ŞEYH VE AYNA
“Yaşamımıza giren en güzel şey gizem
içerendir.”
Albert Einstein
1.1. ON YEDİNCİ YÜZYILDA Üsküp'te yaşadığı anlaşılan Asiye Hatun'un
şeyhine yazdığı ve yüzyıllar sonra tarihçi Cemal Kafadar (1994) tarafından Topkapı Sarayı Kütüphanesi'nde
bulunan mektupları içeren Rüya Mektupları ilginç bir kitaptı. Rüyaları
okurken psikanalitik açıdan nasıl ele alınabileceklerini, dahası Asiye
Hatun’un nasıl bir kişilik örgütlenmesinin olduğunu, bu rüyalardan yola çıkarak
ilk çocukluk deneyimleri hakkında bir fikir sahibi olmaya çalışmanın ne ölçüde
hakikati yansıtabileceğini düşünmeden edememiştim.
Yüzyıllar önce, farklı bir kültürel ortamda yaşamış bir insanın gördüğü
birkaç rüyadan yola çıkarak kişiliğini, çocukluğunu, ana babasının
özelliklerini, bu kişiliğin hastalıklı yönlerini saptamaya çalışmak çok
iddialı, hatta saçma bir girişim gibi görülebilir ilk bakışta. Zaten ben de bu
konuda ulaşacağım sonuçların doğruluğundan emin değilim; sonuç itibariyle böyle
bir girişimin düşünce oyunu olmaktan öte bir iddiası olamaz. Çünkü böylesi bir
çalışmayı sürdürürken elimizdeki yegâne düşünme aleti psikanalitik kuramlar
olabilir ve bu kuramlar sayesinde üzerine yargıda bulunacağımız olgu (Asiye Hatun)
somut olarak incelenemeyeceğine göre ulaşacağımız netice ister istemez ileri
derecede kurgusal kalacaktır. Ama benim bu tarzda kurgusal bir çabayla esas
tartışmak istediğim nokta, üzerinde çalışacağımız Asiye Hatun’dan ziyade
bizzat elimizdeki düşünme aleti olacak. Yani Asiye Hatun üzerine kurgusal bir
çalışma yaparken bizzat psikanalitik kuramların yapılanma tarzına eleştirili
bir bakışla yaklaşma imkânını yakalamaya çalışacağım. "Eleştirili”
kelimesine az çok Kantçı bir anlam veriyorum. Yani "eleştirili" sıfatını
bir düşüncenin nesnesiyle ilişkisi bakımından kendi üzerine katlanıp kendi
geçerlilik koşullarını ve nesnesini özümserken onu sistematik olarak tahrif
ediş, hatta kendi etkinliğiyle bizzat şekillendiriş tarzını araştırmaya
yönelmeşini nitelemek için kullanıyorum. Demek ki eleştirili bir psikanaliz
kuramının önündeki vazife, epistemolojik bir naifliği aşarak toplumsal bir
pratik olan psikanalitik kurum, söylem ve uygulamanın psikanalitik terapi
sürecini ve aktarımı ne yönde etkilediğini, hatta şekillendirdiğini
saptamaktır.
Asiye Hatun üzerine kurgusal çalışmamızın pek çok tartışmalı noktası
olacak. Örneğin, Freud'dan beri pek çok yazarın üzerinde ısrarla durduğu gibi,
rüyalar psikanalitik açıdan ele alınırken analiz edilenin serbest çağrışımları
ön plana alınmalıdır; oysa biz bu şanstan mahrum kalacağız. Her ne kadar bazı
simgelerin evrensel olduğu kabul edilirse de rüyaların bu evrensel simgeleri
bile analiz edilen için özgül anlamlar kazanıyor olabilir.
Ancak beni bu kurgusal çalışmanın kısmen doğru bazı sonuçlara
ulaşabileceğine inandıran birkaç nokta var. Bunlardan en önemlisi Asiye Hatun'un rüyalarının gelişigüzel olmaması.
Rüyalar bazı bakımlardan analizin sağladığına benzer koşullarda görülmüş.
Bunlar sistematik, düzenli bir ilişki içinde belli bir silsile izleyen rüyalar.
Üstelik eğer yanılmıyorsam aktarım nevrozunun analizinde karşılaşılan
rüyalarla önemli benzerlikler gösteriyorlar. Diğer yandan bu tipte
kurgulamaların daha önce pek çok analist tarafından da yapılmış olması
rahatlatıyor beni. Sözgelimi bizzat Freud'un kaleminden çıkan Schreber
Vakası, Leonardo da Vinci’ninBir Çocukluk Anısı, Musa ve Tek Tanrıcılık ve
hatta Totem ve Tabu daha az kurgusal çalışmalar değildir. Bu tipte
çalışmalar bilimsel bir iddia taşımamakla beraber kimi bakımlardan düşünce
açıcı ve ikna edicidir.
Yukarda da sözünü ettiğim gibi esas amacım bizzat psikanalizi sorunsallaştırmak
olduğu için Asiye Hatun ile ilgili kurgularımın kimi yanlış sonuçlara varıp
varmadığı birinci derecede önemsenmesi gereken bir alan oluşturmuyor.
Psikanalizi sorunsallaştırır ve eleştirili bir psikanaliz kuramına doğru bir
ölçüde olsun yol katedersek psikanalitik terapi sürecinin bir yanıyla
tarihsel, diğer yanıylaysa evrensel öğelerini ayırt edebilir ve daima çağına
veya kültürüne (cemaatine) göreli bir yapılanma arzeden, yani
tarihsel-kültürel bir varlık olan insanın tam da bu özelliğinden dolayı aynı
zamanda evrensel de olduğunu görebiliriz. Çünkü insanın tarihselliği
evrenselse, insanın tarihe içkinliğinde bir aşkınlık olduğunu da
gösterecektir bu.
1.2. Yukarıda Asiye Hatun'un rüyalarının gelişigüzel olmayıp, bazı
bakımlardan analitik ortama benzer bir atmosferde sistematik olarak görülmüş
rüyaları andırdığını söylemiştim. Demek ki öncelikle rüyaların görüldüğü
kültürel oyun-gerçeklik hakkında bir fikir sahibi olmamız gerekiyor.
Tarihçi Cemal Kafadar'ın kitaba yazdığı önsözde naklettiği araştırmalara
göre Asiye Hatun, 1630'larda Üsküp'te ikamet
ettiği anlaşılan "İlmiyeden" Kadri Efendi'nin kızıdır. Mektupları yazdığı
sıralarda henüz evlenme çağını aşmamış olması kuvvetle muhtemeldir. Bununla
beraber mektuplardan anlaşıldığı kadarıyla evliliğe karşı şiddetli bir
muhalefeti vardır. Kendini dine vermiştir. İlk şeyhi olan Veli Dede ile "esma-yı seb'a"yı (Allah'ın yedi
ismini) söyleme mertebesine erişmişse de, iki yıl süren bu süreç sonunda
şeyhine karşı duyguları sebebini bilmediğimiz bir şekilde değişmiş,
soğumuştur. Ruhsal gelişmesi durmuş, nefsiyle mücadelede yenilgiye uğramıştır.
Bu sebeple bir başka kentte, Uziçe'de yaşayan ünlü ve karizmatik bir şeyh olan
Halvetiye tarikatından Muslihüddin Efendi'nin müridi olmuştur.
Kafadar'ın
yorumlarına göre iyi bir eğitimi ve eski dili kullanmasından anlaşıldığı
kadarıyla belli entelektüel kapasiteleri olan Asiye Hatun, şeyhi Muslihüddin
Efendi'yi hiç görmemiş, bütün ilişkileri mektuplar yoluyla kurulmuştur. Rüyaların anlatılıp
yorumlanması "irşad" sürecinin sistematik öğelerinden biridir ve
Asiye Hatun da rüyalarını bu çerçevede şeyhine göndermekte, ondan da bazı
yorumlar ya da mertebe yükselme müjdeleriyle sınırlı cevaplar almaktadır. Bilindiği
kadarıyla rüyalarını göndererek mertebe almak gelenekte seyrek görülen bir
uygulama değildir. Özellikle kadınların başvurduğu bu yöntem İslam inancında
belli bir temel bulmaktadır; inanca göre rüya kendi başına bir anlam taşımaz,
ancak yorumlandığında bir mesaj anlamı kazanır. Böyle bir yaklaşım rüyayı
kimin yorumlayacağını, dolayısıyla rüyanın kime anlatılacağını ön plana
çıkarır. Bu aşamada, izleyeceğimiz akıl yürütmenin önemli dayanaklarından biri
olan ve oldukça sağlam görünen bir varsayımı ileri sürebiliriz; Asiye Hatun'un rüyaları alelade rüyalar
değildir; anlatılacağı insanla, yani şeyhiyle ilişki içinde
"görülmüş" –üretilmiş-rüyalardır. Eğer bu saptama belli bir
doğruluk payı taşıyorsa rüyaların analitik açıdan yorumlanması için önemli bir
dayanak elde edilmiş demektir.
Asiye Hatun'la mektuplaşmaya başladıktan bir süre sonra şeyh Muslihüddin
Efendi ölmüş, yerini oğlu Hasan Efendi almıştır ve mektuplardan anlaşıldığı
kadarıyla Asiye Hatun bu yeni ve genç şeyhini pek önemser görünmemektedir.
Rüyaları analitik açıdan yorumlamak için aklımızda tutmamız gereken bir başka
nokta da şeyh Muslihüddin Efendi'nin kerameti sayesinde gençliğinde içkiye
müptela olan oğlu Hasan Efendi'yi kurtarıp doğru yola sokmuş olması. İşte Asiye
Hatun'la ilgili araştırmamıza yardımcı olacak bütün bilgiler bunlar. Acaba bu
bilgilerden ve aşağıda ele alacağımız rüyalardan yola çıkarak Asiye Hatun'u
tanıyabilecek miyiz?
Hatta kişiliğini kendisinin bildiği
ve tanıdığından çok daha derinlere inerek inceleyip, nasıl oluştuğunu
aydınlatabilecek miyiz?
Doğrusu böyle bir zihinsel serüven
bana birkaç fosilden, arkeolojik kalıntıdan hareket ederek geçmişi kurgulamaya
çalışan bir paleo-arkeoloğunkinden daha az heyecan verici görünmüyor.
1.3. Psikanalistin veya psikanalitik yönelimli bir terapiyi yürüten terapistin
analitik atmosferin esasını belirleyen üç temel kuralı koruması beklenir;
isimsizlik, perhiz ve yansızlık. Bu çerçevede yukarıda değindiğim bir soruyla
başlayalım; Asiye Hatun'un şeyhiyle mektuplaşması süreci, tipik analitik
atmosferle ne ölçüde benzeşmektedir?
Ana hatlarıyla söz konusu kuralları tanıtmaya çalışayım. Analitik atmosferi
sağlayabilmek bakımından analist veya terapist analiz ettiği özne tarafından
kişisel olarak tanınmamalı, kişilik özellikleri, değerleri, arzuları, zayıf ya
da güçlü yönleri bilinmemeli, özel yaşantısı ufak tefek ve genel birkaç özellik
dışında gizli kalmalıdır. İsimsizlik kuralı adını alan bu kural aşağıda açıklamaya
çalışacağım "aktarım" ilişkisini başlatmak bakımından özel bir anlam
taşır.
Perhiz kuralı analist veya terapistin analiz edileni her türlü tatminden,
özellikle (cinsel ve saldırgan) dürtü tatmininden mahrum bırakması anlamına
gelir. Analiz eden, analiz edilenle özellikle cinsel bir yakınlaşmaya girmediği
gibi onun öfkesi, saldırganlığı karşısında da karşı-saldırgan bir tutum almaz;
analitik vazifeyi sürdürür. Dahası katı uygulamalarda olumlu veya olumsuz
mimik, jest veya sözcük kullanmaz; onayladığını veya onaylamadığını belli
etmez. Klasik psikanalizin ilk dönemlerinde bazı analistler perhiz kuralını
analiz süresince analiz edilenin cinsel yaşantısını sınırlayacak kadar
abartmışlardır.
Analitik bir atmosferi sağlayacak en temel kural olan yansızlığa gelince;
"klasik (Freudcu) metapsikoloji" çerçevesinde bu kural, analisitin
cinsel veya saldırgan dürtüler ve bunlara karşı savunmalardan herhangi birinin
yanında yer almaması, tarafsız kalmasıyla ifade edilir. Klinik uygulamada bu
kural ilke olarak terapistin öğüt ya da direktif vermemesi, analiz
edilen üzerindeki etkisini kullanarak dolaylı yollarla da olsa onu
yönlendirmeye çalışmaması, onay veya onaylamama belirtmemesi, yalnızca
bilinçdışı güdülenmeler ve arzularla bunlar karşısında duran savunma
mekanizmalarını açıklayan yorumlar vermesiyle ifade bulur.
Pratikte ideal koşullar sağlanamayabilir. Fakat ideale yakın bir analitik
ortam sağlanırsa ve bu ortam ikinci derecede önemli zaman, mekân, ücret, vs.
gibi çerçeveye ilişkin düzenlemelerle sabitleştirilirse analiz edilende kısa
ya da uzun bir zaman içinde tipik bir "gerileme" ve bir
"aktarım" ilişkisi gözlenmeye başlanır.
1.4. Çok karmaşık bir teorik tartışmayı beraberinde getiren "gerileme"
kavramının metapsikolojik açıdan tanımlanmasını bir kenara bırakırsak, klinik
olarak gözlenen ve gerileme adını alan durumu, analiz edilenin analiz eden
karşısında süreç içinde giderek daha çocuksu (yani şiddetli) duygusal ve ilkel
(akılcı olmayan) düşünsel tepkiler vermeye yönelmesi olgusuyla belirleyebiliriz.
Kısaca analitik süreçte normal erişkin yaşamda gözlenmesi ve incelenmesi pek
zor olan ruhsal olaylar ortaya çıkar ve bu yolla analiz edilenin bir zamanlar
çocukluğunda göstermiş olduğu tepkiler ve genel olarak bilinçdışında aktif
olarak çalışan dinamikler incelenebilir, çocukluk anıları canlandırılabilir ve
anlamlandırılabilir.
"Aktarım" da çok karmaşık, çok yönlü bir teorik tartışmaya bağlanır.
Burada basitçe Freud'un ilk tanımlarından birini temel alırsak, aktarım analiz
edilenin analisti mevcut sevme kalıplarından birinin içine almasıdır. Bu sevme
tarzı son tahlilde analiz edilenin ilk sevgi nesneleri olan anne ve babasıyla
çocukluk yıllarında yaşadığı ilişkilerden türediği için, gerileme sayesinde
kolaylaşan bir süreçte derinlemesine incelenip çalışıldığında, doğrudan ya da
dolaylı olarak ilk çocukluk deneyimlerini saptamaya imkân verir. Dolayısıyla
yansızlık, isimsizlik ve perhizle belirlenen analitik ortamda derinlemesine
yaşanan ve incelenen gerileme ve aktarım, analiz edilenin kişilik yapısını,
kişiliğinin oluşumunu, hastalıklı yönlerini ortaya koymaya, sistematik olarak
incelemeye yönelik bilinen en titiz ve akılcı yöntemdir. İşte bu yönteme
kabaca psikanaliz diyoruz. Psikanaliz pek çok örnekte bu titiz, sabırlı ve
sistematik yaklaşımı sayesinde bilinçdışında kalan psikolojik süreçleri
bilinçli hale getirmeyi başarır.
Tartışmaya açık olmakla beraber günümüze dek üç temel aktarım tarzının
tanımlandığını ileri süreceğim. Bunlar;
- Freud tarafından klasik aktarım nevrozlarında gözlenen ve sistematik
olarak tanımlanan oidipal aktarım tepkileri,
- Kohut tarafından narsisistik bozukluklarda gözlenen ve sistematik olarak
tanımlanan "kendilik nesnesi" aktarım tepkileri,
- Kemberg tarafından sınır durumlarda saptanan ve sistematik olarak
tanımlanan "kaotik" aktarım tepkileridir.
Bu noktada tekrar Asiye Hatun'a, rüyalarının görüldüğü ortama geri
dönersek, bu ortamın analitik ortamla ilginç bir şekilde benzeştiğini,
dolayısıyla gerileme ve aktarım olgularının sistematik olarak ortaya çıkmasına
elverişli bir çerçevenin geçerli olduğunu görürüz.
İlk olarak perhiz kuralını ele alalım. Şeyhi Asiye Hatun ile cinsel bir
yakınlığa girmemiştir. Asiye Hatun'un şeyhine karşı saldırgan duygular
beslediğine dair açık bir kanıt olmamakla beraber eğer böyle duygular
geliştirmiş olsaydı bile şeyhinin karşı saldırı, intikam ya da çöküntü gibi
tepkiler vermeyeceği hemen sezilebilir. Ayrıca Asiye Hatun'un perhiz kuralını
abartarak uyguladığı bile düşünülebilir; aktif bir cinsel yaşamı olmadığı gibi
ibadet nedeniyle diğer dünya nimetlerinden de elini eteğini çekmiştir. Şeyhinin muhtemelen
birkaç satırla sınırlı, rüya yorumu ya da mertebe aldığıyla ilgili haberlere
yer veren mektuplarıyla yetinmektedir.
İsimsizlik
kuralına gelince, Asiye Hatun şeyhini hiç görmemiştir. Hakkında pek çok şey
duymuş olması muhtemeldir, ancak onun gerçek kişiliğini, eğilimlerini,
arzularını, kişiliğinin güçlü ve zayıf yönlerini bilmemektedir.
Yansızlık kuralı bakımından sürece bakacak olursak en çok bu kuralın
çiğnendiğini düşünebiliriz; görünüşte şeyh yansız değildir; müridi Asiye Hatun
ile aynı idealleri savunmaktadır, yani belli bir yönü, tercihi vardır. Üstelik
müridini zaman zaman ona mertebe vermek suretiyle onaylamaktadır. Tüm süreç
belli bir cemaatin oyun-gerçekliğinin anlam ve değerler sistemi içinde yer
almakta, kurumsallaşmış bir pratik olan şeyh-mürid ilişkisiyle
belirlenmektedir. Bu durumda klasik (yani Freudcu) anlamıyla psikanalitik
yansızlık kuralının geçerli olmadığı düşünülebilir. Ama aşağıda daha ayrıntılı
olarak göreceğimiz gibi eleştirili bir psikanaliz yaklaşımı açısından benzer
sebeplerle psikanaliz de aynı şekilde sorunsallaştırılabilir; çünkü herhangi
bir analitik terapi pratiği de psikanalitik cemaatin etos ve mitosundan
bağımsız gerçekleşmez. Psikanaliz de bir kurumsal pratiğin, bir oyun-gerçekliğin
dışında bir ilişki sunamayacağına göre acaba bu pratiğin aktarımın
gelişmesindeki etkileri nelerdir?
Yoksa böyle bir cemaatçi-kurumsal
çerçeve ve pratik olmaksızın aktarım ilişkisi kurulamaz mı?
Eğer özellikle son soruya
"evet" yanıtını verecek olursak, yani aktarımın psikolojik bir süreç
değil tarihsel-kültürel bir süreç olduğunu kabul edersek, naif psikanalitik
kuramların köklü bir revizyondan geçmesi gerektiği görülecektir. Bu
meta-teorik tartışmaları erteleyerek Asiye Hatun'un yazgısıyla ilgilenelim
şimdilik biz.
1.5. Tarihi geçmişte yaşanmış bir süreç olarak düşünür, sürdürmekte
olduğumuz yaşamların onun bir parçası olduğunu unutma kolaycılığına düşeriz
genellikle. Keza başkalarının düşüncelerinin önyargılarla yüklü olduğunu
düşünürken kendi savunduğumuz durumun "yansız"lığında ısrar etme
eğilimine gireriz. Heinz Kohut psikanalitik yansızlık ilkesini ciddi bir
şekilde tartışmaya açmak cesaretini göstermişti. Bu tartışma Asiye Hatun'un
rüyalarının yorumlanmasıyla yakından ilgili görünüyor; çünkü bu rüyaların
yorumlanması kaçınılmaz olarak, görüldükleri süreç ve atmosferle yakından
bağlantılı olacaktır. Asiye Hatun'un rüyalarının görüldüğü atmosfer
psikanalizinkine ne ölçüde benziyor?
Bu soruya yanıt aramayı
sürdürüyoruz.
Yukarıda narsisistik durumlarda "kendilik nesnesi" aktarımlarını
tanımladığını belirttiğim Kohut, klasik yansızlık kavramını ciddi bir şekilde
ele almış ve eleştirmiştir. Kohut'a göre insan yavrusu nasıl biyolojik
donanımı bakımından boş uzaya değil dünya atmosferine doğmak üzere
şekillenmişse, psikolojik bakımdan da salt yansız olmayan bir ortama doğmak
üzere belirlenmiştir. İnsan yavrusu için gerçek yansız çevre eşduyumlu insani
ortamdır. Kohut narsisistik vakaların tipik aktarım tepkilerinin
gerçekleştirilebilmesi için klasik yansızlık anlayışında bu gerçeği göz önüne
alan bir düzeltme yapılmasının zorunlu olduğunu ileri sürmüştü.
Narsisistik durumlar için temel olarak iki (aslında dört) tipte "kendilik
nesnesi" aktarımı tanımlamıştı; idealleştirme aktarımı ile ayna aktarımı.
İlk narsisistik aktarıma göre terapist analiz edilen tarafından yüceltilmiş,
idealleştirilmiş bir insan olarak algılanır. Analiz edilen kendini bu güçlü
varlığın bir parçası, bir uzantısı; onun tarafından sevilen, desteklenen ve
onaylanan bir insan olarak algılamak suretiyle kendilik saygısını, kendine
güvenini ayakta tutabilir.
İkinci ve daha gerilemeli narsisistik aktarıma göre terapist neredeyse tam
tersine, analiz edilenin muhteşem kendiliğine hayran, analiz edilenin
büyüklenmeci teşhirci gösterilerini ayna gibi geri yansıtan bir insan olarak
algılanır. Analiz edilenin kendilik saygısı ve kendine güveni geniş ölçüde
terapistin bu işlevine dayanır.
Kohut'a göre her iki durumda da analist katı yansız bir tutum alıp analiz
edilenin bu çocuksu yansıtmalarını erkenden yorumlamaya girişmemeli, analiz
edilenin kendisine atfettiği nitelikleri sabırla üstlenip eşduyumlu bir tutum
alarak analiz edileni ani bir düş kırıklığına uğratmamalı, ancak süreç içinde,
burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz bazı manevralarla gerçekçi yorum
çalışmasına girişmelidir. Kısaca Kohut’a göre en azından narsisistik vakalar
için yansızlık kuralının değiştirilmiş biçimi, analiz edilenin kendilik saygısı
ve kendine güvenini pekiştirecek şekilde eşduyumlu tutumlarla yumuşatılmasıyla
sağlanır.
Eğer eleştirili psikanaliz bakımından sorunlaştıracağımız yönleri bir
tarafa bırakıp yansızlık kuralının narsisistik durumlar için Kohut tarafından
verilen yorumunu göz önüne alırsak, Asiye Hatun'un şeyhiyle giriştiği
ilişkinin değiştirilmiş biçimiyle bu kurala da uyduğu görülür. Asiye Hatun
şeyhini yüceltmiş, idealleştirmiş, ona insanüstü özellikler atfetmiş ve onun
tarafından takdir edilmeyi, onaylanmayı, kabul edilmeyi beklemiştir. Şeyhi de
Asiye Hatun'un atfettiği bütün özellikleri üstlenerek onu ani bir düş
kırıklığına uğratmamıştır.
Aşağıda daha kesin bir şekilde ifade etmeye çalışacağım gibi Asiye
Hatun'un rüyaları kişiliğinin iki temel ekseni hakkında da fikir vericidir.
Yani bu rüyalardan hareketle bu kişiliğin hem oidipal (zevke yönelik, cinsel ve
saldırgan dürtüleri, bunlarla ilgili çocukluk deneyimlerine bağlı geniş ölçüde
bilinçdışı çatışkı ve kompleksleri, bunlarla ilgili savunma mekanizmaları) hem
de narsisistik (çekirdek kendiliğin iki temel bileşeni; ihtiras ve idealleri,
kendilik saygısı ve kendine güvenini sağlama mekanizmaları, kendiliğindeki
eksikler ve bunlara karşı gelişmiş telafi edici yapılar) açılardan incelenmesi
mümkün görünmektedir. Bununla beraber Asiye Hatun'un kişiliğinin ve bu
kişiliğin patolojik yönlerinin esas itibarıyla narsisistik eksende ele alınması
gerektiği kanısındayım. Çünkü Asiye Hatun'un şeyhi ile giriştiği ilişki esas
olarak idealize edilmiş aktarım tepkileriyle örtüşmektedir. Eğer bu tespitim
doğru ise şeyhinin tutum ve yaklaşımının da Kohut tarafından değiştirilmiş
yansızlık ilkesini kabaca da olsa sağladığım söyleyebilirim.
Böylece Asiye Hatun’la ilgili çalışmanın özgül metodoloji sorunlarının
kısmen halledilmiş olduğunu varsayıyorum. Bir başka deyişle izleyen bölümlerde
analitik bakımdan geniş ölçüde standart bir yapıya kavuşturulmuş bir ortamda
sistematik olarak görülmüş bir dizi rüyayla karşı karşıya olduğumuzu kabul
edeceğiz. Kısaca şunu belirteyim ki Asiye Hatun'un şeyhiyle ilişkisi geniş ölçüde
istikrarlı olduğu için yukarıda Kemberg'in "sınır durumlar" için
tanımladığından söz ettiğim "kaotik" aktarım bakımından ele alınması
gerekmez. Aynı şeyi bir başka şekilde söylersek Asiye Hatun'un ne kadar
yaralanmış ve eksikli olursa olsun son tahlilde "iç bütünlüğü olan, iç bütünlüğünü korumaya yönelik", pekişmiş bir
kendiliği vardır. Böyle bir kişiliği temel olarak narsisistik yönleriyle
incelemek gerekir; ikinci düzeyde oidipal yönleriyle ele almak yeterlidir.
Oidipus kompleksi, Sigmund Freud'un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye
göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni safdışı
etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamı.
II. 1. Asiye Hatun'un rüyalarını incelerken öncelikle şu soruyu soralım
kendimize: Bu rüyalar kimin için ve neden görülmüştür?
Bu rüyalar Asiye Hatun'un idealize ettiği şeyhi için ve onun tarafından
onaylanmak, kabul edilmek, mertebe almak arzusuyla görülmüştür. Yani ne kadar
idealleştirilmiş, yüceltilmiş, inceltilmiş terimlerle ifade edilirse edilsin
güçlü görülen, güç atfedilen bir insandan güç almak için görülmüştür.
İncelememizin şimdiki düzeyinde bu gücün dünyevi ya da uhrevi terimlerle ifade
edilmesi ikinci derecede önemlidir. Psikolojik bakımdan esas olan Asiye
Hatun'un kendine saygısı, güveni, kendinden memnuniyetidir. Yani temelde bu
rüyalarda Asiye Hatun'un narsisizmi ile karşı karşıyayız.
İkinci olarak saptamamız gereken olgu bu rüyaların ikinci planda bile olsa
oidipal (cinselliğe, saldırganlığa, bunlarla ilgili çocukluk çatışkılarına ve
komplekslerine, bunlara yönelik savunmalara ilişkin) tonlar da içermesi. Demek
ki Asiye Hatun'un narsisistik yönlerine paralel olarak oidipal yönlerini de
inceleyeceğiz.
Bu ilk iki noktaya paralel olarak Asiye Hatun'un rüyalarının neredeyse
tipik denebilecek sistematik bir silsile izliyor olduğunu bir kez daha
kaydetmeliyiz. Rüyaları okurken beni en çok heyecanlandıran olgu bu olmuştu.
Burada ancak dönüm noktası niteliğinde birkaç tanesini ön plana çıkarıp, diğer
bazılarına kısaca atıfta bulunacağımız bu rüyalar oidipal düzeyde
erotikleştirme, suçluluk duyguları ve kadın hadım edilme kompleksi yönünde
gelişirken, narsisistik düzeyde idealleştirmeden büyüklenme ve teşhirciliğe
(ayna aktarımına) doğru gerilemektedir. Ancak oidipal temalar rüyaların
başında sistematik olarak gözlenebilirken giderek sistematik olarak analiz
edilebilme niteliğini yitiriyor. Narsisistik temalar ise tüm rüyaları baştan
sona güdüleyen ve süreklilik arzeden eksen olarak kalıyor.
II. 1. Asiye Hatun'un şeyhi Muslihüddin Efendi için gördüğü ilk rüya
şöyle:
"Rüyada bir adam gördüm, bana 'Üsküp'le alakam kesip Uziçe'ye gitmen
ve o azizin nikâhına girmen gerekir. Hatunu yoktur. Sen hatunu olup hizmet et.
Nikâhtan sonra aranızda yakınlık olur, mübarek eliyle cismine dokunur ve ne
kadar beden rahatsızlığın varsa gerek yüzeyde gerek içerde olsun hepsi geçer.
Bütün dileklerin yerine gelir. Kalbin teslim olmuştur zaten, duyguların da onun
hükmüne girsin. Elbette azizin nikâhına girmen gerekir,' diyerek yön veriyor.
Bu konuşanın kim olduğunu çıkaramadım, yalnız kadın değil erkekti. Onun bu
sözü beni utandırdı.
'Nasıl söz bu?
Benim sevgim ruhanidir. Allah
Teâlâ’nın makbulüdür. O yüzden kalbim teslim oldu, dedim. Yine o adam dedi ki:
’O azizde beşerlik yoktur. Gerçi görünüşte halk arasında insan
görünümündedir, ama sırf ruhtur. Onda hiç beşerlik yoktur. Ama nikâhına
girdikten sonra aranızda yakınlık olur, senin bedenine elini sürer, derdine
deva, yarana şifa olur, diyorum. Aklın başında ise fırsatı kaçırma,'
diye bana tembih etti. Fakire de sanki onun nasihatına göre davranıp
Üsküp'le ilişkisini kesmeye ve Uziçe'ye gitmeye hazırlanırken bu hal ile
uyandım."
İlk rüyada önemle üzerinde durmamız gereken bazı noktalar var: Rüya hem
erotikleştirme (Asiye Hatun'un şeyhi ile ilişkisini erotikleştirerek
simgeleştirmesi) hem de idealleştirme (şeyhin insanüstü bir varlık olarak
yorumlanması) söz konusu.
Eğer yalnızca bu rüyayı göz önüne alsaydık klasik dürtü teorisi açısından
şöyle bir yaklaşımda bulunabilirdik; rüyada Asiye Hatun'un bastırılmış cinsel
arzuları aktive olmuş, ancak yasaklayıcı ilkel üstben (utanç) ile çatışkıya
giren bu arzular idealleştirme ve akılcılaştırma şeklinde bir savunma ile
yansızlaştırılmaya çalışılmıştır. Çatışkı id ile üstben arasındadır,
idealleştirme "ben" savunmasıdır.
Tamamen yanlış olduğunu söyleyemeyeceğim bu yoruma göre Asiye Hatun'un dine
yönelmesi, aşırı baskıcı üstbeni ile çatışmaya giren cinsel dürtülerini
yücelmeye yönelik bir "uzlaşımsal oluşum"dur. Diğer bir deyişle Asiye
Hatun'u dine yönelten temel güdü cinselliktir. Klasik Freud’cu çerçevede
kalırsak aşağı yukarı böyle bir yorumla yetinmemiz gerekirdi. Asiye Hatun'un
cinselliğe ilişkin yönelimlerini, ilgilerini geniş ölçüde kontrol etmeye
çalıştığı, dolayısıyla şeyhi ile ilişkisini bilinçdışı bir süreçte erotize
ettiği, yani bilinçdışında sanki erotik bir ilişkiymiş gibi de kavradığı,
şeyhine yönelik yüce isimler vererek düşünmeye çalıştığı duygularının,
heyecanlarının bir ölçüde cinsellikten türediği doğru olsa gerek.
Ancak kanımca bu yorum erken ve yetersizdir. Çünkü bütünüyle ele
alındığında rüyaların seyri oidipal bir eksende gitmemekte; cinsellik ve
saldırganlık, bunlarla ilgili çocuksu çatışma ve kompleksler, bunlara karşı
savunmalar giderek ikinci düzeyde kalmaktadır. Bununla beraber Asiye Hatun'un
kişiliğinin ikinci planda da kalsa bazı isterik öğeler içerdiğini kabul
etmemiz gerek. Nitekim bu öğeler ilerde tekrar karşımıza çıkacak.
Bu rüyada asıl dikkatimizi çekmesi gerekenin erotikleştirmenin erken bir
aşamada gelişmesi olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle erotikleştirme
nevrotik durumlarda gözlemeye alışık olduğumuzdan çok erken bir aşamada
devreye giriyor. Kohut narsisistik vakaların aktarım ilişkisinde ortaya çıkan
erken erotikleştirme ve oidipalleştirmenin uygun biçimde ele alındığında temel
motifler olarak değil, tam tersine özgül dirençler olarak görülebileceği
kanaatindedir. Bir başka deyişle kişiliğin narsisistik ekseni göz önüne
alındığında rüyadaki erotikleştirme, Asiye Hatun'un cinsellikle ilgili
çatışmaları hakkında fikir vermekle beraber temelde büyük güçler atfederek idealleştirdiği
şeyhine bir an önce yakınlaşmak, onunla bütünleşmek arzularının erotize
edilmesi şeklinde yorumlanmalıdır. Yani cinsellik idealleştirilmiş ötekine bir
an önce yakınlaşmaya yönelik heyecan yüklü arzuları meşrulaştıran savunmadır.
Demek ki rüyanın biri Freudcu (oidipal) diğeri Kohutçu (narsisistik) iki
yorumu mümkün gibi durmaktadır. İlk yorumda savunma olan idealleştirme
İkincisinde temel motif olurken, ilkinde motif olan erotikleştirme diğer
yorumda savunma olarak değerlendirilecektir.
Her iki yorum tarzının da doğru kabul edilebileceği örnekler vardır. Ancak
Asiye Hatun'un rüyalarının bütününün ikinci yorumu doğruladığı kanaatindeyim.
Yani zevk arayışı ve suçluluk duyguları arasında zorlanan bir nevrotikle
değil, kendiliği ileri derecede zedelenmiş, eksikli, kendilik saygısını
kazanmak için güçlü bir figürle yakınlaşma, onun tarafından kabul görme
çabaları içindeki bir narsisistle karşı karşıyayız; rüyaların bütünü bunu
gösteriyor.
Bu rüyada dikkatimizi çeken bir başka nokta da Asiye Hatun'un "bazı
beden rahatsızlıkları". Buradan yola çıkarak Asiye Hatun'un gerçekten de
bazı bedensel şikâyetleri olduğu sonucuna varabilir miyiz?
Eğer gerçekten de böyle yakınmaları
varsa bunların mahiyeti ne?
Gerçekten bazı organik hastalıkları
mı var?
Yoksa bunlar psikolojik kökenli
(psikosomatik) hastalıklar mı?
Ya da "döndürme" veya
başka bedenleştirmeler mi söz konusu?
Yoksa kaygılı hipokondriak uğraşlar
mı bunlar?
Bilmiyoruz. Ancak Asiye Hatun'un
kişiliğinin narsisistik ekseninin yaralı olduğu yönündeki tespitimiz doğruysa
hipokondria ihtimali ağırlık kazanacaktır. Ancak bizim için önemli olan Asiye
Hatun'un rüyada dahi olsa şeyhinden şifa bekliyor olması. Bu beklenti,
aralarındaki ilişkiyi tipik bir terapi ilişkisine yaklaştıran bir başka nokta.
Asiye Hatun'un izleyen rüyalarında erotikleştirme ve idealleştirmenin
uzunca bir süre devam ettiğini görüyoruz. Mesela ikinci rüyada, ilginç bir
direk figürü var. Tahmin edilebileceği gibi Freudcu açıdan bu direğin şeyhe
atfedilen güçlü bir fallus olması söz konusu edilebilir. Bununla beraber
direğin yalnızca bir sağlamlık, koruyucu güç ve iktidar simgesi olarak okunması
da mümkündür. Hatta bir bakıma bu yorumların her ikisinin de sonuçta aynı
kapıya çıktığı bile düşünülebilir.
II. 3. En önemli rüyalardan birinden söz edelim; "ayna"nın ilk belirdiği
rüyadan. Ancak bu rüyaya geçmeden önce Kohut'un tanımladığı narsisistik
kendilik nesnesi aktarımlarına temel teşkil eden çocukluk deneyimlerine ve
bunlara dayanan "kendiliğin iki temel bileşenine kısaca değinmemiz
yerinde olacaktır.
Doğal olarak henüz erişkin bir ruhsal örgütlenmeye sahip olmayan çocuğun
halihazırda gerçekleştiremediği ruhsal işlevlerini anne-baba üstlenir. Bu
işlevler bakımından ele alındığında anne-baba çocuk için gerçek bir nesne
(psikanalitik literatürde "nesne" öteki insan, başkası karşılığı
kullanılır) değil, birer kendilik nesnesidir. Yani anne-baba çocuğun henüz
oluşmamış kendiliğini dışardan tamamlayan yapılar olarak görülebilir.
Sözgelimi öfke ya da korkuyla ağlayan bir yaşında bir çocuk düşünelim. Bu
manzarayla karşılaşan annenin iç dünyasında eş-duyumsal olarak benzer duygular
oluşacak ve çocuğunu kucaklayacaktır. İkinci adımda eş-duyum yoluyla kendi
içinde oluşan benzer duygularla gerçekliği karşılaştıracak, test edecek ve
erişkin ruhsal örgütlenmesi sayesinde kendini yatıştıracaktır. Üçüncü adımda
sakin bir ses tonu, jest ve mimiklerle kendi erişkin ruhsal örgütlenmesi
içinde başardığı süreci çocuğununkinde de gerçekleştirecek, onu da
yatıştıracaktır. Burada çocuğun henüz olgunlaşmamış ruhsal örgütlenmesi içinde
başaramadığı duygu yatıştırmasını onun yerine annenin ruhsal örgütlenmesi
yapmıştır; anne henüz olgunlaşmamış kendiliğin ortak-yaşamsal bir parçası; bir
kendilik nesnesidir. Bu tipte eş-duyumlu deneyimlerle yeterince karşılaşarak
büyüyen çocuk, annenin döneme uygun ufak yetersizlikleri karşısında giderek
kendi duygu dünyasını kontrol etmeyi öğrenir; annenin bir zamanlar onun için
yaptığı şeyi kendisi için yapmaya başlar; yani annenin işlevini dönüştürerek
içselleştirir.
Yukarıda ele aldığımız örnek süreç kendiliğin iki temel bileşeni olan
ihtiras ve ideallerin yerleşmesi, kendilik saygısının temeli olan tutarlı bir
kendiliğin ortaya çıkması bakımından da doğrudur. Çünkü çocuk henüz gelişmemiş
ruhsal örgütlenmesinde kendilik saygısını, kendine güvenini sağlayacak
yapılardan yoksundur. Bu işlevlerin sağlanması geniş ölçüde anne-babanın
kendilik nesnesi niteliklerine bağlıdır.
Çocuğun kendilik saygısı ve güvenini dengelemekte birer kendilik nesnesi
olan anne-babayla giriştiği iki temel ilişki kümelenmesi vardır. Bunlardan ilki
genellikle annenin eş-duyumlu "ayna" yanıtlarına dayanır. Çocuk
büyüklenmeci, teşhirci kendiliğini sergiler, dış dünyada hareket ederken tekrar
tekrar dönüp annenin onaylayan eş-duyumsal yanıtlarına; özellikle gözlerindeki
sevgi dolu ışıltıya bakar. Teşhirci büyüklenmeci yapıp etmelerinin onaylanması,
annenin gözlerindeki ışıltı bir ayna gibi büyüklenmeci kendiliğini ona geri
yansıtır. Bu eş-duyumlu yanıt çocuğun temel arkaik narsisizminde kendilik
saygısını, güvenini, kendini sevilebilir ve değerli bir varlık olarak algılamasını
sağlayan en temel işlevdir.
"Ayna evresi" kavramı psikanalitik literatüre ilk kez Lacan tarafından
sokulmakla beraber, annenin eş-duyumlu "ayna tutucu kendilik nesnesi
işlevini", bunun çocuğun kendilik saygısı ve kendine güveni için önemini
ve söz konusu sürecin gelişim tarzını ayrıntıyla işleyen Kohut olmuştur (Kohut, 1971).
Ayna, narsisizm durumları için tipik bir simgedir. Mitolojik figür
Narkissos'un kendi imgesini yansıtan sularda boğulması teması hatırlanırsa,
Eski Yunan'dan beri aynanın hemen bütün toplumlarda narsisizmle ilgili olduğu
düşünülebilir. Pamuk Prenses masalında da narsisistik kraliçe, ona güzel
olduğunu tekrarlayan aynasıyla tanımlanmıştır. Kohut’a göre bakılmak,
görülmek, izlenmek insan varlığının kökeninde yer alan bazı evrensel arkaik
duyguları ve bunlarla ilgili savunmaları harekete geçirir.
Annenin "ayna tutucu kendilik nesnesi işlevi"ni yerine getirmesindeki
kimi yetersizlikleri, eğer çocuğun gelişim düzeyine uygun bir dönemde ve kabul
edilebilir dozda gerçekleşmişse çocuktaki büyüklenmeci teşhirci arkaik
kendilik giderek olgunlaşacak ve erişkin kendiliğin uygun, kabul edilebilir
ihtiraslarına dönüşerek içselleşecektir. Öte yandan da annenin ayna tutucu
işlevleri içselleştirildiği için kendilik saygısını koruma, kendine güven
duygusu giderek daha az dışa bağımlı (yani erişkin) bir düzeye doğru
evrilecektir. Kendiliğinin temel ihtiraslarla ilgili kutbu yeterince gelişmiş
bir insan kendine güvenini, saygısını, kendinden hoşnutluğunu korumak için dış
dünyada daha az hayran olunmaya, onaylanmaya, beğenilmeye gerek duyacak,
eleştirilere daha az duyarlı olacak, alınganlık, çabuk zedelenebilirlik,
saldırı karşısında depresyon veya öfke gibi yanıtlar geliştirmeye daha az
yatkın bir duruma ulaşacaktır. Kohut'a göre bu insanlar gerçekçi ve dengeli bir
şekilde iddialı ve kendine güvenlidirler.
Teoriye göre anne, kişiliğindeki bazı bozukluklar ya da talihsiz bazı
olaylar (mesela annenin bedensel hastalıkları, vs.) nedeniyle bu ayna tutucu
işlevi yerine getiremezse erişkin yaşamda kendini gösteren bazı patolojik
durumlar ortaya çıkacaktır. Ayna tutucu işlev "dönüştürülerek
içselleştirilemediği" için özne kendilik saygısını korumak için sürekli
dış desteğe, onaya, sevilmeye hatta hayranlığa gereksinim duyacak, kendilik
saygısını kendi ruh içi dinamikleriyle korumakta güçlük çekecektir. Yani
içselleştirilemediği için eksik olan ruhsal yapılarını telafi edecek kendilik
nesnelerinin dış desteğine gereksinim duyacaktır. Bu durumdaki bir kişi kolay
zedelenir, alıngan ve güvensizdir.
Öte yandan hüsrana uğramış büyüklenmeci, teşhirci arzular dış gerçeklik
içinde gelişip olgunlaşmaya, dengelenmeye fırsat bulamadan bilinçdışına
bastırılır veya kişiliğin bütününden ayrı tutulan, kimseyle paylaşılmayan
çocuksu büyüklenmeci fanteziler halini alır. Bu fanteziler öznenin kendilik
saygısı yitimlerinde devreye girerek savunma işlevi görebileceği gibi bazı
durumlarda cinselleştirilerek başta teşhircilik gibi çeşitli sapıklıklara yol
açabilmektedir. Bununla beraber Kohut'a göre esas patolojik süreç narsisistik
olarak zedelenmiş ve gelişimi duraksamış bireyin gerçekliğe uymayan bu
eğilimleriyle mücadelesinde kendini gösterir. Çünkü bastırılan veya kişiliğin
bütününden ayrı tutulan narsisistik fanteziler dengelenmiş bir kişiliğin
oluşmasını engelleyecek, zaman zaman kontrolden çıkarak toplumsal bakımdan
kabul edilmesi zor dışavurumlara sebep olacaktır. Kohut'a göre analitik açıdan
yapılması gereken büyüklenmeci kendilikle ilgili fantezilerin analitik
atmosferde yeniden harekete geçmesine imkân vermek ve yorumlar yoluyla
olgunlaşmasını sağlamaktır.
Demek ki gerçeklikle bağdaşmayan teşhirci, büyüklenmeci kendiliği ortaya
koyma gerilimiyle utanç, küçük düşme korkuları arasında bunalan bir birey, söz
konusu gelişimin tipik sonuçlarından biridir. Depresyona yatkınlık, öfke
krizleri, hipokondria... Dikkat edilirse burada ruh içi bir çatışkıdan çok
ayna işlevinde bir eksiklik ve çocuksu büyüklenmeciliğin ve teşhirciliğin
olgunlaşamamasından kaynaklanan bir gelişimsel duraklama söz konusudur. Ruhsal
eksik ve duraklama kavramlarını ön plana çıkaran Kohut, tipik bir tarzda ruh
içi çatışma modelini temel alan Freud'dan ayrılır. İşte bu nedenle Kohut
klinikte "ayna aktarımı" adı verilen ve arkaik büyüklenmeciliğin analitik
ortamda yeniden harekete geçmesiyle öne çıkan durumlarda yorum çalışmasına
geçmeden önce eşduyumlu ayna tutucu yanıtların kullanılması gerektiğini
düşünür.
Kohut'a göre kişiliğin narsisistik ekseninin ikinci kutbunun gelişimi
yukarda ele aldığımız ilk kutba (ihtiraslara) paralel bir çizgi izler. Bu
ikinci kutup kendiliğin ideallerinin yerleşmesiyle ilgilidir ve anne-babanın,
özellikle de babanın idealleştirilmesi üzerinden gelişir. Bu çizgide çocuk
babasını güçlü, ideal bir varlık olarak algılar. Kendine güveni onun
tarafından benimsenmesine, onaylanıp sevilmesine bağlıdır. Bu yüce varlığın bir
parçası, bir uzantısı olarak güçlü, güvenlidir; bu varlık onun yol
göstericisi, doğruyla yanlışı ayırt etmesini sağlayacak rehberi, bu dünyada ne
gibi amaçlar, idealler geliştirilirse saygın bir insan olunacağının modelidir.
İdealleştirilmiş baba ve anneyle yakın bir ilişki kurma imkânını bulan çocuk
zamanla onlardaki yetersizlikleri dereceli olarak kavrarken onlardan kendine
uydurarak, devşirerek içselleştirdiği idealler sayesinde kendiliğinin idealler
kutbunu oluşturur.
Demek ki kendiliğin iki kutbu vardır: ihtiraslar ve idealler. İhtiraslar
büyüklenmeci, teşhirci arkaik kendilikten gelir. Kısa zamanda doyum almaya,
bir an önce üstünlük sağlamaya yöneliktir. Oysa idealler, idealleştirilmiş
anne-baba imagolarından kaynaklanır, uzun vadeli hedefleri, doğruları
gösterir. İhtiraslar bireydeki ruhsal gerilimi artırır, heyecan ve coşku
verirken, idealler sakinleştirir, yatıştırır, uzun vadeli, kimi kez çileli ama
daima daha olgun hedeflere yönelirler.
Normal bir erişkinde kendiliğin bu iki kutbunun yeterince olgunlaşıp, gerilimli
de olsa uyumlu bir bütün içinde çalışması beklenir. İhtiraslardan,
büyüklenmeci eğilimlerden kaynaklanan heyecanlar ve ideallerle dengelenir.
Kohut'a göre narsisistik bozukluğu olan bireylerde kendiliğin her iki
bileşeninde de, biri daha ağır olmak üzere olgunlaşma durmuştur. Ruhsal
yapılar duraksamış ve eksikli olduğundan bunların telafisi için dış dünyada
çocuksu narsisistik ilişki kurma ihtiyaçları (kendilik nesnesi ilişkisi
ihtiyaçları) varlığını sürdürmektedir. Bu ihtiyaçlar bilinçdışına bastırılmış
veya kişiliğin bütününden ayrı tutulan fanteziler halini almıştır. Ancak uygun
ortamlarda, mesela psikanalitik ortamda yeniden harekete geçerler ve dengeli
bir şekilde derinlemesine incelenip geliştirilebilirler. Şunu da belirtmek
gerekir ki kendiliğin bir kutbunun bile (özellikle ideallerin) yeterince iyi
gelişmiş, olgunlaşmış olması iyi işlev gören bir kendiliğin oluşması bakımından
yeterlidir. Mesela kalemi eline aldığında çocuksu coşkular ve heyecanlarla
kimi kez bilinçdışı, başarı fantezileri, büyüklenmeci teşhirci gerilimlerle
yazmakta güçlük çeken bir yazar eğer yeterince sağlam ideallere sahipse bir
süre sonra kendini yatıştıracak, duygularına egemen olacak ve coşkularının
etkisiyle ulaştığı değerli bulgularını dingin bir şekilde ürününe
yansıtabilecektir. Bu yolla da çocuksu arkaik narsisistik ihtiyaçlarını dolaylı
ve uzun yoldan karşılarken, istikrarlı ve üretken kendiliğinin
işlevselliğinden erişkin bir tat alacaktır.
Bu genel "kendilik psikolojisi" ve narsisizm bilgisinden sonra Asiye
Hatun'un "ayna" ile karşılaştığı ilk rüyayı inceleyelim (rüyayı
kısaltıyorum):
"Sonra bir gece bir miktar gaflet sırasında gördüm ki Efendi Hazretleri
gelmiş. Mübarek göğsünü açtı. Gördüm ki mübarek göğsünde güneş gibi bir ayna
var. Güneş gibi yuvarlak, çok ışıklı, rengi gayet parlak, altına benziyor. O
aynanın ışığı mübarek beyaz sakalının arasından çıkıyor ve şule veriyor. Öyle
bir ayna ki tabiri imkânsız. Kısacası dünyada hiçbir şeye benzetemem.
Yuvarlaklığı güneşe benziyor, ama ışığı güneş gibi değil. Bir acayip nesne ki
göz görmüş değil. Yani o ayna mübarek göğsünde kurulmuş, geçici olarak oraya
konmuş değil. Sanki mübarek cisminden oluşmuş. Aynayı bana gösterip buyurdu ki
'Bu
aynanın içine bakan, Hazreti Allah'ın cemalini görür.’
Sonra mübarek göğsünü örttü. Ama hakire içine bakmadım, ancak aynayı
gördüm. ... Üç kere mübarek eliyle başımı sıvadı. 'Şimdiden sonra benimsin,'
diye buyurdu. Bu keyifle uyandım...”
Şiddetli ışık oyunlarıyla coşkulu bir şok etkisi yaratan bu mutlu rüya her
şeyden önce görenin o dönemdeki ruh hali hakkında fikir verici. Böyle bir
rüyayı gören kişinin depresif ya da sıkıntılı olmasına imkân yok. Asiye
Hatun'un bu rüyayı gördüğü sırada kendisiyle barışık, kendinden memnun, hatta
coşku ve sevinç dolu olması lazım. Ayrıca rüyadaki "bayram sevinci"
yaşayan çocuğunkiler kadar coşku dolu olan bu patlayıcı ton genel olarak duygu
dünyasının yansızlaşmadığını, olgunlaşmadığını gösteriyor olabilir. (Normal
erişkin bu tipte patlayıcı, çarpıcı rüyaları pek az görebilir.)
Bu rüyayı içerdiği evrensel ayna simgesi açısından ele alırsak narsisistik
gereksinimleri, büyüklenmeci teşhirci arkaik kendiliğin yeniden harekete
geçtiğini düşünmemiz gerek. (İslam kültüründe ayna imgesinin kültürel oyun
içinde farklı bir anlamı olmasını şimdilik bir kenara bırakıyor ve daha sonra
eleştirili bir tavır almayı vaat ederek şimdilik tarihselci değil evrenselci
bir psikanalitik bakış açısına yerleşiyoruz). Rüyaya göre aynaya bakıldığında
-yani normal olarak kendi imgesinin görüleceği durumda— Allah'ın cemalinin
görünecek olması da aynada yansıyacak imgenin muhteşem, büyüklenmeci karakterini
açıkça ortaya koyuyor zaten. Fakat bu aynaya henüz bakmıyor Asiye Hatun,
sadece şeyhiyle ilişkisindeki gerilemeli süreçte erişeceği en arkaik noktaya,
bastırılmış narsisistik büyüklenmeciliğine, teşhirci çocuksu kendiliğine işaret
ediyor. Nitekim rüyalar idealleştirilmiş narsisistik kendilik nesnesi ilişki
kümelenmesinden, İslami inançlar çerçevesinde Allah'ın cemalini içine bakana
gösteren ayna simgesiyle, yani Asiye Hatun'un bastırılmış büyüklenmeci çocuksu
kendilik imgesinin açığa çıkmasıyla son bulacak. Kısaca bu rüya Kohut'un
narsisizm için tipik olarak tarif ettiği idealleştirilmiş ilişki kümelenmesinin
gelecekte daha gerilemeli bir narsisistik kümelenmeye, ayna ilişkisi
kümeleşmesine dönüşeceğini haber veriyor.
İlk kez bu rüya sayesinde Asiye Hatun'un kendiliğinin esas zedelenen
kısmının annesiyle giriştiği "ayna ilişkisinde" yeterince lu yanıtlar
alamayan büyüklenmeci, teşhirci arkaik kendilik ve bundan türeyen ihtiraslar
kutbunda olduğunu saptıyoruz. Asiye Hatun'un bastırılmış ya da kişiliğin
bütününden ayrı tutulan şiddetli çocuksu duygular, heyecanlar ve coşkularla
yüklü üstünlük fantezileri, ihtirasları vardı. Şeyhi tarafından onaylanarak
mertebe alması, Allah’a yaklaşması bastırılmış ve bastırıldığı için
gerçeklikte dönüşerek olgunlaşma fırsatını bulamamış çocuksu ihtirasları,
büyüklenmeci arzularının idealleştirilmiş ilişki yoluyla kontrollü bir tarzda
erişkin kendiliğine katılmasını sağlıyordu.
Rüyadaki çocuksu coşku ve mutluluk, arkaik narsisistik coşkularının
sonunda hipomanik sıkıntılı taşkınlık, aşırı uyarılma tehlikesi olmadan gün
ışığına çıkabilme imkânı bulmasıyla ilişkiliydi. Bu ise Asiye Hatun'un
annesinin kızının narsisizminin teşhirci, büyüklenmeci çocuksu kendiliği
karşısında (şimdilik anlayamadığımız sebeplerle) duyarsız kaldığını, hatta tam
tersine utandırıcı, bastırıcı bir işlev üstlendiğini gösteriyor. Asiye
Hatun'un kendiliğinin nispeten sağlam kısmı ise bir âlim olan babasıyla
kurduğu idealleştirilmiş ilişki sebebiyle kazandığı idealleri. Kendiliğinin bu
ikinci kutbu kanalıyla şeyhi ile kurduğu idealleştirme aktarımı ilişkisi
sayesinde bastırılmış arkaik narsisistik coşkularını tehlikesizce kendiliğine
kabul edebiliyor olduğunu söyleyebiliriz. Sıradan bir anlatımla şeyhi ile
idealleştirilmiş ilişkinin sağladığı güvenli yol sayesinde Asiye Hatun çocuksu
narsisistik ihtiraslarını, coşkularını ideallere dönüştürme, uzun vadeli
hedeflerde kullanma imkânı buluyor ve kendiliği yeniden tattığı bu çocuksu
coşkunun heyecanı ile sarsılıyor.
Şeyhin bedeninin bir parçası olan ayna (idealize kendilik nesnesi ile kendi
arkaik narsisistik imgesinin yansısının bir bütün teşkil etmesi) coşkulu bir
bayram sevinciyle kendilik saygısının, kendine güveninin hızla yükselmekte
olduğunu gösteriyor.
II. 4. Bu rüyayı izleyen bir "gizli yol" ya da kısa yol rüyası
var ki, yukarıdaki tespitlerimizi doğruluyor. Kısaca özetlemekle yetinmek zorunda
olduğumuz rüyaya göre Asiye Hatun evinde yerin altından Medine'ye giden kısa
gizli bir yol bulur. Bu yolu kimse (aptalın biri) görmesin diye tıkar. Ayrıca
önemle belirtelim ki rüyadan anladığımız kadarıyla o günlerde gerçek yaşamda
Asiye Hatun'un şeyhine karşı bir isyanı söz konusudur; bu nedenle suçluluk
duyguları yaşamaktadır.
Medine'ye giden biri uzun diğeri kısa iki yolu kendiliğin idealler ve
ihtiraslar şeklinde özetlenen iki kutbu olarak düşünebiliriz. İdealler uzun ve
meşakkatli yoldur. İhtiraslarsa kısa zamanda tatmin bekler. Asiye Hatun, bir önceki
ayna rüyasında yeniden harekete geçtiğini gördüğümüz ihtiraslarını (arkaik
narsisizmini) toprağın altına –bilinçdışına-gizlemektedir. Bununla beraber
Asiye Hatun'un ne zaman isterse gizlice bu yolu kullanabileceği gibi bir
düşüncenin rüyada yer aldığı düşünülürse bastırmanın tam olmadığını, yalnızca
şeyhinden (aptalın birinden) gizlenmeye; kişiliğinin bütününden ayrı bir yönde
gizli tutulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Bu rüya Asiye Hatun'un
davranışları bakımından da fikir vericidir. Muhtemelen kontrolden kaçan bu
tipte aşırı uyarılmalar gerçek yaşamında da yer almakta ve ölçüsüz
davranışlarda bulunmasına yol açmaktadır. Sonucun hemen daima şeyhiyle
ilişkisinde olduğu gibi hüsran ve suçluluk duyguları olacağını tahmin
edebiliriz.
İzleyen rüya muhtemelen o sıralarda Asiye Hatun'un yaşamında meydana gelen
bir olaydan etkilenmiş. Bir sipahi ile evlenmeye karşı tepkisini ve
Muslihüddin Efendi'ye bağlılığını, nikâhlanacağı fantezilerini, arzularını
anlatan bir rüya. Rüya anlatısı şu cümleyle bitiyor: "Kendimi onunla (şeyh ile) nikâhlı
bilip bu safa ile uyandım." İzleyen rüyalar da, bir süre için
idealize narsisistik genel seyrinden sapıp ilginç bir şekilde erotize-oidipal
tonlara kayıyor.
Neden?
"Kısa yol" rüyasının şeyh
ile ilgili bir hüsrana işaret etmesi muhtemel. Artık Asiye Hatun'un şeyhinden
gizlemeyi tercih ettiği bazı şeyler var. İdealleştirmedeki geçici çöküş
erotikleştirmeyi ön plana çıkarmış olabilir. Ayrıca güncel olarak bir talibin
(sipahi) çıkmış olması da bu süreci pekiştirmiş olabilir.
Aradaki bir rüya atlanır ise izleyen iki rüya tipik oidipal tonda.
"Yine bir defa: Yine bir gece güzel yüzlü bir kadın gördüm. Pek genç
değil. Kim olduğunu bilmiyorum. Ama Usküplü'ye benzemiyor. Birisi gelip bana
dedi ki: 'Bu kadın, aziz hazretlerinin karısı, oğullarının annesidir. Onlardan
değildir.' Fâkire bayağı utandım. Bilmeden saygıda kusur ettiğime özür
dilerken, o kadın: 'Yaklaş. Kulağına bir iki söz söyleyeyim: kimse işitmesin,'
dedi. Ben yaklaşınca kulağıma şunu söyledi: 'Efendi sana bol selam ve dualar
gönderdi. Hem buyurdu ki 'Sana müjde olsun. Senin ruhunu yaramaz işlerden
geçirdik. Mesela içki gibi. Daha onun gibi ne varsa, o yaramazlıklardan
geçirdik.' Şimdiden sonra hatırını hoş tut,' diye haber alınca çok
sevindim."
"Yine
bir gece rüyada gördüm ki birkaç berbat suratlı kadın. Gözleri kör. Bir kadın
o kör kadının önünde oturmuş sanki onun gözlerine ilaç sürüyor gibi. Kör
kadından kalbime sıkıntı geldi.
'Acaba kimdir?' diye düşünürken kadın dedi ki, 'işte dünya benim. Bil ve öğren.' Bunu öğrenince bana gazap geldi.
Karıya ciddi küfredip 'Bre mekkâre, tarane, sahrare, bre veliler aldatıcı,
şeker gösterip zehir içirici. Yürü git yanıma gelme. Kardeşlerim sana nikâh
kıyıp sonra tez elden boşadılar, ama ben sana nikâh kıymadım ki boşayayım. Yürü
git, yanıma gelme,' diye sıkı sıkı tenbih ederken, o melune bana, 'Eğer bana muhabbetin olmasa kırmızı
atlastan hoşlanmazdın,' diye seslendi. Bana bayağı bir kızgınlık geldi. Bu
gazapla uyandım. Bu düşün daha çok ayrıntısı var."
Üst üste gelen ve tüm rüyalarda yegâne kadın figürünü (birinde açıkça
şeyhin karısı) içeren bu rüyalarda suçluluk duygulan, utanç, korku ve organ
kaybı (hadım edilme) temalarının dışında ilk ve son kez Asiye Hatun'un
saldırgan dürtüsü ve öfkesiyle karşılaşıyoruz. Asiye Hatun'un şeyhi ile
idealleştirilmiş ilişkisini bir ölçüde erotize de ettiği düşünülürse, oidipal
kümelenmedeki tipik açılışlardan birini görüyoruz.
Aktarım ilişkisi erotik ton aldığında duygular yoluyla (yani çocukluk
çağında yaşanan duygu tonlarının güncel olarak yeniden harekete geçmesi ve bu
duygular kılavuzluğunda çocukluğun benzer deneyimlerinin hatırlanması yoluyla)
çocukluk döneminin cinsel aşk, rekabet, kıskançlık, saldırganlık, suçluluk
duygulan ve cezalandırılma korkularıyla yapılanan oidipal aşaması
incelenebilecek bir açıklık kazanır. Asiye Hatun'un şeyhi ile ilişkisini
erotikleştirmesi (nikâhlanma arzuları) tipik bir şekilde oidipal suçluluk
duygularını yeniden harekete geçirmiştir. Şeyhin karısı karşısında utanç,
"saygıda kusur", "özür dileme" temaları "ruhunun
yaramaz işlerden geçirilmesi" gibi temalar bu yeniden hareketlenmenin
delilleridir. Ancak bu rüyada daha ilginç bir tema da söz konusu; Kafadar’ın
önsözünden şeyhin oğlunu içkiden kurtarmış olduğunu öğrenmiştik. Rüyadaki bir
ayrıntı (rüyaya göre Asiye Hatun'un içkiden kurtarılması) tipik bir-tarzda
şeyhin çocuğunun bir özelliğini tekrar ediyor. En kısa anlatımıyla Asiye
Hatun'un içinde yeniden harekete geçen oidipal çocuk kendisini şeyhin ve
karısının çocuğu gibi değerlendiriyor.
Asiye Hatun'un "cici kız" olup özürler dileyip uslandığı,
suçluluk duygularıyla "annesine" (anne muadiline) boyun eğdiği rüyayı
tam da bekleneceği üzere, kadına (şüphe yok ki anneye) yönelik şiddetli öfke,
kadını fallik sadizm yoluyla aşağılama, organ eksikliği (hadım edilme), korku
tonlarıyla dolu vahşi, bomba gibi bir rüya izliyor. Oidipal dönemdeki kız
çocuğunun annesine yönelik ambivalan (çiftdeğerli) duygu ve yönelimlerinin
olumsuz, saldırgan kutbunu dile getiren bu rüya bir hadım edilme rüyası olması
sebebiyle Asiye Hatun’un kişiliğinin bir bileşeni hakkında; kadınlığı algılayıp
yaşayışı, kadın olma tarzı hakkında özellikle fikir verici. Ancak bununla da
bitmiyor. Eğer yanılmıyorsam bu rüya aynı zamanda temel ayna kendilik nesnesi
(annenin eş-duyumlu onaylayıcılığı) hakkında da önemli ipuçları sağlıyor. Bu
ikinci noktaya ilerde döneceğim.
Lacan’ın da ısrarla üzerinde durduğu gibi Freud, son yazılarından birinde
erkek ve kadın hadım edilme kompleksinin klasik psikanalizin sonlandırılamaz
noktalarından biri olduğunu söyler. Oidipus kompleksinin bir parçası olan bu
kompleks, yalnızca cinsellikle ilgili bir cezalandırılma tehdidi ya da bir
eksiklik, yetersizlik duygusu olmaktan öte erkeğin ve kadının erkek ve kadın
olma (ya da aslında bir türlü olamama) tarzları hakkında bilhassa fikir
vericidir.
Freud tarafından kökeni kadın ve erkek cinsel organlarının farklılığının
çocuk tarafından algılanmasına (dolayısıyla narsisistik beden imgesi
sorunsalına) bağlanan bu kompleks giderek Oidipus kompleksinin bir parçası
haline gelir. Klasik olarak Oidipus içinde erkek çocuğun annesine yönelik
cinsel arzuları ve babasıyla ilgili kıskançlık, öfke duyguları nedeniyle
babası tarafından penisi kesilerek cezalandırılacağı korkularına dönüştüğü
kabul edilen bu kompleks, iki olguda net bir şekilde çözümlediğim ve geniş
ölçüde aşağıda açıklayacağım kadın hadım edilme kompleksine (penis haseti;
kadınlık aşağılık duygularına) benzeşen bir bileşen de içerir kanaatindeyim.
Yaptığım iki analitik incelemeye göre küçük erkek çocuğun erişkin kadın (anne)
karşısında yaşadığı yetersizlik duyguları, penisinin küçüklüğü şeklindeki
aşağılık duyguları, oidipal rakibinin güçlü ve büyük penisine karşı gizli bir
hayranlık, aynı zamanda öfke duygularına yol açar. Burada kadındaki penis haseti
anlamında tam bir haset söz konusudur. Çünkü küçük oğlan çocuğu oidipal
rakibinin (babasının) gücüne hayran olduğu penisi karşısında aşağılık duyguları
geliştirir ve gücünü idealize ettiği bu organ sırf varlığı sebebiyle ona kendi
küçüklüğünü, yetersizliğini hatırlattığı için, varlığıyla onu aşağıladığı için
öfke uyandırır. Öfkesi nedeniyle tahrip etmek istediği bu organ burada ayrıntısına
giremeyeceğimiz yansıtma mekanizmaları sebebiyle babası tarafından kendi penisi
kesilmek suretiyle cezalandırılacağı korkularına yol açar.
İki vakada net olarak incelediğim bu fenomen en azından bazı durumlarda
erkek hadım edilme kompleksinin de hem erişkin kadın hem de erişkin erkek
karşısında yetersizlik, aşağılık duyguları içermesi sebebiyle geniş ölçüde kadın
penis hasetine benzer bir bileşen de içerdiğini gösteriyor. Çocukluk hadım
edilme kompleksinin erişkin erkek bilincinde penisinin küçüklüğü, erken
boşalma (işlevsel olarak kısa, küçük penis), iktidarsızlık (büyümeyen penis),
kadın karşısında "küçük düşme" (yani Türkçede ilginç bir yorumla
çocuk durumuna düşme) gibi kaygılara da dönüştüğü ve erkeklerde bu tipte
kaygıların ne denli yaygın olduğu hatırlanırsa, üstelik erkekte cinsel rekabete
karşı şiddetli tahammülsüzlük, cinsel olarak mukayese edilme kaygılarının yol
açtığı cinsel partner karşısında aşırı kontrolcü tepkiler de değerlendirmeye
alınır ve buna bağlı olarak erkeklerin paradoksal bir tarzda gerçekten
hoşlandıkları kadınlardan kaçındığı düşünülürse, oidipal annenin eş-duyum
yetersizliğine bağlı bu bileşenin (yani kadın penis hasetine benzeyen bu
bileşenin) erkek hadım edilme kompleksinin önemli bir boyutu olduğu kabul
edilmelidir kanısındayım.
Paradoksal bir şekilde, yukarıda verdiğim erkek hadım edilme kompleksinin
kadın penis hasetine benzediği noktalan anlamak daha kolay iken, kadın penis
hasetinin yani kadınsı cinsel aşağılık duygularının kökenini anlamak daha
zordur. Klasik Freudcu açıklamaya göre, erkeklerin biyolojik olarak üstün
olması; yani filogenetik (türün evrimine ilişkin) sebeplerle, diğer memeli
türleri ve bilhassa yüksek primatlarda olduğu gibi insan türünün erkek cinsinin
de güçlü, zeki, atak, dövüşken, aktif ve egemen cinsiyet olması, küçük kız
çocukta penis (genel olarak erkek) karşısında hayranlık, ama aynı zamanda bu organın
(genel olarak erkeğin) varlığının kendi eksikliğini, yetersizliğini
hatırlatması sebebiyle kimi kez iğrenme, vs. gibi duygularla kendini belli
eden şiddetli bir öfke (yani haset), dolayısıyla da yansıtma mekanizmalarıyla
bu organ (ve genel olarak erkek) tarafından cinsel yoldan aşağılanma, zarar
verilme korkuları gelişmektedir. Sosyo-kültüralist psikanaliz okullarıysa
biyolojik açıklamaları reddederek kadındaki penis hasetini tamamen kültürel
yapılanmalara; bilinen toplumlarda penise (ve erkeğe) ayrıcalık atfedilmesine
bağlarlar.
Küçük kız çocukta penis haseti diğer kadının (annenin) ve genel olarak
kadınların aşağılanmasına, toplumsal kadın rolünün küçümsenmesine yol açarken
bir kadın olarak kendini ayrıcalıklı, farklı (erkeklerin becerilerine daha çok
sahip) bir kadın olarak algılamaya sevk eder. Öte yandan aşağılık duyguları
altındaki kadın bu duygularım inkâr etmek, bastırmak ya da kontrol etmek için
erkeklerle ilişkisinde yarışmacı bir tavır alır. Bu yarışmacı özellikleri
nedeniyle cinsellikte kadın sevildiğine (incitilmeyeceğine,
küçümsenmeyeceğine) daha çok inanmak ister.
İsterik yapılarda bu eğilim kendini kaprisli tutumla belli eder. Öte yandan
eşiti ve yaşıtı bir erkeğin sırf erkek olmasından kaynaklanan egemenliğini
kabul edemediği için bu egemenliği akılcılaştırarak kabul edebileceği
erkeklere; özellikle yaş, bilgi veya özellikle sosyal mevki ve statü bakımından
kendinden üstün (baba muadili) erkeklere yönelir. Kadında oidipus kompleksinin
çözümünün daha zor olduğu bilinmektedir. Bazı durumlarda penis hasetinin
sonuçları narsisistik bakımdan güçlü (baba muadili) bir figürle bütünleşme
yoluyla kendine saygı ve güveni artırma gibi farklı (narsisistik) gelişimsel
yollardan gelen bir bileşenle güçleniyor olabilir. Daha nadir bazı durumlarda
oidipal babanın anne karşısındaki küçümseyici, cezalandırıcı özellikleri ön
planda ise (karizmatik özellikli erkeklere yönelik beğeni ve özlem kişiliğin
bütününden ayrı tutulmaya çalışılan fantezilerde korunmak kaydıyla ve bu
figürlerin uyandırdığı çatışmalı ve kaygı uyandırıcı durum sebebiyle) eş seçimi
tam tersine kadının kendisine yapılmasından korktuğu şeyi eşine yapabileceği
koşullarda; yani kişilik olarak erkeğin güçsüz, bağımlı, çocuksu veya sosyal bakımdan
kadından aşağı olduğu koşullarda gerçekleşir. Ya da pek çok evlilik için
söylenebileceği gibi yoğun düş kırıklıklarına bağlı olarak kadının eşini
algılayışı birinci durumdan İkincisine doğru kayar, dönüşür.
Psikanalitik bakımdan en iyi koşullarda sürdürülen analizlerde dahi çözüme
varması zor olduğu bilinen erkek ve kadın hadım edilme komplekslerinin erkek
ve kadının sadece cinsel yaşamlarını değil (ki kimi kez en az etkilenen kısım
budur) genel olarak kadın ve erkek oluş (veya, bir kez daha belirtmek
istiyorum, olamayış) tarzlarını geniş ölçüde belirlediğini kaydettikten sonra
Asiye Hatun'un hadım edilme rüyasına geri dönebiliriz.
Rüyada organ kaybı gözle ilgili olarak ortaya çıkıyor. Oidipus mitinde de
ensest (cinsel suç) sebebiyle kaybedilen organın göz olduğunu hatırlatmak
isterim. Bununla beraber gözün Asiye Hatun'un psikodinamiğinde narsisistik
bileşen bakımından üstbelirlendiğini düşünüyorum. Yani göz sadece oidipal
değil bence ağırlıklı olarak narsisistik bir tema da alıyor. Bu noktaya
aşağıda geri döneceğiz.
Kör kadın (organı
eksik kadın) Asiye Hatun'da bir sıkıntı, bir huzursuzluk uyandırıyor. Bu durumun
gelişimsel açıdan kadın-erkek bedensel farklılıklarının algılandığı döneme denk
düştüğü söylenebilir; Oidipus dönemindeki kız ve erkek çocuklar vajinanın
varlığını inkâr eder ve penisin eksikliğini, yokluğunu erişkinin sakat bir
insana bakmasındaki tedirginliğe benzer bir kaygıyla yaşarlar. Kör kadına
(şeyhe aktarım açısından şeyhin karısına; gelişimsel açıdan ise aynı duyguların
çocuklukta duygu hafızası yoluyla bağlandığı anneye ve genel olarak kadına)
yönelik aşağılama ve öfke fallik sadizme dayanıyor: "Kardeşlerim sana
nikâh kıyıp sonra tez elden boşadılar." Kadının cinsel nesne olarak
kullanılıp aşağılanması temaları elbette Asiye Hatun'un kendi iç dünyasındaki
kadınlığıyla ilgili korkulan da dile getiriyor.
Asiye Hatun’un muhtemelen yaşıtı ve eşiti sipahi ile evlenme karşısında
tepki duyduğunu, buna karşılık yaşlı ve bilge şeyh ile evlenmek arzuları
olduğunu biliyoruz. Bu tutum iki yönden gelen, oidipal ve narsisistik motiflere
dayanıyor olmalı; yaşıtı ve eşiti bir erkek tarafından aşağılanma kaygıları
veya onunla yarışmacı bir tavıra girme eğilimleri nedeniyle koca olarak onun
egemenliğini kabul edememe, bunlara paralel olarak şeyh tarafından küçümsenme,
zedelenme kaygılarının azlığı, baba şefkati göreceği beklentileri, güçlü
karizmatik figürle bütünleşme arzulan (ki eğer yorumlarım doğru ise esas belirleyici
faktör bu) ve yaşı ve statüsü göz önüne alındığında şeyhe boyun eğmenin
kadınsı aşağılık duygularını uyandırmayacak akılcılaştırmalara imkân vermesi.
Öte yandan Asiye Hatun'un alışıldık kadın rollerine girmeme gibi bir
eğilimi vardı (evlenmemesi, kendini ilime, dine vermesi, vs.). Rüyada kadına "ben sana nikâh yapmadım" demesinin
içerdiği "sanki yapabilirmiş”, sanki
erkekmiş, aşağıladığı bu kadın karşısında erkek özellikleri taşıyormuş hisleri
de ayrıca ilginç.
Oidipal ve hadım edilme temalarının bu yapılanma tarzı Asiye Hatun'un
kişiliğinde nevrotik-oidipal boyutta kuvvetli isterik öğeler bulunduğunu gösteriyor.
Oysa Asiye Hatun'un şeyhi ile ilişkisinde esas olan aktarım idealleştirilmiş
kendilik nesnesi ilişki kümelenmesidir, oidipal bileşenler ikinci plandadır. Bu
da kişiliğinin özellikle kendilikle ilgili yönünün ön plana çıkarılması
gerektiği sonucunu getirir.
Muhtemelen kardeş kıskançlığı ve negatif oidipal eğilimler yani homoseksüel
bileşenler (kör kadın şöyle diyor: "Eğer bana muhabbetin olmasa kırmızı
atlastan hoşlanmazdın") içeren bu rüyayı oidipal bakımdan incelemeyi bir
tarafa bırakarak içerdiği narsisistik bileşenlere geçiyorum.
Göz (bakma, bakışma) erotik olduğundan çok, narsisistik bir organdır.
Yukarıda annenin yaşamın ilk yıllarında çocuğun büyüklenmeci, teşhirci arkaik
kendiliğinin gösterilerini sevgi ve onayla bir ayna gibi geri yansıtmasının
kendiliğin gelişimi açısından ne denli önemli olduğunu kaydetmiştim. Yaşamın
ilk yıllarında anne sadece dünya ile dolayımı kuran bir ifa organı değildir;
dünyanın bütünüdür de.
Tek kelimeyle Asiye Hatun yaşamının ilk yıllarında onu görmeyen bir
dünyada yaşamıştı; rüyadaki kör kadın "işte dünya benim" diyordu.
Narsisistik vakalarla çalışan terapistler genellikle bu insanların annelerinin
kendilerini görmediği gibi bir duygu yaşadıklarını çok iyi bilirler. Oidipus
kadar evrensel olan narsisistik fenomenleri temel aldığımızda Asiye Hatun'un
kendiliğinin arkaik teşhircilikten türeyen ihtiraslar bölümünün gelişmeden
bastırıldığını düşünebilir. Annesi sebebini bilmediğimiz bir şekilde çocuksu
coşku, heyecan ve mutluluğa dayanan teşhirciliği eş-duyumla geri yansıtmadığı
gibi özellikle bu teşhirciliğin cinsel bileşenlerini utandırarak, küçük
düşürerek bastırmıştı. Muhtemelen bu tutum Asiye Hatun'un penis hasetini
güçlendirmiş, kadın aşağılık duygularını ağırlaştırmıştı. Annesine öfkesi
oidipal olmaktan çok narsisistikti.
Çekirdek kendiliği böylesine yaralı olan Asiye Hatun oidipus dönemiyle
çakışan bir dönemde narsisistik bileşende "ayna kendilik nesnesi"nden
(annesinden) idealleştirilmiş kendilik nesnesine (baba) geçmişti; yani idealize
ettiği âlim babasının sevgisi, yakınlığı sayesinde kendilik saygısını
koruyabilme şansı bulmuştu. Bu yolla içselleştirdiği idealler kısmen de olsa
bastırılmış, ya da kişiliğin bütününden ayrı tutulmuş fantezilerde yaşayan
büyüklenmeci, teşhirci köklerden gelen ihtiraslarını dengeleyerek gizli ya da
açık bir delilik geliştirmekten korumuştu onu. Ancak babasıyla kurduğu
idealleştirilmiş ilişki onu daha ciddi bir bozukluktan korumuşsa da
kişiliğinin aşağıda ayrıntıyla inceleyeceğimiz zayıflıklar ve
zedelenebilirliklerden tamamen arınması için yeterli olmamıştı. İşte Asiye
Hatun kişiliğinin muhtemelen en gelişmiş ucu olan idealleri sayesinde şeyhiyle
56 yaşındayken babası ile kurduğu ilişkinin bir benzerini kurmaya çalışırken,
bilinçdışı bir şekilde kişiliğinin eksik kalan bu telafi edici yapılarını
geliştirmeye yönelmişti.
Asiye Hatun'un çok şiddetli bilinçdışı büyüklenmeci fantezileri vardı ve
kişiliğinin ihtiraslar bölümü ileri derecede çocuksuydu. Bunu bir an önce
belgelemek ve yer darlığı nedeniyle artık sonlandırılması gereken bu bölümde
Asiye Hatun'un şeyhinin ölmesiyle yaşadığı paniğe delalet eden bir an önce
mertebe alma çabalarını, gene bu süreçte Kohut tarafından idealleştirme
aktarımının ikinci gerilemeli düzeyi olarak tanımlanan ve kendini rüyalara ağırlıklı
olarak Hz. Muhammed'in girmesiyle gösteren hususları atlayarak defterdeki son
rüyaya geçiyorum. Bu rüya Asiye Hatun'un bastırılmış büyüklenmeciliğinin
şiddetini gösteriyor.
"Yine bir kere: Bayram gecesi iç âleminde gördüm ki habib-i ekrem
(sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretleri ve efendi hazretleri bir yerde
otururlar. Habibullah'ın başında siyah tülbent var. Üzerinde bal renkli mübarek
giysisi. Hilyedeki şeklinde görüyorum. Sonra peygamber hazretleri bir altın
para çıkarıp efendi hazretlerine, onlar da fakire verdiler. Sağ elime aldım.
Bu para elimde büyüdü. Bir büyük yuvarlak ayna gibi oldu. Rengi altın ama ayna
gibi. Öyle saf, öyle parlak ki anlatması mümkün değil. Elimde tutarken aklıma
düştü ki 'Galiba Hazret-i Allah'ın cemalinin
görüldüğü ayna budur.' Ayna elimde kaldı. Uyandım."
III. 1. Şimdi şeyhi ile kurduğu ilişki çerçevesinde gördüğü rüyalardan
harekede ve günümüz psikanalitik psikopatoloji bilgimize dayanarak Asiye
Hatun'un nasıl bir insan olduğunu kurgulamaya çalışalım...
Asiye Hatun'un kişilik özelliklerinin dışa yansıması iki farklı şekilde
gerçekleşiyor olabilir. İlk görünüme göre Asiye Hatun'un iyiliksever,
güleryüzlü, zaman zaman mahcup ve biraz içe kapanık tarafları olduğu seçilen
bir insan olması gerektiğini düşünebiliriz. Ancak bu birinci portreye yakından
bakıldığında aslında yüzeysel ilişkiler kurduğu, derinlemesine duygusal
bağlantılardan çekindiği seziliyor olmalı. İkinci bir ihtimal ise Asiye
Hatun'un aksi, nadan, soğuk ve hafif büyüklenmeci, kibirli tavırlar sergiliyor
olması.
Asiye Hatun’un kişiliğinin yüzeyel katmanlarıyla ilgili bu iki ihtimalden
ilkinin doğru olması daha muhtemel gibi duruyor. Çünkü Asiye Hatun bazı
isterik (dolayısıyla görüntü itibarıyla babasının "küçük kızı")
özellikler taşıyor. Nitekim mektuplarındaki kendini sevdirmeye, alttan almaya
yönelik mültefit üslubu bunu destekliyor.
Ama beni Asiye Hatun ile ilgili bu ilk izlenim değil, onun iç dünyasını da
içine alan bir inceleme daha çok ilgilendiriyor.
Bu ilk izlenimler bir kenara bırakılırsa Asiye Hatun, nasıl bir insandı?
Asiye Hatun dünyayı hafife alarak yaşayamıyordu; yaşam ciddi ve ağırdı onun
için. Bu özelliği kısmen depresif yapısından (yani metapsikolojik olarak
annesinin aşırı yasaklayıcı tutumundan türeyen katı, cezalandırıcı, hoşgörüsüz,
primitif superegosundan) kaynaklanırken esas itibarıyla narsisistik
zedelenmişliğinin ürünüydü. Dikkatli gergin, tedirgin ve alıngandı. Ama aynı
zamanda dalgındı. Çünkü çocukluğunda arkaik kendiliğini teşhirci bir coşku ve
neşeyle ortaya her koyuşunda iğnelenmiş, zedelenmişti. İnsanları ciddiye alıyor
ve ciddiye alınmayı bekliyordu. Özellikle babası tarafından sadece ciddi
işlere yöneldiğinde, akıllı uslu davrandığında önemsenmişti, değerli bir
varlık olduğunu hissedebilmişti. Ciddiyeti narsisistik zedelenmelere karşı bir
zırhtı. Bununla bastırılmış teşhirciliğini, dikkat çekme arzularını da dolaylı
yönden tatmin ediyordu. Bununla beraber isterik özellikleri nedeniyle yaşça
büyük, cinsel olarak erişilmesi zor erkek figürleriyle daha heyecanlı duygular
yaşaması mümkün oluyordu.
Asiye Hatun’un gerilimli bir iç dünyası vardı. Bu gerilim cinsel
dürtülerini katı süper-egosunun talepleri çerçevesinde kontrol etmekte
zorlanmasından çok, kendiliğinin bastırılmış teşhirci büyüklenmeci yönlerini
kontrol etmesiyle ilgiliydi. İnsanlara belli etmekten çekindiği sıkıntılı
coşkuları oluyordu. Kendini belli etmek, önemli ve değerli olduğunu ortaya
koymak isteyen bir tarafı vardı. Ama bilinçli olarak adını koymadığı bu tipte
gerilimli duygulan varken, öte yandan onda tam bir bozgun duygusu ve öfke
yaratan narsisistik zedelenme tehlikeleri ve bundan kaynaklanan huzursuzluk,
utanç, küçük düşme kaygılan duygusal açıdan yansızlaşıp olgunlaşmamış, hâlâ
çocuksu duygu tonlarıyla dolu iç dünyasını zorluyordu.
Asiye Hatun için utanç çok belirleyiciydi. Utancı belki hafif bir cinsel
uyarılmayla birlikte tatlı bir heyecan tonunda yaşamıyor, onu kahreden,
kafasını hiçbir şey düşünemeyecek kadar karıştıran, duygularını allak bullak
eden bir şekilde deneyimliyor, bu deneyimi depresif bir içe kapanma, olan
biteni tekrar tekrar düşünüp muhasebe etme, utanç uyandıran olayı hatırladıkça
tekrar tekrar hayıflanma, olaya sebep olan kişiye yönelik öfke ve belki
intikam fantezileri izliyordu.
Duygu dünyasındaki bu çocuksuluk, duygularının ham ve yansızlaşmamış yapısı
onun insanlardan ve sosyal yaşamdan uzaklaşmasına yol açmıştı. Süreç şöyle
gelişmişti: Ergenlik çağında harekete geçen duygularının güdülemesiyle dönemin
belki akrabalar, komşular, vs.'den oluşan sosyal yaşamı içinde bir yer almaya
çalışmış ama grup etkisiyle meydana gelen gerilemenin, dolayısıyla bastırmanın
zayıflamasının harekete geçirdiği olgunlaşmadan bastırılan teşhirci eğilimlerinin,
kendini ön plana çıkarmaya sevk eden coşkulu heyecanlarının ve bu heyecanlarla
hipomanik aşırı uyarılma tehlikesini yaşına ve çağına uygun davranışlarla
sınırlamak için giriştiği kontrol çabasının yarattığı sıkıntı, öte yandan
narsisistik zedelenebilirliği, alınganlığı, yaşadığı "bozgun" ve
bozulma duyguları, utanç ve utançla baş etmek için giriştiği acılı deneyimler
iç dünyasının erişkin toplumsal yaşama katılmak için yeterince
olgunlaşmadığının sinyallerini vermişti. Kendiliğinin olgunlaşmadan kalmış bu
yönüne karşılık babasıyla idealleştirilmiş ilişkisi sayesinde elde ettiği entelektüel
uğraşıların kendisine huzur verdiğini hissediyordu. Kendiliğinin bu yönünü ön
plana çıkarmak sayesinde hem kendisinden hem de çevresindekilerden bastırılmış
çocuksu coşkularını ve duygularını gizleyebiliyor, hatta tam tersine neşe ve
coşku duyguları taşıyan insanları sanki erişkince bir tevazu ve ciddiyetle
değerlendirebiliyormuş gibi bir izlenim yaratıyordu.
Ciddiyeti ve uzaklığı zaman zaman kontrolünden çıkan çocuksu coşku ve
heyecanları karşısında katı bir savunma oluştururken, onu eleştiriye
hassasiyeti karşısında da koruyor, üstelik yarattığı sevimli ama saygıdeğer
hava nedeniyle dolaylı yoldan arkaik teşhirci eğilimlerini de kısmen tatmin
ediyordu. Topluluk yarattığı geriletici etki ve uyarılar sebebiyle bastırma
mekanizmasını zayıflatıp onda çocuksu hipomanik uyarılma, sıkıntılı taşkınlık,
dağılma tehlikesi ve bu tehlikeyle bağlantılı olarak da kaygı yaşamasına sebep
olduğu için ergenlik çağıyla birlikte toplumsal yaşamdan tedricen uzaklaşmaya
yönelmişti. Bu uzaklaşmanın iki sonucu olmuştu; depresyon ve hipokondria.
Kısaca Asiye Hatun içindeki olgunlaşmamış coşku dolu çocuğu görünüşte
güleryüzlü ama altta katı ve ciddi bir ebeveyn tavrıyla eve kapatırken, yaşamın
temel coşku duygularından mahrum ettiği kendiliği mahsun ve hastalıklı bir hal
almıştı.
Kendilik saygısı ve kendine güven duygusu ileri derecede zedelenmeye açık
ve geniş ölçüde dış dünyadaki kendilik nesnesi işlevlerine bağlıydı.
Kendisiyle ilgili değerlendirmeleri açısından onaylanmak, benimsenmek,
sevilmek önemliydi. Bu alanda uğradığı düş kırıklıkları kendisini ve dünyayı
algılamasını hızla değiştiriyor, alınganlıkları nedeniyle kuruyor, içe
kapanıyor ve temeldeki kötü, sevilmeyen, değersiz kendilik duygusunun yeniden
harekete geçmemesi için son bir defans olarak öfkeyi kullanıyordu. Ancak bir
yanıyla gerçekliğe uymadığını fark ettiği bu öfkeyi açık bir şekilde dile
getiremiyor, surat asma, dalma, ilgisizlik gibi pasif agresif yöntemlere başvuruyordu.
Buna karşılık başkalarının ilgisizliği karşısında aşırı duyarlıydı. Bir
başkasının darılması, ilgisizliği, uzaklığı onda öfke ve "yapışma"
davranışı uyandırıyordu. Hızla telafi etme, ilişkiyi düzeltme çabalarına
girişiyordu. Belli bir düzeyde yakınlaşma imkânı bulduğu babasına karşı derin
sevgi ve saygı duyguları vardı. Ama bu sevgideki doyumsuzluk nedeniyle hafif
kırgın, boynu-büküktü. Ama kırgınlığını, mahsunluğunu yarı neşeli, yarı mahcup
tavırlarla gizlemeye çalışıyordu.
Annesiyle ilişkisi ise çok daha fazla çift-değerli özellikler taşıyordu.
İyi bir kız olmak, derin suçluluk duygulan sebebiyle annesini onarmaya çalışmak
gibi eğilimleri varken içten içe de bir türlü engel olamadığı isyankâr duygular
geliştiriyor, zaman zaman davranış düzeyinde patlak veren bu duygular
sebebiyle utanç, pişmanlık duygularına kapılıyor, bağışlanmak için yeniden
onarma çabalarına girişiyordu. Kısaca annesiyle ilişkisini dengeli ve
istikrarlı bir zemine oturtmakta zorlanıyordu.
Şimdi Asiye Hatun'un genel olarak kadınlarla ilişkisine bakalım. Ergenlik
döneminden hemen sonra bu ilişkiler giderek bir 'farklılık' vurgusu kazanmaya
başlamıştı. Kadınlara karşı açıkça belli etmek istemediği bir üstünlük duygusu
vardı; derinde kadınları küçümsüyordu. Bunu onlara akıl öğretmek, yol göstermek
şeklinde ortaya koyuyor, erkeklerin sahip olduğu bilgiye, bilgeliğe kendisinin
de sahip olduğu şeklinde adını koyamadığı bir hisse kapılıyor, ama karşıdan gelecek
itirazlar karşısında da belli etmek istemediği ani bozulma duyguları ve
öfkeler geliştiriyordu. Kadınlar karşısındaki kibirli olmasa da, gene de en
azından ebeveynce bulunabilecek bu büyüklenmeci tavrı, uyandırdığı hayranlık ve
haset sebebiyle yalnız kalmasına yol açıyor ve aslında hızla zedelenebilecek
kendiliği nedeniyle kendisi de bu yalıtılmışlığı tercih ediyordu. Bununla
beraber bu ilişkilerin uzun vadeye yayıldığı ve hafif çatışmalı tonlar aldığı
durumlarda kendinde uyanan, özünde teşhirci, büyüklenmeci kendiliğiyle ilgili
olmakla birlikte kendisinin de isimlendiremediği, karışık, yanaklarının al al
olmasına sebep olan duygular giderek kaşlarını daha fazla çatmasına, sert belki
kırıcı bir üslup kullanmasına sebep oluyordu.
Erkeklerle ilişkisi de açık bir şekilde çift-değerli bir karakter sergiliyordu.
Bir yandan onu cezbeden erkekler karşısında yumuşama, gevşeme eğilimlerine
girerken içinden hızla yükselen bir öfke dalgası bozucu, kesip atıcı, aniden
sertleşip kısa bir süre için büyüklenmeci bir tavır almasına sebep oluyor,
sonuç olarak erkekleri ürkütüyordu. Özellikle yaşıtı erkeklerin kendinden emin
tavırları karşısında duyarlıydı. Bilinçdışı bir mekanizmayla yaşça daha büyük,
daha güçlü erkeklere yönelirken onlarla kuracağı ittifak sayesinde aslında
yaşıtı ve eşiti kendinden emin erkeklerin üstesinden gelmeye de çalışıyordu.
Erkeklerle, özellikle yaşıtlarıyla yarışmacıydı. Muhtemelen erkek kardeş
kıskançlığıyla beslenen bu yarışmacılık cinsel ketlenmelerine abartılı tonlar
kazandırıyordu.
Metapsikolojik bakımdan temelde narsisistik yaralanmalar, ikinci derecede
oidipal kompleksler ve penis haseti ile temellenen bu kişilik özelliklerinin
Asiye Hatun açısından en acı verici yönü narsisistik zedelenmeye açıklığı,
yoğun duygusal deneyimlerini kontrol edememesi ile ilgiliydi. Toplumsal
uyumunu bozacak davranışlara dönüşmesini engellemeye çalıştığı bu duygusal
çalkantı; gelişmemiş iç dünyasının gerçek dış dünyaya uyumda karşılaştığı bu
güçlük onu giderek insanlardan, uyaranlardan uzak bir yaşam tarzına sevk
etmişti. Yansızlaştırıp standartlaştırdıklarının dışında bir ilişkiye tahammülü
yoktu. Bu korunaklı hayat tarzı onu dış kaynaklı uyaranlara karşı koruyor,
depresif ve hastalık hastalığı tarzında kaygılı da olsa dengeli, yapılaşmış
bir yaşam sürdürmesine imkân veriyordu.
Garip bir biçimde giderek şizoid kaçınmacı özellikler kazanan bu
narsisistik, histerik, depresif nitelikli paradoksal kişilik huzuru, uyaranlardan
kurtularak narsisistik ve çok küçük ölçüde oidipal tatmin bulduğu tarikat
ilişkisinde bulmuştu.
Duygu dünyasının çalkantılarını yatıştıran ve ona heyecan, mutluluk, umut
veren bu ilişki sistematik gelişimi içinde tatminkârdı. Her şeyden önce iç
çalkantıları son bulmuş, dinginleşmişti. Geniş ölçüde arkaik büyüklenmeci,
teşhirci narsisizminden kaynaklanan ancak erişkin yaşamda uygun davranışlara
tekabül etmediği için bastırılıp ketlenmeye çalışılan duyguları, belli bir
ideale yönelmek suretiyle uzun vadede tatmin bulacağı umudunu içeren bir
kanalda yatışma imkânını kazanmıştı.
III. 2. Yukarda çizdiğim portreden emin değilim. Ama gene de bir ölçüde
olsun gerçek Asiye Hatun'a benzediğini sandığım bu portreyi çizmiş olmak şu
soruyu kaçınılmaz olarak devreye sokuyor:
"Peki Asiye
Hatun'a sonra ne oldu?" Bu soruyu yanıtlamak, eğer şeyhi ölmemiş
ve ilişkileri sürmüş olsaydı daha kolaydı. O zaman Asiye Hatun'un sonunda bu
dünyada yaşarken belli bir huzura kavuştuğuna daha kolay hükmedebilirdim.
Vargımı açıklamam gerek: Psikanalitik görüşte iki karşıt eğilim vardır.
İlkine, eski ve bizzat Freud'dan türeyene göre, aktarım ilişkisini doğrudan
terapistin incelediği gibi hastanın da inceleyip anlaması gerçek bir
iyileşmenin koşuludur. İkinci ve daha modem anlayışa göre bu bilişsel algılama
zorunlu değildir, terapistin bütün boyutlarıyla algıladığı süreci hastanın
yaşamış olması yeterlidir. Yani bu ikinci anlayışa göre "düzeltici
duygusal deneyim" esastır; klasik olarak buna eşlik etmesi istenen
bilişsel kendini kavrama gerekli değildir. Bu ikinci durumda terapist bilir,
ama öğretmez. (Aslında gerçekte her terapi kısmen iki koşulu da sağlar.)
Şüphe yok ki eğer şeyh yaşasaydı en azından ikinci koşul sağlanmış olurdu.
Bu durumda Asiye Hatun'un kazandığı mertebeler sayesinde kendine güven
duygusunun, kendini algılama tonunun değişeceğine, sakin ve çalkantısız bir
ruh haline kavuşacağına hükmedebilirdik. Çünkü psikanalitik sağaltımla ilgili
ikinci ve modem varsayımın öngördüğüne benzer bir sürecin yaşanmış olduğunu
kabul edebilirdik.
Asiye Hatun'un kendini bilmeden, tanımadan rahatlaması; kendini kandırarak
da olsa huzura, kendine güvene, kendine saygıya kavuşması mümkün müydü?
Elbette evet. Zaten bu olumlu
"normal" denen koşulları sağlayan kaç insan kendini gerçekten biliyor
ki?
Ve kendini gerçekten tanıyan kaç
insan mutlu?
Ancak Asiye Hatun'un şeyhi ile giriştiği "psikanalitik aktarım"
(ya da tekamül) ilişkisi, şeyhin ölümü ile kesintiye uğruyor. Burada benim
Asiye Hatun'un geçmişte kalan geleceği ile ilgili iki varsayımım olabilir. İlki
Asiye Hatun'un şeyhi öldükten sonra da gelişmeye devam ettiği ihtimaline
dayanıyor. Freud'un kendini analizi, gerçek bir analitik sürecin tek başına da
sürdürülebileceğinin kanıtıdır. Asiye Hatun'un da hiç farkında olmadan -zaten
aslında pek çok insanın yaptığı gibianalitik süreci tek başına önemli ölçüde
ilerletmiş olması muhtemeldir.
İkinci ihtimal son rüya ile Asiye Hatun'un önce hipomanik bir aşırı
uyarılma haline girip sonra şiddetli bir depresyon geçirdiğine işaret ediyor ki
doğrusu ben ilk ihtimali varsaymak eğilimindeyim.
Yüzyıllar önce yaşamış bir kadının iç dünyası hakkında, birkaç rüyadan yola
çıkarak nasıl böyle bir tipleme geliştirmeye cesaret edebildiğim -yani yazının
başında kendime sorduğum soru-bir kez daha sorulabilir. Kişisel sezgilerim,
eş-duyum yeteneğim ve klinik deneyimim bir kenara bırakıldığında bu soruya
şöyle yanıt verebilirim: İlk olarak biyoloji sayesinde (korku, neşe, sevinç,
vs. gibi) duyguların, duygu tonlarının türün evrimi bakımından en az yüz bin
yıldır değişmeyen bir süreçte doğuştan refleks tarzında geldiğini ve toplumsal
kültürel çerçevenin bu değişmeyen duygu deneyimlerine eşlik eden bir alt motif
olduğunu biliyoruz. İkinci ve daha özel bir düzeyde psikanaliz sayesinde
insanda tatmin edilmemiş ve tatmin edilemeyecek vahşi, hayvani bir yön olduğunu
da biliyoruz. İnsanın bu kökensel tatminsizliği bir arzu, dolayısıyla bir
fantezi üretmeye yatkındır. Aktarım ilişkisi, söz konusu tatminsizliği temsil
eden fantezinin gerçekleşeceği şeklinde yanılsamalı bir umudun analitik
atmosferde bilinçdışı yollardan harekete geçmesine dayanır. Asiye Hatun
örneğindeyse çocuksu ve gerçekliğe uymayan fantezi onda bu umudu uyaran korunaklı
tarikat ortamında yeniden harekete geçmişti.
Dinler Âdem ve Havva'nın yasak elmayı yedikleri için cennetten kovulduğunu
söyler. Efsane insana şunu der gibidir aslında: Sana bütün bir cenneti versek
bile sen bir elma fazlasını istersin. İnsan ruhunun en temel eğilimine,
tamahkârlığa işaret eden bu efsane insanın bu dünyada vazgeçmeyi becerdiği
ölçüde yeniden cennete kavuşacağını müjdeler. Acaba?
Psikanalizse yitirilmiş cennetle vaat edilmiş cennet arasındaki suçlu
insana ne yitirilmiş ne de vaat edilmiş bir cennet olmadığını söyler. Ama insan
gene de vazgeçmek zorundadır. Çünkü isterse vazgeçmesin! Varoluşçularsa
kendini dünyaya atılmış olarak bulan insanın esas sorununun seçmek ve bunun
doğurduğu sıkıntı olduğunu söyleyecektir. Oysa psikanalize göre esas sorun
seçmek değil vazgeçmektir. Ve bu durumdaki insanın kökensel değilse de olgun
durumu sıkıntı değil çaresizlik ve üzüntüdür, depresif durumdur. Ama psikanalitik
vazgeçme insanın kendi vahşi esasını reddetmek, inkâr etmek ya da bastırmak
anlamına da gelmez. Tam tersine insanın kendi hayvani özelliklerini görmesi,
kabul etmesi yoluyla onlar karşısında bir mesafe alması, kendinde ve başkasında
insani olan hiçbir şeyi inkâr etmeden, bastırmadan, farkında olarak ama belli
bir mesafeden kontrol ederek yaşaması gerektiğini söyler.
İşte bu bilgi ve felsefe sayesinde Asiye Hatun'un gerçek kişiliğini tahmin
edebiliyoruz.
IV. 1. Bu noktaya kadar, özellikle II. ve III. bölümlerde psikanalizi
sorunsallaştırmaksızın, eleştirili bir teorik çerçeveye yerleşmeksizin naif bir
tarzda çalıştık. Bizi Asiye Hatun'un psikanalitik açıdan incelenmesi
ilgilendiriyordu. Psikanalizi çağlar ve kültürler üstü bir kurammış gibi ele
aldık ve Asiye Hatun'un şeyhiyle ilişkisinden yola çıkarak bazı yorumlar
yaptık. Ama acaba psikanaliz çağlar ve kültürler üstü bir kuram mı?
Aşağıda sürdüreceğim çalışma gerçek ifadesini ancak üç yüz yıllık felsefe
tarihinin karşılaştırmalı okuması çerçevesinde bulabilir. Ancak böyle bir
çalışmayı başka bir yerde yaptığım için bilindiğini varsaymakla yetineceğim
(Tura, 2001). Demek ki şimdiye kadar izlediğimiz yolun tam tersinden
çalışacağız artık; Asiye Hatun'la şeyhi arasındaki ilişkiden kalkarak ama gene
psikanaliz içinde kalarak psikanalize eleştirili bir mesafe almaya çalışacağız.
Freud'dan beri naif psikanaliz evrensel bir kuram olduğunu iddia etmiştir.
Psikanalizin en temel temaları olan narsisizm ve Oidipus kompleksinin adlarını
antik mitlerden almış olması bile bu zaman-dışılığa işaret eder. Freud Totem
ve Tabu, Bir Yanılsamanın Geleceği, Musa ve Tek Tanrıcılık, Leonardo da Vinci'nin
Bir Çocukluk Anısı, Uygarlığın Huzursuzluğu gibi çalışmalarında
psikanalizin bu çağlar ve kültürler üstü, zaman-dışı ve evrensel niteliğinde
ısrarlı olmuştu. Böyle bir ısrar Aydınlanmacı tarih anlayışına yaklaşma eğilimi
taşır. Uzunca bir akıl yürütmeden önce bu tezin doğruluğunu tartışmayacağım;
tam tersine bu tezi doğru kabul edeceğim. Ancak belli bir akıl yürütmenin
sonunda göstereceğim gibi psikanalizin gerçekten de çağlar üstü evrensel bir
tez, yani bir toplumsal teori olabilmesi ancak kendine eleştirili bir tarzda
yaklaşmasıyla mümkündür.
Psikanalize eleştirili bir şekilde yaklaşırken, yani psikanalizin nesnesi
üzerinde bizzat kendisinin tarihsel-kültürel olarak şekillendirici etkinliğini
hesaba katabilen bir teori olma yolunda evrilmesi gerektiğine işaret etmeye
çalışırken gene Asiye Hatun olgusundan yola çıkacağım. Bu yeni inceleme
düzeyinde Asiye Hatun'la ilgili olarak ileri sürdüğüm yorumların doğru olup
olmaması hiçbir önem taşımıyor. Yalnızca Asiye Hatun'u psikanalitik incelemenin
konusu yaparken dayandığım başlangıç sezgisinden hareket edeceğim gene; Asiye
Hatun'un şeyhiyle ilişkisinde bugün bizim aktarım fenomenlerinin analizinde
gözlediklerimize benzer bir şeyler var; bence tartışılmayacak kadar açık bir
benzerlik bu. Çağlar ve kültürler aşırı böyle bir benzerliğin varlığı bir
açıdan psikanalizin evrenselliği tezini doğrular. Ama...
Asiye Hatun'un şeyhiyle aktarıma benzeyen ilişkisi tarihsel bir dönemde bir
tarikat içinde, yani belli bir tarihsel-kültürel cemaatin oyun-gerçekliğinin
değerler sistemi, etosu ve mitosu çerçevesinde gelişmişti. Şimdi aktarım
benzeri ilişkinin gerçekleşmesinde, ilişkinin içinde geliştiği bu ideolojik
etos ve mitos arızi midir?
Yani söz konusu ideolojik cemaatin
etos ve mitosuyla kurulan oyun-gerçeklik olmasa Asiye Hatun isimli dişi homo
sapiens Muslihüddin Efendi adlı erkek homo sapiense yönelik böylesine yoğun
duygularla güdülenen bir ilişki kurma tarzı sergileyecek miydi?
Eğer bu soruya "hayır" yanıtını
verirsek dürtü kuramından yapısal teoriye kadar uzanan bir yelpazede
psikanalitik teorinin tüm kavramlarını yeniden elden geçirinceye kadar
reddetmemiz gerekir; maalesef elimizdeki teori eksiktir. Çünkü durum böyleyse,
yani kültürel cemaatin oyun-gerçekliği aktarım benzeri ilişkinin koşuluysa
insan dürtüsel (veya içgüdüsel) yapılanmasının kültüre karşıtlık bakımından
değil, tam da kültürellik bakımından ele alınması gereği doğar. Yani klasik
psikanalitik tezlerin hilafına kültürel cemaat dürtüsel kökenli arzu bakımından
baskılayıcı değil, tersine kışkırtıcı ve şekillendirici bir rol oynar.
Asiye Hatun'un şeyhine yönelik talepliliği (onun tarafından onaylanma,
kabul edilme arzuları) cemaat içinde değer kazanma, mertebe alma, üstün olma
arzularıyla bağlantılı gibi durmaktadır. Eğer bu saptama doğruysa insani
arzuyla cemaatçi iktidar arasında ilginç bir dinamik söz konusudur; bu noktada
Freud'un hilafına Nietzsche haklıdır. Yani en temel insan güdülenmesi haz
ilkesi çerçevesinde örgütlenmiş cinsel dürtülerden ziyade cemaatçi bir iktidar
arayışlarıyla şekillenmektedir. İnsanda arzu cemaat içi iktidara yönelik
çıkarcı bir yön alıyorsa uhrevi olanı korumanın yegâne yolu susmaktır; aksi takdirde
dünyevi bir güç istenciyle uhrevi olanı ayırt etmek şahsın kendisi için bile
olanaksız hale gelecektir. İşte Nietzsche bize bu dünyanın tüm-dünyeviliğini
gösterirken bu küçük ama önemli ayrıntıyı görememiştir; insanda cemaatin oyunu
içinde tüketilemeyen şahsi bir tortu mümkündür.
Eğer Asiye Hatun'un şeyhine aktarım benzeri duygular geliştirmesinde
cemaatçi güdülenmelerin önemli bir rol oynadığını düşünüyorsak arzunun
tarihsel şekillenmesinde ideolojik etos ve mitosun önemini reddedemeyiz
demektir. Arzunun bu ideolojik yapısının analizi çağdaş toplumların
değerlendirilmesi bakımından da anlamlı olacaktır. Günümüz cemaatlerinin
(rocker'ların, entelektüellerin, büyük ve küçük burjuvaların ve kuşkusuz
psikoterapistlerin) oyun-gerçeklikleri de kendi ideolojik etos ve mitosları
çerçevesinde özetlenen arzu-iktidar dinamikleri bakımından kolayca
incelenebilir gibi durmaktadır. Peki ama kuramı ve uygulamasıyla cemaatçi bir
toplumsal pratik olarak psikanalitik kurumun arzuyu, dolayısıyla aktarımı;
yani bizzat inceleme nesnesini şekillendiren tarihsel-kültürel etkinliği
nedir?
Naif psikanaliz aslında kendi
tarihsel-kültürel etkinliğiyle oluşturduğu ilişkiyi incelediğinin ne ölçüde
farkındadır?
Aydınlanmacı anlayış karşısında
ciddiye almamız gereken bu tarihselci soru, naif bir psikanaliz kavrayışından
eleştirili bir psikanaliz kuramına geçebilmek için ciddiye almamız gereken
temel sorydur.
IV. 2. Analitik vazifenin yerine getirilmesinin yansızlık kuralıyla
yakından bağlantılı olduğundan söz etmiştim. Peki ama analitik ortam analistin
veya terapistin yansızlığına ne ölçüde imkân verir?
Kohut yansızlık ilkesinin analistin soğuk, uzak bir tavır içinde olması gibi
kaba uygulamalannın yanlışlığına işaret etmişti. Çünkü bu şekilde yorumlanmış
bir yansızlık analiz edilen tarafından yansızlık gibi yaşantılanmayacaktır.
Ancak benim burada üzerinde durmak istediğim sorgulama çok daha kökensel bir
anlam taşıyor; psikanalitik pratik kendi ideolojik etos ve mitosuyla kurulan
oyun-gerçekliğinin dışında olanaksız olduğuna göre yansızlıktan nasıl söz
edebiliriz?
Psikanaliz dünya ölçeğinde örgütlenmiş kurumlarıyla, analist olmaya ilişkin
değerleriyle, kurumsal iktidara yönelik kendi iç dinamikleriyle bir cemaat
içinde ifa edilen bir oyun-gerçekliktir. Bu haliyle herhangi bir toplumsal
pratikten farkı yoktur. Eğer psikanaliz gibi kurumlaşmış bir pratiğin kendi
yarattığı etos ve mitos olmasa kim analiz edilmek isterdi?
Yani analiz edilen önceden ideolojik
olarak belirlenmiş olmasa aktarım ilişkisi doğacak mıydı?
Eğer aktarımı sağlayan psikanalitik
kurumun kendi nesnesi üzerindeki ideolojik etkisiyse, bu durumda analiz kendi
yaratmadığı neyi gözlüyor olabilir?
Ya da analiz evrensel (tarih aşırı)
insan tepkilerinin analizini kendi tarihsel etkinliğinden nasıl
ayrıştırabilir?
Psikanaliz geçtiğimiz yüzyıl boyunca gelişmiş, tarihsel etkinliği
bakımından yüzyılın ortalarında tepe noktasına ulaşarak giderek belli bir
çizgide dengelenmiş naif modernist bir toplumsal pratiktir. Naiftir, çünkü
eleştirili bir tarzda kendi araştırma nesnesini şekillendiren
tarihsel-kültürel-ideolojik etkilerini görmezden gelir. Modernisttir, çünkü
tarihi, bugün sanki tarih dışı bir merkezmişçesine değerlendirir; kendi
cemaatçi yapılanmasını görmezden gelir.
Eleştirili bir psikanaliz kuramının sorması gereken temel sorulardan biri
de psikanalizin niçin tarihin bu döneminde etkinlik kazandığını araştırmakla ilgilidir.
Yirminci yüzyıl batı toplumları psikanaliz gibi bir toplumsal oyun-gerçekliğe
niçin bu denli etkin bir rol vermiştir?
Bu süreçte toplum düzeyinde giderek
etkileri artan yalnızlık mı söz konusu edilmelidir?
Kadının toplumsal işlevi ve
rolündeki hızlı değişim mi?
Geleneksel toplumların temelini
oluşturan akrabalık yapılarının sarsılması mı?
Laikleştirilmiş, meşrulaştırıcı
toplumsal söylemleri aşkın dayanaklarını kaybetmiş bir dünyada dünyevi yaşamları
temellendirecek yeni ve içkin bir temel arayışı mı?
Ailenin ve geleneksel babalık
işlevinin yıkılmaya başlaması mı?
Bütün bu sorular psikanalizi terk
etmemizi değil, daha sağlam bir şekilde yeniden kurmamızı sağlayabilecek
sorulardır. Çünkü kendi tarihsel etkinliğinin bilincinde olan bir psikanaliz;
yani eleştirili psikanaliz daha iyi bir psikanaliz olabilir.
Psikanalizde tarihsel ve evrensel olan nelerdir?
IV. 3. Asiye Hatun'un şeyhiyle ilişkisi tarihte yalnız bir kez olmuş,
tekrarlanamayacak bir olaydır. Tarihselci okullar tarihsel olayların bu
tekillikleri nedeniyle doğa bilimlerinden devşirilen pozitivist yöntemlerle
incelenemeyecekleri tezini ileri sürmüşlerdir. Bir başka deyişle evrensel
yasalar tekil bir olayı tüm özgünlüğüyle anlamamıza imkân vermezler; tekil
olayı evrensel kurallar açısından ele alırken tekildeki özgül yanı gözden
kaçırmış olurlar.
Yukarda Asiye Hatun'un naif psikanalitik açıdan ele alınması, onu bugün de
yaşayabilecek bir insanın kişilik özellikleriyle karşımıza çıkardı. Yaptığımız
çözümleme yanlış olsa bile, yani gerçek Asiye Hatun tamamen başka bir kişilik
örgütlenmesine sahip olsaydı bile, bugün de tanımlayabileceğimiz bir kişiliği
olacaktı. Üstelik psikanalizin evrenselleştirici yorumsama yöntemi sayesinde
tarihteki bu tekil olayın kimi yönlerini daha iyi anlayabildiğimize şüphe yok.
O halde tekil ve benzersiz olarak anlaşılmadan kalan nedir?
Şüphesiz yaptığımız çözümleme
çerçevesinde Asiye Hatun'un mektuplarında dile gelen özgül deneyimin kendisi
tekil ve benzersiz olarak anlaşılmadan kalmıştır. Onun Tanrı'yla, dünyeviliği
aşkın olanla ilişkisi sorgulanmamıştır. Bu ilişki tüm-dünyalı bir hale
getirilmiştir, evrenselleştirilmiştir, psikolojikleştirilmiştir. Belki de
psikanalizin kaçınılmaz yavanlığını tam da bu tüm-dünyalılığında aramak
gerekir. Fakat tüm tekilliği ve benzersizliğinde bu aşkın deneyimi de ancak
eş-duyum yoluyla anlayabiliriz veya bu deneyim asla anlaşılamaz. Ama özgül deneyimin
asla anlaşılmayacağını kabul edersek tarihsel bir çalışma yapma imkânı yok
demektir. Ama eğer tekil deneyimi eş-duyum yoluyla anlayabileceğimizi
düşünüyorsak bizim insani anlama deneyimimizi, anlamaya çalıştığımız öteki
insani deneyimle birleştiren evrensel bir yol var demektir.
Asiye Hatun'da psikanalitik incelemenin anlayamadan bıraktığı özgül yön
onun aşkın olana yönelik mistik deneyimidir. Gerçekten de bu yön incelememizin
hiçbir kaleminde gündeme gelmemişti. Ama aşkın olana yönelik mistik deneyimde
de evrensel bir şey yok mudur?
O halde Asiye Hatun'un deneyiminde
tarihsel olan nedir?
Sh: 11-48
Kaynak: Saffet Murat Tura, Şeyh ve
Arzu ,Metis Yayınları, Birinci Basım: Aralık 2002, İstanbul
**
Burada kendi çalışmalarımdan birini, "Şeyh ve Ayna"yı örnek
vereceğim.12 Bu çalışmayı yeni bir yorumla okumak, burada ele aldığımız
konuyu, yani ilk bakışta aynı sinir sistemi durumunu temsil ediyormuş gibi
duran dilsel bir ifadenin farklı sosyal pratiklerdeki anlamının da farklı
olabileceğini daha rahat görmemizi sağlayacak.
"Şeyh ve Ayna"da tarihçi Cemal Kafadar’ın Topkapı Sarayı kütüphanesinde
bulduğu bazı "Rüya Mektupları"nı yorumlamıştım. On yedinci yüzyılda
Üsküp'te yaşadığı anlaşılan Asiye Hatun'un şeyhine yazdığı ve bazı rüyalarını
anlattığı mektuplardı bunlar. Bu değerli çalışmadaki mektupları okurken söz
konusu şeyh-tarikat-mürit ilişkisinin psikanalist-psikanaliz-analizan
ilişkisine benzeyen bazı özellikleri olması dikkatimi çekmişti. Böylece söz
konusu rüyaları iki farklı "oyun-gerçeklik" ya da bu kitabın diliyle
söylersek iki farklı sosyal yaşam pratiği, tarikat ve psikanaliz sosyal yaşam pratikleri
çerçevesinde anlamlandırmak, bu sosyal yaşam pratikleriyle rasyonel ilişkisi
bakımından yorumlamak mümkün oluyordu. Bildiğim kadarıyla o güne kadar aynı
rüyanın anlamının iki farklı sosyal pratik içindeki analizi ne Freud ne de
başka bir analist tarafından yapılmıştı.
Önce bu rüya yorumlarından basit denilebilecek birini aktarmak istiyorum:
Rüya kısaca şöyle: "Asiye Hatun evinde yerin altından Medine'ye giden kısa
gizli bir yol bulur. Bu yolu kimse (aptalın biri) görmesin diye tıkar. Ayrıca
metinden anladığımız kadarıyla o günlerde Asiye Hatun'un gerçek yaşamda şeyhine
karşı bir isyanı söz konusudur; bu nedenle suçluluk duyguları
yaşamaktadır." Rüyayı şöyle yorumlamıştım: "Medine'ye giden biri
uzun diğeri kısa iki yolu kendiliğin idealler ve ihtiraslar şeklinde özetlenen
iki kutbu olarak düşünebiliriz. İdealler uzun ve meşakkatli yoldur. İhtiraslarsa
kısa zamanda tatmin bekler. Asiye Hatun, bir önceki ayna rüyasında yeniden
harekete geçtiğini gördüğümüz ihtiraslarını (arkaik narsizmini) toprağın altına
–bilinçdışına-gizlemektedir. Bununla birlikte Asiye Hatun'un ne zaman isterse
gizlice bu yolu kullanabileceği şeklinde bir düşüncenin rüyada yer aldığı
düşünülürse bastırmanın tam olmadığını, yalnızca şeyhinden (aptalın birinden)
gizlemeye; kişiliğinin bütününden ayrı bir yönde gizli tutmaya çalıştığını
söyleyebiliriz."
Aslında bu yorumun psikanalizin nesnelci anlayışıyla uyuşmayan bir
ifadeyle yazıldığını kaydetmeliyim. Çünkü bu ifadeden Asiye Hatun isimli
öznenin bilinçli veya bilinçdışı bir şekilde zihinsel süreçlerini yönlendirdiği
gibi bir sonuç çıkmaktadır. Daha önce, Wittgenstein'ı tartışırken çeşitli
bilimlerde günlük dilsel alışkanlıklardan kurtulamamaktan kaynaklanan bu tipte
hataların sıklıkla yapıldığını görmüştük: bitkiler fotosentez yapmadığı gibi
Asiye Hatun da zihinsel süreçlerini yönlendirmez. Bu bakımdan psikanaliz Freud
tarafından nesnel (öznesiz) zihinsel süreçlerin çatışmalarını incelemek
bakımından düşünülmüştür. Yukarıda da belirttiğim gibi psikanalitik arzu
şahıs-altı düzeyde yer alan öznesiz (nesnel) bir maksada sahip bir parça olarak
ele alınmalıdır. Bu durumda ruhsal aygıt da farklı parçaların (arzuların)
çatışıp uzlaştığı rasyonel bir örgütlenme halini alacaktır. Okurun psikanalizi
doğru anlamak için yukarıdaki yorumu düzelterek okuması gerekir. Burada bu
önemli noktayı daha fazla incelemeden geçeceğim.
"Şeyh ve Ayna"da bu gibi rüyalardan yola çıkarak Asiye Hatun' un
iç çatışmalarını, kişiliğini, bir ölçüye kadar çocukluğunu kurgulamıştım. Şimdi
bu yorumun natüralist hermeneutik dilsel anlam teorisine ne bakımdan uygun
olduğunu göstermek için bu rüyayı niçin böyle yorumladığımı açıklama gereğini
duyuyorum. Bu rüyanın bazı bakımlardan psikanaliz uygulamasına benzeyen tarikat
sosyal yaşam pratiği içinde görülmüş olması önemli. Üstelik "Rüya Mektuplarında
tek tek rüyalar değil, rasyonel olarak bütünleştirilebilecek bir dizi rüya söz
konusuydu. Ne demek istediğimi anlatmak için karşı-olgusal akıl yürütmeden
yararlanayım.
Şimdi tek başına şöyle bir rüyayla karşılaştığımı düşünelim: "Kadının
biri evinin altından Medine'ye giden kısa bir yol olduğunu görür rüyasında.
Sonra aptalın biri görmesin diye gizler bu yolu." Açıkçası tek başına
böyle bir rüyanın psikanalitik anlamını çözümleyemezdim. Demek ki tarikatte
şeyh-mürit ilişkisinin, parçalan rasyonel tarzda örgütlü bir bütün oluşturan
bir sosyal yaşam pratiği olması, rüyaların psikanalitik yorumu açısından
vazgeçilmez bir unsurdur. Şimdi bir de rüyayı niçin böyle yorumladığıma
bakalım.
Kabaca ifade edersem tarikat denen sosyal yaşam pratiği, müridin şeyhin
kılavuzluğunda mistik açıdan olgunlaşması, mertebe alması maksadına yönelik
olarak örgütlü olan parçalardan oluşmuş bir sosyal yaşam pratiği olarak
düşünülebilir. Asiye Hatun da gördüğü rüyaları bu maksada uygun olarak şeyhine
mektupla bildirmektedir. Rüyaları yorumlarken, bunların rasyonel bir bütün
oluşturması gerektiği varsayımına dayandım. Daha önceki rüyalarda ve rüyaların
bütünü göz önüne alındığında rasyonel bir bütünün ortaya çıkması için Asiye
Hatun'un büyüklenmeci kendilikle ilgili ihtiraslarının hesaba katılması
gerekiyordu. Bu durumda mektuplarda pek net olmayan bir konuyu, Asiye Hatun'un
söz konusu rüyayı görmeden önce şeyhine isyanını, sonrasında yaşadığı suçluluk
duygularını, bütün bunların Asiye Hatun'un bir an önce ilerlemek isteyen ihtiraslı
yapısıyla alakalı olabileceğini düşündüm. Epistemik [epistemik, insan
bilgisi/anlaması çalışmalarına ait, farkındalık/idrak çalışmalarına ait ]
olarak berrak olmayan bu zeminde olay bu şekilde düşünüldüğünde ortaya bütünle
uyuşan bir parça çıkıyor, parça bütüne uyuyordu.
O halde olay şöyle gelişmiş olmalıydı: Asiye Hatun'un hızla mertebe alma
çabalarından (ihtiraslarından) rahatsız olan Şeyh bilmediğimiz bir şekilde onu
uyarıyor, bunun üzerine Asiye Hatun önce isyan ediyor, sonra suçluluk
duygularına (cezalandırılma korkusuna) kapılıyordu. Epistemik olarak berrak
olmayan bu zeminde olayı bu şekilde kurgulama, rüyaların bütününden çıkan
rasyonel örgütlenmeye uygundu. Burada kafatasındaki "büyük delik"in
konumundan yola çıkarak Australopithecus africanus'un dik yürüme maksadına
yönelik rasyonel tarzda örgütlü olan anatomik parçalarının (örneğin kalça
ekleminin) nasıl olması gerektiğini kurgulayan Dr. Dart'tan farklı
düşünmemiştim aslında. Eğer olay böyle gerçekleştiyse rüya da anlam
kazanıyordu. Medine'ye giden kısa yol arkaik ihtirasları temsil ediyor, Asiye
Hatun hâlâ kızgın olduğu şeyhi ("aptalın biri") görmesin diye
ihtiraslarım gizlemeye çalışıyor, ama onlardan tümüyle de vazgeçmiyordu. Olaya
böyle bakınca rasyonel bir bütün çıkıyordu karşımıza.
Hatırlarsanız giriş bölümünde aşağı yukarı şöyle bir yorum tanımı
vermiştim:
"Yorumlama, epistemik açıdan saydam olmayan bir zeminde bir insanın
veya insan gibi davranan bir varlığın dilsel ve dilsel olmayan davranışlarının
veya bu tipten bir varlığın ürünlerinin ya da bazı doğa ya da toplum
olaylarının rasyonalitesini
azamileştirme yoluyla bunları bizim için anlaşılabilir kılmaktır."
Yaptığım psikanalitik yorum bu tanımı karşılıyor. Çünkü artık rasyonel bir
bütün dediğimizde, parçalan belli bir nesnel maksadı karşılamak için
örgütlenmiş, yani iç tutarlılığı olan bir bütünden söz ettiğimizi biliyoruz.
Benim rüya yorumlarım da epistemik olarak berrak olmayan bir zeminde (süreçle
ilgili pek çok şeyi bilmiyorduk) rasyonel iç tutarlılığı olan bir bütün
kurgulamaya yönelikti. Dikkat ederseniz bu tutumum bir önceki bölümdeki avcı
anekdotunda ya da Dr. Dart örneğinde gördüğümüz hermeneutik tutumdan hiç
farklı değildir.
Hermeneutik (yorumsama), ilkin Hristiyan teolojisi alanındaki yorum
tartışmalarından ortaya çıkan bir anlam ve metodoloji bilgisi. Daha sonra terim
teolojik sahanın dışına çıkmış ve daha genel anlamda yorum araştırmalarıyla
ilgili felsefi bir disiplin haline gelmiştir. Antik Yunan Tanrısı Hermes, yer
(insanlar) ile gök (tanrılar) arasında bağ kurucu ve yeryüzünde yukarının
(tanrısal olanın) yorumcusu (hermesneuta) olarak kabul görmekte idi.
“Hermenötik” denilen bu kelime kaynağını Hermes’in bu fonksiyonundan alır.
Hermönetik (Hermeneutics) sözcüğü bir metnin içrek (ezoterik) anlamının
bulunması, bir metnin asıl maksadının anlaşılması anlamlarında kullanılmaktadır
ve yorum ilmi olarak kabul edilir.
Ben de böylece bir bulmaca çözer gibi Asiye Hatun'un mektuplarında ortaya
çıkan parçalardan yola çıkarak rasyonel tarzda örgütlü (Asiye Hatun'un kişilik
özelliklerini belirleme maksadına uygun olarak örgütlü) bir bütüne ulaştım. Bu
bütünün parçalarının her birinin anlamı, bütünle maksadına uygun ilişkisinde
ortaya çıkıyordu. Böylece rüyalardan yola çıkarak Asiye Hatun'un kişiliğini,
nasıl bir çocukluk geçirdiğini vs. rasyonel bir bütün oluşturacak şekilde kurgulamayı
başardım. Kuşkusuz asla doğrulayamayacağım bir psikanalitik kurgu çerçevesinde.
Ancak "Şeyh ve Ayna" alışılmış bir psikanaliz çalışmasını aşan
yönler içeriyordu. Çünkü tarikat sosyal pratiğindeki anlam araştırmasıyla
psikanaliz sosyal pratiğindeki anlam araştırması karşılaştırılmış, anlamın
çok-katmanlılığı üzerinde durulmuştu bu çalışmada. Bir başka deyişle
rüyalar her iki sosyal pratikle rasyonel ilişkileri bakımından ele
alındığında, birbiriyle ilişkili ama farklı anlamlarda yorumlanabiliyordu. Bir
yorum (tarikat sosyal yaşam pratiği içindeki anlam) diğer yorumla (psikanalitik
anlamla) aynı neticeyi vermeyebiliyordu. Psikanalitik yorum Asiye Hatun'un
kişilik özelliklerini ortaya çıkarır; ama bu özellikler onun şeyhiyle tarihsel
olarak belirlenmiş bir sosyal yaşam pratiği içinde kurduğu ilişkinin
(tarikat ilişkisinin) dini-mistik yönünü hiçbir şekilde
açıklamaz. Yani rüyalarda psikanalizle açıklanamayacak bazı tarihsel-kültürel
anlamlar da söz konusuydu. Bu yüzden, psikanalitik bir çalışma olduğu kadar
psikanalizin evrensellik iddialarını da tartışmaya açan bu çalışmanın tezi bu
kitapta geliştirdiğim natüralist hermeneutik anlam teorisi bakımından yeniden
okunursa daha iyi değerlendirilecektir.
Nasıl?
Tarikat sosyal yaşam pratiğinde Asiye Hatun'un rüyalarının anlamı farklı
şekilde ortaya çıkar. Tarikat gibi mistik deneyime dayanan ve biyolojik
organizmanın (insanın, bu örnekte Asiye Hatun isimli organizmanın) mistik
düzeyde olgunlaşması maksadına yönelik olarak örgütlenmiş bir sosyal yaşam
pratiğinde ortaya çıkan anlam, psikanalitik sosyal yaşam pratiğinde ortaya
çıkan anlamdan farklıdır. Tarikat sosyal yaşam pratiğinde rüya ya da halüsinasyon
gibi öznel deneyimler bir doğa olayı olarak ele alınmaz. (Oysa psikanaliz, en
azından Freud bunların bir doğa olayı olduğunun pekâlâ farkındadır elbette.) Bu
rüya ve halüsinasyonlar bu sosyal yaşam pratiğinde organizmanın sinir
sisteminin bir durumu hakkında değil, onun doğal olmayan varlığının (örneğin
ruhunun) bir durumu hakkındadır. Ama bu nokta önemli değil. Çünkü psikanaliz de
rüya ya da halüsinasyonları sinir sisteminin bir durumu gibi değil, bir tür
zihin durumu olarak ele alıyor sonunda. Burada esas önemli olan, her iki sosyal
yaşam pratiğinin farklı maksatlar çerçevesinde örgütlenmiş pratikler
olmasıdır.
Tarikat sosyal yaşam pratiği mistik derinleşme maksadına uygun olarak
örgütlenmiştir. Dolayısıyla Asiye Hatun'un rüyaları bu rasyonel bütünün
rasyonel parçalan olarak anlam kazanır. Kuşkusuz bu pratiğe yabancı olanların
anlamını yorumlayamayacağı bir anlamdır bu; söz konusu "mistik"
anlamın ne olduğunu bu yüzden söyleyemeyeceğim. Tıpkı psikanaliz sosyal yaşam
pratiğine yabancı olanların aynı rüyanın psikanalitik anlamını söyleyemeyeceği
gibi.
Söz konusu mistik yorumun ortaya çıkardığı anlamın doğruluğu ya da
yanlışlığı tarikat pratiği içinde belirlendiğinden bu pratiğin dışında olanlar
tarafından tartışılamaz; ama makul olup olmadığı helozonik tarzda
genişleyen rasyonel örgütlenmeler açısından pekâlâ tartışılabilir.
Benzer şekilde yazılı bir metnin, örneğin bir romanın yorumlanmasında
ikiden fazla düzey olduğunu kabul edebiliriz. İlk olarak roman elbette kendi
içinde anlaşılabilir; çünkü kendi kurgusal sosyal yaşam pratiğini kurar. Bu
durumda her bir dilsel ifade öğesi, romanın kendi kurgusal ama rasyonel sosyal
yaşam pratiğiyle rasyonel ilişkisi bakımından aktüel-etkin bir anlam kazanır. Yani
bir metin kendi içinde ele alınıp yorumlanabilir. Ama roman, helezonik
bir şekilde parçası olduğu gerçek (tarihsel) sosyal yaşam pratiği bakımından
ele alındığında da aktüel-etkin bir anlam kazanır. Yorumda bu tarihsel ve
kurgusal sosyal yaşam pratikleri düzeyleri karşılaştırmalı olarak ele alındığında
romandaki dilsel ifadelerin aktüel-etkin anlamları giderek farklılaşan şekilde
ortaya çıkacaktır. Sosyal yaşam pratikleri helezonik tarzda genişlediği ölçüde
anlam araştırması da helozonik tarzda genişleyecektir.
Helozonik genişlemeyi metafizik sosyal pratik düzeyine kadar gerçekleştiren
anlam araştırması ise felsefenin işidir.
Bu durumda metafizik sosyal yaşam pratiği insan anlama kapasitesinin üst
sınırıdır. Bütün aktüel-etkin anlamların nihai anlamını kazandığı yerdir
metafizik. Yaşamımızın anlamı sorusu da ancak metafizik sosyal yaşam pratiğiyle
rasyonel ilişkisi bakımından ele alınabilir.
Asiye Hatun'un rüyalarına dönersek, orada dilsel bir ifadenin ve ona neden
olan sinir sistemi durumunun anlamının, içinde yer aldıkları sosyal yaşam
pratiğiyle rasyonel ilişkisi olduğunu görüyoruz. Demek ki Asiye Hatun'un
rüyaları psikanaliz sosyal yaşam pratiğinin parçası olarak benim söz konusu
çalışmamdaki yorumlarımla açığa çıkardığım anlama sahip olacaktır. Ama bu
rüyaların tarikat sosyal yaşam pratiğinin parçası olarak farklı anlamları da
vardır. (Burada dilbilimsel anlamla aktüel-etkin anlam arasındaki farka bir kez
daha değinmek gerekiyorsa da konuyu fazla uzatacağından girmeyeceğim.)
Sonuç itibariyle ilk bakışta bir ve aynı dilsel
ifade gibi görünen maddi olayların anlamı, parçası oldukları sosyal yaşam
pratikleri değiştikçe değişecektir. Asiye Hatun'un rüyalarının psikanalitik ve
mistik yorumları farklıdır. Bu sonuç da natüralist hermeneutik çerçevesinde
ileri sürdüğümüz anlam teorisini destekler: Dilsel bir ifadenin ve ona neden
olan sinir sistemi durumunun anlamı, parçası olduğu rasyonel (maksadına uygun)
olarak örgütlenmiş sosyal yaşam pratiğiyle rasyonel ilişkisi bakımından
yorumlanabilir.
Sh:226-232
Kaynak: Madde ve Mana Rasyonalitenin
Kökeni Saffet Murat Tura, Metis
Yayınları, 2010, Birinci Basım: Mart 2011,İstanbul
Kitabın Kaynakçası
Chasseguet-Smirgel,
J. (1975), L'Ideal du Moi, Tchou.
Freud, S. (1905),
"Three Essays on the Theory of Sexuality”, StandardEdition (SE)
7; 125-245, Hogarth Press, 1953.
(1915), "Instincts and
Their Vicissitudes", SE 14; 117-40, 1957.
Gadamer, H. G.
(1960), Truth and Method (İngilizce çeviri), Sheed and Ward,
1975.
(1973-1990), "Autopresentation"
(Fransızca çeviri), La Philosofıe Hermeneutique, PUF, 1996 içinde,
s. 169-74.
Gunderson, J. G. (1984), Borderline Personality Disorder,
American Psychiatric Press.
Heidegger, M. (1927), Etre et Temps (Fransızca çeviri),
Gallimard, 1976.
(1949),
"Le Mot de Nietzsche 'Dieu est mort"' (Fransızca çeviri),
Chemins qui ne menent nulle part, Gallimard, 1997 içinde, s. 253-322.
(1954a),
"Depassemant de le Metaphysique" (Fransızca çeviri), Essais et
Conferennces, Gallimard, 1999 içinde, s. 80-115.
(1954b),
"Qui est Le Zarathoustra de Nietzsche?" (Fransızca çeviri),
Essais et Conferences, Gallimard, 1999 içinde.
Husserl, E. (1907), The Idea of Phenomenology (İngilizce
çeviri), Nijhoff, 1964.
(1913),
Ideas pertaining to a pure Phenomenology and to a Pheno menological
Philosophy (İngilizce çeviri), First Book, Kluwer, 1983.
Kafadar, C., yay. haz. (1994), Asiye Hatun: Rüya Mektupları,
Oğlak Yayınları.
Kemberg, O. (1975), Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm,
çev. M. Atakay, Metis Yayınları, 1999.
(1992),
Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık, çev. B. Büyükkal,
Metis Yayınları, 2000.
Kohut, H. (1971), Kendiliğin Çözümlenmesi, çev. C. Atbaşoğlu,
B. Büyükkal, C., İşcan, Metis Yayınlan, 1998.
(1977),
Kendiliğin Yeniden Yapılanması, çev. O. Cebeci, Metis Yayınlan,
1998.
Mahler, M. ve diğ. (1975), İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu,
çev. Ali Babaoğlu, Metis Yayınları, 2002.
Kaynak: Saffet Murat Tura, Şeyh ve Arzu ,Metis Yayınları, Birinci Basım:
Aralık 2002, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar