Print Friendly and PDF

Rasûlüllah Sallallâhü Aleyhi Ve Sellemin Huyu Ve Ahlakı

Bunlarada Bakarsınız



Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, halkın sadece düşünceleriyle ilgilenen birisi değil­di. O, siyaset, savaş ve güç adamı olduğu halde maneviyat, tak­va ve sevgi daha çok belirgindi. Hayatını kaplayan askerî ve si­yasî kargaşalar, yüzünde bir peygamberden beklenen huzur, duruluk ve samimiyetin görünmesine engel değildi.
Toplum içinde ondan daha etkili ve sevilen kimse yoktu. Onun sözleri ve davranışları, ümmeti üzerinde hayatta iken olduğu gi­bi öldükten sonra da etkisini sürdürdü. Asırlar sonra şimdi bi­le onun sünneti Kur’an’ın yanında Müslümanların ikinci ilham kaynağıdır.
Sözü ilham gibiydi, düşüncesini aşılıyordu. Münakaşadan, fel­sefî ve mantıkî tartışmalardan nefret ediyordu. Kendisiyle mü­nakaşaya kalkışanlara Kur’an ayetlerini okuyarak karşılık verir­di. Düşüncesini sade ve doğal bir üslupla açıklıyor, tartışmaya girmiyordu.
Sözü, Kur’an’ın sözünden tamamen farklı bir özellik taşıyordu. Herkes onu ayırt edebiliyordu. Anlatım şekli, Kur’an’dakinin tersine normaldi. Sözleri ve düşüncesi, karmaşık ve sanatsal ta­birlerden yoksun olmasına rağmen çok çekiciydi. Dinleyicinin mantığına girmeden önce kalbini ele geçirip duygusunu etkili­yordu. O, daha çok beşerin fıtratına eğiliyordu. Halkın uyanışı­na, onların bilgilenmesinden daha çok önem veriyordu. Sözü, dinleyicileri felsefî ve mantıkî düşünceden çok, vicdanî ve içsel düşünceye sevk ediyordu:
“Aranızda biri konuşan, diğeri susan iki vaiz bıraktım. Konuşan vaiz Kur’an, suskun vaiz ölümdür.”
Onunla ilk görüşmede kendisiyle yaptıkları en basit ve kısa ko­nuşma ile ona teslim olan kimseler, ölünceye kadar imanları üzere kalıyorlardı. Bu insanların çabuk inanan safdil kimseler olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü safdil kimseler her zaman safdil olurlar ve sürekli renkten renge girerler. Ayrı­ca onların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme çok kolay teslim oluşlarının sebebi, onların bedevîliklerinden, bilinçsizliklerinden dolayı da değil­dir. Çünkü bilginler ve aydın görüşlüler, her yeni sözü özellik­le din hakkında söylenen sözü cahil, bedevî ve tutucu halktan daha kolay kabul ederler.
Şiiri severdi, fakat şiir söylemekten sakınırdı. Sanki onu kendi­si için bir zaaf sayıyordu. Konuştuğunda, konuşmasının ahenk­li ve vezinli olmamasına özen gösteriyordu. Eğer bir cümlesi tesadüfen kafiyeli ve vezinli olursa, onu kasıtlı olarak bozuyordu. Sanki lafız ve ibarelerdeki sanatın ve yeniliğin, sözünün sadakat ve samimiyetine gölge düşürdüğüne inanıyordu. Kendisini ve düşüncesini, anlatımına yapay bir renk katmaktan daha önem­li sayıyor ve sözüne şairimsi bir aldatıcılık vermeye ihtiyaç duy­muyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, faaliyetine bir an olsun ara vermedi. İnsanlardan istediği şey, sade, makul ve sağlıklı insanın fıtratına uygundu. Anlattıkları, anlaşılması ilim, felsefe veya karmakarışık düşün­celer edinmeyi gerektiren karmaşık ve kapalı felsefî meseleler değildi.
İnsanın mutluluğu ve toplumun kurtuluşu ve olgunlaşması da bu tür fıtrî, sade ve makul ilkelere bağlıdır.
Sadece Allah’a ta­pın.
Ondan başka hiç kimseye ve hiçbir şeye boyun eğmeyin.
Birbirinize ihanet etmeyin.
Kızlarınızı utanma veya yoksulluk korkusuyla öldürmeyin.
Boşuna birbirinize kılıç çekmeyin.
Bir topluluğu çekici sözlerle düşmanca karalayan, bir topluluğu sahte bir övgüyle temiz, üstün ve iyi gösteren, ruhları boş ha­yallerle, şehvet, yağma, tahrik, kibir, saygısızlık ve ailevi ve ırk­sal övünmelerle kirleten şairlerin sözlerine kulak vermeyin.
Ye­timleri okşayın, açları doyurun. Kâhinlerden, üfürükçülerden ve büyücülerden uzak durun. Ticaretin içinde tamamen boğul­mayın.
Kendinizi zulüm, yalan, hıyanet, nifak, hurafe, kan dök­me, acımasızlık, faizcilik, tefecilik ve kincilikten kurtarın.
İnsanlara yumuşak ve şefkatli davranıyordu. Diğer dinlerin bağ­lılarına da sevgi, saygı ve edeple muamele ediyordu, insanlık ve ahlak söz konusu olduğunda böyleydi ama toplumun kaderi söz konusu olduğu zaman sert ve acımasızdı. Namazı çok se­verdi. Fakat onda aşırı gitmezdi. Namazını uzun tutmazdı. Di­ğerlerine de onu tavsiye ederdi.
Hz. Aişe diyor ki:
“O, gizlice namaz kılmayı çok severdi. Bazen ge­ce yarısı uykudan uyandığımda onu yatakta bulamazdım. Ara­dığımda, onun mescidin tenha ve karanlık bir köşesinde namaz kıldığını, Allah ile konuşup dua ile meşgul olduğunu görür­düm.”
Hayatı, zahitlerin ve dünyadan el etek çekenlerin hayat tarzını andırıyordu. Zırhı, bir Yahudi’nin yanında rehin tutulmuştu. Dünyayı terk ettikten sonra Hz. Ebubekir borcunu ödeyip zırhını geri aldı.
Açlığı severdi. Direncini onunla ölçerdi. Bazen o kadar aç kalır­dı ki açlığın sancısını biraz hafifletmek için kamına taş bağlar­dı. Sanki bu durumdayken hem kendi zaafını hem de gücünü deneyerek ruhunu gündelik hayata alışmaktan korurdu. Kendi­sini doymuş hayatlara özgü tortulaşma ve orta hallilikten çile kırbacıyla kurtarır, yerden uzaklaştırırdı.
Hz. Aişe’nin dediğine göre:
“Ömür boyu bir öğünde iki yemek ye­medi. Hurma bulduğunda ekmek yemedi. Ekmek yediğinde hurma yemezdi.”
“Bütün bunlara rağmen sufîlik, dünyadan el etek çekme ve riyazet ruhunun, toplumda yayılmasından kor­kup onunla mücadele ediyordu. Osman bin Mazun ile Amr bin As ruhbanlık ve Hıristiyanlığın huy ve ahlakından etkilenerek günlerce iftarsız oruç tutuyorlardı. Kadın ve ev hayatından el çekmişlerdi. Peygamber onları bundan sakındırarak şöyle dedi: “Ben Peygamberken iftar edip geceleyin yatarım; yemek yerim, evlenirim, benim sünnetime uymayan benden değildir.” İşte Osman dünyadan öylesine yüz çevirmişti ki bir gün kendisini hadımlaştırarak takvasının şehvete bulanmamasına karar verdi. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onu bu karardan vazgeçirdi.
Peygamber’in güçlü ve sağlam bir mizacı vardı. Acıkmadan ye­mek yemezdi. Tam doyacak şekilde yemek yemekten kaçınırdı. Kendisinin ve dostlarının sağlığının buna bağlı olduğuna inanıyordu. Hiçbir zaman hastalanmadı. Sadece bir defa Hayber’deki bir Yahudi kadınının zehir kattığı kuzu etini yemesinden sonra hastalandı. Gerçi ısırınca zehirli olduğunu hemen anladı ve onu bir kenara fırlattı. Fakat zehir onun üzerinde etki bırak­tı. Ondan bir lokma alıp yutan dostu ise öldü. Bu zehrin etkisi­ni devamlı kendi içinde hissediyordu. Hatta ashabın bir bölü­mü onun ölümünü buna bağlıyorlardı. Bu nedenle onu şehit olarak niteliyorlardı. Hz. Ali diyor ki: “Ölüm döşeğindeyken boğazından kan geldi.” [1] Bu delil, onun ölümünün şüpheli olduğu­nu gösteriyor. Belki de onun zehirlenişini bilen ashabın bu ko­nudaki görüşlerini bu olay güçlendirmiştir.
Halkı davranışıyla çağırdığı din uğrunda can veriyordu. Pratik­te yoksullarla ve mahrumlarla yakın ilişkide bulunmaya çalışı­yordu. Sıradan halk, Kureyş kabilesinin büyüklük taslaması ve Arabın ırkçılığı karşısında aşağılanan garip kimselerle dostluk ve yoldaşlık ediyordu. Davranış şekli tamamen aristokrasi kar­şıtı bir şekil arz ediyordu. Uygulamada buna dikkat ediyordu. Aristokratik hayatın değerlerini, geleneklerini ve âdetlerini yok etmeye çalışıyordu.
Abalarını aristokratların tersine kısa dikmelerini emretti. Hatta onların diz üstü dikilmesini vurguladı. Kolların dar ve kısa ol­masını istedi. Uzun sakaldan nefret ederdi ve şöyle derdi: “Bir tutamdan fazlası ateştedir.”
Kasıtlı olarak çıplak eşeğe binerdi. Bazen başkasını da arkasına bindirirdi. Yolda toprak üzerinde otururdu. Dilencilerle aynı sofraya otururdu. Toplu bir iş yapılacağı zaman Müslümanların hepsi, Kureyş’li ve Kureyş’li olmayan, hür, köle, toplumun bü­yükleri ve adsız sansız kimselerle birlikte çalışırdı. Onun, bu genel eşitlik karşısında müstesna bir yeri yoktu. Herkes gibi ça­lışırdı. Hatta daha zor bir işte çalışmayı tercih ederdi.
Onun ve arkadaşlarının samimiyet ve dostlukları diğerlerine il­ginç gelirdi. Hudeybiye yılında Kureyş’i temsilen Peygamber ile görüşen Urve bin Mesut, ondan ayrıldıktan sonra şöyle dedi:
“Ey Kureyş, ben Hüsrev’i kendi beldesinde, Kayser’i kendi ülke­sinde, Necaşî’yi kendi ülkesinde görmüşümdür. Allah’a ant ol­sun, hiçbir padişahın kavmi arasındaki konumunun, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabı arasındaki konumu gibi olduğunu görmedim. Kavminin onu hiçbir bedele karşılık teslim etmeyeceğini anla­dım. Kendi çarenize bakın.”[2]
Onu ister istemez dostlarının gözünde ve gönlünde saygın ve değerli yapan peygamberlik makamı dışındaki şey, onun sade ve samimi davranışı, ruhunun temizliği, muhabbeti, seçkinliği, büyüklüğü, hatta ses tonunun, bakışının ve davranış biçiminin cazibesi de kalpleri kendisine bağlıyordu. İnsanlar ona büyük, seçkin ve iyi bir dost olarak bakıyor ve seviyorlardı. Otoriter şahsiyeti, güçlü ruhu herkesi kendiliğinden, karşısında huşu ve alçak gönüllüğe sevk ediyordu. Fakat aynı zamanda onunla halk arasındaki ilişki tarzı, hatta Büyük Fransa Devrimini geri­de bırakan, demokrasiyi çağımızın iftiharı sayan, hümanizmi din olarak seçen, insan haklarını bulan, kütüphaneleri, hürri­yet, liberalizm, ferdin siyasî ve toplumsal haklan, düşünce, ya­zı ve hareket hürriyeti konusundaki kitaplarla dolduran bizleri hayrete düşüren şey, kendi düşüncelerini açıklamada Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin görüşünün tersi olsa da Müslümanlara tanınmış olan mutlak hürriyettir.
Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi, peygamber, takva, züht ve ahlak adamı ola­rak bilen bizler için pek ilginç olmayabilir. Fakat onu dâhi in­san sayan kimseler, tarihte sürekli sertlik, acımasızlık, istibdat simgesi, deri soydurup samanla dolduran, saray duvarının dip­lerine ya da şehrin girişine asan, gözlere mil çeken, tandıra atan, kellelerden kule yapan, bir aileyi, bir üyesinin suçundan dolayı topluca imha eden, kafatasında içki içen, bu tip alışık ve normal siyaset şekillerini uygulayan Doğulu bir sultanı, nasıl olur da Arabistan Yanmadası’nda bedevi, kaba ve vahşi Arap kabileleri arasında kendi siyasetini, hürriyet, kardeşlik, eşitlik üzere ku­rar, etrafa da kendi görüşüne hatta aldığı karara karşı durup muhalefet etme hakkı tanır, kendisinde bir noksanlık ve zaaf ol­duğunu sandıklarında açıkça söyleme, kendi karşısında serbest­çe görüşlerini savunma hakkı tanır da kendilerini tehlikede his­setmeleri, hatta onun çehresinde en ufak bir öfke ve hoşnutsuz­lukla karşılaşmaları mümkün olmaz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin siyasî ha­yatında, birçok defa dostları, hatta sıradan ve sorumluluğu ol­mayan halk kesimleri, onun karşısında durup milletinin kade­riyle ilgili olan en hassas konulara ve en önemli olaylara müda­hale ettikleri ve karşıt görüş belirttikleri görülmüştür.
Bedir’de kendi seçtiği savaş üssünü beğenmeyip başka bir yeri öneren bir askerin teklifini hemen kabul ettiğini görüyoruz. Uhud’da ordusundaki genç askerler şehir içinde savunma yap­ma görüşüne karşı çıktılar ve kendi görüşlerini ona empoze et­tiler. O da azınlıkta kaldığı için buna boyun eğdi. Savaşın sonu­cu onun görüşünü doğruladığı, en büyük yenilgiye uğradığı, en değerli dost ve akrabalarını kaybettiği, İslam’ın varlığı tehlikeye düştüğü halde o asla onları kınamadı, hatta hoşnutsuzluğuna dair en ufak bir tepki göstermedi.
Hendek savaşında, o resmen Gatafan taifeleriyle görüşerek düş­man saflarına rüşvet gücüyle ihtilaf sokmak istedi. Bunu ger­çekleştirmek için onlara Medine’nin hurma ürününün yarısını vereceğini taahhüt etti. Düşman da kabul etti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Müslümanların lideri olarak antlaşma imzaladı. Bu arada Ensar başkanlarınca sert bir muhalefet gösterildiğinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, antlaşma metnini yırtmaları için onlara teslim etti.
Hudeybiye’de barış şartlarını Hz. Ali’ye imza ettirdiği sırada dostla­rından bir grup şiddetle itirazda bulunup onu açıkça tenkit et­tiler. Hatta onun gerçekleşmesini önlemeye çalışan Hz. Ömer, açık­ça Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve diğerleri karşısında “Bu antlaşma alçaklıktır.” diye konuştu ve resmen şöyle dedi: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aldığı karar, Müslümanların zillet kaynağıdır!”Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise onun öfkeli ve kırıcı bağırışı karşısında sakince gülümseyerek sabrını koru­du. O da fikir arkadaşlarına cevaben samimi ve güven verici bir şekilde şöyle dedi:
“ALLAH BENİ ZAYİ ETMEYECEKTİR.”
Onun davranış tarzı, dostlarını hatta toplumun sade ve basit ki­şilerini korkutacak, görüş belirtmekten sakındıracak bir tarzda değildi. Kendisine besledikleri sevgi ve iman onları dalkavukça övgüde bulunmaya sürüklemiyordu. Onun İnsanî şahsiyeti kar­şısında kendilerini kaybetmiyorlardı. Onunla ilişkilerde sami­mi, özgür ve açık tavır takmıyorlardı.
Bir savaş seferinden Medine’ye dönerken şöyle dedi: “Fecre ka­dar kim bizim için nöbet tutar? Biz belki uykuya dalabiliriz.” Bi­lal,
“Ben!” dedi. Peygamber konaklama emrini verdi. Hepsi uyudu. Bilal fecri beklemek için namaz kılmaya başladı. Doğu­şunun eşiğinde yorgun bir durumda devesine dayanmış ve uf­ka bakar halde uykuya daldı. Doğan güneş ilk defa Müslüman­ların kendisine karşı gözlerinin kapanmış olduğunu gördü. Peygamber güneşin okşamasıyla yerinden fırladı. Sert ve kınayıcı bir şekilde Bilâl’e şöyle dedi:
“Bize ne yaptın Bilâl?” Bilal de gayet açık ve sade bir şekilde şöyle cevap verdi:
“Seni tutan şey beni de tuttu.” Peygamber, doğru söyledin, dedi. Ardından gü­lümseyerek onun ezan okumasını istedi. Namazdan sonra hal­ka hitaben şöyle dedi:
“Namazı unuttuğunuz ve sonra hatırladı­ğınız zaman onu kılın; zira Yüce Allah, beni anmak için namaz kılın, diyor.”
Kadınlara karşı davranış şekli de çok samimi ve sadeydi. Hayber savaşında da diğer birçok büyük savaştaki gibi Müslüman kadınlar savaşa katılıp yaralılara hemşirelik yapma görevini üstlenmişlerdi. Kadınlardan birisi şöyle anlatıyor:
“Gıfaroğullarından birkaç kadınla Peygamber ile görüşmeye gittik. O, Hayber seferine çıkmaktaydı, dedik ki:
Ey Allah’ın Elçisi, biz seninle ge­lip yaralıları tedavi etmek, gücümüzün yettiği işlerde Müslümanlara yardımcı olmak istiyoruz. Peygamber, Allah’ın bereke­ti üzerinize olsun, dedi. Biz de onunla birlikte hareket ettik. Peygamber beni bineğinin arkasındaki yolluğun üzerine oturt­tu. Yolda namaz için indiler, genç bir kız idim, fakat olgun de­ğildim. İlk olarak kendimi temiz görmedim. Utançtan devenin yanında gizlenip kaldım. Peygamber beni görüp yolluğunu kir­lenmiş bulduğunda şöyle dedi:
“Sana ne oldu, belki âdet olmuşsundur?” Ben de
“Evet” dedim. O da şöyle buyurdu:
“Kendini te­mizle, bir kap su al ve içine tuz koy, onunla yolluğun kirlerini yıka ve daha sonra bineğine dön.”
“Hayber fethinden sonra bize “Fey” den pay ayırdı. Boynumda gördüğünüz bu kolyeyi bana bağışladı ve kendi eliyle boynuma taktı. Allah’a ant olsun, onu hiçbir zaman çıkarmayacağım.”
Ölüm döşeğinde bulunduğun­da, Peygamber’in kolyesi boynunda olduğu halde, cenazesini tuzlu suyla yıkayıp kolyeyle birlikte defnetmelerini vasiyet etti.
Yoksullar, sıradan halk kesimi, onu kendilerinden bildikleri için, onunla ilişki kurduklarında âdâb-ı muaşeret kurallarına bi­le uymuyorlardı. Hz. İbni Ümmümektum, yoksul, kör bir ihtiyardı. Çok konuşan, çok soru soran, her işe burnunu sokan tahammül edilemez tiplerdendi. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona tahammül ediyor­du. O, yerli yersiz bastonu yardımıyla Peygamber’e gelip Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin iş ve uğraşma aldırmadan bağırıyordu:
“Ey Rasûlüllah, bana hadis söyle!” O da söylüyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hiçbir zaman bu yoksul ve çaresiz âmâya rahatsızlığını belirtecek şe­kilde davranmadı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, bir gün düşman kabilelerinin başkan ve ileri gelen­leriyle görüşmekteydi. Var gücüyle onları İslam’a çekmeye uğra­şıyordu. Aniden İbni Ümmümektum’un baston sesi duyuldu. O Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme yetişip abasının eteğine tutunarak şöyle haykırdı:
“Ey Rasûlüllah, bana hadis söyle!” Peygamber yüzünü buruş­turdu. O ne bir şey görüyor ne de anlıyordu, yaptığından da vaz­geçmiyordu. Peygamber yüzünü çevirip ona cevap vermedi. İbni Ümmümektum, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden böyle bir tavır beklemiyor­du. Çok rahatsız oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hali aniden değişiverdi. Yüzü kızardı. Vahy çok sert ve ağır idi ki bir önsözü yoktu. Hi­tap ve nida bölümü gözükmüyordu. Onunla üçüncü şahıs ola­rak konuşuyordu; sanki onunla karşılaşmak istemiyordu.
“Surat astı ve döndü, kör geldi diye.
Ne bilirsin, belki o arına­cak?
Yahut öğüt dinleyecek de kendisine yarayacak.
Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun.
Onun arınmasından sana ne?
Fakat koşarak sana gelen (Al­lah’tan) korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun.
Hayır (olmaz böyle şey) o (öğüt), bir hatırlatmadır.
Dileyen onu dü­şünüp öğüt alır.
O, sahifeler içindedir.
Şerefli, şanlı, yüce ve te­miz, değerli, çok iyi elçilerin ellerinde.
Kahrolası insan, ne ka­dar da nankördür. (80/Abese Suresi 1-17)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunca sertlikten dolayı acı çekti. Öylesine kork­muştu ki titriyordu. Kalkıp üzgün dostunun peşinden koştu. Onu bulup özür diledi. Kendini bağışlamasını istedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hiçbir zaman bu olayı unutmadı. Halkın unutma­sını istemediği gibi kendisi de devamlı hatırlatıyordu. Bundan sonra İbni Ümmümektum’a çok saygı ve ilgi gösterdi. Hatta bir­kaç defa gazveye çıktığında onu Medine’ye başkan atadı. Onun­la karşılaştığı zaman sevinçle şöyle diyordu:
“Aferin, aferin! Al­lah’a ant olsun, artık Allah senin için beni kınamayacaktır.”[3]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi kınayan, onun hatalarını hatırlatan Kur’an ayetle­ri az değildir. Onu öven ayetlerden daha çoktur.[4] Bu, aşklarla ve güzelliklerle tanışan kimsenin gözünde, övgüden daha de­ğerli ve önemlidir. Bu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en güzel fazileti ve Allah’ın en sevgi dolu sözlerindendir. Nitekim Shandel’in deyişiy­le:
“Aşk, uçuşunun en son sınırında tamamen kınayıcı olur. Sevgili en görkemli cilvesinde, âşığın gözünde, kendisinden ta­mamen şikâyet edilen bir varlık olur.”[5] Bu söz, sanki imamın şu güzel ve zarif sözünün tefsiridir.
“İyilerin iyilikleri, Allah’a yakın kulların kötülükleri konumun­dadır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu kınayıcı ayetleri insanlara samimiyet ve özel bir heyecanla okuyor ve sürekli tekrarlıyordu. Esirlere iyilik üzere davranıyordu. Bedir’de kendileri de yoksul olan Müslümanlara şöyle emir verdi:
“Elbise ve yemeklerinize onları da ortak edin.”
Kendisi okuma yazma bilmediği halde okuma yazmayı öğren­meye teşvik ediyordu. Dostlarını öğrenmeye zorluyordu. Be­dir’de okuma-yazma bilen esirlere, on tane Müslüman çocuğa okuma yazma öğretebildikleri takdirde serbest bırakılacaklarını söyledi.
Savaş sahnelerinde hayret verici bir kabiliyet gösteriyordu. Onun çatışmalarında en ufak bir zaaf noktasına rastlanmadı. Herkesi nasıl bir fedakârlığa yönelteceğini, gözlerde ölümü na­sıl küçük düşüreceğini biliyordu. Zorluk anlarında çok yürekli ve sabırlıydı. Hz. Ali gibi birisi diyor ki:
“Savaşın gidişatı zorlaştığın­da biz ona sığınırdık.”
Kendisini azarlayan kimselere karşı öylesine fedakârlıkta bulu­nuyordu ki kötülüğe sevgiyle karşılık vererek onları utandırıyordu.
BİR SOKAKTAN HER GEÇİŞİNDE BİR YAHUDİ ONUN ÜZERİNE EVİNİN ÇATI­SINDAN SICAK KÜL DÖKÜYORDU. O SİNİRLENMEDEN SAKİNCE GEÇİP Gİ­DİYOR, BİR KÖŞEDE DURUP ÜSTÜNÜ BAŞINI TEMİZLEDİKTEN SONRA YO­LUNA DEVAM EDİYORDU. BİR BAŞKA GÜN BU İŞİN TEKRARLANACAĞINI BİLDİĞİ HALDE GÜZERGÂHINI DEĞİŞTİRMİYORDU. BİR GÜN ORADAN GE­ÇERKEN KÜL DÖKÜLMEDİĞİNİ HAYRETLE GÖRDÜ. RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM BÜYÜK­LERE YAKIŞIR BİR TEBESSÜMLE,
“BUGÜN DOSTUMUZ BİZE NİYE UĞRAMA­DI?”
DEDİ. HASTA OLDUĞUNU SÖYLEDİLER.
“ONU GÖRMEYE GİTMELİ.” DEDİ.
HASTA, PEYGAMBER’İN YÜZÜNDE ÖYLESİNE SADAKAT VE SAMİMİ­YET GÖRDÜ Kİ YILLARDAN BERİ DOST OLDUKLARI HİSSİNE KAPILDI. ADAM, BU DURU, COŞKUN, SEFA VE SEVGİ DOLU HAYIR ÇEŞMESİ KARŞISINDA RU­HUNUN TEMİZLENİP YIKANDIĞINI HİSSETTİ VE KÖTÜLÜK, EZİYET VE HI­YANET LEKELERİNİN İÇİNDEN TEMİZLENDİĞİNİ GÖRDÜ.
Öylesine mütevazıydı ki bencil, mağrur ve kibirli Arapları hay­rete düşürdü. Hayatı, davranış tarzı ve ahlakî özellikleri, sevgi, güç, ihlâs, direnç, yüksek düşünce ve ruh güzelliği ilham edi­yordu.
On yıllık Medine hayatında 38 seriyeye, 27 gazveye bizzat ka­tıldı:
Ebva, Buvat (Rıdvan bölgesinde), Aşire, Birinci Bedir (Kurz bin Cabir’i takip), Büyük Bedir, Keder (Selmoğullan), Sevik (Ebusüfyan’ı takip), Zîemr (Gatafan ile), Bahran (Hicaz’da maden), Uhud, Hamrâulesed, Nadiroğullan, Zatürrika, Son Be­dir, Dumetülcendel, Hendek, Kureyzaoğulları, Beni Lihyanoğulları, Hüzeyl, Mustalikoğulları, Hudeybiye, Hayber, Kaza Umresi, Mekke’nin Fethi, Taif, Tebük.
Dokuz gazvede bizzat savaştı.
Bedir, Uhud, Hendek, Kureyzaoğulları, Mustalikoğulları, Hayber, Fetih, Huneyn, Taif.
BÖYLECE ON YIL BOYUNCA 65 SAVAŞ YAPMIŞTIR. Yaklaşık 50 günde bir savaşmıştır. Bu da hem onun enteresan kabiliyetini (son on yıllık ömrü, 53 ile 63 yaşları arasında), hem de şahsiyetinin ni­teliklerini gösteriyor.
13 defa evlendi.
Vefat ettiğinde 9 eşi vardı.
Eşlerinin çoğunun mihri 400 dirhem idi. (Hatice hariç; onun mehri 20 genç devey­di.)
Kureyşli ile Kureyşli olmayan, esir ile hür, kız ile dul kadın arasında fark gözetmezdi. Hz. Aişe’nin mehri ile Huzeyme kızı Hz. Zey­neb’in mehri eşitti. Hz. Ümmü Seleme’ye verdiği mehir, hurma lifin­den bir yatak, bir kadeh, büyük bir kap, bir takım değirmen taşı.
Huyey bin Ahtap’ın kızı Hz. Safiye’yle evlendiğinde (Beni Nadir ka­bilesi başkanının kızı) düğün yemeği verdi. Fakat İbni Hişam’ın deyişiyle
“Ne yağ ne de eti vardı. Arpa unu ile hurmadan iba­retti.”[6]
Seçkin şahsiyeti, ahlak ve tavırlarındaki alışılmamış özellikler, ruhunda bulunan sertlik ve hücum gücü, hareketli özelliği, duygusundaki incelik, sevgi ile iç içe geçmiş sertlik ve haşinli­ği, her gönülde anlam bulan sözlerinin gizemli cazibesi ve dav­ranışının güzelliği kadınların kalbini de etkiliyordu. Kadınların çoğu ona ya iman karışık bir aşk ya da aşk karışık bir iman ile bağlanmışlardı.
Ruhunun güzellikleri ve vücudunun gizli defineleri bitip tüken­mezdi. Öyle ki aşk ona yaklaştıkça daha bir kendini kaybedi­yor. Ondan tat aldığı oranda daha çok susuyordu. Hanımları in­citmelerine rağmen ona tutkundu. Onunla baş başa kalıp daha iyi tanıdıklarında iman ve aşkları daha bir güçlenip kök salıyor­du. Yaptıkları azarlar da aşk ve kıskançlıktan ileri geliyordu. Eşin imanı ve aşkı, bir erkeğin yolunun hakikatine, ruhunun güzelliğine sadık tanıklardır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında Hatice inanmış bir âşıktı. Hz. Aişe âşık bir mümindi. Diğer eşlerinin kalp­leri ve gönülleri de bu ikisiyle dolup taşıyordu.
Tarih, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin fetih ruhunun etkinliği, bakışının güçlü cazibesi karşısında dağılan, ele geçirilen, onun büyük ve güçlü şahsiyetinin güzelliğine tutkun olup onunla bütünleşen kalpler­den söz ediyor.
Haris’in kızı Meymune, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi onun üç günlük Mekke ikametinde görmüştü. 16 yaşında bir kadın olmasına rağmen 60’ındaki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme vurulmuştu. Onun güçlü cazibesine, gizemli şahsiyetine, metanetli davranışlarına öylesine tutkun ol­muştu ki Peygamber’in temsilcisi onu istemeye geldiğinde, de­ve üzerinde iken öylesine heyecanlanıp kendisini kaybetti ki ona cevabında şevkle şöyle dedi:
“Bu deve üzerindeki her şey Allah’ın ve Rasûlü’nündür!”[7]
Onunla evlenirken Kureyş, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin düğün ve tören düzenlemesine izin vermedi. Bu yüzden gerdek çadırını Medine’ye dönüş yolunda Surf’da kurdular. Üç yıl sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dünyasını değiştikten sonra, Meymune 25 yıl daha onsuz yaşadı. Fakat onu unutma­dı. Ölüm gecesinde Surf’da o noktaya defnedilmesini vasiyet etti.
Kur’an ve siyer, öz varlıklarını ona bağışlayan, hibe eden kadın­lardan bahsediyor:
Birisi Meymune’dir. İslam inancı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem aşkı, benliğine gönül ve beyin yoluyla kazandı ve ruhunu büyüledi. Diğeri Cahş’ın kızı Hz. Zeyneb’tir. Çok olaylı ve karışık bir öyküsü vardır. Diğeri Ümmü Şerik’tir. Adı Güziye’dir, Cabir bin Vehb’in kızı­dır. Peygamber ona,
“Biz susalım, gelecek konuşsun.” dedi, fa­kat “gelecek” de sustu.[8]
Kur’an’da: “Bir de kendisini Peygamber’e hibe eden ve Peygam­ber’in de kendisini almak istediği inanmış kadını diğer mümin­lere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helal kıldık). (33/Ah- zab Suresi 50)[9]
Ne kadar zarif ve güzel bir anlatım!
Kadınlara davranış şekli, incelik ve zarafet doluydu. Bu tutum o günlerde hayret uyandırıyordu. Onu defalarca sertçe azarladık­ları ve şiddetle sinirlendirdikleri halde onlara elini bile kaldır­madı. Hâlbuki diğer erkeklerin görüşü, (günümüzde de birço­ğunun görüşü olan)
“Kötek kadının gıdasıdır. Ara sıra onu döv­mek gerekir, yoksa isyan eder!” [10] idi. Bu düşünce tarzı, yarı vahşi, medeni toplumlardan uzak erkeklere has değildir. Böyle sözleri Aristo gibi şahsiyetlerin dilinden de duyuyoruz.
NİETZCHE diyor ki: “Her kadınla buluşmaya gittiğinizde kırbacınızı unutmayın!”
Firdevsî diyor ki:
“En iyisi kadınla ejderhanın toprak olması En iyisi dünyanın bu iki pislikten arınması. ”
BUDA, misyonunu başlattığında bir süre kadınlarda hidayet ka­biliyetinin olup olmadığında tereddüt ediyor. Onların da bu di­ne davet edilebilmesi konusunda düşünüyordu. İşin başında kadınları davet etmedi. Nihayet takipçilerinden bir grup bu ko­nuda görüşünü sorduklarında (tebliğcilerin görevlerini belirle­mesini istediklerinde) bir süre düşündü, sonra kadınların da di­nine girmeleri için davet edilmesine karar verdi.
Ama Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, dünyamızdan sadece güzel koku, kadın ve namazı seviyor.
HER ŞEYE İSİM KOYMAYI SEVERDİ; BİNEKLERİNİN, KILIÇLARININ, MIZRAKLARININ, KALKANLARININ, HATTA SARIĞININ VE GİYSİLERİNİN BİLE ÖZEL ADLARI VARDI. Dostlarını da seçtiği adlarla çağırıyordu. Bu adlandırmaların her biri kendine göre incelik ve özellik taşıyordu. Onlarla olan samimiyet ve yakın ilişkilerini artırıyordu. Bir gün mescide geldiğinde Hz. Ali’nin toprak üzerinde uyuduğunu gördü. Uyandırdı, üstünün başının toprak olduğunu gördü; “EBU TURAB” adını taktı. Sonraları Muaviye, Ali’yi kınamak ve küçük dü­şürmek için onu bu adla çağırıyordu. Ali ise bu adıyla iftihar ediyordu. Zeydülhaylile görüşünce onu “ZEYDÜLHAYR” diye ad­landırdı. Ebulâs’a EBUMUTİadını verdi. Bir gün ashaptan birinin kediyle geldiğini görünce onu Ebu Hureyre diye çağırdı. O da bu adla ün kazandı.
Latifeli ve şakacı olmayı severdi. Ancak yumuşak ve güzel şaka­yı tabiî. Bir gün dostları arasında bir ağaca sırtını dayayarak oturmuştu. Bir ayağını diğer ayağının üzerine koyup şöyle de­di:
“Bu ayağım neye benziyor?” Herkes bir şeye benzetti. Kimi­si şimşir ağacı dalına, kimisi bitki dalma, kimisi kristalden ya­pılmış kandil direğine, kimisi de... benzetti. O da ayağını yere koyarak diğer ayağını üzerine yerleştirdi ve şöyle dedi:
“Hayır, bu diğerine benziyor!”
Eşleriyle çokça konuşup gülüşürdü. Hz. Aişe’yle şakalaşmayı çok severdi.
Davranışının sadeliği, yumuşak huyluluğu ve alçak gönüllülü­ğü, şahsiyetinin büyüklüğünü, maneviyatını ve cazibesini azalt­mıyordu. Her kalp, karşısında huşuyla otururdu. Her gurur, onun iyi ve güzel ihtişamı altında kırılırdı. Onun üstünlüğü her toplulukta herkesçe biliniyordu.
Yanma gelen herkes yaklaştıkça onu daha büyük görüyordu. Onunla daha fazla ilişki kuran, onu daha sevimli ve daha yeni buluyordu.
Hz. Ali, onu çok iyi tanıyor ve seviyordu. Simasını ve vücut yapısı­nı kendine özgü ve canlı kelimelerle tasvir etmiştir:
Geniş alnı vardı.
Elleri ve ayaklan büyüktü.
Omuzları geniş ve güçlü idi.
Orta boyluydu.
Ne uzun gözükecek kadar uzun ne de ufak gözükecek kadar kısaydı.
Yüzü açık, rengi pembe ve bir de­yişe göre esmerdi.
Siyah gözleri, gür kirpikleri vardı.
Bir avuç dolusu gür sakalı vardı.
Ömrünün son dönemlerinde çenesinin kıllan ve kulaklarına yakın bölümleri ağarmıştı.
Pazı ve omuzları üzerinde sıkı kıllar çıkmış, iki taraftan birbirine kavuşmuş, bir ip gibi göbeğine kadar inmişti.
Başı büyüktü.
Saçlarını kulaklarının altına kadar, bir deyişe göre omuzlarına kadar uzatırdı.
Gömleği çok severdi.
Bazen iki parça (kadife) ile örtünürdü. Bi­rini beline, diğerini omuzları üzerine atardı. Bazen sarık, bazen külah giyerdi. Üç tane külahı vardı. Biri siyah, biri beyaz, diğeri de kulaklıydı ve savaşlarda giyerdi.
Genellikle elbise ve ayakka­bısını bizzat kendisi yamardı.
Cuma günleri için özel bir elbise­si vardı.
Temizlik ve yıkanmayı çok severdi.
Saçlarını her zaman tarardı.
Güzel koku sürüp süslenirdi.
Uykudan önce ve sonra üç defa misvak kullanırdı.
Bir havluyu iki defa kullanmazdı.
Çok az konuşurdu.
Az gülerdi.
Gülüşü kahkahalı değildi.
Sade­ce gülümserdi.
Ses tonunun kalpleri etkileyen bir cazibesi var­dı.
Genellikle gözlerini kısar, yere bakardı.
Başını pek az kaldırırdı.
Hiçbir zaman bir tarafa yan taraftan bakmazdı.
Bütün vü­cuduyla dönüp tam karşıdan bakardı.
Şaşırdığı durumlarda eli­ni hızla döndürüp avuç içini üst tarafa çevirirdi.
Konuşurken anlaşılmayan bir söz duyunca sol elini sağ elinin üzerine vurur­du.
Sinirlendiği zaman yüz çevirirdi.
Sevinçliyken gözlerini kı­sardı. Daha çok sevindiğinde gözlerini yumardı.
Çok sade dav­ranışlı ve alçak gönüllü olmasına rağmen büyüklük ve yiğitlik zamanında çok hassas ve sertti.
Amre ya da Esma’yla[11] evlilik gecesinde; gelin, Arap kadınlarının âdetine göre kendini naza çekmek istedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bakarak şöyle dedi:
“Vah, senden Allah’a sığınırım!”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem soğukkanlılıkla, Allah’a sığınan kimseye el sürmek yakışmaz, cevabını verip onu geri gönderdi. Şöyle dedi:
“BİZE NAZEDENLER VAR. BİZ KİMSEYE NAZ ETMEYİZ.”[12]
Yürürken saldırırcasına yürürdü.
Adımları baş ve omuzlarından daha geride kalırdı.
Uzaktan bakınca yüksek bir yerden iniyor­muş gibi görünürdü.
Yaklaştığında bir kayanın kayıp yuvarlan­ması ya da dağdan akan su gibiydi.[13]

Kaynak:
ALİ ŞERİATİ, İslam Nedir Muhammed Kimdir, İstanbul, Fecr Yay. 2009, s. 537-552


[1]   Nehcül Belaga, Abduh tashihi, s. 218.
[2]   Muhammed Kimdir, Hudeybiye Antlaşması.
[3]   Muhammed Kimdir bölümü.
[4]   Tefsir-i Nevin.
[5]   Shandel: Les Cahiers Gris, Tunisie, P. 517.
[6]   lbni Hişam, c. 2, s. 218.
[7]   İbni Hişam, c. 2, s. 232.
[8]    Age, aynı yer.
[9]    “Temiz imanlı kadın kendisini Peygamber’e hibe etti”. Müfessirlerin çoğu ka­dınlardan birinin bu ayete muhatap olduğunu ileri sürerler. Sanıyorum ki “kadın” kelimesinin nekre olması onları böyle bir zanna sürüklemiştir. Hal­buki, Peygambere karşı temiz ve imanla aşk duyan herhangi bir kadının bu ayetin muhatabı olduğunu ileri sürmemiz daha doğal ve doğru gözükmek­tedir: Cahş’ın kızı Zeynep, Haris’in kızı Meymune, Ümmü Şerik, Hakim’in kızı ve Peygamber’in takvalı sahabesi Osman bin Mazun’un eşi “temiz kalbli, kavrayış gücü yüksek, bilgin bir kadın olan Huveyle bu ayetin muhatabı­dır. Bazılarına göre Huveyle Sakifli kadınların en değerli ve görkemli kadı­nıydı.” (Mecmaul Bahreyn: Vehb).
[10]    Erkeklerin genel yerleşik inancı: “Kadına arada sırada dayak atmaz ve tartak­lamazsan üzerinde hâkimiyetkuramazsın.”
[11]    lbni Hişama göre Yezit Kilabî’nin kızı Amre; cildi hastalıklı olduğu için, ona bir miktar mal bağışlayıp salıverdi.
[12]  lbni Hişam, c. 2, s. 647.
[13]  Bu özellikleri birçok kaynaktan topladım. Abduh tashihli Nehcü’l-Belaga v.s.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar