Print Friendly and PDF

TÂHİRÜ'L-MEVLEVÎ (MEHMED TAHİR OLGUN) (1877 – 1951 ) -1-



 Hzl: Zülfikar GÜNGÖR
Tahirü'l-Mevlevî'nin kullandığı isim ve ünvanlar, kullanıldığı zaman ve müellifin durumuna göre değişik şekillerde ortaya çıkmıştır.
Müellifin asıl adı Mehmet Tâhir'dir. Bu ismi babasının dedesi olan meşhur hattat Mehmed Tâhir Cemalüddin Efendi'ye nisbetle alan yazar, bunu Hüseyin Vassaf Bey'e yazdığı bîr mektupta şöyle ifade etmiştir.
“Pederim Hâcı Safvet Bey'in cedd-i mâderîsi ve üstâd-ı hat Mahmud Celâlüddin merhûmun şâkird-i yegânesi olan Mehmed Tâhir Cemalüddin Efendi -ki muşârun ileyhin ism u mahlasına vâris olmuşum mevlevî dervişi imiş"(1)
Divânçe-i Tâhîr[1], Amuzgâr-ı Parisi Destâviz-i Fâris-î Hânan isimli kitap­ları ile ilk şiirlerinde Mehmed Tahir ismini kullanan müellif, 1312 (1894) tarihinde Mevlevî tarikatına intisab etmesi sebebiyle bu tarikata mensubiyetini ifade eden Mevlevî nisbesini isminin sonuna alarak Tahirü'l-Mevlevî imzası ile yazmaya başlamıştır.
Mir'ât-i Hz. Mevlâna Cengiz ve Hülagu Mezalimi, Şeyh Celâleddin Efendi Merhum vb. matbu eserlerinde ve yazma kitalarının tamamında, Sırat-ı Müstakim, Sebilü'r-Reşad, Beyanü'l-Hak, Mahfil gibi dergilerde yazdığı şiir ve makalelerinde Tahirü'l - Mevlevî imzasını kullanan müellif, Türkiye'de siyasî ve toplumsal alanda yaşanan hızlı değişmeler sonucu tarikatlara nisbet edilen ünvanların kaldırılması ile soyadı kanunu çıkıncaya kadar yazdığı yazılarda ve bu arada basılan Edebiyat Tarihimize Dâir Manzum Bir Muhtıra adlı eserinde sadece "Tahir" imzasını kullanmayı tercih etmiştir.
Müellif hatıratında, Türkiye'nin sosyal ve siyasî alanlarındaki değişimlere paralel olarak Mahfil dergisinden "dinî" ifadesini kaldırıp "Mahfil; İlmî, edebî, ictimâî ve şehrî mecmuadır" şeklini verdiğini belirttikten sonra kullandığı imzayla ilgili yapmak zorunda kaldığı değişikliği şu şekilde ifade eder:
"Yine 64. sayıya kadar acizane imzam Tahirü'l-Mevlevî, diye atılırken Turûk-ı Âliye nisbet ve unvanlarının lağvı hakkındaki kanun dolayısıyla Rebiü'ievvel 1344/Eylül 1341'de çıkan 65. sayıdan itibaren yalnız "Tahir" imzası kulanıimıştı." ([2])
Tahirü'l-Mevlevî, 1934 yılında soyadı ile ilgili kanun çıkınca soyadı olarak "Olgun" ismini almış ve bu tarihten sonra yayınladığı Fuzuli'ye Dâir Nevî ve Suriye Kasidesi, ([3]) Germiyanlı Şeyhi ve Harnâmesi, ([4]) Bâki'ye Dâir, Edebiyat Lügati ([5]) gibi matbu kitaplarında; Bilgi Yurdu, Yücel, Çığır, İslâm Yolu gibi dergilerde yaz­dığı makalelerde Tahir Olgun imzasını kullanmıştır. ([6])
Kurucuları Mithat Rebî ve Şevket Rıza olan Nekre-gû adlı mizah dergisinde de yazı yazan müellif bu yazılarında Tahir Safvet müstear ismini kullanmıştır ki, buradaki "Safvet" ismi babasının adından alınmıştır.
Yazdığı kitap ve makalelerinde yukarıda saydığımız isimleri kullanan Tahirü'l- Mevlevî, şiirlerinde "Tahir" mahlasını kullanmıştır.
"Budur'akîde-i Tâhir hayât u mevtinde
Rasûl Ahmed O'na lâ ilâhe illallâh"
Osmanlı dönemi yazısında Mehmed kelimesinin (şeklinde yazılması dolayı­sıyla müellifin isminin kaynaklarda Muhammed Tahir Olgun ([7]) veya Mehmed Tahir Olgun  şekillerinde de kullanıldığını görrmekteyiz.
Tâhirü'l-Mevlevî hacca gittikten sonra, hac vazifesini ifa eden mü'minlerin kullandığı bir ünvan olan “hacı" ünvanı isminin başında kullanılmış ve "el-Hâc Mehmed Tahirü'l-Mevlevî Bey" şeklinde de kaynaklarda zikredilmiştir.
Müellifle ilgili elde ettiğimiz resmî belgelerde müellifin isminin aşağıdaki şekillerde geçtiğini tesbit ettik.
“Hacı Mehmed Tâhir Efendi"
“Hacı Mehmed Tâhir Bey" ([8])
” Tahir Bey" t[9])
" Tahir B." ([10])
"Tahir Olgun" ([11])
Yazdığı makale ve kitaplarla, resmî belgelerden ismiyle ilgili olarak yukarıdaki bil­gileri elde ettiğimiz müellif, bu isimlerden ayrıca tasavvufî konumunu ifade eden ünvanlar kullanmış ve aldığı tasavvufî icazetnamelerde isim ve ünvanları ile ilgili değişik kulla­nımlara yer verilmiştir.
"Tâhir Dede" veya "Dede Efendi" adıyla da anılan ve "Tâhir Dede Kütüphanesi“ adıyla bir kitabevi de açmış olan müellifin ismiyle birlikte kullandığı "Dede" kelimesi ta­savvufî bir ünvan olup ([12]), Tahirü'l-Mevlevî'nin tarikatde ileri bir konumda olduğunu ifade etmektedir.
Konya'daki Mevlâna dergahı şeyhi Abdülhalim Çelebi Efendi tarafından müellife verilen Mesnevî-hanlık destarı ([13]) sarma icazetnâmesinde "     Mehmet Tahirü'l-Mevlevî Dede Efendi dame Feyzuhu...” ([14]) şeklinde "Dede Efendi" unvanının kullanıl­dığını görmekteyiz.
Tahirü'l-Mevlevî'ye, Mesnevî takriri icazetnâmesi veren hocası Mehmed Es'ad Dede Efendi (Ö. 1329) (36) müellifden "Muhammed Şemsüddin Tahir" ([15]) diye bahse­derek "Şemsüddin-Dinin güneşi" ünvanını vermiştir.
Yukarıda ismiyle ilgili değişik kullanış şekillerini gördüğümüz müellifin asıl ismi Mehmed Tahir'dir. "Mevlevî" nisbesi, müntesibi olduğu tarikatın Mevlevîlik olduğunu ifade etmektedir. Soyadı kanununun çıkması sonucu "Olgun" soyadını alan müellif, müntesibi olduğu tarikatta yaygın bir ünvan olan "Dede" ünvanını kullanmış ve hocası Mehmed Esad Dede tarafından "Şemsüddin-Dinin güneşi" diye vasıflandırılmıştır. Biz araştırmamızda müellifden Tahirü'l-Mevlevî veya T. Mevlevî diye bahsedeceğiz.
Tahirü'l-Mevlevî, hayatıyla ilgili yazdığı makalede doğum tarihi ve yeriyle ilgili şu bilgileri verir:
"Hicri 1294 senesi Ramazanının beşinci, milâdi 1877 Eylül'ünün 13'ncü Perşembe günü, Aksaray civarında Molla Güranî mahallesinin Mehter sokağında kâin 3 numaralı evde doğmuşum" ([16])
Divân-ı Tahirü'I-Mevlevînin baş tarafında müellifin tercüme-i halini yazan hattat Suudu'l-Mevlevî ise konuyla ilgili şunları kaydetmiştir:
"El-Hâc Muhammed Tahirü'l-Mevlevî Bey İstanbulludur. 1294 senesi Ramazanınm beşinci, 1293 sene-i Rûmiye Eylül'ünün onüçüncü Perşembe günü doğmuştur.
Velâdeti: Aksaray civârında Molla Güranî mahallesinde Mehter sokağında kâin 3 numaralı hânede vâki4olmuşdu ki, bu ev Fâtih harik-ı kebirinde yanmış, sonra arsası üzerine sahib-i tercüme tarafından bir mesken yapılmışdır." ([17])
Görüldüğü gibi müellifin doğum tarihi ve yeri ilgili olarak kendi verdiği bilgiler ile Suudu'l-Mevlevî tarafından verilen bilgiler birbirine uymaktadır. Suudu'l-Mevlevî fazla olarak, müellifin doğum tarihinin Rumî olarak karşılığını vermiş ve doğduğu evin durumu ile ilgili olarak ise evin yandığı ve sonradan müellif tarafından aynı arsa üzerinde yeni bir ev yapıldığı bilgisini eklemiştir.
Tahirü'l-Mevlevî'nin doğum yeri hakkında kaynaklardaki bilgiler arasında bir tezat bulunmamakla birlikte, doğum tarihi ile ilgili farklılar mevcuttur.
Sefine-i Evliya adlı eserde "14 Eylül 1877" ([18]) olarak verilen tarih yanlıştır. Çünkü 1294 Ramazanının beşinci günü, müellifin kendisi tarafından da belirtildiği gibi, miladi Eylül 1877'ye tekabül etmektedir. ([19])
Müellif ile ilgili resmî belgelerde ^ doğum tarihi 1292 olarak geçmektedir. Bu tarih de bize göre yanlıştır, çünkü H. 5 Ramazan 1294'ün rumi karşılığı yukarıda da geçtiği gibi
Eylül 1293'dür. ([20])
Tahirü'l-Mevlevî'nin babası Hacı Safvet Bey ([21]) saraya mensup bir kişi olup hademe-i hassa ([22]) başçavuşudur. Sultan Abdülmecid'in yazı hocası meşhur hattat Mehmet Tahir Cemalüddin Efendi (Ö. 1262)(47) nin kızının oğlu olması sebebiyle saray hizmetine alınan ([23]) Safvet Bey, Mevlevî tarikatına gönül vermiş ve biraz Farsça bilen bir kişidir.
Kaynaklarda ne zaman doğduğuna dâir bilgi bulamadığımız Saffet Bey'in saray hizmetine ne zaman girdiğine dâir de bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Sultan Abdülme­cid'in emriyle saraya alındığını ([24]) bildiğimize göre en geç 1861 yılında saraya alınmıştır diyebiliriz. ([25])
Saray hizmetinde kademe kademe ilerleyerek başçavuşluk rütbesine ulaşan Saf­vet Bey, Şaban 1308 ([26]) (1891) tarihinde müellifimiz 14 yaşındayken vefat etmiş ve Merkez Efendi mezarlığına gömülmüştür, ([27])
Yazarımızın annesi Emine Emsal hanım çerkez olup Sultan Abdülaziz'in cariyelerindendir.  Kaynaklarda tam olarak ne zaman doğduğuna dair bir bilgi bulunmamakla beraber; annesinin vefat tarihi ile ilgili bilgi verirken müellifin "Annem takriben yetmiş sene evvel Kafkasya'da doğmuşdu" ([28]) sözleri bizim bu konuda bir tahmin yürütmemize imkan vermektedir. Yine müellif hatıratında ([29]) Aralık 1925 tarihinde gözaltına alındığı zaman annesinin yetmiş yaşını geçtiğini ifade etmektedir. Bu bilgiler ışığında ölüm tarihini 1346 olarak bildiğimiz Emine Emsal Hanım'ın ölümünden iki buçuk yıl önce yetmiş yaşını geçtiğini gözönüne alarak yaklaşık 1273 (1857) tarihinde doğduğunu söyleyebiliriz.
Aynı zamanda Sultan Abdülaziz Han'ın kızı Nazime Sultan'ın dadısı ([30]) olduğunu bildiğimiz Emine Hanım, ilk eşi ve Tahirü'l-Mevlevî'nin babası Mustafa Safvet Bey’in 1308 (1891) tarihinde vefatı sonrası, yeniden evlenmiştir. İkinci eşinden olma-kızı Fatma Âliye Hanım'ın mezar taşındaki kitabeden Nazime Sultan'ın kahvecibaşısı ([31]) olduğunu öğrendiğimiz Mustafa Efendi ile, Safvet Bey'in ölümünden bir yıl sonra 1309 tarihinde evlendiğini tahmin edebiliriz.
İkinci evliliğinin ne kadar devam ettiği hakkında kaynaklarda bir bilgiye rastlayamadığımız Emine Emsal Hanım, ömrünün son yıllarını müellifimizin yanında geçirmiş ve yakalandığı kalp hastalığından kurtulamayarak vefat etmiştir.
Tahirü'l-Mevlevî, annesinin vefatı ile ilgili şunları söylemiştir:
"1346 zilkadesi içinde meraz-ı uzuvve-i kalbden müteeşşiren bir hafta on gün yatdı. Marazın hâd devresi geçmiş de âdetâ nekahet devri başlamışken Kurbân Bayramının üçüncü günü sabahleyin (fâlic-i 'in)'e uğradı. Bir hafta sağ tarafı oynamaz, lisânı söyle­mez ve idrâk etmez bir halde geçirdi. Edilen tedâvi gösterilen ilıtimâm gayr-ı müessir kaldı. Nihayet 346 Zilhiccesinin ondokuzuncu currfe günü (8 Haziran 928) sabahleyin 9.45'de ikmâl-i enfâs eyledi." ([32])
Cenazesi; 9 Haziran günü Merkez Efendi Camisi'nde namazı kılındıktan sonra Yenikapı Mevlevîhanesi hamûşân ([33]) mezarlığındaki kızı Fatma Âliye Hanım'ın yanına defnolunmuş ve mezarının başında Mevlevî tarikatı usulüne göre ism-i celâl okunmuş, gülbank ([34]) çekilmiştir. ([35])
Mezar taşında "Hû Tâhirü'l-Mevlevî’nin vâlidesi Emine Hanım'ın rûhiycün Fâtiha 19 Zü'l-hicce 1346 Cuma" ([36]) yazmaktadır.
Tahirü'l-Mevlevî annesinin vefatı dolayısıyla şu tarihi düşürmüştür:
"Terk idüp gitdin nihâyet kimsesiz evlâdını
Ayrılıkmış mihr-i pâyânıh da âhir sonu
Nüh-felekderı yâdıma târîh-i menkütün da gelir
Ellisinden sonra öksüz koydun anne oğlunu
Kaynak: Zamanı Aşan Taşlar, Yayına Hazırlayan: Dr. Süleyman BERK, Zeytinburnu Belediyesi Yayın No: 7, 1.Baskı-İstanbul, www.zeytinbumu.bel.tr©Zeytinburnu Belediyesi, sh:497

Kaynaklardan öğrendiğimize göre müellifimizin iki kız kardeşi vardır. ([37]) Bunlardan Afife Gülistan Hanım hakkında, Divân'ında şu bilgileri verir:
"305 tarihinde tevellüd etmiş olan hemşirem "Afife Gülistan Hanım 324 tarih-i hic­risinde, mekteb-i tıbdan neş'et eden hammâli doktor yüzbaşı Sa'deddin beyle izdivâc eylemişdi" ([38])
Afife Gülistan Hanım'ın bu izdivacdan, müellif tarafından Fatma Vediatu'llâh ismi verilen bir kızları dünyaya gelmiştir. Kocasının görevi dolayısıyla bir müddet Selânikte yaşayan Afife Hanım, daha sonra İstanbul'a dönmüş ve eşini kaybetmiştir (60)
T. Mevlevi'nin cenazesi ile ilgili İstanbul Belediyesinden alınan ölüm kağıdında(69) cenaze sahibi olarak Gülistan Olgun geçmektedir. Buna göre soyadı kanunu öncesi eşini kaybeden Afife Gülistan Hanım'ın, muhtemelen yeniden evlenmeyerek, abisiyle aynı soyadını aldığını ve müelliften sonra vefat ettiğini söyleyebiliriz.
T. Mevlevi'nin ikinci kız kardeşi; yukarıda da bahsettiğimiz gibi annesinin ikinci ev­liliği sonrası dünyaya gelmiş olan üvey kız kardeşi Fatma Âliye Hanım'dır.
Fatma Âliye Hanım'ın; T. Mevlevi'nin Dîvân'ındaki "Meşrutiyetin ilânından biraz evvel ve 326 (H) tarihinde lî-ümmin hemşirem Fatma Âliye Hanım'ın irtihâli dolayısıyla..." şeklindeki ifadelerinden 1326/1908 tarihinde vefat ettiğini öğreniyoruz. Bu kardeşinin vefatı üzerine müellif, ”Rıhlet-i Âliye" adlı bir mersiye yazmıştır.
Ayrıca Beyânü'l-Hak dergisinin 4 Safer 1328/1 Şubat 1325 tarihli 47 sayısında, ([39]) kardeşinin vefatına şu tarihi düşmüştür:
"Bir âh ile şu mısra' tarih-i fevtin oldu
Cennât-ı *Aliyâta uçdun mı kardeşim sen
1326
Bu beytin ikinci mısrasındaki noktalı harflerin toplanması ile 1326 tarihi elde edil­mektedir. Bu, Fatma Âliye Hanım'ın ölüm tarihini göstermektedir. Bu tarih; T. Mevlevi'nin yukarda verdiğimiz ifadeleri içinde geçen tarihle de uyuşmaktadır. Ancak, Yenikapı Mevlevî-hanesi Hamuşan Mezarlığı'nda annesinin yanındaki Fatma Âliye Hanım'ın mezar taşında "1327" yazılıdır. Bunun, tarih beytinin birinci mısrasındaki "bir ah ile" ifa­desinden 1 rakamının ilâve edileceği sonucuna varılarak, sonradan dikilen mezar taşına yazıldığını zannediyoruz. Beyanü'l-Hak'da söz konusu beytin altında yer alan 1328 tarihi ise tamamen yanlıştır.
Doğum tarihi ile ilgili olarak kaynaklarda tam bir tarih bulunmayan Fatma Âliye Hanım'ın, mezartaşında yer alan;
Etdi on altı yaşında rıhlet-i dâr-ı bekâ
Genç iken zehr-âbe-i mevt ile oldu telh-kâm
şeklindeki ifadeden 16 yaşında vefat ettiğini anlıyoruz. Rıhlet-i Âliye adlı şiirde yer alan müellifin şu ifadeleri de Fatma Âliye Hanım'ın 16 yaşında öldüğünü göstermektedir.
Hemşire-i mehveşim eşimmiş
On altı yaşında kardeşimmiş
Vefat tarihini H. 1326 olarak tesbit ettiğimiz Fatma Âliye Hanım öldüğü zaman 16 yaşında olduğuna göre, doğum tarihinin yaklaşık olarak 1310-1311 olması gerekir.
Müellifimiz hayatını anlattığı makalesinde diğer yakınlarından şöyle bahseder.
"Pederim Hâcı Safvet Bey; onun pederi Ahmed Efendi; onun pederi Mustafa Reşid Ağa'dır. Ez cümle Merkez Efendi mezarlığında medfûn idiler. Bunlardan en son defne­dilen babam idi ki 60 sene evvel ölmüş ve oraya gömülmüşdü" ([40])
Aynı yerde verilen bilgilerden daha sonra mezarlarının kaybolduğunu öğrendiğimiz dedesi Ahmed Efendi ihtisab ([41]) katibi olarak çalışmıştır. ([42])
Tahirü'l-Mevlevinin babaannesi Afife Şefika Hanım, meşhur hattatlardan Mehmet
Tahir Cemalüddin Efendi'nin kızı ve Yenikapı Mevlevî-hanesi şeyhlerinden Osman Salahüddin Dede Efendi'nin süt kardeşidir. ([43]) İleride belirteceğimiz gibi babaannesinin müellifimizin yetişmesinde katkıları olmuştur. ([44])
Kızkardeşi Afife Gülistan'ın 1325 tarihinde doğmuş olan kızı Fatma Vediatullah'ı yanına evlatlık alan yazarın, hayatta en sevdiği yakınlarından birisi bu yeğenidir. "Benim çoluğum çocuğum olmadığı için Vedia'yı kendi kızım gibi severdim. Onun da bana babası derecesinde belki de ondan fazla muhabbeti vardı.” ([45])
Yukarıdaki sözlerinden evlenmediğini anladığımız müellif, bu yeğenini büyütmüş, evlendirmiştir. Ancak genç yaşında verem hastalığına yakalanan Vedia 23 Şaban 1347 (3 Şubat 1929)'da vefat ederek; anneannesi Emine Emsal Hanım'ın yanına gömülmüştür.
Tahirü'l-Mevlevî’nin Hatırat(81) ında ve Divân ([46]) ında adı geçen Kâfiye hanım; Tırnova müftüsünün kızı ve Hacı Muhammed Bey diye bir zatın hanımıdır. Babası ve kocasını kaybettikten sonra, evi de yanan bu kadın, erkek kardeşi ve gelini ile geçine- mediği için müellifin annesinin yanına gelmiş ve beraberce oturmuşlardır. Emine Emsal Hanım'ın vefatı sonrası, iyice yaşlı olan bu kadın da hastalanmış 6 Teşrin-i Sanî 1928 Salı günü vefat etmiştir. ([47])
Yakınları ile ilgili elde ettiğimiz bilgilere göre; saraya mensup bir aile bünyesinde ve Mevlevî tarikatına mensup yakınların olduğu bir ortamda yaşayan müellifin, yetişmesin­de ve tasavvufi şahsiyetini anlatacağımız bölümde de göreceğimiz gibi Mevlevî tarikatına intisap etmesinde bu aile ortamının büyük etkisi olmuştur.
Müellifin çocukluk dönemi hakkında verdiği bilgilerden eğitimi ile ilgili olarak aile çevresinden yakın ilgi gördüğünü anlıyoruz. Hüseyin Vassaf Bey'e yazdığı bir mektu­bunda babasının bu konudaki ilgisini şöyle açıklar:
"Babamı sikkeli olarak görmedim. Şu kadar ki Cenâb-ı Pîr'e fevkalade hürmetkâr idi ve lisân-ı Meşnevî’yi bir parça anlardı. Hatta pek çocukken bana Pend-i Attâr mukad­dimesinden bir kaç beyit ezberletmişdi. Ne demek olduğunu bilemediğim, lâkin âhenkdâr bulunduğunu pek'ala idrâk etdiğim o sözleri ben tekrar ederken o da hazin hazin ağlardı."
(84)
Büyük annesinin de müellife Kur'an öğretiminde ve Ahmediye, Muhammediye, Envarü'l-Aşıkın, Battal Gazi gibi harekeli kitapları usulüne göre okumakta yardım etti­ğini görmekteyiz, ([48])


Aile fertlerinden gördüğü bu yakın ilgi sayesinde, başladığı Hekimbaşı Ömer Efendi’nin yaptırdığı Sıbyan mektebinde 8-9 yaşlarında Kur'an'ı hatmetmiş ([49]) ve Emsile'den başlıyarak Arapça okumağa başlamıştır.(87) Devam ettiği bu ilk mektepde yazı yazmayı da öğrenen Tâhirü'l-Mevlevî bu konuyla ilgili şu bilgileri verir:
"Hocamız (Hafız Hasan Efendi namında bir zat idi. Fatih'in topçularından Sarı Musa'nın mescidinde İmam, Kanuni'nin meşhur hasekisi Hürrem Sultan'ın camiinde hatib idi. Bize arasıra imla yazdırırdı. Fakat yazdırdıkları tabut, teneşir, kefen, pamuk, lif gibi imamlık mesleğine ait kelimelerdi" ([50])
Yaşında iken babasını kaybeden müellif, kısa yoldan hayata atılmayı tercih ederek dönemin lise seviyesindeki tahsilini tamamladıktan sonra, yüksek tahsile devam etmeyerek memuriyet hayatına atılmış; ancak İlmî inkişafını özel gayretleriyle sürdür­meye devam etmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin tahsil hayatını incelerken, biri örgün eğitim kurumlan olan mektep dönemi, diğeri yaygın eğitim kurumlan olan camî, tekke v.b. yerlerdeki ilim öğ­renme devresi olarak ele almanın doğru olacağı kanaatindeyiz.
Okuduğu ve mezun olduğu okulları, Molla Gürani mahallesi hekimbaşı Ömer Efendi Sibyan Mektebi, Gülhane Askeri Rüşdiyesi(89) Menşe-i Küttab-ı Askerî ^olarak belirten ([51]) müellifin örgün eğitime dayalı tahsil hayatı bundan ibarettir.
Yaşadığı döneme göre oldukça iyi eğitim veren ve oldukça disiplinli olan askerî okullarda (92) okuyan müellif, buralarda aldığı eğitimle iktifa etmemiştir. 1308(1892) Haziran ayında Menşe-i Küttab-ı Askerî'yeden mezun olduktan sonra başladığı memu­riyetinin t[52]) yanında ilim tahsiline devam eden müellif bu konuda şu bilgileri vermiştir:
"Bir taraftan kaleme gidiyor, bir taraftan da Fâtih Camii Şerifinde - şimdiki imâm-ı evvel-Filibeli Mehmed Râsim Efendi hazretlerinin dersine müdâvemetle 'Avâmil Şerhi
Adalı okuyor, me'a mâfih kendi kendime Fârisî'ye çalışıyordum" ([53])
Küçüklüğünde babasının ve ailesinin etkisi ile Mevlevîliğe ve Farsça öğrenmeye merak salan müellif, devam ettiği okullarda bu konuya özel bir itina göstermiş, Ramazan aylarında vakit buldukça Mevlevî Şeyhi Es'ad Dede Efendi'nin Mesnevî derslerine de­vamla bu dilini geliştirmeye çalışmıştır (95). Hafız Divâm'ndan yaptığı tercümeleri Esad Dede Efendi'ye göstererek, eksiklerini öğrenen Tahirü'l-Mevlevî, bu zatla olan ilişkisini devam ettirerek Mesnevî ve Hafız Divân'ını okumuştur. Evde, camide ve medresede olmak üzere üç dört sene devam eden (96) bu derslerin sonunda Kari-i Mesnevî (97) tayin edilen (98) müellif, Esad Dede Efendi'den 1310 (1893) tarihinde icazetnâme (99) almıştır (100).
Tahirü'l-Mevlevî, Esad Dede'den icazetnâme alışı ile ilgili şu bilgileri vermiştir:
"1310 sene-i hicriyesi idi ki Hoca Merhûm fariza-ı haccın ifâsına niyet etmiş, Mah­mudiye ve Davud Pâşâ mekteplerindeki derslerini Hâfız Hayri Efendi'ye-ki o da vefat etti-terk eylemiş, talebesinden bazılarına birer icâzetnâme vermiş, lâyık olmadığım halde *abd-i'âcize de bir icâzetnâme i'tâsı lütfunda bulunmuştu.
Parlak bir teveccüh eseri olmak üzere fakiri (Şemsüddin) telkıb etmiş ve o ünvanı hâvi bir mühür hakketdirmiş, hatta icâzetnâmeye (Muhammed Şemsüddin Tâhir tahha- ra’llâhu kalbehu ‘ammâ sivâhu) cümle-i du'âiyesini "ilâve eylemişti" ([54])
Fatih Cami baş imamı Filibeli Muhammed Rasim ([55]) den ve Mevlevî Es'ad Dede merhumdan icâzetnâme alan (103) müellif, yenikapı Mevlevî-Hanesi'nde muhaddis ve Şazeli Şeyhi olan, Şeyh Mustafa Tunusî'nin Şeyh odasında okuttuğu Fütuhât-ı Mekki'ye derslerine devamla ([56]) tasavvufi ilmini artırmıştır.
Hayatını ilim öğrenme ve öğretme faaliyetlerine vakfeden müellifin tercüme-i halini yazan yakın dostu Suudu'l-Mevlevî, "Denilebilir ki bîzdeki ekşer-i erbâb-ı kalem gibi Hudâ-yi nâbit olarak yetişmiş ve ma*lumâtım seiy-ı zâtıyla elde etmişdir". ([57]) sözleriyle onun ilmî gayretlerine işaret etmiştir.
İlim tahsilindeki şahsî gayretleri cümlesinden olarak, Mehmet Âkif Ersoy'dan Muallekât-ı Seb'a ve şerhi Zevzeni adlı eserleri okuyan ([58]) müellif, ayrıca Tevrat ve İncil gibi mukaddes kitapları da okumuş ve incelemiştir. ([59])
Görüldüğü gibi mektep tahsilinin yanışı ra Filibeli Muhammed Rasim, Mevlevî Esad Dede, Şeyh Tunuslu Mustafa ve Mehmet Âkif gibi âlim ve edib zatlardan ilim talimi ya­parak İlmî inkişaf sağlayan Tahîrü'l-Mevlevî, Farsça başta olmak üzere, Arapça ve
Fransızca öğrenmeye de gayret sarfetmiş ve bu üç dilden başarılı tercümeler yapmıştır. (108)
Tahirü'l-Mevlevî 74 yıllık ömrüne çok şey sığdırabilmiş; değişik nezaretlerde me­murluk, mekteplerde muallimlik, medreselerde müderrislik yapmanın yanısıra; basın yayın işiyle de uğraşmış gazete ve dergi çıkarmış, çok sayıda makale ve kitap yazmış velûd şahsiyetlerden biridir.
Onun yaptığı vazifeleri üç ana başlıkta anlatmaya çalışacağız: a) Memuriyet Hayatı
Muallimlik ve Müderrislik Hayatı c) Basın Hayatı. Bu şekilde bir tasnif, müelifin hayatını daha iyi bir şekilde anlatmamıza yardımcı olacaktır kanaatindeyiz.
Tahirü'l-Mevlevftıin memuriyet hayatını Süleymaniye Kütüphanesine intikal eden evrakları arasında bulunan Sicil cüzdanı ([60]) ve Maarif Vekaleti Zat işleri'nce tanzim edilmiş olan, 23.7.1941 tarihli hizmet cetveline ([61]) göre anlatacağız.
1308/1892tarihinde Menşe-i Küttab-ı Askeri'den mezun olan müellif, günümüze göre çocukderiilebilecek bir yaşta (15 yaş), 1.6.1308 (13.6.1892) tarihinde o günün sa­vunma bakanlığı sayılan Bab-ı Seraskerî ([62]) Piyade dairesi 3. Şube jurnal kısmı mülâzımı olarak 80 kuruş maaşla memuriyete başlar. 1.7.1310 (13.7.1894) tarihinde maaşı 140 kuruşa çıkarılan ([63]) yazarımız daha önce de belirttiğimiz gibi ([64]) bu me­muriyetine devamla birlikte Fatih Camii Baş İmamı Filibeli Mevlevî Rasim'den ve Mevlana Esad Dede'den ders okur ([65]). 1312 Cemaziye'l-âhir (1894 Kasım)'de Yenikapı Mevlevîhane«i Şeyhi Mehmed Celâleddin Dede Efendiye intisab ederek, aynı yıl hocası Esad Dede Efendi ile hacca gider ([66]). Bu tarikatda ilerlemek için çile çıkarma arzusuyla ([67]) 1.1.1311 (13.1.1896) tarihinde memuriyetten istifa etmiştir
Bahsettiğimiz memuriyet sicilinde 2.1.1311 (14.1.1896) - 18.11.1319 (1.12.1903) tarihleri arasında boşluk bulunan müellif, bu sekiz yıllık devrede üç yılı çile ile geçirmiş, ayrıca kitapçılık yapmış ve sarayda vekilharçlık görevinde bulunmuştur.
Araştırmamızın ileriki bölümlerinde tafsilatlı olarak duracağımız çile dönemi ve Tâhir Dede Kütüphanesi faaliyetleri sonrası Tahirü'l-Mevlevî, Sultan Abdülaziz'in kızı Nazime Sultan'ın [68] daveti üzerine, 1315/1899 tarihinde (119) vekilharç (12°) olarak onun ya­nında çalışmaya başlamıştır.
Daha önce de geçtiği gibi müellifin annesinin Nazime Sultan'ın dadısı olması dola­yısıyla çocukluğundan beri Sultanın lutuf-didesi olarak himaye edilen müellife, burada çalışmak zor gelmemiştir. Bir müddet başında Mevlevî külahı olduğu halde çalıştıktan sonra, fes ve sivil elbise giymiş; fakat "Dede Efendi" diye anılmaya devam etmiştir (121).
Buradaki vazifesi sırasında Sultan dahil, aşçı çırağından seyis yamağına kadar herkes tarafından sevilen ve hatırı sayılan (122) müellif; okuyup yazma işlerine devam ederek H. 1318 (1900) tarihinde Divânçe-i Tâhir (123) isimli şiir kitabını yayınlamıştır.
Orman ve Meadin ve Ziraat Nezâreti'nin muhasebe kaleminde açılan imtihanı ka­zanarak 19.11.1319 (2.12.1903) tarihinde 370 kuruş aylıkla yeniden memuriyet hayatına atıldığından vekilharçlık görevinden ayrılan müellif; aynı yıl (1903) mual­limliğe de başlıyarak Burhan-ı Terakkî ve Rehnüma-yı Füyüzat adlı okullarda çalışmıştır.
1.2.1322 (14.2.1907) tarihinde muamelat-ı nakdiye muavinliğine terfi ederek maaşı 430 kuruşa yükselmiş; daha sonra 16.8.1324 (29.8.1908) tarihinde maaşı 600 kuruşa çıkarılarak Hicaz ve Taşra Masası katipliğine terfi etmiştir.
Bu nezaretteki görevinde sürekli ilerleyen müellif; sicil cüzdanı ve hizmet cetveline göre; 25.8.1325 (7.9.1909)'de cetvel kitabeti muavinliğine; 24.2.1325 (9.3.1910)'de Hesabât-ı Umumiye Müdüriyeti tahrirat masası kitabeti muavinliğine; 15.7.1325 (28.7.1910)'de levazım kalemi katipliğine nakledilmiş ve 1.6.1327 (14.6.1911)'de maa­şına zam yapılarak 800 kuruşa yükseltilmiş ve tatbik kalemi katipliğine getirilmiştir.
Daha sonra 27.7.1327 (9.8.1911)'de Maden Müdüriyet-i Umumiyesi 2. Sınıf katip­liğine naklen geçmiş, 12.8.1331 (25.8.1915)'de maaşı 1000 kuruşa çıkarak aynı yerde Sınıf katipliğe; 9.10.1334 (1918)'de([69]) Meadin Müdüriyeti ruhsatnameli meadin ma­sası baş katipliğine terfi ederek maaşı önce 1500 kuruşa, 7.4.1335 (1919)'dan itibaren de 1600 kuruşa yükselmiştir.
Maliye nezareti bünyesinde 4 Haziran 1335 (1919) tarihli bir kararname ile oluştu­rulan Tevhid-i Mübayeat Komisyonu'na tahrirat mümeyiz-i evveli ([70]°) olarak 22.9.1335 'de    atanan Tahirü'l-Mevlevî ' nin maaşı da 2250 kuruşa yükselmiş ve 26.4.1336 'da            bu komisyonun lağvedilmesiyle açıkta kalmış; Ticaret ve Ziraat Nezareti'ne başvurusu sonucu 8.6.1336 (1920)'da 2000 kuruş maaşla iktisat heyeti başkatibi olarak 40 gün sonra ([71]) yeniden memuriyete başlamıştır.
(1920) tarihinde 2000 kuruş maaşla iktisat heyeti ve kalem-i mahsusa baş katipliğine tayin edilen müellif, 30 Ağustos 1336 (1920)'da azledilmiş; birgün sonra cevaz-ı istihdam kararı almasına (132) rağmen 31.8.1336 (1920) - 26.9.1336 (1920) ta­rihleri arasında açıkta kalmıştır.
Tahirü'l-Mevlevî'nin yayınlanmış olan Hatırat'ından bu görevden azledilme sebe­binin; üyesi bulunduğu Teali-i Islâm Cemiyeti ([72]) tarafından Anadolu'daki Kuva-yi Milli­ye harekâtı aleyhinde hazırlanan bir beyannamenin imzalanmasına karşı çıkması ve bu beyannamenin tasdik edilmemesi olduğunu anlıyoruz ([73]). Müellifin resmî azil sebebi ise aşağıdaki tezkire ile kendisine tebliğ edilmiştir.
"İktisat Heyeti muamelâtı daimi surette bir katip istihdamını icap eylemediğinden mezkur heyetin katipliğini ifa etmek üzere özel kalemde başkatipliğe tayin kılınmış olan Tahirü'l-Mevlevî Bey'in vazifesine son verilmiştir.
Tahîrü'l-Mevlevî Bey'e 30 Ağustos 1336 tarihli emirhane-i nezâret penahî sureti balaya naklen tebliğ olu­nur. 30 Ağustos 1336"
Bu belgeden de anlaşıldığı gibi resmî azil sebebi, daimi bir katibe ihtiyaç olmaması şeklinde açıklanmıştır.
(1920) tarihinde Maliye nezaretine bağlı olarak, savaş dolayısıyla değişik yerlerden getirilen eşyaları satmak vazifesi ile teşkil edilen ([74]) Âli Satış Komisyonu'na 3000 kuruş maaşla baş katip olarak atanmış; maaşı 24.10.1336 (1920) tarihinde 7000 kuruş  aylık ücrete yükseltilmiş; 27.9.1337 (1921)'de komisyonun lağvedilmesi do­layısıyla 5000 kuruş aylık ücretle tahakkuk ve teslim memurluğuna naklen tayin edilmiş ve 15.1.1338 (1922)'de buradan ayrılarak 16.1.1338 (1922)'de Ticaret ve Ziraat Nezareti Sicil Müdürlüğü kalemi mümeyyizi olarak 2000 kuruş maaşla bu kısımda çalışmaya başlamıştır ([75]).
Tahirü'l-Mevlevî, 5.2.1338 (1922) tarihinde Maden Umum Müdürlüğü mümeyyizi olarak naklen atanmış ve 1 Mart 1339 (1923) tarihinde emekliye sevkedilerek 750 kuruş emekli maaşı verilmiş; 1340 (1924) tarihinde kendisine Keçiborlu Kükürt Fabrikası mü­dürlüğü ile İsparta Maden Memurluğu 2000 kuruş maaşla teklif edilmiştir. Bu teklifi kabul etmemesi üzerine 1340 (1924)'e kadar aldığı emekli maaşı kesilmiştir ([76]l
Memuriyet hayatının bundan sonraki bölümü muallimlikle devam eden müellifin sicil cüzdanında ve hizmet cetvelinde sadece İstanbul İmam Hatip Mektebindeki hizmet süresi gösterilmiştir. Buradaki ve diğer mekteplerdeki muallimliklerini ileride açıklıyacağız.
Tahirü'l-Mevlevî, İstiklal mahkemelerinde yargılanıp, beraat etmesi, sonrası İstan­bul'da tapu dairesi kuyud-i umumi idaresinde 22 Şubat 1926 - 29 Ağustos 1929 arasında, 150 kuruş yevmiye (140) ile memur olarak çalışmış ve 29 Ağustos 1929'da istifasının ar­kasından Maltepe Askeri Lisesi'ne Edebiyat Muallimi olarak tayin edilmiştir.
Hayatının önemli bir bölümünü eğitim ve öğretim işi teşkil eden müellif; örgün eğitim kurumlan olan mektep ve medreselerde muallimlik ve müderrislik; yaygın eğitim kurum­lan olan Tekke ve Camilerde vaizlik yaparak ilim ve irfan hayatına katkılarda bulunmuştur.
Dostu ve yakın arkadaşı Suudu'l Mevlevi'nin "... Takrir u tedrisi de mütebeddil ve neşât-âverdir. Talebeyi uyutmaz. Bil'akis muvafık beyitler ve münâsib fıkralar iradıyla onları haheşle dinletir ve söylediği bahsi hemen orada belletirdi." ([77]) sözlerinden iyi bir muallim olduğunu öğrendiğimiz müellif; 1319 (1903) tarihinde Burhan-ı Terakki ([78]) ve Rehnümâ-yı Füyuzât mekteplerinde öğretmenliğe başlamış ve bu okullarda Farsça; Rehnümâ-yı Füyuzatta aynı zamanda İslâm Tarihi ([79]) okutmuştur.
Bu okullarda muallimliği sırasında Amuzgâr-ı Parisî ([80]) ve Dest-Âviz-i Fâris-i Hânan adlı kitaplarını hazırlayan müellifin, Burhan-ı Terakki mektebindeki dersleri bu okulun 1908'de ([81] kapanması ile son bulmuş; Rehmüma-yı Füyuzat adlı mektepteki derslerinin tam olarak ne zaman bittiğini bilmemekle birlikte, bu okul neşriyatı olarak 1325 (1909)'de Dest-Âviz-i Faris-i Hanan adlı kitabının yayınlanmış olması sebebiyle 1909'da halen bu okuldaki muallimliğinin devam ettiğini söyleyebiliyoruz.
Aynı yıl (1325-1909), Daruşşafaka ([82]) adlı özel okulda edebiyat ve Usul-i tahrir muallimliğine tayin edilen ([83]) Tâhirü'l-Mevlevî, kısa süreli zorunlu bir iki ayrılık dışında burada 1943 yılına kadar ders okutmuş ve yüzlerce talebe yetiştirmiştir.
Orman ve Meadin ve Ziraat Nezareti'ndeki memuriyeti sırasında Mehmet Âkifle tanışan ve Sırat-ı Müstakim dergisinde manzum ve mensur yazılar yazan ([84]°) müellif; 18 Eylül 1330 (1 Ekim 1914) tarihinde çıkarılan bir nizamname ([85]) ile kurulan Darü'l- Hilâfeti'l-Aliyye medreselerine M. Akif'in tavsiyesi ile müderris olarak atanmıştır ([86]). İt­tihatçı olan Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri Beyin (1867-1922) ([87]) döneminde meydana gelen bu atama olayı ittihatçı çevrelerde hayret uyandırmış ve tepki çekmiştir. Çünkü Tâhirü'l-Mevlevî, ittihat Terakki Cemiyeti'ne girmiş olduğu halde 1325 (1909) tarihinde bu cemiyetten ayrılmıştır, bununla da kalmayarak, cemiyet aleyhinde yazılar yayınlayan ve/veya ittihatçılarla arası iyi olmayan Beyanü'l-Hak dergisine yazı vermesi sebebiyle İttihatçı çevrelerde muhalif olarak görülmeye başlanmıştır ([88]). Şeyhülislâm Hayri Bey, İttihatçı olmayan bir kişinin nasıl atandığını soranlara, "Ben hoca arıyorum, İttihatçı aramıyorum" cevabını vererek bu tepkinin anlamsızlığını belirtmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin çalıştığı yerlerden biri de İst. İ.H. Mektebi'dir. İstanbul Müftülü­ğüne hitaben, medreselerde yaptığı hizmetinin bildirilmesini istediği 5 Temmuz 1340 (1924) tarihli dilekçeye; müftülükçe 20 Temmuz 1340 (1924) tarihinde ve İstanbul Evkaf müdürlüğünce 21 Ağustos 1340 (1924)'da verilen cevaplarda hizmet süresi ile aldığı ücretler gösterilmiştir.
Bu belgedeki bilgiler ile, müellifin Medeniyet-i İslâm müderrisi iken okutmak için hazırladığı Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri adlı kitabının mukaddimesinde ver­diği bilgiler tenâkuz teşkil ediyor. Bu mukaddimede; ilk yıl Üsküdar Atik Valide, ikinci yıl Ayasofya ve Sokullu, üçüncü sene ibtidâi hâriç kısmının bütün medreseleri ve dördüncü yıl ibtidâ-i dâhil kısmının Karadeniz yönündeki tetimme medresesinde İslâm Tarihi ve İslâm Medeniyeti Tarihi müderrisliği yaptıktan sonra, öğrencilerin başarısı sonucu tak- dirnâme aldığı ve Şeyhülislâmlığa Musa Kazım Efendi'nin ([89]) gelmesi sonucu ittihatçı olmadığı için azledildiği yazılmıştır ([90])
Mukaddimedeki bu bilgilere göre 1330 (1914) yılında müderris olan müellifin dört öğretim yılı sonunda 1334 (1918)'de azledilmiş olması gerekir. Yukarıda verdiğimiz bel­geye göre ise müellif 1 Eylül 1333 (1 Eylül 1917)'de azledilmiştir.
Yine verdiğimiz belgedeki azil tarihine göre müellifin, Musa Kazım Efendi'nin Şey­hülislâmlığa gelmesiyle hemen azledilmediğini anlıyoruz. Çünkü Musa Kazım Efendi, 25 Nisan 1332 (8 Mayıs 1916) tarihli hatt-ı hümayun ile (16°) Hayri Efendi'nin yerine Şey­hülislâm olmuştur. Buna göre Tâhirü'l Mevlevî, Musa Kâzım Efendi'nin meşihat maka­mına geldiği tarihten yaklaşık 16 ay sonra azledilmiş olmaktadır. Sözkonusu ettiğimiz Mukaddime'nin 20 Haziran 1943'de ([91]) yazıldığını gözönüne alırsak, bu bilgi farklılığını; zamanın geçmesi ile bilgilerin hafızada ilk zamanki canlılıklarını muhafaza edememeleri gerçeği ile izah etmemiz mümkündür.
Müderrislikten azledilmekle birlikte Orman ve Maden Vekaleti'ndeki görevine devam eden müellif; 30 Mart 1334 (1918) tarihinde Ahmed Rasim Bey'in Tetkîkat-ı Lisaniye Komisyonu ([92]) lügat encümeni raportörlüğünden istifa etmesi ile bu göreve atanmıştır. Namık Kemalzade Ali Ekrem (Bolayır) Bey başkanlığındaki bu komisyon, Türkçe bir lügat hazırlamak için çalışmalar yapmış, lügatin "elif" maddesi hazırlanmış; ancak bu komisyonun insicamsız olması dolayısıyla Tâhirü'l-Mevlevî bir kaç oturum so­nunda istifa ederek bu komisyondan ayrılmıştır ([93]).
2 Teşrin-i Sânî 1334 (2 Kasım 1918) tarihinde Medresetü'I-İrşadda yeniden Mü­derrislik görevine başlayan müellif; 1 Eylül 1335 (1919)'dan itibaren Darü'l-Hilafeti'l Aliyye medreseleri'nde; 20 Eylül 1335 (1919)'den itibaren de Medresetü'l-Kuzat'da ([94]) ders okutmaya başlamış ve müderrislik görevi; Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile 3 Mart 1340 (1924) tarihinde medreselerin kapanmasına kadar devam etmiştir.
Adı geçen kanunla medreselerin kapatılması üzerine, tahsil müddeti dört yıl olmak üzere açılan 29 adet ([95]) imam Hatip mektebi'nden biri olan İstanbul imam Hatip Mek­tebine 27.4.1340 (1924) tarihinde 1500 kuruş maaşla, edebiyat, hitabet ve inşâd mual­limi olarak atanan Tâhirü'l-Mevlevî 8.11.1341 (1925) tarihinde azledilmiştir. ([96]) Bu azle sebep gösterilen olay şöyle gelişmiştir:
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile imam Hatip Mekteplerinin yanında yüksek din öğretimi yapmak için de ilahiyat Fakültesi kurulmuştur C67). Ancak açılan İmam Hatip mektepleri ortaokul seviyesinde eğitim verdiği için bu okulların mezunları ilahiyat Fakültesine gide­miyordu. İşte İmam Hatip mektepleri ile İlahiyat Fakültesi arasındaki bu boşluğu farkeden Tâhirü'l Mevlevî ve İstanbul İmam Hatip Mektebi Müdürü Hilmi Bey bu konuda bir giri­şimde bulunmayı düşünmüşler ve Hilmi Bey; bu mekteplere iki-üç sınıf ilavesiyle bunların lise seviyesine çıkarılması teklifini öğretmenler kurulu toplantısında ifade etmiştir. Kabul edilen bu teklif üzerine bir yazı hazırlanıp müdür ve 15 öğretmen tarafından imzalanarak Maarif Vekaleti'ne gönderilmiş; bakanlıkça da bu teklifin beğenilmesi üzerine; İlahiyat Fakültesi dekanı Şemseddin Bey ile ilave sınıflarda okutulacak dersler konusunda gö­rüşmeler yapılarak, yeni tahsisat alınıncaya kadar ilave dersleri fahri oiarak okutma ko­nusunda mevcut muallimler taahhütde bulunmuştur ([97]).
Bu girişimle İmam Hatip Mektebi'nin geliştirilerek ilahiyat Fakültesine öğrenci ve­receği beklenirken, teklif mazbatasının verilişinden bir yıl sonra yazıda imzası bulunan okul müdürü ve Tâhirü'l Mevlevi'nin de içinde bulunduğu 15 öğretmen Teşrin-i Evvel 1341 (Kasım 1925) tarihide azledilmiştir. İstanbul Maarif Müdürü Nail Rüştü Bey azil sebebini de ihtiva eden şu yazıyı göndererek tebliğ etmiştir.
"Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu medreselerin ilgasına matuf bir darbe-i zalimane te­lakki eylemiş ve buna dair takdim ettiğiniz mazbatayı müzeyyifane bir lisanla yazmış olduğunuzdan siz muallimlerden filan ... filanlar ki ceman 16 kişi vazifenizden azl edil­diğiniz cihetle hemen mektebi terk etmeniz Vekalet-i Celile'den telakki edilen emir iktizasıdır" ([98])
Bu azil olayı ile ilgili olarak müellifin Sicil Cüzdam'na ise şu not konulmuştur;
"Mumaileyh tevhid-i tedrisat aleyhinde irâde-i kelâm ettiğinden, selahiyettan heye­tin 1/11/1341 tarihli kararıyla azledilmiştir. Muahharen Vekalet İnzibat Komisyonu'nun 6/12/1927 tarih ve 274 numaralı kararı ile cevazu'l-istihdamına karar verilmiştir" ([99]°).
İmam Hatip Mektebinden azledilmekle beraber Daruşşafaka'da derslerine devam eden Tâhirü'l-Mevlevî, bu azil olayındaki yanlış anlaşılmanın giderilmesi için girişimlerde bulunmuş ([100]), ancak bu girişimlerinden bir sonuç alamadığı gibi, bu sırada tutuklanarak İstiklal Mahkemesinde yargılanmak üzere Ankara'ya sevkolunmuştur.
Eylül 1341 (1925) tarih ve 2415 sayılı yasayla bütün memurların şapka giymesi emredilmiş ve bu arada çıkarılan bir kararname ile de İmam, vaiz, müftü gibi memurların resmî kıyafetleri de siyah lata ve beyaz sarık ([101]) olarak tesbit edilmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî şapka mecburiyetinin bütün halka getirilmediği o dönemde fesî çıkarmak konusunda ağır davranıyor ve vaizler için getirilen sarık sarma izninden fay­dalanmak istiyor. Bu sırada Laleli Camii'nde bir vakfiye'ye bağlı olarak vaaz verdiği için İstanbul Müftülüğü'ne baş vurarak sarık sarma iznini içeren bir belge istiyor ([102]) ve aşağıdaki belgeyi alıyor;
"Türkiye Cumhuriyeti
İstanbul Vilâyeti Müftülüğü
Aded 9/29
Bâlâda fotoğrafisi mulsak Tâhirü'l-Mevlevî Efendi'nin Lâleli Câmi-i Şerifi'nde vâ‘iz olduğunu mübeyyin vesikadır.
1 Eylül 1341 İstanbul Vilâyeti Müftüsü Muhammed Fehmi" ([103])
Bu belgeyi aldıktan sonra 30 Teşrini Evvel 1341 (30 Ekim 1925) tarihinde sarık saran ([104]) müellif; Kanun-ı Evvel 1341 (Aralık 1925) başlarında tutuklanmıştır ([105]) Bu tutukluluk ve sonrası dönemi Hatıratında uzun uzun anlatılmıştır.
Kanun-ı Evvel 1341 (Aralık 1925) başlarında evi aranarak şüpheli görülen üç evrak ([106]) ile birlikte tevkif edilerek, At Meydam'ndaki Ahmediye Polis Karakolu'na getirilen müellife tevkif sebebi bildirilmemiştir. Fakat o arada çıkan gazetelerde ([107]) Ömer Rıza Bey, Atıf Hoca'nın Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesini basan kitapçı Mihran Efendi, Sabık Evkaf Nezareti müsteşarı Şevki Bey gibi şahısların tutuklandığını okuyan Tâhirü'l-Mevlevî, tevkif sebebinin şapka meselesiyle ilgili olduğu kanaatine varıyor (179).
Bu kanaat sonucu, bir şapka aldırıp giyme kararı vererek; alınan fötr şapkayı giymiş ve sarığı çıkarmıştır. Şapkalı haliyle aynaya bakınca yüzü kendine çok çirkin gelerek, ağzından gayri ihtiyarı şu beyit çıkar:
"Ayineye baktım orada aksimi gördüm
Allah biliyor kalbimi kendimden ürktüm "
13 Kanun-ı Evvel 1341 (1925)'de Ahmediye Polis karakolunda tutulduktan sonra ve 19 Kanunu Evvel'de Aksaray Polis merkezine götürülerek sorguya çekilen müel­lifin, sorgusunda ana konu şapka konusu ve Atıf Efendi'nin Şapka risalesi olmuştur.
Tutukluluğu sırasında sarığı çıkarıp şapka giymesine ve şapka konusundaki soru­ya, sorgucuların hoşuna giden ve şapka giymenin caiz görülmesi anlamına gelebilecek nitelikte cevap vermesine ([108]) rağmen diğer tutuklularla birlikte 24 Kanun-ı Evvel 1341'de İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmak üzere Ankara'ya sevkedilmiştir.
Türkiye'nin dört bir tarafından getirilen ve şapka muhalefeti dolayısıyla tutuklanan şahıslarla birlikte Ankara hapishanesine yerleştirildikten sonra, tutukluların sayısının çokluğu dolayısıyla dört defa mahkemeye çıkmasına rağmen kendisine yargılanma sı­rası gelmeyen Tâhirü'l Mevlevî, ancak bir ay sonra 26 Kanun-ı Sani 1342 (26 Ocak 1926)'de ilk defa yargılanabilmiştir. Yargılanma sırasında da sorulan sorular, Teali-i İslâm Cemiyeti tarafından Kuva-yi Milliye harekatı aleyhinde hazırlanan beyanname ([109]) ile, Atıf Efendi'nin Şapka risalesinden kaç adet satıldığıdır.
Tâhirü'l-Mevlevî, karar duruşması öncesi hazırladığı ve yumuşak bir dil kullandığı müdafanâmesini, 3 Şubat 1926 günkü karar duruşmasında okumuş ve beraat etmiştir. ([110]) Beraatinden sonra Ankara'da azledilmiş olduğu İmam Hatip Mektebi öğretmenliği için cevaz-ı istihdam kararı aldırmak için uğraşmış, ancak bir sonuç elde edemiyerek , Şubat 1926 tarihinde İstanbul'a dönmüştür ([111]).
Tâhirü'l Mevlevî İstanbul'a dönüşünden sonraki günleri, hayatını anlattığı makale­sinde şöyle ifade etmiştir:
"Daruş-şafaka'daki 800 kuruş ders maaşımdan başka bir yerden bir gelirim yoktu. Binâenaleyh 150 kuruş yevmiye ile Deftarhanedeki Kuyud Kalemi’ne girdim. Çalışmam takdire şayan görüldüğü için Müdir-i Umumi Hacı Selâhaddin Bey merhum, beni mü­meyyiz yapmak istemiş, fakat vekâletçe diğer arkadaşlara verilen cevaz-ı istihdam kararı nasılsa benden esirgenmiş olduğu için yapamamış. Sonra Mebus ve şâir Halil Nihad Bey'in tavassuduyla bir cevaz-ı istihdam kararı alabildim. Bundan dolayı muhterem üs­tadı minnetle anarım" ([112])
Sefine-i Evliya adlı kitabında Hüseyin Vassaf Bey'in "el-yevm hiç bir neşriyat ile meşgul olmayıp guşe-nişin-i uzlet olmuştur" ([113]) dediği müellif, istiklâl Mahkemesi dö­nüşü 6 yıldır çıkardığı Mahfil dergisinin 68. sayısını çıkardıktan sonra bu dergiyi kapatmış ([114]) ve iyice içine kapanmıştır. O dönemlerde yazdığı şu şiirde içinde bulunduğu durum mısralara aksetmiştir.
"İmânımı, nifâk ile mestûr tutmadım Dinsizliğin takınmadım iğrenç nikâhını Sarsılmadı metaneti rûh-ı akîdemin Cismim geçirdi gerçi cihân inkılâbını Mağdûr olup da, azl ile, tevkîf u habs ile Duydum samîm-i rûhda dehrin ikâbını
23 Ramazan 1345 / 27 Mart 1927" ([115])
Şiirde de ifade ettiği gibi çektiği bütün sıkıntılara rağmen inancında bir sarsıntı ol­mamış ve Daruş-şafaka'daki derslerine devam ederken, 6 Aralık 1927'de Maarif Veka- leti'nden cevaz-ı istihdam kararı almıştır (189). Daha önce de ifade ettiğimiz gibi 19 Zil­hicce 1346 (9 Haziran 1928)'da (190) annesinin ve 23 Şaban 1347 (3 Şubat 1929)'da (191) evladı gibi sevdiği yeğeni fatma Vediatullah'ın ölümleri ile kendini iyice yalnız hissetmeye başlamış ve annesinin ölümü üzerine yazdığı şiirde de bunu hissettirmiştir ([116]).
Maarif Vekaletinden aldığı cevaz-ı istihdam kararıyla Askeri Liseler Müfettişliği'ne başvurmuş, başvurusunun kabulü sonucu Defterhanedeki memuriyetinden istifa ederek 15 Ağustos 1929 tarihinde Maltepe Askeri Lisesi Edebiyat öğretmenliğine 80 lira ücretle atanmış bir yıl sonra ücreti 98 liraya çıkarılmıştır(193). 1 Ağustos 1931 tarihinde Maarif Vekaleti tarafından Kuleli Askeri Lisesi Edebiyat öğretmenliğine ([117]) ataması yapılınca; Askerî Liseler Müfettişliğinin 13 Ağustos 931 Gün ve S. II. 4698 sayılı buyruklarıyla bu­rada göreve başlayarak bu lisenin 30 Nisan 1941'de Konya'ya nakline kadar çalışmış, asli vazifesinin Daruş-şafaka'da olması dolayısıyla Konya'ya gitmeyerek İstanbul'da kalmıştır ([118]).
Bu liselerde ki öğretmenlikleri oldukça verimli geçen müellif; sanki yeniden doğ­muş, İstiklal Mahkemesi sonrası çekildiği uzlet köşesinden ([119]) çıkarak hayatın içine girmiştir. Maltepe Askeri Lisesi’nden bir öğrencisinin mektubuna verdiği manzum ce­vapta bu okullarda geçirdiği günleri şöyle yâdetmiştir:
Hâtırlattın evlâdım hocana (Maltepe)yi Orada tatlı geçen bin türlü menkıbeyi (Maltepe)yle (Kuleli) bu iki irfan yurdu Bana candan sevdiğim bir ilim evi olmuştu Oralarda aczimle on iki yıl çalıştım Her taraftan gördüğüm muhabbete alıştım Ben onları sevmiştim, onlar da beni sevdi Oraları bana çok cidden samimi evdi İdare bu âcizi iyi bir hoca bildi Talebeye gelince şefkatli baba bildi
Bu huzurlu ortam, müellifin İlmî sahadaki çalışmalarını hızlandırmasına sebep olmuş; bilhassa edebiyat tarihimizle ilgili önemli eserlerini bu dönemde yayınlamıştır. Edebiyat Tarihimize Dâir Manzum Bir Muhtıra (İst. 1931), Edebiyat Lügati (İst. 1936), Fuzuliye Dâir (İst. 1936), Şâir Nev'î ve Suriye Kasidesi (İst. 1937), Bâki'ye Dâir (İst. 1938) gibi kitaplar müellifin bu dönemde kitap olarak yayınlanmış olan çalışmaları­dır. Bu kitaplardan başka Yücel, Bilgi Yurdu, Çığır gibi dergilerde yayınlanmış olan, edebiyat tarihimizle ilgili makaleleri ([120]) de bu dönemin verimliliğine şahitlik etmektedir.
Kuleli Askerî Lisesi'nde Edebiyat öğretmeni iken, Maarif Vekaletince Ali Ekrem (Bolayır) başkanlığında oluşturulan Edebiyat Lügati Komisyonu’na 8.1.1934 tarih ve 179 sayılı yazı ile atanmış olan Tâhirü'l-Mevlevî; 7 Mayıs 1934 tarihinde Maarif Vekilliğine gönderdiği dilekçe ile istifa etmiştir. Bu komisyondan Edebiyat Lugatı'nın yazılış metodu ile ilgili Ali Ekrem Bey'le aralarında çıkan anlaşmazlık sonucu istifa etmiş ve bu süre içinde yaptığı çalışmaları düzenleyerek Edebiyat Istılahları adıyla kitap haline getirmiştir.
Öğretmenlik hayatına Eylül 1941'de atandığı Beşiktaş'taki Musikiyât mektebi[121] ve 25 Kasım 1941'den itibaren Kadıköy Sen Jozef Lisesi Türkçe öğretmeni olarak devam etmiş; Sen Jozef Lisesi öğrencilerinin dersteki davranış bozuklukları dolayısıyla 22.12.1941 tarihli dilekçe ile bu okuldaki derslerinden ayrılmıştır t[122]).
26 Mart 1942'de İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu'na 60 lira ücretle katip olarak atanmış, 26 Nisan 1943'den itibaren 120 lira ücretle aynı komisyona aza olmuştur, azalığı dolayısıyla 25 Mayıs 1943'de Beşiktaş Musikiyâtı mektebinden istifa etmiştir(203) Bu arada hazırladığı İstanbul kütüphanelerinde yazma divanı bulunan 12-16 asır şairleri ve divanları hakkındaki katalog 1947 yılında Milli Eğitim Bakanlığınca basılmıştır (204).
Yaşının ilerlemiş bulunması, kulaklarının ağırlaşması, istirahate ihtiyacının olması gibi sebeblerle [123] 1325 (1909) tarihinden beri görev yaptığı Daruşşafaka Lisesi'ndeki derslerine 11.9.1943 tarihinde son verilmiş ve bu okulun yönetimi elinde olan Türk Okutma Kurumu'nca kendisine 400 lira ikramiye ödenmesi kararlaştırılmıştır (206). Fakat Tâhirü'l-Mevlevî ikramiye olarak verilen bu parayı kabul etmemiştir
Daruşşafaka'daki derslerine son verilmesiyle 1319 (1903) tarihinde Burhan-ı Te- rakki'de başlıyan ve medreselerde, İstanbul İmam Hatip Mektebi, Maltepe ve Kuleli As­keri Liseleri vb. okullarda devam eden muallimlik ve müderrislik hayatı 40 yıl sonra bit­miştir. Ancak onun öğreticilik vasfı yazdığı makaleler ve sohbetleriyle ölümüne kadar devam etmiştir.
Basın ve yayın hayatında yazarlıktan, yayınevi ve gazete-dergi sahipliğine kadar değişik kademelerde hizmet vermiş olan Tâhirü'l-Mevlevî'nin bu sahaya adım atması, Mektep (208) dergisinde H.1311/1894'de ilk şiirinin yayınlanması ile başlar.
Matbuat Âlemindeki Hayatım adıyla yayınlanmış olan hatıratında "Bin türlü te­reddüt ve heyecan İçinde gönderdiğim iki eser bu mergûb mecmuada neşredildi ki biri Na't-ı Şerif, diğeri de gazel idi. Ve her ikisi de nazire olmak üzere yazılmıştı. Hangisinin çıkışının öncelik kazanmış olduğunu unutmuşum" ([124]) şeklinde basın hayatına girişini anlatan müellifin; ilk defa yayınlanan şiiri Na't-ı Şerif ([125]), daha sonra yayınlanan ise gazel ([126]) olmuştur.
Araştırmamızın ikinci bölümünde genişçe üzerinde duracağımız H. 1313-1316 (1896-1899) tarihleri arasında çıkardığı çile döneminde de okuma ve yazma işiyle ilgi­lenmeye devam eden ([127]) müellif; çile'yi tamamladıktan sonra Konya'ya giderek Mevlana'yı ziyaretten sonra bir müddet tekkede hücre-nişin olarak kalmış; ancak vakıf lok­masını yemektense kendi el emeği ile ekmeğini kazanmak düşüncesiyle, önceden temin ettiği ve hicazdan getirdiği kitaplarla Bayazıt’da tramvay yolunda "Tâhir, Dede Kütüpha­nesi" adıyla bir dükkân açarak yayıncılığa başlamıştır ([128]).
Yayıncılıktaki hedefi ."şurada burada zamânın tahribine ve imhasına ma'ruz kalmış Mevlevî âşârını basdırmak" ([129]) şeklinde özetlenen Tâhir Dede Kütüphanesi'nin ilk neşriyatı olarak Mir'ât-ı Hz. Mevlana ([130]) adlı manzum risâle yayınlanmıştır ([131]). Aynı yıl içinde (1899), ikinci olarak Galata Mevlevî hanesi meşâyihinden Nayi Osman Dede Zade Sırrı Abdülbaki Dede'nin Manzume-i Miraç ([132]) adlı eserini bir mukaddime ilavesi iie yayınlıyan Tâhirü'l-Mevlevî, kitap satışlarının iyi olmaması ve masrafın çokluğu dola­yısıyla Bâb-ı Âli yokuşundaki Medresetü'l-Hattatîn'în karşısındaki bir dükkanı kiralıyarak "Tâhir Dede Kütüphanesi'ni buraya nakletmiştir ([133])
Üçüncü olarak Cevrî İbrahim Çelebi (Ö. 1065/1655) ([134]) nîn Hilye-i Çâr Yâr-i Güzîn adlı manzum eserini bir mukaddime ilavesiyle neşrettikten sonra, Rüsumât Mu­hasebe kâtiplerinden Vâsıf Efendi’nin tertip etmiş olduğu Mecmuâ-i Medâyih-i Hazret- i Mevlâna adlı eseri formalar halinde yayınlamıştır .
Kitap yayın işi devam ederken, gazete çıkarma düşüncesi ile ruhsat almak için müracaat eden müellif, müracaatına olumsuz cevap alınca, kitapçı Karabet Efendi'nin Resimli Gazete'sini haftalığı 200 kuruşa kiralıyarak, 21 Cemaziyü'l-ahir 1317/14 Teş­rin-i Sâni 1315 (1899) Perşembe günü 1-19 sayısını yayınlamıştır ([135]). Kapağında Mecmua-i Medâyih-i Mevlânâ adlı kitabın ilanı ile bir Mevlevî külahı bulunan ([136]) ve birçok mürettip hatası ile çıkan gazetenin ilk nüshası, bir şikâyet sonucu toplatılmış ve ga­zetenin çıkışı tatil edilmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî, Resimli Gazete'nin kapanış sebebini şöyle açıklamıştır:
"İşitdiğime göre Ma'lumatçı Baba Tâhir ile Sururi Paşa-zâde Nazif Surürî hakkımda bir jurnal vermişler 'Bu âdâm Yeni Kâpı Tekkesi'ne mensubdur. Veliahd Reşâd Efendi de orânın dervişidir. Onun için propagânda yapmak maksadıyla Resimli Gazete'yi çıka­rıyor" demişler. Gazete bi-irâde ta'til edildi. Ben de Zabtiye Nâzırı Şefik Pâşâ tarafından celb ve isticvâb olundum." ([137])
Gazetenin kapatılması, Mecmua-i Medâyih-i Mevlânâ adlı kitabın ruhsatının iptal edilmesi ve Tahîr Dede Kütüphanesi'nin Komser Mektepli Ahmed Efendi tarafından gö­zetim altına tutulması gibi baskılar sonucunda ([138]) altı ay devam eden yayıncılık hayatına veda ederek kitabevini kapatan Tâhirü'l-Mevlevî bir müddet basın hayatından uzakla­şarak vekilharçlık ve memuriyetle hayatını devam ettirmiştir.
II. Meşrutiyetin ilanı ile basın hayatında bir canlanma olmuş ve basın hayatının bu hareketliliği üzirene birkaç arkadaşıyla birlikte bir gazete çıkarma hevesine kapılan mü­ellif, yeniden basın hayatına dönmüştür. 8-10 kişilik bir arkadaş grubu ile ve hissesi beş liraya kurulan bir gazetecilik şirketi ile Rehber-i Vatan adlı bir gazete çıkarma teşebbü­sünde bulunmuştur. Bu gazetenin ilk nüshası mürettip hataları yüzünden okunmayacak şekilde çıkmış; ikinci nüshanın baskısının da aynı şekilde bozuk olduğu görülünce, baskı yarıda bırakılarak bu teşebbüsten vazgeçilmiştir. Tâhirü’l-Mevlevî başarısızlıkla sonuç­lanan bu gazetecilik serüveninin mizahî bir tarzda Teşebbüs-i Şahsi ([139]) adlı romanın­da işlemiştir (227l
Tâhirü'l-Mevlevî, Rehberi Vatan gazetesinin çıkamaması sonucu basın hayatından kopmamış ve Rehnüma-yı Fûyuzat adlı mektebte beraber çalıştığı öğretmenlerden Mit­hat Rebii Bey'in imtiyaz sahipliğini yaptığı Nekregû dergisinin başyazarlığını yaparak Ağustos 1324 (1908)'den itibaren bu dergiyi çıkarmaya başlamıştır. Bu dergi 5 sayı ya­yınlandıktan sonra şirket sahipleri arasında çıkan anlaşmazlık sonucu kapanmıştır ([140]).
Müellifimiz yaklaşık bir yıl sonra 14 Mayıs 1325 (27 Mayıs 1909) de Mithat Rebii Bey ile beraber yeniden aynı dergiyi Nekregu ile Pişekar adıyla çıkarmaya başlamış; bu sefer de 9 sayı yayınladıktan ([141]) sonra bu da kapanmıştır. Haftalık olarak yayınlanan bu mizah dergilerinde Tâhir Safvet imzasıyla yazdığı yazılarda II. Abdülhamit dönemini "Is- tibdad dönemi" olarak nitelemiş, ittihat Terakki Cemiyeti'ni övmüştür ([142]).
Gazete ve dergi çıkarma girişimlerinin başarısız olması ve uzun süre devam et­memesi dolayısıyla; basın dünyasıyla ilişkisini yazar olarak devam ettirmeye başlamış; Orman ve Meadîn Nezaretinde çalışırken tanıştığı Mehmet Âkif vasıtasıyla Sırat-ı Müstakim'de telif veya türcüme, manzum ve mensur yazılar yazmaya başlamıştır ([143])
Sırat-ı Müstakim dışında; Trabzon'da yayınlanan İkbal gazetesinde de Farsça ve Arapça'dan tercüme ettiği Seyyid Ahmed Zeyni Dahlanin, el-Futuhatü'l-İslâmiye, Hind İhtilâli, Hindin Moğol Hükümdarları ve Nadir Şah adlı kitaplar tefrika halinde neşre­dilmiştir. Sırat-ı Müstakim'in kapanması üzerine Tâhirü'l-Mevlevî, önceden almış olduğu Sebilürreşad mecmuası imtiyazını Eşref Edib Bey'e devretmiş ve böylece yayın haya­tına atılan Sebilürreşad adlı mecmuaya da manzum ve mensur yazılar yazmaya başlamıştır ([144]).
Beyânü'l-Hak, Peyâm-ı Sabah, İ'tisam, Ceride-i Sufiye, Geveze adlı dergi ve gazeteler de yazılarının yayınlandığı diğer yayın organlarıdır ([145]).
Muallim Naci'nin Lugat-i Naci ve Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya kitap­larının musahhihliğinde de bulunan Tâhirü'l-Mevlevî yeniden bir dergi çıkarma düşün­cesine kapılmış ve 1335 yılı sonlarında Mahfil adıyla yayınlıyacağı bir mecmuanın ruh­satını çıkartmıştır. Ancak mâlî imkansızlıklar yüzünden bu mecmuanın yayın tarihini bir müddet geciktirerek ilk sayısını 1 Zilkade 1338 (17 Temmuz 1920) tarihinde çıkarmıştır
Mahfil mecmuası 1338 -1344 (1920-1926) tarihleri arasında 68 sayı yayınlanmıştır
_ Altı yıl süreyle yayınladığı bu dergide dinî, edebî, tarihî birçok makale ve şiirlerini yayınlayan müellif, İstiklal Mahkemesi dönüşünde 68. sayısını yayınladığı bu mecmuayı kapatmıştır ([146])
1926 yılında Mahfil mecmuasını kapattıktan sonra uzunca bir müddet basın haya­tından uzak kalan ([147]) Tâhirü'l-Mevlevî; Kuleli Askeri Lisesi'nde Edebiyat öğretmeni olarak görev yaparken, Temmuz 1935'den itibaren Yücel ([148]), Birinci Teşrin 1936'dan itibaren Bilgi Yurdu ([149] ve İkinci Teşrin 1937'den itibaren de Çığır ([150]°) adlı dergilerde edebiyat tarihimizle ilgili araştırmaları, İlmî, tarihî makaleleri ve şiirleriyle yeniden yazar olarak basın hayatına dönüş yapmıştır.
Yaşının ilerlemiş olmasına ve rahatsızlıklarına rağmen araştırma yapmaktan ve bunları yayınlamaktan geri durmamış; ilk sayısı 4 Zilhicce 1367/7 Ekim 1948'de yayınla­nan İslâm Yolu mecmuasının başmuharrirliğini yapmış ve vefatına kadar bu dergide yazmaya devam etmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin yazılarının yayınlandığı diğer bir dergi de İslâm'ın Nuru ([151]) adlı dergidir. Bu dergide de büyük bir çoğunluğu vefatı sonrası olmak üzere çok sayıda makalesi yayınlanmıştır.
Basın camiasına uzun yıllar verdiği hizmet ve kalemindeki ustalık dolayısıyla erbab-ı kalem tarafından "Şeyhu'l-Muharririn" ([152]) olarak vasıflandırılmış; Hakkı Tarık Us tarafından Üniversite konferans salonunda 1948 Ekim'inin 2.ci Cumartesi günü düzen­lenen bir jübile töreniyle, basın hayatına elli yıl hizmet veren muharrirlerden birisi olarak ödüllendirilmiştir ([153])
Tâhirü'l-Mevlevî'nin bu jübile töreninde söylemiş olduğu aşağıdaki dörtlük, onun basın hayatında çektiği sıkıntıları ve nasıl ademe (yokluğa) mahkum edildiklerini, o ve onun gibilerinin matbuat hayatını kısaca özetlemektedir:
"Elli yıldır yazı yazan kalemler Türlü zulüm gördü, duydu elemler Şimdi bazı nazarlarda hepsi de Beyhude yer işgal eden ademler"
ŞEFİK CAN EFENDİ HAZRETLERİNİN HATIRÂTINDAN TÂHİRÜ’L MEVLEVÎ HAZRETLERİ
Şefik Can Efendi, bir radyo programında, mürşidi Tâhirü'l Mevlevî Hazretlerinin cenâzesindeki şu ibretli hâtırâsını anlatıyor...
https://soundcloud.com/www-muzafferozak-com/efik-can-efendinin-t-hirul
Şefik Can Efendi bir mülâkâtında Muzaffer Efendi Hazretleri ile şunları anlatıyor :
"Muzaffer Ozak Hoca, bana Hindistan'da basılan Mesnevî şerhini verdi. Kendisi çok yakın dostumdu. Hatta Amerika'ya gittiği zaman bile oradan arardı. O zaman bendeniz Tâhirü'l Mevlevî şerhini hazırlıyordum. 'Ben, o şerhten çok istifâde ettim. O da Ankaravî Hazretlerinden çok istifâde etmiş' diyerek Tâhirü'l Mevlevî şerhine devam etmem için beni teşvîk ederdi"
Hoca binlerce talebe yetiştirdi. Çelebi kişiliği, hicivleri, kalemle mücadelesiyle, toplumu yönlendiren kıymetli kişiler arasında yerini aldı. Mahir İz Hoca: “Nüktedan, cömert ve iltifat eden bir zattır. O Yüksek ahlak sahibi birisidir. Daima fakirlerin, kimsesizlerin yardımına koşan, değerli bir insan, asil ruhlu, kâmil bir Müslüman” olduğunu söyler.

Tâhirü'l-Mevlevî; oldukça yoğun ve verimli bir ömür sürmüş; kendini ilme ve tale­belerine adamış; hayatı, öğrenmek ve öğretmekle geçmiş nadir şahsiyetlerden biridir.
74 yıllık ömrüne çok şey sığdırmış, yüze yakın eser yazmış, yüzlerce talebe yetiş­tirmiş; ancak bu tempolu hayat dolayısıyla ömrünün son yıllarına doğru bedeni zayıf düşmüş ve bir takım rahatsızlıklar belirmeye başlamıştır.
1940 yılı Şubat ayında prostat rahatsızlığı dolayısıyla, ameliyat edilerek mesane­sinden 3 tane taş çıkarılmış, 15 gün hastanede yattıktan sonra sonda takılı olduğu halde hastaneden çıkmıştır ([154]). Oldukça sıkıntılı günler geçirdiği bu ameliyat dönemi sonrası sonda takılınca söylemiş olduğu şu sözler; onun hayatının çileyle yoğrulduğunu ifade etmektedir:
“Doğduğumdan beri çekdim durdum Yine de gelmedi pâyân-ı çileye Bu sefer karnıma marpûç geçirip Beni döndürdü felek nargileye"
Geçirdiği birinci ameliyattan üç ay sonra prostattan ikinci bir ameliyat olmuş; 15 gün hayat-memat arasında çırpındıktan sonra sağlığına kavuşarak iki ay hastanede yattıktan sonra taburcu olmuştur. Hastanede geçirdiği 15 günlük ümitsizlik hali, öldüğü şeklinde etrafa haber olarak yayılmıştır ([155]).
İslâm Yolu mecmuasında yer alan bir teşekkür ilanından ([156]) ömrünün son yılları­na doğru mide ülseri dolayısıyla rahatsız olduğunu öğrendiğimiz Tâhirü’l-Mevlevî; bütün bu rahatsızlıklara rağmen yoğun İlmî çalışmalarından vazgeçmemiştir.
Hayatının son günlerinde en önemli eserlerinden olan Mesnevî Şerhi'ni tamamla­mak için yoğun bir şekilde çalışırken, aynı zamanda Eylül 1951 tarihinde yapılacak olan XXII. Beynelmilel Müşteşrikler Kongresi'nde sergilenecek 3500 kadar el yazması kitabın seçimi için oluşturulan komitede üye olarak çalışmalara katkıda bulunmuştur.
Hakkında yazılan bir yazıdan hayatının son yıllarında gözlerinden de tedavi gördüğünü öğrendiğimiz Tâhirü'l Mevlevi'nin bütün sıkıntıları, 1294 Ramazan'ında baş­layan güzide ve ömek hayatının yine mübarek Ramazan ayında noktalanmasıyla sona ermiştir.
15 Ramazan 1370/20 Haziran 1951 Çarşamba günü ruhunu Rabbine teslim eden Tâhirü'l Mevlevî, ertesi gün yani 21 Haziran 1951'de toprağa verilmiştir ([157]). Cenazesi, talebeleri ve dostları tarafından evinden alınarak, Sünbül Efendi Camii'ne getirilmiş öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası, Şeyhi Celâlettin Efendi'nin mezarı önüne götürülmüştür. Toprak üzerinde bir müddet durdurulduktan sonra, Yenikapı Mevlevihanesi Hamuşan mezarlığında medfun bulunan annesi Emine Emsal Hanım'ın yanında toprağa verilmiştir ([158]) (İnternette birçok yerde Merkezefendi Mezarlığı geçiyor. Yenikapı Mevlevihanesi hamuşanı yakın olduğu için aynı mezarlık gibi düşünülmüştür.)
"İstemem nakl-i cenazemde çeleng ü âhenk Debdebeyle girilen saha değildir makber Orası dergehidir bârgeh-i Mevlâ'nın Kapısından içeri acz ile girmek ister" ([159])
Cenaze töreni yukarıda yazılı kıtasına uygun, son derece mütevâzi bir şekilde icra edilmiş olan müellifin kabir taşına kazılmasını istediği ([160]) şu kıta çok meşhurdur:
"Eli boş gidilmez gidilen yere Rabbim boş gelmedim ben, suç getirdim Dağlar çekemezken o ağır yükü İki kat sırtımla pek güç getirdim" ([161])
Vefatı üzerine sevdikleri ve dostları tarafından hakkında makaleler yazılmış, vefatı­na tarihler düşürülmüş, şiirler kaleme alınmıştır. Elli aşkın süreyle hizmet ettiği matbuat alemi de onun vefatına bigane kalmamış; dostları ve talebeleri tarafından rahmetle anıl­dığı, ilim ve edebiyat dünyasının büyük bir kaybı olarak nitelendiği yazılar yazılmıştır.
Hakkında yazılan bütün yazılarda; büyük bir âlim, iyi bir şâir, hoş sohbet, nüktedan, alçak gönüllü ve kendini ilme adamış v.b. özelliklerle tavsif edilmiştir (25?).
Vefatına düşürülen tarihlerden bazıları şunlardır:
Hafız Yusuf Cemil Ararat tarafından düşürülen tarih:
"Mevlevî Mesnevî-hân şair-i hassâs idi Ehl-i dildi pâk idi âlâyjşinden zahirin Geldi "ya Hû" müjde-i gufranıdır tarihine Sadr-ı illiyyinedir pervazı rûh-ı Tâhirin
Eyyub-ı Rüşdî tarafından düşürülen tarih:
"Esdi irfan bezmine şiddetli bir bâd-ı hazân Oldu vuslâtyâb-ı rahmet yine bir merd-i kavi
Yâni irfan yurdunun bir dürr-i nâyâbı iken Maksad-ı sıdka azimet etdi Tâhir Mevlevî...
Güş edenler nâgahânî rıhlet-i dil sûzunu Dediler uçdu bakaya andelib-i Mesnevî
Bi tevakkuf sa'y ile telif edib hayli eser Nesl-i âtiye teberru etdi oldu münzevî
Matem etse bu nebile kâinat şâyestedir Revnak-ı bezm-i edebdi söndü gitdi pertevi
Söyledi Eyyub-ı Rüşdü âh ile bu târihi Kul idi Mevlâya göçdü Tâhir Mevlevî " ([163])
1370
Yıllarca baş yazarlığını yaptığı ve çok sayıda makale ve araştırmasını yayınladığı İslâm Yolu dergisinde yayınlanan şu şiir onu değişik yönleriyle tavsif eden ve onun ve­fatına son derece üzülen dost ve talebelerin hislerine tercüman olma özelliği taşımaktadır.
"Üstadın Ufûliyle Hüzünlü Gönülden Bir Kekeleme
Mevlânâ'nın goncası
ilm ü irfan şem'ası
Gönüllerin ziyası
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Sonbaharın tek gülü
Mesnevî'nin bülbülü
Misk ü anber sünbülü
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Hakk'a bağlıdır özü
Nezı’h idi hem sözü
Ehl-i beyt can u gözü
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Tevazudu hep hâli
Rahlesi kaldı hali
Yoktu hiç kıyl ü kâli
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Kim gelir ki yerine
Rahmet olsun kabrine
Ne mutlu benzerine
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
El yazmaz kalemle
İlahi bir haberle
Ağlamalı elemle
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Zâyiatsın zâyiat
Duru'ya acı memat
Tâhir Olgun nurda yat
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Mustafa Duruöz /Selimiye
İslâm Yolu, S.7, 14 Eylül 1951, s.16.


Tâhirü'l-Mevlevî'nin hayatında tasavvufun ve özellikle müntesibi olduğu Mevlevî tarikatının büyük bir yeri vardır. Çocukluğundan itibaren tasavvufî bir muhitte özellikle bir Mevlevî muhitinde bulunması, kendisinde Mevlana'ya karşı hayranlık uyanmasına sebep olmuştur.
Bu tasavvufî yöneliş sonucu, Mevlevî tarikatına intisabla yetinmeyerek; 1001 gün çile çıkarmış, Dede ünvanını kazanmıştır. Çalışmamızın birinci bölümünde de belirttiğimiz gibi; çile sonrası açtığı Tahir Dede Kütüphanesi'nin yayın prensibini“... şurada burada zamânın tahribine ve imhasına maruz kalmış Mevlevî âsârını basdırmak..." şeklinde tesbit etmiş olması, Mevlevîliğe verdiği önemi göstermektedir.
Eserleri içinde tasavvufî muhtevalı olanların önemli bir yer tutması, Mevlevîliğin en önemli eseri olan, Mevlana'nın Mesnevî-î Şerifi'ni yıllarca okutarak, şerhetmiş olması gibi yönleri de düşünülecek olursa; Tâhirü'l-Mevlevî'nin tasavvufî şahsiyetinin ortaya konulmasının önemi anlaşılacaktır.
Tâhirü'l-Mevlevî; Mevlâna Celâleddin-i Rumî'ye (604-672) ([164]) nisbet edilen Mev- levîyye tarikatına mensuptur. Bu; isminin sonuna aldığı "Mevlevî", ism-i nisbesinden de açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca.Mevlevî olduğum vakit yirmi yaşlarında idim"([165]) ve "Ben elli sene evvel Mevlevî tarikatına intisab etmiştim..." şeklindeki sözlerinde de Mevlevî olduğunu kendisi ifade etmiştir.
Mevlevîyye tarikatına müntesib olmakla iftihar etmiş ve aşağıdaki beyitte görüldüğü gibi, bunun için Allah'a hamdetmiştir:
"Bi hamdillah ki Tâhir Mevlevîyim
Ebu bekr oğlunun bir peyreviyim
([166])
Mesnevîlik ve Mevlana'yı eleştiren bir kişiye verdiği cevapta, "...Mevlevi şeyhi de­ğilim, hatta tarikatların ilgasından sonra Mevlevi dervişi bile. Yalnız Hazreti Mevlana'nın âciz bi muhibbi ve müntesibiyim. Halef ben isem, selefim de Mevlana ise iftihar ede­rim..." diyerek müntesibi olmakla övündüğü Mevlânâ'yı, tarikatını ve Mesnevî'yi daima savunmuştur.
Tâhirü'l-Mevlevî'ye göre, Mesnevinin eseri olan ([167]) Mevlevîlik aynı zamanda, "sünnet yolu" demektir. Bu görüşünü Mesnevî şerhinde şu şekilde açıklamıştır:
"Hazret-i Pir'in mesleği, Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine kemâliyle uymakdır. Şu halde Mevlevîlik sünnet yolu demektir. Nitekim kendisi:
Men bende-i Kur’ânem, eğer cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Ger naki küned cüz in kes ez güftârem
Bîzârem ez o vü zin sühân bîzârem
Yâni: "Ben; kul, köle isem; Kur'an'm bendesi ve Muhammedü'l-Muhtâr'ın yolunun toprağı, yânî, ayağının tozuyum. Eğer biri, benim sözlerimden bundan başka bir şey naklederse; ondanda, nakletdiği sözden de rahatsız olurum" buyurmuştur. Hâl böyle iken bazı Bektâşî meşreb mevlevîler "Mevlevîlik, Veledîlik ve Şemsîlik nâmiyle iki koldur. Veledîler zühdü; Şemsîler aşkı ihtiyar etmişlerdir" derlerdi.
Bu söz hezeyânın ta kendisidir. Söyleyenlerin maksadı; kötü işlerini ve Mevlâna mesleğiyle te'lifi kabil olmayan hareketlerini örtmek içindir. Bilinmelidir ki Mevlevîliğin kolu, şu'besi yokdur. Kuruluş tarihinden, zamanımıza kadar yetişen Mevlevî ârifleri Şems-i Mevlânâ'nın câzibesine tutulmuşlar ve:
Peykiz, döneriz bir güneş etrafında
Manzume-i şemsiyye-i Mevlânâ'yız!
demişlerdir. Bilfarz o vahdet yolunda bir ikilik bulunmuş olsaydı, ikisinin de Sultan Veled'de birleşmesi lazım gelirdi. Çünkü arzettiğim gibi Sultan Veled, Hazret-i Şems'in halîfesi idi"
Yine Mesnevî Şerhinde Bektaşîlik ve Şiîlikle hiçbir ilgisi olmadığını ifade ettiği Mevlevî tarikatının esası; ona göre, edepten ibarettir. Bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır:
“Yani Kur'an'ın bütün ayetlerindeki mânâ edebten ibarettir. Mevlana, tarikatı için edebî esas tutmuştur. Bu itibarla Mevlevîk'te gaye hem sûrî, hem manevî edeptir. Onun için bir Mevlevî dervişi sûrî edebi de muhafazaya çalışır, kâl ve hâlinde edepten ayrılmamaya gayret eder. Bunun tesiriyledir ki Mevlevîlerde ye­tişen edibler ve şâirler hiçbir tarikatta, hattâ hiçbir meslekte yetişmemiştir. Mevlâna, "Derviş günah eder mi?" sualine karşı; "acıkmadan yerse günah olur", cevabını verdi. Bu; bir edebtir. Sultan Veled'in ayna karşısında sarık sardığını görünce menetti. Bu da bir edeptir. "Ölüyü mezara tabutla mı kefenle mi koymalı" diye sormuşlar; "Çelebi Hüsameddin cevap versin" demiş. Çelebi de, "insan ile ağaç topraktan mahluk olduğu için kardeş sayılır. Şu halde meyyiti (ölüyü) tabutsuz mezara koymak, evladı anasının kuca­ğına vermek kabilinden olur" deyince Mevlana, "Bu cevap hiçbir kitapta yazılı değildir" diyerek Çelebi'nin zekasını ve zerafetini takdir etti. Bu liyakatin takdirini talim eden bir edeptir. Sonra Çelebi Hüsameddin, kendisinden feyz aldığı halde Mesnevinin müteaddit yerinde ona karşı fevkalade tazim ve ihtiram gösterir. Bu da büyük bir zâtın mâdûnuna karşı yapması lazım gelen hareketi öğretir bir edeptir. Hülasa Mevlevîliğin esası her manasiyle edeptir"
Tâhirül’Mevlevî, Mevlevî tarikatına mensup olmakla birlikte, aynı zamanda Rifâî ([168]) ve Kadiri[169]) tarikatlarından icazetnâme sahibiydi. Bu konuda Dîvân-ı Tâhirü'l- Mevlevî'de şu bilgiler verilmiştir:
"1 Şa'bân 1313’de Yenikapı Mevlevîhânesi'nde çilekeşlik ibtida etdi ki o sırada elinde Rifâ'î ve Kâdirî tarikatlarından iki tane icâzetnâme vardı. Yani bu iki tarikatdan • * • teberrüken müstahlef idi" (vr.3a)
Bu icazet nâmeler; 1312 yılında hocası Muhammed Es'ad Dede ile hacca gittiği zaman, Mekke Şeyhü'i-Meşahiyi Seyyid Ahmed Rufâ'i tarafından yazılmış; daha sonra Şeyh Celâleddin Efendi ve bazı meşâyihi tarafından da imzalanmıştır. Ancak büyük Fatih yangınında bu icâzetnameler yanmıştır. ([170])
Tâhirü'l-Mevlevî, aile muhitî olarak Mevlevîlikle içiçe olan bir ortamda büyümüştür. Babaannesi Afife Şefika Hanım; Yenikapı Mevlevî-hanesi Şeyhi Osman Salahuddin Dede Efendi'nin ([171]) süt kardeşi, babasının dedesi meşhur hattat Mehmed Tahir Cemâlüddin Efendi, Mevlevî dervişidir. Ayrıca, babasının amcası Mehmet Efendi, sikke-i Mevlana'yı daima başında taşıyan bir kişidir. Babası Safvet Bey ise Mevlana'ya son derece hürmetkar ve Mesnevîyi az da olsa anlıyan bir şahsiyettir(16).
Böyle bir aile muhitinde yetişmesi ve babasının daha çocukluğunda kendisine Pend-I Attâr'dan beyitler ezberletmesi; onu Mevlevîliğe ve Farsça öğrenmeye meylettirmiştir. Bu konuda o şunları söyler:
"Rızaen ve tıbâ'an olan Mevlevîliğin hüsn-i tehiri ve Peder merhûmun çocuklu­ğumdaki feyz-i tedrisi neticesi olmalı ki bulunduğum mekteplerde Fârisî öğrenmeye fazla gayret eder ve Ramazânlarda vakit buldukça Fâtih Câmi'indeki Es'ad Dede merhûmun dersine gider sâde fakat müessir olan o takrîri anlamaya çalışırdım" ([172])
Bu ifadelerden de açıkça anlaşıldığı gibi; aile muhiti dolayısıyla çocukluk çağında Mevlevîliğe olan meyli, Es'ad Dede'nin Mesnevî derslerini takiple pekişmiştir. M. 1308/ 1892'de memuriyet hayatına atıldığı zaman Farsça'ya olan ilgisini kesmeyip, kendi ken­dine Hafız Divâm'ndan tercümeler yaptığını gördüğümüz Tâhirü'l-Mevlevî; bu tercüme­lerini Es'ad Dede Efendi'ye göstererek düzeltmesini istemiştir. Es'ad Dede'nin kendisini teşviki ile Mesnevî derslerine daha düzenli devam etmeye ve ayrıca özel dersler almaya başlamıştır. Evde, camide ve medresede okunan bu dersler, yaklaşık üç dört sene devam etmiştir ([173]).
Esad Dede tarafından kâri-i Mesnevî ([174]) olarak atanmış ([175]); H.1310 (1893) tari­hinde ise mesnevî-hanlık (2°) icazetnâmesi almıştır. Bu icazetname olayını Tâhirü'l- Mevlevî şöyle anlatmıştır:
"1310 sene-i hicriyyesi idi ki Hoca merhum farîza-ı haccm ifâsına niyyet etmiş, Mahmûdiyye ve Davud Paşa mekteblerindeki derslerini Hafız Hayri Efendi'ye-ki o da vefat etdi-terk eylemiş. Talebesinden ba'zılarına birer icazetnâme vermiş, layık olmadı­ğım halde ‘abd-i 'âcize de bir icâzetnâme i'tâsı lutfunda bulunmuştu.
Parlak bir teveccüh eseri olmak üzere fakiri Şemsü'ddin telkîb etmiş ve o ünvânı hâvi bir mühür hakketdirmiş hatta icazetnâmeye Mehmed Şemsüddin Tâhir tahha- ra'llâhu kalbehu 'ammâ sıvahu' cümle-i du'âiyesini ilâve eylemişdi"([176])
Daha tarikata girmemiş olmasına rağmen kendisine Mesnevî-hanlık icâzetnamesi veren hocası Es'ad Dede Efendi; zikir telkin ve taliminde bulunmuş fakat tarikaten biat vermemiştir ([177]).
Böylece hocası vasıtasıyla çocukluktan beri alaka duyduğu Mevlevîliğe karşı meyli kuvvetlenmiş ve tarikata intisap edecek duruma gelmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin tarikata girişi hocası Esad Dede'nin delâletiyle olmuştur. Ho­casının hac dönüşü anlattığı hicaz anıları, hacca gitmek konusunda kendisinde şiddetli bir arzu meydana getirince; bu isteğini hocasına açarak refakat etmesi dileğinde bulunmuştur.
Teilifin-i kabul eden hocası tarafından, Yenikapı Mevlevî-hânesi'ne götürülmüş ve Şeyh Celâleddin Efendi'ye biatla sikke-pûş-ı Mevlevî olmuşturJ[178]) Tâhirü'I-Mevlevî tari­kata girişini şu şekilde anlatmıştır:
"Hocâ merhum kendisinden me'zûnen zikr u sema' etdiğim halde, baña bi'at ver­memiş, benim kendisinden değil, Şeyh Celâlü'ddin Efendi merhûmdan feyz alacağımı söylemişti ki buna kavlen, ve fi'len delâlette bulunması, merhumuñ me'âli-i ahlakiyye- sinden bir numûne-i kemâl olmak üzere gösterilebilir" ([179]l
Cumadi'l-'âhire 1312 (Aralık 1894)'de 18 yaşında iken tarikata intisap eden müellif; bu olaya şu şekilde tarih düşürmüştür:
"Biñ üç yüz on iki sâli cumâdi'l-'âhire içre Cebinsây-ı dehâlet oldu Tâhir bâb-ı mollâya İlâhî lutf u ifysanmla ol cûyende-i feyzin Külâh-i biy'ati hem-pâye olsun 'arş-ı a'lâya" ([180])
Daha tarikata girmeden kâri-i Mesnevîlik yapan ve Mesnevîhan'lık icazetnâmesi alan Tâhirü'l-Mevlevî'nin, yaşı çok genç olmasına rağmen bir heves sonucu değil, iste­yerek ve araştırarak Mevlevîliğe intisab ettiğini söyleyebiliriz.
Nitekim Mesnevî'yi tenkit eden bir kişinin, kendisinin çok genç yaşta tarikata inti­sabı dolayısıyla "göreneğe tebaiyyetle Mevlevî olduğunu" ([181]) söylemei üzerine, verdiği şu cevap da bunu doğrulamaktadır.
"Evet, Mevlevî olduğum vakit yirmi yaşlarında idim. Fakat öyle göreneğe uyup da başıma sikke giymedim.
Evvela Fatih Camii'ne devam ederek Mesnevî'nin bir kaç cildini okuduktan ve Mevlana'nın meşreb ve mezhebini haddîmce anladıktan sonra tarikine sülük ettim" ([182])
Araştırma sonucu ve taklidî değil, tahkikî olarak girdiği Mevlevîlik yolunda, intisap sonrası geçirdiği tasavvufî hayatı iki başlık altında incelemenin uygun olacağı kanaatindeyiz.
Tâhirüi-Mevlevî; tarikata intisabının ertesi günü Mısır'a ait Tevfik Rabbanî adlı va­pura binerek, Es'ad Dede Efendi'nin refakatiyle hacca gitmek için İskenderiye'ye doğru yola çıkmıştır. Bu hac yolculuğu ile ilgili Divân'ının baş tarafındaki hal tercümesi varak­larında şu bilgiye yer verilmiştir:
"1312 sene-i hicriyye ve 1310 sene-i mâliyesi içinde İskenderiyye, Kahire, Süveyş, Yenbu‘ tarikiyle ve Es'ad Dede Efendi refakatiyle Medine-i Münevvere, Ravza-ı Mutah- hara ve hucre-i muattara ziyaretiyle müşerref olmuş ve yine Yenbu* Cidde yoluyla Mekke-i Mükkerreme'ye giderek ramazân-ı şerifi orada çıkarmış, ba'del-hac Süveyş, İs­kenderiye tarikiyle avdet eylemiştir" ([183])
Hüseyin Vassaf Bey'e Es'ad Dede Efendi ile ilgili yazdığı mektupta verilen bilgiler­den; tasavvufî açıdan çok verimli geçtiğini anladığımız bu yolculukta, Kaside-i Bür*e([184]) nâzımı imam Busirî, Seyyid Ahmed el-Bedevî, Seyyid 'Abdu'l-ÂI gibi tasavvuf büyükleri­nin ve Mevlevî tekkelerinin ziyaretlerinde bulunulmuştur ([185]).
Daha öncede belirttiğimiz gibi, hac yolculuğu sırasında Rifaî ve Kadirî tarikatların­dan da icazet almıştır ([186]). Tasavvuf, bir kâl İlmî değil hâl ilmi olduğundan; hocası Es'ad Dede'yle hep beraber olduğu hac ziyaretinde, hocasının halinden etkilenerek tasavvufî olgunluğa eriştiğini düşünebiliriz. Nitekim bu yolculuk dönüşü, kalbindeki ateşin tesiriyle, Mevlevî muhipliğiyle yetinmeyerek çile çıkarma arzusunu göstermiş olması(32) bizim bu düşüncemizin haklılığını gösterir.
Sefine-i Evliyâ'da yer alan "... haremeyn-i muhteremeyni ziyaret şerefine mazhar oldu. Avdetinde Sema-zen başı Karamanlı Halid Dede Efendi'den meşk-i Semâ ile sema-zenler arasında kesb-i iştihar eyledi' ([187]) ifadesinden çileye girmeden önce, Mev­levi tarikatı usulünce sema çıkarttığını ([188]) ve meşhur sema-zenler ([189]) arasına girdiğini anlıyoruz ([190]l
1.1.1311 (13 Ocak 1896-27 Receb 1313) ([191]) tarihinde memuriyet hayatında çileye girmek için istifa etmiş; Divân'ında verilen bilgiye göre 1 Şa'ban 1313 (17 Ocak 1896)'de ([192]) de Yenikapı Mevlevî-hanesi'nde çileye başlamıştır ([193]l
Çileye başlangıcına şu tarihi düşmüştür:
"Düşdu dâl ikrârıma târih-i cevher Tâhir Matbah-ı Munlâda oldum çillekeş derviş ben
Kaynaklarda verilen bilgilerden çile, sırasında boş durmadığını; bir yandan Pazar­tesi günleri Şeyhi'nin odasında, Tunuslu Şeyh Mustafa Efendi'nin takrir ettiği Fütuhat-ı Mekki'ye derslerine devam ederken; aynı zamanda Kur'an ve Mağz-ı Kur'an ([194]) adlı eseri Farsça'dan tercüme ve Hilye-i Hazret-i Mevlana ([195]) adıyla bir manzumeyle bir­likte, bir çok gazel ve tevarih tanzim ettiğini öğrenmekteyiz ([196]).
Çile sırasında söylediği aşağıdaki kıta, levha haline getirilerek dergahın meydanına asılmıştır:
"Alem-i bâlâ-yı 'aşka per-küşâ olmak İçin Dâhıl-i meydân olub tennûre aç pervâza gel Hest-i mevhûmunu yakmak dilensen aşk ile Matbah-ı Molla'ya gir, kânûn-ı âteş bâza gel" ([197])
1001 gün devam eden çilesini ([198]) muvaffakiyetle tamamlayarak; aşağıdaki tarihi, çilesinin tamamlanışı münasebetiyle söylemiştir:
"Yazdı târihîn mücevher beyt ile kilk-i sürür
Olmasıyla vaz*-ı erkâma resîde çillemiz
Lutf-ı Molla oldukda müncilâ serde Tâhir
Feyz-i Hakla oldu encâmkresîde çillemiz
Çilesini tamamlaması üzerine Mevlevî usulüne göre ([199]) "dede" ünvanını almış ve tekkede, hücre (oda) sahibi olmuştur.
Matbahında çillekeş bir cart iken Kıldı sâhib-i hücre Mevlâna beni" ([200])
Çileyi bitirdikten sonra şeyhinden izin alarak "Tavâf-ı Kûy-ı Hüdâvendigar" niyetiyle; Eskişehir, Karahisar üzerinden Konya'ya giderek, Mevlana'nın türbesini ziyaret ederek, Uşak, Manisa, İzmir tarikiyle İstanbul'a dönmüştür ([201]).
Mevlana'nın türbesini ziyarette söylediği şiirlerden biri şöyledîr:
"Yüzüm mâlide-i hâk-i derindir Gözüm müştâk-ı vech-i enverihdir 'Atâyâ-yı füyüzâtıhla şâd et Der-i lütfuhda Tâhir çâkerindir" ([202]°)
İstanbul'a döndükten sonra bir müddet Yenikapı Mevlevî-hanesi'nde hücresine çekilmiş; ancak tekkede oturup vakıf lokmasına göz dikmektense, ekmeğini kendi eme­ğiyle kazanmak düşüncesiyle bir kitabevi açmak için şeyhinden izin istemiştir. Şeyhinin "Oğlum! Ben, seni Mevlevî şeyhi görmek isterdim madem ki böyle arzu ediyorsun öyle o!sun"([203]) diyerek izin vermesi üzerine, Tahir Dede Kütüphanesi'ni açarak kitapçılığa başlamıştır.
Yenikapı Mevlevî-hanesi neyzen başısı Cemal Efendi'nin vefatı sonrasında, Şeyh Celâleddin Efendi'nin Kâri-i Mesnevî'liği ve arası ra katipliğini ([204]) yapmış olan müellifin, bu görevlerinin ne kadar süre devam ettiği ile ilgili kaynaklarda herhangi bir bilgiye rast­lamadık. Bununla birlikte dergahla ilişkisinin devam ettiği de açıktır.
Çalışmamızın birinci bölümünde de belirttiğimiz gibi; T.Mevlevî'nin kitapçılık ya­parken çıkardığı, Resimli Gazete'nin idare tarafından kapatılması ve yayınevinin göze­tim altında tutulduğu sıralarda, Şeyhi tarafından idarenin baskılarına karşı müdafa edil­mesi ([205]); Nazime Sultan'ın yanında Vekilharçlık yaparken Mevlevî sikkesi giymesi ve "Dede Efendi" diye anılmasından ([206]) tekkeyle ve Mevlevîlikle olan bağının devam ettiğini söyleyebiliriz.
Şeyhi'nin H. 1326(1908)'da vefatından 72 gün sonra yerine geçen oğlu Abdülbaki Dede Efendi için, "Şeyh-i Cedidimizin makâm-ı meşihata ku'ûdünden sonra..." ([207]) ifa­delerini kullanmış olması da bu tarihten sonra da Tâhirü'i-Mevlevî'nin tarikatla bağının devam ettiğini göstermektedir.
Cerîde-i İlmiyye'de yayınlanan bir listeden; 1 Teşrin-i Sâni 1330 (14 Kasım 1914)'da müderrisliğe başlayan müellifin, tasavvufî mahiyetli vaazlar vermekle görev­lendirildiğini görmekteyiz. Bu listenin baş tarafında şu bilgiler yer almıştır:
"Mesâlik-i Celile-i Şüfiyenin esâsâtıyla ğâyât u mekaşıdı hakkında haftada birer sa'at va'z etmeleri Meclis-i Meşayihce tensîb ve makâm-ı ‘âlî-i hazret-i fetvâ penâhîce tasvîb buyurulan zevât-ı kirâm ile va'z eyleyecekleri tekâyâ-yı şerife ve eyyâm ve leyâli- i mahsusaları:
18.ci merkez Kasımpaşa Mevlevî-hanesi'nde Tâhirü'l-Mevlevî, Pazar vakt-i zuhr"
Bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi; tasavvufî çevrelerde itibar görecek ve Meclis-i Meşayih tarafından, tasavvufun esaslarını anlatma hususunda ehil görülecek dere­cede bu sahada müktesebata sahip olan T. Mevlevi'nin, bu vaazlarının ne kadar müd­detle devam ettiğine dair kaynaklarda bir bilgiye rastlayamadık.
O, Kasımpaşa Mevlevî-hanesi'nde verdiği vaazlarda daha çok, mesnevî-han ola­rak Mesnevî'yi açıklayıcı mahiyette Laleli ve Fatih camilerindeki dersleriyle şöhrete ulaşmıştır. Kasımpaşa Mevlevî-hanesindeki vaazlarının başladığı tarihten yaklaşık beş yıl sonra; Konya Mevlana dergahı postnişini Abdülhalim Çelebi tarafından mesnevî-han destan ([208]) sarma icazetnamesi verilen Tâhirü'l-Mevlevî, bu icazetnameyi aldıktan 7 ay sonra Mesnevi takririne başlamıştır.
Abdülhalim Çelebi tarafından verilen icazetname şöyledir:
"Dâhil-i tarikü'z-zevk ve'l-vîcdân, sâlik-i meslekü'ş-şevk ve'l-irfân rûh-ı pür-fütûhum arefetlu Muhammed Tâhirü'l-Mevlevî Dede Efendi dâme feyzuhû tahiyyât-ı vâfiye ve teslîmât-ı sâfiye iblağiyle inhâ olunur ki fıtrat-ı zatiyyenize mevhibe-i Rabbanî ve tev- fikât-ı samedânî olan fazi u irfân-ı hakîkîniz icabınca ceddi emcedim kutb-ı arşü'l-hilâfe ve şems-i semâür-re'fe kıbletü'l-ârifin ve Ka'betü't-tâifin sultanu'l-kâmilin vâris-i ekme- lü'l-mürselîn Cenâb-ı Meviâna Celâleddin azzema'llâhu zikruhu ve radıyallahu anhu efendimiz hazretlerine ezelî ve ebedî intisâbla tarîkat-ı âliyemize der-kâr olan rabıta ve teslimiyet ve kıdeminize binâen nisbeten ve tarikaten dâi-i fakire mevrûs ve mevhûb icâze üzerine mesnevî-hanlara mahsus olan destâr-ı şerif misillû kenarı açık destâr-ı şerif sarınmağa bu kerre tarafımızdan destur ve icâzet verilmiş olmağla eyyâm ve leyâli-i mübareke ve resmiyyede hame-i fezâil-allâmenizi tâc-ı imâme-dâr-ı evliyâullâh ile tezyîn ve tenvîr eyliyesiz. Bâki veffakinallâhu ve iyyâküm ve'l-hamdulillah ve selâmün alâ ibadihi'llezine istafa fi cümadilulâ sene ihda ve erbâin ve selâse mie ve elf Câ-nişin-i Hazret-i Mevlânâ Mesnevî-hân eş-Şeyhü'l-Fakir Abdülhalim bin Hazret-i Meviana "
Tâhirü'i-Mevlevî, Fatih Camii'nde Mesnevî takrir eden Karahisarlı Ahmet Efendi'nin 5 Ramazan 1341 (21 Nisan 1923)'de vefat etmesi ile boşalan, Fatih Camii'ndeki Mes­nevî derslerini, dostlarının ısrarlı istekleri sonucu kabul ederek; 7 Muharrem 1342 (20 Ağustos 1923)'de Mesnevî takririne başlamış ve Hatırat'ında ilk dersi ile ilgili aşağıdaki bilgileri vermiştir:
"İlk derste epeyce dinleyici vardı. Sonraları müdavim ve mütezayid bir cemaat peyda oldu. Ankaravî'nin şerhini esas ittihaz ediyor; beyitleri o esas dairesinde ve anla­yabildiğim kadar tercüme ve şerh ediyordum. Mesnevî'ye hiç taalluku olmayan ictimâî ve siyasî tenkitlere kalkışmıyordum. Bundan dolayı idi ki dersimde sivil ve resmî zâbıta memurları bulunup, dinledikleri halde muâhezeyi mucip bir şey görmüyorlardı." ([209])
Fatih Camii'ndeki bu Mesnevî dersleri; önceleri Pazartesi günleri ikindi namazın­dan sonra okutulurken, sonra Salı gününe alınmış ve müellifin istiklal Mahkemelerine sevkedildiği tarih olan 7 Kanun-ı Evvel 1341 (7 Aralık 1925)'e kadar devam etmiştir t[210]). Hatırat'taki bilgilerden bu derslerin, Ümmü Gülsüm adındaki bir kadının yıllık 1200 kuruş vakfiyesi gereğince okutulduğunu ve müellifin de iki defa bu vakfiyeden ücret aldığını öğrenmekteyiz ([211]). Daha önce de geçtiği gibi, vakıf lokması yememek için Yenikapı Mevlevî-hanesi'nden iki defa ücret almış olması bir zorunluluk neticesi olmalıdır.
Zaten müellif; bu derslerin resmen uhdesine verilmesi için, derslerin başlangıcın­dan iki yıl sonra, 1341 (1925) tarihinde Diyanet işleri Başkanlığı'na dilekçe yazarak mü­racaat etmiş ve müracaatı olumlu karşılanarak resmen bu dersler uhdesine tevcih edil­miştir. Hatırat'ında yer alan ifadelerden, derslerin başlangıcından iki yıl sonra kendisine resmen verilmesini istemesi nedeninin; imam ve vaizlere verilen sarık sarma izninden faydalanmak olduğunu anlıyoruz (63).
Ayrıca Fatih Camii'ndeki Mesnevî dersleriyle ilgili, Ümmü Gülsüm Hanım vakfı mesnevî-hanlığının resmen müellife tevcihi için Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Ahmed Celaleddin Efendi de, İstanbul Müftülüğü'ne aşağıdaki dilekçeyi yazmıştır:
"İstanbul Vilâyeti Müftülüğü Cânib-i Fâzılânesine
'Uhde-i dervişânemde bulunan Meşnevî-hanlık dolayısıyla Istânbul ve civârında vâkif selâtin-i mâziye ve vüzerâ cevâmi-i şerifesindeki Meşnevî-hanlık cihetlerinin inhilâlinde mevleviyyeden ehil ve erbâbını inhâ bin iki yüz dokuz Saferinin onuncu günü sâdır olan fermân muktezasından bulunmağla Fâtih Câmi'i şerifinde merhûm Ümmü Gülsüm Hanım vakfından Meşnevî-hanlık ciheti elyevm mahlûl bulunduğundan iki seneyi mütecâviz câmi'i- şerif-i mezkûrda Meşnevî-i Şerif tedrisiyle kifâyeti müberhen ve ehliyet u liyâkâtı nezd-i fâzılânelerinde dahi müsellem olan efâzıl-ı 'urefâdan Mehmed Tâhirü’l- Mevlevî Efendi dâ'ilerine tevcîh buyurulmasını hasbe’l-vazife inhâ ve niyaz eylerim efendim.
Galata Mevlevîhânesi Post nişîni ve Mesnevi-hânı
es-Seyyid Ahmed Celâleddin 26 Ağustos 341    M ([212])
istiklal Mahkemesi'nde yargılanmak için gözaltına alınmasıyla kesilen Fatih Camii'ndeki Mesnevî dersleri, beraati sonrası yeniden başlamamıştır. Zaten 30.11.1341 (1925) tarih ve 677 sayılı kanunla tekkeler de kapatıldığı için ([213]) tarikat faaliyetleri de sona ermiştir. Müellifin bundan sonraki tasavvufî faaliyetleri hakkında kaynaklarda bir bilginin olmaması, o günün şartlarında tasavvufî faaliyet yapacak ortam bulunmamasındandır diyebiliriz.
Çalışmamızın birinci bölümünde ifade ettiğimiz gibi, annesinin 8 Haziran 1928 ta­rihinde vefatı üzerine; mezarının başında, Mevlevî usulüne uygun olarak gülbank çekil­miş olması, ([214]) tarikatların kapanmasından sonra da müellifin, Mevlevî tarikatıyla ve Mevlevî çevrelerle gönülbağı ve ilişkisinin devam ettiği anlamına gelebilir.
Tâhirü’l-Mevlevî'nin, Fatih'teki Mesnevî derslerinin 7 Aralık 1925 tarihinde kesil­mesinden yaklaşık 23 yıl sonra, Süleymaniye Camii'nde 29 Mayıs 1948'den itibaren ye­niden Mesnevî dersleri başlamıştır. Bütün rahatsızlıklarına ve yaşının ilerlemiş olmasına rağmen, haftada bir gün (Cumartesi) bu derslerini vefatına kadar devam ettirmiş ve en meşhur eseri olan Şerhi Mesnevî böylece meydana gelmiştir ([215])
Süleymaniye Camisi'ndeki Mesnevî-hanlık görevinin müellife verilişi şöyle olmuştur:
Süleymaniye Camii'nde Kubad Çavuş vakfından olan Mesnevî-hanlık cihetinin eh­line verilmesi için, müellifin de mümeyyiz olarak görev yaptığı bir imtihan yapılmış; ancak
hiç kimse bu imtihanda başarı gösterememiştir. Bunun üzerine bazı kimselerin teşviki ile bu göreve Tâhirü'l-Mevlevî'nin talip olması üzerine, imtihanda başarısız olanlardan, İla­hiyat Fakültesi mezunu olan ve vaizlik yapan Cemaleddin adında bir kişi; bu görevin, İlahiyat Fakültesi mezunu ve vaiz olması dolayısıyla kendisinin hakkı olduğunu söyleye­rek, Vakıflar Baş Müdürlüğü'ne müracaat etmiştir. Bununla da yetinmeyen vaiz Cema­leddin, müellife de birkaç tane mektup yazarak bu görevi kabul etmemesini istemiş ve müellifi müracaatından vazgeçirmeye çalışmıştır ([216]).
Bu gelişmeler üzerine İstanbul Vakıflar Baş Müdürlüğü'ne 10.12.1947 tarihli bir di­lekçe yazan müellif, bu görevi fahrî olarak, hiç para almadan ifa etmek istediğini bildirmiş ([217]) ve bunun üzerine görev kendisine tevcih edilmiştir.
Söz konusu dilekçede Mesnevî-hanlık ile vaizliğin farklı şeyler olduğunu, Mes­nevinin bazı hususiyetleri ve icazet silsilesi bulunduğunu vurguluyarak, konuyla ilgili kendi durumunu şöyle açıklamıştır:
"Abdi âciz:
Mesnevî-han meşhur Selanik'li Mehmed Es'ad Dede Efendi'den Mesnevî takri­rine mucazım.
Konya'daki Mevlana dergahı Şeyhi Merhum Abdülhalim Çelebi Ef. tarafından, Mesnevî-hanlık Destarı sarmaya mezunum
Yenikapı Mevlevî-hanesi Şeyhi Mehmed Celâleddin Dede Ef.nin dersinde se­nelerce (Kari-i Mesnevîlik) hizmetinde bulundum.
Üçüncü Sultan Selim devrinde (A'lem Bil-Mesnevî) ünvanıyla bir cihet ihdas ve bu cihet, Şeyh Galib Ef. merhuma tevcih olunup, mesnevî-hanların onun inhasiyle tayini usul ittihaz edilmiş ve cihat kalemine kaydı icra olunmuş. Yakın zamanlarda (A'lem Bil- Mesnevî)lik ciheti Galata Mevlevî-hanesi Şeyhi Merhum Ahmed Celâleddin Ef.ye tevcih olunmuştu. Bendeniz de, fazileti resmî bir cihetle teeyyüd eden merhum tarafından Ka­sımpaşa Mevlevî-hanesi Mesnevî-hanlığı için inha edilmiştim.
İstanbul müftüsü merhum Fehmi Ef.nin vermiş olduğu vesika ile iki sene Fatih Camii'nde Mesnevî okutmuştum.
Hâlâ da camilerde fahriyyen tefsir, hadis ve Mesnevî'den va'zetmeye Diyanet İşleri Riyaseti'nin müsadesiyle izinliyim.
Mesnevî'ye bir şerh yazmaya başlayıp, ikinci cildin yarısına kadar geldim'' ([218])
Bu bilgilerden de açıkça anlaşıldığı gibi; T. Mevlevî'nin H.1312 (1894) tarihinde ta­rikata intisabı sonrası yaptığı vazifeler; Kâri-i Mesnevîlik ve Mesnevî-hanlık olmuş ve bu görevleri de büyük bir liyakatla yerine getirmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî, Mesnevî takririnin nasıl yapılacağı ile ilgili olarak; "Mesnevî, ders olarak okutulur. Ve tedris esnasında konuya ait avamızın hal ve izahına çalışılır. Saded dışına çıkılmaz. Meselâ; 'Ez nefirem, merd ü zen nalide end' mısrası vesile ittihaz edile­rek, bu kadınların hali de nedir?' gibi, Mesnevî'nin taallûk eylemediği konulara girişilmez" demesine rağmen hayatının son yıllarında yapmış olduğu, 29 Mayıs 1948'de Süleymaniye'de başlayıp daha sonra Laleli Camii'nde devam eden Mesnevî dersleri, önceki derslerinden farklı olmuştur. Çünkü bu derslerde; Fatih'deki derslerde değinme­diğini ifade ettiği ([219]) siyasî ve içtimâî konulara da yer vermiştir.
Selâm Yayınları tarafından 14 cilt halinde basılan ve müellifin Mesnevî derslerin­deki takrirlerinde tuttuğu notlardan oluşan Şerhi Mesnevî adlı eserde yaptığımız ince­lemede, müellifin bu derslerde değindiği bazı siyasî ve İçtimaî konuları şu şekilde tesbit ettik:
Tâhirü'l-Mevlevî, İslâm dininde reforma ihtiyaç gösterecek hiçbir husus olmadığı inancındadır. Çünkü din, bir vaz'-ı İlahî olduğu için onun hükümlerinde tenzilat veya tebdilât yapmak kimsenin haddi değildir. Din ya olduğu gibi kabul edilir, ya da reddedilir.
O, dinde reform taraftarı olan ve dinin ahkamını değiştirmeğe kalkanları "ukala" olarak niteliyerek şöyle eleştirmiştir:
"Beş numara elektrik lambası kadar aydınlığı olduğu halde, münevver geçinen bazı ukalâ da Luter'in hırıstiyanlıkta yaptığı gibi, dinde reform yapmak istiyorlar. Vaz'-ı İlâhî olan bazı ahkâmın değiştirilmesi lazım geldiğini iddia ediyorlar; ezanın Türkçe okunması, namaz kılarken Kur'an’ın aslı değil, tercemesinin okutturulmak istenilmesi, o reformun mukaddemâtı cümlesindendi. 'Batıl saldırır, sonra muzmahil olur1 kelâmı mücebînce o bâtıl hareket de bir müddet sürdükten sonra def olup gitti. O gidişin hâlâ matemini tu­tanlar var. Düşünmüyorlar ki Luter; hıristiyanlığın esaslarına hattâ teslis akidesine do­kunmamış, papazların halk üzerindeki tasallutuna, para mukabilinde cennetten arazî satmalarına ve saireye itiraz etmişti. Elhamdülillah dinî esaslarımızda değiştirilmesine luzum görülecek birşey yoktur.''([220])
"Bu ukala taslâkları bilmelidir ki, din bir Vaz'-ı İlâhî'dir, yeni tabirle Allah'ın bir müessesesidir. Onun esas hükümlerinde hiçbir vakit değişiklik olamaz. Tenzilât ve tebdilat ile meydana getirilecek bir meslek, belki ahmakları celbedecek bir mezheb olur. Fakat müslümanlıkla bir alakası bulunmaz. Medeniyetten bahsolundu mu, inkılab prensiple­rinden söz geçti mi "ya hep, ya hiç" diyorlar. Ezân-ı Muhammedi'nin aslına ircâı dolayısıyla:
- Atatürk'ün prensipleri bozuluyor! diye az mı yaygara edildi?
Doğru yapılmamış bir hareketin düzeltilmesine tahammül edemiyen bu gayretkeş­ler, Allah’ın emir ve Peygamberin tebliğ eylemiş olduğu hükümlerin değiştirilmesinde beis görmüyorlar.
Madem ki Avrupa medeniyyeti "Ya hep, ya hiç" imiş. Müslümanlık da böyledir. Ya ahkâmının hepsini tasdik ve tatbik etmeli, yahud hiç biriyle alâkadar olmamalı, İslâm camiasından çıkılmalıdır..." ([221])
Bu şekilde, dinde reform yanlılarını eleştiren müellif, dinde reforma kesinlikle karşı olduğunu açıklamıştır.
Tâhirü'l-mevlevî, Mesnevî Şerhi'nde toplumsal yapımızdaki bozulmanın en bariz örneklerinden olan Noel kutlamalarını da eleştirmiş; Müslümanların yılbaşının, Peygam- berimiz'in hicret olayının meydana geldiği 1 Muharrem olduğunu belirterek, Avrupa'nın körü körüne taklidine şöyle karşı çıkmıştır.
"... mahza AvrupalIları maymuncasına taklid etmek fikriyle o gece çam ağacı dik­mek, dallarına çocuklar için hediyyeler asmak ve mumlar yakmak, sonra bu hediyyeleri Noel Baba getirdi diye ma'sum çocukları aldatmak, yine o gece "adetâ çıplak kadınlara sarılıp zıp zıp sıçramak tam gece yarısında mum söndürmek ve karanlıkta türlü kepazelik etmek, yutmak hırsıyla kumar oynayıp yutulmak, sonra da böyle sefahet yerleri sahihle­rine kaz gibi yolunmaktan her biri, bir habise, hepsi de habisâtdır."([222])
Tâhirü'I-Mevlevî'nin, Mesnevî Şerhinde değindiği İçtimaî ve siyasî konulardan biri de dil konusudur. Dili, insanların anlaşması için bir araç olarak görmüş; dildeki yabancı­laşma ve Dil Kurumu’nun uydurduğu kelimeler dolayısıyla nesiller arasında kopukluk meydana geldiğini ifade ederek şunları söylemiştir:
"Lisan bilmenin faydası vardır. Zararı ve günahı yoktur. Bir adam kaç lisan bilirse o kadar insan sayılır.
Muhterem okuyucu; çocuklarınızın lisan öğrenmelerine himmet ediniz, hatta eski yazımızı onlara öğretiniz. Çünki şimdi eski yazıyı okuyabilmek ayrıca bir dil bilmek gibi oldu"*[223]).
Görüldüğü gibi müellif, dil öğrenmenin yanısıra OsmanlIca öğrenmeyi de tavsiye ve teşvik etmiştir ki; bugün Osmanlıca bilmek Milli kültürümüzün hâzineleri olan eserlerin günümüz nesline aktarılmasında en önemli anahtardır.
Tâhirü'I-Mevlevî'nin Şeyhi, Yenikapı Mevlevî-hanesi postnişini olan Mehmed Celâleddin Dede Efendi'dir.
Kaynaklarda verilen bilgilere göre Yenikapı Mevlevî-hanesi Şeyhi Osman Salahaddin Dede Efendi'nin oğlu olan bu zat, 8 Rebiülevvel 1265 (1 Şubat 1849)'de adı geçen Mevlevî-hane de dünyaya gelmiştir ([224]).
Annesi; attar Hacı Tahir Efendi'nin kızı Hacı Münire hanımdır. Kaldırımî Zade İs­tanbullu Ahmed Efendi'den Kur'an ve tecvid okuduktan sonra; on iki yaşında Davut Paşa Rüşdiyesi'ne başlayarak Molla Cami'ye kadar okuyarak ilmini ilerletmiştir. Daha sonra Mustafa Naili Efendi'nin kızı Nazife hanım ile 1283 (1866) tarihinde evlenmiştir.
Babasından Mesnevî ve Fususu'l-Hikem okumuş, Fatih Camii'nde Kovacılar şeyhinin eniştesi, Küçük Efendi Tekkesi Şeyhi Hafız Galip Efendi, Filibeli Mahmud Efendi gibi âlimlerden tasavvurat, tasdikat, şerh-i akaid, meani gibi ilimleri tahsil etmiştir ([225]). Ayrıca Tunuslu Mustafa Efendi'den Buharî ve Fütuhat-ı Mekki'ye tahsil etmiş ve Şazelî şeyhi olan bu zattan Şazelî tarikatı hilâfeti almıştır ([226]°).
Babasının ihtiyarlığı dolayısıyla inzivaya çekilmesiyle 1286 (1869) tarihinden itiba­ren, Konya Mevlana dergâhı postnişini Safvet Çelebi'nin izniyle babasına ve kaleten icra-yı mukabele ([227]) ve İsm-i Celâl okumaya başlamış ve 18 Cemaziyü'l-evvel 1304 (13 Şubat 1887) tarihinde babasının vefatı ile yerine Yenikapı Mevlevî-hanesi postnişini olmuştur.
Eskişehir Mevlevî dergahı postnişini Hasan Hüsnü Dede Efendi'den (R.Evvel 1305 (21 Kasım 1887)'de Mesnevî icazetnamesi; Zilkade 1312 (Mayıs 1895) tarihinde İmdâdullâh Fârûkî hazretlerinden Çeştiyye tarikatı hilâfeti, Trablusgarb'lı Mustafa Efen­di'den Kadiriyye tarikatı hilâfeti almıştır.
Şeyhiyle ilgili bir kitap yazan T.Mevlevî; onun, Mevlevîliğin zerafet ve fazilet timsali, mekârim-i ahlak numunesi, şeriata ve tarikat adabına son derece riayetkar sebat ve metanet örneği olduğunu belirttikten sonra, kendisi üzerindeki tesirini şöyle ifade etmiştir:
"O zât-ı muhterem, o vücûd-ı mükerrem bnim rehber,i hakikatim, şeyh-i peygâmber-i sîretim idi. Henüz nev-niyâz bir çile-güzîn olduğum sırada ilk lem'a-i hürri­yeti o mişkât-ı nûrânîden almış, o sîrâc-ı vehhâcın eş‘a-i dil-fürûzıyla zulûmât-ı ğafletden uyanmışdım. O ‘ârif-i ekber o derece tevazu‘perver idi ki, ekşer-i evkât bu 'abd-i ‘âcizle uzun uzun mükâlemeler eder ve nikât-ı hikmet-’âmiziyle beni îkâza gayret eylerdi.” ([228]).
Şeyh Celaleddin Efendi postnişîn olduktan sonra, babasının okutmaya başladığı haşiyeli ve kayıtlı Mesnevî-i Şerifi takrire devam etmiş, vefatından birbuçuk yıl önce başlayan hastalığının İlerlemesi üzerine son zamanlarında Mesnevî takririne son vermiştir ([229]).
Kaynaklardaki bilgilerden ([230]), mûsikîde de üstad olduğunu ve çok güzel tanbur çaldığını öğrendiğimiz Şeyh Celâleddin Efendi; musikî ilminin nazariyatındaki üstünlü­ğünü tamamen kendi gayreti ve okuması sonucu elde etmiştir.
Şiirle de meşgûl olarak, az sayıda şiir yazmış ve şiirde "Şeyhî" mahlasını kullan­mıştır^[231]). Tâhirü'l-Mevlevî, şeyhiyle ilgili kitabında Celâleddin Efendi'nin şiirlerinden bazı örnekler vermiştir. Bu örneklerden bir gazeli şöyledir:
"‘Âşık hemîşe nâle vü âh eylemek gerek
Yârin yolunda cismi tebâh eylemek gerek
Cân vermeyince şâhid-i ‘aşk eylemez zuhûr
Başın fidâ-yı 'arbede-gâh eylemek gerek
Düşdü hevâ-yı dâne-i ruhsâra murğ-ı dîl
Pâbest-i kaydı zülf-i siyâh eylemek gerek
Gönlüm asıldı kaldı ser-i târ-ı perçeme
Girdi hatâya verâse-i günâh eylemek gerek
Derk eylemez hakâiki her vaşla pûş olan
Ser pûşi Mevlevîyi külâh eylemek gerek
Ser-menzil-i hakîkata ermek diler isefi
Dergâh-ı pîri-pûşJt u penâh eylemek gerek
Şeyhî cenâb-ı ’'Ahkar-ı ‘ışk âşinâ gibi
Bir Mevlevi'yi hem-dem-i râh eylemek gerek"
Şeyh Celâleddin Efendi yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ömrünün son birbuçuk yı­lında hastalanmış ve 20 yıl ([232]) asaleten Şeyhlik yaptıktan sonra 61 yaşında iken, 30
R.Ahir 1326-17 Mayıs 1324 (30 Mayıs 1908) tarihinde Cumartesiyi Pazara bağlayan gece saat 1 sıralarında vefat etmiştir ([233]).
Cenaze namazı Koca Mustafa Paşa dergahında kılındıktan sonra, Yenikapı Mev- levî-hanesi'nde babası Şeyh Osman Salahuddin Dede Efendi'nin yanında toprağa verilmiştir ([234]).
Tâhirü'l-Mevlevî, şeyhinin vefatına son derece üzülmüş ve herkes dağıldıktan sonra, mezarın başında şu şiirle üzüntüsünü dile getirmiştir:
Beni de nezdine celbet Şeyhim Yaşamak gayrı bana verdi melal Ne içün böyle yetîmin kalayım Eylemezdin beni asla ihmâl Pâyini öpmüş iken kabrine 'âh Olayım böyle revâ mı rû-mâl" ([235])
Şeyh Celâleddin Efendi'nin vefatı üzerine birçok tarihler düşürülmüştür. Tâhirü'l- Mevlevî de aynı şekilde tarihler düşürmüş ve bunları şeyhi ile ilgili kitabında kaydetmiştir. Bu tarihlerden birisi şudur:
"Gûş edib neyden nevâ-yı (irci'î)
Etdi Şeyh-i Mevlevî 'azm-i Cemâl
Bendesi Tâhir dedi târihini
Verdi cânın mürşid-i a'zam Celâl
1326
Şeyh Celâleddin Efendi'nin vefatından sonra yerine postnişin olarak, oğlu Abdül- bakî Dede Efendi geçmiştir ([236]).
Tâhirü'l-Mevlevî, daha önce de ifade ettiğimiz gibi çok genç yaşta tarikata intisap etmiştir. Ancak o, tarikata intisabı öncesinde girdiği tarikat hakkında sağlam bilgiler edinerek; araştırması sonucu ve taklidî değil, tahkikî olarak bu yola sülük etmiştir ([237])
Tasavvufî yola girdikten sonra da, bu konudaki bilgisini sürekli ilerleten müellif, ta­savvufla ilgili konularda görüşlerini, en önemli eseri sayılan Şerh-i Mesnevî, Mesnevî'nin Eski ve Yeni Mu'terizleri gibi eserlerinde ortaya koymuştur. Biz çalışmamızın bu bölümünde, müellifin konuyla ilgili görüşlerinden bazılarını aktarmak istiyoruz. Böylece onun tasavvufî şahsiyetinin daha iyi tebarüz edeceği kanaatindeyiz.
Tâhirü'l-Mevlevî'ye göre tasavvuf; kaynağı nakil, yani Kur'an ve sünnet olan ([238]) dervişlik irfan ve zevkinden bahseden bir ilimdir ([239]) O, Islâm tasavvufunun, Yunan fel­sefesinden mülhem olduğu iddiasını, "Felsefe başka, hikmet-i İslâmiyye demek olan ta­savvuf başkadır. Birinin, yani felsefenin menbâ'ı akıldır. Öbürünün yani tasavvufun me'hazı Kuran ve Hadistir" diyerek reddetmiştir.
Ona göre Islâm tasavvufu; "Bir kimseye hikmet verilmişse ona birçok hayır veril­miştir" ([240]) ayetindeki Kur'an ve hadisten istinbat olunan hikmet üzerine bina kılınmıştır
Tasavvuf ehlinin, mutasavvıf, sofî ve sâfî olmak üzere, üç derecesi olduğunu be­lirten ([241]°) T. Mevlevi'ye göre; tasavvufu ilim olarak bilenler Mutasavvıf, zevk olarak an­layanlar ise safî'dir ([242]). Sofî, vakit neyi gerektiriyorsa onu yapan, bugün yapılacak işi yarına, şimdi yapılacak işi, biraz sonraya bırakmayan yani Ibnü'l vakt olan kimsedir. Sofî'den yüksek olan sâfî ise, halden ve vakitten feragat eden; vakte değil, vaktin ken­disine tâbî olduğu kimsedir ([243]).
Şeriat ve tarikatın birbirinden farklı şeyler olmadığını kabul eden Tâhirü'l-Mevlevî, şeriatla tarikat arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamıştır:
"Dinin usul ve esası şeriatdır. Çünkü ona dayanır. Şeriatın esası da tarikatdir. Çünkü nasihatden ve bilmekten garaz; tatbikdir. İlimden maksat amel olduğu gibi, şeri- atden matlub olan da tarikatdır. Zira şeriat, öğrenmek; tarikat ise, yapmakdır. Meselâ namaz kılarken başına bir şey giymenin sünnet olduğunu bilmek, şeriatdır; başı kapalı namaz kılmak ise tarikatdır. Rasulullah Efendimiz, ihramda bulundukları zamandan başka vakitlerde başı açık namaz kılmamıştır.
Tarikatın esas maksadı ise; hakikatdir. Zira tarikatdan gaye; hakikata ermektir."
(103)
Tarikat ve tasavvuftan maksadın hakikate ermek olduğunu belirten T.Mevlevî, bunun için bir mürşid-i kamile bağlanmanın mutlaka gerektiğini Şerh-i Mesnevî adlı eserinde defaatle zikretmiştir. Tasavvuf; kâl ilmi değil hâl ilmi olduğu için, onun okumakla bilinemeyeceğini, yaşanması gerektiğini ve bunun için de bir mürşid-i kâmile bağlan­manın elzem olduğunu şöyle ifade eder:
"Sofiyyenin irfânı; bilmekten ziyade, tatmak olduğundan, yalnız tasavvuf kitaplarını okumakla iktifa edip seyr ü sülükta bulunmayanların öğrendikleri kîl ü kâlden ibâret kaldı. Ömründe şeker yermemiş bir kimsenin şekerin tatlı olduğunu bilmesine döndü. Binâenaleyh sofiyye eserlerini okuyup da yanlış- doğru bazı şeyler öğrenmek doğru de­ğildir. Kamil bir mürşidin terbiyesiyle seyr ü sülükta bulunup ilmi zevke tebdil eylemek elzemdir" ([244])
O, müridi hastaya, mürşidi ise hekime benzeterek, hastanın hekimin tavsiyelerine uyması sonucu şifa bulması gibi; müridin riyazat ve mücahede tavsiyelerine uyarak manevî hastalıklardan kurtulabileceğini belirtir ([245]).
"Bıçak sapını yontamaz; diye bir darb-ı mesel vardır. Evet kılıç bıçak gibi kesici âletler başka şeyleri kestikleri halde saplarını yontamazlar. Bunun gibi hasta ve yaralı adam da kendini iyi edemez. Öyle bir adamın doktora, bir operatöre müraceatı lâzım gelir. Ahlak hastası ve ma'nen yaralı olanların da tasfiye-i ahlâk hekimi bulunan bir mürşide ilticâsı gerektir" ([246]).
Yola çıkan bir kişinin nasıl iyi bir kılavuz bulması gerekirse; müridin de bağlanacağı kişinin mürşid-i kâmil olduğunu araştırması gerektiğini ve sahte şeyhlerden kaçınılması­nın lüzumunu şöyle ifade etmiştir:
"Demek ki;
Her tac giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın? mısrasında gösterilen her şeyh taslağı mürşid olamıyor. Halis bir tâlib birine intisâb edecek olursa bilmediği bir yolda kör bir kı­lavuza uymuş ve nihayet bir uçuruma yuvarlanmış olur. Bu mezlekaya düşmemek için intisâb edilecek zâtın ahvali tedkik edilmeli, acaba hakiki mürşid mi, yoksa şartlatan mı? araştırılmalıdır." ([247])
Tasavvufta, nefisle mücadele etmek cihad-ı ekber (en büyük cihad) olarak nite­lendirilmiştir. Çünkü nefis görünmeyen bir düşman olduğu için onunla mücadele etmek zordur. Tâhirü'l-Mevlevî bu durumu şöyle açıklamıştır:
"Hadis-i Şerifte, "Düşmanların en adâvetlisi derûnundaki nefistir" buyurul- muştur. Evet, insana kendi nefsi, yine kendi için en büyük ve en müdhiş bir düşmandır. Nefsin ihtirası olmasaydı bir hırsız habse girmez, bir katil siyânet ipine çekilmezdi. Nefis öyle bir düşmandır ki pusuya girmiş haydutlar gibi insanın içinde saklanmıştır. Dâima yeni yeni heveslerle sahibini helâke kadar sevkeder"([248]).
"Evet, Nefs, düşmanların en adâvetlisidir. Çünkü insana en yakındır. Tıpkı bir ev dahilindeki hırsıza benzer. Evin kapısı kilitlenir, pencerelerine demir parmaklık takılır. Hâricden yapılacak bir taarruza karşı ihtiyatlı bulunulur. Fakat hırsız ya dâhilden olursa, ma'azallah ya âile efradından bulunursa? Onunla uğraşmak, onu o kötü huyundan vaz­geçirmek ne kadar müşkildir. Bu böyle olduğu gibi nefsi İslah için çalışmak ve yola ge­tirmek de pek zordur..." (109).
"Cihâd: Uğraşmak demektir. Bundan dolayı düşmanla harb etmeye cihâd denil­miştir. Cihâd, asgar ve ekber, yâni küçük ve büyük diye ikiye ayrılmıştır. Cihad-ı asgar; düşmanla, cihad-ı ekber, nefisle uğraşmaktır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz; bir gazâdan avdet ederken; "Cihâd-ı asgardan, cihâd-ı ekbere dönüyoruz" buyururdu. Çünkü nefisle uğraşmak, en çetin bir düşmanla çarpışmaktan zordur. Çünkü düşmanla çarpışmak hayatın birkaç gününe münhasırdır. Nefisle mücahede ise bütün bir ömür müddetince devam eder." ([249]°)
T. Mevlevî, nefisle mücadelenin zorluğunu bu şekilde tesbit ettikten sonra, bu mü­cadelenin yolunu, başarı için gerekenin ne olduğunu şöyle açıklamıştır:
"Düşmanla uğraşacak bir askerin vazifesi, kumandanı tarafından; derdle uğraşacak bir hastanın hareketi, hekimi tarafından tâyîn edildiği gibi; Hak yolunda ilerleyecek bir sâlikin mücahedesi de, mürşid-i kâmil tarafından tayin olunur. Kendi kendine ve kitabdan okumak suretiyle mücâhedeye kalkışan bir kimse, aklına estiği gibi hareket eden bir as­kere, kendi kendine tedâviye çalışan bir hastaya benzer ki, tehlikeli bir işe girişmek, belki de tehlikenin tam ortasına düşmek olur" ([250])
Nefisle mücahedenin kazanılması ve nefsin öldürülmesi için onun arzularına mu­halefet etmek, isteklerini yerine getirmemek gerektiğini ifade eden ([251]) Tâhirü'l-Mevlevî, bunun için az yemeyi ve oruç tutmayı ([252]) tavsiye eder.
Nefisle mücadelenin zorluğunu, bunun için mutlaka mürşid-i kâmile ihtiyaç oldu­ğunu belirten Tâhirü'l-Mevlevî; nefis mertebeleri ile ilgili olarak ise şu tasnifi yapmıştır:
"Erbabının malumudur ki, nefs-i İnsanînin emmâre, levvâme, mutmeinne, râziye ve merziyye isimli birtakım dereceleri vardır.
Emmare: Bizim gibilerdeki nefsin sıfatıdır ki sahibine mübalağa ile emreder ve dâima yasaklar tarafına sürükler.
Levvame: Emmareliği tamamen zâil olmamakla beraber, ara sıra nedâmet eden ve sahibini yasaklara yönelmekten ayıplayan nefistir.
Şeyh Sadi Gülîstân'ında yazar ki:
Dervişin biri bir gün, yalnız başına oturup, Şeyhin: "Ey elli yaşına girdiği hâlde henüz gaflet uykusundan uyanmayan; şu anda dört beş günlük ömrün kaldı; bâri o günlerin kıymetini bil de Allah yoluna sarfet." beytinin meâlini düşünüyormuş. Nefs-i levvâme lisan-ı hâl ile kendini levme başlamış: Elli yaşına girdin, hâlâ adam olmaya ka­biliyet göstermedin şimdiden sonra mı insanlık derecesini bulacaksın? Heyhat! demiş. Adamcağız tabii ki mahzun olmuş, acı acı nedâmet yaşları dökmüş. O esnâda kalbine bir ilham gelmiş: Allah'ın birliğini, peygamberin doğruluğunu tasdik ediyorsun, kimseye fenâlık etmemeye çalışıyorsun. Hırsız, kanlı, kâtil, muhtekir ve mürtekip değilsin. Yapa­mayacağın bir iş başına geçip de insanların hukukunu zarara uğratmıyorsun. O halde Allah'ın rahmetinden niçin ümid kesiyorsun demiş. İşte bu da nefs-i mülhime dir ki, sa­hibine bazı hayırlı âmeller ilham eder.
Mutmainne: Allah'ın tevfikiyle sekînet ve yakine mazhar olup ıztırabdan kurtulan nefisdir.
Râziye: Gerek başkaları gerek kendi hakkında zuhur edecek kazâ hükümlerine tamamen rızâ gösteren, keşki şu şöyle olsaydı, bu da öyle olsaydı diye itiraza kalkışmayandır.
Merziyye: Allah'ın rızasına nâil olan nefs-i nefisdir.
Ayet-i Celideki hitab-ı İlâhî, o mutmeinne olan nefsedir ki "Ey nefs-i mutmeinne; razı ve merzı olduğun halde yâni sen Allah'tan râzi olduğun gibi Allah da senden râzî olarak Rabb-i zişanına rûcu eyle t[253]) mealindedir” ([254]).
Nefsin yedinci derecesi olan nefs-i kâmileden bahsetmeyen T.Mevlevî; bir yerde, nefs-i mutmainne'yi, raziye ve merziyye mertebelerinden sonra beşinci mertebede zik­retmiş,nefs-i mülhimeden bahsetmemiştir ([255])
Tasavvufta seyr ü sülük esnasında halvet veya çileye girmek elzemdir. Hemen hemen her tarikatta var olan bu uygulamanın kaynağı, Peygamberimizin sünnetinde var olan itikaftır. Tâhirü'l-Mevlevî bu konuyu şöyle belirtmiştir:
"Aleyhisselât Efendimiz, Ramazanın aşr-ı ahirinde yani yirmisinden otuzuna kadar olan müddet zarfında Mescid-i Şerifin içerisine bir çadır kurdurur ve onun dahilinde itikâf buyururdu.
Şeriatın bu itikâfı, tarikatta halvet adını almış ve halveti nâmıyla bir takım tarikat şubeleri tesis olunmuştur. Halveti tarikatı şu'belerinde yapılan bu halvete erbain, yani kırk günlük halvet denilir. Halvete girenin oruçlu bulunması ve iftar esnasında az yiyip az iç­mekle riyazat yapması şarttır. Bir de, halvet der encümen vardır ki, mecliste halvet de­mektir ve sâlikin bir mecliste halk ile konuşurken kalbinin Allah ile meşgul olmasıdır. Tabii bu, öbüründen yüksektir. Fakat halvet, bir mürşid-i kâmilin tavsiyesiyle ve onun nezareti altında yapılır^[256])
Kırk gün süreyle yapılan halvete, erbain veya çile denildiğini belirten T. Mevlevî, Mevlevî tarikatında yapılan çile ile ilgili şu bilgileri verir:
"Malumdur ki çile kırk gün demektir. O kadar müddet halvet ve inziva eylemek ma­nasına ıstılahî bir tabirdir. Mevlevîlik çilesi ise tam 1001 gündür ki, 25 erbain sürer. Çileye giren bir Mevlevî dervişi bu müddet zarfında tekkede bulunmaya, izinsiz hariçde kalma­maya mecburdur. Ruhsatsız bir gece dışarıda kalırsa çilesi kırılır. Yeniden çileye girip ikmal etmesi lâzımdır. Bir çile kırgını semahaneye giremez....
Diğer tarikatlarda dervişin istidâdına göre kendisine isim telkin edilir. Meselâ keli- me-i tevhid, ism-i Celâl, ism-i Hû, ism-i Hay tâlim olunur. Mevlevî tarikatında nev-niyaz bir câna, tahammülüne göre hizmet verilir. Ayakçılıktan, yani süprüntü dökmek, abdest- hane gibi nefse ağır gelen hizmetlerden başlanır, derece derece terakki ettirilir. Bu müddet zarfında onun vazifesi, (Eyvallah) demeye alışmak ve rıza tahsiline çalışmaktır. Maamafih sabah ve yatsı namazlarından sonra topluca okunan İsm-i Celâl'de ve haftada bir yapılan mukabelede ve beş vakit namazda cemaatde bulunur. Hizmetini bitirdikten, yâni 1001 günü tamamladıktan sonra kendisine zikr telkin olunur." ([257])
Çile ve halvetten maksadın," Derunun tahliye ve tasfiyesi" ([258]) olduğunu belirterek, halvetin insanlardan tamamen uzaklaşmak olmadığını, asıl önemli olanın insanlarla bir­likte iken Allah'tan uzak olmamak gerektiğini ise şu şekilde ifade etmiştir:
"Maamafih bu husus yanlış anlaşılmamalıdır. Her şeyi, işini gücünü yüzüstü bırakır, çoluğunu ve çocuğunu aç ve muhtaç terkeder de bir odaya kapanır, bir köşeye çekilir demek değildir. Çalışmanın insanlara faydalı olmanın millet ve memlekete hizmet etme­nin Allah'ın emirleri cümlesinden olduğunu bilir, binâenaleyh onları hırs-ı nefsânî ile değil, hazz-ı ruhâni ile yapar anlamındadır. Zaten böyle yapabilmek bir kimsenin kemâline delâlet eder. Hazret-i Peygamber mihrabda imamlık, gazalarda kumandanlık ederdi. Asıl marifet kesrette vahdeti bulabilmektir. Gözü görmeyen, eli ermeyen bir adam ile, gören ve muktedir olan bir kimsenin menhî olan şeylerden sakınması bir değildir."
Görüldüğü gibi T.Mevlevî, halvetin seyr-i sülûktan lüzumlu olduğuna inanmış ve bir mürşid-i kamil vasıtasıyla yapılması gerektiğini; bunun amacının da kalbi tasfiye ve tez­kiye olduğunu ifade etmiştir.
Zikir; Arapça bir kelime olup fiilinden mastardır. Lugatta; anma, anılma ([259]), düşünme, hatırlama, söz konusu etme; beyan ve ifade etme, Allah'ı dil veya kalple anma, beili duaları belli zamanlarda, belli sayı ve şekilde okuma ([260]) gibi anlamlara gelir.
Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bir çok yerde geçen zikir; tasavvufta, Allah ile kulu arasında bağlantı ve ilişki kurulmasını sağlayacak tek vasıta olarak kabul edilmiştir
(123).
Tâhirü'l-Mevlevî, gönül aynasının, nefis pasından temizlenmesinin ancak Allah'ı zikirle mümkün olacağını şöyle ifade etmiştir:
"Madeni levhaların rutubet ve sâireden paslandığı, böyle olunca da sathına akse­den şeyleri göstermediği gibi, gönül aynası da nefis pasiyle cilâsını kaybederse, feyz-i İlahîye ma'kes olmak nimetinden mahrum kalır. Binâenaleyh, ilk önce gönül aynasındaki pası temizlemek ve cilalamak lâzımdır.
Müncelî âyine-i dilde nukûş-i kâinat İş o mıYât-ı musaffâya cilâ vermektedir!
"Her şeyin bir cilâsı vardır. Kalblerin cilâsı da zikrullahdır. hadis-i şerifi mucebince, o pasın giderilmesi, ancak Allah'ı zikretmek ve yâd eylemekle olur.
Dil hâhesi pür nur olur, Envâr-ı zikrullâh ile
Nefsin bulanıklığı gitmez, kalb aynasının pası açılmazsa ruh da Allah'ın tecellisine mazhar olamaz" ([261])
Zikrin kaplerin cilâsı olduğunu ifadeden sonra zikri; lisanî, kalbî ve hakikî olmak üzere üçe ayırarak onları da şu şekilde açıklamıştır:
"Zikr-î lisânî: Esmaullahdan birini, kâmil bir şeyhden mezun olarak okumaktadır. Erbab-ı tarikin ekseri (La ilâhe illallâh) kelime-i tevhidi ile başlarlar. Sonra sâlikin terak­kisine göre virdini değiştirirler.
Zikrî kalbîye gelince; zikrin yalnız lisanda kalmaması ve zikredilen isim sahibinin kalbde hazır olduğunun zevken bilinmesidir...
Zikr-i hakiki ise: Zikredenin nazarında (zikreden) (zikredilen) ve (zikr)in birlenme- sidir ki bu hâl, târif ile değil, ancak zevk ile ve o mertebeyi bulmakla anlaşılabilir." ([262])
Ru'yetu’Ilâh meselesi, kelâm ilminin belli başlı problemlerinden birini teşkil etmiş ve uzun tartışmalara sebep olmuş önemli bir konudur. Ehl-i sünnet kelâmcıları ve muta­savvıflar ahirette Allah'ın görüleceği fikrine kâil olarak bu konuda Kur'an'dan ve hadisten deliller getirmişlerdir ([263])
Tâhirü'l-Mevlevî de, bir mutasavvıf olarak ru'yetu'llâhın hak olduğu görüşüne mey­letmiş ve bu görüşünü açıklarken ru'yetu'llâhı reddedenlerin görüşlerini de zikrederek onlara cevaplar vermiştir:
“İtikad mezhepleri arasında, Allah görülür mü, görülmez mi? diye bir münakaşa vardır. İtizal mezhebinde bulunanlar: Ru'yet ihata etmek demektir. Bütün mahlukatı muhît olan ihata edilmez diye bir nazariye koymuşlar, Hazreti Musa'ya hitab olan (Len terâni) ([264]) yani "Sen beni şimdi de istikbalde de göremezsin" ayetini de sened ittihaz etmişlerdir. Onlara karşı ehl-i sünnet ise, ru'yetin ihata demek olmadığını söylemişler. “Ayın ondördüncû gecesinde Kameri gördüğünüz gibi Rabbmızı göreceksiniz" hadisiyle istidlal etmişlerdir.
Filvâki Kameri gerek hilâl, gerek bedir halinde iken hepimiz görürüz, fakat hiçbirimiz kürre-i kameri ihata etmiş olmayız. Yangın kulesine çıkıp da altmış metre yüksekten bütün İstanbul'u görmek, elbette onu ihata etmek değildir. Böylece Mu'tezilenin iddiası­nın mânâsız olduğu anlaşılır. Evet, İnşallah cennette Rabbımızı göreceğiz. Fakat oradaki hayatın icabından olan bir gözle. Çünkü uzvî ve fânî olan bir göz, bâki bir cemâle nazar edemez. Onun için Cenâb-ı Hak kullarına Cemalini müşâhede edebilecek gözler ihsan edecektir" ([265]).
Tasavvuf tarihinde çok tartışılan önemli bir konu da vahdet-i vücûd meselesidir. Vahdet-i vücud anlayışı; tasavvuf tarihimize İbn-i Arabî (1165-1240) i[266]) ile girmiş lehte ve aleyhte fikirler beyan edilmiş ve özellikle de İmam-ı Rabbanî (1564-1624) ([267]) tara­fından eleştirilmiştir ([268]).
Tâhirü'l-Mevlevî, bu konuyla ilgili görüşlerini Şerh-i Mesnevî ve Mesnevî'nin Yeni Muterizine İkinci Cevap adlı eserlerinde açıklamıştır.
Müellifimiz; vahdet-i vücûd'un, Panteizm'den ([269]) farklı olduğunu belirterek, Pan­teizmin vahdet-i mevcut demek olduğunu ve bunun da kesinlikle hiç bir müslümanın kabul edeceği birşey olamayacağını belirtir ([270]). Ona göre, vahdet-i vücud inancında âlemle Allah farklı şeylerdir. Alem; Allahu Teala'nın sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir eserdir. Yapılan bir câmide nasıl mimarının, yazılan bir levha da nasıl hattatının izleri varsa; bütün bir âlem üzerinde Allah'ın varlığının izleri vardır. Yoksa Panteizm'in savun­duğu gibi; âlem, Allah değildir ([271]).
T.Mevlevî, sufilerin inancının esasının vahdet-i vücûd olduğunu belirterek, bu inancı şu şekilde ortaya koymuş ve savunmuştur:
"Malumdur ki, sofiyyenin inancının esası vahdet-i vücûd'dur. Yani ezelen ve ebeden vücûd-i hakkanî ile muttasıf olan ancak Zât-i Eceli ü a'ladır. Şâir mevcudâtın varlığı onun eser-i icâdıdır. Mûcid ile mevcûd arasında pekçok fark bulunmak, Hak ve halk beyninde ayniyyet bulunmamak pek tabiidir. Şu câmi-i şerif, onu yapan mi'marın eseridir. Fakat hiçbir vakit mimarın kendisi değildir. Ondaki kemal-i sanatın zuhûr mahallidir. Bu böyle olduğu gibi bütün mükevvenât da, Hakk'ın mezâhiridir. Yani Allah Teâlâ'nın kemâl-i kudreti; güneşten zerreye, denizden katreye varıncaya kadar herşeyde tecelli etmiştir. Hakk'ın esmâsı mütekabildir. Meselâ (Muhyî) ismine mukâbil (Mümît) vardır. Yaşayan mahlukât Muhyî isminin, ölenlerde Mümît isminin mazharıdır. Birinde Muhyî ismi tecelli eder, onu yaşatır. Diğerinde Mümît ismi tecelli eder, onu öldürür.
Bir adam; hem âlim, hem şâir hem ressam olabilir. İlmiyle bir kitab yazar, tabiat-ı şâiranesiyle bir neşide tanzim eder, ressamlığıyla da bir levhâ tersim eyler. O eserlerin hepsinde, onun ilmi, şiiri ve ressamlığı görünür. Böyle olmakla beraber kitabına, şi'irine ve levhasına o adamın kendisidir denilmez. Lâteşbih Cenâb-ı Hak da böyledir. Her şey O'nun eser-i sun'u ve kemalidir, fakat herşey O değildir. "Herşey O'dur" itikâdında bu­lunmak vahdet-İ mevcuda kâil olmak demek olur. Zuhûr itibariyle gayriyyet bulunma- saydı, sofiyye eserlerinde pek çok tesadüf edilen (mâsivâllah) ta'birinin manasız olması lâzım gelirdi. Mâsivâ'yı şühûd üzerine inkâr edenler, deryâ-yı vahdete müstağrak olan­lardır. Lâteşbih, bir adamın denize dalınca her tarafını deniz görmesi, denizden başka bir şey müşahede etmemesi gibi..."([272])
Tâhîrü'l-Mevlevî'nin bazı tasavvufî konulardaki görüşlerine; ulema tarafından hak­kında ihtilâf edimiş olan ve Mevlevîliğin esaslarından sayılan sema ve raks hakkındaki
görüşleri ile son vermek istiyoruz.
O, Şerh-i Mesnevî adlı eserinde Sema ile ilgili şu bilgileri verir:
"Sema’: Lugatta dinleme ma'nasınadır. Sonra mûsiki dinlemek mefhumunda kulanılmış, daha sonra ve mutasavvıfa indinde kaside ve İlahî gibi sözlerin terennüm edilişini dinlemeye ve ondan neşelenerek kalkıp bir takım hareketlerde bulunmaya sema denil­miştir. Nitekim Mevlevîlerin ney, kudüm âhengi ile devr ve hareket etmelerine sema1; sema' edenlere, sema'zen, sema' esnasında dönenleri idare edene; sema'zen başı, derlerdi. Hâlâ Konya'da çalgılı, mûsikîli toplantılara sema'dan bozma olarak samah diyorlar" ([273]).
Sema' hakkında bu bilgileri verdikten sonra; İmam-ı Kuşeyri (986-1072) ([274]) ve İmam-ı Gazali (1058-1111) (138) gibi Islâm büyüklerinin; sema ve çalgı dinlemeyle ilgili olarak; "Eğer dinleyende nefsâni bir takım meyi uyandırıyorsa şüphesiz haramdır, hiçbir te'sir uyandırmıyorsa mubahtır, ruhânî ve İlahî bir neş'e husûle getiriyorsa helaldir." şeklinde fetva verdiklerini söyleyerek sema'ın meşruyetine delil getirmiştir ([275]).
T.Mevlevî, her canlının tabiatında raks ve tarab hassası bulunduğunu, bu hassayla sevinçli oldukları zaman hayvanların bunu hoplayıp, zıplayarak belli ettiğini; aynı şekilde insanın da, bu hassa dolayısıyla raks ve harekât-ı mevzûna meyli olduğunu ifade ederek; maddi bir zevkle harkete geçen insanın, manevî bir heyecanla daha fazla harekete sevkolunacağını belirtmiştir. Ona göre; ehlullahın zikir esnasında ayakta veya dönerek mevzûn bir takım hareketlerde bulunmasının sebebi de, bunların kalbinde meydana gelen manevî heyecanlardır. Zikir esnasındaki bu durumun; bir gösteriş ve riya sonucu mu, yoksa gerçek bir manevî zevkle mi meydana geldiği sorusuna verdiği ce­vapla, raks ve sema aleyhinde olanlara karşı şunları söylemiştir:
"Sofiyye ıstılahları arasında bir vecd bir de tevâcüd vardır. Vecd; matlub olan ma'nevi zevki bulmak, Tevâcüd; o zevki bulmaya çalışmaktır. Bizim gibilerin zikir esna­sındaki hareketleri şüphesiz tevâcüddür. Ehlullah hazerâtının neşvelerini bulmak için aramak, taramak, didinmek ve çırpınmak lazımdır. Allah; ekremü'l ekremindir, kendi yo­lunda ihlas ile çırpınanları me'yus etmez. Binâenaleyh o tevâcüdler, bir gün olur vecd hâlini alır. Elverir ki dervişte, o harekatın menşei riya ve nümayiş değil, ihlas olsun ve Allah rızası için sallansın dursun. İmam-ı Şâfii rahimehullah'a isnad edilen bir beyitte;
"Allah rızası için oynayan felâh bulur. Çünkü lillah fillah olan raks helaldir"
buyurulmuştur.
Acaib raks helâl olur mu? Evet; olur, amma raksına göre. Balolara gidip yarıçıplak kadınların üryan vücudlarına sarılıp zıpzıp sıçramak, müslümanlık şöyle dursun, belki mecûsilikte bile haramdır. Kezâ bir kadının yabancı bir erkekle sarmaş dolaş fırıl fırıl dönmesi hiçbir vakit helâl olamaz. Hatta helâl mi haram mı? Sualine hâcet kalmaz, ancak, bir bayram günü Mescid-i Nebevî sahasında Habeşistan'dan gelmiş olan Habeş Müslümanlarının oyun oynadıklarını ve bu oyunu Resûl-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Ve- sellem Efendimizle birlikte hücre-i seadetten seyrettiklerini Hazreti Ayşe (r.a.) rivayet ediyor. Demek ki haram olan raks değil, onun neticesi imiş. O halde; "Tekkelerde raks ediyorlar, haram işliyorlar, sema'haneler kırk arşın kazılıp toprağı atılmayınca orada namaz kılınmaz" diyenlerin sözleri cahilâne bir taassubdan başka birşey değildir..."([276])
Buraya kadar tasavvufî bazı konularda görüşlerini zikrettiğimiz Tâhirü'l-Mevlevî, alıntılarımızdan da açıkça anlaşıldığı gibi, tasavvufu hâl olarak yaşamanın yanısıra, ta­savvuf ilminde de derin bilgiye sahiptir. O; şeriatla ilgili hadis, tefsir gibi ilimleri de bildiği için, görüşlerinde, Kur'an ve Sünnet ışığı açıkça belli olmaktadır. O; hem zahirî ilimleri, hem de batınî ilimleri bilen bir kişi olarak, zü'lcenâheyn (iki kanatlı) diye vasıflandırılacak bir özelliğe sahiptir.
Şerh-i Mesnevî adlı eserinde, buraya aldığımız konuların dışında; kerâmet, ilhâm, hal ve makam, evliya, keşf, murakabe, rabıta v.s. gibi daha birçok tasavvufî konularda görüşlerini açıklamıştır.
Çalışmamızın bu bölümünü, onu yakından tanıyan bazı dostlarının onun tasavvufî şahsiyetini ifade eden sözleri ve onun için yazılmış olan bir şiirle bitirmenin, onun bu yönünün daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
"Bir noktayı anlayamamışımdır: O, deryâdil, derviş meşreb, âlim ve hakikâten olgun bir zât idi; başkalarının kendisine söyleyeceği bu kemâl vasfını kendine soyadı olarak aldı." ([277])
"Ömrünü mensub olduğu tarikatın pirine bağlamış, rûhen Mesnevî'ye çok nüfuz etmiş, selahiyetli bir zatın bir ömür mahsulü olan büyük eserini..." ([278])
"Tâhir Hoca, yalnız ilmen değil, ahlâken de yüksekdi. Merhûm dâima fakirlerin, kimsesizlerin yardımına koşmuş ve hiçbir vakit maddiyat için çalışmamıştır. Çünkü ehl-i dünya değildi, hakikî bir müslüman, asil ruhlu, uluvvi cenâb sahibi ve tam mânâsıyle kâmil bir insandı" ([279])
Bir İltifat
Rûhu gibi olgun kendinin adı
Mesnevi ışığı vurmuş yüzüne
İlk görüşte kalbim bunu anladı
Candan kulak verdim tatlı sözüne
Evine gittim de onu gördüm ki
Sıralanmış bir çok kitap yanına
Onların hepsi de hıfzında belki
Öğrenir gidenler âşiyânına
Benliğinde gizli tevazu' zekâ
İlmî değerinden haddimce doldum
İslâmî anladım bir kerre daha
Müslüman evladı müslüman oldum
Tahayyül eyledim o konuşurken
Önümde Mevlana sitâresini
Adeta seyrettim karşımda rûşen
Kubbe-i Hadra'nın minâresini
Sözleriyle daldım derinliklere
Ruhumda hatifî sesler duyuldu
Hayretle bakınca olduğu yere
Gözüme Mevlâna görünmüş oldu
Engin DİLMAÇ" ([280])

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar