerini açıkça öğrenir. Bu durum, söz konusu bilgiyle
ilgilenmenin Allah Teâlâ’ya yaklaştıran ve O’nun katındaki mertebeye adım
atmayı mümkün kılan bir şey olduğunu bilmediğinde böyledir.
içimizden bazıları ‘bu meselede
kadının eşi şeriattır’ demiştir. Şeriat konuyla ilgilenme iznini nefse
verirse, öğreninceye kadar nefs o bilgiyle ilgilenir. Bu bilgiden ise,
Yaratanının birliğini, O’na gereken özellikleri, hakkında imkânsız olan ve
yapabileceği fiilleri öğrenir. Bu konudaki araştırma sayesinde ise,
yaptıklarında ya da sakındıklarında kurtuluş ve mutlulukların bulunduğu
hususları açıklamak üzere Allah Teâlâ’nın kullarına peygamberler gönderdiği de
öğrenilir. Böylece bu konudaki araştırma, dinen bir yükümlülüğe dönüşür. Çünkü
şeriat, bu bilginin sabit olması için insanların onu araştırmasını şart
koşmuştur. Bu husus, kelamcılar arasında görüş ayrılığına yol açmış bir
meseledir: Acaba Allah Teâlâ’yı bilmek akılla mı, yoksa şeriada mı insanlara
farz olur?
Her durumda nefsin eşi Eşarilere göre
şeriat, Mutezile’ye göre akıldır. Bu özel fiilde nefsin kendiliğinden bir hükmü
ya da bir haz elde etmesi söz konusu değilse zorunluluk anlamında bir
araştırması yoktur. Söz konusu haz, kendisinin bilip diğer nefslerin bilmediği
konularda insanları kendisine muhtaç olduğunu bilmesinden kaynaklanan bir tür
başkanlık tutkusuna dayanır. Nefs, hac zamanında hac mekânında bulunduğunda
-kocası yanında olsa bilekadın konumundadır. Kocası hac yapan kimselerden ise,
durum daha da pekişir.
Onuncu Hadis: Kadının Kölesiyle Birlikte Yolculuk Yapması Zayidir
El-Bezzar,
İbn Ömer’in şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurmuştur: Kadının kölesiyle yolculuk yapması, ziyandır.’ Hadisin
isnat zinciri hakkında farklı görüşler vardır.
Allah Teâlâ’yı bilme yolunda nefsin
şeriata iman ederek yolculuk yapması, son derece övülen ve muduluk sağlayan bir
iştir. Bu durumda akıl da nefsin köleleri arasındadır. Çünkü nefs Allah Teâlâ’yı
bilmek hakkında Şâri’nin (Peygamber) getirdiği her şeyi kabul ederek akıl
üzerinde hükümrandır. Böylece nefs Peygamberin Hakkın nitelikleriyle ilgili
aldın imkansız saydığı bilgileri öğrenmede akılla beraber yürüyebilir ve -iman
olmaksızınakılla hareket edebilir. Nefsin böyle yapması, doğruluk ve kurtuluş
yolundan ayrılması demektir. Birinci yolculuk şeriat sabit olmazdan önce ise,
köle akıl değil, arzu olmalıdır.
Nefs arzusuna eşlik ederek hareket
ettiğinde, arzu gücü onu doğruluk, kurtuluş ve muduluğunun bulunduğu yoldan
saptırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Arzusunu
ilah edineni gördün müT’2' Başka bir ayette ‘Rabbinin
makamından korkup nefsi arzudan alıkoyan kimseye gelirsek.. ’22 denilmiştir. Yani, nefsi arzuyla
hareket etmekten alıkoyan kimse demektir. Arzu gerçekte nefsin kölesidir,
çünkü o nefsin niteliklerinden birisidir. Bu niteliğin ancak nefsle birlikte
varlığı söz konusu olabilir, kendi başına var değildir. Öyleyse nefs arzu
gücünün sahibi iken arzu gücüne uyduğunda, arzu gücü nefsin sahibi haline
gelir. Arzu gücünün ise, ne aklı ne imanı vardır. Bu nedenle, nefsi tehlikelere
atarak yok eder. Şâri’ ise, bu durumu kadının kölesiyle ilişkisinde maddî
yolculukta dikkate almış, onu belirttiğimiz hususa bir uyarı yapmıştır.
On Birinci Hadis: İhramda Saçın Bal Sürülerek Tek Örgü Yapılması (Telbîd)
Ebu Davud,
İbn Ömer’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin başım
balla ovduğunu aktarır.
(Saç anlamındaki) Şa’r, şuur
kelimesinden gelir. Telbid ise, tek parça olacak şekilde saçların örülmesidir.
Bu davranış (Bâtınî anlamında), kendi nezdinde dince çoğalmış ilahi
nitelikleri veya akla göre ilahi ilişkiyi tek bir hakikate döndürmesi demektir.
Dince olanlara örnek olarak Allah Teâlâ’nın güzel isimlerini, aidi olanlara
örnek olarak ise teorik kanıdarla sabit olan anlamları verebiliriz. Nitekim Allah
Teâlâ ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman deyin, hangisiyle dua
ederseniz en güzel isimler O’na aittir’23 ve ‘İlahınız
tek bir ilahtır’24 buyurur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem saçını, bu fiilin yapılabildiği hatmî (saçı renklendirmede kullanılan
bir bidd) ile veya başka bir şeyle değil, balla ovarak tek örgü yapmıştır. Bal
vahiyden nasibi olan bir hayvan türünün ürünü olduğu için, kendisiyle Peygamber
arasında ilişki kurulabilmiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
vahiy alan bir peygamber olduğu gibi arı da vahyedilen bir canlıdır. Öyleyse
arı karşısında bal Peygamberin getirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim ve hadisler gibi
ilimlere benzer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin
arıya vahyetti.’25 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bize çoğalan hükümleri tek bir hakikate
indirgemenin teorik akıldan kaynaklanmadığını, bunun ancak ilahi bir vergi ve
kuşkunun kendisini kirletemeyeceği rabbani keşften yapılabileceğini öğretti.
Başı başka herhangi bir şeyle değil balla ovmanın bâtını yorumu budur.
On İkinci Hadis: İhram Giyen İnsan Küdum Tavafından Sonra Sadece İfaza Tavafını Yapabilir
Buhârî, İbn
Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Medine’den ayrıldı.’ Burada veda haccı kastedilmektedir. Hadisin
devamında ‘Arafat’tan dönünceye kadar küdum tavafından sonra Kâbe’ye yaklaşmadı’
denilir.
İbadet davranışları, Allah Teâlâ
tarafından belirlenmeye dayanır. Bu ibadedere herhangi bir şey ilave etmek ya
da çıkarmak mümkün değildir. Hac için ihram giyen kimse, namaza başlayan kimse
gibidir. Bu nedenle sadece yapması emredilen şeyi yapabilir. İbadederin bir
kısmı yapılması ya da yapılmaması serbest bırakılmış kısım iken bir kısmı
yapılması teşvik edilmiş, bir kısmı kemâline zarar veren fiillerdir. Bir kısmı
ise, kendisi ibadet olsa bile yapılması ibadeti bozan fiillerdir. Buna örnek,
namazda iken konuşması gereken kimseyi verebiliriz. Böyle bir durumda konuşan
kimsenin namazı bozulur. Ya da yapıldığında namazı bozan bir fiili işleyenin
durumunu örnek verebiliriz. Hacının ihramlıyken tavaf yapmasının haccını
geçersiz kılmayacağı ya da iptal etmeyeceği hususunda bilginler arasında görüş
ayrılığı yoktur.
Hakikatler değişmez ve gönüllü ibadet
vâcip olamaz. Gönüllü ibadet, insanın yapıp yapmamada serbest olduğu
davranışlardır, dilerse yapar dilerse yapmaz. Öyleyse yapmak ve yapmamak insana
kalmıştır. Yapmamayı uygun gören kimse haramlık ya da mekruhluk yönüyle gönüllü
ibadetin hükmüne edd etmez. Yapmayı uygun gören ise, ibadetin farz bakımından
hükmüne etki etmez. Bu durum, dinin beş temel hükmünde geçerlidir. Öyleyse kul
için gönüllü ibadet Allah Teâlâ’nın fiillerinin Allah Teâlâ ile ilişkisine
benzer. Bu fiilleri Allah Teâlâ’nın yapması ya da yapmaması zorunlu değildir.
Bu nedenle Allah Teâlâ insanı bu konuda serbest bırakmıştır. Hakkın
niteliğiyle nitelenişinde kulun en yetkin hali, mubah fiilleri yapmasıdır,
çünkü bu fiilde rablık (otoritesi) açıkça görülür. Mubahlık, nefsin makamı ve
hakikati demek olduğu gibi dinin beş hükmünden aklına geleni de mubahtır. Çünkü
nefs Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı ‘sûret’ üzerindedir. Öyleyse nefsin
hükmü de öyle olmalıdır.
Farza benzemeye gelirsek, (gönüllü
ibadeder içerisinde farza benzeyen şey) yalnızca adaldarda olabilir. Çünkü Hakk,
bize kitabında zikretmiş olduğu durumları kendisine vâcip kılmıştır. Adak
sahibi de, Allah Teâlâ’nın ona farz kılmadığı bir takım şeyleri kendisine farz
kılar. Öyleyse Allah Teâlâ’nın kula adağını yerine getirmeyi farz kılması,
kulun kendisine bu ibadeti farz kılmayla ilişkisinden kaynaklanır. Bu durumda
gönüllü ibadette olduğu gibi adağın farz oluşunda da benzerlik güçlenir.
Yasaklamaya gelirsek, yasaklamada
benzerliği engelleme söz konusudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun
benzeri yoktur.’26 Burada
varlıkların O’na benzemesi engellendiği gibi farz yapılan bir şeyin O’nun farz
saydığına benzemesi de engellenmiştir. Böylece insan hakkındaki yasaklama,
benzerlik kabul edecek sûrette görünmek şeklinde olmuştur. Bununla birlikte
gerçek, benzerliğin reddini gerektirir, halbuki biz onu bu konuda ortak
yapmıştık. Çünkü O, bize benzemeyi kabul etmediği gibi biz de O’na benzemeyi
kabul etmeyiz. Gerçekte ise böyle değildir fakat O bunu tercih etmiştir. Yani
bu makamda kulları için bulunmuştur. Böylece bize yasakladığı gibi aksine
bulunma imkânı olduğu bir durumda engellemeyle kendisi hakkında hüküm vermiştir.
Her iki durumda da bir tür benzerlik gerçekleşmiştir.
Farzdald benzerliği gelirsek, bu
benzerlik, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında zorunlu olan özellik üzerinde
bulunmasıyken, bizim de bize zorunlu bir durumda bulunmamızdır. Allah Teâlâ,
Ebu Yezid’e şöyle demiştir: ‘Bana ait olmayan özelliklerle bana yaklaş.’
Bunlar, horluk ve yoksulluktur. Öyleyse zenginlik ve izzet zâtı bakımından Allah
Teâlâ’ya zorunlu iken horluk ve yoksunluk da zâtımız bakımından bizim adımıza
zorunludur. Bu özden kaynaklanan (zâtî) zorunluluktur. Bir zorlayıcıdan (dış
sebep) kaynaklanan zorunluluğa gelirsek, Allah Teâlâ bizim kendimize farz
kılmadığımız bir takım şeyleri kendiliğinden bize farz yapmıştır. Allah Teâlâ
kendimize farz yapmamız nedeniyle bazı şeyleri bize farz lalmış da olabilir
ki, örnek olarak adağı verebiliriz. Allah Teâlâ âlemi yaratmayı kendiliğinden
nefsine zorunlu kıldı. Buna O’nu zorlayan, âlem hakkındaki bilginin ve varlığın
kemâle ulaşmasını dilemesidir. Bu ikisi kemâlin sahibi olan Allah Teâlâ’dan
âlemin yaratılmasını talep etmiştir. Allah Teâlâ kemâlinin bir .hükmü olduğunu,
fakat bir ilgisinin olmadığını görünce, bu hükmün (ilişeceği bir şeyi) talep
etmiş, bu talebiyle de kendisini içinde göreceği kemâlin bir suretini meydana
getirmeyi kendisine zorunlu kılmıştır. Muhakkiklere göre, bir şey kendisini
kendisinde göremezken başka bir şeyde kendisi vasıtasıyla kendisini görebilir.
Bu nedenle Allah Teâlâ, kendilerinde sûreterimizi görelim diye aynayı ve parlak
cisimleri yarattı. Öyleyse sana, sürerini kendisinde gördüğün her şey aynadır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Mümin, kardeşinin aynasıdır’ buyurdu. Bu nedenle Allah
Teâlâ, âlemi yaratmış, varlık onunla kemâle erdiği gibi hakkındaki bilgi de
kemâle ermiştir. Böylece Allah Teâlâ, kemâlini varlığın kemâlinde görmüştür.
İşte bu, bir neden dolayısıyla zorunluluktur. Böylelikle bir neden dolayısıyla
zorunlu olmada benzerlik meydana geldiği gibi hükümlerde de benzerlik meydana
gelmiştir.
Mendub ve mekruh ise, aralarında bir
derece bulunsa bile, mubaha katılır. Mendub, yapanına övgü kazandıran,
yapmayanın ise kınanmadığı işlerdir. İlahi mertebede mendubun benzeri, Allah
Teâlâ’nın kullarına verdiği fazladan nimet ve ikramlardır. Bu nedenle Allah
Teâlâ övülür, fakat yapmazsa kınanmaz. Çünkü hakkı yerine getirilmiş olan
ihtiyaç, fazla nimeti gerektirmez. İşte mendub benzerliği budur. Mekruh
benzerliği ise, Allah Teâlâ’nın kendisinden söz ederken ‘O kerih görür’
demesidir. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste ‘onun kötülüğünü kerih görür’
demiştir. Bir ayette ise ‘O kullarının inkâra düşmesine razı
olmaz’27 buyurur.
Din bakımından kerahet, yapmayanın övüldüğü, yapanın kınanmadığı fiillerdir.
Bu balamdan tersinden menduba benzer. Kul zarar bulunan bir konuda bir amaç
taşıyabilir -ki insanlar arasında çoğunlukla olan durum budurve bu amaca
ulaşmayı Allah Teâlâ’dan ister. Allah Teâlâ ise bunu o ldşi için yapmaz. Kul, Allah
Teâlâ’nın o işi yapmamasından hoşnutsuzluk duyar ve şöyle der: ‘Belki Allah
Teâlâ bu işte farkında olmadığım yönden bir hayır yaratmıştır.’ Bu durum, şu
ayette dile getirilir: ‘Belki bir şeyi çirkin görürsünüz -ki bu
amaca uymayan şey demektiro sizin adınıza
daha hayırlıdır.’28 Allah Teâlâ kulun istediği o işi
yaparsa, bu nedenle kınanmaz. Çünkü insan kendinden mazeret getirir ve ‘onu ben
istedim’ der. Mekruh hakkmda kul ile Rab arasındaki benzerlik budur.
Şeriatın hükümlerinin kısımları,
ilahi mertebede ve kulda belli olmuştur. Bu nedenle sûfiler ‘Alem bütün varlık
hükümlerinde Hakk’ın sûretine göre ortaya çıktı’ derler. Böylelikle yükümlülük
iki mertebeyi içermiş, iki sûrete yönelmiştir. Şöyle bir soru yöneltebilirsin:
ilahi mertebede bilgisizlik yok iken, bazı şeyleri bilmemede nasıl bir
benzerlik düşünülebilir? Bu konuda şu dizeleri söylemiştik:
Dersem ki ben Hakk’tan başka
değilim O ‘ben’im, çünkü o bilmez
Ben ben olandan daha cahilim
O benim, öyleyse fiil yapan kimdir ?
Bir insan şunu diyebilir: Allah Teâlâ
mazharlar bulundukları hal üzereyken onlarda zuhur edendir. Onlarda zuhur eden
ise bir takım şeyleri bilmek bir takım şeyleri de bilmemek özelliğiyle
nitelenendir. Bunu ona veren, kendisiyle boyandığında mazharın istidadıdır.
Benzerlik bu noktada geçerlidir, hatta tam bir ayniyet vardır. Cüneyd bu
bağlamda şöyle demiştir: ‘Suyun rengi kabının rengidir’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar