RAINER MARIA RILKE’ NİN “MALTE LAURIDS BRIGGE’NİN NOTLARI“ ADLI ESERİNDE RUHBİYOGRAFİSİ
Hzl: Cumali
YEŞİL
Kısaltılmış Alıntı
Çalışmamızda
Rainer Maria Rilke’nin “Malte Laurids Brigge’nin Notları” adlı eserinin
ruhbiyografisi incelenmiştir.
20. yüzyılın en
önemli yapıtlarından biri olan “Malte Laurids Brigge’nin Notları” adlı eserin
Freudiyen bakış açısıyla arkaik kazılar yaparak bilinçaltına inmeye çalıştık.
Eseri yazar Rainer Maria Rilke ve Malte adlı kahramanının yaşadıkları dönemi,
aile yapılarını, ekonomik düzeylerini de göz önünde bulundurarak psikanalitik
yaklaşımla inceledik. Bu konuyla ilgili olarak gözden geçirdiğimiz çalışmalarda
daha çok karakter analizlerinin yapıldığını okuduk. Bu çalışmalarda amacın
karakter analizi olduğunu gördük. Biz de çalışmamızda karakter analizinde
bulunduk, fakat karakter analizini amaç değil araç olarak algıladık.
Çalışmamızda yer yer yakın okuma yöntemini kullandık. Öncelikle Rilke’nin
biyografik eserlerini irdeledik. Sonra Selçuk Budak, O.A.Gürün gibi yazarların
Psikoloji sözlüklerini taradık ve bu konuyla ilgili dağarcığımızı genişletmeye
çalıştık. Lisans döneminde tanıştığımız Sigmund Freud, Carl Gustav Jung, E.
Fromm gibi yazarların kuramsal boyuttaki eserlerini yeniden okuduk. Özellikle Freud’un “Olgu Öyküleri” ile
“Rüya Yorumları”, Normann N. Holland’ ın “Psikanaliz ve Shakespeare” ile Yılmaz
Özbek’ in “Edebiyat ve Psikanaliz” gibi eserlerini okuduk ve analizin nasıl
yapıldığı hususunda bilgi edindik. Eseri okuyup belirgin bir şablon elde
ettik. Sonra yazarla ilgili araştırmalarımızı derinleştirdik ve literatür
taraması yaptık. Bu araştırmaları Malte’de elde ettiğimiz bulguları Rilke’nin
yaşamıyla karşılaştırarak yaptık. Anı ve mektupları öncelikli olmak üzere
ikincil eserleri de gözden geçirdik. Çalışmamızda da görüleceğe üzere yazarın
özellikle Lou Andreas Salome ile mektuplaşmaları bize faydalı oldu. Neredeyse
tüm biyografik unsurları bu mektuplaşmalardan elde ettik. Özellikle anı ve
mektuplardan yararlanmamızın sebebi kurmaca olmamalarıydı. Amacımız yazarla
ilgili somut donelere erişmekti. Yazarın toplumdaki yeri, davranışları, okuduğu
ve hayran olduğu sanatçılar başta olmak üzere yazarın özel hayatını yakından
okuduk. Bu arada eserle ilgili daha önceden yapılan Erich Simenauer’in “Legende
und Mythos” adlı eseri ile Peter Priskil’in “Freuds Schlüssel zur Dichtung Drei
Beispiele: Rilke, Lovecraft, Bernd” gibi eserleriyle karşılaştık ve bunları
okuduk. Özellikle Erich Simenauer’in eseri çalışmamıza ışık tutmuştur.
Simenauer’in (Prof.Dr.med.Erich Simenauer) asıl mesleğinin uzman doktorluk
olması ve alanının psikiyatri olması Malte romanındaki bulgularımızı
güçlendirmiştir. Eserde irdelediğimiz ve açımlamaya çalıştığımız birçok
paragraf ve cümlelerde semptomları belirlemede ve ad koymakta Simenauer’den
faydalandık. Simenauer ayrıca Rilke’nin biyografik özelliklerine de yer
verdiğinden bu ikincil kaynak bizim için rehber olmuştur. Priskil’in çalışması
da “Malte Laurids Brigge’nin Notları”nı yakından ele aldığından bizim için çok
faydalı oldu. Söz konusu olan eser bazı bulgularımıza dayanak ya da yol gösterici
oldu. Bazı durumlarda Priskil’in yazdıklarıyla ters düştük. Örneğin
çalışmamızda yer verdiğimiz ve Malte’nin masa altında gerçekleştirdiği olayı
Priskil “mastürbasyon” eylemi olarak algılamıştır. Fakat biz bunun salt
mastürbasyon eylemi olmadığını mastürbasyona fantezilerin değil gerçek
görüntülerin eşlik ettiğini belirttik ve bunu elde ettiğimiz bulgulardan yola
çıkarak “seyir” olayı olarak sunduk. Bulgularımıza aynı zamanda Freud’un “Da
Vinci” ile ilgili yazısında ön plana çıkan ve derin psikoloji jargonunda yer
alan, Simenauer’in de sıklıkla değindiği “gerileme, yüceltme” gibi kavramlar da
rehberlik etmişlerdir. Freud’ un söz konusu yazısında ön plana çıkan bu
kavramlarla yakından ilgi kurduk ve zorunlu olmasa da bu kavramların
çalışmamıza uyduğunu bulguladık. Çalışmamızda ön gördüğümüz ve ilginç
bulduğumuz husus ise eserden hareketle yazarla kahraman arasındaki ilişkinin ve
benzerliklerin belirginleşmesi olmuştur.
“Giriş”
bölümünde açıklamaya çalıştığımız “rubiyografisi” kavramına Yılmaz Özbek’in
“Psikanaliz ve Edebiyat” adlı eserinde rastladık. Doktora öğrenimi ders
aşamasında danışman hocamla bulunduğumuz istişarelerde konuyla ilgili olarak
olgunlaşma süreci de başlamış oldu. Saptamalarımız daha çok bu alanda kuramsal
çalışmaların yapılmış olmasıydı. Bizim çalışmamız ise kuramsal olan ile
kılgısal olanı bir potada buluşturdu.Genellikle üstünkörü geçilen unsurlara
odaklandık.
Erzurum-2010
Cumali YEŞİL
Cumali YEŞİL
Edebiyat ile psikanaliz
konusunda ciddi bir biçimde ilgilenen bilim adamı hiç kuşkusuz Sigmund Freud’dur.
Ruhçözümcünün sanatla, yazınsal yapıtlarla uğraşması ilk defa Sigmund Freud’un
Sanat ve Sanatçılar Üzerine isimli yapıtı ile başlamıştır.[1]
Freud’un bilinçaltı başta olmak üzere cinsellikle ve dışavurum kuramlarıyla
ortaya koyduğu düşünceler yine bizzat Freud’un önderliğinde edebiyata
uygulanmıştır. Freud, düşüncelerini geliştirirken Antik Yunan Edebiyatı ve
mitolojiden de beslenmiş ve ortaya koyduğu düşünceleri mitolojideki birçok
örnek olayla bağdaştırarak dile getirmiştir. Oedipus ve Elektra kompleksleri,
narsizm Freud’un mitolojik anlatılardan yola çıkarak açıkladığı birkaç
örnektir.
Freud’un ortaya koyduğu
düşünceler başta William Shakespeare olmak üzere Kafka, Dostoyevski, Robert
Musil, Flaubert, Thomas Mann, Albert Camus, Proust gibi yazarlar ve eserleriyle
birlikte Leonardo Da Vinci, Michelangelo, Picasso ve Dali gibi ressam ve diğer
birçok sanatçılarla ilgili çok ilginç sonuçlara varılmış ve bu sanatçı ile
eserleri yeniden ama psikanalitik bir gözle okunmaya çalışılmıştır. Bu
alanlarda birçok araştırma yapılmış ve günümüze kadar oldukça ilginç sonuçlar
elde edilmiştir. Bu konu Erich Fromm, Karen Horney, Carl Gustav Jung, Jacques
Lacan gibi yetkin insanlar başta olmak üzere birçok bilim adamını yakından
etkilemiştir.
Çoğu insan Freud’un salt yapıtı
ele alarak yazara soğuk yaklaşmış olduğu düşüncesini ortaya atmıştır. Bu
Freud’un ürünü çok ciddiye alıp yazarın yaratım sürecinin inceliklerine yabancı
kaldığı düşüncesinden kaynaklanmıştır. Oysa durum bundan çok farklı olmuş ve
savunulanların aksine Freud yazarı salt psikopatolojik bir travma içerisinde
görmeyip yaratıcılığın psikopatolojinin dışında da ele alınabileceğini ve bunun
genel anlamda psikodinamik ile yakından ilgili olduğunu savunmuştur. İnsanın
bedeniyle ruhu arasındaki ilişkiyi, ruhunun gizem dolu yanlarını, bilinçdışını
tanımaya yönelik bu çalışmalar karanlıkta kalmış noktaları açığa çıkarma
bakımından da ayrıca bir öneme sahiptir.
Prof.Dr. Yılmaz Özbek
“Edebiyat ve Psikanaliz” adlı eserinin sunuş kısmında bu alanın neden bu kadar
çekici olduğunu, bu konuya neden ürkek yaklaşıldığını ve bu alanla ilgili
zorlukları açıklar: ”Kuram olarak varlığından hep söz edilen, ancak yapıt
çözümlemesinde pek kullanılmayan psikanalitik yaklaşım yöntemine
araştırmacıların ilgisini çekmek istiyoruz. Uygulamaya yönelik bir eğilim
yaratmak doğal olarak akşamdan sabaha oluşturulacak birikimle sağlanamaz.
Psikoloji bilim dalında bir ölçüde derinleşmek, Freud’un savlarını yazın
alanında çözümlemeler yapacak düzeyde birikim beklenir araştırmacıdan. Bu da
ikinci bir uzmanlık alanında donanımlı olmak demektir. Bu yüzden de bu alana
ürkek yaklaşılması doğal karşılanmalıdır.”[2]
Çok önemli bir alan olmasına rağmen pek az çalışmanın olduğu bu konuyu gündeme
getiren Özbek’in eseri bizim çalışmamızın da ana izleği olmuştur. Kuramın
kılgısal düzlemde görünür hale geldiği bu alandaki çalışmaları pozitif dayanağı
olmadığı gerekçesiyle eleştiren kesimlere bu konuda en iyi cevabı Prof.Dr.
Gürsel Aytaç verir: ”Edebiyata psikolojiyle yaklaşımda bir anlamda Pozivitizmle
yeniden bağ kurulmuş olmaktadır”[3] Edebiyat
sosyoloji, felsefe ya da dilbilim gibi alanlarla sınırlanamayacak kadar geniş
bir alanı kapsar. Edebiyata felsefeyle, sosyolojiyle, tarihle, teolojiyle ya da
fen bilimleri, fizik ve matematikle bakmak kadar psikolojiyle de bakmak bu
alanın zenginliğini gösteren bir olgudur. Nitekim psikoloji de Sigmund Freud
gibi bir bilim adamı ile onun fikirlerinden hareket eden ya da ona zıt fikirler
ortaya atan bilim adamlarının ortak paydada buluştuğu bir bilim dalıdır.
Freud’un yaptığı çalışmalardan ötürü Almanya’da saygın bir yeri olan “Goethe
Ödülü” nü alması, edebiyat ile psikanaliz konusunda ayrıca bir önem taşır:
“1930’da, Freud’a, Frankfurt şehri tarafından Goethe Ödülü verildi. Freud,
2.500 dolarlık para ödülünün 250 dolarını, artık yaşlanmış olan arkadaşı Lou
Andreas- Salome’ye verdi. Bu ödül onda karışık duygular uyandırmıştı: geniş bir
kesimin dikkatini çekmek ve en eski idollerinden Goethe’yle birlikte anılmak
hoşuna gitmişti(...) “[4]
Sigmund Freud insanı merkeze
almıştır. Durmaksızın onu ve bilinçaltını anlamaya çalışmıştır. Bunu yaparken
de insanın yalnızca patolojik yönüyle kendini sınırlamamış aksine normal olarak
kabul edilebilecek olguları da mercek altına almıştır. Sanat ve sanatsal
yaratıcılık bunlar arasında en önemli yeri alır. Freud ortaya yeni bir yöntem
koymuştur. O yalnızca ruhsal hastalıkları tedavi etmek için ortaya fikirler
atmamış, aynı zamanda da insan ruhunun nasıl yapılandığını ve ne tür bir
işlevliliğinin olduğunu da merak konusu yapmıştır. Böylece bilinçdışı farklı
çevrelerce merak edilmiş araştırılmaya başlanmıştır.
Freud’un edebiyatla alakası
psikanaliz yöntemiyle ilgili ortaya koyduğu fikirlerle sınırlı olmayıp, o aynı
zamanda da edebiyatı da etkileyerek ona yön vermiştir. Nesnel dünyayı, insan ve
onun ruhunu, biyografik unsurları vb. dillendiren edebiyat Sigmund Freud’u
keşfettikten sonra onu olumlu ya da olumsuz bir biçimde eleştirerek kendisinde
var olan ama daha önce farkında olmadığı bilinçaltını tanıma fırsatını elde
etti. İnsana yeniden bakan edebiyat, onun bilinçaltı ile bilinçaltının
derinliklerine inme ve orada bulunan karanlık odaların kilitli kapılarını
aralamanın yollarını geliştirmeye başladı. Bunda da epeyce yol aldı. Berna
Moran yazar ve onun kişiliğine psikanalizle birlikte farklı bir biçimde
yaklaşıldığını belirtir: “Yazarın yaşamına ve kişiliğine gösterilen ilgi
yirminci yüzyılda Freud’un etkisiyle yeni ve daha teknik bir biçim almış,
psikanalize dayanan yeni bir eleştri yöntemi, sanat eleştirisinde büyük bir yer
tutmuştur.”[5] Moran,
Freud’un düşüncelerinin farklı yaklaşımlar doğurduğunu ve sanata, edebiyata
nasıl yaklaşıldığını şu sözlerle açıklar: ”Freud’un bilinçaltıyla ilgili
buluşlarına dayanan bu yöntemi, bazıları sanatçının psikolojisini, bilinçaltı
dünyasını, cinsel komplekslerini v.b. ortaya çıkartmak için; bazıları aynı
zamanda bu buluşları eserlerini yorumlamak için kullanmış, yine bazıları da
eserlerindeki kişilerin psikolojisini, davranışlarını açıklamak amacıyla bu
kişilere uygulamışlardır.”[6] Psikanaliz
yöntem tüm bunlarla birlikte sanat ile sanatçıyı da sorgulamış ve sanatın
varlığını, sanatçının neden yarattığını merak konusu etmiştir.
Sigmund Freud’un E.T.A.
Hoffmann’nın “der Sandmann”ı, Goethe’nin eserleriyle ilgili çalışmaları ve
Jensen’nin ”Gradiva” sıyla ilgili çalışmaları ile ”Rüya Yorumu” adlı yapıtları
edebiyat bilimi için ayrıca bir öneme sahiptir. Bu alanla ilgili birçok edebi
eserle ilgilenen Freud insan piskozu, bilinçaltı ve psikolojik metodlar üzerine
yoğunlaşmış ve bu alanda kült eserler ortaya koymuştur. Sigmund Freud sanat ve
onun yaratısıyla alakalı insanların kafasında soruların oluştuğunu kendisine
problem yapmış ve bu sorulara cevaplar aramıştır: “Şu sanatçı denen acayip kişinin, bir
Kardinalin Aristo’ya sorduğu gibi konularını nereden aldığını, bu konularla bizi
etkileyip duygulandırmanın nasıl üstesinden geldiğini, ruhumuzda
uyanabileceğine belki hiç ihtimal vermediğimiz heyecanların içimizde doğmasını
nasıl sakladığını bilme isteğiyle biz sanatçı olmayan kişiler hep yanıp
tutuşmuşuzdur. Sanatçının kendisine sorduğumuzda bize bir yanıt bulup
veremeyişi ya da verdiği yanıtın yetersizliği bu yoldaki merakımızı daha da
güçlendirmiş, konu seçimini belirleyen koşulları çok iyi tanımamızın, sanatsal
yaratı sürecindeki özün derinliklerine enikonu girmemizin bizleri sanatçı
yapmada hiçbir rol oynamayacağını bilmemiz de duyduğumuz merakı asla
azaltmamıştır.”[7] Freud’un edebiyat ile psikanalizi buluşturduğu en
önemli çalışmalarından birisi de Dostoyevski ile ilgili olan yazısıdır. Sigmund
Freud, Dostoyevski’nin eserlerinden yola çıkarak yazarın ruhbiyografisine
ulaşmaya çalışmıştır. Bunu yaparken sade sorular sorarak işe başlamıştır: “Dostoyevski’yi
suçlular arasına katmaya bizi götüren nedir? Yanıt: Bir kez yapıtları için
zorba, cani, bencil tiplerin özellikle yer aldığı konular seçmesi; böyle bir
tutum, söz konusu tiplerdeki eğilimleri Dostoyevski’nin kendi ruhunda da
barındırdığını kanıtlar.”[8]
Freud yazısında Dostoyevski’nin ahlakını sorgular, onun mazoşist yönlerini
bulgular. Annesiyle olan ilginç ilişkisine değinir. Dostoyevski’nin biyografik
yapısını incelemiş ve çeşitli kaynaklardan onun bilinç kayıpları, kasılmalar
ile sara ve depresyondan muzdarip biri olduğunu bulgulamıştır. Freud, baba
katilinden Oedipus kavramına ulaşmış yine Dostoyevski’nin eserlerinde kahramanın
çocukluk yılları ile onun kökensel fantezilerinde kazılar yaparak ilgi çekici
sonuçlar elde etmiştir. Freud, Dostoyevski’nin açıkça ifade edemediklerini
bastırdığını ve bunları kılık değiştirerek eserinde verdiğini bulgulamıştır.
Bundan ötürü bir sanat eserine, yazarın bilinçaltında kalmış isteklerin, arzu
ve korkuların sembollerini taşıyan bir belge gibi bakabiliriz.[9]
Sanatı bir dışavurum olarak
gören Freud sanatla ilgili kafalarda oluşan bu soruların çözümünü bir soruyla
aralamaya çalışır: “Acaba sanatsal etkinliğin ilk dışavurumlarını daha
çocuklarda aramaya kalkmakla doğru bir iş yapmış olmaz mıyız?”[10] Freud bu
sorusuyla birlikte çocuğun üzerine eğilir ve çocuğun en sevdiği uğraşın oyun
olduğunu düşünür. Çocuk ile oyun bağıntısını inceleyen Freud bu ilişkiye
yakından bakar: “Oyun oynayan bütün çocuklar, oynadıkları oyunlarla kendilerine
özgü bir dünya yaratır; daha yerinde bir deyişle, yaşadığı dünyanın nesnelerini
kendi beğenisine uygun olarak kurduğu yeni bir düzen içine yerleştirir, böylece
tıpkı bir sanatçı gibi davranır.”[11] Freud,
sanatçı ile çocuk arasındaki bu benzerlikten ötürü fantazya ve gerçeklik
arasındaki ilişkinin de sorgulanması gerektiği görüşünü savunur. Freud’un bu
düşüncesinden hareketle sanatçının da tıpkı bir çocuk gibi davrandığı açıktır.
Nitekim Freud bu konuyla ilgili daha belirgin bir betimlemede bulunur: “(...);
o da kendine bir hayal dünyası yaratarak bu dünyayı pek ciddiye alır, yani
zengin bir duygu hazinesiyle donatarak realite’den kesin sınırlarla ayırır
onu.”[12] Freud’un
bu düşüncelerinden hareketle sanatçının özde bir fantezi aleminde dolaştığını
rahatlıkla görebiliriz. Aynı zamanda sanatçının çocukluk dönemindeki
izlenimleri onun isteklerini, arzularını da yönlendirebilmektedir. Holland,
Freud’un sanatsal yaratımıyla ilgili düşüncelerini şu biçimde açıklar: ”Yazara
özel bazı nitelikleri, poeta nascitur non fit (ç.n. şair olunmaz şair doğulur)
olgusunu ya da onun sanatsal teknikleri kullanımını ekleyecek olursak Freud’un
sanatsal yaratımın bir tür eşitleme olduğu görüşünü dile getirebiliriz: sanatta
yerine getirilen iş, dört “değişken” in bir işlevidir: (a)sanatçının
kendisinden gelen doğal yetisi; (b)bir birey olarak bilinçdışında varlığını
sürdüren, kendisine özgü ve tüm insanlarla paylaştığı, doğuştan gelme dürtüleri
ve bebeklik çağına ait istekleri; (c)yazarın dolaysız yaşantıları ve
izlenimleri; (d)kişisel yaşantılarına yeniden işlerlik kazandırıcı, sanatsal
teknikleri.”[13] Freud’un
düşünceleri sanat, edebiyat başta olmak üzere birçok alanda psikanalitik bir
devrim yapmıştır. Freud ortaya koyduğu düşüncelerle kendisinden önce
tanımlanmış sanat tanımını yeniden betimlemiştir: “Freud’a göre sanat
’(birincil planda yaratıcı sanatçının kendisindeki ve ikinci planda onun
izleyicilerindeki ve dinleyicilerindeki) doyrulmamış istekleri hafifletmeye
yönelik bir etkinliktir.’(10)”[14]
Psikanaliz böylece edebiyatın metin vasıtasıyla yazardan okuyucuya ve seyirciye
uzanan bir süreç olduğunu da göstermiştir. Edebi metinlerle haşır neşir olan
eleştirmen de bundan dolayı rotasını yalnızca metne değil metin, okuyucu,
seyirci ve imgesel olaylara ve bunlar arasındaki komplike etkileşimlere
yöneltmiştir. Eleştirmen metin ile onun karakterinin ve yazarının iç
çatışmalarını, mutluluğunu, aşkını, nefretini kısaca tüm zihinsel faaliyet ve
duygulanımlarını mikroskobik gözüyle yakından okur. Norman N. Holland
psikanalitik eleştirmenin bu tutumunu şu biçimde açıklar: ”Psikanalitik
eleştirmen, kendi disiplinine ait bakış açılarının, sıradan eleştirel
çözümlemenin bakış açılarını iç yaşamımızın diline nasıl çevirdiğini
göstererek, bu sürekliliği vurgulamak zorundadır. Psikanalitik eleştirmen, bu
çeviri aracılığıyla yazarın (ve okuyucunun/seyircinin) yapıtın çocukluk çağına
ilişkin malzemesini, moral ve düşünsel temalara ve kendi estetik formuna
ulaşacak şekilde nasıl yücelttiğini özetlemiş olmaktadır.”[15]
Edebiyatla sürekli bir etkileşim içerisinde olan psikanalizin var olanın
bilinçdışına, bilinçaltına yaptığı dikey geçişle cesaret, onur, şeref, sevgi,
aşk, erdem gibi terimleri de eseri irdelerken yeniden keşfettiği ve tanımladığı
su götürmez bir gerçektir. Freud rüyalar ile yazarı ve metnini bir araya
getirmeye de çalışmıştır. Rüyalarda görülen birçok varlığın yorumunu yapmış,
onlara farklı ama kökensel anlamlar yüklemiştir. Ona göre her rüya gizli
arzular içerir. Rüyada olduğu gibi edebi metin de bastırılmış duyguları ortaya
koyar. Geriye dönük libido kaynaklı arzular edebi metinlerde dile gelirler.
Freud yazarın biz okuyuculara suçluluk duygusu ve utanç duymadan kendi
fantezilerini özgürce yaşama fırsatını verdiğine inanır.[16]
Çalışmamızda Sigmund
Freud’un id, ego ve süperego gibi kavramlarının yanı sıra derinlik
psikolojisinin düşlem, libido, narsizm, gerileme, Oedipus kompleksi, yüceltme,
hadım edilme kompleksi, saplantı nevrozu ve travma gibi temel kavramlarını Rainer
Maria Rilke’nin “Malte Laurids Brigge’nin Notları” adlı romanında biyografik
yöntemi kullanarak yeniden okumaya çalışacağız. Metnin ardında yatanları metnin
bilinçaltı olarak görmekteyiz ve bu nedenle de metni açımlarken onun
bilinçaltını da açımlamış olacağız. Tüm bunları araştırırken de özellikle
Rilke’nin biyografik özellikleri başta olmak üzere eserinde kullandığı imge ve
sembolleri ile kahramanının özelliklerini göz önünde bulundurarak yapacağız.
Yılmaz Özbek’in biyografik yöntemle ilgili olmazsa olmaz ölçütler olarak
gördüğümüz açıklamalarını kılavuz olarak almayı uygun gördük: “1.Yazarın
yaşadığı zaman 2.Yazarın yaşadığı çevre 3.Yazarın aldığı eğitim 4.Yazarın
yaşadığı dönemin sosyal ve siyasi tarihi 5.Yazarın psikolojisi (ruhbiyografisi)
6.Yazarı yazmaya götüren etmenler”[17]
Bu çalışmada asıl amacımız
metni tanımak, yorumlamak ve açımlamaktır. Bunu yapmak içinde Freud’cu
yaklaşımı uygun gördük. Ayrıca Özbek’in yukarıda sıraladığımız maddelerini
ölçüt olarak almanın sağlıklı olacağını düşünmekteyiz.
Araştırmamızda görünenin içine dalıp
görünmeyenleri eserin bilinçaltında kazılar yaparak çözümlemeye çalışacağız.
Özbek’in “Yazar farkında olmayarak bilinçaltından da beslenerek yapıtına ruh
verebilir.”[18] sözü
çalışmamızda ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini de göstermektedir. Eseri yer
yer satır satır, sözcük sözcük irdelemenin doğru sonuca ulaşmamız için şart
olduğunu düşünmekteyiz. Bu yazar Rilke’den dolayı daha da önemlidir, çünkü
Ranier Maria Rilke eserlerinin tümünde yoğun semboller kullanan biridir. Eseri
anlamak ve ruhbiyografisini çıkartmak için yazarın biyografik unsurlarını
merkeze alıp yazardan yapıta ulaşmanın yollarını aramaya çalışacağız. Bütün
bunların üzerinde çalışırken sosyolojik olgular ile tarihi belge ve olayları da
göz önünde bulundurmamız gerektiğini, çünkü sosyoloji ve tarihi devre dışı
tutarak bir yapıtı çözümlemenin ve yorumlamanın bir takım eksiklikler
doğuracağını düşündük.[19] Yazarın
kullandığı sözcüklerin rastgele olmadığını, her seferinde göz önünde
bulundurmamız gerektiğini düşünmekteyiz. Yine yazarın eserde birtakım sanatçı
isimlerine yer vermesini, tarihi yer ve olayları anmasını, dini motifler ve
karakterlerin isimleri ile daha birçok ufak ayrıntıları mercek altına almamızın
da önemli olduğunu düşünmekteyiz. Yazarın anı kitaplarından, mektuplarından ve
ortaya koyduğu şiir, öykü ve tiyatro eserlerinden de yer yer faydalanacağız.
Özbek’in “Bir yapıtın çözümlenişi için uygulanacak yöntemi yapıtın kendisi
dayatır.”[20] sözünden
hareketle Rainer Maria Rilke’nin “Malte Laurids Brigge’nin Notları” adlı
eserinin ruhbiyografisini çıkartmayı uygun bulduk. Bunu yaparken de eserin
doğası gereği psikolojiyi kullanmanın gerekliliğine inanmaktayız. Çalışmamızı
özellikle Rilke’nin eseri başta olmak üzere mektupları, anıları
yönlendirecektir. Eserin anlatım biçiminin alışılmışın dışında olmasından ötürü
bataklığı andıran cümlelerin içinde yok olmamak için öncelikle eser ve yazarla
ilgili belli sayıda noktaların konumunu kesin olarak tespit etmek için bu
noktaları tepe olarak kabul etmeyi uygun gördük ve her bir noktadan hareketle
bir bütüne ulaşmayı düşünmekteyiz. Çalışmamız tüm bunların yanı sıra metnin
okura neler kazandırdığı sorusuna cevap verirken aynı zamanda okurun metni
nasıl değerlendirebileceğinin de bir göstergesidir. Yazarın bilinçsizce yapmış
olduğu edim hatalarının, cümlede kullandığı noktalama işaretlerinin
sürekliliğinin nedenleri ile onlara yüklenen anlamlar yazarla birlikte aynı
zamanda okuyucunun da bakışının sınırlarını betimlemediğini ortaya koyan
çalışmamız bu anlamda okuyucuya da kuşbakışı bakmamıza aracılık etmektedir.
Eserde yaptığımız
saptamalardan hareketle çoğu bölümde ayrıca Hegel’in köle- efendi diyalektiğine
de göndermede bulunacağız, çünkü elde ettiğimiz veriler bunu zorunlu kılmıştır.
Hegel “mutsuz bilinç”i “Mutsuz bilincin kendisi, bir öz-bilincin ötekine
bakışıdır ve her ikisi de kendisidir.”[21]
olarak betimler. Hegel’in bu tanımını Rilke ve Malte ile ilgili birçok
bulgumuzda da saptadık ve yeri geldiğinde bu konuya da değindik.
Uygun olması nedeniyle de
özellikle Lou Andreas Salome ile Rilke’nin sayısız mektuplarından
faydalanacağız. Çalışmamızla birlikte okuyucunun Rilke’nin adeta sırdaşı,
arkadaşı olacağına ve onu daha yakından tanıyacağını umuyoruz. Ahmet Sarı,
“Sanat Ve Normaldışılık” adlı eserinin önsözüne başlarken “Yaratı eylemini,
hoyrat bir ruhun titreşimleri olarak değerlendirecek olursak, sanatçı ruhunu,
normaldışılıkla akıllılık arasında gidip gelen bir sarkaç olarak da
algılayabiliriz.”[22] diye
belirtiyor. Amacımız bu doğrultuda 20. yüzyılın en önemli söz virtüözlerinden,
şairlerinden olan Rainer Maria Rilke’nin duygularını olabildiğince birlikte
yaşamak ve onun ruh yapısının derin ve karanlık dehlizlerine inerek ortaya
koyduğu ve bir başyapıt özelliği taşıyan “Malte Laurids Brigge’nin Notları”
adlı eserinin ruhbiyografisini çıkartmaktır.
Rainer Maria Rilke 4 Aralık 1875 yılında Prag’da
doğmuştur. Rene Karl Wilhelm Johann Josef Maria olarak vaftiz edilen Rainer
Maria Rilke, Sophia ve Josef Rilke’nin tek çocuğudur. Ailenin Rilke’den önce
bir kız çocukları olmuş fakat kısa süre sonra ölmüştür. Yedi aylıkken dünyaya
gelen Rainer Maria Rilke 1882 ile 1886 yılları arasında ilkokula gitti ve 1884
yılında hayatında önemli bir dönüm noktası olan anne ve babasının ayrılıklarını
yaşadı. Ortaokulun alt kısmını bitirdikten sonra Mahrisch- Weisskirchen’de
askeri ortaokulun üst kısmını okumaya başlayan Rainer Maria Rilke 1891 yılında
hastalık nedeniyle askeri okulu bitiremeden ayrıldı ve Linz’de ticaret
akademisine girdi. Fakat çok az bir süre sonra bu okuldan da ayrılmak zorunda
kaldı. Lise olgunluk sınavına hazırlanan Rainer Maria Rilke 1893 yılında
Valerie von David- Rhonfeld’le tanışır ve ikilinin arasında sıkı bir dostluk
kurulur. Rilke ilk şiir kitabı olan “Leben und Lieder”i 1894 yılında
yayımlatır. Bu arada olgunluk sınavına yapmış olduğu hazırlığın meyvesini
almaya başlar ve 1895 yılında olgunluk sınavını vererek Prag’daki üniversiteye
girer. Üniversitede edebiyat tarihi ve felsefe okur. Bu dönemde yine bir şiir
kitabı olan “Larenopfer” yayınlanır. 1896 yılında München Üniversite’sinde
sanat tarihi, estetik okudu. Bu dönemlerde Darwin ve onun kuramıyla yakından
ilgilendi. 1897 yılında ise hayatında önemli bir dönüm noktası olan Lou Andreas
Salome ile tanışır. Bu arada “Traumgekrönt” adlı şiir kitabı yayınlanır ve “Im
Frühfrost” adlı oyunu sahnelenir. 1898 yılında ise Floransa ve Viareggio’ya
geziler yapar. Aynı yıl ”Florenzer Tagebuch”u kaleme alır ve “Das
Schmargendorfer Tagebuch”u yazmaya başlar.Yine bu dönemde “Advent” adlı şiir
kitabı, öykü ve taslaklardan oluşan “Am Leben hin” adlı öykü kitabı ile “Ohne
Gegenwart” adlı oyunu yayınlanır. Rilke bu arada sık sık seyahatlere çıkar ve
bunlardan en önemlisi de Rusya gezisidir. Bu gezide yanında Salome de vardır.
1901 yılına kadar sırasıyla “Stundenbuch”, ”Zwei Prager Geschichten”, ”Mir zur
Feier” ve “Die weisse Fürstin”, “Gescichten von lieben Gott” adlı eserleri
yayınlanır. 1901 yılına gelindiğinde ise beklenmedik bir biçimde Rilke aniden
Clara Westhoffla Bremen’de evlenir ve çok geçmeden çiftin aynı yılın Aralık
ayında Ruth adlı bir kız çocukları olur. Rilke ile Clara evliliklerinde
başarılı olamazlar. Gürsel Aytaç Rilke ile Clara’nın evliliklerini şu biçimde
özetler: ”Clara ile evlenmeye karar verdiklerinde bu evliliğin bir beraberlik
(Miteinander) değil, iki yalnızlık’tan (zwei Einsamkeiten) kurulu olacağını
kesinlikle saptamışlardı.”[23] Rilke’nin
esasen bir kadınla ömür boyu sabit bir yerde yaşamaya tahammülü yoktur. Bu onun
varlığına ters düşen bir durumdur. Salome’nin tüm itirazlarına rağmen bu
evliliği yapması ve üstelik bir çocuk dünyaya getirmesi yakın dostları başta
olmak üzere herkesi şaşkınlığa uğratır. Ama bu durum uzun sürmez ve Rilke sık
sık seyahatlere çıkar. Gerçi ailesini geçindirmek için bu dönemde yoğun bir
biçimde çalışır fakat ruhu bu durumdan çok büyük darbeler alır. Ruth anne ve
babasının bu ruhsal durumları ile onların varoluş kaygıları, kariyer peşinde
koşmaları arasında gelip gider ve sonunda üç dört yaşlarında anneannesi ile
sonra da yatılı okullarda yaşamını sürdürür. Bu arada Rilke “Die Letzten”, ”Das
Tagliche Leben” adlı eserleri ile “Das Buch der Bilder”, “Das Stunden- Buch”
adlı eserlerini yayımlatır.1905 yılında Meudon’da Rodin’in yanındadır. Asistanı
olarak bir müddet Rodin’in yanında kalır. 1906 yılında ise babası Josef Rilke
ölür. Babasının ölümünün ardından 1907 yılında “Neue Gedichte” adlı eseri
yayınlanır. Provance, Avignon, Paris ve Kuzey Afrika’ya geziler yapar. 1912
yılında Duino şatosuna kapatır kendini ve burada ilk Ağılar ile Marien-Leben‘i yazar.
Bir yıl sonra Ispanya’ya seyahat eder. 1916 yılında askerlik görevini yapar ve
Savaş Arşivinde çalışmaya başlar. 1926 yılında ise kan kanserinden hayatını
kaybeder ve Raron’da toprağa verilir. Rusya gezisinde ağır bunalımlardan dolayı
tedavi görmüş ve kan kanserinden sonrada yine uzun yıllar sanatoryumlarda
kalmış olan Rainer Maria Rilke hastanelere, hastalıklara pek uzak olmayan
konumu gereğince ölümü devamlı olarak yakınında hissetmiştir. Onun psişik
hayatında önemli bir yere sahip olan annesi Sophie Rilke kendisinden beş yıl
sonra 1931 yılında ölür. Eşi Clara Rilke-Westhoff ise 1954 yılında hayata
gözlerini yumar.
Rainer Maria Rilke mutsuz bir evliliğin ürünü olarak
dünyaya gelmiş bir çocuktur. Rilke son nefesine kadar çocuk olarak yaşama
tutunmaya çalışmış bir insan portresi olarak çıkar karşımıza: “Rilke günlük
hayatında da başkalarının devamlı olarak ilgilenmek zorunda olduğu bir çocuk
olarak kalır.”[24]
Engellenmiş olan bu çocukluğunu şiirlerinde ve düzyazılarında devamlı olarak
dile getirmiştir. Korkuyla örülü çocukluğuna çeşitli ruhsal rahatsızlıklar,
fiziksel zayıflık ve yine fizyolojik rahatsızlıklar eklenmiştir. Onun
üzerindeki tüm bu yük sıkılan bir çıbandan dışarı fışkıran irin misali sanatçı
duygulanım ve yaratısının bir göstergesi olmuştur. Rilke’nin eserlerinin
genelinde hakim olan çocukluk, korku, kaygı, ölüm, melankoli, cinsellik gibi
konular onun gerçek dünyadaki yaşantısından izlerdir. Eserlerinin genelinde
lirik bir ton hakimdir. Empresyonist izlerin de yer yer görüldüğü eserlerinin
başarısı kendisini devamlı olarak yenileyen yapısına bağlıdır. Rilke’nin
eserlerinde empresyonist izlere rastlamak mümkün olmakla birlikte genelde
yekpare olan ve adeta nefes verilmiş görüntüler hâkimdir. Gürsel Aytaç
Rilke’nin insanın önünde üç alanın uzandığını kabul ettiğini belirtir: ”Hayat,
din ve sanat. Ona göre hayatın en özlü temsilcisi anneliktir. Annelikle
sanatçılık birbirine çok benzer. Sanatçı kendini bulmaya çabalar, kadın da
çocukta gerçekleşir...Sanatçı olan bir kadın eğer anne olmuşsa, eser yaratmayı
bırakmalı. Amacını kendi içinden ortaya çıkarmıştır artık ve en derin anlamda
sanatı yaşamayı hak etmiştir.”[25] Rilke din
anlayışını ise şu biçimde betimler: “Din, yaratıcı olmayanların sanatıdır.
Onlar dualarda verimli olurlar: Sevgilerini, şükranlarını ve özlemlerini
böylece biçimlendirir ve rahatlatır.”[26]
Düşünce ve duygularını çoklukla sembollere yüklediği anlamla dile getiren Rilke
modern insanın hayatına bir sanatçı gözüyle dalmış ve onun problemlerini yine
kendine özgü üslubuyla kaleme almıştır. Mitsel düşüncelerden de beslenmiş olan
yazar ortaya koyduğu eserleri, günlükleri ve on binlere varan mektuplarıyla
durup dinlenmeden yazmış varoluşunu yazarak kutsamış bir yazar portresiyle
çıkar karşımıza.
Rilke’nin sanatsal etkinliğini, kısaca yaşamının tümünü
etkileyen ve hayatında dönüm noktalarını oluşturan olay ve şahsiyetleri şu
biçimde özetlemek mümkündür:
-Çocukluk dönemi. Özellikle annesiyle olan ilginç
yaşantısı. Kız elbiseleriyle dolaştırılması ve histerik bir annenin katı ve bir
o kadar da garip din anlayışı altında ezilmesi.
-Anne ve babasının ayrılması.
-Askeri okula gitmesi ve orada yaşadığı
olumsuzluklar.
-Zayıf bedeninin ruhsal ve fizyolojik rahatsızlıklar
altında ezilmesi.
-Lou Andreas Salome’yle tanışması.
-Başarısızlıkla sonuçlanan ani evliliği.
-Yoğun bir biçimde yaşanan maddi sıkıntılar.
-Rodin, Tolstoy gibi ünlü sanatçılarla iletişim
içerisinde olması.
-Prenses Marie von Thurn und Taxis-Hohenlohe, Ellen
Key, Anton Kippenberg ve onun eşi Katharina Kippenberg, Arthur Schnitzler ile
olan arkadaşlıkları.
-Özellikle Hölderlin ve Goethe okumaları.
-Rusya, İsveç, İtalya, İspanya, Paris ve Afrika
gezileri.
-Hastalıklarından ötürü sanatoryumlarda geçirdiği
acılı günler.
Nesneleri, hayvanları ve özneleri alışılagelmişin
dışında, bildik olanları alaşağı ederek ezberbozan bir üslupla dile getiren
Rilke bu haliyle sanki gündelik hayatımızda her gün çiğneyip geçtiğimiz bu
şeylerin her birinin kendinde, içkin olan ve bizim bilmediğimiz bir
değerlerinin olduğunu anlatmak ister. Rilke eserlerinde tanrısal nefese ve onun
meleklerine, her türlü resmin çeşit çeşit renklerine ve bunların sembolik
anlamlarına, müzikal, liriksel ses tonlarına, köpek, panter, flamingo gibi
hayvanların kendilerine özgü devinimsel hareketlerine, sokak kenarlarındaki
ağızları leş gibi kokan üst başları yırtık fahişelere, dilencilere, durmadan
seyehat eden nomadlar gibi yaşayan insanlara, seyhat etmekten adeta cinsel haz
alan yaşamlara, doktorlara, hastane köşeleri ile oralarda doktorlarca garip
aletlerle tedavi edilen hastalara, dualarla, ibadet ve itiraflarla Tanrı’ya
ulaşma çabasını gösteren rahiplere, aşka, ölüme, doğaya ve tüm bunlara
giydirilen ruh ile sapkınlara, katillere, öz bebeğini öldürürüp cesedini kukla
oyununda sergileyen annelere, derileri zamanla aşınmış ve yaşlanmış kokusunu
etrafına saçan, yağlı ve kır saçlı olan ve elleri - yüzleri kırışıklıklardan
tanınmaz hale gelmiş yaşlı insanlar ile iğretiye rağmen onlara duyulan erotik
arzulara, zenginlik, şaşalı hayat tarzı ile fallusa yapılan övgüler -Rilke’nin
“Fallusa Övgüler”[27] adlı yedi
şiiri kastedilmektedir.- görüngü dünyasındaki nesneler, katedraller, kilise ve
şatolara giydirilen ve fallusu, kadını andıran sembollere sıklıkla yer yer
suskun ama cesaretini yine de yitirmeksizin yer verir. Döneminin yazarları gibi
o da naturalizmden yorgun düşmüş bu duygulardan kendini yavaş yavaş sıyırmak
isteyen bir yazardır. Politik olaylardan ve toplumdan kendisini soyutlamış ve
kendi kabuğuna çekilmiş olan yazar bu hali ile kökensel olan çocukluk dönemi
fantezilerini de konu edindiği için bir anti naturalist görüntü çizer. Ölüm ve
aşk gibi konuları eserinde işlemesi başta olmak üzere Rilke’nin daha çok
empresyonistlere yakın bir duruş sergilediği görülür.
Rainer Maria Rilke bir günce romanı olan ama
kendisinin bir roman olarak görmediği “Malte Laurids Brigge’nin Notları” adlı
eserini 8 Şubat 1904‘de Roma’da yazmaya başlamıştır. Eser Priskil’e göre
Rilke’nin Paris’te geçirdiği günlerin bir özetidir.[28]
Klasik okuyucuları şaşkınlığa düşürmüş bir eserdir “Malte Laurids Brigge’nin
Notları”. Eser bir olayın anlatılmasını bekleyen fakat herhangi bir olayın
olmadığını gören klasik okuyuculara epeyce uzak bir duruş sergiler. Kurmaca
olan ama özde şehir, sokak, hastane isimlerinin bildik olması, şahısların
isimlerinin yine toplumun tanınmış gerçek karakterlerinden seçilmiş olması,
yaşanmış anılardan örülü olması bakımından kurmacayla gerçek olanı iç içe
geçirmiş bir eserdir. Rilke, eserine başlarkenki ruh halini ilk olarak Lou
Andreas Salome’ye yazdığı 15 Nisan 1904 yılındaki mektubunda belirtir: ”Son
zamanlarda çok rahatsız edildim ve bunların arkasının kesilmeyeceğini sekiz
Şubat’ta yeni çalışmama başlarken tahmin ettim.”[29]
Rilke yetmiş iki nottan oluşan, günce ve fragman özellikleri taşıyan “Malte
Laurids Brigge’nin Notları” adlı eserini 1910 yılında yayımlatır. Yazar eserin
fragman ve notları andıran hali ile ilgili olarak Helen von Nostitz’e yazdığı
mektupta şunları belirtir: ”Her iki mektubunuzda da Malte’yi anmanız, hele Karl
der Künhe ile ilgili sayfaları okutmayı düşünmeniz beni çok duygulandırdı. Bu
kitap benim için olağanüstü değer taşıyan bir yapıt haline geldi. Oturup, bir
yabancının eseriymiş gibi, onun hakkında yazılar yazabilir, güzelliğini
övebilirim. Sınırsız çocukluğumun tüm birikimi onda yatıyor. En büyük acıları
çekerek, en derin mutluluklara vararak onyıllar geçirseniz de, bunca birikimi
bir araya getiremezsiniz.”[30]
Eser notlardan oluşması ve sonunun muğlak olması
bakımından sanki hiç bitmeyecekmiş gibi yazılmış olup adeta arkasından başka
notların da geleceği görüntüsünü verir. Notlar kesintiye uğramasına rağmen
sayfalar sonra bir sözcükle ya da bir durakla dahi birbirinden bağımsız ama
birbirlerini anımsatır şekilde inşa edilmişlerdir. Bunlara rağmen eseri
oluşturan notları bir tarih sırasına ya da anlatım sırasına oturtmak mümkün gözükmemektedir.
Bu haliyle eser enstantanelerden örülü bir yumağı andırır. Bir nedeni açıklamaz
anlatıcı. Yalnızca nesnel dünyada algıladıklarını açıklama yapmadan birbirinden
kopuk bir biçimde aktarmakla yetinir. Bunu yaparken de eserde sıklıkla isimleştirilmiş
sıfatlara ve fiillere yer verir, bildik sözcükleri alaşağı eder. Anlatıcı bu
yönüyle endişeli bir ruh portresi çizer; adeta iç dünyasında cereyan eden ve
kılcal damarlarından tüm bedenine kadar yayılan bütün titreşimleri dış dünyaya
bir an önce kusmak niyetinde gözükür. Bu onun tek kaygısıymış gibi davranır.
Rilke biyografik özellikler taşıdığını söylediği
eserini ilginç bir anlatım tekniğiyle kaleme almıştır. Eser anlatış tekniği
bakımından 20. yüzyıla kadar yazılanlar arasında bir dönüm noktası olmuştur.
Geleneksel olandan farklı anlatış tekniğiyle örüntülenmiş olması bakımından
eser bir mihenk taşıdır. Konunun bir başlangıcı ve sonu yoktur. Anlatımın
belirgin bir sırası da görülmez. Olaylar iç içe girmiş, çağrışım yollarıyla bir
araya getirilmiştir. Gürsel Aytaç bu konuyla ilgili olarak Rilke’nin bir
mektubundan şu alıntıyı yapar: ”Sanki bir çekmecede darmadağın kağıtlar
bulunmuş da ilk anda başka bir şey bulunmadığı için onlarla yetinilmek
gerekiyormuş gibi bir durum bu. Sanatçı gözüyle, kötü bir birim, ama insan
açısından mümkün. Bunların ardında ortaya çıkan şey, birbiriyle bağıntılı
güçlerin hayal meyal ilişkisi ve bir çeşit hayat eskizi.”[31]
1904 yılına bakıldığında bu tarihe en yakın önemli
olaylar kuşkusuz modernleşme alanında kendini göstermiştir. Sanayileşme ve
kentleşmenin yoğun yaşandığı bir dönemde yazılmıştır eser. Bu özellikler göz
önünde bulundurulduğunda eser anlatım tekniği bakımından adeta bir makinenin
yürüyen bandını andırır. Rilke’nin eserindeki anlatım tarzında hızla işleyen,
yürüyen bir bandın varlığı sezilir fakat bu band diğerlerinin aksine varoluş
kaygısından, korkulardan, ölümden, sıkıntılardan v.b. dolayı üzerinde taşıdığı
ağırlıkları üst üstüne, karmaşık, komplike bir biçimde rastgele yığar. Eser bu
bakımdan yoldan çıkmış sözcüklerin, imgelerin yığınını anımsatır. Gerçi bu o
dönemin genel ruh halini yansıtan bir durumdur. Bu, Pablo Picasso’nun
kübizminin duyulduğu bir dönemdir ya da doğayı kendince gören ve doğayı
objektif bir gerçek olarak değil, kendilerinde yarattığı izlenimi resmeden
ekspresyonistlerin tek tek yuvalarından fışkırdıkları bir dönemdir. “Malte
Laurids Brigge’nin Notları” adlı eser klasikten ırak çağının yansıması olarak
sürükleyici bir anlatımda olmayıp klasik bir eserin doğrusal, simetrik
yapısının aksine okuyucuyu devamlı olarak tetikte beklemesini, düşünmesini
salık verir. Çok sayıda farklı perspektiflerden oluşmuş, zamanda çatlakların,
iniş ve çıkışların olduğu eserde sıklıkla kullanılan geriye dönüş tekniği de
klasik anlamının dışına taşmıştır. Geriye dönüşlerin içinde yeniden geriye
dönüş yapılmış ve en son noktadan notların yazıldığı ana sıklıkla sıçramalar
yapılmıştır. Bu durum suya taş atılmasıyla suyun üzerinde oluşan halkaları
andırır. Halkaların her biri tek başına bir halka olması bakımından kendince
bağımsız bir anlam taşır. İstenildiğinde bağımsız değerlendirilebilinir. Ama
bulunduğu platform yine de sudur. Bu durum okuyucunun eserin içeriği hakkında
karmaşık fikirlere saplanıp kalmasına yol açar özelliktedir. Okuyucu okuduğu
sahneyi unutmamak için çaba gösterir ve onun bu hali bataklıkta batmamak için
yüzüne konmuş sineğe rağmen hiç kıpırdayamayan ve yalnızca başı dışarıda olan
bir insanı andırır.
“Ben” anlatıcı konumundaki Malte başından geçenleri,
yazdığı “an” ı anlatırken okuyucu da onunla birlikte yeniden yaşar olayları.
Ama okuyucu aynı zamanda Malte’nin geçmişine dönerken bunları nasıl yazdığını,
yazarkenki “an” ını da öğrenir. Bu yönüyle okuyucu Malte’ye kuşbakışı bakma
fırsatını bulur, fakat okuyucu Malte’nin anlattıklarının dışına çıkmaz ve
bunlarla yetinmek zorunda kalır. Okuyucu dış dünyada neler gördüğünü,
anlatıcının nesnel dünyayı nasıl irdelediğini yine onun bakışıyla tanıma
fırsatını bulmakla birlikte onun bilinçaltına inme fırsatını da elde eder.
Görünmeyeni görünür kılan Malte bu yönüyle okuyucunun da gözü olur ve eserde
Paris’in planını büyüterek sokak aralarında, evlerin köşelerinde ve hatta
insanların ayak parmaklarının arasındaki pişiklere dahi odaklanır ve okuyucu da
onunla birlikte görür tüm bunları. Çağrışıma oldukça açık bir eserdir. Tek bir
gönderge dahi okuyucunun zihninin bulanmasına yeterlidir.
Malte bunları anlatırken dili baştan sona kadar
kopuk bir biçimde seyir eder. Şizoid bir dildir onunkisi. Baştan çıkmış,
kışkırtıcı bir haldedir. Malte’nin dili yer yer cesaretini yitirmiş, kendini
sarp dağlara vurmuş görünümündedir. Yorgun bir biçimde ilerler. Ama bu
haldeyken dahi kendi bildiğini okuyan bir tarzdadır. Sonra birden coşar ve
okuyucu sanki dik bir yamaçtan aşağıya hızla kayarken bulur kendini. Yorum
yapmaktan kaçmaz. Dili yine birden örtük hale gelir ve açık söylenmemiş olan ya
da söylenemeyenleri sembolik bir biçimde ifade eden bir dile dönüşür. Cevabını
bildiği sorular sorar. Yer yer anlatımıyla karamsar havayı katmerler biçimde
davranır. Sıklıkla narsist ve erotik bir ses işitilir. Malte sözlerinin sonuna
(-) kısa çizgi koyar. Kısa çizgi genelde cümle içerisinde açıklama ihtiyacı
duyulan sözcüklerden sonra kullanılmaktadır. O, ruh haline uygun olarak
cümlelerin sonuna kısa çizgileri koyarak bir kopukluk, düşüncelerinde bir es
koyma niyeti gütmüştür. Şizoid dili, uzun ve çok ayrıntılı anlatım tarzı,
anlatımının belli belirsiz olması eseri ilginç hale getirir. Anlamsız muğlak
bir anlatım, aşırı soyut, genellikle kendi kendine gerçekleşen ve abartılı olan
eksantrik, garip bir dil kullanması Malte’nin ruhbiyografisini çıkartmakta
yardımcı olan ana etmendir. Onun karışık, sürekli hayalimsi dili ve metaforik
anlatımı geçirdiği travmatik hayatın panoramasını gözler önüne serer. Zaman
etmenini kaygan bir zemine oturtmuş olan Malte’nin dili de bu yönüyle
paralellik taşır.
Deşifre edilmeyi bekleyen bir biçimde yazılmıştır
“Malte Laurids Brigge’nin Notları”. Bu bakımdan eser okuyucusuna meydan okuyan
bir tarzda kurgulanmıştır. Rilke geçmişini sık sık yeniden yaşar Malte’yi her
anımsadığında. Bu nedenle bu eserden pek memnun değildir. Onu rahatsız eden bir
şeylerin varlığını sezinler eserde. Rilke bu durumdan Prenses Marie von Thurn
und Taxis-Hohenlohe’ye yazdığı 6 Eylül 1915 tarihli mektubunda bahseder:
”Durumumun iç yüzüne gelince: önceki gün öğrendiğime göre, Paris’teki eşyamın
tümünü, yani aşağı yukarı, yaşamda edindiğim her şeyi yitirmişim: Nisan ayında
yapılan bir açık artırmada, evimde bıraktığım her şey satılmış! Buna çok
üzüldüm, diyemem; çünkü Paris’te 12 yıl süresince çevremde biriken bu şeylere
M.L. Brigge’nin kalıtı gözüyle bakıyordum. Benimle yaşamış bu kitap ve
benzerlerini, aile yadigarı birkaç küçük parçayı dağıtıp, kendimden
uzaklaştırmayı, zaten aklıma koymuştum. Böylece M.L. Brigge kompleksinden
kendimi kurtarmış olacaktım.”[32] Rilke’nin
geçmişinden, çocukluk ve gençlik yıllarından izler taşır Malte Laurids
Brigge’nin Notlar’ı. Prag’daki çocukluk yılları ve ailesiyle yaşadıkları mutlu
ya da hüzünlü günleri, Lou Andreas Salome’yle yaptığı Rusya gezisi başta olmak
üzere İskandinavya’da bulunduğu yıllar ya da yine o yıllarda hayran olduğu,
okuduğu Beethoven, Kierkegaard, Jacobsen gibi şahsiyetlere de yer vermiştir.
Rilke eserinde en çok Paris ve onun sınırsız, uçsuz bucaksız gerçeklerinden
bahseder. Yine bu betimlemeler onun gençlik dönemlerinden kalma anılardan
oluşmuştur. Rilke ne yaparsa yapsın Malte kompleksinden ölümüne kadar
kurtulamaz ve ona yakın insanlar devamlı olarak Malte’yi anımsatırlar. Bu
dostlarından biri de Ellen Key’dir. Rilke “Malte Laurids Brigge’nin Notları”
adlı eserini yazdıktan yaklaşık bir yıl sonra Lou Andreas Salome’ye yazdığı 28
Aralık 1911 tarihli mektubunda Ellen Key’in kendisini Malte’ye benzettiğinden
bahseder: ”İyi kalpli Ellen Key doğal olarak beni hemen Malte’yle karıştırdı ve
(...)” [33] Rilke
Malte’yle karıştırılır. Bu konuda birçok arkadaşı ve dostu aynı şeyi düşünür
ama o yer yer kendisinin de itiraf etmesine rağmen bundan kaçınmak ister.
Rainer Maria Rilke’nin tek romanı olan Malte Laurids
Brigge ozan kişiliği olan biri tarafından kaleme alınmış olması bakımından
ayrıca anlaşılması güç eserlerden biri olarak günümüze kadar gelmiştir.
Rilke’ye hayran bir bilim adamı olan Traugott Fuchs’un “Onun anlaşılması biz
Almanlar için de zordur.”[34] sözünde
de belirttiği gibi Rilke’nin başta “Malte Laurids Brigge’nin Notları” adlı
eseri olmak üzere birçok şiiri ve yazıları insan zekasının sınırlarını zorlayan
bir boyutta olup okunmaları da bir o kadar zevk veren eserlerdir.
Roman kahramanı
Malte Laurids Brigge 28 yaşındadır. Malte Danimarkalı soylu bir aileden gelir.
Annesi soylu bir aile olan Brahe ailesinden babası ise yine soylu olan ve
Ulsgaard şatosunun sahipleri Brigge ailesinden gelmektedir. Malte Laurids
Brigge Paris’e gelir ve buraya yerleşir. Elinde bir planla durmadan sokaklarda
dolaşır. Büyük maddi zorluklar çekmektedir. Bir şair olan Malte Laurids Brigge
Paris’i ve sokaklarda, hastanelerde yatan insanları betimler. Yirminci yüzyıl
başında büyük kent Paris ve onun büyük problemleri dillendirilir eserde. Sanayileşmiş
kentlerin ve onların fakir insanları anlatılır. Hızla dönen sanayi çarkının
arasında bu insanların kokan solukları ile sefaletten soluklaşmış yüzlerinin
portresi çizilir. Sonra yine sokağa çıktığında faşing zamanında bu insanların
garip eğlence biçimlerine dalar.
Malte’nin
Paris’te anıları depreşir. Çocukluk yıllarını anımsar. Ölmüş olan annesini
başkalarından dinler. On iki yaşlarına geri dönen Malte başta annesi ve babası
olmak üzere dedesi Kont Brahe ve eşini, ailesiyle gezmeye gittikleri Schulinler’i
ve kuzeni Erik’i sık sık anar. Uzun betimlemelerde bulunur Malte. Özellikle
teyzesi Abelone ile aralarında geçen duygusal yoğunluktan bahseder. Tüm bunları
durmadan yazan Malte ara sıra dışarı çıkar ve Paris sokaklarını dolaşır.
Kendisini buruşturulup bir kenara atılmış boş bir kağıt gibi hisseder. Bazen
bir adamın peşine takılıp onu takip eder ya da sokak kenarındaki kızlardan
birinin peşi sıra yürür. Bilgiye aç olduğunda ise soluğu Paris’teki ulusal
kütüphanede alır.
Malte babasının
ölmesi nedeniyle cenazesini görmeğe gittiğini fakat yetişemediğini yazar.
Babasının vasiyeti olan ve öldükten sonra ölümden emin olmak için uygulanan
kalbin delinmesi sahnesini izlediğini ve bunun nasıl gerçekleştiğini uzunca
betimler. Malte Tanrı’dan bahseder. Ermişlerden, azizlerden ve ünlü
rahibelerden bahseder. Aşkı anar. Çocukluk yıllarının korkularını ve
kaygılarını dillendirir. Ölüm ve ölümden korkma olgusunu sorgular hiç durmadan.
Özellikle daha fazlasını görmek isteyen Malte her defasında görmeyi öğrendiğini
belirtir. Bunun içinde Paris’teki bir müzede bulunan halıların görüntüsünün
büyüsüne kapılır.Her bir halıyı tüm ayrıntısıyla durmaksızın betimlemeye
çalışır. Sıklıkla duyulmayan çiçeklerden bahseder. Kokular ve renkler sık sık
anılır.
Fransa Kralı
IV.Charles, skolastik filozoflardan Pierre Abelard, yazar Betine von Arnim,
Ibsen ve şair Gaspara Stampa ile Felix Arvers, Baudelaire, müzisyen Beethoven,
Saint Antonius gibi birçok ünlü isim Malte’nin uzunca betimlemelerinde yer
alır. Kaldığı yerdeki komşularından bahseden Malte onları bir yaratık olarak
anar ve durmadan iştahla neler yaptıklarından bahseder.
İncil’de yer
alan “Yitik Oğul Kıssası”sından da bahseden Malte Laurids Brigge sonu olmayan
notlarına nokta koyar ve ardından büyük bir soru işareti bırakarak gözlerden
kaybolur.
“Korku” kavramı
Rilke’nin şiir ve nesirlerinde sıkça karşılaştığımız bir kavramdır. Birçok
araştırmacı ”Rilke’de Korku” yu felsefik ve sosyolojik bakış açıları altında
irdelemiş olup bu konuda oldukça ilginç ve bir o kadar da çarpıcı sonuçlar elde
etmişlerdir. Çalışmamızın bu bölümünde Malte’de ve Rilke’de korkuya farklı bir
açıdan bakmaya çalışacağız. Peter Priskil’e göre Malte’nin yazarının
korkularının kökenleri onun çocukluk anılarında saklıdır.[35] Korku, Rilke’de tek bir
nedenle açıklanamayacak olan bir olgudur. Bu bölümde mastürbasyon eyleminden
doğan korkunun Malte’nin gelişim evresinde nasıl bir anlam taşıdığını, nereden
kaynaklandığını, Malte’nin ne gibi değişimler yaşadığını ve bunun onun ileriki
yaşantısını ne derecede etkilediğini irdelemeye çalışacağız. Tüm bunları
Malte’nin ve Rilke’nin notları ile anılarını temel alarak yapmaya çalışacağız.
Malte eserde
”Korkuyorum” diyerek insanın bir korkusu varsa buna bir çözüm araması
gerektiğini belirtiyor ve aslında kendisinin korktuğunu ve bunun üstesinden
gelmenin yollarını aradığını anlatmaya çalışıyor. Rilke de Malte’de olduğu gibi
şiirlerinde, düzyazılarında, anı ve mektuplarında sık sık korkularından
bahsediyor. Lou
Andreas Salome’ye yazdığı bir
mektubunda “Sen sevgili Lou, korkmamam gerektiğini söylüyorsun ve bu sebeple de
korkusuz olmayı istiyorum”[36]
“Korku”
Rilke’yle bütünleşmiş onun bir parçası olmuştur. Eserde sık sık korktuğunu
söyleyen Malte de korkunun kendisi üzerinde bıraktığı etkiden dolayı sözlerini
sakin bir bireyin anlatımından uzak daha çok korkudan paniklemiş bir insanın
sözlerini sıraladığı biçimde anlatmaya çalışıyor. Birbirinden kopuk ve yer yer
anlaşılması zor cümlelerden oluşan bir dil kullanıyor. Eserde belli bir
kronolojik sıralamanın olmaması, düşüncelerin birbirlerini çağrı ştırırcasına
anlatılması Malte’nin ne tür bir ruh halinde olduğunu göstermektedir. Eserin
daha ilk satırlarında korkunun yoğun bir biçimde vurgulandığını fark
etmekteyiz. Malte ”korku” konusunda o kadar etkilenmiştir ki kısaca ”duyum
ikiliği” ya da ”sinestezi” olarak adlandırabileceğimiz bir algılama türüyle
korkuyu koklayarak dahi duyumsamaktadır: ”İyodoform, pommes frites yağı ve
korku kokuyordu”[37] Malte
sürekli olarak onunla birlikte nefes alan korkuya karşı her zaman tetiktedir.
Her an yeniden karşılaşacağı korkuya karşı hiç durmadan savunmalara başvurur:
”Korkuya karşı şunu yaptım: Bütün gece oturup yazı yazdım;”[38] Malte bu örnekte olduğu
gibi psikosomatik davranışa başvurmaktadır ve bunun nedeni de içindeki korkuyu dindirmektir.
Onun bir türlü peşini bırakmayan korku, libidosunu dindirme arzusuna karşın
süperegosuna olan sorumluluğundan kaynaklanır. Malte korkuyu her dile
getirişinde bir savunmaya, hesaplaşmaya geçen bir insan profilini sergiler ya
da yukarıda örneğini vermeye çalıştığımız gibi psikosomatik davranışlara baş
vurur. Korkunun, bireyin gelişim aşamasında farklı nedenleri vardır. Eserin
genelinde Malte’nin sıklıkla dile getirdiği korkularının kökenlerinden birinde
de “mastürbasyon” eyleminin yatmakta olduğunu görmekteyiz.
Mastürbasyon
Andre Green’e göre ”Çocuk cinselliğinin ve özellikle de fallik evrenin en
belirgin ifadesidir.“[39]
Mastürbasyon eylemini gerçekleştiren çocuklarda ebeveynlerin baskısıyla bir
korku gelişmektedir. Freud’a göre bunun yasak olduğunu, pis bir şey olduğunu,
yapmaması gerektiğini öğrenen çocuk anne ve babanın bu sözlerinden dolayı bir
iç baba ve anne rolünü üstlenir. Böylece Freud’un ”Üst Ben” dediği kavram
ortaya çıkar. Çocuk bu aşamada ahlak, yasak gibi kendi kontrol mekanizmalarını geliştirirken
bu aşamanın ağır geçmesi, yasakların ağır olması nedeniyle ileride Malte’de
olduğu gibi büyük problemler yaşar.
Psikolojide
”Özgün anlamıyla, cinsel haz amacıyla cinsel organların genellikle erotik
fanteziler eşliğinde elle orgazm noktasına kadar uyarılması.”[40] olarak
tanımlanan ”Mastürbasyon“ eylemi insanın psikoseksüel gelişiminde önemli bir
yere sahip olmasına karşın neredeyse tüm toplumlar tarafından tarih boyunca
kötü karşılanmış, hor görülmüştür. ”Mastürbasyon” Latince kökenli bir sözcük olup
sözcüğün kökeni ayıp, ahlaksızlık, elle kendini küçük düşürmek gibi anlamları
ifade eder: “Masturbasyon” sözcüğü Latince’de manus (el) ve stuprum (tecavüz
etme,ahlaksız) anlamına gelen sözcüklerden oluşmuştur.”[41] Mastürbasyon sözcüğü
kökeninden de anlaşılacağı üzere tarihten bu yana olumsuz bir izlenim
taşımaktadır.
Mastürbasyon
normal insanların hayatında kaçınılmaz, gerekli olan bir eylemdir. Buna rağmen
toplumlar tarafından kötü bir eylem olarak görülen mastürbasyon bu kötü imajı
nedeniyle ailelerin bu konuda çocukları üzerinde baskıcı olmalarını
diretmiştir. Yanlış anlaşılmalar da bu noktada devreye girer, çünkü tartışılan
mesele toplumların dini ve ahlaki öğretilerinin içeriklerinden çok ebeveynlerin
çocukları üzerinde bu öğretileri yanlış uygulamalarından kaynaklanmaktadır.
Korkutma ve baskıyla alınmak istenen önlemler gelişim evresindeki bireyin
psikolojisini olumsuz yönde derinden etkilemektedir. Prof.Dr. Yılmaz Özbek,
baskı ve korkunun gençler üzerindeki olumsuz etkinin onların kendilerini gerçekleştirmelerinde
en büyük engel olduğunu belirtiyor: “Baskı, korku ve şiddet gençlerin
içine kapanmasına, dış dünyaya güvenmemesine neden olur. İçine dönük gençler
toplumla sağlıklı ilişkiler kuramazlar; bu da onların kendilerini
gerçekleştirme yolunda en büyük engellerden biridir.”[42]
Mastürbasyon
eylemi o kadar abartılmış ve tehlikeli olarak görülmüştür ki 19. yüzyılın
başlarında doktorlar neredeyse tüm fiziksel ve ruhsal rahatsızlıkların
kökeninde bu eylemin yattığını savunmuşlardır: “19. yüzyılın
başlarında doktorlar neredeyse tüm bedensel ve ruhsal rahatsızlıkların
kökeninde mastürbasyonun yattığına inanmaya başlamışlardı.”[43]
“İnsanın
kendisini lekelemesi” olarak görülen mastürbasyon eylemini engellemek için
ebeveynler doktorların bu hastalığa karşı tutumlarından dolayı kendilerine
verdikleri direktifler doğrultusunda çocukların sağlıklı gelişimlerini kötü
yönde etkileyecek alışık olunmadık, garip önlemler almışlardır: ”Ebeveynler
çocuklarının ellerinden yatağa bağlanmaları ya da onlara eldiven giydirmeleri hususunda
talimat almışlardı.”[44]
Doktorların bu önlemlerle de yetinmediklerini ” Sexualitat, Störungen -
Abweichungen - Transsexualitat” adlı eserinde yazan Brigitte Vetter, bu eylemi
önlemek için doktorların cerrahi müdahalelerde dahi bulunduklarını, örneğin
kadınların klitorislerinin kesildiğini ya da erkek çocuklarının yatmadan hemen
önce cinsel organlarının etrafına demirden halkalar takıldığını böylece
ereksiyonu önlemek istediklerini belirtir. 20. yüzyılın başlarında ise bu
eyleme karşı olan bakış açısı bir nebze de olsa değişmeye başlar fakat yaklaşık
bir elli yıl kadar yine de bu konuya insanlar temkinli yaklaşırlar. Brigitte
Vetter’in eserinde de belirttiği gibi insanlar ancak 20. yüzyılın ortalarında
mastürbasyon eyleminin fiziksel ya da ruhsal rahatsızlıklara sebep teşkil
etmediğini ciddi bir biçimde idrak etmeye başlarlar.
Rilke’nin
eserlerinde sıklıkla karşılaştığımız bir eylemdir ”Mastürbasyon”. Bu da yazarın
bu konudan ne kadar etkilendiğinin bir göstergesidir. Rilke, “Mastürbasyon”
edimini elinden geldiği kadar eserlerinde simgeleştirir. Ancak ayrıntılarda
yatan ipuçlarını bir araya getirdiğimizde bu konudaki tablo netlik
kazanmaktadır. Bu da yazarın sembolist üslubundan kaynaklanır.
”Malte Laurids
Brigge’nin Notları” adlı eserde geçen ve Malte’nin libidosunun doyuma
ulaştığını ifade eden ”Sonra da sen boşalırdın ey köpüren sel, kimseler
duymadan; yalnızca evrenin katlanabileceği şeyi evrene geri vererek.”[45]
cümlesi çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde açıklayacağımız yazarın ”Kocaman”
ile ”Korkunç” olarak nitelendirdiği olgular zincirinin son halkasını
oluşturmaktadır. Priskil de eserinde “kocaman”, ”korkunç” ile Beethoven sahnesi
ile diğer birçok sahneye değinir ve bunları mastürbasyonla ilişkilendirir.
Duyulan korkunun mastürbasyon yasağından kaynaklandığı bulgusu Priskil’in
açıklamalarına şekil verir. Onan sahnesini de işleyen Priskil bu konuya
eserinde genişçe yer verir ve Malte’nin korkularını mastürbasyonla
özdeşleştirir.[46]
Yukarıdaki
cümleyi çok katmanlı olarak ele aldığımızda örtük olmayan anlamın Behçet
Necatigil’in çevirmen notunda da belirttiği gibi müzisyen Beethoven’in
müziğinin Malte tarafından tasviri olduğu anlaşılmaktadır. Malte Beethoven’in
müziğinin coşkunluğundan bahseder. Malte bu cümleden önce yer alan üç
paragrafta yine müzisyen Beethoven ile onun müziğine atıfta bulunur. Bu
cümlenin yer aldığı paragraftan hemen bir önceki paragrafta Beethoven’e duyduğu
hayranlığı ve ona uygun gördüğü mevkiiyi şu biçimde betimler:
"Senin müziğin: Yalnızca dünyanın çevresini sarmalıydı; bizi değil.
Sana Thebai’de bir piyano yapmalıydılar ve seni bir melek, kralların,
fahişelerin, keşişlerin gömülü yattıkları çöl sıradağlardan geçirerek bu ıssız
çalgının önüne götürmeliydi. O zaman melek, kendini yükseklere fırlatıp
giderdi, çalmaya başlayacaksın korkusuyla. ”[47]
Asıl irdelemeye
ve örtük anlamını açıklamaya çalışacağımız cümlenin bu ve bundan önceki benzer
cümlelerden hemen sonra gelmesi yazılanların Beethoven’i betimlediği
düşüncesini güçlendirmektedir. Fakat birbirinden kopuk, gelişigüzelmiş gibi gözüken
anlatım tarzının özde birbirinden kopuk olguların bir başka olguları
çağrıştırmasıyla kurulu bir düzenekten ibaret olduğunu görmekteyiz. Dolaysıyla
bu cümle yüzeysel anlamda Beethoven’i betimlerken derin anlamda ”mastürbasyon”
eylemine göndermede bulunmaktadır. Bu cümle aynı zamanda yazar Rilke’nin
eserinde yer verdiği şehir isimleri, tarihte iz bırakmış olaylar ya da
Beethoven gibi besteci ve müzisyen adları ile İbsen ve Betine von Arnim gibi
birçok yazar adlarını da tesadüfen seçmediğinin bir göstergesidir.
Malte’nin, örtük
anlamını açımlamaya çalıştığımız cümlesinde Beethoven’in doğadan esinlenerek
aldığını büyük bir coşkuyla ve inanılmaz ustalıkla yeniden doğaya vermesinin
betimlenmesini okumaktayız. Bu bağlamda değerlendirildiğinde masum bir coşku betimlemesi
söz konusudur. Fakat sözcükler diğer paragrafları da bir araya getirerek genel
bir bağlamda değerlendirildiklerinde ortaya mastürbasyon eyleminin örtük
anlatımı çıkmaktadır. Malte, Beethoven’nin müziğiyle ilgili betimlemesinde yer
verdiği ”boşalırdın, kimseler duymadan” cümlesiyle mastürbasyon eyleminin
herkesten gizli bir biçimde yapıldığını ifade etmek istemektedir. O, herkesten
uzak, fantazileriyle baş başa kalmış bir haz duygusunu yaşar. Priskil bu
sahnede mastürbasyonu vurgulamakta ve yere döküleni spermayla
özdeşleştirmektedir.[48]
Ebeveynlerinden
özenle gizlenir Malte. Kapalı kapıların arkasındadır. Geçekleştirilmek istenen
eylem mümkün oldukça gizli ve bir o kadar da sessiz olmalıdır:
”Ey eşyasız gece. Ey dışarıya bakan kör pencereler, ey dikkatle kapanmış
kapılar; öteden beri gelenekle gelmiş, kabul edilmiş, asla tamamen
anlaşılamamış tertibat. Ey merdivenlerdeki sessizlik, yan odalardan gelen
sessizlik, ta yukarda tavandaki sessizlik. ”[49]
Malte daha önce
de belirttiğimiz toplumun, doktorların ve ebeveynlerin kendilerince aldıkları
gelenekselleşmiş önlemlerden ve tertibatlardan olumsuz bir tonla bahseder. O
daha çok küçükken bunlardan muzdarip olmuş biridir ve bu durumu anılarında
sıkça dillendirir. Muzdarip olduğu bu gelenekselleşmiş tertibatlar, yukarıda
daha önce değindiğimiz Brigitte Vetter’in o dönem doktorları ve onların
sözlerini dinleyip çocuklarına türlü uygulamalarda bulunan ebeveynlerin olumsuz
davranışlarıyla bire bir örtüşmektedir. Malte annesi ve babasına yakalanmaktan
korkar. Merdivenler, yan odalar ve tavan eserde sıklıkla tekrar edilen
”leitmotif”lerdir. Eserin genelinde yer alan bu ve buna benzer diğer sözcükler
genellikle libidonun doyuma ulaşmak için seçtiği mekanlardır. Malte eserin
tümünde yaptığı gibi merdivenlerin, yan odaların ve tavanın masumca
betimlemesini yapar. Malte’nin sessizliğin üstünü vurgulayarak tekrar etmesi
aslında etrafın ne kadar sessiz olduğundan çok kendisinin çevresine ne kadar
özenle kulak kabarttığını gösterir. Bunu yaptığından Malte’de habersizdir. Bilinçsizce
yapar bunu. Eseri okuyan okuyucu da yüzeysel anlamda bir çocuğun, etrafındaki
sessizliği betimlediğini görür. Ama cümleler yakından okunduğunda Malte’nin
kulağının merdivenler, yan odalar ve tavandaki en kuytu köşelerden dahi
haberdar olduğunu görecektir. Malte’nin eylemini gerçekleştirmeden önce
çevresinde aldığı önlemlerden bahsetmesi bu konuda oldukça dikkatli
davrandığının da belirtisidir. Evin en uzak köşelerine dahi kulak kabartmıştır.
Kendince aldığı bir önlemdir bu. Gerçekleştireceği eylem için ön hazırlık
çalışmasıdır. Her şey gizli olmalıdır. Ebeveynler ve evde yaşayan hizmetçilerin
Malte’nin yapacaklarından haberleri olmamalıdır. Bu haliyle Malte’de bir
sıkıntı sendromu baş gösterir. Sıkıntı sendromu Malte’nin ötekilere karşı
aldığı tedbirlerden doğmaktadır. Ama bir çelişki de söz konusudur aynı zamanda,
çünkü içinde sürekli olarak kabaran duygu yemek yeme ve su içme gibi bir açlık
giderme duygusudur. Bu açıdan bakıldığında bir an doğal gözükür bütün bunlar
ona. Sıkıntısı bu sebeple azıcıkta olsa kristalize olur. Hissettiği şüphe
sendromu kendisini soru sormaya iter. Çevresinin baskılarıyla kurulmuş,
yasakların katılığı ile örülmüş bu çelişki dolu şüphe sendromu Malte’nin
kendine ve çevresine karşı önlemler almak zorunluluğunu doğurmuştur. Tüm bu
önlemlerden sonra her şeye rağmen “ boşalırdın, kimseler duymadan“ diye
haykırarak hazzın bittiğinden bahseder.
Hazzın bittiği
yerde ise kendisince anlamsız olan korkuları ve suçluluk duygusu baş gösterir.
Tekrar tekrar arzulanan nesnenin radikal çift değerliliğinin kompleks
diyalektiği ortaya çıkar. Malte bu sahnenin ardından “ Bedeviler uzaktan hızlı
hızlı geçerlerdi, korku içinde ...”207 der ve korkusunu bedevilere
yansıtarak dillendirir. Mastürbasyon eyleminin bitiminde kendini kuşbakışı
görür. Sıkılır, utanır, suçluluk hisseder ve korkar. Malte bir tür korku
ritüeli yaşar, çünkü eserin bütününde mastürbasyon sonrası hep aynı duygulara
hakimdir. Malte enerji kaynaklarının bütünüyle ”id”in elinde olduğundan
habersizdir. O egosunun tercihlerinin, kararlarının ve hedeflerinin ”id” ve
”süperego” su tarafından belirlendiğinin henüz bilincinde olmayan genç bir
insan portresi çizer. Bu nedenle de dış dünyayla veya süperegosuyla aşırı
tehlike yaratan bir gerilim yaşar. Suçluluk duygusunun vermiş olduğu korku ve
kaygılara karşı bir savunma geliştirir ve ”yüceltme”ye başvurur. Beethoven’in
müziğinden bahsederek de yüceltme eylemini gerçekleştirir.
Malte’nin
mastürbasyon eylemini gerçekleştirirken kendinden dahi bu olayı gizlemeye
çalıştığını okumaktayız. Açımlamaya çalıştığımız cümlenin yer aldığı
paragraftan önceki paragraflarda Malte’nin, Beethoven’nin coşkulu ve romantik
müziğini sanki kulaklarında işitiyormuşçasına yaptığı betimlemeler, coşkunluğun
vermiş olduğu sarhoşluğa kapılmış genç bir insanın ritmik soluk alıp
verişlerini anımsatır. Özellikle kaynak dilde eseri okuduğumuzda eserin
bütününde olduğu gibi bu cümlede de melodik bir tınının varlığı sezilir. Bu
cümlede de Beethoven’in üslubuyla kurgulanmış melodik bir anlatım söz
konusudur. Mastürbasyonun sonunda, coşkunluğun doruğa ulaştığı anda Malte
evrenden geleni evrene geri verir. Açımlamaya çalıştığımız cümlenin
belkemiğini, özünü oluşturan ise burada yatmaktadır. Malte bu cümlede topraktan
yaratılan âdemoğlunun tohumunu yine toprağa akıtmasından bahseder. Bu da söz
konusu paragrafın örtük anlamında mastürbasyon eyleminin yattığının
kanıtlarından birisidir yalnızca. Bu sahneden hemen sonra yer alan paragrafta
bu konuyla ilgili olup ayrıca verilen bilgilerin tesadüf olmadığının da bir
göstergesidir:
“Çünkü seni şehvetli kulaklardan kim atabilir şimdi? Kısır kulakları,
zinaya rağmen asla gebe kalmayan satılıkları, müzik salonlarından kim dışarı
sürebilir? Orada tohum saçılmaktadır, onlarsa fahişeler gibi bu serpintinin
altına girmişlerdir ve tohumla oynaşırlar ya da henüz tatmin edilmemiş
hırslarıyla yatmaktayken tohum, Onan ’ın tohumu gibi aralarına saçılıp
akmaktadır. ”
Malte’nin
mastürbasyon eylemi sırasında Beethoven’in müziğini kulaklarında hissetmesini
bu cümlede yine coşkuyla anlatışından çıkarmaktayız. Malte’nin kullandığı
sözcükler müzikteki notaları hatırlatır. Notaların yerini sözcükler almış
gibidir. İlk cümlenin soru işaretiyle bitmesi bir durak, es işaretinin
varlığını hissettirmektedir, çünkü bu duraktan sonra bir dönüm noktası başlar.
Soru işaretiyle bitirdiği cümlede diğerlerinden bağımız olarak şehvet vardır.
Bu cümlenin hemen ardından gelen cümlelerde ise bir durgunluk, iğreti ve korku
söz konusudur. Şehvetin boşalmasıyla bir durgunluk ardından da suçluluk ve
iğreti baş gösterir. İğreti vardır, çünkü fahişe”, ”zina”, ”satılıklar” ve
”oynaşmak” gibi iğreti uyandıran, kulakları tırmalayan sözcükler Malte’nin
melodik anlatımıyla ardı ardına gelir. Malte mastürbasyon eyleminden sonra
hızla bu sözcükleri sıralar. İçinde yaşadığı toplum, kültür, din ve ahlak
anlayışına karşı kendini suçlu hisseder. fahişe - zina - satılık “ gibi
sözcükler yakından okunduklarında bu üç sözcüğün de ortak özelliklerinin olduğu
görülecektir. Toplum - ahlak ve din gibi otoriteler tarafından kendileri gibi
olmayan, kendilerinden özellikle ahlaken düşük olan ve günah işlemiş insanlar
için uygun görülen sıfatlardır bunlar. O bu sözcüklerle mastürbasyon eylemi
sonucunda yaşanılan utanma ve iğreti duygularını anlatmak istemektedir. Malte
kendini suçlu hisseder, çünkü toplumu, ahlakı ve dini temsil eden süperegosu
karşısında bir suçludur o.
Suçluluk duygusu
mastürbasyon sonrası, insanlarda sıklıkla görülen bir duygudur. Bunun nedeni
yine insanların bu konuda yanlış bilgilere sahip olmaları, din ve ahlak
açısından bunun olumsuz bir şey, bir günah olduğuna inanmalarından
kaynaklanmaktadır. Bu, bireyin ileriki dönemlerinde o kadar karmaşık bir hal
alır ve davranışlarını o kadar derinden etkiler ki bazı saplantı nevrozlarının
oluşmasına dahi sebep olabilir. Peter Kutter bu konuyla ilgili olarak iki
farklı hasta üzerinde gözlemlerde bulunur. Kutter, suçluluk duygusu ile
mastürbasyondan kaynaklanan saplantı nevrozları ile ilgili olarak iki hasta
hakkında yaptığı gözlemlerini şu biçimde açıklar: ”Genç yaşlarda
yıllarca mastürbasyondan şikayetçi olan hasta o zamanlar şanslıydı: Katolik bir
pedere denk geldi. İtirafından sonra peder ona şunları söyledi: ’Evladım, bu
bir günah değil; bunu herkes yapıyor bu sebeple de kendini suçlamamalısın ‘Bir
başka hasta daha az şanslıydı: Temizliğin en temel kanun olduğu çok katı olan
dindar bir ailede yetişmişti. Gençliğinde bir türlü vazgeçemediği mastürbasyon
eyleminden ötürü kendini kirli hissediyordu. Bundan dolayı da süreklilik arz
eden ve defalarca elbisesinin kirli olup olmadığını kontrol eden zorlanımlı bir
davranış geliştirmişti.”[50] Petter Kutter’ in de belirttiği gibi
birey, din - ahlak konusunda etrafından duyduklarından dolayı kendini suçlu
hisseder. Burada esasen klasik psikanalizde ruhsal aygıtın üç ana parçasından
biri olan süperego söz konusudur. İd’in dürtüleri, özellikle de toplumca
yasaklanan ve birey için tehdit oluşturabileceği düşünülen cinsellik dürtüsü,
ahlak normları ve toplumsal değer yargıları tarafından bastırılmaya
çalışılmaktadır. Burada toplum ise ebeveynlerdir, çünkü çocukluk döneminde
toplumu temsil eden onun ahlak ve din anlayışıyla, değer yargılarıyla özdeşim
kurmuş, çocuğun en yakınındakiler olan ebeveynlerdir. Priskil de Salome’den
yaptığı alıntıdan hareketle Rilke’nin de bu gibi baskılar altında yetiştiğini
ve babasının Rilke’nin yataktayken ellerini kontrol ettiğini vurgular.[51]
Malte’nin suçluluk duyması süperegosunun yaptırım gücünden kaynaklanmaktadır.
Suçluluk duygusunun kendisi ise burada süperegonun bir yaptırımıdır. Kutter’in
hastalarını betimlerken özellikle ikinci hastası için söyledikleri Malte ve
onun yazarını hatırlatır bize. Malte’nin ve Rilke’nin anneleri de koyu bir din
anlayışından doğan baskıyı aileleri üzerinde yoğun biçimde hissettirmişlerdir.
Bu paragrafta
dikkatleri üstüne çeken diğer bir sözcük de ”Onan” dır. Onan, bu paragraftan
bir önceki paragraflarda anlatılanları çağrıştıran mastürbasyon faaliyetiyle
ilgili bir simge olarak kullanılmıştır. Yakup oğlu Yahuda’nın ikinci oğlu Onan,
babasının isteği üzerine ölen kardeşinin eşini hamile bırakmakla görevlendirilmiş
ama bunu ret etmiş biri olarak bilinmektedir: ”Tevrat’ ta ki kıssaya göre
Yahuda’nın ilk oğlu ölünce karısı dul kaldı ve Yahuda, ikinci oğlu Onan’a dedi:
Kardeşinin karısının koynuna gir ve ona kayınbiraderlik görevini yap ve kendi
kardeşine zürriyet yetiştir. Ve Onan, o zürriyet kendisinin olmayacağını bildi;
ve vaki oldu ki, Onan, kardeşinin karısının koynuna girdiği zaman, kardeşine
zürriyet vermesin diye yere dökerdi;”[52] Onan’nın ”yere dökme ”
eylemi mastürbasyon eylemiyle eşdeğerdedir. Onan’ ın ”yere dökme” eylemi ile
daha önce yukarıda verdiğimiz Malte’nin ”yalnızca evrenin katlanabileceği şeyi
evrene geri vererek.” sözü eşdeğer anlamda kullanılmıştır. Onan olumsuz bir
karakter olarak çıkar karşımıza, çünkü başta babasına ihanet etmiş ve onun
yolunu izlememiştir. Onan ayrıca zürriyet vermek yerine kendisine bahşedilmiş
olanı yere dökmüştür. Tüm bunlardan dolayı o olumsuz olup yanlış yola sapmış
bir karakterdir. Onan’nın Malte’nin mastürbasyon eyleminin hemen ardından
anılarında canlanması da bu yüzdendir. Malte Onan’ın yaptıklarının din ve
toplum tarafından bir günah olarak kabul edildiğinin bilincindedir. Onan Malte
için günahı simgeleyen bir karakterdir. Bu sahnede Malte’nin Onan’ı anması da
bu yüzdendir.
Onan’ın bu
kıssada bir başka göndergesi daha vardır. Onan babasının sözünü bütünüyle ret
etmiş değildir. Kardeşinin eşinin koynuna girer. Bir şehvet yaşar. Fakat
zürriyet vermemesi için yere döker. Ama sonuçta o kardeşinin eşiyle birlikte
olur. Kıssada yazılanlara göre o hazdan vazgeçmemiştir. Tıpkı Malte gibi.
Malte’de özde mastürbasyon eylemini kabul etmez. Süperegosu karşısında bir
utanç duyar. Haz sonrası çileci tutumunu sürdürür. Yaptıklarından dolayı bir
rahatsızlık hisseder, fakat yine de her defasında bu davranışı yaparken yakalar
kendisini.
Almanca’da mastürbasyon sözcüğü ”Masturbation”[53], ”kendi kendini tatmin etme”
anlamına gelen ”Selbstbefriedigung”[54] ve ”Onanie”[55] sözcükleriyle ifade edilir. Eş
anlamlı olan bu sözcüklerden ”Onanie” sözcüğünü köken olarak irdelediğimizde,
sözcüğün yukarıda vermeye çalıştığımız Yahuda’nın oğlunun adı ”Onan” dan
geldiğini görmekteyiz. Sabine Grenz eserinde ”Onanie” sözcüğünün ”Onan” dan
geldiğini belirterek Onan’ın yapmış olduğu eylemin soyunu sürdürmeme anlamına
geldiğini ve bu nedenle de ölümcül bir günah olduğunu belirtir: ”Mastürbasyonun
o zamanlardaki kötü karşılığı olan onani İncil’de yer alan ölmüş ağabeyinin
karısını hamile bırakmayı ret eden Onan’dan gelmektedir. Bu gün ‘coitus
interruptus’ olarak adlandırdığımız davranışta bulunuyor ve dölünü yere
akıtıyordu. Fakat bu davranışıyla soyunu sürdürmesine engel oluyordu. Soyad
ruhun taşıyıcısı olarak görüldüğünden dolayı böyle yapmakla ölümcül bir günah
işlemiş oluyordu.(.)İşte tam da bu nedenle onani ilahiyatçılar için üremeye
karşı olan ölümcül bir günah sayılıyordu.”[56]
Malte
mastürbasyon sonrasında bir suç ve günah işlediğinden dolayı kaygılanır ve
Onan’dan bahseder. Onan’dan söz etmesi yapmış olduğu eylemle yakından
ilintilidir. Malte’nin mastürbasyon eylemi bilinçsizce onda Onan’ı çağrı
ştırmıştır. O, Onan’dan söz ettikten bir süre sonra sakinleşir ve yaptığı
davranışın haklılığını bir tür zihinsel mastürbasyon coşkunluğuyla dile
getirir:
”Ama ey Tanrım, kulağı henüz kız oğlan kız bakir biri, senin ahenginle
yatsaydı, mutluluktan ölür ya da Sonsuz’a gebe kalır ve döllenmiş beyni,
doğacakların çokluğundan çatlardı. ”[57]
Malte adeta
süperegosuna seslenir ve çocukluğum sırasında içimde duyduğum şehveti akıtacak,
paylaşabilecek biri olmadığından dolayı daha bakir biri olarak buna mecburdum
diye haykırır ve bir tür savunma yapar. ”döllenmiş beyni” aklından cinsellikle
ilgili şeyleri koparıp atamayacağına işarettir. Tohumunu dışarıya atmasaydı bu
onda inanılmaz bir şehvet yaratacak ve ölümüne neden olacaktı. Bu sebeple
tohumunu dışarıya akıtmak zorundaydı aksi halde çatlayarak öleceğine
inanmaktadır Malte. Süperegosuna yaptığı davranışı anlatır. Ona, yaptıklarında
haklı olduğunu söylemek istercesine seslenir. İd onun diğerlerinde olduğu gibi
doğasında vardır, onun bir parçasıdır. Malte süperegosuyla adeta tartışır,
hesaplaşır. Aslında bunu yapması normaldir, çünkü o yakın çevresinde bulunan
ebeveynlerinin ve sonra da içinde yaşadığı toplumun bunu bir sapma olarak
nitelendirdiğinin farkındadır. Bu eylemin kapalı kapılar ardında gizli olarak
gerçekleştirmesinin sebebi de bu farkındalıktan kaynaklanmaktadır. Ama buna
rağmen libidosunun buyruğu altına girmekten kaçamaz.
Çocuğun cinsel
etkinliklerinin sapmayla özdeşleştirilmesi normal bir durumdur. Çocuğun ilk
başta sapma olarak görülen bu davranışını üreme alıştırmaları olarak
değerlendirmekte aslında fayda vardır. Freud bu konuda şunları belirtir: ”Ama
bu kendi içinde açık bir gerçek: eğer çocuğun cinsel bir yaşamı varsa, bu
mutlaka sapma yapısında olacaktır, çünkü birkaç belirsiz ipucu dışında
çocuklar, cinselliği üreme işlevine dönüştüren şeyden yoksundur. Aslında üreme
amacından uzaklaşan ve üremeden bağımsız olarak haz almayı kendi içinde bir
amaç gören türden cinsel etkinliği sapma olarak değerlendiririz. Dolaysıyla
göreceğiniz üzere cinsel yaşamın gelişimindeki kopma da, dönüm noktası da,
üreme amacının hizmetine girmesinde yatmaktadır.”217 Dolaysıyla
çocuğun yaptıkları esasen normal, olağan ve gerekli bir davranıştır. Fakat
toplum, ahlaki kurallar ve dince biçimlenmiş yetişkin olarak adlandırdığımız
otorite olan ebeveynlerin onlar üzerinde gerçekleştirdikleri yanlış önlemler
çocukların bu olguyu travmatik bir hale getirmelerine neden olmaktadır. Bu
durumda Malte ve Rilke’nin ebeveynleri şüpheleri üzerlerine çekmektedir.
Malte,
Beethoven’i anlattığı ve özde mastürbasyon eylemi sırasındaki coşkusunu ve
sonrasındaki suçluluk duygusundan dolayı süperegosuyla hesaplaşmasını
betimlediği bu sahnenin iki paragraf öncesinde ”korkunç”tan söz eder:
” Havanın her zerresinde Korkunç ’un varlığı. Korkunç’u sen Saydam’ la teneffüs
ediyorsun. Korkunç, senin içinde tortulanıyor, katılaşıyor, organların arasında
sivri geometrik şekiller alıyor; çünkü idam yerlerinde, işkence odalarında,
tımarhanelerde, ameliyat salonlarında, sonbahar sonraları köprü altlarında
geçmiş olan bütün eza ve dehşetler, çetin bir direnme gösterirler; bütün bunlar
yaşamalarında ısrar ederler, bütün gerçekleri kıskanarak korkunç gerçeklerine
sarılırlar. İnsanlar, onların çoğunu unutmayı pek isterler; uykular, beyindeki
bu pürüzleri hafif ve yumuşakça törpüler; ama rüyalar daha ağır basar ve
tabloların silik çizgilerini yeniden çizerler.
Sonra insanlar
uyanır, solumaktadırlar ve karanlıkta bir mum ışığı eritirler ve loş huzuru bir
şurup gibi içerler. Ama, ah bu emniyetin tutunduğu kenar. Ufacık bir dönüş yeterlidir,
bakış yeniden aşina ve dost olanı aşar, o an, az önce teselli veren çizginin,
bir dehşet kenarı olduğu görülür. Çevreyi oyuklaştıran ışıktan sakın; arkana
bakma, yatakta doğrul, arkanda bir gölgenin efendin gibi dikilmediğini
nereden
biliyorsun? Karanlıkta kalsaydın, sınır tanımayan kalbin, bütün bu seçilmeyen
şeylerin üzüntüsünü emmeye çalışsaydı, daha iyiydi kısmen iradene bağlı
damarlarda ya da daha kayıtsız organlarının lenfasında değil, kılcal damarlarda
büyür; sayısız dallara ayrılmış varlığının en son ayrımlarına kadar borulara
bölünerek yukarı emilir. Orada yükselir, orada seni aşar, son barınak gibi
çıkıp sığındığın nefesini de geçer. Ah, şimdi nereye kaçacaksın, nereye
kaçacaksın? Kalbin, seni içinden dışarı atmakta, kalbin peşinden gelmektedir
senin ve artık adeta kendinden dışarıdasındır, geri dönmen mümkün değildir.
Çiğnenen bir böcek gibi içinden dışarı taşarsın, üstündeki azıcık sertlik,
kaldı ki uyum sağlamanın da bir anlamı kalmamıştır.
Bu sahneyi
Priskil de çocukluk dönemi kaygıları olarak adlandırır ve genel anlamda
masturbasyonla ilişkilendirir.[58]
Paragrafın girişinde “Korkunç”u tanımlamak oldukça zordur. İlk başlarda
belirsizdir “korkunç”. Onun “Korkunç“ olarak nitelendirdiği şey her yerdedir.
İnsanla soluk alıp verir, onun peşini bir türlü bırakmaz ve havanın her
zerresine kadar işlemiştir. Nerede olursa olsun ister son nefesi verirken
ölümün uçurumuna ramak kala (idam sehpası) isterse acıyla kıvranırken (işkence
odalarında) olsun o her yerdedir. İster bizim gibi düşünmeyip fenomen dünyasını
farklı algılayan delileri kapattıkları ve Foulcault’un ”Deliliğin Tarihi”[59] adlı
kitabında yabancılaşmanın yaratıcısı olarak gördüğü ve ıslah etme çabalarının
gerçekleştirildiği yerler olan tımarhanelerde isterse can çekişirken (ameliyat
salonları) olsun, ”Korkunç” her yerde varlığını hissettirir. Malte ”Korkunç”
tan korktuğunu ve onun bulunduğu yerlerde, onu görenlerle birlikte olmak
istemediğini daha kitabın ilk sayfalarında belirtir:
”Burada hasta
olmak çok fena; biri alsa da beni Hotel -Dieu ’ye götürse, orada kesinlikle
ölürdüm. Hoş bir hotel orası, müthiş müşterisi var.
Paragrafta yer
alan ”idam sehpası”, ”işkence odaları” ve nihayetinde ”tımarhane” sözcükleri
ile örnek verdiğimiz bu son cümle arasında örtük bir bağ vardır. Malte,
yazımızın gelişen bölümlerinde de ele alacağımız gibi ”Korkunç” u örtük anlamda
”id” i olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda son verdiğimiz cümlede yer alan ve
yine tesadüf olmayan ”Hotel Dieu” yü yakından ele almakta fayda vardır.
Söz konusu otel
Paris’te oldukça eski, tarihi bir otel olup Michel Foulcault’un ”Deliliğin
Tarihi” adlı eserinde de geçmektedir: ”Cinsel hastalıklara yakalananlara
başlangıçta, diğer afetlerin kurbanları olanlara - ”açlık, veba ve diğer
belalara” av olanlar gibi - gösterilenden farklı bir muamele yapılmamıştır,
Maximilien 1495 Worms Diyetinde, Tanrının bunları insanlar tarafından
cezalandırmaları için gönderdiğini söylemekteydi. Ancak evrensel nitelikte
olabilen ve hiçbir özel ahlak düşkünlüğüne özel bir yaptırım uygulamayan ceza.
“ Napoli hastalığı” na yakalananlar Paris’te Hotel Dieu tarafından kabul
edilmekteydiler; ve Katolik aleminin diğer bütün hastanelerinde olduğu gibi,
basit bir günah çıkartmadan geçmeleriyle yetinilmekteydi;”[60] Michel Foulcault’un ”Cinsel
hastalık” olarak nitelendirdiği şey aslında on beşinci yüzyılda insanların
cinselliğe bakış açısının da genel bir panoramasını çizmektedir. Dolaysıyla
Hotel Dieu o zamanın Paris halkının ve hükümetinin cinsel hastalıklara kapılan
ve deli olarak nitelendirdikleri insanları kapattıkları bir yer olarak
kullanılmaktaydı. Foulcault XVIII. yüzyılın sonunda kendi deyimiyle Marquis de
Sade’nin ki gibi bazı ”ahlaksız” düşünce biçimlerinin saçma davranışlar
göstermekle ve delilikle ilişkilendirildiğini vurgulayarak cinselliğin delilik
ve bir hastalık olarak görüldüğünü belirtir: ”... bazı cinsellik biçimlerinin
akıldan yoksun olmayla ve zihin hastalıklarıyla doğrudan bağlantılı olduğu da
aynı kolaylıkla kabul edilecektir. Bütün bunlar deliliğin başlıca işaretleri
arasında sayılacak ve onun en önde gelen dışavurumları olarak görülecektir.”[61]
Fransa’da ki “Genel Hastane Büro” su dahi bu konuda 1670 yılında yaptığı bir
müzakere sonrasında şu kararı alır: “Cinsel hastalıklara yakalanan herkes
buraya, ancak her şeyden önce ıslah edilecekse kabul edilecek ve
kamçılanacaktır,...”[62] Bu tür
hastalıkları taşıyanların hepsinin Foucault’un eserinde Hotel Dieu’ya
gönderildiği yazmaktadır. Malte’nin tımarhane olan bu yerden korkmasının
altında da bu yatmaktadır. Çünkü “Korkunç” herkes tarafından konmuş bir
sıfattır. “Korkunç” a boyun eğenler gibi olmak istemiyor. Bununla mücadele
etmek istemektedir. Çünkü ona boyun eğenlerin başlarına gelenlerin farkındadır.
O geçmişte delilerin içine kötü ruh girdiğine inanmış insanların bu ruhu
onların içlerinden çıkarmak için yüzlerce defa işkenceler yaptıklarını
bilmektedir. İdam sehpasına yatırıldıklarını, işkence gördüklerini ve
kamçılandıklarından haberdardır. Böylece toplumun bir bireyi olarak “id” ini
hakimiyeti altına alması gerektiğine inanır, aksi halde o da diğerleri gibi
Hotel Dieu’ya gitmek zorundadır. Bu sebeple de Malte, Hotel Dieu’ya gittiğinde
öleceğinden bahseder.
Malte’nin “hava”
yı ince bir biçimde vurgulaması da ilginçtir. Paris’teki Hotel Dieu’nün bu
amaçla kullanıldığı yıllarda Paris’te buna benzer bir hastanenin yanması halkta
paniğe yol açar, çünkü halk ölülerin yanması sonucu onlardan çıkan kokuyu
solumaları halinde bu delilik denilen rahatsızlığın kendilerine de
bulaşacağından korkar. Büyük bir korku yaşanır o dönem Paris’inde. Focault o
dönemde havanın incelendiğini ve bu haliyle havanın solunum konusunda ortaya
çıkan kimya ve hijyen sorunlarıyla bağlantılı olduğuna dair eserlerin
verildiğini belirterek insanların, havanın kötülük ve çürüme olarak görülen bu
hastalıkla işbirliğinin olduğuna inandıklarını ifade eder: “Bu salgının zararlı
ajanı havadır, şu ”günahkar” denilen hava; bu terimden havanın doğasını kendi
saflığına uygun olmadığı ve kötülüğün aktarılmasına hizmet ettiği
anlaşılmaktadır.”[63]
Malte “Korkunç”u
betimlediği paragrafın gelişen bölümlerinde cinsel hastalığa kapılmışların
direnme gösterdiklerini fakat sonunda kendi gerçeklerine dönmek zorunda
kaldıklarını belirtir. Freud’un sembolizm bilgisine dayalı yorumlar konusunda
yazdığı “Bu sadece çağrışımı destekleyen ve sadece birleştirildiği zaman yararlı
sonuçlar veren bir şeydir.”[64]
sözlerini göz önünde bulundurduğumuzda Malte’nin sözlerinin altında yatan örtük
anlamı daha iyi anlayabileceğimizi ve onun “damarlarda akan“ sözcükleri ile
şehveti anlatmak istediğini göreceğiz. Şehvet tortulanıyor, katılaşıyor ve
nihayetinde sivri geometrik şekiller alıyor. “sivri” sözcüğü bu paragrafta
fallik bir sembol olarak kullanılmıştır. Freud, erkek örgenlerin “ayrıca bedene
girme ve yaralama gibi ortak bir özelliğe sahip nesnelerle - her türden keskin,
kesici ...”[65]
şeklinde belirttiği gibi nesnelerle sembolleştirildiklerini yazar. “sivri”
sözcüğü Freud’un tanımında da belirttiği gibi bu anlamda Malte’nin fallusu
(penis) ile örtüşmektedir.
Bir an “id” in
unutulması ve ondan kaçmak için uyku çare olarak görülür. Fakat “id” rüyalarda
istediğini yeniden elde eder. Yeniden bir korkunun belirdiğinden bahseder
Malte, çünkü insanların uyanıp ışık yakmaları ve her şeyi görebilmeleri onda
rahatsızlık uyandırmıştır. Bunu dehşet verici bulur. Arkasında dikilen
efendinin varlığıyla ürperir. Hakim olamadığı “id”i yüzünden sürekli hesap
vermek zorunda kaldığı süperegosu yine arkasında belirmiştir. O Malte’nin
deyimiyle bir “efendi“dir. “Efendi” sinin onda uyandırdığı ürpertiden dolayı
şehvet bir an içine geri çekilir ve damarlarıyla yukarı doğru emilmeye başlar.
Çareyi kaçmakta bulur yine. Kalbi, duygusal yanı onu bu yaptıklarından dolayı
affetmeyecektir. Sonunda ezilmiş bir böcek katılığında dışarı akıtılır. Malte
yaptığı davranışı bir hastalık olarak nitelendirir. Yaptıklarından dolayı hiç
durmadan suçlar kendisini:
“Okul çağında, zavallı, sert çocuk ellerinin aldatılmış sırdaşlığında,
çaresiz günahları denemiş olan erkekler, kendilerini tekrar o günahları
işlerken yakalarlar ya da çocukken yendikleri bir hastalık teper yeniden ya da
kaybolmuş bir alışkanlık, yıllar önce yapmakta oldukları çekingen bir baş
hareketi yine ortaya çıkmıştır.
Beliren şeyle birlikte, batmış bir eşya etrafındaki ıslak yosunlar gibi,
ona yapışık, şaşkın anılar kargaşalığı baş kaldırır.
Malte’nin
“Aldatılmış sırdaşlık” olarak nitelendirdiği mastürbasyon davranışıdır. Priskil
de bu sahnede mastürbasyon olduğunu ve bundan dolayı konulan yasaklar ile korku
kavramlarına değinir.[66] Bu bir
aldatmadır, çünkü gerçekleştirilen eylem günümüz diliyle tıpkı bir simülasyon gibidir.
Bu bir sırdaşlıktır, çünkü kendinden dahi gizlenmek istenen, kimselerin
haberdar olması istenmeyen bir davranıştır. Okul çocuklarına yansıttığı bu
davranıştan kendisi muzdariptir. Malte bu sahnede kendini betimlemektedir.
Bunları çaresiz günah olarak tanımlar. Bu sebeple de olayı elinden geldiğince
kendinden uzaklaştırmaya çalışır ve bu sahnede olduğu gibi okul çocuklarına
yansıtır. Eserin tümünde sıklıkla karşılaştığımız
gibi burada da fallik semboller kullanır. “yosun” sözcüğü Freud’a göre fallik
bir semboldür ve etek kıllarını sembolize eder: “‘kadife’ ve’ yosun’
çağrışımları, etek kıllarına yapılan göndermenin açık bir göstergesiydi.”[67] Malte burada açıkça belirtmediği
fantezilerle beslenen simülasyonun sona ermesinin hemen ardından iğreti uyandıran
yosun etrafındaki ıslaklıkla baş başa kaldığını dillendirir. Gözleri bu
ıslaklığa odaklanmış ve dalmıştır. Onu şaşırtan anılar ise simülasyonunu
besleyen fantezilerinde yer alan figürlerdir.
Malte
çaresizdir, çünkü içinden gelen ve kendisini hakimiyeti altına almak isteyen
“id” in karşısında kendini güçsüz hisseder. Yaptıkları günahtır, çünkü histerik
ve saplantılı nevroz kişiliği olan ve kendini koyu dindar olarak gören
annesinin, onun üzerinde bir türlü kurtulamadığı etki ve baskısı vardır. Tüm
bunlar ve Malte’de görülen abartılı savunma davranışları onda bir suçluluk
duygusu geliştirmiştir. Suç işlediğinden yakınır. Suç işlemeseydi yaptığı
davranışı açıkça tanımlardı ama bunu yapmak yerine elinden geldiğince bu konuyu
gizlemeye çalışmaktadır. İşlediği suç karşısında başta ailesine ve topluma
karşı kendinde bir suçluluk duygusu gelişir. Prof. Dr. Dursun Gökdağ bu konuda
“Aileler çocukları desteklerse sorumluluk ve görev bilinci gelişir. Çocuktan
çok fazla öz denetim istenmesi durumunda ise çocukta suçluluk duygusu
gelişebilir. Kısıtlamalar, çocuğun, ailenin ve toplumun korunması amacıyla
yapılmalıdır. Gelişigüzel ve kınayıcı olmamalıdır.”[68] diye belirterek ailelerin
çocukları üzerinde kurmaya çalıştıkları otorite ve kontrol mekanizmalarının
dikkatlice ve özenli bir biçimde yapılmasını önerir. Malte’nin korku ve
kaygılarını göz önünde bulundurduğumuzda Gökdağ’ın bahsettiği hususlara
Malte’nin ailesinin dikkat etmediği görülecektir.
Malte yine de bu
hareketi yapmaktan kendini alıkoyamaz ve tekrar o günah olarak adlandırdığı
eylemi işlerken yakalar kendisini. Bu nedenle mastürbasyonu çaresiz bir
hastalık gibi görür. Malte bu sahnelerde ve eserinin tümünde genel anlamda bir
“gerileme” yaşar ve genç bir adam olduğunda da bu konuyla alakalı olan ve onu
rahatsız eden, ruhsal çatışmalar yaşatan anıları onun peşini bir türlü
bırakmaz. Ruhu üzerine aşırı bir yükün bindiğini düşünür ve çocuksal
davranışları geri döner. Süperegosu, onu bir ”engellenme”a zorunlu kılar. Onun
içgüdüsel isteklerinin doyurulmasını engeller. Bu davranışın yerine
geçebilecek, ama onu bu konuda doyuma ulaştırabilecek başka bir davranış bulmak
zorunluluğunu duyumsar. Cinsel içgüdüsünün ahlakın, dinin ve genel anlamda
toplumun değerlerine uygun olması zorunluluğunun farkına varır. Bunun da sonucunda
bir ”yüceltme” gerçekleşir. Bunları sanatçı kimliğiyle yatıştırmaya çalışır.
Psikosomatik davranış biçimlerine başvurur. Paris’teki “Milli Kütüphane” ye
gider ve kitap okur ya da anılarını yazar. Ama tüm çabalarına rağmen
libidosuyla yine baş başa kalır. Bu onda kendi deyimiyle çocukluğundan kalma
bir hastalıktır. Bu hastalık uzun yıllar geçse de Malte’nin deyimiyle hep
yeniden belirir:
“ İşte ötede böyle yapışkan pelte pelte sesler çıkarken: uzun ama çok uzun
yıllardan beri ilk olarak o yeniden gelmişti. Çocukken ateşler içinde yattığım
zamanlar, içime ilk derin dehşeti almış olan o: Kocaman. Evet, herkes yatağımın
çevresinde toplandığı, nabzıma baktıkları ve neden korktuklarımı sordukları
zaman hep böyle derdim: Kocaman. Kaldı ki doktor getirirlerse ya da doktor
yanımdaysa ve beni yatıştırmaya çalışırsa ne yapıp edip Kocaman ’ ı kovmasını
rica ederdim, gerisi hiçti. Ama doktor da öbürleri gibiydi tıpkı. Gerçi ben o
zamanlar küçüktüm ve bana yardım etmek kolaydı; ama onu yanımdan alıp atamazdı
doktor. îşte o şimdi yeniden karşımdaydı. Sonraları nasılsa görünmemişti,
ateşimin yükseldiği gecelerde de gelmemişti, ateşim yoktu şimdi, ama o
gelmişti. Gelmişti işte. Şimdi bende tıpkı bir şiş gibi, ikinci bir kafa gibi
çıkıyor, büyüyordu ve benim bir parçamdı; ama bana ait olamazdı, büyüktü o
kadar. Bir zamanlar, sağken, elim ya da kolum olan, büyük, ölü bir hayvan gibi
duruyordu. Kanım ise bende ve onda, bir ve aynı vücutta dolaşır gibi
dolaşıyordu. Kalbim de kanı Kocaman’a göndermek için kendini haddinden fazla zorlamak
zorunda kalıyordu: Sanki yeterince kan yoktu ortada. Sonra kan, Kocaman ’a
istemeyerek giriyor, hasta pis çıkıyordu. Oysa Kocaman şişiyor, yüzümün önünde
sıcak,mor bir çıban gibi büyüyor ve ağzımın önünde çıkıyor ve nihayet gözümün
üstüne artık kenarın gölgesi düşüyordu.
Bu paragrafta da
fallik sembollerin yoğunluğu kendini açık bir biçimde hissettirir. Priskil bu
sahnede Malte’nin ateşlenmesini mastürbasyon yasağından kaynaklandığını
belirtir ve olayı ceza ihtimalinden dolayı kaygı nöbetlerine benzetir ve tüm
bunları “Fieberphantasien”(Ateşlenme fantezileri) olarak adlandırır.[69]
“Kocaman” onda o kadar büyük bir korku salar ki yersiz yurtsuz, nomad bir insan
oluverir. Paniklemiş bir biçimde kendini sokağa atar. Durmadan yürür. Nerede
olduğunu bilmez:
O avlulardan geçerek dışarı nasıl çıktığımı hatırlayamıyorum. Akşamdı ve
ücra yerlerde yolumu, izimi kaybettim; duvarları uzayıp giden bulvarlar boyunca
yürüdüm ve sonu gelmedi mi, herhangi bir meydana çıkıncaya kadar, ters yönde
ilerledim.
Kocamanın rahatlaması
üzerine sergilediği bu histerik davranışlar bastırma eyleminden
kaynaklanmaktadır. Seksüel olguları bilinçten çıkarıp atmak ister ve güvenlik
önlemi alarak o ruhsal akışı kesintiye uğratır. Histerik görünüşte sanki bir
şey olmamış gibi davranmak ister. Nerede olduğunu bilmeyen, geçtiği yerleri
hatırlayamayan bilinci yarı kapalı bir insan olup çıkar. Unutma, bilinçsizlik
ve ilgisizlik canlanır içinde. Cinselliğin tüm sembollerini ve onun yerine
geçebilecek olan olguları vücutta dindirmek, sağıltmak amacıyla vücudun
bilincini kırmak için çaba gösterir. Histerik tavır sergilemesi aslında
tesadüfi değildir, çünkü Malte bu paragraftan hemen önce “Salpetriere”
hastanesinden bahseder: “Güzel, bana bir pusula verdiler, saat birde
Salpetriere’de olacaktım.”[70] Malte’de
“Kocaman” nın yeniden belirmesi Behçet Necatigil’in çevirmen notunda “Paris’te
yaşlı kadınlar için hastane” olarak not düştüğü “Salpetriere” hastanesinde
gerçekleşmektedir. Bir hastane olan “Salpetriere” Michel Foucault’un “Deliliğin
Tarihi” adlı eserinde XIII. Louis’den bir önceki kralın esasen silahhane binası
olarak yaptırmış olduğu ve XIII. Louis’den sonra da hastane olarak kullanılan
bir bina olduğu yazılmaktadır. Foucault’un kayıtlarına göre burası bir akıl
hastanesidir. Bu hastane yıllarca bu amaçla kullanılmıştır. “Salpetriere”
hastanesi özellikle histerik kadın hastalarının yattığı bir hastanedir. Üstelik
bu hastaneye histeri konusunda söz sahibi olan Jean Martin Charcot’da
başhekimlik yapmıştır: ”Jean Martin Charcot,1825-1893 yılları arasında
Paris’teki Salpetiere Ruh Ve Sinir Hastalıkları kliniğinin yöneticisiydi ve
dünyaca tanınmış biriydi.”[71] Malte
örtük bir biçimde rahatsız olduğunun mesajını ”Salpetriere” hastanesinden
bahsederek verir. Onun için “Salpetiere” sözcüğü ”histeri” sözcüğünü
çağrıştırmaktadır.
Malte’de
”mastürbasyon” eylemi diğer insanlarda geliştiği gibi normal bir akışta
gelişmemiştir. Onun mastürbasyon sonrası libidosunda diğer insanların aksine
bir rahatlama ve gevşeme yerine tedirginlik, ürperti gibi duygular baş gösterir.
Mastürbasyon eylemi sonrasında kayıp olmak istercesine kendisini dışarı atar.
Mastürbasyon onda saplantılara neden olmuştur. Anne kompleksi, iğdiş edilme ve
Oedipus kompleksleri, kaygılar vs. hepsi her insanda görülen psişik olgulardır,
fakat bunlar onda farklı bir biçimde gelişmiştir. Bütün bunlar Malte’de
travmatik bir hal almıştır. Hesaplaşmaları ve bunların üzerine yeniden eğilmesi
de bu yüzdendir. O diğer insanlardan farklı olarak yirmi sekiz yaşında halen
“Kocaman” dan korkar. Annesi gibi o da saplantı nevrozundan muzdariptir.
Çalışmamızın “ Hadım Edilme Kompleksi” adlı bölümünde ele aldığımız “saplantılı
uyku töreni” nin ardından dışarıdan gelen cam şangırtılarını andıran sesler ile
tramvayların çıkardıkları sesler bu sahnenin sonrasında da yaşanır: “Bazen
sert, şangırtılı çan sesleriyle, pırıl pırıl, yaklaşıp uzaklaşıyordu
tramvaylar.”[72] “sert”
ve ”şangırtılı” gibi sıfatlar ile tramvayların çıkardığı sesler ve insanın
gözünü kamaştıran ışıklar kaotik bir duygunun sembolize edilmiş halidir. Bir
panik havası ile duygu karmaşasının betimlenmesi söz konusudur. Ayrıca burada
baskıdan doğan duygusal bir boşalım vardır. Baskı Malte’yi izole olma yoluna
itmiştir. Çatışma heyecanı başka nesnelerin sıralandığı bir betimlemeye
dönüşmüştür. Malte baskıdan duyduğu korkusunu gerçek içerik ile görünür bir
ilişkisi olmayan sembollerle ifade etmeye çalışmaktadır. Birbirleriyle çatışma
halinde olan güçler katı ve saçma güdü dolu davranış biçimlerinin başka türlü
uyum sağlamış bir davranış altında ani bir boşalmaya neden olmuştur.
Malte ”Kocaman”
dan korkar. Almanca’da ”gross” sözcüğü tür olarak bir sıfattır. Malte bu sıfatı
“das GroBe” biçiminde kullanarak onu isimleştirmiştir. Behçet Necatigil de
çevirisinde bu konuya özenle yaklaşarak ”Kocaman”ı büyük yazmış ve onu isimleştirmiştir.
Dolaysıyla buradaki ”Kocaman” sözcüğü yapılan bazı yorumların aksine bir kaygı
değil korku veren, soyut olmayıp somut olan bir şeydir. Malte’nin ”Kocaman”
olarak nitelendirdiği fallik bir sembol olup onun “ereksiyon halindeki fallus“
unu sembolize eder. Malte, doktorun onu kendisinden söküp atamayacağını, onun
vücudunun bir parçası olduğunu belirterek ”Kocaman” ın kendisinin kolu gibi bir
organı olduğunu vurgular. Malte “Kocaman” ı kastederek “Benim bir parçam
olamazdı” derken şaşkınlığını ve korkusunu ifade etmeye çalışmaktadır. Ayrıca “
bu haliyle, bu büyümüş haliyle benim bir parçam olamazdı” demek istemiştir,
çünkü Malte yirmi sekiz yaşında olan ve bunu kabullenen diğer normal erkeklerin
aksine ”Kocaman” ı kabullenmekte halen zorluk çekmektedir. Bunun sebeplerinin
kökeni ise çocuksal cinsel dürtülerinin, etrafındaki yetişkin insanlarca hor
görülmesidir. Ebeveynleri ona yanlış yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Malte de
Rilke gibi beş altı yaşlarına kadar kız elbiseleri içerisinde büyütülmüş bir
çocukluk yaşamıştır. Eserin birçok farklı yerlerinde erkek çocuklara temkinli
yaklaşır. Onlardan uzak durur. Yaptıklarını günah ve büyük yaramazlıklar olarak
adlandırır. ”Günah” ve ”ayıp” gibi kavramları ilk olarak büyüklerinden
duymuştur. Kendi üretimi olmayan bu sözcükleri söylerken büyüklerinin
sözcüklerini kullanır. Bu haliyle o üzerinde yaşadığı dünyanın büyüklerin
dünyası olduğunu bilir gibidir.
“Kocaman”
tiksindirici, korkunç bir varlık olarak algılanır. Bunun sebebi ise yalnızca
“Kocaman” değildir. Malte sık sık fanteziler, hayaller kuran, gördüğü
kabuslardan dolayı ateşlenen bir kişiliktir: “Ateş ruhumu allak bullak ediyor,
ta derinlerden hiç bilmediğim sahneler, hayaller, olaylar bulup çıkarıyordu;”238
“Kocaman” ı
tiksindirici yapan tek neden onun büyüklüğü ve içinden akan irin değildir -
Malte’nin spermlerini irin olarak nitelendirmesi de ilginçtir- onun Malte
tarafından bu biçimde betimlenmesinin nedenlerinden birisi de bu fanteziler,
hayaller ve kabuslarıdır. Başkalarının inandığına inanan biri olarak sosyal
gerçeklik ölçütünün onun
üzerinde etkili olması da bunun
nedenlerinden biridir. Değer yargıları ve inanç da bu etmenler arasında yer
almaktadırlar. Gördüğü fanteziler, halüsinasyonlar annesinin patolojik inanç
alanının Malte üzerindeki baskısından kaynaklanmaktadır. O bu dünyada sadece
sembollerin, fantazmaların ve duyum ikiliğine (sinestezi) örnek teşkil eden
”İyodoform, pommes frites yağı ve korku kokuyordu”[73] cümlesinde olduğu gibi koku
veren hareketlerin girmesine izin verir. Başkalarının bakışının olmadığı
Malte’nin bu dünyasında halüsinasyonlar ve çılgınca korkular göz önüne
getirilmiş, tasavvur edilmiştir. Bu haliyle Malte patolojik fenomenler içinde
inancın arkaik biçimlerine saplanıp kalmış, gerçeğin ölçütünü başka insanlarla
dayanışma içinde bulamayan bir kişilik sergilemektedir. Bu kişiliği nedeniyle
de arzularını ve korkularını hala içinde gerçeğin, rüyanın ve Onan’da olduğu
gibi mitosun çözülemez yumağı ile örülü fantazmalar biçimine dönüştüren biri
olarak çıkar karşımıza. Notlarını dillendirirken seçtiği sözcükler ve üslup
bütünüyle ele alındığında sarmal yapının içerisinde dingin bir devingenliğin iç
içe girmiş ama yer yer kopuk fakat birbirlerini çağrıştıran melodik tınısı olan
örgenlerden oluştuğu görülecektir. Kullandığı fallik unsurların sembolik bir
dille aktarılması bunların yalnızca mistik ya da temsili ifade biçimleri
olmadığını aksine gerçeğe yönelik, gerçekliğin bir türevi olduğunu da
göstermektedir. Bu Malte’ye biçilmiş bir dildir. Libidosunun serbest kaldığı,
özgürleştiği anın ifade ediliş biçimidir. Yazar tarafından Malte’nin ruh haline
uygun bir dil kullanılmıştır. Malte’ye biçilmiş olan bu dil yazarın özgün
üslubudur. Rilke bu üslubu Malte’ye uygun bulmakla kalmaz tüm eserlerinde
benzer bir üslup kullanır.
Simenauer Malte’nin
yukarıda alıntıladığımız paragrafta yer alan çocukluk anılarına Rilke’de de
rastlandığını yazar ve Rilke’nin Lou Andreas Salome’ye yazdığı mektubu işaret
eder[74]:
”Çocukluğumun ilk zamanlarında ateşli geçen rahatsızlıklarımdan ötürü büyük
korkular uyanmıştı. Bunlar hatırladığım kadarıyla sanki Kocamandan, Sert olan
ve Yakından ötürü duyulan derin ve ifadesi imkansız korkulardı; işte bu aynı
korkular birden bire yine ortaya çıkmıştı, fakat şimdi bu korkuların gece ve
ateşlenme bahanesine ihtiyaçları yoktu....“[75] Mektupta yer alan ”işte bu
aynı korkular birden bire yine ortaya çıkmıştı” cümlesi ile paragrafta yer
verdiğimiz Malte’nin ”uzun yıllardan beri ilk olarak o yeniden gelmişti” sözü
neredeyse bire bir örtüşmektedir. ”Kocaman” sözcüğü bize Malte’nin korktuğu
“Kocaman” sözcüğünü anımsatır. Rilke de Malte gibi “Kocaman”ı büyük yazarak
isimleştirmiştir. O da Malte’de olduğu gibi ateşlenir ve kabuslar görür.
Benzerlikler bunlarla da sınırlı kalmaz. Rilke bu mektubu Lou Andreas Salome’ye
1903 yılında yazar. Rilke’nin 1875 yılında doğduğunu göz önünde bulundurursak
bu mektubu yazdığında Malte gibi 28 yaşında olduğunu görürüz. İki genç adam da
aynı yaşta çocukluk anılarındaki korkularından muzdariptirler. İkisi de fallik
unsurların yaşamlarındaki olumsuzlukları dillendirir. Yirmi sekiz yaşında
olmalarına rağmen fallik unsurlara anormal bir biçimde saplanıp kalmaları
ikisinin de psişik yapılarında yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu gösterir.
Söz konusu olan bir anomalidir. Malte ve Rilke’nin ”Kocaman”dan 28 yaşlarında
olmalarına rağmen korkmaları onlarda psikolojide ”Penisten, özellikle de
dikleşmiş penisten korkma”[76]
anlamına gelen ve bir tür fobi olan “fallofobi” olduğunu göstermektedir.
Korkular haddini aşar. Tüm yaşamlarına yayılarak her yerde kendini gösterirler:
“Yorgan kenarından çıkmış küçük bir yün ipliğinin sert, sert ve bir çelik
gibi sivri olduğu korkusu; geceliğimdeki şu ufacık düğmenin başımdan büyük ve
ağır olduğu korkusu; şimdi yatağımdan düşen şu ekmek kırıntısının yerde cam
gibi kırılacağı korkusu ve böylelikle her şeyin, her şeyin sonsuza kadar
parçalanacağı telaşı...
Priskil sahneyle
ilgili şu açıklmamada bulunur: “Bunlar gerçekte daha önce anılan korkulardır:
ereksiyon fark edilebilir, mastürbasyon arkasında iz bırakabilir, tüm bunlardan
duyduğu heycan başkalarınca işitebilinir ve yakalanabilinir”[77]
Yorganın kenarından çıkmış küçük yün ipliğinin sert ve bir çelik gibi olmasıyla
“Kocaman” ve ondan duyulan korku kastedilmektedir. Ekmek Hıristiyanlık’ta dini
bir sembol olup ekmek ve şarap İsa’nın kan ve etini simgeler. Psikanalitik
bakış açısıyla irdelendiğinde ise ”ekmek” fallik bir semboldür: ”Ocak dişil
fonksiyonu simgeler: İçinde hamur kabarır (tıpkı ana rahmindeki çocuk gibi).”[78] Ekmek
ettir. Ekmek annenin karnında büyüyen cenindir. Ekmek kırıntıları ise bu
sahnede Malte’nin yere dökülen spermlerini betimler.
Malte Kocaman,
Korkunç ve Beethoven’i betimlediği sahnelerde bilinçdışı içerik ve onun
türevlerinden korktuğu için düşlemlerini serbest çağrışım yerine
sembolleştirir. Malte’nin bilinci sürekli yasak olan mastürbasyon eylemiyle
meşguldür. Bu onda akut bir hal almıştır. Çocukluğundan itibaren saf ve masum
bir çocuk olarak yetiştirilmek istenmiş ve onda cinselliğe karşı aşırı bir
baskı uygulanmıştır. Malte’nin annesini ”Anne Gölgesindeki Oğul” bölümünde
ayrıntılarıyla ele almıştık. Anne kendince geliştirdiği alışık olmayan
ritüeller gerçekleştiren bir kadındır. Annede görülen sapmalardan Malte’nin
etkilendiği açıktır.
Açıklamaya
çalıştığımız tüm bu örneklerde Malte’de mastürbasyon eyleminin normalin tersine
patolojik bir durum sergilediğini saptadık. Malte yirmi sekiz yaşında olmasına
rağmen aklından bir türlü söküp atamadığı mastürbasyon olgusuna saplanıp kalmış
bir insanın ruh portresini çizmektedir. Malte’nin parça parça vermeye çalıştığımız
düşünceleri histerik nöbetlerinden başka bir şey değildir. Narsizm ile ilgili
bölümde ele aldığımız gibi Malte’nin ayna karşısında bedenine karşı olan
yaklaşımları esasen bu konuyla da yakından ilgilidir. İlk erotik eylemleri
arasında, aynada kendini tanıma da yer almaktadır. O kendi vücut deneyimlerini
öğrenmektedir. Bu esnada diğer çocukların aksine o rafineleştirilmiş
reaksiyonlar sergilemekten uzaktır. Fakat yine de vücutsal bütünlük talebini
geliştirir. Bu yönüyle de narsizm onda seksualitenin bir yapısı olmuştur.
Malte’nin vücudu bu şekliyle tercih edilen bir cinsel objeye dönüşür. Bu olağan
gelişimlerde sık sık kırılmalar meydana gelmiştir. Bu kırılmaların Malte’de
akut hale gelmesi ebeveynlerinin baskı ve tehditlerinden oluşmuştur.
Mastürbasyon karşısındaki anormal tavırları bunu göstermektedir. Malte
mastürbasyonla ilgili verdiğimiz örneklerde geriye dönük anılarını
canlandırmaktadır. Sürekli olarak simgesel tekrarlar yaşar. Malte’nin “öteki
ben”i ile hesaplaşması da bundandır. Onun kabul ettiği ve sevilmek istediği
yönleri zaten süperegosunda iyi anılar olarak kalmıştır. O mastürbasyon ile
ilgili korkularını içselleştirmiştir. İçselleştirilen bu obje onun sevmediği ve
hatta yok etmek istediği kötü bölüm olarak egosunun bir parçası haline gelmiştir.
Bu yüzdendir ki ”öteki ben”iyle döngüsel hesaplaşmalar yaşamaktadır. Böylece
Malte’nin benliğinde bir iç uyumu ve bütünlüğü görmemiz mümkün değildir. Bir
başka deyişle Malte’nin mastürbasyon eylemi dürtü- güdümlü olmaktan yoksundur.
Sağlıklı bir insanın haz arayan, sağlam kendiliğinin enerjik eyleminden
yoksundur Malte’nin eylemi. Onda sağlıklı insanlarda olduğu gibi neşe dolu
büyüme ve bağımsız olma yoktur. Bunun tersine devamlı olarak korku, kaygı ile
bağımsız olamamaktan şikayet vardır. O yalnızca haz almak için mastürbasyon
yapmaz. Teselliyi, yalnız olan bedenini sonu gelmeyecekmiş gibi uzattığı
mastürbasyon etkinliklerinde yeniden keşfeder. Mastürbasyon bu haliyle onda bir
tesellidir. Eserin bütününü ele aldığımızda Malte’nin tek arkadaşının anıları ve
kendisi olduğunu görmekteyiz. Eser boyunca kimseyle bağlantıya geçmez.
Simenauer de Rilke ile Malte arasında benzerlik konusuna değinirken Malte’nin
hiç arkadaşının olmadığını yazar.246 Yirmi sekiz yaşında anılarını
yazarkenki anda dahi yalnızca dinler, gözlemler ve yazar. Tek faaliyeti
bunlardır. Eser boyunca iletişime girmez. Bu yüzden de yalnızdır. Anne ile
ilgili olan “Annenin Gölgesindeki Oğul” bölümünde ele aldığımız ”anne” şiirinde
de mastürbasyon eylemini çağrıştıran fallik unsurlar vardır. ”Annenin
Gölgesindeki Oğul” bölümünde de yer verdiğimiz ”Annem” adlı şiiri bu bölümde
yeniden okumaya çalışacağız. İlk okumamızda şairin annesinin kendisinin
büyüdüğünü görmek istememesinden, varoluş çabalarının annesi tarafından
görmezlikten gelindiğinden yakındığını çıkarsamıştık. Bu okumamızda ise daha
çok “mastürbasyon eylemi” üzerinde durmaya çalışacağız.
Şiiri yapısal
olarak ele aldığımızda ikinci kıtanın yine ikinci mısrasında yer alan
”Görmüyor, orada birinin inşaa ettiğini.” cümlesi orada birinin bir şeyler inşa
ettiğini,bir şeyleri oluşturmaya çalıştığını ya da yalnızca eylem halinde
olduğunu anlatmaktadır. Bu cümle söz konusu olan kişinin erkek olduğu
izlenimini vermektedir. Şair bu kullanım yerine ”sie sieht nicht, daB da jemand
baut” diye yazsaydı cinsiyet konusunda kati bir sonuç elde etmek mümkün
olmazdı, çünkü “einer” sözcüğü “jemand” sözcüğüne göre cinsel kimlik bakımından
daha açıklayıcı ve belirleyici olup maskulin yapıya uygun düşmektedir. Şiirin
üçüncü kıtasının ikinci mısrasında yer alan “die fremden Hunde wissen: der ist
der.” cümlesi de erkil anlama göndermede bulunmaktadır. Sözcükleri anlamsal
açıdan değerlendirdiğimizde ise “inşaa etmek“ fiili ilk örnek olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu fiil daha çok erkeklerin uğraş alanlarına girmektedir. Sözcükleri
yine anlamsal olarak ele aldığımızda “Bilmiyor, yavaş yavaş çok olmuş çehremi.”
ile yüzde meydana gelen değişikliklerin anlatılmak istendiğini görmekteyiz. Bu
değişimler artış yönündedir. “mehr werden” kullanımı değişimin ”büyüme“
eyleminin yanı sıra miktarı konusuna daha çok vurgu yapmaktadır. Cinsel kimlik
açısından değerlendirdiğimizde erkeklerin yüzünde meydana gelen kıl artışına
karşın kadınlarınkinde belirgin bir artış söz konusu değildir. Dolaysıyla
şiirdeki ses bir erkeğe aittir.
“inşaa etmek”
eylemi şiirde daha bitmemiş bir eylem olarak yer almaktadır. Bu yönden
düşünüldüğünde yıkma eyleminin dünden bugüne kadar halen devam etmekte olduğu
anlamı çıkmaktadır. İlginç olan annenin yıkma eylemini nasıl
gerçekleştirdiğidir. Şair annesinin bunu ”gelmek” ve ”bakmak” eylemiyle
gerçekleştirdiğini belirtiyor. Gelişim süreci içerisinde çocukluktan ergenliğe
geçilen dönemde bedende ve ruh halinde meydana gelen dönüşümlerden dolayı
yaşanılan sıkıntılar arasında ergen olanda ebeveynlerinden ya da çevreden
“utanma” duygusu ortaya çıkmaktadır. Parman psikanalizde ”utanma” duygusuna ilk
olarak ergenlikte değinildiğini vurgulayarak ”utanma” ile ”varoluş” arasındaki
bağı şu biçimde açıklamaktadır: ”Utanç böylece değerliliğin yanı sıra kimlik
duygusuna da gönderme yapar “
“gelmek” ve
”bakmak” eylemlerinin yıkıcı olması varoluş aşamasındaki bu gerçeklerin neler
olduğunu bilmek için yakından okumayı zorunlu kılmaktadır. Buraya kadar olan
kısımda ”gelmek”, ”bakmak” ve ”yıkmak” eylemlerini gördük. Bunlarla ”yavaşça gelişmekte
olan çehre” ifadesini bir araya getirdiğimizde verilmek istenen örtük mesaj az
da olsa su yüzüne çıkmaktadır. ”gelmek” ve ”bakmak” eylemleri sonradan ”yıkmak”
eylemiyle bağlandığından dolayı olumsuz bir anlam taşımaktadır. Yavaşça gelişen
yüz ise ”ergen olma süreci” dir. Rilke, bir yandan anne tarafından yavaşça
gelişmekte olan yüzün görmezlikten gelinmesinden yakınırken öbür yandan
”gelmek” ve ”bakmak” eylemlerinin yıkıcılığından bahsetmektedir. Dolaysıyla
burada kontrast bir yapı vardır. “Gelmesiyle ve bakmasıyla parçalıyor beni.
Görmüyor, orada birinin inşaa ettiğini.” cümlesinin noktayla sonlandırılması
ikinci mısrayla bağıntısına da mesafe koymaktadır. Bu hem o mısrayla
ilintilendirilebileceğini hem de bağımsız olarak ele alınabileceğinin bir
göstergesidir. İkinci mısrayla birlikte ele alındığında annenin onun büyümesini
kabul etmediğine, onu halen bir çocuk olarak görmesine, cinsel kimlik olarak
değerlendirildiğinde ise onun “erkek çocuğu” olduğunu kabul etmemesine
işarettir. Şair annenin onun cinsel kimliğini yadsımasından yakınmaktadır yine.
Daha önce ”Annenin Gölgesindeki Oğul” nda bahsettiğimiz ve annesinin ölen
kızıyla oğlunu özdeşleştirme problematiği bu açıdan değerlendirildiğinde şiirde
de kendini hissettirmektedir. Anne oğlunun yüzündeki kıllanmaları görmezden
gelir. Oğlunun taş üstüne taş koyma, inşa etme, taştan duvar gibi erkekliğin
gücünü simgeleyen tüm motifleri hiçe sayıp cinsel kimliğini yadsımaktadır.
“Gelmesiyle ve
bakmasıyla parçalıyor beni. Görmüyor, orada birinin inşaa ettiğini.” cümlesi
yapısal anlamda şairin sonuna nokta koymasından dolayı ikinci mısradan bağımsız
olarak ele alınabilir. Anlamsal boyutta düşünüldüğünde ise söz konusu olan
cümle ile üçüncü kıtanın üçüncü mısrası birbirleriyle kontrast bir yapı
oluşturmaktadır, çünkü şair bir yandan annesinin kendini görmesinin verdiği
korku ve endişeden şikayet ederken öbür yandan neden kendisini görmediğinden
yakınmaktadır.
Yapısal olarak
değerlendirildiğinde cümlenin bir eylem cümlesi olduğu göze çarpan ilk
özelliğidir. Bir edim gerçekleşmektedir. Bir şeyler inşaa edilmektedir. Tüm
bunlar ise başka bir göz tarafından görülmesiyle yıkılmaktadır. Cümlede yer
alan “indem” sözcüğü cümleyi ikinci mısradan ayırmaktadır yine, çünkü annesinin
kendisini yıkmasının sebebi gelmesi ve bakmasıdır. Ergenlik bir inşa edimidir.
Çocukluğu yıkarak yeni bir aşamanın inşasıdır bu. Mısrada yalnızca “bakmak”
eylemi olsaydı anlam değişir ve yalnızca ”beni görmezlikten geldi ya da
küçümsedi, aşağıladı” gibi bir anlam çıkardı. ”gelmek” ile bir arada kullanıldığında
ise ”geldi ve yıktı” anlamı doğmaktadır. Şair bu mısradan önce şiirin birinci
kıtasında ”küçük bir ev misali orada duruyordum, üstelik yalnızdım” diyerek
”inşa” eylemini gerçekleştirirken yalnız olduğunu belirtiyor. ”Yalnız olmak”
gençlik döneminde görülen en belirgin anti sosyal davranışlar arasında yer
alır. Parman, çocukluktan kalma bedenin yitirilmesi, ergenlikle birlikte yeni
bedenle tanışılması o bedenin yeniden keşfedilmesini, adlandırılmasını zorunlu
kıldığını, bu dönemde bedende ağır acılar ve ağrılarla birlikte sızlanmaların
görüldüğünü belirterek ergenliğin aslında bir yalnızlaşma dönemi olduğunu da şu
sözleriyle belirtiyor: “Ergenlik özgürleşen, bağımsızlaşan ama aynı zamanda
yalnızlaşan dönem değil midir?”248
Şiirin bütününde
yer alan erkeksi örgenler ile annenin erotik ılık nefesini bir araya
getirdiğimizde ortaya şairin çocukluktan kalma egosunun depreştiğini ve
cinselliğin haz veren unsurlarından mastürbasyonun ön plana çıktığını
görmekteyiz. Freud’un “Cinsiyet Üzerine” adlı kitabında bahsettiği ve psişik
setler arasında adlandırdığı “utanma” duygusunu da bunlara eklediğimizde
“gelmek” ve “bakma” nın etkisi daha belirginleşmektedir. “Gelmek” eylemi gizli
kalması gereken bir başka eylem sırasında gerçekleştiği için bu sahnede hoş
karşılanmamaktadır. Gelmek ile bakmak bu anlamda düşünüldüğünde eylemi yapanın
kendisine bakılmasından rahatsız olduğu ve bunu yıkıcı olarak adlandırdığı
ortaya çıkmaktadır. Bu örnekte de yine Rilke’nin cinsel gelişim aşamasında
sağlıklı olmayan sahnelerinden birini betimlemeye çalıştığını görmekteyiz.
Mastürbasyon eylemi Rilke’yi
fazlaca meşgul etmiştir. O bundan çocukluğundan ölümüne kadar muzdarip olmuş
biridir. Bunu Ekim 1925’de yani ellinci doğum gününde Lou Andreas Salome’ye
yazdığı mektubunda da görmekteyiz: ”Nedir bu? Salome, iki yıldır günbegün artan
bir korkunun ortasındayım.(.)kendimde, bedenimde meydana gelen bir uyarılma bu.
(,..)Bu şekilde yaşamımı nasıl sürdürebileceğimi bilmiyorum.”[79] Rilke’nin bu yazdıklarını Gunnar
Decker mastürbasyon olarak yorumlar: “Burada söz konusu olan mastürbasyondur.”[80] Burada
bir mastürbasyon eyleminin anlatımı vardır, çünkü mektup satırlarının devamında
koyu Katolik bir annenin esaretinden ölümünün son anına kadar kurtulamamış olan
bir oğlun günah çıkarması anlatılır. O esnek bir yay gibi yetiştirilmemiştir.
Kırılmaya hazır ince uzun bir cam gibidir. Rilke her an bunun kırılabileceğinin
sancısını yaşar. Oğul mastürbasyonun tutkusuna kaptırmıştır kendisini. Ne
bundan ne de annesinin dinsel öğretilerinden vazgeçebilmektedir. Bu yüzden
yaptıklarını mektubun sonunda korkunç, şeytani ve cehennemlik olarak
adlandırır.
Muzdarip olduğu
açıktır. Daha önceleri de bundan kurtulmak istemiş ve soluğu Valmont’daki bir
sanatoryumda almıştır: ”Her uyarımı gerçekleştirmek anlamına gelen bu iğrenç
eğilimin irademi nasıl aştığını bizzat yaşarken bu sorunumla ilgili doktor
tavsiyesi için Montreux’taki Valmont sanatoryumuna gittim.”[81] Rilke de Malte gibi korkar
mastürbasyon ediminden. Buna çareler bulmaya çalışır. Her seferinde bu konuda
kendisiyle dertleşecek insanlar arar. Bunlardan birisi de Nanny
Wunderly-Volkart‘dır. Volkart’a yazdığı mektubunda bu konudan bahseder:
”...,öyle yabancı ki uzun süre özde ‘ben‘ olmam gereken benim dışımda, öteki
bir ‘ben’e bırakıyorum kendimi.”[82] Rilke
burada esasen mastürbasyon edimi sırasında insanın nasıl bir davranış biçimine
büründüğünü de açıklamaktadır. ”Ben” mastürbasyon eylemi esnasında ailede,
toplumda birlikte oturulan, sohbet edilen alışılmış olan o bildik ”ben”
değildir artık. O sınırları zorlayan hatta aşandır. Ahlak kurallarını hiçe
saymış, süperegonun esaretinin zincirlerinden kendini boşandırmış ”id” in dışa
yansımış halidir. Tutkunun, arzunun ve şehvetin en üst düzeyde yaşandığı bu an,
sınırları olmayan fantazmaların yaşandığı andır. Çekicidir. Albenisi olandır.
Kaçınılmazdır. ”Ben” tüm bunların etkisiyle bir anda sarmal cazibenin içinde
bulur kendisini. Birden anne, baba, kardeş, öğretmen, komşu ya da sokaktaki
herhangi biri anlamlarını yitirirler. Tümü ”id” in amacına uygun tek bir anlam
kazanır. ”id” asla eylem sırasındayken ”ben” in yanaklarının kızarmasına izin
vermez. Şehvetin dışarıya akıtılmasıyla ”id” yeniden bastırılır ve ”ben”
yeniden bildik, alışılmış ”ben” e dönüşür. Kızarır yanakları. ”Ben” az önce
yaptıklarından dolayı utanır, sıkılır ve az önce düşündüklerini şeytani,
ahlaksız olan cehennemlik düşünceler olarak tanımlar. ”Ben” tüm o fantazmaların
dışında kendiyle de sevişmiş, kendi gibi görmediği öteki “ben” inin tenine
temas etmiştir.
Malte başta
kendini özgürleştirmiştir. Fütursuzca davranıp fantezilerini özgür bırakmıştır.
Baştan çıkmış daha doğrusu kendini yoldan çıkarmıştır. Bu olayda ‘id’in rolü de
en büyük etken olmuştur. Fakat baştan çıkan özne kendiyle özdeş olup yine aynı
doğrultuda başı dönen özne olmuştur. Kendini baştan çıkaran bilinç diğer yandan
kendine acıyan,korkan bilince dönüşmüştür.Malte’nin yoğun mastürbasyon
eyleminde yine Hegel’in “mutsuz bilinç” kavramı ön plana çıkmıştır.
Rilke ve
Malte’nin mastürbasyon edimleri, içeriği, yapılış biçimi ve sonuçları bakımından
histerik özellikler taşır. Etrafında onlarca kadın olmasına rağmen onlar
mastürbasyondan vazgeçemezler. Mastürbasyona karşı bir savaş verirler. Ama
sonuç kaçınılmaz olarak hep trajiktir. Onları bu kadar korkutan eylemin
kendisinden çok içeriğidir. Mastürbasyon aynı zamanda onlar için bir kaçıştır.
Nesnel dünyada gerçekleştirilemeyen fantezilerin buluşma noktasıdır.
Varlıklarını bir an olsun simulasyon içerisinde kayıp ederler. Ama her
defasında yeniden döner ve acıyı hep yeniden yaşarlar tıpkı kayıp oğul gibi.
“Yalnız başına
dağlarda ve mağaralar önünde dolaşan Ekho, bir gün geyiklerin peşinde koşan bir
avcı ile karşılaştı. Bu avcının adı ‘Narkissos’ idi. Hiçbir delikanlı, bunun
kadar güzel olamazdı. Ekho, bu güzel avcıyı görür görmez, gönlü tutuştu. (.)Bir
gün artık dayanamadı, Narkissos’un üzerine atıldı,onu kollarının arasına aldı,
fakat delikanlı kendisini kurtardı, hızla koşarak koruluğa girdi kayboldu.
Aşkına karşılık görmeyen ‘Ekho’ ümitsiz, kaldı kırık bir halde bir mağaranın
içine gizlenerek,yenilgisini herkesten sakladı. Artık o dağlarda görünmez
oldu.(.) Bu zavallı kızın felaketine sebep olan kalpsiz Narkissos’un başına
gelenleri biliyor musunuz ? Tanrılar onun duygusuzluğunu, vahşi gururunu
affetmediler, onun taşlaşmış gönlünde, tuhaf, yakıcı ve kavurucu bir aşkın
ateşini yaktılar. Bir yaz günü, av peşinde koşmaktan yorulan, terleyen
Narkissos; berrak ve sakin bir kaynağın başında durdu. Dinlenmek ve susuzluğunu
gidermek istedi. (...) Narkissos oraya, çimenlerin üzerine yüzükoyun uzandı ve
su içmek için kaynağa eğildi, durdu. Suyun içine düşen kendi hayalini gördü. Bu
hayalin esiri olan avcı hayretten dondu, kaldı. Büyük aşk heyecanları içinde
kendi kendini, kendi güzelliğini seyrediyordu. O böylece kendi kendinin bağrı yanık
bir aşığı oldu. Kendine tapmakta o kadar ileri gitti ki, gördüğü hayalden
gözünü biran dahi ayırmak istemiyordu.”[83] Narsisizmin özelliklerinin çoğunu
bir Yunan miti olan Narkissos’un bu öyküsünde bulmak mümkündür. Bu özellikler
arasında ben merkezcilik, kendini beğenmişlik, kendi dışındakilere karşı
duyarsızlık gibi olgular en belirgin olanlarıdır. Narsizmi Selçuk Budak şu
biçimde açıklar: ”Adını, Yunan mitolojisinde su birikintisinden yansıyan kendi
görüntüsüne aşık olan Narcissus’tan alan ve aşırı öz-sevgi, kendini olduğundan
büyük görme, benmerkezcilik anlamına gelen bu terim başlıca dört çerçevede
tanımlanabilir.1.)Cinsel bir sapma olarak, kişinin cinsel nesne olarak kendi
vücudunu seçmesi, kendi vücudundan zevk alması anlamına gelir. Bu bağlamda^ otoerotizm,
mastürbasyon. 2.)Nesnelerle ilişki kurma modu olarak narsizm, yani a) çevreyle,
nesne ilişkilerinin nisbi yokluğuyla, yani çevredeki nesnelerle açık,
gözlenebilir ilişkilerden uzaklaşmayla tanımlanan bir ilişki kurma modu;
b)Nesne seçiminde kişinin kendine benzerliği referans alması. (...) Freud’a
göre libido miktarı sabit olduğu için, libidonun ağırlıklı olarak dış nesnelere
bağlanması, egonun kendi amaçları için kullanabileceği enerji miktarını
azaltacaktır, bu da ego işlevlerini tehlikeye sokacaktır. Buna karşılık
libidonun ağırlıklı olarak egoya bağlanması ise dış dünyayla gerekli ilgilerin
kurulmasını güçlendirecektir.”[84] Erich
Fromm, narsizmin Sigmund Freud’un en önemli kavramlarından biri olduğunu
vurgulayarak narsizmin ne ölçüde geniş bir kapsama alanının olduğunu şu biçimde
açıklar: ”Freud kendisi de bu kavramı en önemli bulgularından biri saymış,
psikoz (narsist nevroz), sevgi, hadım edilme korkusu, kıskançlık, sadizm gibi
önemli olgularla ezilen sınıfların yöneticilerine boyuneğmeye hazır olmaları
gibi kitlesel olguların anlaşılmasında bu kavramdan yararlanmıştır.”[85] Erich Simenauer, Rilke ve Malte’de narsist kişiliği
bulgulamıştır. Simenauer’in tespiti bizim de narsizm ile diğer olguları
birleştirmemizde, ilişkilendirmemizde yardımcı olmuştur. Simenauer
narsizm-hipokondri, narsizm- mastürbasyon, narsizm ve eşcinsellik arasında sıkı
bağların olduğunu belirtmiştir.[86]
Malte’de narsist
kişilik özellikleri öncelikle dilde kendini gösterir. Malte’nin eserdeki
konuşma biçimi narsist ayrıntılar içerir. O diğerlerinden farklı olduğunu
açıkça ortaya koyar. Gerçeği alaşağı eder. Dikkat çekici bir dil takınır.
Bildik sözcükleri değiştirir: ”Aber es giebt hier etwas, was furchtbarer
ist(...)”[87], “DaB
es mir zum Beispiel niemals zum BewuBtsein gekommen ist, wieviel Gesichter es
giebt. Es giebt eine Menge Menschen, aber noch viel mehr Gesichter, denn jeder
hat mehrere.”[88] ya da
“Wer giebt heute noch etwas für einen gut ausgearbeiteten Tod?“[89]
Öncelikle bu cümleleri Almanca olarak vermemizin nedeni irdelemek istediğimiz
sözcüklerin çeviri metinde eşdeğerliliğinin olmamasıdır. Örnek verdiğimiz bu
cümlelerde yer alan “giebt” sözcüğü esasen Almanca’da “geben” fiilinden
gelmekte olup üçüncü tekil hali “gibt” biçiminde yazılmaktadır. Yine ” Und sie
zeigen einander nach einer Woche die beiden Messer, und es ergiebt sich, daB
sie sich nur noch ganz entfernt ahnlich sehen,--so verschieden haben sie sich
in verschiedenen Handen entwickelt. ”cümlesinde yer alan “ergiebt” sözcüğü
Almanca aslında “ergibt” biçiminde yazılmaktadır. Bu gibi örnekler eserde bolca
yer almaktadır. Bunlar Malte’nin konuşma biçimine, ses tonunun ayrıntılarına
örnektir. Bu örnek cümlelerde yer alan sözcüklerin yazılış biçimleri sert, kaba
okunuşun aksine daha yumuşak bir hava katar Malte’nin konuşmasına. Farklı
olduğunu, elit bir ortamın insanı olduğunu gösterir. Sözcükler yabancı olup
anlaşılmasalar dahi yüzlerce insanın bulunduğu bir salonda birden tüm gözlerin
ona yönelmesini sağlayacak etkiyi yaratacak özelliktedir. Tüm bu ayrıntıların
yanı sıra Malte’nin notları kendine dönük olup bir iletişim kurma amacı gütmez.
Kopuk anlatım tarzı, kendine has sözcükler tıpkı sözleri ve bakışı kendine
dönük olan narsistin anlatımı gibidir. Malte diğerlerine benzemediğini yalnızca
sözcüklere farklı bir okunuş getirmekle yetinmez. O kültürlü bir insandır. Bunu
saklamaz. Fransızca’ sını eserin hemen hemen tüm sayfalarında her fırsatta dile
getirir: “Bir kızın cırlak sesi: Ah tais-toi, je ne veux plus”[90]
Malte’nin notlarında Fransızca sözlere bolca yer vermesinin nedenlerinden biri
de yine kendine dönük olan içkin anlatım tarzıdır.
Malte tipik
narsist kişiliğinin özelliklerini daha eserin ilk paragrafında belli eder:
”Elimdeki planda aradım: Maison d’Accouchement. İyidir.” Bu cümlede Malte’nin
ölçülü, hesapçı biri olduğunu ve oldukça kontrollü bir kişilik sergilediğini
okuruz. Malte zaten Paris’i bilen bir kişidir. Onun esasen elinde bir şehir
planıyla dolaşmasına gerek yoktur. Ayrıca bir plana ihtiyaç duyacak bir neden,
özellikle de aradığı ya da gitmesi gereken bir adres de yoktur. Bu durum onun
spontan davranışlardan uzak durduğunun ipucunu verir bizlere. Şehri bildiği
halde elinde planla dolaşması yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu gösteren
en önemli kanıtlardan da birisidir. Bu davranışından ötürü Malte’nin içsel özgürlüğünün
de olmadığını çıkarsayabiliriz. Malte elindeki plana bakmak yerine diğer
insanların yaptığı gibi sorarak aradığı yeri bulabilir ya da gitmek istediği
yerde dolaşabilirdi. Bunun için bolca vakti olduğu eserde yine kendisi
tarafından vurgulanır. Ama o bunu yapmaz, çünkü narsist yapısı onu böyle bir
davranışta bulunursa gözden düşeceğinden, kusurlu ve yaralı benliğinin ortaya
çıkacağından ve bundan ötürü ağır bir travma yaşayacağından ötürü engeller.
Zaten Malte’de yapısı gereği içkin bir ruh hali vardır. O diğer insanlar gibi
her önüne gelenle iletişim kurabilecek biri değildir. Malte’nin bu kontrollü
hali aileden gelir, çünkü ailesi zamana çok önem verir: ”Bana öyle geliyor ki,
kalbimde haliyle duran tek şey, akşamları saat yedide yemek yemek için
toplandığımız salondur.”[91]
Malte’nin ailesinden aldığı bu miras onun narsist yapısının inşasında önemli
rol oynar. O özbenliğini her defasında bastırma eğilimi göstermiş bu nedenle de
kendi gibi asla olamamış ya da spontan davranmaktan yoksun kalmıştır. Özbenliğini
yaşamaktan yoksun olan Malte bu sebeple kendini olgun bir insan, yetişkin biri
olarak algılayamaz. Bu yüzden de kendini devamlı olarak çocuksu hisseder. Her
defasında çocukluğuna dönme arzusu içerisindedir: ”Çocukluğum için Tanrı’ya
yakardım, işte geri geldi çocukluğum.”[92]
Çocukluğu geri
geldiğinde ise o dönemi yeniden yaşar: ”(...)ve öyle hissediyorum ki, çocukluk,
eskiden nasılsa yine öyle ağır ve hiçbir şeye yaramamış yaşlanmak.”[93] Malte
narsist insanlara özgü o tatminsiz ve hiçbir şeyden memnun olamama duygusunu
yaşamaktadır. Kendisi olamamanın, tatminsiz olmaktan dolayı da çocukluğuna
dönmenin kısırdöngüsü içerisindedir. Bu bir kısırdöngüdür, çünkü Malte her
doyumsuzluğun ardından çocukluğuyla sahte tatmin yaşar. O çocukluğunun bir
dayanak oluşturduğunu onsuz olamayacağının saplantısı içerisindedir: “Onu
kaybettiğimi kavrarken, bir yandan da, hiçbir zaman, dayanacak başka şeyim
olmayacağını anlıyordum.”[94] Fakat
bu sahte, sığ duygular geçici olup onu yalnızca bir müddet oyalamaktan öteye
gidemezler. İçerisinde çocukluk dönemi ile ilgili olan ve diğer konuların da
yer aldığı düşlemler Malte için vazgeçilmezdir.
Malte diğer
narsist kişiliklerde olduğu gibi yaşamının merkezinde kronikleşmiş
kaygılandırıcı bir boşluk, anlamsızlık ve can sıkıntısı hisseder. Bunlardan
ötürü içsel bir boşluk duygusuna kapılır ve bu boşluğu doldurmak için de
çeşitli dışavurum davranışlarına yönelir. Malte’nin yöneldiği bu yollardan ilki
yoğun bir seyahat tutkusudur. O notlarını yazdığı an ile anılarını kaleme
aldığı notlarında sabit bir yerde asla duramaz:
”Sobamın yine
tütmesi ve sokağa çıkmak zorunda kalışım, bir felaket değil canım. Kendimi
yorgun ve üşütmüş hissetsem, ne çıkar.
Gün boyunca
sokaklarda taban tepmem, kendi kusurum. ”
Malte bir yerden
ayrılamamaktan, uzun bir seyahate çıkamamaktan dolayı endişelenir ve bu
endişesini çoklukla şehir içi gezintilerle tatmin etmeye çalışır:
”Hemen ayrılıp
gidemeyeceğim diye kuruntu ettiğimi biliyorum İlkin her şeyi düzene koymalı,
diye tekrarlıyor, ama düzene koyacağım şey nedir, doğru dürüst bilmiyordum.
Yapılacak bir şey yoktu hemen hemen. Kenti dolaşıyor ve değişmiş olduğunu
görüyordum.
Malte’nin her
şeyi düzene koyamamasının, bunları doğru dürüst bilememesinin sebebi narsistik
kişiliğinin varoluşsal sorunsalıdır. O henüz olmayan, gerçek yaşamın, sevginin
ya da aşkın peşindedir. O, içinde yaşadığı “an”ın eksik ve kusurlu olduğunu
düşünür. Bundan sıyrılmak için de gezintilere ya da seyahatlere çıkma
arzusundadır. Umut onun için ulaşılması zor olan karşıdaki bir kıyadaymış gibidir.
Onun seyahat ve gezinti tutkusu narsist kişiliğinden kaynaklanmaktadır, çünkü o
karamsarlık ve umutsuzluktan kurtulma ve içinde olduğu boşluğu doldurma
peşindedir. Bu duygularını tatmin etmek için durmak bilmeksizin seyhate çıkar
ver her durakta dinlenir, arar fakat hemen ardından durak yeri kalkış noktasına
dönüşür ve yolculuk yeniden başlar. Malte içsel boşluğu doldurmak için
“mastürbasyon saplantısı” nda ya da “seyir tutkusu” nda olduğu gibi çeşitli
dışavurum davranışlarına yönelir.
Malte’nin
cinsel hazzı, çeşitli çarpıtılmış yollarla yaşadığını bunlardan birinin de
“saplantılı mastürbasyon” eylemi olduğunu belirttik. Mastürbasyonla Malte’nin
narsist yapısı arasında sıkı bir bağ vardır. Simenauer de narsizm ile
mastürbasyon arasında sıkı bir bağın olduğuna değinir ve bu konuyla ilgili daha
önce birçok bilim adamı tarafından yapılan araştırmalara genişçe yer verir.[95] Malte’de mastürbasyonun
insanların çoğunda olduğu gibi doğal ölçüler ışığında seyir etmediğine daha
önceki bölümlerde değinmiştik. Onda mastürbasyon bir saplantı halini almıştır.
Onun bu aşırı eğilimi dışa yönelik ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. O diğer
insanlardan farklı olarak sağlıklı biçimde geliştiremediği dışa yönelik
ilişkilerini kendi bedenine yönelterek doyuma ulaşma çabası içerisindedir.
Doyumu kendi bedeninde arar. Ayrıca cinsellik söz konusu olduğunda düşlemin de
burada yadsınamayacak ölçüde bir öneme sahip olduğunu göz önünde bulundurmamız
kaçınılmazdır. Yalnız Malte’de düşlem abartılı bir biçimdedir ve adeta
habisleşmiş gibidir. Malte bu yoğunlaşmış zihinsel yapının ve yetersiz
bedeninin içkin bir oluşumu olarak algılar kendini. Bunun için de gözlerini
kapatarak geçici haz doyumunun emrine girer. Dolaysıyla Malte, mastürbasyonu
bir düşlem aracı olarak görür. Bunun sonucunda ise zaten kendini en üst düzeyde
gören narsist Malte, Tanrısallaştırdığı “ben”i kusursuz olan bir mastürbasyon
düşleminin kollarına bırakır. O mastürbasyon eyleminde yetersiz bulduğu
bedenini istediği gibi idealleştirmekte özgür bulur kendini.
Malte’nin
narsist yapısında daha önce hadım edilme kompleksinde bahsettiğimiz
alçakgönüllülük de önemli bir rol oynar. Malte karşı taraftakine alçakgönüllü
davranır. Üstün, özel biri olduğunu düşünen Malte karşısındakine kendini olduğu
gibi ifade etmez:
”Gerçi yoksulum. Gerçi her gün giydiğim elbise yer yer eskimeye başlamış.
Gerçi ayakkabılarımda şu ya da bu kusur bulunabilir. Doğru, yakam temizdir,
çamaşırlarım da öyle ve bu halimle büyük bulvarlardan birinde istediğim
pastaneye gidebilirim ve rahat, elimi bir pasta tabağına uzatır,bir şey
alabilirim. Böyle bir davranışı yadırgamaz kimse, beni azarlamazlar ve bana
kapıyı göstermezler; ”[96]
Malte hükümlerde
bulunuyormuş gibi yapar. Aslında sorgular bu söylediklerini. Ama böyle rahat
konuşmasının altında onun bildiği tek bir gerçeklik vardır ve bu da
diğerlerinden farklı olduğunun bilincinde olmasıdır:
”(...)çünkü ne de olsa yüksek çevrelerden gelme, günde dört-beş kez yıkanan
bir eldir bu el. Evet,, tırnakların altı temizdir, işaretparmağı
mürekkepsizdir, özellikle de bilekler kusursuzdur. Herkes bilir, ellerini
bileklerine kadar yıkamaz yoksullar.
Az önce
kendisini yoksul olarak adlandıran Malte bunun gerçek olmadığını çok geçmeden
itiraf eder. O yoksul, düşkün olmadığının bilincindedir ama o bunu alttan
alarak yapar. Alçakgönüllü narsist tavrıyla gerçeğin üzerini örtüler. Bunu da
narsist kişiliğini gizlemek için yapar. Fakat narsist kişiliği gereği bu geçici
tatmin söner ve yeniden mutsuz, şüpheci tavırlar belirir ve kendini yine
başkalarının gözünde arar. Malte olduğu gibi, özgür bir biçimde kendini ifade
edemez. Yaşadıkları gerçek duygular değildir:
”O halde bilek temizliğinden bazı şeyler anlaşılabilir. Anlaşılır da.
Dükkanlarda anlarlar. Ama Saint-Michel Bulvarı’ nda ve Racine Caddesi ’ nde
aldanmayan birkaç kişi var. Bileklere boş verirler. Bana bakar ve bilirler.
Bilirler ki, aslında onlardanım ve numara yapıyorum birazcık. Zaten Faşing
zamanıdır.
Malte’de görülen
kendini üstün görme eğilimi ailesinden özellikle de annesinden
kaynaklanmaktadır. Oğuz Cebeci’nin Kernberg’in bu konudaki görüşüne getirdiği
açıklama ilgi çekicidir: “Kernberg’in üzerinde önemle durduğu bir noktaysa,
anne- babadan gelen bu yetersiz, yani soğuk hatta düşmanca sayılabilecek
davranışların içinde, her şeye karşın, çocuğun kendisini özel bir kişi olarak
hissetmesini sağlayacak bir unsurun da bulunmasıdır. Kernberg, bu muamele
karşısında çocuğun ’grandiose’ya da yüce-benlik diye adlandırılan bir kişilik
geliştirdiğini, bu kişiliğin bileşenlerinin, çocuğun gerçek benliği ile
ideal-benliği ve idealize edilmiş nesne-temsilcilerinden oluştuğunu savunur.”[97] Bu
meseleyle ilgili olarak “Annenin Gölgesindeki Oğul” adlı bölümde yer verdiğimiz
örnekleri hatırlamak yerinde olacaktır. Annenin İtalyan işi dantellere verdiği
önem, mobilyalara gösterdiği özenti, Fransızca dersleri vs. Malte’yi derinden
etkilemiştir. Tüm bunlar onun diğer insanlara olan bakış açısını ve sürekli
olarak elit yaşama özentisini tetiklemede etkili olmuştur. Ayrıca annenin
oğlunu beş yaşına kadar kız elbiseleriyle dolaştırılması ona bir kız çocuğuymuş
gibi davranılması da narsist yapısında etkili olmuştur. Bunların onun
mastürbasyona olan bağımlılığı, seyir tutkusu gibi sapma (perversion)
davranışlarının oluşumunda önemli rol oynadığı yadsınamaz.
Narsistik tipte,
libido ağırlıklı olarak egoya aktarılır. Selçuk Budak bu konuda “Kişi
başkalarına veya egonun buyruklarına aldırış etmeden kendini ön plana çıkarır;
sapma halinde psikoz veya antisosyal rahatsızlıklar ortaya çıkabilir”.[98]
şeklinde açıklamada bulunur. Libidinal yatırım karşı cins yerine kendi cinsine
döndüğünde ise eşcinsel söz konusu olur. Malte’de eşcinsel davranışlar yine
çocukluk yıllarının kökensel yaşantılarına dayanmaktadır:
“Annemin, benim, öyle oğlan çocuğu değil, ufak bir kız olmamı arzu ettiği
zamanları hatırlıyorduk. Ben bu isteği nasılsa sezmiş ve bazı ikindiüstleri
annemin kapısını tıklatmayı akıl etmiştim. Annem, kim o, diye sorar ve daha
çocuk sesime boğazımı gıcıklayan bir incelik katarak dışardan, ‘Sophie, ” diye
seslenirsem sevinirdim. Sonra odaya girince (ufacık, kız giysisi gibi, yenleri
sıvalı,üstü şöylece giyilivermiş ev kılığında), artık Sophie olurdum; annemin
küçük Sophie ’ si, hanım hanımcık iş görür ve dönüp gelecek olursa o kötü Malte
ile karıştırılmasın diye annem, Sophie’nin saçına bir örgü örerdi.
Malte ’nin dönmesi
istenmezdi asla; onun ortalardan kaybolmuş olması, hem annemin hem Sophie ’ nin
hoşuna giderdi ve konuşmaları ( Sophie’nin hep aynı ince sesle devam ettiği
konuşmaları ) en çok Malte’nin huysuzluklarını sayıp dökmek ve ondan yaka
silkmekte toplanırdı. ’Ah bu Malte yok mu! ’ diye içini çekerdi annem. Ve
Sophie, sanki onları sürüyle bilirmiş gibi,oğlanların yaramazlıklarına dair bir
hayli şey söylerdi. Bu anıları anarken annem, birdenbire, ’Sophie ne oldu
acaba, bilmek isterdim, ’diyordu. Malte de bu konuda bir şey bilmiyordu tabii.
Ama annem, besbelli ölmüş olduğunu öne sürünce Malte, ısrarla reddediyor ve
kanıtlanması hem pek öyle mümkün olmayan bu fikre inanmaması için annesine
yalvarıyordu adeta. ”[99]
Simenauer, ölen
kızkardeşin yerine geçmek isteyen, onun gibi davranan Malte’yi bulgular bu
sahnede. Simenauer bu sahneyi “Doppelganger” kavramıyla özdeşleştirir ve bu
yolla da narsizmle bir bağ kurar.[100]
Malte Laurids
Brigge’nin bu davranışının nedeni özde anne kökenli olmasına rağmen bu olayın
zamanla Malte tarafından özümsenen bir davranışa dönüşmüş olmasında yatar. İlk
cümleden annenin ondan bu biçimde davranmasını istediğini okumaktayız. Bu
okuyucuda bir ön yargının oluşmasını ve okuyucunun salt anneyi eleştireceğini
gösterir, fakat durum gerçekte böyle değildir. Bu usta bir söz virtüözünün
üslubudur, çünkü başta oluşturulan ön yargıdan sonra oldukça rahat itiraflarda
bulunulur. Malte laf arasında kapıya vurmayı kendisinin akıl ettiğini belirtir.
Bundan da ilginci “(,..)diye seslenirsem sevinirdim” şeklindeki açıklamadır.
Sanki annenin sevinmesi isteniyormuş gibi bir izlenim yaratılmış paragrafın
başında. Bu nedenle bu kullanım pek dikkatleri üzerine çekmez ve adeta
“(,..)diye seslenirsem sevinirdi” şeklinde kurgulanmış gibidir. Fakat
derinlemesine okunduğunda sevinenin, aslında eylemi yapanın bizzat kendisi
olduğu görülecektir. Malte’nin kendisi bu biçimde davranmaktan haz almaktadır.
Ama bunu laf arasına ustaca serpiştirmekten de geri kalmaz. Adeta gizil bir
eşcinsel hava sezinlenir. Malte’nin davranışında radikal bir değişim söz
konusudur. Görüntüyle yetinmeyen Malte ses tonunu dahi değiştirir. Normal görüş
algılamasını dumura uğratır Malte bu davranışıyla. O yaşlardaki bir çocuktan
asla beklenilmeyen bir performans sergiler Malte. Tavırlar, ses, görüntü ve isim
değişmiştir birden. Tümüyle Sophie gibi davranan Malte annesini tavlamasını
bilir, çünkü annesinin de bu kimliğe bürünmesi için davetkar konuşmaları olur.
Malte rolünü ustaca gerçekleştirir. Fakat bundan da önemlisi Malte kendine
biçilen bu rolden için için haz alır. Oynanan oyunu annenin sözleri bitirir:
”Sophie ne oldu acaba, bilmek isterdim,” Fakat Malte bu role o kadar ısınmış ve
kendini bir o kadar kaptırmıştır ki gerçek dünyaya dönmek istemez ve düşlemde
kalmaya çaba gösterir. O “yaramaz Malte”nin yaptıklarını anlatır. Oğlan
çocuklarına özgü bu yaramazlıkların yine mastürbasyona yönelik olduğu
aşikardır. Malte’nin çocukluğunda kız elbiseleri ile gezmesi, saçlarının bir
kız çocuğu gibi taranıp örülmesi, zayıf ve kırılgan ruh hali, ibarlığı bu oluşumlarda
büyük rol oynamıştır. Simenauer, Malte’nin yazarında da benzer durumları
bulgulamış, biseksüelliğin Rilke’de kendini yoğun biçimde gösterdiğini
belirtmiştir.
Yine bir başka
bölümde Simenauer narsizm ile hipokondri arasında sıkı bir bağın olduğunu belirtir.[101]
Hipokondri psikolojide “Kafanın bedensel işleyişiyle aşırı meşgul olması,
normal duyumların (kalp atışı, terleme, bağırsak hareketleri, vb.) veya hafif
rahatsızlıkların (hafif ağrıların, burun akıntısının,vb.) tıbbi müdahale
gerektiren ciddi rahatsızlıkların birer belirtisi olarak yorumlanması ile
tanımlanan somatoform bir rahatsızlık.”[102] olarak açıklanır. Malte’de
Hipokondri, benmerkezli kendini beğenmişlik duygusu çöküp kendini işe yaramaz,
önemsiz bir kişi olarak gördüğü andan sonra başlar. Bu da alışıldık
mastürbasyon sahnelerinden sonra yaşanır:
”(...) ve ateşi istediğim gibi yakan kimsem olmalıydı; çünkü sık sık, soba
önünde çeyrek saat diz çöküp de, alnım karşımdaki ısıdan gerilmiş, sıcaklık
açık gözlerime işlemiş, sobayı dürtüledikçe, gün boyunca gerekli kuvvetin
hepsini tüketiyorum ve bu halde aralarına karıştığımda, beni istedikleri gibi
oynatmak, insanlar için kolay tabii. ”[103]
Malte bildik
mastürbasyon eylemini simgesel olarak yaşar yeniden. Bu sahnenin hemen ardından
aceleyle dışarı atar kendini. Tükettiği enerjisini almak için Duval’e gider ve
kendisini birden, durduk yere bir can çekişen olarak görür: ”Beni orada
bekleyemezdi. Can çekişenleri bırakmazlar oraya. Can çekişenler mi dedim?” [104]
Kendince
yarattığı kaygılarının hemen ardından seyir tutkusuna karşı koyamayarak bir
adamı göz hapsine alır: ”Tarifsiz bir çabayla kendimi ona bakmaya
zorluyor,(...)”[105] Seyir
eyleminin ardından depresif ruh hali belirir: ”Ama bu adımı atamam ki,
düşmüşüm, parçalanmışım, bir daha yerden doğrultamam kendimi.”[106]
Zavallı, düşmüş biri olarak görür ve küçümser kendini. Hemen sonrasında ise
Baudelaire’in bir eserinden Fransızca bir yazı okur. Behçet Necatigil çeviri
notunda Baudelaire’in “Mensur Şiirler“ adlı eserindeki “Gecenin Bir Saati”
başlıklı yazıdan alınmış ve Rilke’nin Fransızca olarak alıntıladığı yazıyı şu
biçimde açıklar:
”Herkesten ve kendimden hoşnutsuzum, gecenin sessizliğinde ve yalnızlığında
kendimi biraz toparlamak, kendimle gurur duymak isterdim. ”[107]
Malte’nin ruh
hali okuduğu, o an kaleme aldığı yazıyla paralellik taşır. Tüm bu çökkün,
bitkin döneminde ise Malte’nin hipokondrisi baş gösterir. Malte daha önce de
gittiği “Salpetriere“ adlı hastaneye gelmiştir. Doktorların kendisini
anlamamasından yakınmaktadır: ”Doktor beni anlamadı. Hiç. Zaten anlatmak da
güçtü.”[108] Tipik
bir hipokondri hastası gibi davranan Malte hastanenin betimlemesini yaptıktan
sonra sanki çok acil ve ağır bir rahatsızlığı olan biriymiş gibi davranır ve
gözü devamlı olarak saattedir: ”Saate baktım: Bire beş var. Güzel! Beş, diyelim
on dakika sonra sıramın gelmesi gerek;”[109] Hastanede sırasını
beklerken hassaslaşır: ”Hava fena, ağırdı, üst baş ve nefesle doluydu.”[110]
Girdiği hastanenin havasına kendini iyice kaptırır ve hipokondrik tavırlarında
depreşmeler görülür. Malte yine o ayrıcalıklı ve üstün olma tavırlarını
sergiler. Kendisini diğer insanlardan ayıran, onlardan daha üst olduğu
büyüklenmeci tavırlarını dile getirir :
”Gezinmeye başladım. Bu tıkabasa dolu poliklinik saatinde beni bu adamlar
arasına, buraya çağırdıkları aklıma geldi. Benim atılmışlardan olduğum, böylece
ilk kez resmen onaylanmış oluyordu adeta; doktor onlardan olduğumu görünüşümden
mi anlamıştı? Ama ben ziyaretimi oldukça iyi bir elbiseyle yapmış, içeriye
kartımı göndermiştim. ”[111]
Malte’nin
kendisini ayrıcalıklı yapan ve onu diğer insanlardan üstün kıldığını sandığı
“kartı” bu sahneden önce de dile getirilir: ” Bu salona girebilmeniz için özel
bir kartınız olmalı.Üstünlüğüm, bu kartta.”[112] O sanki herkes mutlaka ona
bakacakmış, onu görecekmiş havasındadır ve devamlı olarak “(,..)insanlar sessiz
oturuyor, bana dikkat etmiyorlardı.”[113] diye yakınmalara baş
vurur. Daha önce kendisinin çok önemli biri olduğunu ve aynı zamanda çok acil
bir hasta muamelesi göreceğini, bu nedenle de beş dakika sonra içeri
alınacağını belirten Malte yanılır, çünkü aradan bir saat geçmiştir: ”Saate
baktım: Bir saat gezinmişim.”[114] Malte
kendisinin farkında olmadığı ama doktorların gayet yakından bildiği hipokondrik
tavrını sürdürür ve daha önce de ziyaret ettiği doktorun kendisine karşı
tutumunu betimler:
”Beni görünce şapkasını hafifçe kaldırıp dalgın dalgın gülümsedi. Hemen
çağrılacağımı umuyordum, ama bir saat daha geçti.
Bu saati neyle geçirdiğimi hatırlamıyorum. Saat geçti. ”[115]
Sonunda içeriye
alınan Malte doktorların tutumlarından rahatsız olur, çünkü o çok önemli bir
hastalığının olduğuna tümüyle inanmıştır:
“Doktor ve genç adamlar, bir masanın çevresinde oturuyor, bana
bakıyorlardı, bir sandalye verdiler. Oturdum. Şimdi neyim olduğunu
anlatacaktım. Olabildiğince kısa(...) Çünkü zamanları yoktu bayların.
Tuhaflaşıyordum. Genç adamlar oturuyor ve öğrendikleri yüksekten ve mesleki bir
merakla bana bakıyorlardı. ’[116]
Doktorların
yüksekten mesleki bilgileri Malte’nin hipokondrik tavrını besler, şımartır oysa
doktorların o çok ciddi halleri gerçekte öyle değildir: ”Tanıdığım doktor
çenesindeki siyah sakalı sıvazlıyor, dalgın dalgın gülümsüyordu.”[117]
Malte’nin tedirgin tavrı sürer ve ciddi bir tedaviden geçeceğini sanır. Buna
karşın doktorlar da hastanın psişik durumunun farkında oldukları için sanki
onunla ilgileniyor, onu önemsiyor gibi davranırlar, onun rızası üzerine ciddi
bir konuşma yaparlar ama bu konuşma yalnızca üç dakika sürer ve doktorlar
alaycı bakışlarını, tutumlarını bu durum karşısında yine de gizleyemezler:
”Gözyaşlarımın boşanacağını düşünüyordum, ama Fransızca olarak şunları
söylediğimi duydum: ’Verebileceğim bütün bilgileri size daha önce arz etmiştim,
beyefendi. Eğer bu beylerin de öğrenmesini gerekli buluyorsanız, bana çok zor
gelmesine karşılık siz, konuşmamız sonucu bunu birkaç kelimeyle yapacak
durumdasınız. ’ Doktor, nazik bir gülümsemeyle kalktı, asistanlarla birlikte
pencereye doğru gitti ve sözlerine sallantılı, yatay bir el hareketi katarak
birkaç kelime söyledi.
Üç dakika sonra, genç adamlardan biri, miyop ve dalgın, masaya döndü,
bana ’Uykunuz
iyi mi, beyefendi?’ dedi. ’Hayır, kötü. ’ Bunun üzerine yine yanlarına koştu.
Orada bir süre daha görüştüler, sonra doktor bana dönerek çağıracaklarını
bildirdi. Saat bir için söz verildiğini hatırlattım. Gülümsedi ve küçük, beyaz
elleriyle müthiş meşgul olduğunu göstererek acele ve yarım yamalak birkaç
hareket yaptı. ”[118]
Malte
hipokondrik beklentilerinin aksine doktorla bir daha görüşemez, çünkü çok kısa
bir aradan sonra sakinleşir ve hastanedeki görüntülere, insanların hallerine
dalar. Malte’nin bu ruh halinden doktorların haberdar oldukları aşikardır.
Malte katıksız
bir narsistir. Sık sık temiz, yeni kıyafetlerinden bahseder ve onları
giydiğinde onlara yakışır olduğuna inandırır kendisini. Onun için imaj çok
önemlidir. Başkalarının gözünde nasıl göründüğü konusu onun için hayati bir
konudur, fakat bunu nazikçe belirtir ve fark ettirmeden narsist bir
alçakgönüllülükle dile getirir:
”Daha iyice ve daima benim olan elbiselerle dolaşıyor ve bir yerde oturmaya
değer veriyorsam bu, kendimi onlardan ayırmak istediğim için değil.
Her defasında
daha iyisini giymek arzusunda olduğunu gizlemez Malte, çünkü o bir narsistir ve
beğeniyi her elde edişinden sonra yeniden içten içe iyi görünmediğinin
kaygısını yaşar. Bu devinim kısırdöngü içerisinde sürüp gider. Malte sık sık
kendini aşağılamaya devam eder. Sürekli yetersiz olduğuna dair saplantılı
fikirleri su yüzeyine çıkar; devamlı olarak kıyafetler değiştirir ve ölümünün
dahi iyi giysiler içerisinde gerçekleşeceğine inanır. O bu durumu narsist
özelliğiyle örtüşen ve idealize ettiği, özendiği kişileri taklit etme
çabalarına girişerek yapar:
“Biliyorum, son saatimin çalacağı tutunca iyi giysilerimi giyerek kendimi
gizlemeye çalışmam, para etmeyecek. O da krallığını yaşarken en alttakilerin
arasına kaymadı mı? Yükseleceği yerde ta dibe kadar çöken o. Artık parkların
hiçbir şeyi kanıtlamamasına rağmen, zaman zaman öbür krallara inandığım oldu. ’
Behçet Necatigil
çeviri notunda söz konusu olan kralın Fransa kralı VI. Charles olduğunu
belirtir.[119] Malte
kendisini Fransa Kralı ile özdeşleştirmiştir.
Rainer Maria
Rilke de bedeniyle fazlaca meşgul olan, kendisini mastürbasyon eylemine
kaptıran, seyir tutkusu olan, hipokondrik kaygılarla devamlı olarak debelleşen
Malte’den farksız sayılmaz. Mastürbasyonla ilgili bölümde de değindiğimiz üzere
Rilke de yoğun bir biçimde mastürbasyon eyleminde bulunan saplantılı bir ruh
hali içindedir. Ayrıca o da Malte gibi seyir tutkusuna kaptırmıştır kendini.
Rilke’nin narsist yapısında kendi üzerine fazlaca eğilme, yalnız kalma arzusu
ve kendine dönük özellikler gözlerden kaçmaz:
”Benim çabalarım
tıpkı bir sümüklü böceğin sürünmesi gibidir.
Buna rağmen öyle
anlar vardır ki içimdeki o tarifi imkansız hedef adeta yakındaki bir aynada hep
yeniden tekrarlanıyor gibidir. ”[120]
Kendini dış
dünyadan soyutlamış ve kendi üzerine yönelmiş narsist bir insanın sözleridir
bunlar. Devamlı olarak yalnız kalma arzusuna vurgu yapar:”Sonra neredeyse hiç
terk etmediğim kırmızı kulübemin daha da derinlerine çekiliyorum.”[121] Rilke
hayranlık bekler ya da idealize ettiği kişinin yüceliğine sığınmak ister.
Kendini yenileyen bir arayıştır onunkisi. Bu arayış sonrasında narsist doyuma
ulaştığında yeniden kabuğuna çekilir ve kendiyle baş başa kalır.
İçselleştirdiği yalnızlığıyla nefes alma çabasına girişir. Ağır bir yabancılaşma
duygusu musallat olmaya başlar. Kabuğuna çekilip yalnızlığa bürünmesi
başkalarının sevgisini, ilgi ve beğenisini elde ettikten sonra gerçekleşir,
çünkü o bunların başkalarınca ilgi gören sahte benliğine yönelik olduğunu
anımsar ve yeniden aşağılık kompleksine kapılır:
”Şimdi ise buradaki insanlar arasında bir başımayım, karşıma çıkan her şey
benden yüz çeviriyor sürekli; gelip geçen arabalar benim içimden gelip geçiyor,
ordan oraya seğirten insanlar etrafımdan dolanayım demeyerek, sanki içinde pis
suların biriktiği yolun bozuk bir yeriymişim gibi bir küçümsemeyle koşup
geçiyorlar üzerimden. ”
Salome, Rilke’ye
yazdığı mektuptan birinde onun nasıl bir ruh halinde olduğunu belirtir. Salome
onun sürekli değişken bir yapısından bahseder. Salome bu düşünceye Rilke’nin
kendisine gönderdiği bir resim üzerine varır: “Bana öyle geliyor ki bu sen
değilsin. Bu adeta senin içinde olan biri, ama bu öyle biri ki -ifade edişim
delice olabilir, fakat bunun başka izahı yok - sanki bakışlarında senin
yansıman var.”[122] Lou
Andreas Salome Rilke’nin içinde bir başkasının olduğunu ve bu başkasının
gözlerinde Rilke’nin yansımasının olduğunu belirtir. Çetrefilli bir anlatım
gibi gözükmesine rağmen konumuz bağlamında oldukça anlamlı olan bir betimlemede
bulunmuştur Salome. Rilke’nin kişiliğinde narsist özelliklerin olduğunu
betimler bu cümle. Rilke’nin “Ben” ninin sürekli olarak kendiyle meşgul olduğu
görülür. Bakışlarında yeniden kendine dönüklük vardır. “Ben” merkezlidir.
Salome’ye gönderdiği mektuplarda binlerce sevi sözcüklerini ardı ardına
sıralayan ateşli narsist ona bir keresinde ”Ben Sen olmak istiyorum.”[123] diye
yazar ve yine başka bir mektubunda bu seslenişini yineler: “Şimdi Sen olmak
istiyorum.”[124] Fakat
buna rağmen Salome’nin mektuplarında bahsettiği gibi gerçeklerden daha doğrusu
Salome’nin gördüklerinden kaçamaz. Sevi sözleri çark etmiştir, çünkü Salome
gerçeği görür ve Rilke’nin tüm o sözlerine rağmen Rilke’nin gözlerinde yine
Rilke’den başkasının olmadığını belirtir. Salome Rilke’nin gözlerinde yine
Rilke’nin kendisini keşfetmiştir. Kendisi de seven biri olmadığını Marie von
Thurn und Taxis’e 21 Mart 1913 yılında yazdığı mektupta açıkça belirtir: “Seven
biri değilim asla, yalnızca dışarıdan gelip buluyor bu duygu beni.”[125]
Onda aynı
zamanda narsistlere özgü kıskançlık da söz konusudur. Rilke narsist kişiliğine
has kıskançlıklar gösterir. Gunnar Decker de Rilke’nin kıskanç olduğunu
belirtir: “Asla dans etmez! Buna rağmen olayı kıskançlıkla dolu bir kendini
beğenmişlikle yorumlar(...) ”[126] Söz
konusu dans olayı ile ilgili Decker’in bu tespitine benzer bir tespitte Rolf S.
Günther de bulunur: ”Rilke kadınların etrafını sarmış olan ateşli genç
dansçıları kıskanıyordu(.)”[127] Fakat
o kıskançlığına rağmen pasif bir tutum sergiler. Mücadele etmez. Decker
Rilke’nin bunu yapmasının nedenini şu biçimde açıklar: ”Rilke böyle durumların
adamı değildi- erkeklerle rekabet etmekten korkardı.”[128] Rilke’nin dans etmekten
kaçınması ve hiçbir zaman dans etmemesi onun narsist yapısıyla paralellik
gösteren bir tutumdur. O küçük düşmekten korkar. Gözlerin hep üzerinde olmasını
isteyen birinden spontane bir biçimde birden kalkıp dans etmesi narsistik
benliğine ters düşeceğinden beklenemez. O insanların dikkatlerini dans
etmeninin dışında şiirleriyle, sözleriyle çekmeye çalışır.
Rilke bir kadını
etkilemek için her türlü yola başvurmaktan kaçınmaz. Sürekli olarak aç olan
narsist duygularının doyumu için ister doğru isterse yanlış olsun her türlü
yolu denemekten vazgeçmez: ”Lou tarafından kovulmuş olan Rilke birden Jelena
Woronina’ya bir nişanlısının olduğunu anlatır (tümüyle uydurma !)”[129]
Rilke, Woronina’yı etkilemek için bunu yapar. Fakat bu durum bir başka
özelliğini de ortaya koyar. Narsist, özde kendini düşünmesinden ötürü Woronina
nın ne düşündüğünü, ne tür duygular yaşayacağını hesaba katmaz. O yalnızca
Woronina’yı etkileme peşindedir. Aslında bu ilişkinin sonu olmadığının gizil
bilincindedir narsist Rilke. Doyuma ulaştığında Woronina’yı terk edeceği
duygusu bilinçaltının kuytu köşelerinden birinde tetikte bekler durumda
saklıdır. İlişkinin içeriği burada önemli değildir. Neticede sonu olmayacağı
önceden bilinir. Hedefe kilitlenen narsistin tek amacı avını görünüşüyle,
davranışları ve sözleriyle etkilemektir. Sığ, yüzeysel ilişkiden bu nedenle
kaçınmaz. On sekizindeki Rilke’nin ilk kız arkadaşı ve sonra da nişanlısı olan
Valerie David von Rhonfeld Rilke’yi o yaşlarda itici, çirkin olarak betimler.
Gunnar Decker Valerie’nin betimlemesini şu biçimde aktarır: ”Uzun, zayıf yüzü
anılarında iğrenç bir surata dönüşür. İrinleşmiş sivilcelerle dolu bir yüze
sahip genç şair bu haliyle tümüyle itici bir çirkinliktedir. Özellikle o
nefesi! Dayanılmaz.”[130] Dış
görünüşü insanda iğreti uyandıran Rilke buna rağmen kadınları etkilemesini
bilen biridir. Bunu da narsist tavır, bakış ve sözleriyle gerçekleştirir. Az
önce onun iğreti uyandıran yüzünden bahseden Valerie Rilke’nin ışıltısına nasıl
kapıldığını dile getirir: ”Yüzü gözlerimi kamaştırdı, beni tutsak etti.”[131]
Gunnar Decker Rilke’nin bu etkileyici gücünü şu sözlerle betimler: ”Tümüyle bu
dünyaya ait olmayan bir çekim gücü.”[132] Erich Fromm narsistlerin
bu etkileyici yüz ifadelerine değinerek bu durumun onların narsist yapılarına
has bir özellik olduğunu belirtir: ”Narsist insan bazen yüzündeki anlamla da
kendini ele verebilir. Bu insanların yüzlerinde bir yumuşaklık ya da bir
gülümseme vardır; böyle yüzlerdeki anlam bazılarınca yumuşak başlılık,
bazılarınca da saf, güvenilir bir çocuksuluk olarak algılanır. Narsisizm,
özellikle aşırı biçimlerinde çoğu zaman kendini gözlerde acayip bir parlaklıkla
belli eder; bu parlaklığı bazı kişiler yarı ermişlik, bazıları da, yarı delilik
belirtisi olarak görürler.”[133]
Valerie’nin Rilke’nin yüzünde gördüğü o göz kamaştıran parıltının nereden
kaynaklandığı Fromm’un bu saptamasıyla daha da belirginleşmiştir. İtici
görünümüne rağmen kadınlarda çekici bir izlenim bırakan Rilke bu durumdan
haberdardır. O bunu usta şairliğiyle örtbas etmesini iyi bilir. Diğer birçok
erkeğin aksine kadınlara yaklaşmasını derinden bilir. Rilke onların
duygularının nasıl okşanacağının farkındadır, ama onlarla birlikteliğinin tek amacı
narsist doyumu olmuştur. Onlardan yararlanmıştır Rilke. Decker, kadınların
değil onun kadınlardan faydalanan bir jigolo olduğundan bahseder ve bu durumu
yine şu sözlerle açıklar: ”O sanatı para alıp karşılığında güzel sözler vermek
şartıyla mükemmelleştirir.”[134]
Rilke’nin çok sayıda kadınla birlikte olması buna rağmen sürekli bir arayış
içinde olup mutluluğu bir türlü yakalayamamasının nedenlerinden birisi de
narsist tavrıdır.
Malte’de olduğu
gibi Rilke de dış görünümüne fazlasıyla önem verir. Narsist doyuma ulaşmak,
çevresinde idealize ettiği insanları etkilemek için her türlü yolu dener.
Gunnar Decker Rilke’nin finansal sorunlarına rağmen elit insanlarla tanışmak ve
güzel kıyafetler almak için her türlü yola başvurmaktan kaçınmadığını, nasıl
bir tutum içerisinde olduğunu şu sözlerle açıklar: ”Finansal sorunlarına rağmen
büyük bir titizlikle aldığı kıyafetleri giyer ve zengin, yüksek mertebeden
insanlarla tanışmak için ısrarlı çabalara girişir.”[135]Gunnar Decker, zamanının
çoğunu gardırobuna ayıran Rilke’nin yaşamının son yıllarında münzevi bir hayat
sürdürdüğü Muzot’ taki halini şu biçimde betimler: (.)vejetaryen yemek
mönüsünden oluşan akşam yemeğini tek başına her zaman smokinini giymiş bir
halde özenle bezenmiş sofrada yerdi.”[136] Erich Simenauer de Rilke’nin
bu yönüne dikkat çeker. Simenauer, Rilke’nin giyimine oldukça özen gösterdiğini
özellikle gece üstünü değiştirirken bunu büyük bir seremoniyle yaptığını, ayna
karşısına geçip öncelikle yüzünü düzene soktuğunu ve ritüelin bu biçimde
sürdüğünü belirtir.[137]
Rilke “Malte
Laurids Brigge’nin Notları” adlı eserinde olduğu gibi neredeyse tüm eserlerinde
ölüm olgusuna değinir. Ölüm ve korkuyla fazlaca haşır neşir olan Rilke’nin bu
konuya fazlaca eğilmesinin nedenleri arasında onun hipokondrik ruh hali de
yatar. Rolf S. Günther, Rilke’de açıkça bir hipokondrinin görüldüğünü belirtir:
”(.)Rilke’nin Hipokondri ve karışık isterik ruh halinden dolayı bir omurlik
rahatsızlığına ya da ruh hastalığına yakalanabileceği(...)”[138] Rilke hipkondrinin
etkisini ölümüne kadar yaşar. Priskil onun son yıllarında hipokondrisinin daha
da ağırlaştığını belirterek Rilke’nin fazlasıyla hassaslaştığını yazar: ”Son
aylarının büyük bir bölümünü daha çok hastanelerde geçirmeye başlamıştı. Bir
sürü şikayetin yanı sıra devamlı olarak eldiven takma zorunluluğunu doğuran
mikropfobisi de ona adeta eziyet çektiriyordu.”[139] Malte gibi Rilke’de de
erkeksi duyguların yanı sıra kadınsı duygulara rastlanır. Rilke erkeklere
yabancı olduğunu, kendini kadınlara daha yakın hissettiğini belirtir: “Erkekler
bana yabancı gelir, ben onları yalnızca anlamsız davranışlarda bulunan insanlar
olarak görüyorum.”[140]
Rilke’nin psikoseksüel gelişim aşamasında diğer insanlara nazaran bir takım
olumsuzluklar yaşadığı ortadadır. Özellikle annesinin onu kız elbiseleri
içerisinde dolaştırması ve hatta misafirlerin önünde çocuğunu bu biçimde
sergilemesi onun psikoseksüel gelişimini olumsuz etkilemiştir. Bu durum
Malte’de de olduğu gibi Rilke’yi de erken çocukluk dönemi cinsel araştırmalara
itmiştir. Rilke askeri okuldayken diğer derslerde gösterdiği çok büyük başarıyı
bu okula özgü olan ve en önemli dersler arasında yer alan beden eğitimi ve
eskrim derslerinde gösteremez: ”Birinci sömestr beden eğitimi dersi yetersiz,
ikinci sömestr beden eğitimi dersi yetersiz; birinci sömestr eskrim dersi orta,
ikinci sömestr eskrim dersi yetersiz.”[141] Bu derslerde başarısız
olması onun bedensel zayıflığının da göstergesidir. Aynı zamanda bu alanda
başarı gösterememiş olması bu okulda neden yalnız kaldığının da belirtisidir.
Özellikle erkek çocukların çocukluk dönemindeki oyunlarda kendi arlarında
yaptıkları çeşitli güç gösterilerinden oluşan oyunları vardır. Zayıf olanlar,
sürekli yenilenler genellikle diğerlerinin hedefi olur ve onlarla dalga geçilir
ya da tümüyle dışlanırlar. Çocuklar arasında sıklıkla görülen bu tutumlar göz
önünde bulundurulduğunda Rilke’nin atipik cinsel yetiştirilme tarzından ötürü
askeri okulda ne gibi olumsuzluklar yaşadığı da böylece daha açık bir biçimde
görülmüş olur. Bütün bu olumsuzluklar onun gerek buluğ çağında gerekse sonrasında
gösterdiği aşırı çocuksallığının da kökenini oluşturmuştur. Fakat buluğ çağında
ve sonrasında onu daha da travmatik etkenlerden alıkoyan ise yazma eylemi ve
sanata olan yatkınlık olmuştur. Çünkü buluğ çağının uyarıcı etkileri onu
çekimine almış olup çok gayret isteyen özdeş ürünler yaratmaya itmiştir. Bu da
bir nebze olsun onu korumuştur. Nitekim Rilke ilk yazılarını burada yazmaya
başlamıştır. Fakat kendini yazıya, sanata vermesi aynı zamanda erken çocukluk
döneminde cinsel meraka sebep olan annenin tutumundan dolayı yine anneye karşı
olan aşırı sevginin bilinçdışına atılmasına da işaret eder. Freud söz konusu bu
sevginin bilinçaltına itilmesinin sonucunu şu biçimde açıklar: “Ancak anneye
duyulan sevginin bilinçdışına itilmesiyle, libido’daki söz konusu parça ister
istemez eşcinsel bir dönüşüm geçirecek ve düşünsel oğlancılık kılığında
kendisini açığa vuracaktır.”[142]
Rilke’de cinsel içgüdü genel anlamda onun ruhsal yaşamında bilinçdışına itim,
bağlanıp kalma (mastürbasyon, seyir tutkusu) ve yüceltme (kendini sanata verme)
arasında bir dağılım göstermektedir. Bunun özünde ise anne ile olan asimetrik
psikoseksüel gelişimi yatmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Rilke’nin
annesi ile olan ilişkisi çocukluk dönemindeki sıkı bağlara dayanır. Rilke daha küçükken
anne ve babasının boşanması da bunda önemli bir rol oynamıştır. Öncelikle Rilke
babasının evden ayrılmasıyla örnek alabileceği baba, erkek imajından yoksun
kalmıştır. Annesinin Rilke’nin üzerine fazlaca eğilmesi de nedenlerden yalnızca
birisidir. Annesiyle, Malte’de olduğu gibi sıklıkla yalnız kalan Rilke anneye
çok erken yaşlarda başka gözle bakma fırsatını bulmuş, bunu saplantı haline
getirmiştir. Beş yaşına
kadar annesi tarafından bir kız gibi yetiştirilmiş olması, kız çocuklarına has
oyuncaklarla oynatılması, aşırı derece öpülüp okşanması, annenin ölen kızından
dolayı bu çocuğunun üzerine gereğinden fazla eğilmiş olması, babayla annenin
Rilke daha küçükken ayrılmaları Rilke’nin erken cinsel olgunluk dönemine
girmesini tetiklemiş olup onu aynı zamanda atipik cinsel davranışlara da
itmiştir. Gunnar Decker,
Rudolf Kassner’in bu konuyla ilgili olarak gördüğümüz Rilke hakkındaki şu
sözlerini ilginç bulur: ”Rudolf Kassner Rilke’nin ‘sözde güzel kadın’ı aramamış
olduğunu bunun aksine ‘kadını kadın gözüyle duyumsamış.’ olduğunu yazar”[143]
Kassner’in sözleri Rilke’nin kadınsı duygulara yabancı olmadığını, onun
kendisini rahatlıkla kadın yerine koyabileceğine işaret eder. Rilke’nin tüm bu
davranışlarında annenin dominant yapısı da etkili olmuştur. Hellmuth Karasek,
Bertolt Brecht’in Rilke’nin eşcinselliğiyle ilgili vurgu yaptığını belirtir:
“(...), Bertolt Brecht’in Rilke’nin Tanrı kavramını eşcinsel olarak rezil
duruma düşürme çabalarıyla ilgili alaycı açıklamaları akıllara gelir.“[144]
Karasek bunu her ne kadar alaycı bir açıklama olarak adlandırmış olsa da
Rilke’de gizil kalmış eşcinsel duyguların, tutumların olduğunu gördük. Rilke
geleneksel cinsiyet rolünün dışında kalmıştır. O salt bir eşcinsel olmayıp
yalnızca cinsiyet rolü konusunda diğerlerine göre esnek davranmıştır, çünkü
çocukluğundan beri cinsel kimliğiyle ilgili olarak kafası hep karışık olmuştur.
Rilke’nin
narsist tutumu ismini sık sık değiştirmesiyle de kendini gösterir: “Bu
dönemlerde Rilke kendisini Rene Maria Caesar Rilke olarak tanıtmaya alışmıştı.”
[145]
Rilke’nin “Caesar” ismini seçmesi Ella Glaessner’i etkilemek içindir. Kulaklara
daha çok kadınsı gelen “Rene Rilke” ismine karşılık daha çok erkeksi, güçlü
anlamlarını içinde barındıran “Caesar” ı eklemesi onun ideal aşkı, ideal
partnerini bulmak ve onda hayranlık uyandırmak için gerçekleştirdiği bir
taktiktir. O kendi arzusu yerine karşısındakini etkilemek için onun arzusunun
nesnesi olmayı tercih etmiştir. Rilke’nin bu narsist tutumu Salome ile olan
ilişkisinde daha da belirginleşir. Sırf Lou’ nun isteği üzerine dışarıda çıplak
ayakla gezerler: ”Taşralı yazar Droshin’i ziyaret ederler ve yine çıplak ayakla
el değmemiş doğada gezerek buraları övrler.”[146] Bu Salome’nin isteği
üzerine gerçekleşmiştir, çünkü Rilke’de böyle bir alışkanlığa bu sahne dışında
hiçbir yerde rastlanmaz. Buna karşın Salome’de bu davranışı sıklıkla
görmekteyiz. Salome çıplak ayakla dışarıda gezmeye alışmış bir insandır ve o bu
alışkanlığını kocasından edinmiştir: ”Birlikte vejetaryen mönüsü yenir, sade
elbiseler giyinilir ve çıplak ayaklı dolaşılırdı-bu Lou’ nun kocası Friedrich
Andreas’dan öğrenmiş olduğu bir şeydi.”[147] Rilke’nin Salome’nin
itaatkar bir kulu olduğu açıktır. Gunnar Decker bu konuyla ilgili olarak şu
saptamada bulunur: ”Sahibesinin emrini yerine getirir(.)” [148] Bu konu Stefan Schank’ın
da gözünden kaçmaz. Schank, Rilke’nin asabi bir havayı içeren, sağa sola
çıkıntılar yapan, kalemin kağıda iyice bastırıldığı düzensiz yazısını Lou
Andreas Salome’nin isteği üzerine değiştirdiğini belirterek bu konuda şunları
yazar: ”Bohem hayatına biraz eğilim gösteren o huzursuz metropol edebiyatçısı,
Lou’ nun etkisiyle yüzyıl başındaki devrim hareketleriyle bağdaşık bir yaşam
sürmeye çalışan bir yazara dönüşür, örneğin vejetaryenler gibi beslenmeye
başlar, dağda solda çıplak ayakla dolaşır, doğayı bilinçli bir şekilde yaşamaya
koyulur; genel olarak azla yetinen, çilekeşlerinkine benzeyen bir yaşam
biçimidir bu.”[149] Lou
Andreas Salome Rilke’nin efendisidir, onun sahibesidir. Dominant yapıda olan bu
kadın ile Rilke arasında sadomazoşist bir ilişki yatar. Fakat onların bu
sadomazoşist ilişkileri cinsel içerikli olmaktan çok ruhsal içeriklidir. Rilke
mazoşist yapısı gereği tümüyle Lou’ya bırakmıştır kendisini. Salome’nin isteği
üzerine yazısını değiştir ve ona çeki düzen verir fakat bu düzen Salome’nin
kurguladığı düzendir. Salome’nin isteği üzerine Rusya’nın bir köyünde çıplak
ayaklı dolaşır. Salome’ye karşı koyamaz. Passiv konumdadır onun yanında. Salome
ile yaptığı Rusya gezisi bunu açıkça gösterir: ”Lou onu öylece
Petersburg’da bırakmıştı.”[150] Lou
sıkıldığında kimseyi dinlemez. Erkeklerin ne istediklerini çok iyi bilen Lou
birlikte gittiği Rilke’yi oracıkta bırakır ve başka bir erkeği cilvesiyle çekim
merkezine alıp kullanmaya devam eder. Bu tutum Lou’ nun karakteristik yapısına
has bir özelliktir. İlişkilerinde her zaman diğer insanlardan farklı olmuş
kendince bir ilişki türü geliştirmiştir: ”O üçlü erotik ilişkiyi
yetkinleştirir. Ne zaman aşıklarından birisi ona yaklaşsa o her defasında bir
başkasına göz kırpar.” [151] Fakat
Rilke, Lou’ nun bu tutumuna kızmak yerine onu kendi ilişkilerine yansıtır:
”(...)ve kadınlarla olan ilişkilerine bunu taklit etmeye başlar.”[152] Fakat
yine de bir başkasının varlığına ihtiyaç duyar ve kendisine bilinçdışı
kurtarıcılar arar. Bunlardan birisi de Clara Westhofftur. Rilke hiç kimsenin
beklemediği bir anda Clara ile evlenir. Kimse buna bir anlam veremez:
”Rilke’nin çevresindeki herkes onun birdenbire Clara Westhoffu eş olarak
seçmesini şaşkınlıkla karşılar,(.)”[153] Büyük bir kuşku yaratan bu
durum Rilke’nin narsist yapısıyla ilişkilidir. O başta yine başkasının arzu
nesnesi olmayı seçmiştir. Rilke arzu tatminini egosunun yerine ona hayran olan
öteki vasıtasıyla gerçekleşme yolunu tercih etmiştir. Spontane davranmayıp
Clara’yı bir avcı edasıyla çok önceden etüt etmiş ve herkeste şaşkınlık
uyandıran bir anda avının üzerine saldırmıştır. Onun evliliği narsist bir
evliliktir. Özde her ikisi de bu evlilikten mutsuz olmuşlardır. Bu nedenle
ilişkileri çok kısa sürer. Bir paradoksmuş gibi görünse de narsist,
itaatkarlığın kılıfına bürünerek özgür olacağına inandırmıştır kendisini ve çok
geçmeden narsist, evlendikten hemen sonra yeniden kendine yönelir ve Clara ile
ondan olan tek kızı Ruth’u yalnız bırakarak yeni arayışlara geçer, çünkü
onunkisi sürekli arayış içindeki bir devinimdir. Fakat çocukluğundan devamlı
olarak şikayet eden Rilke geride bıraktığı kızı Ruth’a karşı egoistçe
davrandığını düşünmez. Annesi, anneannesi ve dedesiyle bir süre yaşayan Ruth en
sonunda yatılı bir okula yerleştirilir. Decker, Ruth’un bu durumunu şu biçimde
betimler: ”Anne-babanın egoist duygularının oyuncağı olmuştur.”[154] Bu
durum Stefan Schank’ın da gözünden kaçmamıştır: ”Rilke çocuğuna sevgiyle kucak
açabilecek biri olmadığı gibi, bu küçük yaratığa kendisine bir tehdit gözüyle
bakıyordu. 1904 Noel’ inde eşini ve çocuğunu gidip gördükten sonra,
Noel’i ailesinin yanında geçirmenin,
çan seslerini işitmenin, uzakları, çocukluğunu anımsamanın, ortalıktaki
sessizliğe katlanmanın, kızı Ruth’un getirdiği yeniliği kavramanın kendisine
güç geldiğini, Ruth’un cana yakın, sorgulayan yaklaşımı karşısında
tutunabilmenin, sevgiyi oluşturan o gücü, iyi kalpliliği, özveriyi
gösterebilmenin üstesinden gelmede zorluk çektiğini yazar Salome’ye.” [155]
Narsist bunun farkında değildir, çünkü o aç olan narsist duygularının doyumunun
peşindedir ve gözü bundan başka hiçbir şeyi görmez. Aynı acıları yaşamasına
rağmen kızı Ruth ile empati kurma yeteneğini gösteremez. Buna rağmen
özbenliğini yaşamaktan yoksun olan Rilke tıpkı Malte gibi kendini olgun bir
insan, yetişkin biri olarak algılayamaz: ”Ben, çevresinde hep, daha yetişkin
çocuklar olmasını isteyen bir çocuğum.”[156] Kendi çocuğuyla empati
kuramayan Rilke sürekli olarak bir başkasının emrine giren küçük bir çocuk gibi
davranır. Rodin’e sığınır ya da Tolstoy’a. Lou’nun, Ellen Key ya da Marie von Thurn
und Taxis’in kölesi olur. Ömrünün son nefesine kadar sahibesi, efendisi, meleği
olan annesinin kölesi olmaktan kurtarmaz kendisini ya da kurtulmak istemez ışık
etrafında dönen pervane misali.
Rilke’nin
şiirlerinde ve düzyazılarında bir leitmotiv olarak kullandığı “kukla” motifi de
onun narsist kişiliği ile alakalıdır. Funda Kızıler, ”Rilke’nin Duino Ağıtları
Üzerine Bir ‘Yakın Okuma’” adlı ilgi çekici yazısında “kukla” yı kendi içinde
bir hiçlik olarak betimlemektedir. Kızıler bu konuyla ilgili olarak Max
Kommerell’in “kukla” ile ilgili betimlemesine yer verir: ”O, hiçliğin
doldurulmasını isteyen bitimsiz bir olgusallıktır; insandır.”[157]
Kızıler, Rilke’nin Paris’ te izlediği bir kukla tiyatrosundan sonra “kukla” ile
ilgili düşüncelerine yer verir: “Bir model verilmiş ve giydirilmiş olan kukla,
varlığında süprizler barındıran kendi yarattığı bir kişiliğe ve kendine özgü
bir yaşama sahiptir. O kendisini belli bir noktaya yönlendiren sanatçının
isteğini, kendine özgü bir biçimde yerine getirir. Ne bir nesne ne de bir
canlıdır o; kendi gerçekliğini özel bir alanda kazanır ve komik, fantastik bir
biçimde ara ara kendi özgürlüğünden yararlanır.”[158] Rilke’ye göre “kukla” ne
canlı ne de nesnedir. Onun bu düşüncesi “kukla” motifine yer verdiği ve Alfred
Hitchcock filimlerini aratmayan içerikte olan “Bayan Blaha’nın Hizmetçisi” adlı
öyküsünde de söz konusudur. Öykünün giriş sahnesi Rilke okuyucuları için hiç de
yabancı değildir:
”Turnau Demiryolları nda sıradan bir memur olarak çalışan Wenzel Blahayla
evli bayan Blaha her yaz birkaç haftalığına memleketine giderdi.(...)Bu arada
kendisini belli ölçülerde şehirli olarak hisseden Bayan Blaha, (...) ”[159]
Öykünün bu giriş
sahnesi Rilke’nin babasının demiryollarında çalışması ile annesinin elit yaşama
özentisini hatırlatır okuyuculara. Öykü bayan Blaha’nın bir gün köyüne
gittiğini ve orada bir hayır işlemek istemesiyle sürer. Köylü bir ailenin bir
kızını yanına alarak bu duygusunu tatmin etmeye çalışır. Öykünün kahramanı olan
“Anna” adlı bu kız babasının değimiyle ”şöyle böyle” olan bir kişiliktir. Bayan
Blaha kızı yanına alıp şehre döndüğünde kocasına ondan bahseder ve kız ile
yaşamaya başlarlar. Anna ev işlerinde bayan Blaha’ya yardımcı olur. Farklı
biridir Anna. Yalnızdır. Düşlemleriyle baş başa yaşar. Bir gece herkesten habersiz
dışarı çıkar ve bir köylüden hamile kalır. Anna herkesten habersiz çocuğu
dünyaya getirir:
”İşte bu zamanda Anuşka 'nın bir çocuğu oldu. Bunu hiç beklememişti.
Haftalarca kendini şişko ve ağır hissettikten sonra bir sabah içinden
çıkıvermiş ve, Tanrı bilir nereden, dünyaya gelivermişti. Günlerden pazardı ve
evdekiler henüz uyuyordu. ’[160]
Anna’nın öyküsü
bundan sonra daha da ilginç bir hal alır. O her şeye duyarsız bir tavır
sergileyen ve ötekilerden farklı olan biridir:
”Çocuk hiç kıpırdamıyordu, ama birden, küçük göğsünden çok keskin bir ses
çıktı; tam o anda Bayan Blaha seslendi ve odada bir yatak çatırdadı. ’[161]
Tek başına doğum
yapan ve doğan çocuğa karşı donuk bir tepki gösteren Anna’nın bu hali ilgi
uyandırıcıdır. Okuyucu Anna’nın farklı biri olduğunu sezinler. Fakat okuyucunun
bu donuk tavrı uzun sürmez ve yerini şaşkınlığa, korkuya bırakır:
”Annuşka, yatağının kenarında asılı duran mavi önlüğünü kapıp askılarını
ufaklığın boğazına doladı, sonra da bu mavi bohçayı valizinin en altına
tıkıştırdı. ”[162]
Dehşet verici bu
sahne yasak bir ilişkiden doğan çocuğun yok edilmesi, öldürülmesi ile
sonuçlanmış gibi algılanır fakat olay daha da ürperticidir. Anna mahallenin
çocuklarına kukla gösterisi yapıyordu. Böylece yalnız dünyasından az da olsa
kurtuluyordu. Çocuklar onun kukla gösterilerini çok seviyorlardı. Fakat o bir
gün çocuklara çok büyük bir kuklasının daha olduğunu söyledi ve çocukların
merakını uyandırdı. Gün geçtikçe artan ısrarlara karşın bir gün çocuklara o
büyük kuklayı göstermeye karar verir:
”Annuşka, elinde koca mavi bir bohçayla geri geldi. Elleri ansızın
titremeye başladı. Çocukların ardındaki mutfak sessizleşip boşalmıştı. Annuşka
korkmuyordu. Sessizce gülüp ayaklarıyla tiyatroyu tekmeledi; ”[163]
Çocukların
korktuğunu fark eden Anna kukla tiyatrosunu parçalar ve okuyucuda tiksinti,
dehşet uyandıran iğrenç bir davranışta bulunur: ”Ardından, mutfak iyice
karardığında, ortalıkta gezinip bütün kuklaların kafalarını kopardı, büyük,
mavi olanınkini de.”[164]
Anna’nın bu öyküsünde “kukla” hem canlı hem cansız gibi kurgulanmıştır. Bu
Rilke’nin “kukla” ile ilgili düşünceleriyle birebir örtüşür. Rilke çocukluğunda
erkek çocukların aksine kuklalarla, oyuncak bebeklerle oynamıştır. ”kuklalar”
onun için bir yansıma aracı olmuştur. Onlarda idealize ettiği yüzleri görmüş,
beğendiği ve yine idealize ettiği kişilerin giysilerini onlara giydirmiştir.
Onlarla konuşmuş, en gizli düşüncelerini paylaşmıştır. Oyuncak bebekler ya da
kuklalar onun için hem canlı hem de cansızdırlar. Gunnar Decker “kukla”yı ve
Rilke’yi kastederek “(,..)fanteziler onda yansır. Narsist doğar. O kuklalar
dünyasının çocuğudur.”[165] diye
belirterek Rilke’nin fantezilerinin kuklalarda vücut bulduğunu ve onun bu kukla
dünyasında yaşadığını yazar. Çevresinden uzaklaşmış, içine kapanmış bir çocuğun
kuklalar dünyasında kendini güvende hissettiğini görmekteyiz. İdealize ettiği
dünyasını özgür bir biçimde istediği gibi yalnızca kuklalarda
yaşayabilmektedir. Özne kuklayı istediği gibi giydirir, onu ağlatır, güldürür
ve onunla konuşur ve narsist özne kuklanın gözünde kendini istediği gibi
yorumlar, çünkü gören de konuşan da aslında öznenin kendisidir. Decker,
kuklanın bizim nesnelleştirilmiş yansımamız olduğunu, gelecekte olmak
istediğimiz dönüşümlere açık olduğunu belirterek ”Kuklada yeni bir suret vücut
bulur”[166] diye yazar.
Decker, kuklaya istediğimiz karakteristik özellikleri, cinsiyeti, ismi vs.
yükleyebileceğimiz konusunda özgür olduğumuzu ve ona bakarak ondan yansıyan
görüntüye bürünebileceğimizi de vurgular. Rilke özel yaşantısında ve
eserlerinde kuklaya yer yer itaatkar bir tavır sergiler ve böylece özgür
olacağına inanır. Kendinde olmayanı, eksik gördüklerini onda görür ve ona
baktığında kusursuz “ben”ninin tadını çıkarmaya çalışır. Aslında narsist için
tüm bunların dışında kuklanın olmazsa olmaz özelliklerinden birisi de kuklanın
özneye karşı çıkamamasıdır. Narsist bir kadınla evlendiğinde ya da bir insanla
arkadaş, dost olduğunda onu narsist duygularının kölesi yapmaya kalkar, fakat
bunu karşıdaki fark ettiğinde ilişki sekteye uğrar. Narsist kendisi dışındaki nesneyi
takip etmeye başlayıp onu seyir tutkusunun aracı haline getirebilir, fakat
seyredilen bunu fark ettiğinde kurgulanan fantezi bozulabilir ve bu durumda
narsist duygularını tatmin edemez. Vücuduyla fazlaca ilgilenen narsist
mastürbasyon eylemi sırasında dokunduğu kendi teninden, kurguladığı yasak
fantezilerden haz alır fakat gerçeğe döndüğünde mutsuz olur, acı çeker. Ama
kuklada böyle bir durum söz konusu olamaz. Kukla efendisinin isteklerini yerine
getirerek onun başını döndüren, onu mutlu eden köledir. Mastürbasyon yapan özne
ile mastürbasyonun içeriği olan özne arasındaki ilişkide olduğu gibi Rilke’nin
özne-kukla ilişkisi de bu bakımdan Hegel’in köle-efendi mücadelesi
diyalektiğinin vardığı uğrak olan “mutsuz bilinç” kavramıyla ilişkilidir. Özne
kendini kuklada bulmak ister. Ona her baktığında, dokunduğunda mutlu olur.
Fakat sonrasında özne yeniden mutsuzdur, çünkü mutluluğu bulduğu an narsist
çifte bilinci gereği şüpheye düşer ve yeniden tatmin arar.
Rilke‘nin
kullandığı dil de narsist kişiliğinin bir yansımasıdır. Gunnar Decker onun
hermetik yapıdaki dilinin narsist yapısından kaynaklandığını yazarak şunları
belirtir: ”O kendisini aynadaki gibi yansıtacak sözcükler arar.(.)Bununla
birlikte başka insanlar özellikle de kadınlar yalnızca birer ‘Koruyucu melek’
olabilirler.”[167]
Rilke benzeri
olmayan biri olup -Rilke bunu Ellen Key’e yazdığı bir mektubunda çok açık bir
biçimde belirtir: ”(...)başka kimsenin üstesinden gelemediği gibi sesimi
duyurmak,(...)”[168]-
kendisini ancak çok zeki ve üstün nitelikli kişilerin anlayabileceğini düşünen
ve yalnızca bunlarla ilişki kurmuş olan, dostlarını bu kişiler arsından seçmeye
özen göstermiş ve çevresindekiler tarafından her zaman şiirleriyle, dış
görünüşüyle beğenilmeyi beklemiştir. Rilke kendini kızı Ruth ve karısı Clara
Westhoff ‘un yerine koyup, onların hissettiklerini, düşündükleri ya da
ihtiyaçları konularını anlamaya ve bunlara saygı duymaya isteksiz kalmış ve
onlarla bir empati kuramamıştır. Tüm bu özellikler onun katıksız bir narsist
olduğunu gösterir.
Malte Laurids
Brigge’nin eserde kadınlarla olan ilişkisiyle ilgili önemli noktaları Abelone
ile olan ilişkisinde görmemiz mümkündür. Abelone Malte’nin teyzesidir ve
kendinden oldukça büyüktür: ”Bana epeyce yaşlı görünüyordu (,..)”[169] Abelone
tam da Malte’nin arzu ettiği özellikleri taşır. Ondan büyük olması bu
özelliklerden birisidir. Abelone ona şefkatle yaklaşır ve annesi gibi davranır.
Davranış, yaş özellikleri bakımından annesiyle benzeşen Abelone’nin sesi dahi
Malte’nin annesinin sesini andırır. Simenauer Rilke’nin annesinin erkeksi bir
sese sahip olduğunu vurgular ve Abelone’yi anne yerine koyar.[170]
Abelone’nin sesi dominant yapıda olup erkeksidir: ”Meleklerin erkek olduğu
doğruysa Abelone’nin sesinde erkekçe bir şeyler, nurlu, yüce bir mertlik
bulunduğu söylenebilir.”[171]
Malte’nin
Abelone’de gördüğü dominant yapı onun ata binen, güçlü, gözü pek, cesaretli
annesini andırır. Abelone bu yönüyle Rilke’nin de annesini anımsatır. ”Annenin
Gölgesindeki Oğul” adlı bölümde yer verdiğimiz ve Rilke’nin annesinin sesinin
erkek sesini andıran hali burada Malte’nin Abelone betimlemesinde bir kez daha
karşımıza çıkar. Simenauer de Malte’nin Abelone’ye karşı sevgi beslediğine
değinir ve Abelone ile Rilke’nin annesi arasında başka bir yönden bağ kurar: ”Sieber
de Rilke’nin annesinin çılgın bir binici olduğundan bahseder ve ...”[172]
Abelone’nin yaşça kendisinden epeyce büyük olması da Malte ve Rilke’nin
kendilerinden yaşça büyük olan kadınlarla birlikte olmalarını tercih etmeleri
bakımından ortak noktalar taşır. Malte’nin Abelone ile ilgili söyledikleri
Gürsel Aytaç’ın Rilke’yle ilgili “Rilke’nin hayatında sık sık görülen, bir
kadın peşinde koşma, kendinden yaşlı kadınların arkadaşlığına sığınma
eğiliminde, hiçbir kadına ömür boyu bağlanamamasında ve kısa süren evlilik
hayatında da onun iki yönlü anne imajı etkendir”[173] açıklamalarıyla birebir
örtüşür. Aytaç’ ın da belirttiği gibi Rilke’nin iki yönlü anne imajı Malte’nin
Abelone’sini de kapsar. Abelone’de annedeki gibi “melek” özellikle de “erkeksi
melek” anlayışına uygun özellikler görülür. Rilke’nin eserlerinde sıkça
rastladığımız “melek” motifi burada da karşımıza çıkar. Rilke’nin Abelone’yi
melekleştirme eğilimi göstermesi bakımından Funda Kızıler’in “Biz ağıtlardaki
melek imgesini, öncelikle Rilke’nin kendi söylemlerinden yola çıkarak, gerçek
anlamda ’insan’ olma edimi ekseninde açımlayan bir okuma geliştirdik.”[174]
saptaması bu bağlamda birbiriyle örtüşmektedir. Abelone’yi bir meleğe
benzetmesi Abelone’nin hayranlık uyandıran çekim gücünün göstergesidir. Abelone
bu bakımdan bütünleşme arzusu güdülen nesnedir. ”Melek” ile ilişkilendirilen
Abelone bu yönüyle Rilke’nin annesinin ikamesidir. Rilke annesi için de “melek”
ifadesini kullanır: ”Ah, kurtarıcı bir melekmişçesine gel, yardım et!”[175]
Gunnar Decker bu cümleyle ilgili olarak “İlginç bir biçimde meleğin imgesi
anneyle ilintili olarak belirir.”[176] diye yazar.
Malte,
Abelone’yle mektuplaşır. Ona sözcüklerini yollar. Yalnız kalmasını istemez.
Askeri okula gittiğinde arkası gelmeyen mektuplar yazar:
”(..)böyle anlarda ve geceleri içimde, Abelone’nin güzel olduğu kanısı
kuvvetlenirdi. Ve ona, bütün o mektupları yazmaya başladım; Ulsgaard’ dan ve
mutsuz olduğumdan söz ettiğim uzun, kısa, birçok gizli mektuplar. ”[177]
Rilke de
tutulduğu kadınlara, kız arkadaşlarına, dostlarına sayısız mektuplar
yollamıştır. Dur durak bilmeyen bir yazma gücüyle yaklaşık olarak altı binin
üzerinde yayınlanmış mektup yazmıştır.Yayınlanmamış mektuplarıyla bu sayının on
bine kadar ulaştığını belirtir Stefan Schank: ”Günümüze kadar Rilke’nin 6000’in
üzerinde mektubu yayınlanmıştır. Topluca ne kadar mektup yazdığı kesin olarak
söylenecek gibi değilse de, bu sayının en azından 10.000 kadar olduğu tahmin
edilmektedir.”[178] Malte
Abelone’ de kendini bulur. Abelone onun adeta yansıması gibidir. Aşkı onunla
tanımlar. Bir araya gelip kitap okuyacakları zaman Malte’de dayanılmaz bir
heyecan uyanır. Ama bu heyecan mektuplarda dile getirilmekten, dolaylı
anlatımlardan öteye gidemez.
Eserin yazarı
Rainer Maria Rilke‘nin hayatında birçok kadının ismine rastlamak mümkündür. Çok
sayıda kadına rağmen yalnızca biriyle evlenmiş olan Rilke‘ nin, Clara Rilke ile
olan evliliğinden bir kız çocuğu olmuştur. Rilke çocukluğunda annesinden, anne
ve babasının ayrı yaşamalarından kaynaklanan bir takım olumsuzluklar
yaşamıştır. Bütün bu olumsuz yaşantılar onun ileriki yaşamında özellikle de
kadınlara karşı tutumlarında etkili olmuştur. Daha önceki bölümlerde de sık sık
vurguladığımız gibi Rilke’nin bir kız çocuğu gibi yetiştirilmiş olması ve kız
çocuklarının giymiş olduğu elbiselerle misafirlerin önüne çıkartılması onu
psikolojik olarak derinden etkilemiştir. Fakat burada kadınlarla ilgili bu
bölümde diğerlerinden farklı ve bir o kadar da ilginç olan bir ayrıntı
yatmaktadır. Kız çocuklarına özgü oyuncaklarla büyüyen ve çoğunlukla kızlarla
oynayan Rilke bu yönüyle kadınlara daha yakın bir duruş sergiler. Kız
elbiseleri içinde dolaşan bu çocuğa misafirliğe gelen kadınlar ona
kendilerinden biri olarak davranmışlardır. Bu noktada yazarın birçok kez
isminden ötürü kadın sanıldığını hatırlatmakta da fayda vardır. Bunlardan en
önemlisi Fontane ile ilgili olanıdır. Prenses Marie von Thurn und Taxis de onun
ismini “Rielke” diye algılamıştır, fakat o Fontane’ ye gösterdiği tepkinin
aynısını Prenses Marie von Thurn und Taxis‘e göstermez ve onu yanıldığından
ötürü sivri bir dille eleştirmez. Prenses Marie von Thurn und Taxis’in
Rilke’nin ismini “Rielke” şeklinde yazması üzerine Rilke’nin buna gösterdiği
tepkiyi Gunnar Decker şu biçimde yorumlar: “Yaşlı Fontane’in ‘Maria‘ isminden
hareketle onu bir kadın zannetmesinden ötürü Rilke ona incinmiş bir üslupla
‘Küçük hanım Rilke’ olmadığını belirtirken prensese karşı neredeyse yağcılığa
varan aşırı bir saygı gösterir.”[179] Rilke’nin ismiyle ilgili
bu yanlış anlamalar yalnızca Prenses Marie von Thurn und Taxis ve Fontane’le
sınırlı kalmaz. Romanelli kardeşler de bu genç erkeği isminden dolayı kadın
sanırlar: ”Bir kez daha Rilke’nin ismiyle ilgili bir yanlış anlama olmuştu: bir
kadın bekleniyordu.”[180] Rilke
gibi Malte de isminden memnun değildir. O da isminin alay konusu edilmesinden
yakınır. Malte’nin isminde insanları alaycı bir biçimde güldüren bir şey
vardır. Malte ismiyle ilgili memnuniyetsizliğinden dolayı alıngan bir tavır
sergiler ve kulakları bu konuda hassastır: “(...) hatta adıma şakacı bir eda
vermeye çalışarak beni yanına çağırmasına rağmen, (,..)”[181]
Rilke’nin
ismiyle ilgili yanlış anlamalara görünüş de eklenir. Prenses Marie von Thurn
und Taxis onda bir kadının gözlerini görür: ”Fakat sonra güzel mavi gözlerinin
olduğunu fark eder: bir kadının gözleri.”[182] Rilke bir erkeğin olmadığı
ortamda kadınların neler konuştuklarına daha çocukken şahitlik etmiştir.
Onların kıyafetlerini gözlemlemiş, davranışlarını yakından tanıma fırsatını
bulmuştur. Kadınları yakından yaşama fırsatını elde etmiş, onların nelerden
bahsetmekten hoşlandıklarını, hangi konulara daha yakın ilgilerinin olduğunu
görmüş ve işitmiştir. Kimse bu çocuktan şüphelenmemiş konuşmalarını,
düşüncelerini sansürlememiştir, çünkü tüm konuklar onun kız elbiseleri giymiş
ve bir kız gibi sesini tizleştirmiş haliyle erkek olduğunu ister istemez
unutmuştur. Hangi yemeği nasıl yedikleri, çoğunun hangi içeceklerden
hoşlandıklarını keşfetme fırsatını elde etmiş olan bu çocuk misafirliğe gelen
kadınların kocalarının yokluğundan istifade ederek en gizli anılarına mikroskobik
olan bir bakışı atma fırsatını bulmuştur. Tüm bunlardan ötürü Rilke ve Malte,
kadınlar daha ağızlarını açmadan onların neyi arzuladıklarını bilmektedirler.
Kadınlara nasıl yaklaşacağını bilen Rilke eline ilk geçen fırsatta tüm
hünerlerini sergilemekten geri kalmaz. Malte ve Abelone ilişkisinde bunu sık
sık görmekteyiz:
”Asıl bunu yapmak ve tıpkı onun yaptığı gibi yapmak, öylesine yerinde bir
buluştu ki, gölgede aydın elleri, ahenkli ve hafif, beraber çalışıyor ve
çatalın önünde toparlak frenküzümleri, iç çiyle buğulu asma yaprağı kaplı
tabağa, önceden birikmiş, kırmızı ve açık sarı, pırıl pırıl, buruk içleri
sağlam çekirdekli öbürlerinin yanına delidolu sıçrıyorlardı. Bu durumda yalnız
durup seyretmek istiyordum; ama izin verilmeyeceği için olacak, hem de serbest
görünmek için kitabı aldım; masanın öbür tarafına oturdum, fazla karıştırmadan
rasgele bir yer açtım. ’
Abelone’nin
karşısındaki erkek, ondan olgun biri olmayıp ona göre oldukça küçüktür. Fakat
erkek kadından yaşça epeyce küçük olmasına rağmen kadınları yakından bilen bir
erkek gibi davranır. Şehvetinin ateşinin şavkıyla kendinden epeyce büyük olan
kadını yakmadan, ürkütmeden yaklaşmasını bilir. Aceleci davranmaz, çünkü o
böyle yaparsa itici olacağını ve avuçlarından onu kaçırabileceğinden haberdardır.
Böylece ondan yaşça küçük olmasına rağmen yine ondan birkaç adım önde olmasını
bilir ve öyle davranır. Frenk üzümlerine hafif bir edayla yaklaşır. Eli ayağına
tutuşmaz. Tecrübesi her halinden belli eder kendini. Başka erkeklere çok sıkıcı
gelebilecek ya da itici olan davranışlarda bulunur ve bir kenara oturup kitap
açar. Sayfa önemli değildir. Herhangi bir sayfayı açar. Onun deyimiyle fazla
karıştırmadan rasgele bir yer. Malte’nin bu davranışı kadınları yakından
tanıdığının en önemli göstergeidir. O kadınların gizemli davranışları olan
erkeklere farklı yaklaştıklarının bilincindedir. Ayrıca bu erkeğin narsist
olduğu da unutulmamalıdır. Buna rağmen narsist onun kollarına hafifçe yumuşak
bir dalış yapar, çünkü onun amacı beğenilmekten öte bir şey değildir. İçinde
fırtınaların kopmasına rağmen o bunu dışarıya aksine davranarak yansıtır.
Abelone’nin ilgisini sözcüklerle çekebileceğini, bunu yumuşak, okşayıcı bir
biçimde davranarak yapar ve çok geçmeden onu çekim kuvvetinin etkisine alır.
Abelone bu görüntüye fazlaca dayanamaz ve yaşına rağmen erkeğin çekim kuvvetine
girmiş nazlanan kadın davranışını sergiler:
”Az sonra Abelone, ’Bari hızlı oku, okuyucu başı, ’ dedi. (...) ve
uzlaşmanın tam sırası olduğu için, hemen yüksek sesle okumaya başladım; bir
bölüme geldim, devam ettim, yeni bir başlık: Bettine ’ ye.
’Yok cevaplar kalsın, ’ diye Abelone durdurdu beni ve yorulmuş gibi küçük
çatalı elinden bıraktı, kendisine bakarken yüzümün aldığı şekle güldü. ’Aman,
ne kötü okuyorsun, Malte! ’ ”[183]
O kadının
kendisine laf atmasının ne anlama geldiğini anlar anlamaz onun isteğini
hemencecik yerine getirir. Cilve dolu bir atışma yaşanır. Erkek bu cilveye
cevap vermekten çekinmez ve bu fırsatı değerlendirir: ”’Beni durdurasın diye
okuyordum,’”[184]
Malte kitabı
neden okuduğunu Abelone’ye itiraf eder. Abelone bu itirafı işitir fakat
duymazdan gelir. Malte Abelone’yi eserin sonunda bir kez daha anar ve bu onu
son anışı olur:
“Son yıllarda seni bir kez daha hissettim, Abelone; uzun zaman seni
düşünmedim, düşünmedim,sonra seni ansızın kavradım. ’
Malte gibi Rilke
de kadınlara bu biçimde yaklaşır. Sayfa değiştiren hep o olur. Ama onları asla
unutmaz ve sayısız mektuplarıyla anar, yanlarında olur. Kadınlar onun soluğunu
hep enselerinde hissederler. Birçok kadına göre aşırı yakışıklı bir erkek
değildir Rilke. Ama buna rağmen onların içlerine işlemeyi bilir. Adeta bir
kadın virtüözü gibi davranır. Marie von Thurn und Taxis ile Rilke’nin ilk
karşılaşmaları bu bakımdan önemlidir. Gunnar Decker Marie von Thurn und
Taxis’in anısından bahseder: “Anılarında Marie von Thurn und Taxis onunla
ilgili ilk izlenimini betimler: “Güzel bir süprizle karşılaşmış ama aynı
zamanda da hayal kırıklığına uğramıştım, çünkü onu çok daha farklı bir biçimde
tasavvur etmiştim. Adeta bir çocuk görünümündeki bu çok genç delikanlıyla
karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti. İlk anda bana çok çirkin ama bir o kadar
da sempatik gelmişti.”[185]
Kendinden epeyce yaşlı ve tecrübeli olan bu kadını itici görüntüsüne rağmen
etkilemesini bilmiştir. Onun yanına yükseklerden değil enginden, yumuşakça bir
iniş yapmıştır. Gözleriyle içine işlemiş, ona duymak istediklerini
verebilmiştir. Marie von Thurn und Taxis bunu şu biçimde açıklar: ”Dıştan
çekingen olmasına rağmen görgü kurallarını mükemmel biçimde uygulayan ve nadir
karşılaşılan bir zarifliğe sahip bir insandı.Yıllardır tanışan eski dostlar
gibi hemen çene çalmaya başlamıştık.”[186] Rilke çok nadir
karşılaşılan zarifliği ile prensesi etkilemesini bilmiştir. İlginç olan bir
ayrıntı da Rilke’nin hemencecik sohbete girmesi ve uyum sağlayabilmesidir.
İçine kapanık olmasına ve sık sık yazar yalnızlığına bürünmesine rağmen kadın
söz konusu olduğunda değişmesi ilgi çekicidir.
Rilke birçok
kadınla platonik ilişkiler yaşamıştır: “.örneğin Ellen Key, Marie von Thurn und
Taxis ve yayımcısının eşi Katharina Kippenberg.”[187] Rilke’nin kadınları
bunlarla da sınırlı değildir: “Rilke 1902 ile 1926 yılları arasında pianist
Magda von Hattinberg (onun tarafından Benvenuta olarak anılıyordu), ressam
Loulou Albert- Lazard, yazar ve gazeteci olan Claire Goll, yazar Hertha Koenig,
ressam Baladine Klossowska (Merline), Sidonie Nadherny (Karl Kraus’un sözde
eşi), sanatçı Mathilde Vollmoeller, lirik şiirler yazan Marina Zwetajewa ve
oyuncu Ellen Dep’i tanır. “[188] Rilke
bu kadınların hepsiyle oldukça yakın bir ilişki içindedir. Bunların dışında
erotik ilişkiler de yaşadığı kadınlar vardır: “... Marthe Hennebert (Paris),
Mimi Romanelli (Venedig), Angela Guttmann (Locarno), Lisa Heise (Kassel), Else
Hotop (München) ve diğerleri.
Rilke bir kadına
bağlanıp kalmaz. Evlendiği eşinden de ileride boşanır. Hayatıyla paralel
özellikler taşır bu durum. Rilke uzun süre bir kadına bağlı kalmadığı gibi bir
şehirde de kalamaz. Roma, Paris, Rusya, İtalya, Mısır vb. şehir ve ülkeleri
gezer ve sabit bir yerde asla kalmaz. Tıpkı bir şehirde sürekli kalmadığı gibi
bir kadınla da bir arada uzun süre yaşayamayan Rilke’nin bu özellikleri onun
hiçbir şey yapmadan, amaçsızca dolaşan bir nomad olduğunun da göstergesidir.
Rilke’nin biyografisi onun uzun süre bir kadınla yaşayamadığının izlerini taşır.
Onun kadınlara karşı olan tutumunu, eğilimlerini yakından bilen Claire Goll,
Rilke’nin uzun süreli aşktan kaçması nedeniyle eşi benzeri olmayan biri
olduğunu belirtir : “Böylece Rilke aşktan sonsuza dek aşkın firarisi olur. “[189]
Rilke her
kadınla farklı ilişkiler yaşar fakat neredeyse tümüyle mektuplaşır. Mektuplaşma
Rilke’de kaçınılmaz olan bir iletişim türüdür. Rilke mektuplaşarak kadınları
hem yanında hem de uzağında hisseder. Mektupla kadınlar hem vardır hem de
yoktur. Mektup satırlarında hem kendini bulur hem de gözlerden yok olur.
Rilke’nin narsist kişiliğine uygun bir tutumdur mektup yazmak ve okumak.
Sürekli olarak kadınlarla birlikte olmasına rağmen onlarla uzun süre kalmayan
Rilke’nin ilişki içerisinde bulunduğu birçok kadın onunla gerçekte beraber
olmak için büyük bir arzu duyuyorlardı. Farklı bir albenisi olan Rilke yalnızca
kadınları değil erkekleri de kendine hayran bırakıyordu: “Kadınlar gibi
erkekler de Rilke’den sık sık etkilenmişlerdi.“[190] Kadınlar hakkında epeyce
bilgisi olan Rilke bu bilgilerini yalnızca tecrübelerinden değil okumalarından
da edinmiş olup onlar hakkında birçok kitap okumuştur: “Aynı zamanda aşklarında
mutsuz olan kadınlar hakkındaki bir kitap için materyaller topluyordu. Onlara
özel bir sempati besliyordu.”[191]
Kadınları sözleriyle,
bakışıyla baştan çıkaran ve neredeyse bir jigolo olan Rilke ilk kız arkadaşı ve
sonra da nişanlısı olan Valerie David von Rhonfeld’i de etkilemeyi bilmiştir.
Vally’ye arzu ettiği aşkı, sevi sözcüklerini vermiş olan on sekizindeki Rilke
bu ilişkiden kendi payına düşeni de almasını bilmiş ve ilk şiir kitaplarını bu
kızcağızın maddi desteği ile yayımlatmıştır. Ama narsist tutumu çok geçmeden bu
kızdan da ayrılmasını sağlamıştır. Bu ilişki de Rilke’nin yalnızca narsist
tutumu etkili olmamıştır. Annesi de Rilke’yi devamlı olarak gerilerden takip
etmiş onu bir an olsun yalnız bırakmamıştır. Decker bu konuyla ilgili olarak
Rilke’nin annesinin Vally’i uyardığını yazar: ”Gerçi Rilke’nin annesi Phia onu
yanılgı olarak gördüğü oğluna karşı uyarırır(...)”[192] Asla kurtulamayacağı
annesinin gölgesi yine belirmiştir.Rilke kitabını yayımlattıktan sonra
Vally’den ayrılır. Vally ise ölene dek hiç kimseyle evlenmez ve kendini
Rilke’ye adamış bir kadın olarak ölür. Rilke, Vally’den ayrılır ayrılmaz doktor
kızı olan Ella Glaessner ile birlikte olur. Kadınlardan arının çiçekten bal
aldığı gibi sevgi, aşk, mutluluk ve özellikle de mali destek aldıktan sonra
başka bir çiçeğe doğru yol alır Rilke ve çok geçmeden Ella Glaessner de
mektuplarıyla yetinmeye başlar, çünkü Rilke kulaklara daha çok elit kesimlerden
gelen insanların isimlerini çağrıştıran Laksa van Oesteren ile sıkı fıkı olur.
1896 yılında München’e gelen Rilke geçmişte birlikte olduğu kadınları
mektuplarıyla etkilemeye devam ederken yeni yeni ilişkiler yaşamaktan da geri kalmaz
ve nihayet hayatında bir dönüm noktası olan Lou Andreas Salome’yle 12 Mart 1897
yılında tanışır. Rilke, Salome’ye “Traumgekrönt” adlı eserini okuması için
vermiştir. İkili bu tanışmanın ardından en kısa zamanda yeniden bir araya
gelmeye karar verir. Rainer Maria Rilke’nin kadınlarla olan ilişkilerinde
dikkatleri en çok çeken nokta birlikte olduğu kadınların kendinden yaşça büyük
olmalarıdır. Bu kadınlar onun için sanki birer anneymiş gibidir. Lou Andreas
Salome’de ona anne şevkatiyle yaklaşan, ondan yaşça büyük olan bu
kadınlardandır. Salome, Rilke’nin krizleri tuttuğunda onu kollarına alıp bir
çocuk okşar gibi onun başını okşar ve sakinleştirmeye çalışır. Salome, her
zaman şefkatli bir anne gibi yaklaşır Rilke’ ye. Dominant bir yapısı olan bu
kadın annelik rolünü çok iyi oynar: “Sonra onun başını yumuşakça okşar,
sevgiyle kollarına alırdı. Tüm bunları öyle inandırıcı ve ihtiyatlı bir biçimde
yapardı ki onda sıcaklık ve güven duygusunu canlandırır ve yeniden
sakinleşmesini sağlardı.“[193]
Salome, Rilke’nin hayatında çok etkili olmakla birlikte onun hayata bakış
açısında, yaşam tarzında bir dönüm noktası da olmuştur: ”Lou Andreas -Salome
Rilke’ye Rainer ismini vererek onun hayatında bir dönüm noktasını başlatmış
olur.”[194] Rilke
için Salome’nin bir tür kurtarıcı, onu annesinin zehrinden koruyan bir kalkan
olduğunu görmekteyiz. Narsist kişiliği gereği özde kendinden nefret eden Rilke,
onu bir heykeltıraş edasıyla yeniden yaratan Salome’nin kollarına bırakır
kendini. Salome’nin yaşam tarzına ayak uydurmaya çalışır. Başarısız olduğunda
yere düşen çocuk gibi annesinin desteğiyle yeniden ayağa kalkar. Garip bir
biçimde Salome’ nin cinsel yaşam tarzına ses çıkarmaz hatta bundan beslenir.
Onun dominant anlayışından haz alır. Fakat bu ilişki de sonsuz olmaz ve Lou
Rilke’yle nasıl başa çıkacağını, ona nasıl yaklaşacağını bilmez ve
arkadaşlarına danışmaya başlar: ”Ağustos ayının sonunda Lou, kendisine giderek
daha çok zorluklar çıkaran Rilke’nin bu halini danışmak için eski aşıklarından
doktor Friedrich Pineles’i (Zemek) görmek için seyahate çıkar.”[195] Çok
geçmeden Rilke ve Lou ayrılırlar. Sonra bir iki kez daha iletişime geçseler de
ilişkileri mektuplarda dahi ferini yitirmiş bir biçimde sona erer.
Rilke
kadınlardan çok şeyler öğrenir. Onların bilinçaltına nüfus etmeyi, onlara karşı
nasıl davranılacağını çok yakından bilir. Gözleri derine işlemekle birlikte
erotik bakmasını da oldu kça iyi başarır. Bu duruma düzyazılarında olduğu gibi
şiirlerinde de sıkça rastlanılır:
Kızlar! şairler
öğrenir sizden, neye yatkınsınız, söylemeyi. Ve yaşamayı öğrenirler siz,
uzaktakilerden, Akşamların, büyük yıldızlarda birden Ebediyete alışması gibi...
Hiçbiriniz
kendisini şaire vermesin, onun gözlerinden kadın okunsa bile çünkü o hep
kızlığınızı düşünür sizin; sonra bileklerinizdeki o hissin duyarsınız koptuğunu
diba ile. "[196]
Erotizm, sevgi,
aşk konularında Rilke kadınlardan ilham alır ve şiirlerinde, düzyazılarında
onlara sıklıkla yer verir. Onlarla adeta mektuplarında, düzyazı ve şiirlerinde
sevişir. Açık seçik duyguların hakim olduğu bu şiirinde olduğu gibi daha birçok
eserinde de cinselliği öne çıkarır.
Kadınlarla uzun
süre bir arada kalamayan ama onlarsız da yapamayan Rilke şehvetli duygularını
edebi, sanatsal faaliyetlerle gemlemeye çalışır. Coşkun, kabına sığmayan
duyguları alevlendiğinde mektuba sarılır ya da şiirlerine. Kadın, bazen övgü
dolu sözcüklerle anılır ve adeta tanrısallaştırılır. Bazen de ilham kaynağı
olur. Kimi zaman narsist duygular kabardığında hemen yanı başında bulunur kadın
ve bir tatmin aranır. Tatmin salt tensel değildir. Narsist beğenilme savaşı
verir. Kendince fanteziler geliştirir ve avına düşürmek istediği kadına karşı
duygularını semizler ve kadını sanki ulaşılamayacak bir şey olarak gözünde
bilinçsizce ama narsist duygularının gözetiminde büyütür, ballandırır. Ona ulaşmak
için hiç durmadan çabalar. Acı çeker. Nefes almaksızın peşinden koşar. Sonunda
ona ulaşır. Ulaşmak onun için kaçınılmaz bir gerçektir, çünkü Rilke’nin
isteyipte yanına yaklaşamadığı bir kadın yoktur. Doyuma ulaşıldığında ise
geride şairin sevi sözcükleriyle süslü mektuplar ya da şiirleri kalır. Teselli
bulur kadınlar sözlerinde. O ise çoktan yazmaya koyulmuştur. Arının çiçekten
aldığı bal misali o da kadından alacağını almış ve bir sümüklü böcek edasıyla
yalnızlığına çekilmiştir.
Rilke kadınlarla
soluk alır. Onları hep yanıbaşında hisseder. Ama mesafeye sadık kalır. Uzun
zaman kaldığında, sanatsal düşüncelerinde bir ketumluk hissettiğinde gözlerden
kayıp olur.
“Malte Laurids
Brigge’nin Notları” yazar Rainer Maria Rilke’nin yalnızca bir kahramanı değil
aynı zamanda da onun “öteki beni”dir. Yirmi sekiz yaşındaki bu iki adam
birbirlerinin anı, duygu, korku ve tecrübelerinden beslenmişlerdir.
Her ikisi de
siyahlara bürünmüş annelerinin gölgesinde varolmaya çalışmıştır. Rilke Malte’yi
yazmaya başladığında annesi Roma’ya gelir. Bir gündüz düşü ya da gölge oyunu
değildir bu. Anne nefesi, kokusu ve sesiyle oğlunun yakınındadır. Malte de
annesinin ölü olmasına rağmen onu an be an yaşamıştır. Kökensel fantezilerinin
baş aktörünün annesi olduğunu aklından bir an olsun çıkarmamıştır. Anne ve onun
saplantılı duygularının esiri olan Malte kendini gerçekleştirme savaşına
girişmiştir. Fakat bu savaş hiç de kolay olmamıştır. İlk çocukluk dönemi
anıları onun devamlı olarak savaşa hazır olmasını gerektirmiş ve bu durum onda
büyük bir travmaya neden olmuştur.
Her ikisi de
korkularını, kaygılarını bastırmak ve içlerinde biriken nefreti, sevgiyi, aşkı
dışarı kusmak ve rahatlamak için duygularını yazmaya koyulmuşturlar. Rilke
Malte Laurids Brigge’nin notlarını, Malte de kendi notlarını yazmaya başlar.
Her iki adamda daha üst değerde olan bir etkinliğe başvurarak bir “yüceltme”
yapmıştır. Malte notlarına başlarken kafası karışmış bir insanın ruh
halindedir. Olumsuz ruh hali daha ilk cümlesinde kendini belli eder. Rilke de Malte
Laurids Brigge’nin notlarını yazarken karmaşık duygular içerisindedir:
”(.)cesaretim yok (belki bunun psikolojik nedenleri de vardır)”[197]
Depresif ruh halleri her ikisinin cümlelerinde kendini gösterir. Rilke
notlarına lirik bir tonla başlamasına rağmen sözcükler üst üste yığınlaşarak
birikir. Bu birikim şizoid bir dilin vücut bulmasını andırır. Cümleler
ilerledikçe peşlerini bir türlü bırakmayan çocukluk anıları depreşmiştir.
Belirgin özellik taşıyan buna karşın görünürde önemsiz bir içerikle yüklü bulunmalarıyla
karakterize çocuksal (infantil) anılar[198] olan paravana anıları
kendilerini göstermeye başlamıştır. Ruhları üzerinde ağır bir yükü taşıyan
insan profilini andırırlar. Malte korkularını peş peşe sıralar. Malte’nin
korkuları, kaygılı hali Rilke’nin duygularıyla örtüşür. Çalışmamızdan
çıkardığımız donelerden hareketle Rilke “Malte Laurids Brigge’nin Notları” nin
notlarını yazarken bir “gerileme” yaşamıştır. O ruhsal gelişim sürecinde epeyce
arkasında bıraktığı ve o döneme özgü ilkel ve çocuksal davranışlarına
dönmüştür. Peter Priskil’in “Rilke’nin Eserinde Çocuksal cinsel çatışma ve
gerileme” adlı yazısı da bu konuda dayanağımız , söylediklerimizi ispatlar
özellikte olmuştur.
Kopuk anlatım
tarzından ötürü durup dururken, birdenbire çocukluk yıllarına döner. Önce bu
geriye dönüşü her normal insanda görülebileceği gibi çocukluk yıllarının
olaylarını anımsamak olarak algıladık, fakat çok geçmeden bunların bir anomali
teşkil ettiğinin farkına vardık. Bu durumun Rilke’nin o dönemde yaşadıklarının
üstesinden gelemediğinin bir göstergesi olduğu sonucuna vardık. Elli bir
yaşında hayata gözlerini yuman Rilke’nin son nefesine kadar çocukluk anılarının
bataklığına saplanıp kaldığına şahit olduk. Tam da bu nedenle Rilke gündelik
hayatta nefes alırken kendisini tanıyan birçok kadın tarafından bir çocuk
olarak görülür: ”Rilke kadınların gözünde bir çocuk olarak kaldı.”503
Malte’nin de farklı davranmadığı ortaya çıkmıştır. O da çocukluk dönemi
yaşantılarına dönerek bir gerileme yaşamıştır. Çalışmamızda verdiğimiz örneklerden
hareketle Rilke ve Malte’de bir “yüceltme” ve “gerilme” söz konusu olmuştur.
Derin psikolojinin iki önemli kavramından daha özel olan id-ego ve süperegonun
birbirleriyle olan etkileşimleriyle de karşılaştık. Özellikle “seyir tutkusu”
adlı bölümde yer verdiğimiz ve Malte’nin “id” inin ego ve süperegosuyla nasıl
savaştığına şahit olduk. Bu savaşta beklenenin aksine ego ve süperego galip
olamamış yalnızca galip olmuş gibi gözükmüştür. Normal olanda ego ve
süperegonun galip olmasıydı. Ama Malte’de bu böyle gerçekleşmemiştir, çünkü
Malte yirmi sekiz yaşında olmasına rağmen çeşitli parafililere başvurmuştur.
”Mastürbasyon“ ve “seyir tutkusu” onda ve Rilke‘de saptadığımız başlıca
parafililer olmuştur. Mastürbasyonun normal seyrinden dışarı çıkmış olması, bir
sapaklık göstermesi ve Rilke’nin mektuplarında ölümünden bir yıl önce elli
yaşındayken bu konudan halen yakınması gerçekleştirilen mastürbasyon olayının
beden ve ruhun istemleri dışında olduğunu göstermiştir. Bu bize onun ve
Malte’nin hayatında bir takım anomalilerin olduğu şüphesini uyandırmıştır.
Narsizm ile ilgili bölümde ise bu düğüm çözülmeye başlamıştır. Gerçekleştirilen
seyir eylemi ile mastürbasyon kendi bedenine dönük bir haz eylemi olarak çözüme
kavuşmuştur. Fakat tek nedenin narsist kişilik özellikleri olmadığı da
saptanmıştır. Malte ve Rilke’nin ilk çocukluk dönemi ve kökensel fantezilerinde
onları rahatsız eden ve “kocaman”, ”korkunç” gibi isimlerle sembolleştirdikleri
ayrıntılara rastladık. Bunların “hadım edilme kompleksi” ve “Oedipus kompleksi”yle
bağıntılı olduklarını çıkarsadık. Aynı zamanda “hadım edilme” ile “Oedipus
kompleks”lerinin birbirleriyle olan sıkı ilişkilerini gördük. Hepsinden
önemlisi her ikisinin de beş yaşlarına kadar cinsel kimliklerinin oluşumunda
olumsuzluklara neden olan kız elbiseleriyle dolaştırıldıklarını okumamız oldu.
Genel olarak bu örgene her bölümde yeniden değinmemizin nedeni Malte ve
Rilke’nin bu konudan oldukça muzdarip olmalarıydı. Ayrıca bu konu ele aldığımız
ayrıntılarda da belirleyici, etkin bir rol oynamıştır. Bunun kadar anne etmeni
de yine etkin, dinamik olgulardan birisi olarak neredeyse her bölümde
değinmemizi zorunlu kılmıştır. Aslında Malte Laurids Brigge’nin notlarının alt
katmanında yatanlardan ötürü Malte Laurids Brigge’nin acılarını fark ettik. Son
nefesine kadar melankolik, depresif tavırlar sergileyen, hayatından, bedeninden
memnun olmayan ve varoluş savaşında kayıp oğul gibi davranan, çevresindekilere
ürkek ve temkinli bakan bir insanı bulguladık. Nitekim eserin sonu muğlaktır.
Malte’nin sonu yoktur. Rilke’nin de bedeninden hoşnut olmayan, rekabetten
kaçınan, insanlara temkinli yaklaşan depresif ruhlu bir insan olduğunu fark
ettik. Rilke’nin annesiyle babasının ayrılmasından doğan çatlaklardan ötürü
ödipal süreçteki kırılmalara şahitlik ettik. Rilke’nin “öteki ben”i sayesinde
babasının ölümünden sonra gerçekleştirilen ve ödipsel ayrıntıları içeren cenaze
seremonisini defalarca yeniden yaşama fırsatını bulmuş olduğunu gördük.
Bastırılmış ödipsel duyguların bu imge vasıtasıyla boşaldığına şahitlik ettik.
Bazı durumlarda kuşkuya düştük. Örneğin Malte Laurids Brigge’nin seyir
tutkusuyla ilgili bölümde açımladığımız paragraflarda “Malte bir şair,
sanatçıdır. Ve sanatçı çevresini, kendisini gözlemler ötekilerden daha
ayrıntılı bakar” diye düşündük ve bunun normal bir gözetleme edimi olarak
algıladık. Fakat paragrafı daha yakından okuyup mevcut sembolleri Freudiyen
terminolojinin ışığı altında yeniden ele aldığımızda durumun görünenden oldukça
farklı olduğunu fark ettik. Simenauer’in bu konudaki şüpheleri ve görüşleri
yine bizim bu konudaki görüşlerimize dayanak olmuştur.
Çalışmamızda
biyografik etmenlerden yola çıkarak eserde arkaik kazılar yaptık ve daha önce
Rilke ve Malte Laurids Brigge okumalarımızda hiç fark etmediğimiz ayrıntılara
rastladık. Bu da bize Yılmaz Özbek’in “Yazar ve yapıt arasındaki ilişkiyi en
doyurucu şekilde ortaya koyacak olan psikanalitik yöntemden başkası olamaz.”504
sözünün doğruluğunu bir kez daha ispat etmiş olduğunu göstermiştir. Amacımız
her defasında yapıtın altında yatanları bulgulamak, yapıtın bilinçaltına
ulaşmak olmuştur. Çalışmamız aynı zamanda bir eseri özellikle de Rilke’yi
okurken daha temkinli davranmamız gerektiğini de salık vermiştir.
Rilke’nin diğer eserlerinde olduğu
gibi bu eserinde de yoğun bir biçimde semboller kullandığını okuduk ve bu
sembolleri psikanalitik çerçevede açımlamaya çalıştık. Rilke ve Malte’nin
sözlerinin altındaki gerçeğe ulaşmak için her taşın altına yakından baktık.
Çalışmamız bize verdiği sonuçlar doğrultusunda Rilke’nin diğer eserlerini
okurken bir takım ayrıntılara farklı bir gözle bakmamızı da sağlamış Rilke’ye
bizi daha da yaklaştırmıştır.
KAYNAKÇA
KAYNAKÇA
Aytaç Gürsel, Çağdaş Alman Edebiyatı, Gündoğan
Yayınları, Ankara, 1994
---------------- , Genel Edebiyat Bilimi, Papirüs
Yayınları, İstanbul,1999
Azadovskii Konstantin, Rilke Und
Russland, Briefe-Erinnerungen-Gedichte,
Aufbau Taschenbuch Verlag, Berlin,1986.
Bedeutungswörterbuch, Dudenverlag,
Mannheim-Leipzig-Wien-Zürich,1985
Breger Louis, Freud Görüntünün Ortasındaki Karanlık,
Çev. Aslı Biçen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002
Budak Selçuk, Psikoloji Sözlüğü, Bilim Ve Sanat
Yayınları, Ankara,2003.
Can Şefik, Klasik Yunan Mitolojisis, İnklap Kitabevi, İstanbul,2009.
Cuma Ahmet, Rainer Maria Rilke ve Necip Fazıl Kısakürek ’in
Şiirlerinde İmgesel Anlatım Biçimleri, Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Batı Dilleri ve Edebiyatları,Ankara, 2002,
Decker Gunnar, Rilkes Frauen, Aufbau Taschen Verlag,
Berlin,2006.
Engelhardt Hartmut, Materialien zu Rainer Maria Rilke ”Die
Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge ”,Suhrkamp Verlag, Frankfurt
am Main,1974.
Fiedler Peter, Sexuelle Orientierung und sexuelle Abweichung,
Beltz- PVU, Weinheim,2004
Finsterbusch Karin /H. A.Müller, Das kann ich dir nie verzeihen, Theologisches und
Psychologisches zur Schuld und Vergebung, Vandenhoeck &
Ruprecht, Göttingen, 1999.
Foucoult Michel, Deliliğin Tarihi, Çev. Mehmet Ali
Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara,2000,138
Freud Sigmund, Psikanalize Giriş Dersleri, Çev. Selçuk
Budak, Öteki Yayınevi, Ankara,1999.
---------------- , Cinsiyet Üzerine, Çev. Avni Öneş, Say
Yayınları, İstanbul,2006.
---------------- , Dinin Kökenleri, Çev. Selcuk
Budak,ÖtekiYayınevi,Ankara,1999.
---------------- , Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası,
Çev. Banu Büyükkal /Saffet
Murat Tura, Metis Yayınları,
İstanbul, 1998
---------------- ,Sanat ve Sanatçılar Üzerine, Çev.
Kamuran Şipal Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul,2001.
---------------- , Psikopatoloji Üzerine, Çev. Selçuk
Budak, Öteki Yayınevi, Ankara, 1999.
---------------- , Uygarlık, Din Ve Toplum, Çev. Selçuk
Budak, Öteki Yayınevi, Ankara,
1999.
---------------- , Rüyaların Yorumu 1,Çev. Selçuk Budak,
Öteki Yayınevi, Ankara, 1999
Fromm Erich, Sevme Sanatı, Çev. Işıtan Gündüz,Say
Yayınları,Istanbul,1997.
---------------- , Sevginin ve Şiddetin Kaynağı,
Çev.YurdanurSalman/Nalan İçten, Payel
Yayınevi,İstanbul,1994.
Gençtan Engin, Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar,
Metis Yayınları, İstanbul,2003.
Girard Rene, Romantik Yalan Ve Romansal Hakikat,
Çev. Arzu Etensel İldem, Metis Yayınları, İstanbul, 2001
Gökdağ Dursun, Aile Psikolojisi ve Eğtimi, Anadolu
Üniversitesi Açık Öğretim Fakultesi, Eskişehir,2002
Graff Willem Laurens, Rilkes Lyrische Summen, Çev. Elisabeth
Killy, Walter de Gruyter Verlag, Berlin,1960.
Green Andre, Hadım Edilme Kompleksi, Çev.
LeventKayaalp, Metis Yayınları, İstanbul,2004.
Grenz Sabine, (Un)heimliche Lust, Über den Konsum sexueller
Dienstleistungen VS Verlag für Sozialwissenschaften, Wiesbaden, 2005
Günther Rolf S., Rainer Maria Rilke und Lou Salome Auf Welches
Instrument Sind Wir Gespannt, Konigshausen&Neumann
Verlag,Würzburg, 2005.
Hall Calvin S., Freudyen, Psikolojiye Giriş, Çev.Ersan Devrim,
Kaknüs Yayınları, İstanbul,1999
Holland Norman N., Psikanaliz ve Shakespeare, Çev.Özgür
Karacam, Gendaş A.Ş., İstanbul,1999
Horney Karen, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, Çev.
Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, Ankara, 1999.
---------------- , Nevrozlar ve İnsan Gelişimi, Çev.
Selçuk Budak, Öteki Yayınevi,
Ankara,1999.
Holthusen Hans
Egon, Rainer Maria Rilke in Selbstzeugnissen und
Bilddokumenten, Rowohlt Taschenbuch Verlag, Hamburg,
1958.
Jung Carl Gustav, Dört Arketip, Metis Yayınları, Çev.
Zehra Aksu Yılmazer, İstnabul, 2003.
Kızıler Funda, “Rilke’nin Duino
Ağıtları Üzerine Bir ‘Yakın Okuma’,” Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Erzurum, 2005.
Kocabıyık Ergun, Aynadaki Narkissos, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2006.
Kraus Jörg, Metamorphosen des Chaos, Königshausen
& Neumann, Würzburg, 1998.
Kuran-ı Kerim, Çev. Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır, Asır Yayınları, İstanbul,2007.
Leppmann Wolfgang, Rilke. Sein Leben,
Seine Welt, sein Werk, VMA-Verlag, Wiesbaden, 1981.
Lickint Klaus Gerhard, Nietzsches Kunst des Psychoanalysierens,
Königshausen &Neumann, Würzburg,2000.
Moran Berna, Edebiyat Kuramları Ve Eleştri, Cem
Yayınevi, İstanbul, 1994
Neuhaus Stefan, Grundriss der Literaturwissenschaft,
Narr Francke A. Verlag, Tübingen,2009
O.A.Gürün, Psikoloji Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İstanbul,1991.
Özbek Yılmaz, Sağlıklı Eğitim Sağlıklı Toplum, Çizgi
Kitabevi, Konya,2004.
Parla Jale, Babalar ve Oğullar Tanizmat Romanının
Epistomolojik Temelleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
Parman Talat, Ergenlik Ya da Merhaba Hüzün., Bağlam
Yayınları, İstanbul, 2000.
Pasewalck Selçuk, Die fünffingrige
Hand, Die Bedeutung der sinnlichen Wahrnehmung beim spaten Rilke, Walter de
Gruyter Verlag, Berlin,2002.
Priskil Peter, Freuds Schlüssel zur Dichtung Drei Beispiele:
Rilke, Lovecraft, Bernd, Ahrıman-Verlag, Freiburg,1996.
Rattner Josef, Eros und Sexus, Konigshausen Neumann,
Wurzburg, 2007.
Rattner J./G.Danzer, Europaisches Österreich Literatur und
geistesgeschichtliche Essays über den Zeitraum 1800 -1980,
Königshausen & Neumann, Würzburg, 2004.
Rilke Rainer Maria, Malte Laurids Brigge’nin Notları, Çev.
Behçet Necatigil, Can Yayınları, İstanbul,2006.
---------------- , Malte Laurids Brigge, Insel Verlag,
Frankfurt am Main und Leipzig,
1996.
---------------- , Bütün Hikayeleri, Çev. Vedat Çorlu -
Şükrü Çorlu, İthaki
Yayınları, İstanbul,2006.
---------------- , Seçme Mektuplar, Çev. Melahat Togar,
CemYayınevi, İstanbul,1988.
---------------- , Neue Gedichte, Insel Verlag, Frankfurt
am Main,1974
---------------- , Sanat Üstüne, Çev. Kamuran Şipal, Cem
Yayınevi, İstanbul,2000,65
---------------- , Duineser Elegien Die Sonette an Orpheus,
İnsel Taschenbuch, Baden-
Baden,1974
---------------- , Das Buch der Bilder, Insel Verlag,
Leipzig,1922
---------------- , Neue Gedichte, İnsel Verlag, Frankfurt
am Main,1974.
---------------- , Lou Andreas Salome, Briefwechsel, Insel
Verlag, Frankfurt am Main und
Leipzig,1989.
---------------- , Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge,
Text und Kommentar,
Suhrkamp Verlag,Frankfurt am
Main,2000.
Rousseau J.J., Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine,
Çev.Mehmet Baştürk- Yavuz Kızılçim, Babil Yayınları, Erzurum,2000 Sarı Ahmet, Sanat Ve Normaldışılık, Salkımsöğüt
Yayınları, Erzurum, 2006
---------------- ,CemileA. Ercan, MasallarınPsikanalizi, Salkımsöğüt
Yayınları,Ankara,
2008,
Schank Stefan, Kalbin İşi, Çev. Kamuran Şipal, Cem
Yayınevi, İstanbul,2009.
Schiwy Günther, Rilke und die Religion, İnsel Verlag,
Frankfurt am Main und Leipzig, 2006.
Schneider Sabine, Barbara Hunfeld, die Dinge und die Zeichen,
Konigshausen & Neumann, Wurzburg,2008.
Schüngel-Straumann Helen, Die Frau am Anfang, Lit Verlag,
Kassel,1997.
Schuth Dietmar, Die Farbe Blau: Versuch einer Charakteristik,
Band 5, Lit Verlag, Münster,1995.
Simenauer Erich, Legende und Mythos, Schauisland Verlag,
Frankfurt am Main, 1953 Ülkü Vural, Almanca-Türkçe
Sözlük, TDK, Ankara,1993.
Vetter Brigitte, Sexualitât,
Störungen-Abweichungen-Transsexualitat, SchattauerVerlag, Stuttgart,2007
Vetter Brigitte, Psychiatrie, Schattauer Verlag,
Stuttgart,2007,
Werneck Harald, Übergang zur Vaterschaft Auf der Suche
nach den ’neuen Vatern’, Springer Verlag, Wien,1998 Zizek Slavoj, Yamuk Bakmak, Çev. Tuncay Birkan, Metis
Yayınları, İstanbul, 2005
Kaynak: Cumali YEŞİL, RAINER MARIA
RILKE’ NİN “MALTE LAURIDS BRIGGE’NİN NOTLARI“ ADLI ESERİNDE RUHBİYOGRAFİSİ
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Alman Dili Ve Edebiyatı Anabilim
Dalı, DOKTORA TEZİ, ERZURUM-2010
[4] Louis Breger, Freud Görüntünün
Ortasındaki Karanlık,
Çev: Aslı Biçen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002,s.429.
[6] Moran, Age., s.134.
[7] Sigmund Freud, Sanat
ve Sanatçılar Üzerine,
Çev. Kamuran Şipal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s.104.
[9] Moran, Age.,s.137.
[11] Freud, Age., s.104.
[12] Freud, Age., s.104.
[13] Norman N. Holland, Psikanaliz
ve Shakespeare,
Çev. Özgür Karacam, Gendaş A.Ş., İstanbul, 1999, s.23.
[14]Holland, Age., s.20.
[15] Holland., Age., s.444.
[16] Stefan Neuhaus, Grundriss
der Literaturwissenschaft,
Narr Francke A.Verlag, Tübingen, 2009, s.228.
[18] Özbek, Age., s.4.
[19] Özbek, Age.,. s.17.
[20] Özbek, Age., s.16.
[21] Rene Girard, Romantik Yalan Ve Romansal Hakikat, Çev. Arzu Etensel
İldem, Metis Yayınları, İstanbul, 2001, s.15.
[24] Erich Simenauer, Legende und Mythos, Schauisland
Verlag,Frankfurt am Main,1953, 662:”Rilke bleibt auch in seinem alltaglichen
Leben wie ein Kind, da andere vielfach für ihn sorgen müssen.
[25] Aytaç, Age., s.56.
[26] Aytaç,, Age., s.56.
[28] Peter Priskil, Freuds
Schlüssel zur Dichtung Drei Beispiele: Rilke, Lovecraft, Bernd,
Ahrıman-Verlag, Freiburg,1996,s.40.
[29] Rainer Maria Rilke, Die Aufzeichnungen des Malte Laurids
Brigge, Text und Kommentar, Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main, 2000, s.245:
“Es war lauter Störung in der letzten Zeit, und daB Störung um Störung kommen
würde,das habe ich auch vorgefühlt als ich am achten Februar meine neue Arbeit
begann";
[31] Aytaç,, Age., s.64.
[33] Günther, Age., s.263
[34] Rilke,, Age., s.7.
[35] Bkz.,Priskil,Age.,s.42
[36] Rilke, Briefwechsel, Age., s.63:“Du liebe Lou sagst, daB ich mich
nicht fürchten mufl, und so will ich versuchen ohne Furcht zu sein.“
[37] Rilke, Age., s.7.
[38] Rilke, Age., s.15.
[39] Green, Age., s.95.
[40] Budak, Age., s.495.
[41]Brigitte Vetter,
Sexualitat, Störungen - Abweichungen - Transsexualitat, Schattauer Verlag,
Stuttgart, 2007, s.60:“ In dem Wort Masturbation stecken die lateinischen
Substantive manus (Hand) und stuprum (Schandung, Unzucht )“
[42] Özbek, Age., s.33.
[43] Vetter, Age., s.60:“ ... zu Beginn des 19. Jahrhunderts begannen
die Ârzte, die Wurzeln fast alle körperlicher und seelischer Erkrankungen in
der Masturbation zu sehen“
[44] Peter Fiedler, Sexuelle
Orientierung und sexuelle Abweichung, Beltz-PVU,Weinheim, 2004, s.31:” Eltern
wurden angewiesen, ihren Kindern die Hande am Bett festzubinden oder ihnen
Fausthandschuhe überzuziehen”
[45] Rilke, Age., s.54.
[46] Priskil, Age., s.44-49.
[47] Rilke, Age., s.54.
[48] Priskil, Age., s.77.
[49] Rilke, Age., s.53.
[50] Karin Finsterbusch - Helmut A. Müller,Das kann ich dir nie
verzeihen,Theologisches und Psychologisches zu Schuld und Vergebung,Vandenhoeck
& Ruprecht,Göttingen,1999s.20:“ Ein Patient, der sich als Jugendlicher
jahrelang wegen Onanie qualte, hatte seinerzeit Glück: Er geriet an einen
katholischen Priester, der ihm nach der Beichte sagte:’ Mein Sohn, das ist
keine Sünde; das tun alle, deswegen brauchst du dich nicht schuldig zu fühlen.’
... Ein anderer Patient hatte weniger Glück: In einem streng religiösen
Elternhaus aufgewachsen, in dem Sauberkeit oberstes Gebot war, fühlte er sich
wegen der in Jugend unvermeidlichen Onanie so unsauber und schmutzig, da er
einen regelrechten Wasch-Zwang entwickelte und stundenlang brauchte, um zu
kontrollieren, ob seme Kleidung sauber ist.“
[51] Priskil, Age., s.45.
[52] Rilke, Age., s.54.
[53] Bedeutungswörterbuch, Dudenverlag,Mannheim-Leipzig-Wien-Zürich,
1985, s.580.
[54] Bedeutungswörterbuch, Age., s.580.
[55] Bedeutungswörterbuch, Age.,.s.475.
[56] Sabine Grenz,(Un)heimliche Lust, Über den Konsum sexueller
Dienstleistungen, VS Verlag für Sozialwissenschaften,Wiesbaden, 2005, s. 138:”
Onanie, die damals übliche Bezeichnung für Masturbation, stammt von der
biblischen Figur Onan, der sich weigerte, die Frau seines verstorbenen Bruders zu
schwangern.Er praktizierte, was wir heute als coitus interruptus bezeichnen
würden, und lieB semen Samen’zu Boden’ fallen.Damit aber riskierte er das
Überleben des Familiennamens. Da der Familienname nun als Trager der Seele
angesehen wurde, beging er damit eine Todesünde. (,..).Und Onanie war eben
genau das für Thelogen: eine Todesünde, die sich der Fortpflanzung verweigert.“
[57] Rilke, Age., s.55.
[58] Priskil, Age., s.42.
[59] Michel Foucault, Deliliğin
Tarihi,
Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kiatbevi, Ankara, 2000, s.138.
[60] Foucault, Age., s.142.
[61] Foucault, Age., s.142.
[62] Foucault, Age., s.142.
[63] Foucault, Age, s.516.
[64] Sigmund Freud, Age., s.179.
[65] Freud, Age., s.182.
[66] Priskil, Age., s.45.
[67] Sigmund Freud, Rüyaların Yorumu 2, Çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi,
Ankara,1999, s.471.
[68] Prof. Dr. Dursun GÖKDAĞ, Aile
Psikolojisi ve Eğ timi,
Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakultesi, Eskişehir, 2002, s.13.
[69] Priskil, Age., s.45.
[70] Rilke, Age., s.40.
[71] Klaus Gerhard Lickint, Nietzsches Kunst des Psychoanalysierens,
Königshausen & Neumann,
[73] Rilke, Age., s.7.
[74] Simenauer, Age., s.362.
[75] Rilke,Age.,s.59:“ Fern in meiner Kindheit, in den groBen Fiebern
ihrer Krankheiten, standen groBe unbeschreibliche Ângste auf, Ângste wie vor
etwas zu GroBem, zu Hartem, zu Nahem, tiefe unsagliche Ângste, deren ich mich
erinnere; und diese selben Ângste waren jetzt auf einmal da, aber sie brauchen
nicht erst Nacht und Fieber als Vorwand,...“
[76] Budak, Age., s.290.
[77] Priskil, Age., s.47.
[78]Jörg Kraus,Metamorphosen
des Chaos,Königshausen&Neumann,Würzburg,1998,s.221:“ Der Ofen reprasentiert
eindeutig die weibliche Funktion: Darin geht der Teig auf(wie das Kind im
Mutterleib). “
[79] Decker, Age., s.285:” Was ist es? Du, ich lebe seit zwei Jahren
mehr und mehr in der Mitte eines Schreckens, .... (eine an mir selbst ausgeübte
Reizung) ... Ich weiB nicht, wie ich so weiterleben soll.“
[80] Decker, Age., s.285:” Von Masturbation ist die Rede.“
[81] Decker, Age., s.285:” Es ist zwei Jahre her,daB ich
zuerst,gewahrend,wie die widerwartige Neigung, jene Reizung auszuüben, memen
Willen überlistete und überwuchs, arztlichen Rath aufsuchen ging im
Sanatorium’Valmont’ überhalb Montreux“
[82] Decker, Age., s.21:” ...,so unbekannt,daB ich mich manchmal, Momente
lang, auf emen ’auBer mir’ verlasse, der ’ıch’ sein müBte.“
[83] Can, Age., s.84.
[84] Budak, Age., s.523.
[85] Erich Fromm, Sevginin
ve Şiddetin Kaynağı,
Çev. Yurdanur Salman/Nalan İçten, Payel Yayınevi, İstanbul, 1994, s.55.
[86] Simenauer, Age., s.467-583.
[87] Rilke, Age., s.8.
[88] Rilke, Age., s.9.
[89] Rilke, Age., s.11.
[90] Rilke, Age., s.8.
[91] Rilke, Age., s.21.
[92] Rilke, Age., s.46.
[93] Rilke, Age., s.46.
[94] Rilke, Age., s.107.
[95] Simenauer, Age., s.467-583.
[96] Rilke, Age., s.31.
[98]Budak, Age., s.485.
[99] Rilke, Age., s.69.
[100] Simenauer, Age., s.639-641.
[101] Simenauer, Age., s.473.
[102] Budak, Age., s.365.
[103] Rilke, Age., s.37.
[104] Rilke, Age., s.37.
[105] Rilke, Age., s.37.
[106] Rilke, Age., s.37.
[107] Rilke, Age., s.37.
[108] Rilke, Age., s.40.
[109] Rilke, Age., s.40.
[110] Rilke, Age., s.40.
[111] Rilke, Age., s.40.
[112] Rilke, Age., s.31.
[113] Rilke, Age., s.40.
[114] Rilke, Age., s.41.
[115] Rilke, Age., s.41
[116] Rilke, Age., s.41
[117] Rilke, Age., s.41
[118] Rilke, Age., s.42.
[119] Rilke, Age., s.141.
[120] Rilke, Age., s.116: Meine Anstrengungen sind wie das Kriechen
einer Schnecke,und doch giebt es Augenblicke,da sich das unsaglich ferne Ziel
in mir wie in einem nahen Spiegel wiederholt.
[121] Rilke, Age., s. 139:” Dann verkrieche ich mich tiefer in mein
rothes Hauschen,das ich fast nie verlasse.”
[122] Rilke, Briefwechsel, s.378: ”Mir bist du es nicht. Es ist wohl
Jemand in Dir,aber-nur ganz verrückt kann ich es ausdrücken-, so,wie Einer,in
desen Blick Du Dich etwa spiegelst,(...)”
[123] Rilke, Age., s.19: “Ich will Du sem.”
[124] Rilke, Age., s.20: “Jetzt will ich Du sem.”
[125]Schank, Age., s.23.
[126] Decker, Age., s.77: Er tanzt nie! Statt dessen komentiert er mit
emer von Eifersucht gespeisten Süffisanz das Geschehen: (...)
[127] Günther, Age., s. 153:” Rilke war eifersüchtig auf die wilden jungen
Tanzer,die die Frauen bestürmten(...)”
[128] Decker, Age., s.77:”Für solche Situationen ist Rilke nicht
gemacht-mannliche Konkurrenz fürchtet er.”
[129] Decker, Age., s.70:”Rilke, von Lou so energisch
zurückgepfiffen,teilt Jelena Woranina plötzlich mit,er habe eine Braut(reine
Fiktion!)
[130] Decker, Age., s.45: ”Das lange,schmale Gesicht verwandelt sich
in ihrer Erinnerung in eine einzige Fratze. Eiterpusteln überall, der ganze
Jungdichter ist von ‘abstoBender gemeiner Hafllichkeit’. SchlieBlich, der Atem!
Einfach unertraglich.”
[131] Decker, Age., s.45: “Sein Gesicht fesselte,blendete mich.”
[132] Decker, Age., s.45: “Ein Fluidum,das nicht ganz von dieser Welt
zu sein scheint.”
[133] Erich Fromm, Sevginin
ve Şiddetin Kaynağı,
Çev. Yurdanur Salman/Nalan İçten, Payel Yayınevi, İstanbul, 1994, s.63.
[134] Decker, Age., s.44: “Er perfektioniert die Kunst,Geld zu nehmen
und schöne Worte zu geben.”
[135] Decker, Age., s.30:”Er kleidet sich selbst in Perioden
finanzieller Not mit groBer Sorgfalt und bemüht sich krampfhaft um die
Bekanntschaft mit Hochgestellten und Reichen.”
[136] Decker, Age., s.9: “(...)nimmt er sein einsames vegetarisches
Abendessen immer an sorgfaltig gedeckter Tafel und im Smoking ein.”
[137] Simenauer, Age., s.629.
[138] Günther, Age., s.172: (,..)dass Rilke durch Hypochondrie und
untermischter Exaltiertheit ‘zu Rückenmarkserkrankung oder ins Geisteskranke’
kommen könnte
[139] Preskil, Age., s.38:” In semen letzten Lebensmonaten verweilte
er immer haufiger in Hospitalern,wo ihn neben zahlreichen Beschwerden
zusatzlich eine Mikrobenphobie plagte,deretwegen er stets Handschuhe trug.”
[140] Simenauer, Age., s.635: “Die Manner sind mir fremd,ich sehe sie
nur mir unverstandliche Aktionen machen.”
[141] Leppmann, Age., s.32 :”I.Semester,Turnen ungenügend,II.Semester
Turnen ungenügend.I Semester Fechten genügend, II.Semester Fechten ungenügend”
[142] Freud, Age., s.94.
[143] Decker, Age., s.11: “Rudolf Kassner schreibt,Rilke habe
die‘sogenannte schöne Frau’nicht gesucht,sondern’die Frau von der Frau aus
empfunden’.”
[144] www.spiegel.de/spiegel/print/d-14347754.html:” Man
erinnerte sich an Brechts zynische Bemerkung,der (. )Rilkes Gottesbegriff als
"schwul" zu blamieren trachtete -“
[145] Decker, Age., s.48: “In dieser Zeit hat sich Rilke
angewöhnt,mit Rene Maria Caesar Rilke zu unterschreiben”
[146] Decker, Age., s.65: “Sie besuchen noch Droshin,den
Bauerndichter,gehen wieder viel barfuB und rühmen die unberührte Natur.”
[147] Decker, Age., s.60: “Man iBt gemeinsam vegetarisch,tragt schlichte
Kleidung und geht barfufl- etwas,das Lou bei ihrem Mann Friedrich Andreas
gelernt hat.”.
[148]Decker, Age., s.68: Er
macht,was ihm seme Herin befiehlt(...)”.
[149]Schank, Age., s.47.
[150] Decker, Age., s.73: “Denn Lou hatte ihn einfach in Petersburg
stehenlassen.”
[151] Decker, Age., s.55: “Sie perfektioniert die erotische
Dreiecksbeziehung.İmmer wenn ihr emer deer Liebhaber zu nahe kommt,ermuntert
sie den anderen.”
[152] Decker, Age., s.58: “(. )und beginnt es bei semen eigenen
Frauenbeziehungen zu kopieren.”
[153] Decker, Age., s.86: “Alle in Rilkes Bekanntenkreis zeigen sich
sehr erstaunt,dafl er plötzlich Clara Westhoff zur Frau nimmt,(.)”
[154] Decker, Age., s.89: “Sie wird zum Spielball der Egoismen von
Mutter und Vater.”
[155]Schank, Age., s.78.
[156] Rainer Maria, Age., s.77.
[157] Funda Kızıler, Rilke'
nin Duino Ağıtları Üzerine Bir ‘Yakın Okuma',.Atatürk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Erzurum, 2005, s.27.
[158] Kızıler, Age., s.27.
[159] Rainer Maria Rilke, Bütün
Hikayeleri,
Çev.Vedat Çorlu-Şükrü Çorlu, İthaki Yayınları, İstanbul, 2006, s.504
[160] Rilke, Age., s.505.
[161] Rilke, Age., s.506.
[162] Rilke, Age., s.506.
[163] Rilke, Age., s.507.
[164] Rilke, Age., s.507.
[165] Decker, Age., s.42: “(...) beginnt sich die eigene Phantasie in ihr
zu spiegeln. Der NarziB wird geboren. Er ist das Kinde iner Puppenwelt.”
[166] Decker, Age., s.41: “Aus der Puppe heraus tritt eine neue
Gestalt.”
[167] Decker, Age., s.45: “Er sucht die Worte,um sich in ihnen zu spiegeln.(...)Andere
Menschen,Frauen vor allem,können hierbei bestenfalls’Schutzengel’sein.”
[168] Schank, Age., s.83.
[169] Rilke, Age., s.85.
[170] Simenauer, Age., s.260.
[171] Rilke, Age., s.85.
[172] Simenauer, Age., s.258.
[173] Aytaç, Age., s.54.
[174] Kızıler, Age., s.18.
[175] Decker, Age., s.31: “ Ach komm als rettender Engel,hilf!”
[176] Decker, Age., s.31: “Interessanterweise taucht hier schon das Bild
des Engels in Verbindung mit der Mutter auf.”
[178] Schank, Age., s.162.
[179] Decker, Age., s.142: “Wahrend der junge Rilke den alten Fontane noch
pikiert darauf hinwies,daB er nicht das ‘Fraulein Rilke’ sei,das Fontane wegen
des ‘Maria’ in ihm zu sehen glaubte,ist er der Fürstin
gegenüber
geradezu devot.”
[180] Decker, Age., s. 153.
[181] Rilke,Malte Laurids Brigge’nin Notları, Age.,s..23
[182] Decker, Age., s.144: “Aber dann bemerkt sie,daB er schöne blaue
Augen hat,’die Augen einer Frau’.”
[183] Rilke, Age., s.134.
[184] Rilke, Age., s.134.
[185] Decker, Age., s.143: “In ihren ‘Erinnerungen’ beschreibt Marie von
Thurn und Taxis seine erste auflere Wirkung auf sie:’Ich war angenehm
überrascht,zugleich aber auch ein wenig enttauscht,denn ich hatte ihn mir ganz
anders vorgestellt-nicht diesen ganz jungen Menschen,der fast wie ein Kind
aussah;er schien mir im ersten Augenblick sehr hafllich,zugleich aber sehr
sympathisch.”
[186] Decker, Age., s.144: “Auflerst schüchtern,aber von ausgezeichneten
Umgangsformen und emer seltenen Vornehmheit.Fast sofort begannen wir wie gute
alte Freunde zu plaudern.”
[187] Rattner,Eros und Sexus, Age., s.178: “.zum Beispiel Ellen Key, der
Fürsitin Marie von Thurn und Taxis und der Verlegergattin Katharina
Kippenberg.”
[188] Rattner, Eros und Sexus, Age., s.178: Zwischen 1902 und 1926
lernte Rilke die Pianistin Magda von Hattingberg (von ihm Benvenuta genannt),
die Malerin Loulou Albert -Lazard, die Autorin und Joumalistin Claire Goll, die
Schriftstellerin Hertha Koenig, die Malerin Baladine Klossowska ( Merline),
Sidonie Nadherny (die Beinahe - Gattin von Karl Kraus ), die bildende
Künstlerin Mathilde Vollmoeller, die Lyrikerin Marina Zwetajewa und die
Schauspielerin Ellen Delp kennen;
[189] Rattner, Age., s.178: “So wird denn Rilke zum ewigen Flüchtling
vor der Liebe. ”
[190] Rattner, Age., s.192: “Sowohl Manner als auch Frauen waren oft
genug fasziniert von Rilke”
[191] Rattner, Age.. , s.194: “Auch sammelte er Material für ein Buch
über Frauen, die in der Liebe unglücklich waren. Mit ihnen sympathiesierte er
auf besondere Weise.”
[192] Decker, Age., s.46: “Zwar warnt Rilkes Mutter Phia sie vor dem
Irrlicht,das ihr Sohn sei,(.)”
[193] Gunther, Age., s.58: “ Dann strich sie zartlich über seinen
Kopf, nahm ihn liebevoll in die Arme, tat dies so überzeugend und behutsam,
dass er ihre Warme und Geborgenheit fühlte und sich wieder beruhigte.”
[194] Decker, Age., s.51: “Lou Andreas -Salome gibt Rilke den Namen
Rainer und stzt damit eine Zasur.”
[195] Decker, Age., s.61: “Ende August reist Lou ab-zu ihrem früheren
Geliebten,dem Arzt Friedrich Pineles(Zemek).Sie will ihn um Rat fragen,was mit
Rilke zu tun sei,der ihr zunehmend Schwierigkeiten bereitet.
[197] Rilke, Age., s.185.
[198] Freud, Age., s.347.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar