PANTEİZM VAHDET-I VÜCUD MUDUR?
Hzl: Murtaza KORLAELÇİ
Felsefe Dünyası sh: 43-50
Felsefe Dünyası sh: 43-50
Panteizm kelimesini etimolojik yönden ele alırsak, kelime
olarak kullanılışının çok yeni olduğunu görürüz. Oysa mahiyet itibari ile
panteizm, antik çağdan beri vardır. Andre Lalande (1867-1963)’a göre
panteist terimini, ilk defa 1705 yılında John Toland (1670-1722) kullanmış,
pantizm terimini ise, Toland’ın hasmı Fay, 1709’da kullanmıştır. Panteizmi,
iki ana tanımla ifade etmek istersek:
A — Tam anlamı ile: Her şeyin Tanrı olduğunu, Tanrı ile
kâinâtın tek ve aynı cevher olduğunu kabul eden doktrindir. Bundan da temel iki
anlam ortaya çıkar:
1- Tanrı tek
gerçek, kâinat (monde) sadece, ne devamlı gerçekliğe, ne de farklı bir cevhere
sahip olmayan, görünümlerin veya sudurların bütünüdür. Tabiatı Tanrı’da,
sonluyu sonsuzda eriten panteizmin bu türüne idealist panteizm denilir. Mesela
Elealıların, İskenderiyelilerin, Spinoza (1632-1677)’nın, Fichte
(1762-1814)’nin ve Hegel (1770-1831)’in panteizmi böyledir.
2-Kâinât tek
gerçek, Tanrı sadece varolan her şeyin toplamıdır. Sonsuzu sonluda, Tanrı’yı
tabiatta eriten panteizmin bu türüne natüralıst veya materyalist panteizm
denilir, sonunda ateizme varır. İyonyalıların, Stoacıların, Diderot (1713-1784)’nun,
D’Holbach (1723-1789)’ın, Schelling (1775-1854) ve sol Hegelcilerin panteizmi
böyledir.
B — Kapalı veya felsefi olmaktan daha ziyade edebî bir
anlamda, tabiatı, bir çeşit tapılmanın öğretildiği canlı bir birlik olarak
tasavvur etmektedir. Bu açıdan, panteizm ilahlaştırılmış tabiattır.
Panteizm’e göre Tanrının âlemden ayrı ve müstakil bir
şahsiyeti yoktur. O, bir kanundur, bir kuvvettir. Bundan dolayı panteizm,
şahsiyet kavramını ve hürriyetin varlığını kabul etmez. Bu durumda insan, fizik
âleminin bir parçası, ahlâk da tabiat düzenine zarûrî ve pasif bir itaat olur.
Ayrıca yaratanla, yaratılan arasındaki farkı kaldırdığı için bütün dinleri
yıkar.
Görüldüğü gibi panteizmin birçok çeşitleri bulunmakta ve
değişik tanımlan yapılmaktadır. Bunların, hemen hemen hepsinde değişmeyen
gerçek şudur: Sonsuz varlıkla sonlu varlıkların, yani Tanrı ile tabiatın
ezelden beri tek ve aynı şey olduğunun kabul edilmesidir. Bu bakımdan
panteizmin çeşitleri, esas itibariyle birbirinin aynıdır. Bunların farklılıkları
şöyle belirtilebilir: Bir açının kenarları uzadıkça aradaki mesafenin açılması
gibi, panteizmin muhtelif çeşitleri tekâmüle doğru gittikçe aralarındaki
uzaklık artar.
Belirtmeye çalıştığımız bu ifadeleri bazı örneklerle
delillendirirsek, zikredilen görüşlerin biraz daha kuvvet kazanacağı
düşüncesindeyiz. Stoacılara göre, “Kâinat Tanrılığın vücudu olduğundan, zarurî
olarak lekesiz bir güzelliği olan mükemmel bir organizmdir. Karşılıklı olarak
kâinatın mükemmelliği, sonsuz bir zekayı ihtiva ettiğini ispat eder. Vücudumuz
katı ve mayi maddenin bir parçasıdır; ruhumuz hava ve ateşten mürekkeb bir
nefestir. Stoacı bakımdan, var olmakla cisim olmak aynı mânâya geldiğinden, ruh
da, kaba bir cisimle örtülmüş ince bir cisimdir”.
İskenderiye Mektebindeki idealist panteizm, Plotinos
(205-270)’un sudur nazariyesi ile açıklanır. Stoacılar Tanrı’yı âlemin içinde
kabul ederlerken Plotinos’a göre Tanrı mutlak ve değişmez bir birliktir. Âlem
bu tanrıdan, tabakalar halinde sudur etmiştir. Tanrı her şeyin kaynağıdır.
Tanrı her şeydir. Her varlık aynı zamanda İlâhîdir . Plotinos’a göre Tanrı,
eşyanın kendinde ayırdedemediğimiz saf bir ışıktır. Tanrı, “hiçbir şeyin
dışında değildir, hiçbir şeyden hariç değildir. O, fark edilmeksizin her şeyde
mevcuttur” . Plotinos’un idealist ve suduriyeci panteizmi, kendinden sonra,
Doğuda ve Batıdaki düşünce gelişimine büyük etki yapmıştır.
Rönesans felsefesindeki panteizmin temsilcisi olarak
Giordano Bruno (1548-1600) görülmektedir.. Buna göre evren, tanrının, kendini
gerçekleştirdiği yerdir. Tanrı ve kâinat bir ve aynı varlıktır . Kâinattaki
varlıkların her biri, öncesiz ve sonsuz olan tanrısal kuvvetin çeşitli
görünümleridir. “Her varlık tanrısal özün aynısıdır. Her şey özü bakımından
tanrının kendisidir.(...) Felsefeye düşen ödev, doğayı bilmektir; doğanın
birliğini kavramağa çalışmaktır. Tanrıyı doğanın dışında değil, içinde
aramaktır. Buna göre doğayı bilmek tanrıyı bilmektir, dolayısıyla da, doğa
bilgisindeki her ilerleme, tanrının bir yönünü açmadır”.
Yeniçağda panteizm söz konusu olunca, ilk akla gelen
şüphesiz Spinoza (1632-1677) olacaktır. Daha önceki panteistlerden hiçbiri,
“panteizmi mantıkî sonucuna götürmede Spinoza kadar başarılı olamamıştır” . O
tanrı fikri ile tabiat fikrini cevher kavramında özdeşleştirir . Ona göre “Tanrının
ya da Tabiatın niçin etki yaptığı (işlediği) ve niçin varolduğunun sebebi, ya
da nedeni bir ve aynı şeydir. Hiçbir gaye için varolmadığından, hiçbir gayeye
göre tesir ve icra etmez, varoluşu gibi etkisinin de ne ilkesi, ne gayesi
vardır”.
Akozmist veya mülhit olmayıp, fakat kelimenin tam mânâsıyla
kozmoteist veya optimist bir panteist olan Spinoza’nın kurduğu bu Tanrı-âlem
özdeşliği, “klasik dinî anlamda yaratmadan; Tanrı’nın varlık sebebi olmasından
söz etmemize izin vermez. (...) Tanrı, hür irade vasıtasıyla kendi eserlerini
vücuda getirmez. Her şey İlâhî mahiyetten zorunlu olarak çıkar. Spinoza’nın
tanrısı, monoteizmin Tanrı’sı değildir ”.
Hegel (1770-1831), mutlak diye isimlendirdiği belirlenmemiş
saf ve soyut varlığı hareket noktası olarak alır. Tamamıyla belirlenmemişten
hareket edilince bu mutlak, sonunda bizzat kendinin tam şuuruna varmak için
gitgide somut belirlenimler serisine geçer.
Hegel’e göre Tanrı, aralıksız gelişmek üzere olan ebedî bir
oluştur . Ruh ve tabiat, mutlakın cepheleri, Tanrı’nın tavırlarıdır. Mutlak,
eşyanın devamlı oluşumudur. O, hiçbir suretle eşyanın dışında kalmaz, tamamıyla
onun içindedir. Eğer Tanrı’dan, insan aklına göre müteal olan varlık
anlaşılırsa, Hegel filozofların en ateistidir. Çünkü hiçbir kimse onun
kadar kesin olarak mutlakın mündemiç oluşunu ve tam anlaşılırlığını tasdik
etmemiştir. Ona göre mutlak ve akıl aynı mânâya gelen kelimelerdir. Mutlak,
inorganik ve canlı tabiatın müteakip derecelerinden geçerek insanda şahıs
haline gelen akıldır .
Tanrı-âlem özdeşliğini kabul edip, savunan panteizmin,
arapça bir ifade ile vahdet-i mevcudun durumunu, kısmen de olsa, belirttikten
sonra İslâm tasavvufunda yer alan Vahdet-i Vücud ilkesi hakkında bilgi vermenin
yerinde olacağı inancındayız.
Araştırmaların bugünkü durumuna göre Vahdet-i Vücud deyimi, “ilk
defe Konevî’nin eserlerinde ve onun yaşadığı devirde ve kendisiyle Mısır’da
görüşmüş olan İbn Seb'în’in (669/1270) eserlerinde kullanılmaya başlanmıştır” .
Bu gibi iddiaların yanında, İbn Arabî (560 H./1165 M.-638 H./1240 M.)’nin,
Vahdet-i Vücud ifadesini Fena Risalesi'nde kullandığı görülmektedir. O, şöyle
diyor: “Hikmet ehli olduğunu iddia eden ve hep aklî nazariyeler ileri süren
(en-nazzâr) biri, Vahdet-i Vücud ehlinden olan hakikat ehlinden birine
(el-muhkkikûn) gelip bir mesele sordu, ben de bulunuyordum (...) Oysa ki
Vahdet-i Vücud düşüncesine sahib olan kimse bildiği şeylerden ötürü son derece
mutludur” .
Vahdet-i Vücud ilkesine taraftar olanlar, bu düşünce
tarzının Kur’an ve Hadislere dayandığını ileri sürüyorlar. Bu iddialarını
delillendirmek için de birçok âyet ve hadisleri delil gösteriyorlar. Bu
âyetlerden birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:
“Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız”.
“Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah,
her şeyi kuşatır” .
“O, evvel, âhir, zâhir ve bâtındır. O, her şeyi bilicidir” .
Zikrettiğimiz bu son Âyet-i Kerîme şöyle tefsir ediliyor:
“Zâhir, varlığı her şeyden aşikâr, çünkü, her şey O’nun
vücuduna delildir. Hiçbir şey yoktur ki vücutta zuhur ederken daha evvel O’nun vücudunu
isbat etmiş olmasın. Mamafih her zahiri 0,zannetmemelidir. Çünkü o, zâhir
olmakla bâtındır da, havass ile his, hayal ile tahayyül olunamayacağı gibi
hakikati akılların idrak ve ihatasına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh ne
yalnız zâhir, ne de yalnız bâtın diye hükmetmemeli, hükmü atıftan sonra yaparak
zâhr-ü bâtın demelidir. Evvel ve âhir de böyledir. (...) Mamafih hepsinde hüküm
rabıttan sonra olmak daha evlâdır. Çünkü “Hüve“ zamiri Allah ism-i Celîline
râci’dir. Allah ismi ise bütün esmâ ve sıfatm mertebe-i cem’idir. Halbuki
birçokları bundan gaflet ederek Vahdet-i Vücud namına hatalara düşmektedirler.
Ve “O, her şeye âlimdir”. Binaenaleyh kendini de bilir. Bâtın isminden, kendine
nazaran da bâtın olduğu zannedilmemelidir” .
İsmâil Fennî Ertuğrul, tefsirini belirtmeye çalıştığımızbu
Ayet-i Kerîme için şöyle diyor: “Âcizane görüşüme göre bu Ayet-i Kerîmede,
Vahdet-i Vücud vardır, bu da Kur’an’a mahsus meziyetlerdendir”. [İsmail Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabi,
Hazırlayan: Mustafa KARA, İst. 1991, s. 54.]
Vahdet-i Vücud ilkesi için, zikredeceğimiz şu görüşün en
belirleyici ve kabul edilebilir olduğu inancındayız: “Tanrı ile âlemi bir ve
aynı sayan monist mistisizmi, İslâmî açıdan savunmak mümkün değildir.
Savunulabilecek olan ve asırlar boyunca da kabul edilegelmiş olan fikir şöyle
özetlenebilir: İnsan Allah’ın da yardımı ile (ve vahyin öğrettiklerine
dayanarak) kendisindeki İlâhî yanı keşfederek nazarî ve amelî kemali elde etmek
için büyük bir mücadeleye koyulur. Nefsinin “âdî ve bayağı güçlerini” hakimiyeti
altına alır manevî imkân ve kabiliyetlerinin idraki yolunda adım adım ilerler.
Sonunda öyle bir kemal noktasına gelir ki, kendisinde İlâhî sıfatların, beşerî
imkanların elverdiği seviyede gerçekleştiğini hisseder. O zaman her şeyle ve
her şeyin yaratan ile bağlantılı, ilişkili olduğunu farkeder. Hangi kaynaktan
geldiğini ve hangi kaynağa döneceğini bilir. Nereye baksa Allah'ın yüzünü”
görür. O’nun dâimî “huzuru”nda düşünür ve hareket eder. Beşerî irade ile İlâhî
irade arasındaki gerilim yok olur. Birinci derecede kâmil insanın gönlü, ikinci
derecede ise her şey, İlâhî tecellîye mazhar olur. Artık süfî her zaman, her
şeyde O’nunla olduğunu idrak eder” .
Kâinatta hüküm süren evrensel düzen, her varlığın
yaratılışında vahdeyilmiş uygunluk (intelligence), şafak aydınlığı gibi her
tarafa yayılmış hikmet (sagesse), özellikle kâinattaki genel planın birliği,
kâinatın devamlı gelişen âhenkli bir kanun ile idare edilişi, bütün fizikî
kuvvetlerin yaratıcısı, görünmeyen İlâhî tek bir gücün varlığının açık
delilidir . Kâinattaki, zerreden küreye her mevcud, Allah’ın varlığının ve
birliğinin, kâinatla özdeş olmadığının açık bir delilidir. İyi düşünebilen
zekalar bilinenden bilinmeyeni; görülenden görülmeyeni; hissedilebilir
kuvvetlerden ana kuvveti keşfedebilir. İnsana düşen, hâşâ Allah’la kâinatı
özdeşleştirerek Allah’ı inkâr etmek değil, yaratılışın sırlarım inceleyerek
yaratıklardan, Aşkın ve Mutlak Yaratan’ın varlık ve birliğini görmektir.
Böylece belirtilmeye çalışılan Vahdet-i Vücud ilkesi ile panteizm
arasında birçok farkların olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu farkları
eleştirel bir şekilde ortaya koymanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
Panteizm her şeyden önce çelişmezlik ilkesini yıkıyor. Çünkü
Allah’ı inşam ve dünyayı tek bir cevher kabul ediyor. Bu evrensel cevher aynı
zamanda sonlu ve sonsuz, mükemmel ve gayri mükemmel, izâfî ve mutlak olacaktır.
Eğer bu hipotezde sonsuz varsa, yer kaplama ile düşüncenin, ruhla vücudun
sadece bir karışımı olacaktır. Fakat yer kaplama ile düşünce, ruhla cisim
birbirine indirgenemez ve biribirine muhalif özelliklere sahiptir .
Sonsuz ile sonlu arasındaki fark hiçbir zaman
kapatılamayacaktır. Bir tarafta sonsuz var, diğer tarafta sonlular kolleksiyonu
var. Bunların birleşme noktası nerede? Spinoza bunu bulamadı. Ne sonsuzdan
sonluyu çıkarmayı, ne de sonluyu sonsuza bağlamayı isbat edemedi. Yaratma inkar
edilirse, Allah-âlem ilişkisini açıklamak imkansızlaşır gibi görünüyor.
“Panteizm, aşkınlık fikrini reddettiği için
ateizme yardımcı olmaktadır. “Panteist, inkar yolunun yarısını ateist için
tesviye etmektedir” sözü, panteizm tenkid eden eserlerin pek çoğunda
geçer.(...) Panteizm “Tanrı her şeydir” demekle varlık mertebeleri arasındaki
ayırımı kaldırmakta, sözgelişi taşla insanı bir tutmaktadır.(...) Şuurlu fert
kendi kendini bildiği, kendisini öteki fertlerden ayırabildiği, kendisini
“başkası”ndan ayrı gördüğü takdirde fert olmaktadır. Penteizmde bu nasıl
meydana gelecek? İradem, söz gelişi, benim iradem midir? Yoksa hem bana hem de
“küllî olana”mı aittir? Semavî dinler, “kulun iradesinin, Tanrı’nın iradesine
tabî olmasını” isterler. Fakat evvela bana ait bir irade olmalı ki, onu
başkasının iradesine tabi kılmayı düşünebileyim” .
Panteizm, cevherin mutlak birliğini doğrulayarak ferdiyat ve
şahsiyeti yıkıyor. Şahsiyet yıkılınca, şuurlu şahsa ait olan gerçek ölümsüzlük
de yıkılıyor. Ölümle, “ben”i oluşturan öğeler, yeni bir birleşim için büyük
bütünde dağılacaktır. Yeniden dirilme, cennet ve cehennem panteizm için
sözkonusu değildir.
Panteizm, ahlâkî açıdan birtakım hususiyetleri yokediyor.
Bunlardan bazıları şunlardır: Sorumluluk: Hürriyet ve şahsiyeti kaldırdığı
için, zorunlu olarak sorumluluğu da kaldırıyor. “Ben” olmadığı için, “ben”in
cevap vermek mecburiyetinde olduğu fiiller de yok demektir.
İyi ile kötü, faziletle günah, değerlilikle değersizlik
arasındaki farkı yok ediyor. Çünkü panteizme göre her şey, ilâhîleşmiştir. Oysa
ki her şeyi ilâhîleştirmek, her saçmayı doğrulamaktır .
“Panteizmde aşkın uluhiyet anlayışı olmadığı için 'yaratma’
fikri de yoktur. Teizmin en bariz vasfı, iradesi olan bir hür yaratıcı fikrine
yer vermesidir. Panteizmde her şey Tanrı’da olup bitmektedir. Ondan ayrı bir
âlem yok ki yaratma olsun.
Panteizm dinî tecrübenin anlaşılmasını da oldukça güç duruma
sokmaktadır. Eğer, Tanrı bir zat değilse, ibadetin, duanın ne anlamı vardır?
Dinî tecrübe, Tanrı-insan münasebetine dayanmaktadır. Tanrı-insan ayniyetine
değil. (...) Panteizm ile Vahdet-i Vücud fikrini savunanlar arasındaki en
önemli fraklardan biri burada karşımıza çıkıyor. Panteizm dinî tecrübenin
değil, nazari düşüncenin öne sürdüğü felsefi bir teoridir; oysa diğeri, yaşanan
bir tecrübedir. Biri hayatın somut veçhesinden kopmuş bir sistem, öteki ise,
birçok mutasavvıfa göre, bu somutluğun, bütün derinliği içinde, yansımasıdır” .
Panteistlere göre Allah için hiçbir zatî sıfat sözkonusu
değilken, Vahdet-i Vücud ilkesini kabul edenlerin tamamına göre Allah’ın ilim,
irade, kudret, yaratma v.s. gibi zâtı sıfatları mevcuttur. Bunların “hiçbirisi
Cenab-ı Allah’a, düşünce ve yer kaplama gibi sıfatları isnat etmemiştir. Çünkü
bunlar, mahlukata mahsus sıfatlardır” . Felsefi bir teori olan panteizmle,
dinî bir tecrübe olan Vahdet-i Vücud arasında en az, “isim" ile “müsemma”
arasındaki fark kadar ayrılık vardır. Mesela dünya küresi üzerinde küçük bir
nokta ile isim olarak gösterilen bir şehir, fiilen ziyaret edildiği zaman ismi
ile o şehrin imar durumu arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu görülür.
“Fikir ve nazarla zevk ve şuhud da böyledir. Vahdet-i Vücud ile panteizm
arasındaki manevi fark da böyledir. Bu manevi fark iman ile ilhad arasındaki
farkın aynıdır. Felsefedeki tevhidi görüp de İslâm dininden yüz çevirmek ne
ise, panteizm denilen felsefî sistemi görüp de, Vahdet-i Vücuda kail olan evliyalardan
yüz çevirmek odur” .
Spinoza’ya göre Tanrı’nın tezahürü zarurîdir. Onda irade ve ihtiyar yoktur. Tanrı hür olan iradesiyle
ve dilediği gibi önceden takdir etmemiştir.
Mutasavvıflara göre Allah, âlemi kendi iradesi ile
yaratmıştır. Kâinatın hepsi sonradan olma, muhdes ve mümkündür. İnsan cüzî
iradeye sahiptir. Ceza ve mükâfât, cüzî iradeden mütevellid seçmeye dayanır.
Spinoza’ya göre din, Tanrı tasavvurundan yahut İlâhî aşktan
doğan emel ve fiillerin bütünüdür. Dinin âyin ve şekle ihtiyacı yoktur. Onun
din dediği şey sırf akla dayanan bir sistemdir. Dinî hükümlere itaat esarettir.
Mutasavvıflara göre din, Allah'ın vahyettiği İlâhî bir
nizamdır. Aklın bir sının vardır. Orada durur, ondan ilerisi için
peygamberlerin irşadına muhtaçtır. Hidayete, selâmete ve saadete ancak onlara
tabî olmakla ulaşılır . “Vahdet-i Vücud âyet ve hadislerle beraber, kalbi
keşiflere dayanan dinî bir mezheptir. Panteizm ise, sırf akla dayanan felsefi
bir sistemdir” .
Panteizmle Vahdet-i Vücud arasında belirtmeye çalıştığımız
farklar daha da artırılabilir. Bununla beraber Vahdet-i Vücudda, panteizmin
birçok etkilerinin görüldüğü de bir gerçektir. Bütün bu etkileşimlere rağmen,
bir müslüman panteist olamaz; dolayısıyla bir müslümana, müslüman olduğu sürece
panteist demek, hiç te uygun düşmez gibi görünüyor. Aynı şekilde Vahdet-i Vücud
deyimini, panteizm olarak ifade etmenin de İslâm kültürüne uygun düşmeyeceği
görüşündeyiz. Görüldüğü gibi bu iki deyim, ihtiva ettikleri anlam itibariyle
tamamen farklıdır. Bu durumda İslâm kültüründe, “panteist” ve “panteizm”
terimlerini kullanırken çok dikkatli olup, cömertçe davranmamak gerekiyor. Bir
Mevlânâ, bir Yunus sözkonusu olduğu zaman bu durum daima gözönünde
bulundurulmalıdır. Bunlar gibi velîlere panteist demek, bir bakıma, İslâmî
açıdan, bu zatlara, “mü’min değildir” demek kadar yanılgıyı ihtiva eder gibi
görünüyor.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar