Print Friendly and PDF

ŞİRAZLI ŞEYH SADİ’NİN BOSTAN VE GÜLİSTAN’I


Tahsin YAŞAMAK
(İrfan)
(Eleştirel Bakış)
Takvimler 12 Eylül 1929’u gösteriyordu. O günkü gazetelerimizin bi­rinci sayfalarında İri puntolu başlıklarla verilen bir haber, türlü yankılara ve tepkilere yol açacak bir hükümet kararını duyurmaktaydı. 12 Eylül 1929 günlü ‘Cumhuriyet’ gazetesi bu habere şöyle bir manşet atmıştı: “Bu sene Arabi ve Farisi dersleri lağvediliyor.” Alt başlık da şöyleydi: “Arabi ve Farisi derslerinin lağvı üzerine edebiyat ve Türkçe dersleri yeni bir şekil alıyor.”
Bu tarihsel haberin metnine de bir göz atalım:
“Yeni harfler ve mekteplerde Arabi ve Farisi derslerinin lağvı üzerine edebiyat ve Türkçe tedrisatı yeni bir safhaya girmiştir. Bundan böyle, Türkçe tedrisinde kat’iyyen Arap ve Acem kelimelerinin müştakkatı hak­kında izahat verilmeyecektir. Türkçe derslerinde mümkün olduğu kadar Arap ve Acem kelimeleri kullanılmayacaktır. Lağvedilen derslerin yerine Almanca, İngilizce dersleri okutulacaktır. Maarif Vekâleti keyfiyeti ala­kadarlara tebliğ etmek üzeredir.”
Kardeşlerim, bu kararla, Kurtuluş Savaşımız -askeri alandan, yönetim ve rejim evrelerinden, medeni hukuk evresinden başarılarla geçtikten sonra- işte, yeni bir evre olarak dil, edebiyat ve kültür alanındaki bu bir tür altyapı girişimiyle, daha da pekişmiş olacaktı. Önemli bir karardı önemli ve yerinde bir karar, daha fazla gecikmeye bırakılamayacak karar...
Bilimde Arapça, edebiyatta Farsça -hele 17.yy.dan bu yana Türk dü­şüncesinin ve yaratıcılığının donmuş koşullar içinde kalıplaşmasına ne­ren olmuştur. Bu acı gerçeğin gereksiz tartışmasını bir yana bırakıp da Şirazlı Şeyh Sadi’nin yaşamı ve kişiliği hakkında herhalde zaten bildiklerimizi kısaca anımsatayım ve onun Bostan, Gülistan adlı iki yapıtında işlediği dünya görüşünü sergilemeye çalışayım diyorum; yalnız bu arada, zemin hazırlaması yapmama izin verin...
Bundan 70-80 yıl öncelerine kadar, bizde şiir ve felsefe kültürü denildi, ön planda Hafız’ın, Sadi’nin, Mevlana’nın yapıtları akla geldiğini gözden uzak tutmamalıyız. Bizde Yakup Kadri’ye kadar dayanan bir edebiyatçı prototipi vardır ki, yaşam öykülerinde eğitimlerinden sözedilirken ( özel eğitim) deyimi kullanılır. (Özel eğitim) şu demek: Bu adam Darulfunun, Mekteb-i Ali, İdadi diplomasına sahip değildir; hatta Rüştiye’de bile okumamıştır; özel hocalar elinde ve bilhassa kendi çabasıyla, yani otodidaktik yoldan, yetişmiştir. Belki az buçuk medrese rahlesi önünde diz çökmüştür. Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Ziya Paşa, Şinasi, Şemsettin Sami, Ahmet Mithat, İbn-ül Emin, Mahmut Kemal, Fuat Köprülü daha gerilere doğru nice edebiyat ünlülerimiz bu yolla kendi kültür dağarcıklarını doldurmuşlardır.
Hemen belirteyim: Özel eğitimi, otodidaktik yoldan yetişmeyi asla küçümsüyor değilim. Ancak birkaçını saydığım bu kategorideki edebiyatçılarımız, özel ve otodidaktik eğitimin ne denli verimli olabileceğini ispatlamağa yetecek büyük değerlerdir. Çünkü onların simgelediği anlamdaki; özel eğitimin niteliği, milletvekili albümlerinde bazı parlamenterlerinin altında gördüğümüz (özel eğitim) ile bir tutulacak türden değildir.
Özel ve otodidaktik eğitim ne idi? Aydın sayılma yolunda adımlar atan genç Osmanlı, Arapçanın yanı sıra Farsça’ya da sarılıyor; Mesnevi’yİ, Bostan’ı, Gülistan’ı, Hafızı’n Divam’nı, Firdevsi’nin Şehname’sini ve daha birçok Doğu yapıtlarını kaynağından tatmak için yıllarını harcıyordu, öğrenme ve bilinçlenme olanağının en güçlü olduğu yıllarını...Nede­nini düşünmeden, böyle gelmiş böyle gider kapılmışlığına kendini bıra­karak...
Bu yapıtlardan, her aydının belleğinde depo edilmiş yüzlerce hatta binlerce beyit, bir ufak çağrışımın düğmesine basılınca, gürül gürül, du­daklardan dökülmeğe hazır, beklerdi. Bunların son damlaları bazılarımı­zın belleklerinde hala can çekişmektedir. İşte size bir örnek:
Bederya ger menafi bi-şumarest
Eger hali selamet der-kenarest
Ne diyor: Denizde çok kazanç varsa da eğer selamet istiyorsan selamet kıyıdadır. (İyi ki Macellan’ların, Cook’ların Colomb’ların Vasco de Gama’ların bu beyitten haberleri olmamış...)
Osmanlı’da bu kültür göreneğinin temel yapıtlarından ikisi Bostan ve Gülistan idi. Biraz Osmanlıcam belki vardır ama Farsça bilmem. Bos­tan ile Gülistan’ı Kilisli Rifat Bilge çevirisinden sindire sindire okudum. Eğer Farsça bilseydim elbette ki her ikisinin de asıllarını okuyacaktım. Benim için hem bir kayıp, hem de fakat bir bakıma kazanç...Bir kazanç, bakınız neden: Aslından okuyabilseydim, kuşkusuz, üslubunun, sanatı­nın tadına varacaktım, belki bu tatla sarhoş olacaktım. Çevirilerini oku­makla böyle bir etkilenmeden kurtuldum. Yedi yüzyıla yakın bir zaman­dan beri, Sadi’nin, okurlarına, olumlu-olumsuz, neler aşıladığını az-çok sezebildim böylece. Belki biraz yan tutarak yaptım yorumlarımı -başka türlüsü de olamazdı- çünkü Osmanlı aydınının vicdan ve kafa yapısı üzerindeki etkilerini kurcalayamazdım Bostan ile Gülistan’ın...
Sadi -asıl adı Ebu Abdullah Müşerrefüddin- 1213’te Şiraz’da doğmuş. 12 yaşında yetim kalmış. Moğol istilası üzerine Bağdad’a giderek Niza­miye Medresesinde okumuş. Şam, Isfahan, Suriye, Elcezire, Belh gibi İslam ülke ve beldelerini görmüş. Başlıca koruyucusu Emir Ebusekr bin Sa’d bin Zengi.. Bostan’ı ona sunduğu zaman 44 yaşındaydı Sadi... Bir yıl sonra da Gülistan’ı emirin veliahdi İkinci Sa’d’a sundu. Daha son­ra hacca gitti. Hac farizasını yerine getirdi (Bir koalisyon hükümetinin Sağlık bakanı ve fariza sözcüğünü TV ekranında hem de def’alarca fara­ziye diye söyleyip durmuştur. Kalıntı sözcüklerin çarpıtılması kaçınıl­mazlığına tipik bir örnektir bu...Sayın Bakan (Hac farizası) demekle (Hac faraziyesi) demek arasında (iman) ile küfür arası bir uçurum bulunduğu­nu nerden bilecekti?)
Her neyse, Sadi hac dönüşü Tebriz’de bir süre kaldı ve sonunda Şi­raz’da karar kılarak, ömrünü kendi kurduğu hanikahta ibadetle, riyazetle geçirdi.
Bostan tümüyle manzumdur (feulün feulün feulün feül vezninde); Gülistan ise içiçe manzum ve düzyazı olarak yazılmış. Sadi felsefe ve ta­savvuf konularını içeren ve genellikle (arifane) diye adlandırılan türün kurucusu sayılır. Bostan’da işlenen başlıca konular (adalet ve insaf), (cömertlik), (aşk), (teslim ve rıza), (kanaat), (terbiye), (tvbe) dir. Her bö­lümde birçok parçalar var; hepsinin de başlıkları aynı: Hikâye... Elbette ki bu hikâyeler çağdaş hikaye tanımlamasına hiçbir bakımdan uyma­maktadır. Çoğu da kısacıktı. Hemen hepsinde özdeyiş sayılabilecek ve genellikle bir dize ya da bir beyit olarak söylenmiş tema niteliğinde öğütler yer almaktadır, kıssadan hisse diyebileceğimiz...
Sadi Sünni’dir. Kilisli Rifat Bilge’nin deyimiyle ehl-i sünnet vel cemaat mezhebindendir. Sadi gerek hikâyelerinde, gerekse bunlardaki temalar ve öğütlerde kendinden öncekilerden ve çağdaşlarından alıntılar yap­mıştır.
Kilisli Rifat Bilge Bostan hakkında özet ve sonuç olarak şu yargıya varıyor: “Bostan taassuptan azade, gayet tabii, bitaraf yazılmıştır. Her türlü saadeti temin edecek nasihatleri havidir.”
Asıl adının Müşerrefüddin olduğu söylenen Sadi, Atabeklerden Emir Ebubekr bin Sa’d bin Zengi’nin koruyucu kanatları altında yaşadığı için­dir ki mahlas olarak Sadi’yi seçmiş olmalı.
Profesör Dr.Ali Nihat Tarlan’ın da Sadi’ye hayranlığı sonsuz: “Elfaz’ daki fasahat ile manadaki güzelliği onun kadar imtizaç ettiren şair yok­tur” diyor. Kuşkusuz gerek Bostan, gerek Gülistan ilgili fakültelerimizin Farsça kürsülerinde Iran edebiyatının ve Farsçanın tarihsel incelenmesi açısından birer temel yapıt olarak önemlerini sürdüreceklerdir. Sayın Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, elbette ki, taşıdığı yüce unvanların doruğundan bir edebi yapıt hakkında dilediğince söz edebilir. Zaten (elfazdaki fasa­hat) yargısına kimse karşı çıkamaz. Batılı tüm oryantalist edebiyat araş­tırmacıları da bu övgüde birleşmektedirler, (manadaki güzellik)e gelin­ce, bunun hem çağdaş edebiyat ve sanat anlayışı bakımından hem de düpedüz mantıksal olarak, tartışılması gerekiyor. Bir defa (güzel mana) -(çirkin mana) diye bir ayrım yapmak bilmem ne dereceye kadar tutarlı olur?
Görüyorsunuz ki , ben Bostan ve Gülistan üzerine hazırla­dığım bu makalede, kimi kardeşlerimizin titizlikle aradıkları bilimsel yöntemlere bağlı kalamıyorum. Be­nim harcım değil çünkü...Hem, yeltenme düzeyini aşamadıktan sonra, bilimsellik taslamışım neye yarar? En iyisi, bırakın, kendi doğruma gide­yim. Bakalım, 70-80 yıl öncesine kadar Osmanlı aydını azınlığının fizik ve matafizik görüşünü, vicdanını yoğurmada ve biçimlendirmede derin et­kisi olan sayılı yapıtlardan Bostan’da neler var...
Örneklere geçerken bir kez daha belirteyim: Sizlere Sadi’nin, olumlu- olumsuz, çağdışı ya da gerçekten yaşam ilkeleri olarak benimsenmeğe değer görüşlerinden ve yargılarından ilginç ve tipik saydıklarımı sunma­ya çalışacağım.
Sebeb-i Telif-i Kitap -yani kitabın yazılma nedeni bölümünde Sadi çok yüce bir alçak gönüllülükle gönülleri fethediyor:
“Şunu da itiraf edeyim ki benimle görüşmeyip de yalnız adımı duyanlarca, kusurlarım gizli kalmakta ve şöhretim davul sesi gibi uzaktan hoş gelmektedir.”
Kardeşlerim, bir düşünün: XIII. YY.ın ortalarıdır. Anadolu, İran, Azer­baycan, Kafkas, Mısır, Irak, Suriye kıvıl kıvıl -bugün var yarın yok- bir ta­kım beyliklerle, emirliklerle, padişahlıklarla, sultanlıklarla parsellen­miş...Sınırlar kanlı gel-git dalgaları gibi durmadan ileri geri kaymakta... Güvensizlik töresizlik...Mini devletler birbirleriyle boğuşmakta, ve bir yandan da herbiri kendi içinde saltanat kavgalarının kör dövüşüyle pa­ram parça...Her yeni iktidar bir karşı iktidara gebe...İnsancıklar -değil yalnız yarınlarından- bugünlerinden bile umutsuz... Değil sınıf, değil halk, değil millet, hatta ümmet kavramı bile oluşmamış... Böylesi bir kaos içinde insancıklar tevekküle sabra, metafizik beklentilere sarılmaktan başka ne yapabilirler?
İşte, Sadi böyle bir ortamın mürşididir. Bu güvensiz, bu değişken ko­şullar içinde, insancıklara bir takım manevi sığınaklar göstermek çaba­sındadır.
Hükümdara sesleniyor: “Fukara tayfasını koru; onların sayesinde tac taşıdığını unutma.” diyor.
“Padişah bir ağaca benzer; kökü ahalidir. Eğer halkın gönlünü incitirsen kendi ana dalını baltalamış olursun.” di­yor.
Padişaha Makyavelvari öğütleri de var: “Düşmana hoş görün; onu okşa, kendine dost yap; fakat sonra fırsat bulduğun zaman, derisini yüz...”
Beyazid-i Blstami’den aktardığı bir özdeyiş var ki çok uyarıcı: “Münkirlere müritlerden daha fazla güvenebilirsin; çünkü münkirin münkir olduğu kuşkusuzdur, fakat acaba mürit gerçek mürit mi?”
Varsılların kulağını büküyor Sadi: “Karun’un bütün hâzinelerini ele geçirsen bile, ancak bağışladığın kadarını öbür dünyaya götürmüş olur­sun.”
Bakın, bu da güzel: “Aşk ateştir, öğüt yeldir.”
Alçak gönüllülük üzerine de akılda kalacak şeyler söylemiş. Farsça bilen Osmanlı aydınları tercümesi şöyle olan bu konudaki beyti de her halde ezber biliyorlardı:
“Ateş yükseldiği için ondan şeytan yaratıldı. Toprak alçak gönüllü olduğu için ondan Adem yaratıldı.”
Bakınız, şunlar da değişken koşulların değişmez ilkeleri olarak herkesçe benimsenebilir: “Gerçek büyükler kendilerine bakmazlar. Kim ki yalnız kendini görür, Cenab-ı Hakkı görmeyi ondan bekleme.”,
“Hakka karşı iyi, halka karşı kötü olan kimse, ibadetinden bir yarar göremez.”,
“Namaza durduğun vakit eğer Tanrı’ya yürekten yönelmiyorsan, arkasını kıbleye dönerek namaz kılan kimseye benzersin.”,
“Savını kabul ettirmek için kuvvetli kanıtlar sıralamalısın; yoksa, boyun damarlarını şişire şişire hiç bir şeyi ispatlayamazsın.”,
“İnsan ya bilgin olmalı, ya da bilginleri dinlemeli.”,
“Benim gerçek dostum, benim hayrımı dileyen kişi, kusurlarımı yüzüme karşı söyleyendir.”,
 “asıl marifet-yemi görmek değil- tuzağı görmektir.”
Kazaya rıza, Sadi’nin özellikle işlediği bir temadır. Osmanlı aydını ka­rakterinin hamurunda kazaya rıza mayası eğer okadar egemen olmuşsa ve eğer Osmanlı aydınının torunları olan şimdiki kuşaklarımızda da -inatçı bir kalıtım yoluyla- ayni boynu bükük felsefe hala bir ölçüde egemen olabilmekte ise, bunun nedenini biraz da Sadi’nin yapıtında aramak yan­lış sayılmamalı. İşte size arifane bir hikayecik:
“Zavallı bir müflisin bir tek altını kalmıştı. Onu da yolda düşürdü. Ne kadar aradıysa da bulamadı. Sonunda, umudunu kesti, yürüyüp gitti. Az sonra oradan geçen birisi, hatır ve hayalinde yokken, o altını gördü, al­dı.”
Arifane hikayecik şöyle bağlanıyor: “İnsanlara mutluluk -mutsuzluk ana karnında iken-damgalanmıştır.”
“Ya kadınlar hakkında?” diyeceksiniz. Onu ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. “Kadını çarşıya pazara bırakma; söz dinlemezse döv. Sözü­nü dinletemezsen sen karı gibi evde otur, o erkek gibi gezsin, dolaşsın.”
“Karısına söz geçiremeyen koca, erkek değildir; ona karısının ipek do­nunu giydir, hanım olsun...”,
 “Çalgıcı makulesine itibar etme; onlar ka­dın gibidir, hayır gelmez.”,
“Kadın yabancı bir erkeğe bakıp gülecek olursa, kocası erkeklikten söz edemez artık. Kadın ancak mezara girmek için evden çıkmalıdır.”
Kadınla ilişkiler konusunda Sadi’nin zengin erkeğe şöyle bir öğüdü var: “ey zengin, her baharda yeni bir kadın al. Zira, geçmiş yılın takvimi işe yaramaz.”
Çocukların eğitim üzerine de görüşleri var Sadi’nin; ve bu görüşler de, tıpkı kadın üzerine ileri sürdüğü görüşler gibi, bundan yuvarlak he­sap yüz yıl öncesine kadar, hem de Prof. Dr. pek Sayın Nihat Tarlan’ın tumturaklı deyişiyle, Sadi’nin o “elfazdaki” fasahat örneği Farsça beyit­leri halinde, Osmanlı aydınlarının belleklerine antik öğüt tabletleri gibi nakşolmuştur. Siz burada çocuk sözcüğüne bakıp da Sadi’nin kızlı-oğlanlı tüm çocukların eğitimine eğildiğini sakın sanmayın. Onun dünya­sında kızların eğitimi diye bir sorun yoktur. O sadece oğlan çocukların eğitimi üzerinde durmuştur. Yani, “Kızlarını okutmayan millet, oğulları­nı ebedi öksüzlüğe mahkum etmiş demektir; hüsranına ağlasın diyebi­len Şair-i azam’ımız Abdülhak Hamid kadar bile olamamıştır.
Evet, çocukları -oğlan çocukları- nasıl eğiteceğiz? Şirazlı Şeyhin bu konudaki başlıca uyarısı şu: “Çocuk on yaşını geçince ona söyle, na­mahrem kadınların yanına oturmasın. Pamuğun yanında ateş yakma, kıvılcım sıçrar; pamuk yandığı gibi ev de yanar.”
Ve, arifane serisinden bir hikayecik: “Bir gece mahallemizde eğlen­ce vardı. Her cins insanı toplandığı...Çalgı sesleri mahalleyi aşıyor, aşık­ların hay ve huyları göklere erişiyordu. Peri yüzlü sevgili bir arkadaşım vardı. Ona: “Aziz dostum, bu cümbüşe sen de katılsan, meclisimizi aydınlatsan olmaz mı?” dedim. Şöyle cevap verdi: “Erler gibi sakallanma­dıkça, erler yanında oturmak hoş değildir.”
Yalnız, Sadi’nin hakkını yememek için, çocuk eğitimi üzerine bugün de geçerli sayılacak önerilerini de aktarmalıyım:
“Eğer çocuğunu çok seviyorsan, onu nazlı yetiştirme.”,
“Karun ka­dar hâzinelerin olsa da evladına sanat öğret, hüner öğret. Hazineler bo­şalır, fakat marifetli kişinin kesesi boş kalmaz.”
Fazla dökülüp saçılmadan birazıcık da Gülistan’dan söz edelim. Bostan’dan bir yıl sonra, 1258’de, Sadi’nin Salgurlu emiri Ebubekr bin Sa’d bin Zengi’nin oğlu veliahd İkinci Sa’d’a sunduğu bu yapıt, içiçe manzum ve düz yazı olarak sekiz bölümden oluşmakta, işlediği konular arasında iyilik, cömertlik, alçak gönüllülük, hoşgörü, insan sevgisi gibi erdemler yer alıyor:
“İki şey akıl hafifliğine delalet eder: Söyleyecekyerde susmak bir; susacak yerde söylemek İki.”
“Ne söyleyeyim diye düşünmek, niçin söyledim diye dövünmekten İyidir.”
Deneysel bilgiyi yeğlemek gereği üzerine Lokman Hekim’e atfedilen bir ilkeye de yer verilmiş Gülistan’da...Lokman Hekim’e sormuşlar, hik­meti kimden öğrendin diye. —Körlerden öğrendim, demiş, çünkü körler bir yeri değnekleriyle yoklayıp iyice anlamadıkça adım atmazlar.”
“On derviş bir kilimde uyurlar da İki padişah bir iklime sığamazlar.”
“Dostlar zindanda işe yararlar; dostlukları o zaman anlaşılır. Yoksa, sofra başında, tüm düşmanlar dost görünürler.”
“Eğer vezir padişahtan korktuğu gibi Tanrı’dan korksaydı, melek olurdu.”
“Kötülere acımak iyilere zulümdür.”
“Kendi ekmeğini yiyip oturmak, altın kemer bağlayıp hizmet için bir mahlûkun kapısında dikilmekten iyidir.”
“Her kim başkasının ayıbını senin yanında sayar dökerse, kuşkusuz, senin ayıbını da başkalarının yanın da söyleyecekti.”
“iyi olduğun halde halkın sana kötü demesi, kötü olup da halk tara­fından iyi tanınmaktan daha iyidir.”
“Büyük denizler bir taş ile bulanmazlar. Kötü bir muameleye uğra­yınca üzülüp öfkelenen kişi bir kap suya benzer.”
“Adettir, köle azat edenler yaşlısını azat ederler.”
...Bakın, bu sıraladıklarım ne soylu, ne ağzı burnu yerin­de şeyler değil mi? Fakat bir de şu arifane’ye bakın. Ne yapsam bilmem ki...Hadi, yarıda kesmecesine şöyle biraz ipucu vereyim. Sadi bir gönül serüvenini anlatıyor:
“Herkesin başına geldiği gibi, gençlik çağımda bir güzel sevmiştim. Yüzü ayın ondördü gibiydi. Her nasılsa bir davranışı hoşuma gitmedi, ondan ayrıldım. O da kalktı, bir başka kentin yolunu tuttu. Ben perişan oldum; yana yakıla ağladım arkasından.
Birkaç yıl geçti, yanıma döndü sevgilim. Bunu Cenab-ı Hakkın bir lüt­fü sandım. Fakat yazık ki o tatlı ses bozulmuş, o Yusuf güzelliğinden eser kalmamış, o elma gibi yüz bıyıkların, sakalların istilasına        
'Söyleyenden dinleyen arif gerek’ özdeyişine uyarak bu ilginç arifaneyi burasında sansür ediyorum...
Yalnız, güzel sevmek sanatı konusunda Sadi’nin kendini nasıl övdüğünü gösteren bir sözü var, onu aktarayım size: “Bağdatlılar Arapçayı nasıl bilirlerse, Sadi de sevmenin yolunu usulünü öyle bilir.” Gülistan’dan son birkaç alıntı daha sunayım:
“Bir hususi meclisimizde çevik, sevimli, güler yüzlü, tatlı sözlü bir genç vardı ki keder nedir bilmez, gülmekten iki dudağı bir araya gelmez­di. Bir zaman geçti, onunla görüşemez olduk. Nihayet bir rastlaşmamız­da evlendiğini ve çoluğa çocuğa karıştığını öğrendim. Neşesi uçmuş, hevesinin gülleri solmuştu.”
“Acından ölse bile, namaz kılmayana ödünç para verme. Allah’ın far­zını eda etmeyen, senin alacağını mı düşünecek?”
Sonra, şu: “ey rızk ardında koşan, otur oturduğun yerde. Rızkın sana gelir, yersin.” Ve, nihayet, şu:
“Her kim büyüklerle uğraşırsa, kendi canına kıyar.”
***
Gülistan ve Bostan -görüyorsunuz- bir bakıma, türlü hikmetlerin, ön yargıların, görüşlerin, zevklerin Mısır Çarşısı...
“Peki, nerede bunun kardeşilik açıdan esprisi?” diyeceksiniz belki. “Muhterem bir mecliste bir söyleşi olarak sunulmasının gerekçesi neresinde bunun?” diyeceksiniz belki.
Bakın, bence, şurasında:
Katılım (veraset) yalnız aile içinde, iyi ya da kötü fiziksel, ruhsal ve kültürel özelliklerin kuşaklardan kuşaklara aktarılması demek değildir. Bir de toplum çapında kalıtım yasası vardır. Bir toplumun görenekleşmiş, gelenekleşmiş özellikleri elbette ki o toplumun gelecek kuşaklarını da etkileyecektir.
Bizler, en geniş kapsamlı genel anlamında, gerçeği arayan bir toplu­luğuz. Geçmişte hüküm sürmüş, toplumların beyinlerini çarpıtmış olan bir takım tabu’laşmış yanılgıların günümüze kadar sinsice gelen etkile­rine hiç değil de artık bir set çekmek, bunların hiç değilse yarınlara da sızmasını önlemek görevlerimiz arasındadır.
Bugün, yönetimdeki İç ve dış politika ilkelerinin saptanmasındaki... Eğitimdeki... (Velidedeoğlu’nun açık seçik deyimiyle) Vatandaşlık Yasası konusundaki...Ve, ekonomik savaş cephesindeki bocalamaları­mıza eğer bir tanı koymak istiyorsak, ve tedavi’den önce tanı’nın geldiği­ne inanıyorsak, geçmiş’in yanılgılarını tasfiyeye çalışmanın ön planda yer aldığı gerçeğinde de elbette birleşiyoruz demektir, Çabamız, bu yanılgıları bilincimizden, vicdanımızdan ve bilincaltımızdan söküp atıncaya kadar sürecektir.

Kaynak: Kardeşlik Kitabından, Hazırlayan: Şadan GÖKOVALI, İZMİR-1986

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar