Print Friendly and PDF

ŞEYH EFENDİNİN RÜYASINDAKİ TÜRKİYE



Hzl. İsmail KARA,
II. Abdülhamit döneminde Şeyhülislâmlık'ta görev yapmış Şeyh Rahmi Baba 1930'lu yıllarda şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice Anadolu'nun bir kasabasına davet eder. "Kahriye" okunacak, yani “Ya Kahhâr" zikri çekilerek Mustafa Kemal'in ve rejiminin "kahr u tedmiri" için dua edilecektir. Davet kabul görür ve gizlice toplanılır.
Kahriyenin okunacağı sabaha birkaç saat kala Şeyh Efendi bütün niyetlerini altüst edecek bir rüya görür:
Bir dünya haritası. Ortasında Türkiye. Türkiye toprakları dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. Fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın, lâkin alçak duvarla çevrili. Peygamber Efendimiz haritanın başında ve insanların gözüönünde dünyayı yeniden taksim ediyor; şurayı şuna, burayı buna verin diye emirler veriyor, etrafındakiler de gerekeni yapıyorlar.
Mustafa Kemal, Trakya bölgesi gibi bir yerde duruyor. Yüzü Peygamber Efendimiz'e dönük değil ve duruşundan anlaşıldığına göre mahçup ve tedirgin bir durumda; bu yüzden Efendimiz'e bakamıyor. Sıra Türkiye'nin kime verileceğine geldiği zaman Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pürdikkat kesiliyor. Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eliyle işaret ederek "burayı şuna verin" buyuruyorlar. Burası dediği Türkiye'dir, şu dediği de Mustafa Kemal'dir.
Şeyh Efendi kan ter içinde uyanır. Düşüncelidir. Niyetiyle rüyası arasında bir müddet gider gelir. (Tasavvuf ve tarikat kültüründe rüya, doğrudan bilgi kaynaklarından biridir). Abdestini alır, namazı cemaatla kılmak için arkadaşlarının yanına gider. Namaz eda edilir, dua biter, Fatiha çekilir. Herkesin kahriye okumaya geçilecek dediği bir anda Şeyh Efendi rüyasını anlatmaya başlar...
Rüyayı şöyle yorarlar: Türkiye yemyeşil olduğuna göre bu hayra, İslâm'a alâmettir ve durumun esas itibariyle iyi olduğunu gösterir. Etrafındaki duvarların kaim ve siyah oluşu tedirginlik verici; çünkü siyah küfür işaretidir, fakat alçak oluşları mevcut menfi durumun çok uzak olmayan bir zamanda aşılabileceğini gösteriyor. Gerek Efendimiz'in ona karşı tavrı, gerekse Mustafa Kemal'in duruşu menfi... Fakat Türkiye'yi ona veren Hz. Peygamber olduğuna göre buna karşı çıkamayız.
Kahriye okumaktan vazgeçilir ve şeyhler, halifeler memleketlerine dönerler...*
Bu rüyanın detaylarını ciltçi Ahmet Ağabey'e borçluyum. Özal'ın cumhurbaşkanı seçildiği günün ertesinde Cağaloğlu'nda karşılaşmıştık. Özal'ın kişiliği ve icraatı üzerine daha önceleri çokça konuşmuşluğumuz vardı. Kendisi Özal hayranıydı ve bu konuda hiçbir zaman anlaşamadık. Anlaşmak ne kelime, benim her seferinde "yanılıyorsun Ahmet Ağabey, Özal'ın kendisine mahsus hemen hiçbir görüşü yok, fakat tecrübeli ve zeki olduğu için yapmaya icbar edildiği şeyleri kendisi yapıyormuş gibi gösteriyor" gibi sözlerime içerliyordu. Çünkü bu rüyayı gören Şeyh Efendi'den el alan bir zata mensuptu ve tabii olarak alçak siyah duvarların aşılacağı zamanın gelişini bekliyordu. Durdu, ışıldayan gözleri ve hevesle telaffuz edilen kelimelerle konuştu: "Yarın cuma. Cumhuriyet tarihinde ilk defa cumhurbaşkanlığı forsunu taşıyan bir araba Kocatepe Camii'ne yanaşacak. Siz de göreceksiniz... "
Sh: 9-10
Şeyh Abdülaziz Bekkine merhumu tanır mısınız bilmiyorum. Son devir Halıdî Nakşiliği'nin yetiştirdiği en ulu ve derya gönüllü insanlardan biri olarak tanınıyor. Biz de onu özellikle müritlerinden merhum Nurettin Topçu vasıtasıyla öyle tanıdık. Ömrünün büyük bir kısmını imamlık ve hatiplik görevi doldurdu. Cemaatının önemli bir kısmı onun aynı zamanda büyük bir âlim, başarılı bir hoca (müderris) ve şeyh olduğunu farketmedi. Yıllarca Arapça ve İslâmî ilimler okuttu. Talebelerinin kahir bir ekseriyetine tasavvuftan, şeyhliğinden bahsetmedi. (Kendisinden yıllarca ders okuyan Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu beyefendi bu durumun yaşayan şahitlerinden biri.) Bu iki grup onda olgun bir insanın ve bereketli, feyizli dersler veren bir hocanın yüzünü temaşa ettiler. Ya müritleri? Herhalde merhumun çok yönlü şahsiyetini tanımakta en şanslı onlar idi. 1952 yılında göçüp Edirnekapı Sakızağacı şehitliğine sırlandığı zaman yetimliğin ağır yükü omuzlarına çöken insanlar vardı.
Tabip talebelerinden birinden dinlemiştim. Şeyh Abdülaziz Efendi merhum, bir sohbetinde şu cümleleri söylemiş:
"Biyoloji ve tıpla uğraşanlar tabiat kanunlarına mahkum olurlar. Hukukçular insan elinden çıkma kanunların zebûnu. Hesapla (matematikle) meşgul olanlar hayalcilikten kurtulamaz. Onun için bizim bunlarla fazla ilgilenmemiz uygun değil. Hendese ile uğraşanlarda hayalcilik olmaz, hendese insanı muhafazakâr yapar. Onun için mühendislerle özellikle meşgul olalım."
İlk bakışta şaşırtıcı değil mi? Bir şeyh efendi bu kadar "realist" olsun ve daha sonra memleketin başına musallat olan, maddi kalkınmanın sınırlı alanlarından başka bir şey görmeyen, o alanda da ne kadar başarılı oldukları çok su götüren mühendislerden yana tavır koysun; hatta kendisi ve etrafında bulunan insanlar için böyle bir önemli meşgale alanı açsın!
Tanıyabildiğimiz kadarıyla merhum Abdülaziz Efendi realist falan değildi, böyle bir bakışaçısı ve tavır, mesleği, meşrebi ve hayatıyla da uyuşmuyor. Nurettin Topçu merhumdan öğrendiğimize göre etrafında dört dönen (şimdi yüksek yerlerdeki) mühendislerden de çok hoşnut değildi.
O zaman bu sözleri nasıl anlamalı?
Modernleşme ile birlikte gelen bilim hayranlığı ölçüsünü kullanmak burada çok işimize yaramaz. Çünkü Şeyh Efendi biyoloji, tıp, matematik, hukuk gibi o dönemde çok itibarlı, bugün için bile müslümanların katında itibarları haleldar olmamış bilimleri tahsil etmeyi çok önemsemiyor. O yıllarda mühendisler üzerinde fazla bir vurgu da yok. Böyle bir vurgunun ortaya çıkması için DP'li, Menderes'li yılları beklemek gerekiyor...
Bana sorarsanız Abdülaziz Efendi'nin öne çıkardığı şey "muhafazakârlık"tır ve burada çok "realist bir politika" gütmektedir. Hemen hatırlatmalıyız ki o yıllarda muhafazakârlık bugünkü gibi sağcılık mânasına değil dinine, imanına, namusuna, değerlerine sahip çıkmak, bunları muhafaza etmek demekti. 1970'li yıllara kadar da muhafazakâr milliyetçilik bugünkü İslâmcılığa tekabül ediyordu.
Hendese eğitimi ve mühendislik insanlarda bir şeyleri muhafaza etme duygusunu geliştirecek veya bu duyguyu tahkim edecekse oraya yatırım yapılmalıydı
Diyeceksiniz ki iyi yetişmiş mühendisler bu "realist politika"ya layık olduklarını gösteren bir cevap verdiler mi?
Bu soruyu da lütfen siz cevaplayın.
Sh: 34-35
1965 seçimleri arefesinde Hatay'da faziletli bir imam şöyle bir rüya görür:
Cuma namazını kıldırmak üzere cüppesini giyer, sarığını sarar, besmele ile evinden çıkar. Bir de ne görsün, caminin giriş kapısı önünde askerî kıyafetleriyle birkaç paşa içeriye girmek üzere postallarının bağlarını çözüyor. Yaklaşınca heyecanı ve ürpertisi daha da artar; paşalardan biri Mustafa Kemal'dir. Hepsiyle tokalaşır ve içeri girerler.
Mustafa Kemal hutbeyi kendisinin okuyacağını söyler. İmam efendi ne diyebilir? Sünneti kılarlar. Mustafa Kemal hutbeye çıkar ve sert bir hutbe okur; laiklikten, irticadan bahseder, ses tonunu artırarak birilerine çatar, yüz hatları gergin olarak hutbeyi bitirir, minberin merdivenlerinden inmeye başlar.
İmam Efendi âdaba uygun olarak namazı kıldırmayı da ona teklif etmek durumundadır, fakat tedirginliği daha da artmıştır.
Buyurun Paşa hazretleri, namazı da kıldırın
Hayır, namazı siz kıldırın.
İmam efendi biraz rahatlamıştır, mihraba geçer, olan biteni unutmaya çalışarak "Allahu ekber" der ve namazı kıldırır. Sonra sünnetler, sonra tesbihât, sonra da dua...
Birlikte çıkış kapısına yönelirler. Paşa'nın yüz hatları yine gergin, önüne bakıyor, konuşmuyor. Tam ayrılacakları sırada bir avuç parayı imam efendinin eline sıkıştırır ve diğer paşalarla birlikte uzaklaşır...      
İmam Efendi kan ter içerisinde uyanır. "Hayırlara gitsin" der ama bu dehşet verici rüyayı, özellikle de eline tutuşturulan sıkıntıyı artırıcı parayı bir şeye yoramaz. Oturur, o yıllarda İstanbul'da talebe olan oğlu Emin Işık'a mektup yazar. Rüyayı aynen anlatır ve Cerrahi âsitanesi şeyhi merhum Fahrettin Efendi'den rüyanın tabirini öğrenip acele kendisine yazmasını ister. Fahrettin Efendi rüya tabiri konusunda yedi tûla sahibidir ve bu özelliği halifelerine de geçmiştir.
Emin Işık ilk fırsatta Fahrettin Efendi'ye gider ve mektubu okur.
Şeyh Efendi tebessüm ederek tabire başlar:
Korkulacak bir şey yok. Bu bir siyasî rüyadır. Önümüzde seçimler var. Halk partililer bu seçimde de müslümanlar aleyhinde çok konuşacaklar, tehdit edecekler; hitabet ona işarettir. Mihraba geçip imamlık yapsaydı o müşkil bir mesele idi, çünkü orası siyasî liderlik ve iktidara işarettir ve önemli olan imamettir. Namazı hoca efendi kıldırdığına göre seçimi muhalifler kazanacak.
Eline tutuşturulan paraya gelince, orada da korkulacak bir şey yok, pederinizle alakalı bir şey değil, seçimlerden sonra gelen hükümet imamların, diyanet mensuplarının maaşlarına zam yapacak...
Çok önemsediğim bu rüya burada bitiyor. (İsmet Özel Beyefendi'nin Üç Mesele kitabında yer alan "Rüya ve Siyaset" yazısını okuduktan sonra rüyalara atfettiğimiz değer daha bir yerine oturdu. Rüyayı değil de hayali önemseyenler bu yazıya baksınlar). 1965 seçimlerini muhalifler (AP) kazanıyor ve imamların maaşına zam geliyor.
Önümüzde duran soru şu: Türkiye'nin siyasî liderleri hitabeti, güzel ve parlak konuşmayı, gevezeliği mi öne çıkarıyorlar yoksa imameti, siyasî önderlik vasıflarını mı?
Rüyayı unutmayın; para ve koltuk dağıtanlar, bunları vaadedenler gerçek iktidar sahipleri değil.
Sh: 57-59
Otuzlu veya kırklı yıllardı; yaman sıkıntılı yıllardı. Şeyh efendi veya müderristi yahut hocaefendi idi ama heybetli ve vakurdu. Başında sarık, tac veya fötr şapka dolanıyordu, lâkin başı örtüktü. Hangi yıllardı, hangisi idi ve başında ne vardı? Burada bir sarahat yok. Renkler de öyle; siyah, yeşil, kırmızı...
Rüya bu, hem de siyasî bir rüya.
Bir zeval vakti. Uyku ile uyanıklık arasında rüya alemine geçmişti. İyice küçülmüş, mini minnacık olmuş bir bülbül olarak gördü kendini. Cüsse olarak bu kadar küçülmüş olmasını bir türlü kendine yediremiyordu. Zamanında cesareti ve heybetiyle şöhret bulmuştu; patlayacaktı. Fakat bünyesinin küçülüp büzülmesine inat nağmesi gittikçe keskinleşiyor, sesi âfâkı inletiyordu.
Rüyada kendi rüyasını tabir ediyordu: Maddeten zayıflatılmış ama manen güçlendirilmişti. Bununla teselli bulmaya çalışıyordu. Kurban olduğum Allah’ım ikisini birden almamıştı ya! Buna da şükür.
Seher vakti, terkedilmiş harap bir bahçede, sudan eser kalmamış havuzun kenarında bildiği bütün şarkıları en yakıcı nağmelerle söylüyor, şakıyordu. Taş toprak, börtü böcek, dal budak, yaş kuru ona kulak kesiliyordu...
Kara bulutların arasından menhus bir karga çıkageldi. Asık suratlı, bed sesli, haşin... Deccal mı idi yoksa şeytan mı? Bütün nağmeler dindi, sesler tükendi. Kibirli bir eda ile durdu, sertçe baktı ve kötü sesiyle bağırdı: Bu memlekette bir daha sesiniz duyulmayacak. Ayakları üzerinde yaylandı, başını salladı ve gitti.
Ürperdi, yutkundu. Beterin beteri dedikleri bu olsa gerekti. Hafızasının derinliklerinden bir beyit akmaya başladı:
Bir mevsimi baharına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehî gülsitan harab
Uzun uzun düşündü. Kaderine küsemezdi, çünkü inançlarına aykırı idi; memleketini terkedemezdi, çünkü gidecek yeri yoktu.
Günler geçip geceler döndükçe kararı belirginleşmeye doğru seyretti: Karganın hükmü kıyamete kadar baki olamazdı. Kendi ömrü de sınırlı idi. Tükenmeye doğru giden iki şeyden bir tükenmeyen çıkmazdı. Bir halef, bir hayru'lhalef bulmalı, yetiştirmeli idi. Hocalığını şeyhliğini, sarığını, tacını, fötr şapkasını, sesini, nağmesini ona bırakabilirdi.
Mağaralarda, kuytu yerlerde bülbül yavrusu yetiştirirken buldu kendini. Güçlü bir ses, harika bir eda. Gizli gidiş gelişler günlerce, aylarca sürüyor. Karganın tehdit ve teftişleri korku ve dehşetlerini artırdığı ölçüde küçük bülbülün sesini ve nağmesini de biliyor.
Korku ümidi besliyor. Ümit kara bulutlan ağartıyor.
Karışıklıklar, karanlıklar, inkıtalar.
..
Karga ferman çıkardı: Bülbüllerin ötmesi serbest.
Habere inanamadı. Bedenini yokladı, yine mini minnacıktı. Sesini yoklamaya ne hali ne mecali vardı. Her sabah erkenden mağaralara, kuytu yerlere ses ve nağme talimine gitmekten yorgun düşmüş yavru bülbülü uyandırdı. Endişe içinde müjdeli haberi verdi. Kanatlar beraber açıldı, bir top ağacın üzerine kondular. Kendi sesini denemeye hiç niyetli değildi. Bütün gücünü ve nefesini toplayarak yavruya işaret verdi:
Hadi şakı! Sesin âfakı tutsun!
Bu ürperti ve heyecanla rüya mı kesintiye uğradı, uyanıklık mı geldi, devran mı döndü, kıyamet mi koptu... Açık değil.
Sarih olan bir şey vardı: O kadar emek verilen yavru bülbülden karga sesi geliyordu. (20. 6.1996).
Sh:73-75
Hep kadınların ne olması, nasıl olması gerektiği konuşuluyor, yazılıyor. Bu meseleye diğer ucundan bakmayı deneyerek, erkeklerin de bir içe bakış (instrospection) yolunu açmalarını sağlamayı düşünüyoruz. Erkeklik psikolojimin tezahürü olan davranış ve tutumların İslâmî bir örtüye büründürülmesi, bunların irdelenemez olduğu imajını vermektedir. İki asırdır her sahaya nüfûz etmiş olan modernizmin Müslüman erkek imajına kattığı veya ondan götürdüğü şeyler var mı?
Meseleyi "müslüman kadın", "müslüman erkek" (şimdi de bu çıktı karşımıza!) şeklinde ortaya koymanın sahteliğini isterseniz biraz hafifleteyim uyarılmışlığını hiçbir dahiyane açıklama gideremez. Usul hatası yapmayalım; bunlar bizim iç meselemiz ve hayatî meşgalelerimiz değil, bize dışarıdan dayatılmış problemlerdir. Bunu ancak İslâm dünyasının, hatta bütün dünyanın modernleşme sürecini gözardı ederek hayatî bir vakıa haline sokabiliriz. O zaman da siz veya meseleniz değil, "moda" öne geçmiş olur; aileyi dağıtma ve bireyi (kadını, erkeği) tek başına öne çıkarma.
Dış dayatmalarla bizim problemimiz haline gelmiş bir şeyi görmeyelim mi, önemsemeyelim mi?
Bu yerinde bir sorudur ve cevabı da "önemseyin, görün" şeklinde olmak gerektir. Fakat iki görme biçimi arasında çok önemli farklılıklar var.
Bana kalırsa aile kavramını öne çıkararak doğru(yu) anlama imkânlarımızı çoğaltabiliriz. Çünkü erkek, kadın, çocuk ailenin bir parçası, aile içinde yoğrulmuş, şekillenmiş, buradan da hem kendilerine, hem topluma açılmış varlıklardır. Erkek ve kadını aileden bağımsız olarak ele almak, onu bizim din ve kültür dairemiz içinde tanımsız ve biçimsiz hale getirmektir.
İslâm'da öngörülen aile biçiminin piramite benzer bir yapı gösterdiğini söyleyebiliriz. En yukarıda erkek, kadın (veya kadınlar) çocuklar, gelinler, torunlar, akrabalar... İsmet Özel'in deyişiyle bir tür aşiret. Riyaset ve itaat çerçevesinde bir hiyerarşiyi gösteren bu yapı, hem büyük hem çekirdek (küçük) aileye ait özellikleri birlikte bünyesinde barındırır. Yani evlenenler müstakil bir ailedir, ayrı "ev"leri vardır; fakat anne ve babaları yaşadığı müddetçe varlıklarını her zaman hissederler veya onlar kendilerini hissettirirler.
Piramit gözünüzü korkutmasın, çünkü bizim sofralarımız yuvarlaktır ve oturma şeklimiz de halkadır. Yani riyaset ve itaatteki hiyerarşi günlük yaşantıda eşitsizlikleri öne çıkarmaz, aksine onları gölgeler veya ortadan kaldırır. Kadın, erkek, çoluk-çocuk, misafir, dilenci sofra etrafında eşit konumdadır. Bir de köşeli ve baş-koltuklu oturma düzenlerini düşünün. Bizim de Tanzimat sonrasında ithal ettiğimiz bu kalıplar eşitsizliği ve sınıflılığı vurgular.
Kim ne derse desin Müslüman Türk kadınının ezilmişliğini veya önemsiz bir yer tuttuğunu öne çıkarmak, bilgisizlikten ve toplumu tanımamaktan kaynaklanmıyorsa ancak bazı renkler ve ayrıntıları görmeyen farklı gözlükler kullanmakla açıklanabilir. Bizim toplumumuzda kadının çok özel ve itibarlı bir yeri vardır ve bugünkü kadın tasvirleri daha çok kurgusaldır; masabaşı ve ideolojiktir.
Niçin İslâm'da kadın başlığı altında birçok kitap yazılmış da İslâm'da erkek namı altında herhangi bir matbu eser yok?
Kasım Emin'in 1899'da basılan ve iki defa Türkçe'ye tercüme edilen Tahriru'l Mer'e (Kadının Esaretten Kurtarılması) adlı kitabı kadının erkeğe karşı durumunu, İslâmî kalıplar ve yaşama tarzına bağlı kalarak değil, Avrupa medeniyeti merkezli ve oryantalistlerin ortaya koyduğu tarzda ıslah etme, düzenleme peşindedir. İşin daha da önemli tarafı bu kitaba cevap sadedinde kaleme alınan ve İslâm'a bağlı kalarak meseleyi ortaya koyma iddiası taşıyan savunmacı eserler de benzer sakatlıklarla malüldür, çünkü merkezde "tahriru'l mer'e" bulunmaktadır. Ferit Vecdi'nin Kasım Emin'e cevap olarak yazdığı ve Akif tarafından Müslüman Kadını adıyla tercüme edilen el-Mer'etü'l Müslime adlı eseri ve birçok benzeri buna örnektir.
Birçok konuda olduğu gibi "İslâm'da kadın" (şimdi de erkek!) konusunda da okumuş yazmışlarımızın tevarüs ettikleri zihniyet ve kalıplar, modernleşme sürecinin büyük etkisi ve baskısı altında vücut bulmuştur. Bu hususta ve birçok başka hususta müslümanların hayli laik ve dünyevî bir kafa yapısına sahip oldukları açıktır. Dinî ve geleneksel yapılar kırılmış, roller sönükleşmiş veya altüst olmuş, normlar zedelenmiş, statüler belirsizleşmiştir. Böyle bir hayatî vâkıayı görmeden, bu vâkıanın tabiatını tanımadan İslâm'da kadın ve erkek meselesinin son iki asırdan farklı ve sahih bir çerçevede ele alınabileceğini sanmıyorum. Çarpıklıkları daha da artırmamız çok muhtemeldir. Mesele gelip modernleşme ve çağdaş İslâm düşüncesini yeniden ele almaya dayanıyor. Kadının ve erkeğin yeri, bunun çok tâli bir karesi olabilir. Modernizmin yerinden ettiği müslüman kadını, müslüman erkeği, müslüman çocuğu yerine yerleştirecek süreci tekrar başlatabilsek!
Son olarak bir şey daha söyleyeyim. Modern dünyada ve müslüman toplumlarda erkek hayli kadınsılaşmıştır. Artık kahramanlık, yiğitlik, velilik, şehitlik, hamiyet, tahammül... gibi erkeğin yaratılışına ve tabiatına uygun özellikler gitmiş, yerine daha çok kadınların tabiatında var olan iş bitiricilik, iş kotarıcılık, beceriklilik, pratiklik... öne çıkmıştır. Bu noktada feminist hareketlerin savaş aleyhtarlığı ve kahramanlık düşmanlığıyla olan yakın ilgisini hatırlamak da faydadan hali değil. İzlenim, Ağustos 1993
Sh: 253-255
Kaynak: Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye, İsmail KARA, Kitabevi, İstanbul, Nisan 1998

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar