Print Friendly and PDF

RUHTAKİ STALİN (1973-7)

Bunlarada Bakarsınız



 
Ursula Kroeber Le Guin Diyor ki;
Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar
Bir gemi mühendisi olan kahramanımız Y., ülkesinde Devrim en nihayet patlak verdiğinde yabancı bir ülkededir. Hayatı boyunca hep radikal bir devrimci olmuş, bu uğurda çeşitli kereler tutuklanmış, sorgulanmış, hapse mahkûm olmuş ve evinde gözaltında tutulmuş biridir Y., bu yüzden yeni çağın doğuşunu kutlamak için hemen ülkesine döner.
Yetenekli bir yazardır; eski düzenin sansüründen kurtulur kurtulmaz hayat dolu, putları kırmayı hedefleyen denemelere girişen genç bir yazar grubuna katılır. Ancak özgürlük dönemi yalnızca birkaç yıl sürer. Devrim zorlukla kazandığı zaferi sağlamlaştırıp etkili bir yönetim oluşturacak şekilde katılaşırken, Y. onunla birlikte katılaşmaz, aykırı biri olarak kalır. Konumu bağımsız, ironik ve eleştireldir. Hiçbir değeri ya da ödülü sorgulamadan kabullenmez. Bu yüzden yeni hükümet onu, tıpkı eski hükümet gibi, yurtsever olmayan, yıkıcı ve tehlikeli biri olarak görür. Y. buna pek aldırmaz; tehlikeyi sever. Yazmaya devam eder. Yaratıcı gücünün doruğundayken bir roman yazar. Bir bilimkurgu romanıdır bu; olumsuz bir Ütopyadır. Ulusunun giderek katılaşmasına ve otoriterleşmesine karşı parlak bir tanıklık ve tutkulu bir hürriyet savunusudur. Romantik, yaratıcı, zekice yazılmış, güçlü ve güzel bir kitaptır; belki de yazılmış en iyi bilimkurgu romanıdır. El yazmasının yayımlanmadan önce hükümet tarafından onaylanması gereklidir. Onaylanmaz.
Üç yıl sonra, el yazmasının bir kopyası yurt dışına kaçırılarak basılır; çeviriler yapılır ve kitap birçok dilde yayımlanır - yalnızca kendi dilinde, kendi ülkesinde yayımlanmaz.
On yıl sonra bürokratların ve hükümetin gözüne girmek için çırpınan başka yazarların kendisine karşı yürüttüğü aralıksız kampanyadan yılan Y., devlet başkanından ülkeyi terk edebilmek için izin ister. "Ülkemizde küçük insanların önünde eğilmeden büyük edebi fikirlere hizmet etme imkânı doğar doğmaz geri dönme hakkım saklı kalmak kaydıyla," der mektubunda, "yurt dışına çıkmak için izin istiyorum." Pek alçakgönüllü bir mektup sayılmaz bu, ama gene de izin verilir. Paris'e gider. Geride kalan dostları birer birer, sansür tarafından, mahkeme ve hapis yoluyla, ya da idamla susturulur. Y. yalnızca görünürde kurtulmuştur; toplama kamplarındaki ya da toplu mezarlardaki dostlan kadar sessizdir artık. Ekmeğini kazanmak için film senaryoları yazar, ama dişe dokunur hiçbir şey yazmaz. Yedi yıl sürgünde yaşadıktan sonra ölür.
Ölümünden otuz altı, kitabın yazılmasından elli iki yıl sonra, 1973'te, büyük romanı hâlâ kendi ülkesinde yayımlanmamıştır.
Bu gerçek bir roman, bir biyografi taslağı kuşkusuz. Y., Yevgeni İvanoviç Zamyatin; benim gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu eseri olarak gördüğüm romanının İngilizce adı ise We (Biz)- Rusya'da bir anlamda bir ada bile sahip değil. Yok. Sansür edildi.
Zamyatin'in hayatı bir trajediydi; ama aynı zamanda bir zaferdi de, çünkü düşmanlarına karşı hiçbir zaman güç kullanmadı, asla şiddete başvurmadı, kin bile gütmedi. Bildiğini söyledi, yüksek sesle ve açık seçik, zekice ve cesaretle, sevdiği şeylere ihanet etmeden konuşabildiği sürece; sürgünde artık bunu yapamaz hale geldiğinde ise, sustu.
Zamyatin’i unutmamakta fayda var, çünkü Amerika'da ne zaman sansürden söz etsek sızlanma eğilimindeyiz. Radikaller kurulu düzenden şikâyet ediyor, Beyaz Saray basından şikâyet ediyor - adil değilsiniz, taraf tutuyorsunuz, gerçeği gizliyorsunuz - hele bir durun, canınıza okuyacağım.
Sindirmeyi, baskıyı ve sansürü -kurumsallaşmış iktidarın olduğu her yerde sansür de vardır- yenmenin tek yolu, bunları reddetmektir. Misilleme yapmak değil -sen beni susturmaya çalışırsan, ben de seni susturmaya çalışırım- hem araçlarını hem de hedeflerini reddetmek. Tümüyle üzerinden atlamak. Onlardan daha büyük olmak. Zamyatin'in yaptığı tam da buydu işte. Ruhen düşmanlarından büyüktü ve onların küçüklüğünün kendisine bulaşmasını, ufalmayı bilinçli olarak reddetti. Küçük pis oyunlar oynamadı. Stalin'i ruhuna sokmadı.
Bu tür bir bilinçli reddin yanma bile yaklaşabilmek için, sansür sorununun tümünü, acilen ve dürüstçe ele almalıyız. Pornografik diye adlandırılan malzemenin sansür edilmesi meselenin yalnızca bir, ve kanımca merkezi olmayan, yanı. Ancak Yüksek Mahkemenin son gerici kararı, savaşı bu cephede açtı. Aynı şekilde, ABD'de doğrudan siyasal sansür, yine meselenin yalnızca bir yanı. Hükümet istediği şeyi "Gizli" diyerek gömdüğünde, ya da polis ve Vergi Bürosu Marksist (ya da öyle olduğundan şüphelenilen) yazarları taciz etmekte kullanıldığında aciliyet kazansa da, bu hâlâ -henüz- merkezi mesele değil. Yalnızca bazılarımızı ilgilendiriyor. ABD'deki her yazarı, basılan her kitabı ilgilendiren şey, piyasanın sansürüdür.
Biz totaliter bir devlet değiliz; bir demokrasiyiz hâlâ, yalnızca isimde değil, ama kapitalist bir demokrasi, bir şirketler demokrasisi. Bizim sansür biçimimiz, kurumlarımızın doğasından çıkar. Bizim sansürcülerimiz, pazar yerinin putları.
Bu nedenle bizim sansür biçimimiz alışılmadık ölçüde akışkan ve değişken; hiçbir zaman onu tam olarak tanımladığınızdan emin olamıyorsunuz. Bastırma, siz farkına varmadan önce oluyor; gözlerinizin arkasında.
Bize "Hükümeti eleştirmeyeceksiniz; mutsuz şeyler yazmayacaksınız. Anavatanın kahraman askerlerini ve hidroelektrik santrallerdeki mutlu işçileri yazacaksınız. Sosyalist Gerçekçi olacaksınız ve gülümseyeceksiniz," diyen bir Jdanov'umuz yok. Böyle emirler verilmiyor; olumlu ya da olumsuz mutlak standartlar yok. Pazar yerindeki tek standardımız, Satar mı? Bu ise içkin olarak çok geniş ve sürekli değişen bir standart.
Piyasanın hükmettiği yerde, moda hükmeder. Güzel sanatlar, tıpkı giyim, aşçılık ve ev dekorasyonu, vs. sanatları gibi, sürekli bir değişim baskısına maruz kalırlar; çünkü yenilik, kaliteden bağımsız olarak, pazarlanabilir, reklamı yapılabilir bir değerdir. Bu tabii ki çok sınırlı bir yenilik türüdür. Etek boyu beş santim aşağı ya da yukarı; yaka bir santim daha geniş; bu yıl roman öldü, ama kurgusal gazetecilikte müthiş iş var; bilimkurguda Kıyamet bitti, Çevrecilik moda. Pop sanatı denilen şey, bir meta olarak sanatın gerçek özüydü; çorba kutulan. Sahici yenilik, sahici özgünlük şüphe çeker. Tanıdık bir şeyin yeniden ısıtılıp önünüze sürülmesi değilse, ya da biçimde deneysel ama içerikte açıkça önemsiz ve sinik değilse, güvenli değildir. Oysa güvenli olmalıdır. Tüketicileri rencide etmemelidir. Tüketicileri değiştirmemelidir. Onları şoke etmek, epater le bourgeois [burjuvayı sersemletmek], kesinlikle yapılabilir şeyler; yüz elli yıldır yapılmakta olan bu, bu meslekteki en eski oyun. Şoke edin onları, sarsın, gıdıklayın, kıvranıp çığılık atsınlar ama sakın düşündürmeyin. Eğer düşünürlerse, gelip bir kutu çorba daha almayabilirler.
Bence, modern sanatçının elindeki neredeyse sınırsız biçim özgürlüğü, sanatın bu önemsizleştirilmesinin bir fonksiyonu. Eğer sanat yaratıcıları ve tüketicileri tarafından ciddiye alınırsa, bu sınırsız müsamaha ortadan kalkar ve gerçekten devrimci ihtimaller belirir. Eğer sanat ahlaki bir anlamı olmayan bir spor gibi görülürse, ya da akli bir anlamı olmayan bir kendini ifade biçimi olarak görülürse, ya da toplumsal anlamı olmayan pazarlanabilir bir meta gibi görülürse, her şey mümkündür artık. Bir uçurumu plastik bir filmle kaplamak, Şistine şapelinin kubbesine Adem'in Yaratılışını resmetmekten ne daha az yaratıcıdır, ne de daha fazla. Ama eğer sanatın ahlaki, entelektüel ve toplumsal bir içeriği olduğu, gerçekten bir şeyler söylemenin mümkün olduğu kabul edilirse, sanatçı açısından öz disiplin yaratma eyleminin önemli bir unsuru haline gelir. İzleyici tarafında ise, komisyoncular söylenmeye başlar. Yayıncılar, galeri sahipleri, girişimciler, üreticiler, pazarlamacılar huzursuz olurlar. Bu işe para için girdikleri ölçüde, sanatın ciddiye alınmaması onları mutlu eder. Çorba kutuları çok daha kolaydır. Ürünlerinin satmasını isterler; paranın çabuk geri dönmesini, ürünlerin kendiliğinden çabuk eskiyebilir olmasını.
[ "Bu işe para için girdikleri ölçüde" ifadesi tabii ki birçok yayınevini -en azından kurgu ve şiir bölümlerini- bu suçlamanın dışında bırakıyor. Ama sözünü ettiğim şeyin mükemmel bir örneği olarak, reklam yoluyla "best-sel-ler" yaratma gayretlerine, ya da birçok büyük BK yayıncısının yayım ve dağıtım alışkanlıklarına bakılabilir.]
Büyük, dayanıklı, gerçek, korkutucu şeyler istemezler.
Bazen şu anda yaşayan en korkutucu insanın Aleksandr Soljenitsin olduğunu düşünüyorum. Stalin ve Hitler'le aynı dünyada, Joe McCarthy ve G. Gordon Liddy ile aynı ülkede yaşadım, bunların hepsi beni korkuttu. Ama hiçbiri Soljenitsin kadar korkutmadı, çünkü hiçbirinde onun gücü yoktu: Bana Doğru mu yapıyorum? sorusunu sordurma gücü.
Acaba bu ülkeden bir Soljenitsin (bir Pastemak, Zamyatin ya da Tolstoy) çıkmamasının nedeni, çıkabileceği ihtimaline inanmamamız olabilir mi diye düşünüyorum. Çünkü biz sanatın gerçekliğine inanmıyoruz. Rusların tuhaf tarafı, sanata, sanatın insanların zihinlerini değiştirebileceğine olan inançları. Bu yüzden sanatı sansür ediyorlar. Aynı nedenle de bir Soljenitsin'leri var. Her ülke hak ettiği hükümeti bulur, derler. Bence bunu "Her ülke hak ettiği sanatçıları bulur," diye tamamlamak gerekir. [(Yazarın notu, 1978): Bunlar 1970'li yılların başlarında, Soljenitsin henüz Sovyetler Birliği'nden ayrılmadan önce yazılmıştı.]
Kahramanımız X., boş vakitlerinde öyküler yazan bir matematik öğretmenidir. İki öyküsünü bilimkurgu dergilerine yollar; dergiler öykülerini basarlar ve zamanla BK meraklılarıyla tanışmaya başlar. Bir yazarın hayatının nasıl olduğunu gördükçe, bundan giderek daha çok hoşlanır. Sonunda matematik öğretmenliği yeter artık, diye düşünür. Ben yazarım; büyük Y ile.
Ama karnını da doyurması lazımdır.
Bu yüzden planladığı dev romanı yazmaya başlamadan önce, para kazanmak amacıyla, o sıralarda moda olan "kılıç ve büyü" tarzında Vizıgot Vulg adlı bir kitap yazar. Roman tutar. Yayıncısı bunu bir dizi haline getirmesini ister. O da diziye başlar. Sekiz yıl sonra, hâlâ Vizigot Vulg kitapları yazmaktadır. Sonuncusunun (No. 14) adı Eldirtch Ichor'un Kaybolan İffeti.
Alternatif son: Dev romanını yazmaya başlar, ama bir arkadaşı o aralarda porno işinde iyi para olduğunu söyler ve ona aracılık yapmayı önerir. Sekiz yıl sonra hâlâ porno kitapları yazmaktadır. Sonuncusunun adı Derin Koltukaltı.
Alternatif son 2: Porno değil de çizgi roman. Ya da pembe diziler. Ya da uluslararası casusluk romanları. Ama o ciddi romanını hâlâ yazacak, hele şu klima aletinin ve elektrikli konserve açacağının taksitleri bir bitsin.
Alternatif son 3: Romanını yazar. İyi bir romandır ve iyi satar. Ama basılmış halini gördüğünde anlar ki, tam istediği roman değildir bu. Bir ilk romandır ve daha öğrenmesi gereken çok şey vardır; ama öğrenebileceğinden de emindir. İkinci kitap daha iyi olacaktır; eğer mesleğini iyi öğrenirse, ondan bir sonraki kitabı da yazılmış en iyi BK romanı olacaktır. Ama ilk romanı bir sinema yapımcısının eline geçer. Sinema telif hakkı olarak elli bin dolar önerirler. Kendine geldiğinde eşyalarını toplayıp Hollywood'un yolunu tutmuştur bile. Ve sekiz yıl sonra, başarılı bir sinema ve TV senaryo yazarıdır artık. Yazdıkları filme çekilmeden önce büyük ölçüde değiştirilir; iğdiş edilir bile diyebilirsiniz, ama yılda altmış bin dolar kazanan biri için nedir ki bu? İkinci romanını yazmaya bir türlü sıra gelememiştir, ama yazacak; hele şu ısıtmalı yüzme havuzunun ve dokuzuncu karının taksitleri bir bitsin.
Sonunda, ün ve servet dolu bir hayat yaşadıktan sonra ölür.
Otuz altı yıl sonra, elli iki yıl sonra, dev romanı ülkesinde hiç yayımlanmamıştır. Ya da herhangi bir ülkede. Hiç yayımlanmayacak. Hiç yazmadı ki. Sansürcünün yargısını kabul etti. Toplumunun değerlerini sorgusuz sualsiz kabul etti. Sorgusuz sualsiz kabulün bedeli sessizliktir.
(Kim bu?)
Bay X.'in hikâyesinin en üzücü yanı, onun özgür bir insan olmasındadır. Hepimiz özgürüz. Yalnızca sik ve bok yazmakta ve "America"yı "k" ile yazmakta değil; canımızın istediğini yazmakta özgürüz. Bu özgürlüğü, bu yüzyılın ilk yarısında sanatçılar ve adil hukuk ve devlet adamları bizim için kazandı; büyük kısmı 1783 Anayasası ile sağlanmıştı zaten. Özgürlük var. Özgürüz, belki de bir sanatçının ya da kamuoyunun bugüne dek olmadığı kadar özgürüz.
[ Not (1989) Özgürlüğümüzle ilgili sorun "biz"in kim olduğunda yatıyor tabii. Örneğin, "Adil adamların bizim için kazandığı" özgürlük, büyük ölçüde "adamlar için" bir özgürlüktü, kadınlar için değil. Neyse ki özgürlük, dıştalayıcı olmaktan uzaklaşır giderek, karşılıklı olmaya doğru yaklaşır; tüm despotların bildiği gibi, ne kadar fazla özgürlük varsa, halk o kadar daha fazla özgürlük ister. Tarihsel açıdan, erkeklerin oy hakkı olmadan, adınla-rın oy hakkı olamazdı. Ve kadınlar geçtiğimiz yüzyılın adil kadınlarının başlattığı, kendimiz için özgürlük kazanma ve koruma mücadelesini sürdürdükçe, erkekler de kendilerini o ölçüde özgürleşmiş hissedecekler.]
Geçenlerde Giovanni Grazzini'nin Soljenitsin üzerine yazdığı ilginç kitapta şu bölüme rastladım:
Gerçekten de pek uyanık değilim galiba. Grazzini'nin ne demek istediğini anlayana kadar, üç gün boyunca bu cümleyle uğraştım. Tabii ki polis tarafından izlenmemenin bir ayrıcalık değil, bir hak olduğunu kastediyordu.
Devrimci bir belge olan [ABD] Anayasa[sı], bu konuda tamamen sarih. Bize konuşma özgürlüğü tanımıyor, sağlamıyor, vermiyor. Hükümete böyle bir otorite tanımıyor bir kere. Konuşma özgürlüğünü bir hak, bir olgu olarak kabul ediyor.
Hiçbir hükümet bu hakkı tanıyamaz. Ya kabul eder, ya da reddeder ve zorla bastırmaya çalışır.
Bizim hükümetimiz çoğunlukla kabul ediyor. Rusya hükümeti çoğunlukla reddediyor. Ancak biz Zamyatin'in ya da Soljenitsin’in sahip olmadığı bir ayrıcalığa sahip değiliz. Yalnızca aynı, elimizden alınamaz hakka sahibiz.
Ama onlar kendi haklarını kullandılar. Harekete geçtiler. Ya biz?
Bir zamanlar bir öyküm, Playboy dergisinde "U. K. Le Guin" adıyla yayımlandı. Çünkü, editör öyküyü kabul ettikten sonra, kuruluştan başka biri bana bir mektup yazarak adımın yalnızca ilk harfini kullanmak için izin istedi; dokunaklı gerekçesi de şuydu: "Okurlarımızın çoğu kadın yazarların öykülerinden korkuyorlar." O zaman bu fikir bana yalnızca komik gelmişti, o yüzden kabul ettim, hatta şaşırtmacayı daha da ileri götürerek "Yazarlar Hakkında" sayfasına yolladığım biyografik notta "U. K. Le Guin'in öyküleri U. K. Le Guin tarafından değil, aynı adda başka biri tarafından yazılmıştır," diye yazdım. Bu konu hakkında daha fazla düşünmediğimi hatırlıyorum; hafifçe eğlenmiş, biraz da kızmıştım, ama yazarlarına bu kadar iyi para verdiklerine göre o kadar da kapris yapacaklar diye düşündüm herhalde. Böylece çalışmam sansürlenmiş olarak yayımlandı. Yani ilk adım, başka bir deyişle cinsiyetim bastırılmıştı. Bu tek ama oldukça önemli kelimenin bastırılması, bildiğim kadarıyla, Piyasa Sansürünün herhangi bir eserime tek doğrudan müdahalesidir. Eserlerimde Piyasa Sansürünün başka etkileri mutlaka vardır, ama doğrudan değil. Bu olayı bu yüzden anlattım. Çok açıktı. Ama gene de kabul etmiştim. Tabii bu gibi şeyler artık daha da açık; hepimizin bilinci yükseldi. Ama ben 1968'de feministtim...[ Not (1989) Yani, olmaya başlıyordum diyelim.]
Niçin davayı sattığımı görememiştim?
Resmi kurallar, "yapacaksın" ve "yapmayacaksın" emirleri olmadığında, insanın sansüre uğradığını fark etmesi bile güçtür. Hiç acıtmaz çünkü. Hele kişinin kendi kendini olabildiğine, acımasızca sansür etmekte olduğunu görmesi daha da güçtür; çünkü bu kendi kendini sansür eylemine (eksiksiz bir toplumsal onayla) "piyasa için yazmak" denir. Hatta bazı yazarlar için bunu yapmak, "profesyonellik" denilen o tapınılası varoluş durumunun kıstasıdır, meslekteki parolasıdır.
Gerçekten de serbest teşebüssle kendi kendini sansürü ayırt edebilmek, huzursuz edici dozda uyanıklık gerektirir. Bu da kolaylıkla paranoyaya dönüşebilir.
Yani bir kitap yalnızca kötü yazıldığı için de reddedilebilir. Editörler zevk, vasıf ve standart sahibi insanlardır. Son derece kötü sayısız yazarın savunmasıdır "Eserimi basmaya korkuyorlar!" Bu tayfaya dahil olmak ve her reddiyede bir komplo bulmak çok kolay tabii. Nasıl emin olabiliriz?
Konusu tehlikeli bulunduğu için birçok yayıncı tarafından reddedilen kitaplar hakkında sürüyle dedikodu dinledim, ama işin aslını bilmiyorum. Bilene kadar da bu vakaları tartışamam. Ama BK alanındaki bu tür bazı vakalar hakkında bir tahmin yürütebilirim. Kitaplar "isyankâr" ya da "şoke edici" (bugün her ne anlama geliyorsa bu) değildir de ciddidir, ahlaki, etik ve toplumsal olarak ciddi; bu ciddiyet de yayıncıları kitapların güvenilmez yatırımlar olduğunu düşünmeye itmiştir.
"Ciddi" yetersiz bir kelime. Keşke başka bir kelime bulabilsem; ama "içten" Başkan Nixon tarafından, "sahici" de havalı eleştirmenler tarafından katledildi. Kastettiğim özellik "dürüstlük" (integrity). Dürüstlük ve zekâ. Bir yazar önemli bir konuyu enine boyuna düşünür, yüreğinin derininde hisseder ve söyleyeceğini açıkça söyler; işte bunu kastediyorum. "Açıkça"dan meramım mantıklı olması, izahat veren bir düzyazı ile yazılması ya da natüralizm gibi bir araç değil; sanatta açıklık son derece ince, karmaşık ve belirsiz de olabilecek bir amaca uygun aracı bularak sağlanır. Bu tür araçların becerikli bir biçimde kullanılması yazarın sanatıdır. Bunu yapmak ise önemli ölçüde acıya malolur sanatçıya.
Son zamanlarda "best-seller" olan fantezi kitabı Martı Jonathan Livingston’e ciddi bir kitap; kesinlikle içten. Aynı zamanda entelektüel, duygusal ve etik açılardan da önemsiz ve sıradan. Yazar konusunu enine boyuna düşünmemiş. Bu ülkede üzerinde uzmanlaştığımız pek güzel paketlenmiş Hazır Cevaplardan birini sürüyor önümüze. Eğer çok hızlı uçabileceğinize inanırsanız, diyor, o zaman uçarsınız. Eğer gülümserseniz, her şey yolunda. Bütün dünyada işler yolunda. Gülümsediğinizde bilirsiniz ki Kamboçya'da kangrenden ölen adam, Bangladeş'te açlıktan ölen dört yaşındaki çocuk, kanser hastası kapı komşunuz kadın, hepsi kendilerini daha iyi hisseder ve onlar da gülümser. Bu hüsnükuruntu, acının, yenilginin ve ölümün varlığının bu umursamaz reddi, yalnızca çok başarılı Amerikan yazarları için değil, Zamyatin'in "başarısız" olduğu yerde "başarılı" olan, Stalin Ödülü sahibi, dehşet verici iyimserlikteki Sovyet yazarları için de tipik bir durum. Bir kere soru sormayı bırakırsanız, bir kere Stalin'i ruhunuzdan içeri kabul ederseniz, artık yalnızca gülümseyebilirsiniz, gülümseyebilirsiniz, gülümseyebilirsiniz.
Tabii bu gülümseme umutsuzluk sırıtışına da dönüşebilir - kimi sofistike okurlar arasında moda olan deyişle, bir kurukafa sırıtışına. Örneğin BK son zamanlarda eğitici ve dehşet verici "korkunç gelecek" portreleriyle dolu: insanların birbirlerini yeşil kurabiyeler biçiminde yedikleri çok kalabalık dünyalar; Toplumsal Darwinci modaya uygun davranan, değişime uğramış atom savaşı sonrası yaratıkları; kirlilikten bölüm başına bir milyar hızıyla ölen dokuz milyar insan, vesaire. Bunu ben de yaptım; suçumu kabul ediyorum. Kendimi suçlu da hissediyorum. Çünkü bunların hiçbiri gerçek düşünce ya da gerçek bir adanmışlık içermiyor. Uygarlığın ölümü, bir türün ölümü, cinayet romanlarında bir kişinin ölümü gibi kullanılıyor - okurlara ucuz heyecan sağlamak için. Yazar bir nüfus artışı ya da evrensel kirlenme ya da atom savaşı resmi tutuyor, herkes de Aaah, Uuuf, Bööğh demeye başlıyor. Bu gayet içten, "yürekten" bir tepki, ama bir akıl ya da ahlak eylemi değil..
Umutsuzluk romanlarının niyeti uyan yapmaktır çoğu kez, ama bence, tıpkı pornografi gibi, vardıklan yer çoğunlukla kaçış edebiyatıdır; yani eylemi ikame ederler, gerilimi azaltırlar. Bu yüzden iyi satarlar. Yazar ve okur için çığlık atma bahanesi oluştururlar. Yürekten bir tepki, o kadar. Şiddete otomatik bir tepki - düşünmeyen bir tepki. Çığlık atmaya başlayınca, soru sormayı da bırakımşsınızdır.
Aksine bütün iddialara rağmen, bilim "nasıl"ı tarif etmek yerine "neden" diye sormaya başladığında teknolojiden fazla bir şey olur. "Neden" diye sorduğunda Görecelik kuramını keşfeder. "Nasıl"ı göstermekle yetinince atom bombasını icat eder ve elleriyle gözlerini örterek Tanrım, ne yaptım ben? der.
Sanat yalnızca "nasıl"ı ve "ne"yi gösterdiğinde, ister iyimser isterse de umutsuz olsun, sıradan bir eğlencedir. "Neden" diye sorduğunda ise, yalnızca duygusal tepki olmaktan çıkıp gerçek bir söz söylemeye, aklı başında, etik bir seçime doğru yükselir. Edilgen bir yansıma olmaktan çıkar ve bir fiil olur.
Ama sansürcülerimiz yalnızca yayıncılar, editörler, dağıtımcılar, reklamcılar, kitap kulüpleri ve örgütlü kitap eleştirmenleri değil. Sansürcülerimiz yazarlar ve okurlar da. Sizsiniz ve benim. Kendi kendimizi sansür ediyoruz. Biz yazarlar ciddi şeyler yazamıyoruz, çünkü - haklı olarak- satmayacağından korkuyoruz. Okur olarak da ayrım yapmayı beceremiyoruz; pazar yerinde ne satılıyorsa, edilgen bir biçimde kabul ediyoruz; satın alıyoruz, okuyoruz, unutuyoruz. "Seyirci" ve "tüketici"yiz yalnızca, okur filan değil. Okumak edilgen bir tepki değildir, zihni, duyguları ve iradeyi işin içine karıştıran bir eylemdir. "Best-seller" olduğu için berbat kitapları kabul etmek, katışıklı yiyecekleri, kötü yapılmış makineleri, üçkâğıtçı hükümetleri, askerlerin ve şirketlerin diktatörlüğünü kabul etmekle, bunları övmekle, bunlara Amerikan Hayat Tarzı ve Amerikan Rüyası demekle aynı şeydir. Gerçekliğe ihanet etmektir. Her ihanet, kabul edilen her yalan, bir sonraki ihanete, bir sonraki yalana yol açar.
Yaşayan bir edebiyat saatini düne ya da bugüne göre değil, yarına göre ayarlar. O, seren direğine çıkmış bir gemici gibidir: direğin tepesinden batan gemileri, buzdağlarım ve yaklaşan fırtınaları görür; güvertedekiler ise bunlardan habersizdir.
Fırtınalı havada gözcüye gerek vardır. Ve şu anda hava fırtınalı; dört bir yandan imdat çağrılan geliyor. Daha dün, bir yazar güvertede sakin sakin dolaşıp manzara resimleri çekebiliyordu; ama dünya kırk beş derece yan yatmışken, yeşil dalgalar bizi yutmaya hazırlanır, geminin gövdesi de çatırdarken kim ister manzara resimlerine bakmayı! Bugün bizler ancak ölümle yüzyüzeymişiz gibi bakıp düşünebiliriz: işte ölüyoruz - peki ama anlamı neydi bütün bunların?
Nasıl yaşadık? Eğer yeniden, baştan başlayabilseydik nasıl, neyle yaşardık?
Ve ne için?
Bugün edebiyatta bize gereken, seren direğinin tepesinden, uçaklardan görünen dev felsefi ufuklardır; bize gereken en nihai, en korkunç ve en korkusuz "Neden? "ler ve "Sonra ne olacak?"lardır.
Gerçekten canlı olan, hiçbir şey karşısında duraksamaz ve saçma, "çocukça" sorulara hiçbir şeye aldırmadan cevap arar. Cevaplar yanlış olsun, felsefe hatalı olsun, ne çıkar - hatalar, doğrulardan daha değerlidir: doğru makineye aittir, hata canlıdır; doğru güvence verir, hata ise rahatsız eder. Ve eğer cevaplarımız ulaşılması imkânsız şeylerse daha da iyi! Cevabı belli sorularla uğraşmak, beyinleri inek işkembesi gibi kurulmuşa benzeyen insanlara özgüdür - ve biliriz ki işkembe ancak geviş getirmeye yarar.
Eğer doğada sabit şeyler, sabit gerçekler olsaydı, tüm bunlar yanlış olurdu. Ama şükür ki gerçekler hatalıdır. Diyalektik sürecin özü tam da budur. Bugünün doğruları yarının yanlışlarıdır; en son sayı yoktur.
Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur.
[Bu alıntı, Zamyatin'in "Edebiyat, Devrim, Entropi ve Başka Meseleler” adlı makalesinden biraz kısaltılıp yeniden düzenlenerek yapılmıştır. Yevgeny Zamyatin, A Soviet Heretic, çeviren ve yayına hazırlayan Mirra Ginsburg, University of Chicago Press, 1970. .]
 
Kaynak: Ursula Kroeber Le Guin _ Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Üçüncü Basım: Ekim 2006, İstanbul


Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar
Hangi aklı başında insan bu dünyada yaşar da delirmez ki?
Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun.
Gerçek yolculuk geriye dönüştür.
Bilinçaltı korkunçluklarla, fesatla dolu bir lağım çukuru değildir. Kabuslarla kaynaşan karanlık bir lağım çukuru da değildir. Sağlığın, hayal gücünün, yaratıcılığın pınarıdır bilinçaltı. Bizim adına "kötülük" dediğimiz şey uygarlığın, onun kısıtlamalarının ve baskılarının bir ürünüdür asıl; bunlar kişiliğin kendini özgürce, kendiliğinden ifade etmesini engeller. Psikoterapinin amacı tam da budur işte: Bu temelsiz korkuları ve kabusları ortadan kaldırmak, bilinçaltında olanları su yüzüne çıkarıp rasyonel bilincin ışığına tutmak, onları tarafsızca mercek altına almak ve nihayet korkacak hiçbir şey olmadığını görmek.
Sahip olmanın suçundan ve ekonomik rekabetin yükünden arınmış bir çocuk, yapılması gerekeni yapma iradesi ve bunu yaparken coşku duyma yeteneği ile büyüyecektir. Kalbi karartan gereksiz çalışmadır. Emziren annenin, eğiticinin, başarılı avcının, iyi aşçının, becerikli ustanın, gereken işi yapan ve yapan herkesin sevinci-bu kalıcı coşku belki de insan yakınlığının ve bir bütün olarak toplumsallığın en derin kaynağıdır.
Bütün olmak parça olmaktır; gerçek yolculuk geri dönüştür.
Acıdan kaçarsanız coşku şansını da yitirirsiniz. Zevk alabilirsiniz, hatta zevkin türlü çeşidini alabilirsiniz, ama doyamazsınız. Eve dönmenin ne olduğunu bilemezsiniz. Doyum, zamanın bir işlevidir. Zevk arayışı döngüseldir, yinelenir, zaman dışıdır. İzleyicinin, heyecan arayanın, rastgele cinsel ilişkide bulunanın çeşitlilik arayışı hep aynı yerde son bulur. Bir sonu vardır. Sona erer ve yeniden başlamak zorunda kalır. Bir yolculuk ve dönüş değildir, kapalı bir çevrimdir, kilitli bir odadır, bir hapishanedir. Kilitli odanın dışında zamanın manzarası vardır; şansın ve cesaretin yardımıyla ruh, bu manzara içinde sadakatin kırılgan, geçici, umulmayan yollarını ve kentlerini kurabilir: insanların mekân tutabileceği bir manzaradır bu. Bir eylem ancak geçmişin ve geleceğin manzarasında gerçekleştirildiği zaman insan eylemi olur. Geçmiş ve geleceğin sürekliliğini öneren, zamanı bir bütün haline getiren bağlılık, insan gücünün kokudur, onsuz yapılacak hiçbir şey iyi olamaz. Zamana karşı çalışmaktansa zamanla birlikte çalışmanın iyi yani, zamanın boşa harcanmamasıdır.
Buradayım, çünkü bende vaadi, iki yüz yıl önce bu kentte ettiğimiz vaadi - yerine getirilen vaadi görüyorsunuz. Vaadi yerine getirdik biz, Anarres'te. Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. Hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. Başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız. Varlıklı değiliz. Hiçbirimiz zengin değiliz. Hiçbirimiz iktidar sahibi değiliz. Eğer istediğiniz Anarres'se, aradığınız gelecek oysa, o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum. Ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir mali mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.
Hiç kimse cezayı kazanmaz, ödülü de. Aklınızı hak etmek, kazanmak gibi fikirlerden arındırın, ancak o zaman özgür düşünebileceksiniz.
Yaktığın her mum, verir bir gölgeye doğum.
Sevgi, acının içinden geçme yollarından yalnızca biri, bazen yanılıp ıskalayabilir. Acı hiçbir zaman ıskalamaz.
Acı var. Gerçek. Ona yanlış anlama diyebilirim, ama var olmadığını veya herhangi bir zamanda yok olacağını var sayamam. Acı çekme, yaşamımızın koşulu. Basına geldiği zaman fark ediyorsun. Onun gerçek olduğunu anlıyorsun. Tabii ki, tıpkı toplumsal organizmanın yaptığı gibi, hastalıkları iyileştirmek, açlık ve adaletsizliği önlemek doğru bir şey. Ama hiçbir toplum var olmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz, ama acıyı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı - gereksiz acıyı - dindirebilir. Gerisi kalır. Kök, gerçek olan. Buradaki herkes acıyı öğrenecek; eğer elli yıl yaşarsak, elli yıldır acıyı biliyor olacağız. En sonunda da öleceğiz. Bu doğuşumuzun koşulu. Yaşamdan korkuyorum! Bazen ben- çok korkuyorum. Herhangi bir mutluluk çok basit gibi geliyor. Yine de her şeyi, bu mutluluk arayışının, bu acı korkusunun tümüyle bir yanlış anlama olup olmadığını merak ediyorum.. Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun.. İçinden geçilebilse, aşılabilse. Arkasında bir şey var. Acı çeken şey benlik; benliğin ise - yok olduğu bir yer var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, açıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen.. Eğer sonuna kadar dayanabilirsen..
Söz vermenin, hatta belirsiz bir süre için verilen sözlerin geçerliliği, Odo'nun düşüncesinin ürünlerine işlemişti; onun değişme özgürlüğünde ısrar etmesi söz veya yemin fikrini geçersizleştiriyor gibi görünse de, aslında sözü anlamlı kılan özgürlüktü. Verilen bir söz, seçilen bir yöndü, kendi kendine seçenekleri kısıtlama anlamına geliyordu. Odo'nun gösterdiği gibi, eğer hiçbir yön seçilmezse, eğer insan hiçbir yere gitmezse, hiçbir değişme olmaz. İnsanın seçme ve değişme özgürlüğü kullanılmamış olur, tıpkı insan hapishane, kendi yaptığı bir hapishanede, içinde hiçbir yolun diğerinden daha iyi olmadığı bir labirentteymiş gibi. Bu yüzden Odo söz vermeyi, yemin etmeyi, sadakat fikrini, özgürlüğün karmaşıklığı için temel olarak görmeye başlamıştı.
Yaşamın geri kalan kısmı boyunca ya herkes gibi olmayı, ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir.
Duymak istiyorsan, sessiz ol.
Hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Hiçbir şey sizin malınız değil. Özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.
Bütün duvarlar gibi iki anlamlı iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığına bağlıydı.
Kaynak: Ursula Kroeber Le Guin _ Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Üçüncü Basım: Ekim 2006, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar