Print Friendly and PDF

SİHR Ü BÜL ACAİB



İbn el-Fakih (X.yüzyıl) “Kitabü Ahbar el-Buldan” adlı eserinde, yağmur yağdıran taşla alakalı önemli aktarımlarda bulunmaktadır: 
Türk ülkelerinin acayip taraflarından biri onların istedikleri zaman yağmur, kar, dolu yağdırdıkları bir çeşit taşa (çakıla) sahip olmalarıdır. Bu taş onların arasında meşhur, yaygındır. Türklerden hiçbir kimse bunu inkâr etmez. 
Bu taş bilhassa Tokuzoğuz hükümdarının yanında bulunur. Türklerden başka hükümdarın yanında bulunmaz. …Ebü’l-Abbas İsa bin Muhammed bin İsa el-Mervezi şöyle der: ‘Tokuzoğuzlar, Oğuzlar, Karluklar –ki bunların geniş ülkesi, ünleri, düşmanları üzerinde büyük zararları vardır- gibi kâfir Türk ülkelerinde hudud olan Maveraünnehir ve başka yerlerdeki Horasan küreleri halkından, Türkler arasında seferler sırasında ve başka zamanlarda yağmur yağdıranlar, istediği kadar yağmur, dolu, kar meydana getirenler olduğunu devamlı duyardık.
Kimimiz bunu kabul eder, kimimiz inkâr ederdi. Nihayet, Davud bin Mansur bin Ebi Ali el-Badğisi ile karşılaştım. Horasan’da valilik yapmış, idaresi beğenilmiş makbul bir adamdı. Oğuz Türklerinin hükümdarının oğluna rastlamış. Bu oğula Belkık bin Cebğuye (Yabgu oğlu Belkık) deniyormuş. 
Ona “Bize, Türklerin istedikleri zaman yağmur, dolu, kar yağdırdıkları söyleniyor. Bu konuda ne biliyorsun?” demiş. Belkık: “Türkler Allah indinde böyle bir şey yapmaktan çok uzak, aciz kişilerdir. Ama sana ulaşan şey gerçektir. 
Bu konuda bir haber var sana onu anlatayım. Atalarımdan biri zamanın hükümdarının haksızlığına uğramış. Ondan ayrılmış. Memluklarından (yani kölelerinden) ve başka kişilerden haydutluğu seven arkadaşlar edinmiş. Onlarla önüne geleni yağmalamak, avlanmak için doğuya, batıya gitmiş. Nihayet, bir kavme varmış. Onlara ait bir dağın ardından kimse geçemiyormuş. Onlara: ‘Niçin böyle?’ diye sormuş. Onlar:
‘Zira bu dağın arkasında güneş yere çok yakın doğar. Her şeyi yakar’ demişler. O da: ‘Orada sakin olan kimse yok mu?’ demiş. Onlar: ‘Evet var’ demişler. Dedem: ‘Dediğiniz şekilde orada nasıl oturuyorlar?’ demiş. Onlar: ‘İnsanların yer altında dehlizleri, mağaraları var. Güneş doğunca oralara girerler. Güneş yükselinceye kadar kalırlar. Hayvanlar ise orada bulunan bir çeşit çakıl taşından birer tane ağızlarına alırlar, başlarını göğe kaldırırlar. Bu sırada bir bulut onları gölgelendirir, onlarla güneş arasına girer. Bu taşla onlara ilham edilmiştir’ dediler.” Belkık der ki: “Dedem bahsedilen yere gitmiş, olayı anlattıkları gibi bulmuş. O şöyle demiş:
‘Güneş doğmaya başlayınca hayvanlar bu taştan birer tane ağızlarına aldılar. Başlarını semaya kaldırdılar. Bulutlar onları gölgelendirdi.’ Belkık devamla: “Atam ve arkadaşları kovalamak için hayvanlar üzerine hamle etmişler. Oklar onlara ulaşınca (veya yorulunca) hayvanlar taşları ağızlarından atmışlar. Dedem taşı tanımak için arkadaşlarına emretmiş. Onlar da toplayıp taşları getirmişler. O ve arkadaşları bu kırda bu taşı arayıp toplamışlar. İncelemişler. Güneş tarafına tutmuşlar. Bulutlar onları gölgelendirmiş. Güneşin yakmasından kurtulmuşlar. Sonra bu taşlardan toplayabildikleri kadar toplayıp ülkelerine götürmüşler. Onlar bir sefere çıkınca veya yağmur yağmasını isteyince bu taştan bir miktar çıkarıp tutarlarmış. Hemen bir bulut peyda olur, yağmur yağdırırmış. Eğer kar ve dolu yağmasını isterlerse biraz taşı artırırlar, kar ve dolu gelirmiş’ dedi.
Söylendiğine göre onlar bu yaşla bir tarafa işaret ederlerse o tarafa yağmur yağarmış.” Onların anlattıkları böyledir. Bu onların bir mahareti ve kudretiyle değil Allah’ın kudretiyle olur. Ebü’l-Abbas sözüne şöyle devam eder: “Şaş şehrine vardım. Yanıma Türkleri iyi bilen bir topluluk geldi. Onlara bu hususu sordum. ‘Biz de senin bildiklerini biliyoruz’ dediler. Belkık’ın anlattığı yoruma gelince, o meseleyi en iyi bilendir. Zira atalarından nakletmektedir. Ebü’l-Abbas der ki: 
“Şaş’ta eski kâtiplerden Habib bin İsa adlı ihtiyar bir kişiye rastladım. Nuh bin Esed bin Saman’ın Türklerle savaşlarına dair haberleri toplamıştı. Bu bölgeyi iyi tanıyordu. Bana, Abdullah bin Tahir’in Nuh bin Esed’e gönderdiği bir mektubu çıkarıp gösterdi. Mektubun sonunda Me’mun ona Türklerin “yada taşıyla” yağmur yağdırmaları konusunu araştırmasını emretmekteydi. 
Habib şöyle der: “Abdullah şehrin âlimlerini, Müslüman Türkleri topladı. Onlara bu meseleyi sordu. Gerçekliğinde ihtilafa düşmediler. Yalnız, meselenin gerçek sebebini bilemediler.” Ebü’l-Abbas el-Mervezi şöyle der: “Horasan hükümdarı İsmail bin Ahmed’in şöyle dediğini duydum: “
Bir sene 20.000 kadar Müslüman askerle Türklere karşı sefere çıktım. Onlardan 60.000 kadar tepeden tırnağa silahlanmış asker karşıma çıktı. Günlerce onlarla savaştım. Bir gün geldi. Türk memluklar (köleler) ve sığınmış diğer Türk askerler yanıma geldiler. ‘Bizim kâfir ordusunda akrabalarımız, arkadaşlarımız var. Falanın geldiğini bildirip bizi uyardılar’ dediler. İsmail bin Ahmed:
‘Bahsettikleri kişi onlar nazarında kâhin gibiydi (şamandı). O kişinin dolu, kar vs. şeyler yağdırdığını, bulut meydana getirdiğini, bununla düşmanlarını mahvettiğini söylüyorlardı. Askerler: ‘Ordumuz üzerine isabet ettiği her kişiyi öldürecek büyük dolular yağdırmaya karar verdi’ dediler. Onlara: ‘Henüz kâfirlik kalplerinizden çıkmamış, bir insan bunu yapabilir mi?’ dedim. Onlar:
‘Biz sana gerekli tembihi yaptık, sen bilirsin. Yarın güneş yükseldiği zaman yapacakmış’ dediler. Ertesi günü güneş yükselince, askerlerimle sırtımı verdiğim dağın başında korkunç büyük bir bulut peyda oldu. Yavaş Yavaş genişledi, büyüdü. Ordumun hepsini gölgesi altına aldı. Siyahlığı ve vaziyeti, ondan gelen korkunç sesler beni ürküttü. Bunun bir imtihan olduğunu anladım. Atımdan inip iki rekât namaz kıldım. Bu sırada askerler ne yapacaklarını bilmiyorlar, birbirlerine giriyorlardı. Belanın geleceğinden şüphe etmiyorlardı. Bu şekilde Allah’a yalvarırken:
‘Askerlerden memlukler ve başkaları yanıma gelip selamete erdiklerini müjdelediler. Kolumdan tutup secdeden kaldırdılar. ‘Ey emir bak, bak!’ diyorlardı. Başımı kaldırdım. Ne göreyim, bulut askerlerin üzerinden kalkmış, Türklerin ordusunun üzerine gitmiş, onlar üzerine büyük dolular yağdırıyordu. Onlar birbirlerine giriyorlardı, hayvanları ürküyor, çadırları sökülüyordu. Bulut her düştüğü askeri öldürüyor, berbat ediyordu. Arkadaşlarım: ‘Onlar üzerine hücum edelim’ dediler. Ben:
‘Hayır, Allah’ın azabı daha beter ve acı’ dedim. Aralarından çok azı kurtulabildi. Karargâhlarını bütün eşyalarıyla bırakıp kaçtılar.” 
(Şeşen, İbn Fadlan…, s. 56-60)
Büyüyle yağmur yağdırmanın bahsi Evliya Çelebi’de de geçmektedir. Buna göre Evliya Çelebi, Mehmed Paşa ve beraberindekilerle Azak Kalesi’nden İstanbul’a giderken Kuban Nehri’ni geçmek zorunda kalırlar. Gemi bulunmadığından nehrin kenarına çadır kurmak isteseler de donmuş toprağa kazık da çakamadıklarından bu niyetlerini gerçekleştiremezler. O esnada birden şiddetli bir rüzgâr esip çadırları havaya uçurup arabaları baş aşağı eder. Tatar gazileri: “Sihre uğradık!” diye bağırırken Mehmed Paşa da iç ağaları ile Felak ve Nas surelerini okur, rüzgâr durur. Bir Kalmuk Tatarı, paşanın yanına gelip kendisine zarar vermeyeceklerine dair yemin aldıktan sonra o rüzgârı çıkaranın kendisi olduğunu ve nehri geçmek istiyorlarsa bir at, kürk ve para karşılığında suyu dondurabileceğini söyler. Mehmed Paşa teklifi kabul eder ve Kalmuk Tatarı ormanın içine girer. Bundan sonra yaptıklarını ormanın içine gizlenen Evliya Çelebi görür. Kalmuk Tatarı bir ağacın dibinde dışkılayıp, kıçını havaya çevirip kar üstünde taklalar atarak, ellerini yere koyup ayaklarını havaya kaldırıp dışkısını alnına sürer ve bir müddet bu şekilde durur. Birden doğu, batı ve kuzey tarafları kararıp, gök gürlemesi, şimşek ve rüzgâr oluşur. Büyücü, dışkısının etrafında üç dört kere dönüp dışkısından alıp havaya attıkça yıldırımlar çakıp kıyametler kopar. Askerler nehrin kenarında toplanıp karşıya geçmeye hazırlanırken büyücü askerlere doğru gider. Peşinden yetişen Evliya Çelebi onu: “Mandu tav!” diyerek selamlayınca büyücü “Tav mondu!” karşılığını verir. Daha sonra donan nehirden askerler geçmeye başlar. Dîvân efendisi ve mutaassıp birkaç kişi ise sihir ile oluşan yoldan geçmeye karşı çıkarlar. Paşanın, geçmelerini emretmesi üzerine de Felak, Nas sureleri ve esmâü’l-hüsnâları okuyarak geçmeye çalışırlar. Ancak okudukları, sihri bozduğundan buz delinir ve bir kısmı suya düşer, boğulur. Kalmuk ise sihrini bozdukları için başından kalpağını yere vurup feryat edip ağlayarak Paşa’ya, buz üstündekilere Arapça okumadan hızlı hızlı geçmelerini tembih etmesini söyler. (Başak Öztürk Bitik, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesinde Cadı, Obur, Büyücü Anlatıları ve Kurgudaki İşlevleri”, Milli Folklor, Yıl: 23, Sayı 92, 2011, s. 67-68)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar