TÂHİRÜ'L-MEVLEVÎ (MEHMED TAHİR OLGUN) (1877 – 1951 ) -1-
Hzl: Zülfikar GÜNGÖR
Tahirü'l-Mevlevî'nin kullandığı
isim ve ünvanlar, kullanıldığı zaman ve müellifin durumuna göre değişik
şekillerde ortaya çıkmıştır.
Müellifin asıl adı Mehmet
Tâhir'dir. Bu ismi babasının dedesi olan meşhur hattat Mehmed Tâhir Cemalüddin
Efendi'ye nisbetle alan yazar, bunu Hüseyin Vassaf Bey'e yazdığı bîr mektupta
şöyle ifade etmiştir.
“Pederim Hâcı Safvet Bey'in cedd-i
mâderîsi ve üstâd-ı hat Mahmud Celâlüddin merhûmun şâkird-i yegânesi olan
Mehmed Tâhir Cemalüddin Efendi -ki muşârun ileyhin ism u mahlasına vâris
olmuşum mevlevî dervişi imiş"(1)
Divânçe-i Tâhîr[1], Amuzgâr-ı Parisi
Destâviz-i Fâris-î Hânan isimli kitapları ile ilk şiirlerinde Mehmed Tahir
ismini kullanan müellif, 1312 (1894) tarihinde Mevlevî tarikatına intisab
etmesi sebebiyle bu tarikata mensubiyetini ifade eden Mevlevî nisbesini isminin
sonuna alarak Tahirü'l-Mevlevî imzası ile yazmaya başlamıştır.
Mir'ât-i Hz. Mevlâna Cengiz ve
Hülagu Mezalimi, Şeyh Celâleddin Efendi Merhum vb. matbu eserlerinde ve yazma
kitalarının tamamında, Sırat-ı Müstakim, Sebilü'r-Reşad, Beyanü'l-Hak, Mahfil
gibi dergilerde yazdığı şiir ve makalelerinde Tahirü'l - Mevlevî imzasını
kullanan müellif, Türkiye'de siyasî ve toplumsal alanda yaşanan hızlı
değişmeler sonucu tarikatlara nisbet edilen ünvanların kaldırılması ile soyadı
kanunu çıkıncaya kadar yazdığı yazılarda ve bu arada basılan Edebiyat
Tarihimize Dâir Manzum Bir Muhtıra adlı eserinde sadece "Tahir"
imzasını kullanmayı tercih etmiştir.
Müellif hatıratında, Türkiye'nin
sosyal ve siyasî alanlarındaki değişimlere paralel olarak Mahfil dergisinden
"dinî" ifadesini kaldırıp "Mahfil; İlmî, edebî, ictimâî ve şehrî
mecmuadır" şeklini verdiğini belirttikten sonra kullandığı imzayla ilgili
yapmak zorunda kaldığı değişikliği şu şekilde ifade eder:
"Yine 64. sayıya kadar
acizane imzam Tahirü'l-Mevlevî, diye atılırken Turûk-ı Âliye nisbet ve
unvanlarının lağvı hakkındaki kanun dolayısıyla Rebiü'ievvel 1344/Eylül 1341'de
çıkan 65. sayıdan itibaren yalnız "Tahir" imzası kulanıimıştı."
([2])
Tahirü'l-Mevlevî, 1934 yılında
soyadı ile ilgili kanun çıkınca soyadı olarak "Olgun" ismini almış ve
bu tarihten sonra yayınladığı Fuzuli'ye Dâir Nevî ve Suriye Kasidesi, ([3]) Germiyanlı Şeyhi
ve Harnâmesi, ([4]) Bâki'ye Dâir,
Edebiyat Lügati ([5]) gibi matbu kitaplarında;
Bilgi Yurdu, Yücel, Çığır, İslâm Yolu gibi dergilerde yazdığı makalelerde
Tahir Olgun imzasını kullanmıştır. ([6])
Kurucuları Mithat Rebî ve Şevket
Rıza olan Nekre-gû adlı mizah dergisinde de yazı yazan müellif bu yazılarında
Tahir Safvet müstear ismini kullanmıştır ki, buradaki "Safvet" ismi
babasının adından alınmıştır.
Yazdığı kitap ve makalelerinde
yukarıda saydığımız isimleri kullanan Tahirü'l- Mevlevî, şiirlerinde
"Tahir" mahlasını kullanmıştır.
"Budur'akîde-i Tâhir hayât u mevtinde
Rasûl Ahmed O'na lâ ilâhe illallâh"
Osmanlı dönemi yazısında Mehmed
kelimesinin (şeklinde yazılması dolayısıyla müellifin isminin kaynaklarda
Muhammed Tahir Olgun ([7]) veya Mehmed Tahir
Olgun şekillerinde de kullanıldığını
görrmekteyiz.
Tâhirü'l-Mevlevî hacca gittikten
sonra, hac vazifesini ifa eden mü'minlerin kullandığı bir ünvan olan
“hacı" ünvanı isminin başında kullanılmış ve "el-Hâc Mehmed
Tahirü'l-Mevlevî Bey" şeklinde de kaynaklarda zikredilmiştir.
Müellifle ilgili elde ettiğimiz
resmî belgelerde müellifin isminin aşağıdaki şekillerde geçtiğini tesbit ettik.
“Hacı Mehmed Tâhir Efendi"
“Hacı Mehmed Tâhir Bey" ([8])
” Tahir Bey" t[9])
" Tahir B." ([10])
"Tahir Olgun" ([11])
Yazdığı makale ve kitaplarla,
resmî belgelerden ismiyle ilgili olarak yukarıdaki bilgileri elde ettiğimiz
müellif, bu isimlerden ayrıca tasavvufî konumunu ifade eden ünvanlar kullanmış
ve aldığı tasavvufî icazetnamelerde isim ve ünvanları ile ilgili değişik kullanımlara
yer verilmiştir.
"Tâhir Dede" veya
"Dede Efendi" adıyla da anılan ve "Tâhir Dede Kütüphanesi“
adıyla bir kitabevi de açmış olan müellifin ismiyle birlikte kullandığı
"Dede" kelimesi tasavvufî bir ünvan olup ([12]),
Tahirü'l-Mevlevî'nin tarikatde ileri bir konumda olduğunu ifade etmektedir.
Konya'daki Mevlâna dergahı şeyhi
Abdülhalim Çelebi Efendi tarafından müellife verilen Mesnevî-hanlık destarı ([13]) sarma
icazetnâmesinde " Mehmet
Tahirü'l-Mevlevî Dede Efendi dame Feyzuhu...” ([14])
şeklinde "Dede Efendi" unvanının kullanıldığını görmekteyiz.
Tahirü'l-Mevlevî'ye, Mesnevî
takriri icazetnâmesi veren hocası Mehmed Es'ad Dede Efendi (Ö. 1329) (36)
müellifden "Muhammed Şemsüddin Tahir" ([15])
diye bahsederek "Şemsüddin-Dinin güneşi" ünvanını vermiştir.
Yukarıda ismiyle ilgili değişik
kullanış şekillerini gördüğümüz müellifin asıl ismi Mehmed Tahir'dir.
"Mevlevî" nisbesi, müntesibi olduğu tarikatın Mevlevîlik olduğunu
ifade etmektedir. Soyadı kanununun çıkması sonucu "Olgun" soyadını
alan müellif, müntesibi olduğu tarikatta yaygın bir ünvan olan "Dede"
ünvanını kullanmış ve hocası Mehmed Esad Dede tarafından "Şemsüddin-Dinin
güneşi" diye vasıflandırılmıştır. Biz araştırmamızda müellifden
Tahirü'l-Mevlevî veya T. Mevlevî diye bahsedeceğiz.
Tahirü'l-Mevlevî, hayatıyla
ilgili yazdığı makalede doğum tarihi ve yeriyle ilgili şu bilgileri verir:
"Hicri 1294 senesi
Ramazanının beşinci, milâdi 1877 Eylül'ünün 13'ncü Perşembe günü, Aksaray
civarında Molla Güranî mahallesinin Mehter sokağında kâin 3 numaralı evde
doğmuşum" ([16])
Divân-ı Tahirü'I-Mevlevînin baş
tarafında müellifin tercüme-i halini yazan hattat Suudu'l-Mevlevî ise konuyla
ilgili şunları kaydetmiştir:
"El-Hâc Muhammed
Tahirü'l-Mevlevî Bey İstanbulludur. 1294 senesi Ramazanınm beşinci, 1293 sene-i
Rûmiye Eylül'ünün onüçüncü Perşembe günü doğmuştur.
Velâdeti: Aksaray civârında
Molla Güranî mahallesinde Mehter sokağında kâin 3 numaralı hânede vâki4olmuşdu
ki, bu ev Fâtih harik-ı kebirinde yanmış, sonra arsası üzerine sahib-i tercüme
tarafından bir mesken yapılmışdır." ([17])
Görüldüğü gibi müellifin doğum
tarihi ve yeri ilgili olarak kendi verdiği bilgiler ile Suudu'l-Mevlevî
tarafından verilen bilgiler birbirine uymaktadır. Suudu'l-Mevlevî fazla olarak,
müellifin doğum tarihinin Rumî olarak karşılığını vermiş ve doğduğu evin durumu
ile ilgili olarak ise evin yandığı ve sonradan müellif tarafından aynı arsa
üzerinde yeni bir ev yapıldığı bilgisini eklemiştir.
Tahirü'l-Mevlevî'nin doğum yeri
hakkında kaynaklardaki bilgiler arasında bir tezat bulunmamakla birlikte, doğum
tarihi ile ilgili farklılar mevcuttur.
Sefine-i Evliya adlı eserde
"14 Eylül 1877" ([18]) olarak verilen
tarih yanlıştır. Çünkü 1294 Ramazanının beşinci günü, müellifin kendisi
tarafından da belirtildiği gibi, miladi Eylül 1877'ye tekabül etmektedir. ([19])
Müellif ile ilgili resmî
belgelerde ^ doğum tarihi 1292 olarak geçmektedir. Bu tarih de bize göre
yanlıştır, çünkü H. 5 Ramazan 1294'ün rumi karşılığı yukarıda da geçtiği gibi
Eylül 1293'dür. ([20])
Tahirü'l-Mevlevî'nin babası Hacı
Safvet Bey ([21]) saraya mensup bir
kişi olup hademe-i hassa ([22]) başçavuşudur. Sultan
Abdülmecid'in yazı hocası meşhur hattat Mehmet Tahir Cemalüddin Efendi (Ö.
1262)(47) nin kızının oğlu olması sebebiyle saray hizmetine alınan ([23]) Safvet Bey,
Mevlevî tarikatına gönül vermiş ve biraz Farsça bilen bir kişidir.
Kaynaklarda ne zaman doğduğuna
dâir bilgi bulamadığımız Saffet Bey'in saray hizmetine ne zaman girdiğine dâir
de bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Sultan Abdülmecid'in emriyle saraya
alındığını ([24]) bildiğimize göre
en geç 1861 yılında saraya alınmıştır diyebiliriz. ([25])
Saray hizmetinde kademe kademe
ilerleyerek başçavuşluk rütbesine ulaşan Safvet Bey, Şaban 1308 ([26]) (1891) tarihinde
müellifimiz 14 yaşındayken vefat etmiş ve Merkez Efendi mezarlığına
gömülmüştür, ([27])
Yazarımızın annesi Emine Emsal
hanım çerkez olup Sultan Abdülaziz'in cariyelerindendir. Kaynaklarda tam olarak ne zaman doğduğuna
dair bir bilgi bulunmamakla beraber; annesinin vefat tarihi ile ilgili bilgi
verirken müellifin "Annem takriben yetmiş sene evvel Kafkasya'da
doğmuşdu" ([28]) sözleri bizim bu
konuda bir tahmin yürütmemize imkan vermektedir. Yine müellif hatıratında ([29]) Aralık 1925
tarihinde gözaltına alındığı zaman annesinin yetmiş yaşını geçtiğini ifade
etmektedir. Bu bilgiler ışığında ölüm tarihini 1346 olarak bildiğimiz Emine
Emsal Hanım'ın ölümünden iki buçuk yıl önce yetmiş yaşını geçtiğini gözönüne
alarak yaklaşık 1273 (1857) tarihinde doğduğunu söyleyebiliriz.
Aynı zamanda Sultan Abdülaziz
Han'ın kızı Nazime Sultan'ın dadısı ([30])
olduğunu bildiğimiz Emine Hanım, ilk eşi ve Tahirü'l-Mevlevî'nin babası Mustafa
Safvet Bey’in 1308 (1891) tarihinde vefatı sonrası, yeniden evlenmiştir. İkinci
eşinden olma-kızı Fatma Âliye Hanım'ın mezar taşındaki kitabeden Nazime
Sultan'ın kahvecibaşısı ([31]) olduğunu
öğrendiğimiz Mustafa Efendi ile, Safvet Bey'in ölümünden bir yıl sonra 1309
tarihinde evlendiğini tahmin edebiliriz.
İkinci evliliğinin ne kadar
devam ettiği hakkında kaynaklarda bir bilgiye rastlayamadığımız Emine Emsal
Hanım, ömrünün son yıllarını müellifimizin yanında geçirmiş ve yakalandığı kalp
hastalığından kurtulamayarak vefat etmiştir.
Tahirü'l-Mevlevî, annesinin
vefatı ile ilgili şunları söylemiştir:
"1346 zilkadesi içinde
meraz-ı uzuvve-i kalbden müteeşşiren bir hafta on gün yatdı. Marazın hâd
devresi geçmiş de âdetâ nekahet devri başlamışken Kurbân Bayramının üçüncü günü
sabahleyin (fâlic-i 'in)'e uğradı. Bir hafta sağ tarafı oynamaz, lisânı söylemez
ve idrâk etmez bir halde geçirdi. Edilen tedâvi gösterilen ilıtimâm gayr-ı
müessir kaldı. Nihayet 346 Zilhiccesinin ondokuzuncu currfe günü (8 Haziran 928)
sabahleyin 9.45'de ikmâl-i enfâs eyledi." ([32])
Cenazesi; 9 Haziran günü Merkez Efendi Camisi'nde namazı kılındıktan sonra
Yenikapı Mevlevîhanesi hamûşân ([33])
mezarlığındaki kızı Fatma Âliye Hanım'ın yanına defnolunmuş ve mezarının başında Mevlevî tarikatı
usulüne göre ism-i celâl okunmuş, gülbank ([34]) çekilmiştir. ([35])
Mezar taşında "Hû
Tâhirü'l-Mevlevî’nin vâlidesi Emine Hanım'ın rûhiycün Fâtiha 19 Zü'l-hicce 1346
Cuma" ([36]) yazmaktadır.
Tahirü'l-Mevlevî annesinin
vefatı dolayısıyla şu tarihi düşürmüştür:
"Terk idüp gitdin nihâyet
kimsesiz evlâdını
Ayrılıkmış mihr-i pâyânıh da âhir sonu
Ayrılıkmış mihr-i pâyânıh da âhir sonu
Nüh-felekderı yâdıma târîh-i
menkütün da gelir
Ellisinden sonra öksüz koydun anne oğlunu
Ellisinden sonra öksüz koydun anne oğlunu
Kaynak: Zamanı Aşan Taşlar, Yayına Hazırlayan: Dr. Süleyman BERK,
Zeytinburnu Belediyesi Yayın No: 7, 1.Baskı-İstanbul,
www.zeytinbumu.bel.tr©Zeytinburnu Belediyesi, sh:497
Kaynaklardan öğrendiğimize göre
müellifimizin iki kız kardeşi vardır. ([37])
Bunlardan Afife Gülistan Hanım hakkında, Divân'ında şu bilgileri verir:
"305 tarihinde tevellüd
etmiş olan hemşirem "Afife Gülistan Hanım 324 tarih-i hicrisinde,
mekteb-i tıbdan neş'et eden hammâli doktor yüzbaşı Sa'deddin beyle izdivâc
eylemişdi" ([38])
Afife Gülistan Hanım'ın bu
izdivacdan, müellif tarafından Fatma Vediatu'llâh ismi verilen bir kızları
dünyaya gelmiştir. Kocasının görevi dolayısıyla bir müddet Selânikte yaşayan
Afife Hanım, daha sonra İstanbul'a dönmüş ve eşini kaybetmiştir (60)
T. Mevlevi'nin cenazesi ile
ilgili İstanbul Belediyesinden alınan ölüm kağıdında(69) cenaze sahibi olarak
Gülistan Olgun geçmektedir. Buna göre soyadı kanunu öncesi eşini kaybeden Afife
Gülistan Hanım'ın, muhtemelen yeniden evlenmeyerek, abisiyle aynı soyadını
aldığını ve müelliften sonra vefat ettiğini söyleyebiliriz.
T. Mevlevi'nin ikinci kız
kardeşi; yukarıda da bahsettiğimiz gibi annesinin ikinci evliliği sonrası
dünyaya gelmiş olan üvey kız kardeşi Fatma Âliye Hanım'dır.
Fatma Âliye Hanım'ın; T.
Mevlevi'nin Dîvân'ındaki "Meşrutiyetin ilânından biraz evvel ve 326 (H)
tarihinde lî-ümmin hemşirem Fatma Âliye Hanım'ın irtihâli dolayısıyla..."
şeklindeki ifadelerinden 1326/1908 tarihinde vefat ettiğini öğreniyoruz. Bu
kardeşinin vefatı üzerine müellif, ”Rıhlet-i Âliye" adlı bir mersiye
yazmıştır.
Ayrıca Beyânü'l-Hak dergisinin 4
Safer 1328/1 Şubat 1325 tarihli 47 sayısında, ([39])
kardeşinin vefatına şu tarihi düşmüştür:
"Bir âh ile şu mısra'
tarih-i fevtin oldu
Cennât-ı *Aliyâta uçdun mı
kardeşim sen
1326
Bu beytin ikinci mısrasındaki
noktalı harflerin toplanması ile 1326 tarihi elde edilmektedir. Bu, Fatma
Âliye Hanım'ın ölüm tarihini göstermektedir. Bu tarih; T. Mevlevi'nin yukarda
verdiğimiz ifadeleri içinde geçen tarihle de uyuşmaktadır. Ancak, Yenikapı
Mevlevî-hanesi Hamuşan Mezarlığı'nda annesinin yanındaki Fatma Âliye Hanım'ın
mezar taşında "1327" yazılıdır. Bunun, tarih beytinin birinci
mısrasındaki "bir ah ile" ifadesinden 1 rakamının ilâve edileceği
sonucuna varılarak, sonradan dikilen mezar taşına yazıldığını zannediyoruz.
Beyanü'l-Hak'da söz konusu beytin altında yer alan 1328 tarihi ise tamamen
yanlıştır.
Doğum tarihi ile ilgili olarak
kaynaklarda tam bir tarih bulunmayan Fatma Âliye Hanım'ın, mezartaşında yer
alan;
Etdi on altı yaşında rıhlet-i dâr-ı bekâ
Genç iken zehr-âbe-i mevt ile oldu telh-kâm
şeklindeki ifadeden 16 yaşında
vefat ettiğini anlıyoruz. Rıhlet-i Âliye adlı şiirde yer alan müellifin şu
ifadeleri de Fatma Âliye Hanım'ın 16 yaşında öldüğünü göstermektedir.
Hemşire-i mehveşim eşimmiş
On altı yaşında kardeşimmiş
On altı yaşında kardeşimmiş
Vefat tarihini H. 1326 olarak
tesbit ettiğimiz Fatma Âliye Hanım öldüğü zaman 16 yaşında olduğuna göre, doğum
tarihinin yaklaşık olarak 1310-1311 olması gerekir.
Müellifimiz hayatını anlattığı
makalesinde diğer yakınlarından şöyle bahseder.
"Pederim Hâcı Safvet Bey;
onun pederi Ahmed Efendi; onun pederi Mustafa Reşid Ağa'dır. Ez cümle Merkez
Efendi mezarlığında medfûn idiler. Bunlardan en son defnedilen babam idi ki 60
sene evvel ölmüş ve oraya gömülmüşdü" ([40])
Aynı yerde verilen bilgilerden
daha sonra mezarlarının kaybolduğunu öğrendiğimiz dedesi Ahmed Efendi ihtisab ([41]) katibi olarak
çalışmıştır. ([42])
Tahirü'l-Mevlevinin babaannesi
Afife Şefika Hanım, meşhur hattatlardan Mehmet
Tahir Cemalüddin Efendi'nin kızı
ve Yenikapı Mevlevî-hanesi şeyhlerinden Osman Salahüddin Dede Efendi'nin süt
kardeşidir. ([43]) İleride
belirteceğimiz gibi babaannesinin müellifimizin yetişmesinde katkıları
olmuştur. ([44])
Kızkardeşi Afife Gülistan'ın
1325 tarihinde doğmuş olan kızı Fatma Vediatullah'ı yanına evlatlık alan
yazarın, hayatta en sevdiği yakınlarından birisi bu yeğenidir. "Benim
çoluğum çocuğum olmadığı için Vedia'yı kendi kızım gibi severdim. Onun da bana
babası derecesinde belki de ondan fazla muhabbeti vardı.” ([45])
Yukarıdaki sözlerinden
evlenmediğini anladığımız müellif, bu yeğenini büyütmüş, evlendirmiştir. Ancak
genç yaşında verem hastalığına yakalanan Vedia 23 Şaban 1347 (3 Şubat 1929)'da
vefat ederek; anneannesi Emine Emsal Hanım'ın yanına gömülmüştür.
Tahirü'l-Mevlevî’nin Hatırat(81)
ında ve Divân ([46]) ında adı geçen
Kâfiye hanım; Tırnova müftüsünün kızı ve Hacı Muhammed Bey diye bir zatın
hanımıdır. Babası ve kocasını kaybettikten sonra, evi de yanan bu kadın, erkek
kardeşi ve gelini ile geçine- mediği için müellifin annesinin yanına gelmiş ve
beraberce oturmuşlardır. Emine Emsal Hanım'ın vefatı sonrası, iyice yaşlı olan
bu kadın da hastalanmış 6 Teşrin-i Sanî 1928 Salı günü vefat etmiştir. ([47])
Yakınları ile ilgili elde
ettiğimiz bilgilere göre; saraya mensup bir aile bünyesinde ve Mevlevî
tarikatına mensup yakınların olduğu bir ortamda yaşayan müellifin, yetişmesinde
ve tasavvufi şahsiyetini anlatacağımız bölümde de göreceğimiz gibi Mevlevî
tarikatına intisap etmesinde bu aile ortamının büyük etkisi olmuştur.
Müellifin çocukluk dönemi
hakkında verdiği bilgilerden eğitimi ile ilgili olarak aile çevresinden yakın
ilgi gördüğünü anlıyoruz. Hüseyin Vassaf Bey'e yazdığı bir mektubunda
babasının bu konudaki ilgisini şöyle açıklar:
"Babamı sikkeli olarak
görmedim. Şu kadar ki Cenâb-ı Pîr'e fevkalade hürmetkâr idi ve lisân-ı Meşnevî’yi
bir parça anlardı. Hatta pek çocukken bana Pend-i Attâr mukaddimesinden bir
kaç beyit ezberletmişdi. Ne demek olduğunu bilemediğim, lâkin âhenkdâr
bulunduğunu pek'ala idrâk etdiğim o sözleri ben tekrar ederken o da hazin hazin
ağlardı."
(84)
Büyük annesinin de müellife
Kur'an öğretiminde ve Ahmediye, Muhammediye, Envarü'l-Aşıkın, Battal Gazi gibi
harekeli kitapları usulüne göre okumakta yardım ettiğini görmekteyiz, ([48])
Aile fertlerinden gördüğü bu
yakın ilgi sayesinde, başladığı Hekimbaşı Ömer Efendi’nin yaptırdığı Sıbyan
mektebinde 8-9 yaşlarında Kur'an'ı hatmetmiş ([49])
ve Emsile'den başlıyarak Arapça okumağa başlamıştır.(87) Devam ettiği bu ilk
mektepde yazı yazmayı da öğrenen Tâhirü'l-Mevlevî bu konuyla ilgili şu
bilgileri verir:
"Hocamız (Hafız Hasan
Efendi namında bir zat idi. Fatih'in topçularından Sarı Musa'nın mescidinde
İmam, Kanuni'nin meşhur hasekisi Hürrem Sultan'ın camiinde hatib idi. Bize
arasıra imla yazdırırdı. Fakat yazdırdıkları tabut, teneşir, kefen, pamuk, lif
gibi imamlık mesleğine ait kelimelerdi" ([50])
Yaşında iken babasını kaybeden
müellif, kısa yoldan hayata atılmayı tercih ederek dönemin lise seviyesindeki
tahsilini tamamladıktan sonra, yüksek tahsile devam etmeyerek memuriyet
hayatına atılmış; ancak İlmî inkişafını özel gayretleriyle sürdürmeye devam
etmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin tahsil
hayatını incelerken, biri örgün eğitim kurumlan olan mektep dönemi, diğeri
yaygın eğitim kurumlan olan camî, tekke v.b. yerlerdeki ilim öğrenme devresi
olarak ele almanın doğru olacağı kanaatindeyiz.
Okuduğu ve mezun olduğu
okulları, Molla Gürani mahallesi hekimbaşı Ömer Efendi Sibyan Mektebi, Gülhane
Askeri Rüşdiyesi(89) Menşe-i Küttab-ı Askerî ^olarak belirten ([51]) müellifin örgün
eğitime dayalı tahsil hayatı bundan ibarettir.
Yaşadığı döneme göre oldukça iyi
eğitim veren ve oldukça disiplinli olan askerî okullarda (92) okuyan müellif,
buralarda aldığı eğitimle iktifa etmemiştir. 1308(1892) Haziran ayında Menşe-i
Küttab-ı Askerî'yeden mezun olduktan sonra başladığı memuriyetinin t[52]) yanında ilim
tahsiline devam eden müellif bu konuda şu bilgileri vermiştir:
"Bir taraftan kaleme
gidiyor, bir taraftan da Fâtih Camii Şerifinde - şimdiki imâm-ı evvel-Filibeli
Mehmed Râsim Efendi hazretlerinin dersine müdâvemetle 'Avâmil Şerhi
Adalı okuyor, me'a mâfih kendi
kendime Fârisî'ye çalışıyordum" ([53])
Küçüklüğünde babasının ve
ailesinin etkisi ile Mevlevîliğe ve Farsça öğrenmeye merak salan müellif, devam
ettiği okullarda bu konuya özel bir itina göstermiş, Ramazan aylarında vakit
buldukça Mevlevî Şeyhi Es'ad Dede Efendi'nin Mesnevî derslerine devamla bu
dilini geliştirmeye çalışmıştır (95). Hafız Divâm'ndan yaptığı tercümeleri Esad
Dede Efendi'ye göstererek, eksiklerini öğrenen Tahirü'l-Mevlevî, bu zatla olan
ilişkisini devam ettirerek Mesnevî ve Hafız Divân'ını okumuştur. Evde, camide
ve medresede olmak üzere üç dört sene devam eden (96) bu derslerin sonunda
Kari-i Mesnevî (97) tayin edilen (98) müellif, Esad Dede Efendi'den 1310 (1893)
tarihinde icazetnâme (99) almıştır (100).
Tahirü'l-Mevlevî, Esad Dede'den
icazetnâme alışı ile ilgili şu bilgileri vermiştir:
"1310 sene-i hicriyesi idi
ki Hoca Merhûm fariza-ı haccın ifâsına niyet etmiş, Mahmudiye ve Davud Pâşâ
mekteplerindeki derslerini Hâfız Hayri Efendi'ye-ki o da vefat etti-terk
eylemiş, talebesinden bazılarına birer icâzetnâme vermiş, lâyık olmadığım halde
*abd-i'âcize de bir icâzetnâme i'tâsı lütfunda bulunmuştu.
Parlak bir teveccüh eseri olmak
üzere fakiri (Şemsüddin) telkıb etmiş ve o ünvanı hâvi bir mühür hakketdirmiş,
hatta icâzetnâmeye (Muhammed Şemsüddin Tâhir tahha- ra’llâhu kalbehu ‘ammâ
sivâhu) cümle-i du'âiyesini "ilâve eylemişti" ([54])
Fatih Cami baş imamı Filibeli
Muhammed Rasim ([55])
den ve Mevlevî Es'ad Dede merhumdan icâzetnâme alan (103) müellif, yenikapı
Mevlevî-Hanesi'nde muhaddis ve Şazeli Şeyhi olan, Şeyh Mustafa Tunusî'nin Şeyh
odasında okuttuğu Fütuhât-ı Mekki'ye derslerine devamla ([56]) tasavvufi
ilmini artırmıştır.
Hayatını ilim öğrenme ve öğretme
faaliyetlerine vakfeden müellifin tercüme-i halini yazan yakın dostu
Suudu'l-Mevlevî, "Denilebilir ki bîzdeki ekşer-i erbâb-ı kalem gibi
Hudâ-yi nâbit olarak yetişmiş ve ma*lumâtım seiy-ı zâtıyla elde etmişdir".
([57]) sözleriyle onun
ilmî gayretlerine işaret etmiştir.
İlim tahsilindeki
şahsî gayretleri cümlesinden olarak, Mehmet Âkif Ersoy'dan Muallekât-ı Seb'a ve
şerhi Zevzeni adlı eserleri okuyan ([58]) müellif, ayrıca Tevrat ve İncil gibi
mukaddes kitapları da okumuş ve incelemiştir. ([59])
Görüldüğü gibi mektep tahsilinin
yanışı ra Filibeli Muhammed Rasim, Mevlevî Esad Dede, Şeyh Tunuslu Mustafa ve
Mehmet Âkif gibi âlim ve edib zatlardan ilim talimi yaparak İlmî inkişaf
sağlayan Tahîrü'l-Mevlevî, Farsça başta olmak üzere, Arapça ve
Fransızca öğrenmeye de gayret
sarfetmiş ve bu üç dilden başarılı tercümeler yapmıştır. (108)
Tahirü'l-Mevlevî 74 yıllık
ömrüne çok şey sığdırabilmiş; değişik nezaretlerde memurluk, mekteplerde
muallimlik, medreselerde müderrislik yapmanın yanısıra; basın yayın işiyle de
uğraşmış gazete ve dergi çıkarmış, çok sayıda makale ve kitap yazmış velûd
şahsiyetlerden biridir.
Onun yaptığı vazifeleri üç ana
başlıkta anlatmaya çalışacağız: a) Memuriyet Hayatı
Muallimlik ve Müderrislik Hayatı
c) Basın Hayatı. Bu şekilde bir tasnif, müelifin hayatını daha iyi bir şekilde
anlatmamıza yardımcı olacaktır kanaatindeyiz.
Tahirü'l-Mevlevftıin memuriyet
hayatını Süleymaniye Kütüphanesine intikal eden evrakları arasında bulunan
Sicil cüzdanı ([60]) ve Maarif
Vekaleti Zat işleri'nce tanzim edilmiş olan, 23.7.1941 tarihli hizmet cetveline
([61]) göre anlatacağız.
1308/1892tarihinde Menşe-i
Küttab-ı Askeri'den mezun olan müellif, günümüze göre çocukderiilebilecek bir
yaşta (15 yaş), 1.6.1308 (13.6.1892) tarihinde o günün savunma bakanlığı
sayılan Bab-ı Seraskerî ([62]) Piyade dairesi 3.
Şube jurnal kısmı mülâzımı olarak 80 kuruş maaşla memuriyete başlar. 1.7.1310
(13.7.1894) tarihinde maaşı 140 kuruşa çıkarılan ([63])
yazarımız daha önce de belirttiğimiz gibi ([64])
bu memuriyetine devamla birlikte Fatih Camii Baş İmamı Filibeli Mevlevî
Rasim'den ve Mevlana Esad Dede'den ders okur ([65]).
1312 Cemaziye'l-âhir (1894 Kasım)'de Yenikapı Mevlevîhane«i Şeyhi Mehmed
Celâleddin Dede Efendiye intisab ederek, aynı yıl hocası Esad Dede Efendi ile
hacca gider ([66]). Bu tarikatda
ilerlemek için çile çıkarma arzusuyla ([67])
1.1.1311 (13.1.1896) tarihinde memuriyetten istifa etmiştir
Bahsettiğimiz memuriyet
sicilinde 2.1.1311 (14.1.1896) - 18.11.1319 (1.12.1903) tarihleri arasında
boşluk bulunan müellif, bu sekiz yıllık devrede üç yılı çile ile geçirmiş,
ayrıca kitapçılık yapmış ve sarayda vekilharçlık görevinde bulunmuştur.
Araştırmamızın ileriki
bölümlerinde tafsilatlı olarak duracağımız çile dönemi ve Tâhir Dede
Kütüphanesi faaliyetleri sonrası Tahirü'l-Mevlevî, Sultan Abdülaziz'in kızı
Nazime Sultan'ın [68] daveti üzerine,
1315/1899 tarihinde (119) vekilharç (12°) olarak onun yanında çalışmaya
başlamıştır.
Daha önce de geçtiği gibi
müellifin annesinin Nazime Sultan'ın dadısı olması dolayısıyla çocukluğundan
beri Sultanın lutuf-didesi olarak himaye edilen müellife, burada çalışmak zor
gelmemiştir. Bir müddet başında Mevlevî külahı olduğu halde çalıştıktan sonra,
fes ve sivil elbise giymiş; fakat "Dede Efendi" diye anılmaya devam
etmiştir (121).
Buradaki vazifesi sırasında
Sultan dahil, aşçı çırağından seyis yamağına kadar herkes tarafından sevilen ve
hatırı sayılan (122) müellif; okuyup yazma işlerine devam ederek H. 1318 (1900)
tarihinde Divânçe-i Tâhir (123) isimli şiir kitabını yayınlamıştır.
Orman ve Meadin ve Ziraat
Nezâreti'nin muhasebe kaleminde açılan imtihanı kazanarak 19.11.1319
(2.12.1903) tarihinde 370 kuruş aylıkla yeniden memuriyet hayatına atıldığından
vekilharçlık görevinden ayrılan müellif; aynı yıl (1903) muallimliğe de
başlıyarak Burhan-ı Terakkî ve Rehnüma-yı Füyüzat adlı okullarda çalışmıştır.
1.2.1322 (14.2.1907) tarihinde
muamelat-ı nakdiye muavinliğine terfi ederek maaşı 430 kuruşa yükselmiş; daha
sonra 16.8.1324 (29.8.1908) tarihinde maaşı 600 kuruşa çıkarılarak Hicaz ve
Taşra Masası katipliğine terfi etmiştir.
Bu nezaretteki görevinde sürekli
ilerleyen müellif; sicil cüzdanı ve hizmet cetveline göre; 25.8.1325
(7.9.1909)'de cetvel kitabeti muavinliğine; 24.2.1325 (9.3.1910)'de Hesabât-ı
Umumiye Müdüriyeti tahrirat masası kitabeti muavinliğine; 15.7.1325
(28.7.1910)'de levazım kalemi katipliğine nakledilmiş ve 1.6.1327
(14.6.1911)'de maaşına zam yapılarak 800 kuruşa yükseltilmiş ve tatbik kalemi
katipliğine getirilmiştir.
Daha sonra 27.7.1327
(9.8.1911)'de Maden Müdüriyet-i Umumiyesi 2. Sınıf katipliğine naklen geçmiş,
12.8.1331 (25.8.1915)'de maaşı 1000 kuruşa çıkarak aynı yerde Sınıf katipliğe;
9.10.1334 (1918)'de([69]) Meadin Müdüriyeti
ruhsatnameli meadin masası baş katipliğine terfi ederek maaşı önce 1500
kuruşa, 7.4.1335 (1919)'dan itibaren de 1600 kuruşa yükselmiştir.
Maliye nezareti bünyesinde 4
Haziran 1335 (1919) tarihli bir kararname ile oluşturulan Tevhid-i Mübayeat
Komisyonu'na tahrirat mümeyiz-i evveli ([70]°)
olarak 22.9.1335 'de atanan
Tahirü'l-Mevlevî ' nin maaşı da 2250 kuruşa yükselmiş ve 26.4.1336 'da bu komisyonun lağvedilmesiyle açıkta
kalmış; Ticaret ve Ziraat Nezareti'ne başvurusu sonucu 8.6.1336 (1920)'da 2000
kuruş maaşla iktisat heyeti başkatibi olarak 40 gün sonra ([71])
yeniden memuriyete başlamıştır.
(1920) tarihinde 2000 kuruş
maaşla iktisat heyeti ve kalem-i mahsusa baş katipliğine tayin edilen müellif,
30 Ağustos 1336 (1920)'da azledilmiş; birgün sonra cevaz-ı istihdam kararı
almasına (132) rağmen 31.8.1336 (1920) - 26.9.1336 (1920) tarihleri arasında
açıkta kalmıştır.
Tahirü'l-Mevlevî'nin yayınlanmış
olan Hatırat'ından bu görevden azledilme sebebinin; üyesi bulunduğu Teali-i
Islâm Cemiyeti ([72]) tarafından
Anadolu'daki Kuva-yi Milliye harekâtı aleyhinde hazırlanan bir beyannamenin
imzalanmasına karşı çıkması ve bu beyannamenin tasdik edilmemesi olduğunu
anlıyoruz ([73]). Müellifin resmî
azil sebebi ise aşağıdaki tezkire ile kendisine tebliğ edilmiştir.
"İktisat Heyeti muamelâtı
daimi surette bir katip istihdamını icap eylemediğinden mezkur heyetin
katipliğini ifa etmek üzere özel kalemde başkatipliğe tayin kılınmış olan
Tahirü'l-Mevlevî Bey'in vazifesine son verilmiştir.
Tahîrü'l-Mevlevî Bey'e 30
Ağustos 1336 tarihli emirhane-i nezâret penahî sureti balaya naklen tebliğ olunur.
30 Ağustos 1336"
Bu belgeden de anlaşıldığı gibi
resmî azil sebebi, daimi bir katibe ihtiyaç olmaması şeklinde açıklanmıştır.
(1920) tarihinde Maliye
nezaretine bağlı olarak, savaş dolayısıyla değişik yerlerden getirilen eşyaları
satmak vazifesi ile teşkil edilen ([74])
Âli Satış Komisyonu'na 3000 kuruş maaşla baş katip olarak atanmış; maaşı
24.10.1336 (1920) tarihinde 7000 kuruş
aylık ücrete yükseltilmiş; 27.9.1337 (1921)'de komisyonun lağvedilmesi
dolayısıyla 5000 kuruş aylık ücretle tahakkuk ve teslim memurluğuna naklen
tayin edilmiş ve 15.1.1338 (1922)'de buradan ayrılarak 16.1.1338 (1922)'de
Ticaret ve Ziraat Nezareti Sicil Müdürlüğü kalemi mümeyyizi olarak 2000 kuruş
maaşla bu kısımda çalışmaya başlamıştır ([75]).
Tahirü'l-Mevlevî, 5.2.1338
(1922) tarihinde Maden Umum Müdürlüğü mümeyyizi olarak naklen atanmış ve 1 Mart
1339 (1923) tarihinde emekliye sevkedilerek 750 kuruş emekli maaşı verilmiş;
1340 (1924) tarihinde kendisine Keçiborlu Kükürt Fabrikası müdürlüğü ile
İsparta Maden Memurluğu 2000 kuruş maaşla teklif edilmiştir. Bu teklifi kabul
etmemesi üzerine 1340 (1924)'e kadar aldığı emekli maaşı kesilmiştir ([76]l
Memuriyet hayatının bundan
sonraki bölümü muallimlikle devam eden müellifin sicil cüzdanında ve hizmet
cetvelinde sadece İstanbul İmam Hatip Mektebindeki hizmet süresi
gösterilmiştir. Buradaki ve diğer mekteplerdeki muallimliklerini ileride
açıklıyacağız.
Tahirü'l-Mevlevî, İstiklal
mahkemelerinde yargılanıp, beraat etmesi, sonrası İstanbul'da tapu dairesi
kuyud-i umumi idaresinde 22 Şubat 1926 - 29 Ağustos 1929 arasında, 150 kuruş
yevmiye (140) ile memur olarak çalışmış ve 29 Ağustos 1929'da istifasının arkasından
Maltepe Askeri Lisesi'ne Edebiyat Muallimi olarak tayin edilmiştir.
Hayatının önemli bir bölümünü
eğitim ve öğretim işi teşkil eden müellif; örgün eğitim kurumlan olan mektep ve
medreselerde muallimlik ve müderrislik; yaygın eğitim kurumlan olan Tekke ve
Camilerde vaizlik yaparak ilim ve irfan hayatına katkılarda bulunmuştur.
Dostu ve yakın arkadaşı Suudu'l
Mevlevi'nin "... Takrir u tedrisi de mütebeddil ve neşât-âverdir. Talebeyi
uyutmaz. Bil'akis muvafık beyitler ve münâsib fıkralar iradıyla onları haheşle
dinletir ve söylediği bahsi hemen orada belletirdi." ([77])
sözlerinden iyi bir muallim olduğunu öğrendiğimiz müellif; 1319 (1903)
tarihinde Burhan-ı Terakki ([78]) ve Rehnümâ-yı Füyuzât
mekteplerinde öğretmenliğe başlamış ve bu okullarda Farsça; Rehnümâ-yı
Füyuzatta aynı zamanda İslâm Tarihi ([79])
okutmuştur.
Bu okullarda muallimliği
sırasında Amuzgâr-ı Parisî ([80]) ve Dest-Âviz-i
Fâris-i Hânan adlı kitaplarını hazırlayan müellifin, Burhan-ı Terakki
mektebindeki dersleri bu okulun 1908'de ([81]
kapanması ile son bulmuş; Rehmüma-yı Füyuzat adlı mektepteki derslerinin tam
olarak ne zaman bittiğini bilmemekle birlikte, bu okul neşriyatı olarak 1325
(1909)'de Dest-Âviz-i Faris-i Hanan adlı kitabının yayınlanmış olması sebebiyle
1909'da halen bu okuldaki muallimliğinin devam ettiğini söyleyebiliyoruz.
Aynı yıl (1325-1909),
Daruşşafaka ([82]) adlı özel okulda
edebiyat ve Usul-i tahrir muallimliğine tayin edilen ([83])
Tâhirü'l-Mevlevî, kısa süreli zorunlu bir iki ayrılık dışında burada 1943
yılına kadar ders okutmuş ve yüzlerce talebe yetiştirmiştir.
Orman ve Meadin ve Ziraat
Nezareti'ndeki memuriyeti sırasında Mehmet Âkifle tanışan ve Sırat-ı Müstakim
dergisinde manzum ve mensur yazılar yazan ([84]°)
müellif; 18 Eylül 1330 (1 Ekim 1914) tarihinde çıkarılan bir nizamname ([85]) ile kurulan
Darü'l- Hilâfeti'l-Aliyye medreselerine M. Akif'in tavsiyesi ile müderris
olarak atanmıştır ([86]). İttihatçı olan
Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri Beyin (1867-1922) ([87])
döneminde meydana gelen bu atama olayı ittihatçı çevrelerde hayret uyandırmış
ve tepki çekmiştir. Çünkü Tâhirü'l-Mevlevî, ittihat Terakki Cemiyeti'ne girmiş
olduğu halde 1325 (1909) tarihinde bu cemiyetten ayrılmıştır, bununla da
kalmayarak, cemiyet aleyhinde yazılar yayınlayan ve/veya ittihatçılarla arası
iyi olmayan Beyanü'l-Hak dergisine yazı vermesi sebebiyle İttihatçı çevrelerde
muhalif olarak görülmeye başlanmıştır ([88]).
Şeyhülislâm Hayri Bey, İttihatçı olmayan bir kişinin nasıl atandığını
soranlara, "Ben hoca arıyorum, İttihatçı aramıyorum" cevabını vererek
bu tepkinin anlamsızlığını belirtmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin çalıştığı
yerlerden biri de İst. İ.H. Mektebi'dir. İstanbul Müftülüğüne hitaben,
medreselerde yaptığı hizmetinin bildirilmesini istediği 5 Temmuz 1340 (1924)
tarihli dilekçeye; müftülükçe 20 Temmuz 1340 (1924) tarihinde ve İstanbul Evkaf
müdürlüğünce 21 Ağustos 1340 (1924)'da verilen cevaplarda hizmet süresi ile
aldığı ücretler gösterilmiştir.
Bu belgedeki bilgiler ile,
müellifin Medeniyet-i İslâm müderrisi iken okutmak için hazırladığı
Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri adlı kitabının mukaddimesinde verdiği
bilgiler tenâkuz teşkil ediyor. Bu mukaddimede; ilk yıl Üsküdar Atik Valide,
ikinci yıl Ayasofya ve Sokullu, üçüncü sene ibtidâi hâriç kısmının bütün
medreseleri ve dördüncü yıl ibtidâ-i dâhil kısmının Karadeniz yönündeki tetimme
medresesinde İslâm Tarihi ve İslâm Medeniyeti Tarihi müderrisliği yaptıktan
sonra, öğrencilerin başarısı sonucu tak- dirnâme aldığı ve Şeyhülislâmlığa Musa
Kazım Efendi'nin ([89]) gelmesi sonucu
ittihatçı olmadığı için azledildiği yazılmıştır ([90])
Mukaddimedeki bu bilgilere göre
1330 (1914) yılında müderris olan müellifin dört öğretim yılı sonunda 1334
(1918)'de azledilmiş olması gerekir. Yukarıda verdiğimiz belgeye göre ise
müellif 1 Eylül 1333 (1 Eylül 1917)'de azledilmiştir.
Yine verdiğimiz belgedeki azil
tarihine göre müellifin, Musa Kazım Efendi'nin Şeyhülislâmlığa gelmesiyle
hemen azledilmediğini anlıyoruz. Çünkü Musa Kazım Efendi, 25 Nisan 1332 (8
Mayıs 1916) tarihli hatt-ı hümayun ile (16°) Hayri Efendi'nin yerine Şeyhülislâm
olmuştur. Buna göre Tâhirü'l Mevlevî, Musa Kâzım Efendi'nin meşihat makamına
geldiği tarihten yaklaşık 16 ay sonra azledilmiş olmaktadır. Sözkonusu
ettiğimiz Mukaddime'nin 20 Haziran 1943'de ([91])
yazıldığını gözönüne alırsak, bu bilgi farklılığını; zamanın geçmesi ile
bilgilerin hafızada ilk zamanki canlılıklarını muhafaza edememeleri gerçeği ile
izah etmemiz mümkündür.
Müderrislikten azledilmekle
birlikte Orman ve Maden Vekaleti'ndeki görevine devam eden müellif; 30 Mart
1334 (1918) tarihinde Ahmed Rasim Bey'in Tetkîkat-ı Lisaniye Komisyonu ([92]) lügat encümeni
raportörlüğünden istifa etmesi ile bu göreve atanmıştır. Namık Kemalzade Ali
Ekrem (Bolayır) Bey başkanlığındaki bu komisyon, Türkçe bir lügat hazırlamak
için çalışmalar yapmış, lügatin "elif" maddesi hazırlanmış; ancak bu
komisyonun insicamsız olması dolayısıyla Tâhirü'l-Mevlevî bir kaç oturum sonunda
istifa ederek bu komisyondan ayrılmıştır ([93]).
2 Teşrin-i Sânî 1334 (2 Kasım
1918) tarihinde Medresetü'I-İrşadda yeniden Müderrislik görevine başlayan
müellif; 1 Eylül 1335 (1919)'dan itibaren Darü'l-Hilafeti'l Aliyye
medreseleri'nde; 20 Eylül 1335 (1919)'den itibaren de Medresetü'l-Kuzat'da ([94]) ders okutmaya
başlamış ve müderrislik görevi; Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile 3 Mart 1340 (1924)
tarihinde medreselerin kapanmasına kadar devam etmiştir.
Adı geçen kanunla medreselerin
kapatılması üzerine, tahsil müddeti dört yıl olmak üzere açılan 29 adet ([95]) imam Hatip
mektebi'nden biri olan İstanbul imam Hatip Mektebine 27.4.1340 (1924)
tarihinde 1500 kuruş maaşla, edebiyat, hitabet ve inşâd muallimi olarak atanan
Tâhirü'l-Mevlevî 8.11.1341 (1925) tarihinde azledilmiştir. ([96]) Bu azle sebep
gösterilen olay şöyle gelişmiştir:
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile imam
Hatip Mekteplerinin yanında yüksek din öğretimi yapmak için de ilahiyat
Fakültesi kurulmuştur C67). Ancak açılan İmam Hatip mektepleri ortaokul
seviyesinde eğitim verdiği için bu okulların mezunları ilahiyat Fakültesine
gidemiyordu. İşte İmam Hatip mektepleri ile İlahiyat Fakültesi arasındaki bu
boşluğu farkeden Tâhirü'l Mevlevî ve İstanbul İmam Hatip Mektebi Müdürü Hilmi
Bey bu konuda bir girişimde bulunmayı düşünmüşler ve Hilmi Bey; bu mekteplere
iki-üç sınıf ilavesiyle bunların lise seviyesine çıkarılması teklifini
öğretmenler kurulu toplantısında ifade etmiştir. Kabul edilen bu teklif üzerine
bir yazı hazırlanıp müdür ve 15 öğretmen tarafından imzalanarak Maarif
Vekaleti'ne gönderilmiş; bakanlıkça da bu teklifin beğenilmesi üzerine;
İlahiyat Fakültesi dekanı Şemseddin Bey ile ilave sınıflarda okutulacak dersler
konusunda görüşmeler yapılarak, yeni tahsisat alınıncaya kadar ilave dersleri
fahri oiarak okutma konusunda mevcut muallimler taahhütde bulunmuştur ([97]).
Bu girişimle İmam Hatip
Mektebi'nin geliştirilerek ilahiyat Fakültesine öğrenci vereceği beklenirken,
teklif mazbatasının verilişinden bir yıl sonra yazıda imzası bulunan okul
müdürü ve Tâhirü'l Mevlevi'nin de içinde bulunduğu 15 öğretmen Teşrin-i Evvel
1341 (Kasım 1925) tarihide azledilmiştir. İstanbul Maarif Müdürü Nail Rüştü Bey
azil sebebini de ihtiva eden şu yazıyı göndererek tebliğ etmiştir.
"Tevhid-i Tedrisat
Kanunu'nu medreselerin ilgasına matuf bir darbe-i zalimane telakki eylemiş ve
buna dair takdim ettiğiniz mazbatayı müzeyyifane bir lisanla yazmış
olduğunuzdan siz muallimlerden filan ... filanlar ki ceman 16 kişi vazifenizden
azl edildiğiniz cihetle hemen mektebi terk etmeniz Vekalet-i Celile'den
telakki edilen emir iktizasıdır" ([98])
Bu azil olayı ile ilgili olarak
müellifin Sicil Cüzdam'na ise şu not konulmuştur;
"Mumaileyh tevhid-i
tedrisat aleyhinde irâde-i kelâm ettiğinden, selahiyettan heyetin 1/11/1341
tarihli kararıyla azledilmiştir. Muahharen Vekalet İnzibat Komisyonu'nun
6/12/1927 tarih ve 274 numaralı kararı ile cevazu'l-istihdamına karar
verilmiştir" ([99]°).
İmam Hatip Mektebinden
azledilmekle beraber Daruşşafaka'da derslerine devam eden Tâhirü'l-Mevlevî, bu
azil olayındaki yanlış anlaşılmanın giderilmesi için girişimlerde bulunmuş ([100]), ancak bu
girişimlerinden bir sonuç alamadığı gibi, bu sırada tutuklanarak İstiklal
Mahkemesinde yargılanmak üzere Ankara'ya sevkolunmuştur.
Eylül 1341 (1925) tarih ve 2415
sayılı yasayla bütün memurların şapka giymesi emredilmiş ve bu arada çıkarılan
bir kararname ile de İmam, vaiz, müftü gibi memurların resmî kıyafetleri de
siyah lata ve beyaz sarık ([101]) olarak tesbit
edilmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî şapka
mecburiyetinin bütün halka getirilmediği o dönemde fesî çıkarmak konusunda ağır
davranıyor ve vaizler için getirilen sarık sarma izninden faydalanmak istiyor. Bu sırada Laleli Camii'nde bir
vakfiye'ye bağlı olarak vaaz verdiği için İstanbul Müftülüğü'ne baş vurarak
sarık sarma iznini içeren bir belge istiyor ([102])
ve aşağıdaki belgeyi alıyor;
"Türkiye Cumhuriyeti
İstanbul Vilâyeti Müftülüğü
Aded 9/29
Bâlâda fotoğrafisi mulsak
Tâhirü'l-Mevlevî Efendi'nin Lâleli Câmi-i Şerifi'nde vâ‘iz olduğunu mübeyyin
vesikadır.
1 Eylül 1341 İstanbul Vilâyeti
Müftüsü Muhammed Fehmi" ([103])
Bu belgeyi aldıktan sonra 30
Teşrini Evvel 1341 (30 Ekim 1925) tarihinde sarık saran ([104])
müellif; Kanun-ı Evvel 1341 (Aralık 1925) başlarında tutuklanmıştır ([105]) Bu tutukluluk ve
sonrası dönemi Hatıratında uzun uzun anlatılmıştır.
Kanun-ı Evvel 1341 (Aralık 1925)
başlarında evi aranarak şüpheli görülen üç evrak ([106])
ile birlikte tevkif edilerek, At Meydam'ndaki Ahmediye Polis Karakolu'na
getirilen müellife tevkif sebebi bildirilmemiştir. Fakat o arada çıkan
gazetelerde ([107]) Ömer Rıza Bey,
Atıf Hoca'nın Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesini basan kitapçı Mihran
Efendi, Sabık Evkaf Nezareti müsteşarı Şevki Bey gibi şahısların tutuklandığını
okuyan Tâhirü'l-Mevlevî, tevkif sebebinin şapka meselesiyle ilgili olduğu
kanaatine varıyor (179).
Bu kanaat sonucu, bir şapka
aldırıp giyme kararı vererek; alınan fötr şapkayı giymiş ve sarığı çıkarmıştır.
Şapkalı haliyle aynaya bakınca yüzü kendine çok çirkin gelerek, ağzından gayri
ihtiyarı şu beyit çıkar:
"Ayineye baktım orada aksimi gördüm
Allah biliyor kalbimi kendimden ürktüm
"
13 Kanun-ı Evvel 1341 (1925)'de
Ahmediye Polis karakolunda tutulduktan sonra ve 19 Kanunu Evvel'de Aksaray
Polis merkezine götürülerek sorguya çekilen müellifin, sorgusunda ana konu
şapka konusu ve Atıf Efendi'nin Şapka risalesi olmuştur.
Tutukluluğu sırasında sarığı
çıkarıp şapka giymesine ve şapka konusundaki soruya, sorgucuların hoşuna giden
ve şapka giymenin caiz görülmesi anlamına gelebilecek nitelikte cevap vermesine
([108]) rağmen diğer
tutuklularla birlikte 24 Kanun-ı Evvel 1341'de İstiklal Mahkemesi'nde
yargılanmak üzere Ankara'ya sevkedilmiştir.
Türkiye'nin dört bir tarafından
getirilen ve şapka muhalefeti dolayısıyla tutuklanan şahıslarla birlikte Ankara
hapishanesine yerleştirildikten sonra, tutukluların sayısının çokluğu
dolayısıyla dört defa mahkemeye çıkmasına rağmen kendisine yargılanma sırası
gelmeyen Tâhirü'l Mevlevî, ancak bir ay sonra 26 Kanun-ı Sani 1342 (26 Ocak
1926)'de ilk defa yargılanabilmiştir. Yargılanma sırasında da sorulan sorular,
Teali-i İslâm Cemiyeti tarafından Kuva-yi Milliye harekatı aleyhinde hazırlanan
beyanname ([109]) ile, Atıf Efendi'nin
Şapka risalesinden kaç adet satıldığıdır.
Tâhirü'l-Mevlevî, karar
duruşması öncesi hazırladığı ve yumuşak bir dil kullandığı müdafanâmesini, 3
Şubat 1926 günkü karar duruşmasında okumuş ve beraat etmiştir. ([110]) Beraatinden
sonra Ankara'da azledilmiş olduğu İmam Hatip Mektebi öğretmenliği için cevaz-ı
istihdam kararı aldırmak için uğraşmış, ancak bir sonuç elde edemiyerek , Şubat
1926 tarihinde İstanbul'a dönmüştür ([111]).
Tâhirü'l Mevlevî İstanbul'a
dönüşünden sonraki günleri, hayatını anlattığı makalesinde şöyle ifade
etmiştir:
"Daruş-şafaka'daki 800
kuruş ders maaşımdan başka bir yerden bir gelirim yoktu. Binâenaleyh 150 kuruş
yevmiye ile Deftarhanedeki Kuyud Kalemi’ne girdim. Çalışmam takdire şayan
görüldüğü için Müdir-i Umumi Hacı Selâhaddin Bey merhum, beni mümeyyiz yapmak
istemiş, fakat vekâletçe diğer arkadaşlara verilen cevaz-ı istihdam kararı
nasılsa benden esirgenmiş olduğu için yapamamış. Sonra Mebus ve şâir Halil
Nihad Bey'in tavassuduyla bir cevaz-ı istihdam kararı alabildim. Bundan dolayı
muhterem üstadı minnetle anarım" ([112])
Sefine-i Evliya adlı kitabında
Hüseyin Vassaf Bey'in "el-yevm hiç bir neşriyat ile meşgul olmayıp
guşe-nişin-i uzlet olmuştur" ([113]) dediği
müellif, istiklâl Mahkemesi dönüşü 6 yıldır çıkardığı Mahfil dergisinin 68.
sayısını çıkardıktan sonra bu dergiyi kapatmış ([114]) ve iyice
içine kapanmıştır. O dönemlerde yazdığı şu şiirde içinde bulunduğu durum
mısralara aksetmiştir.
"İmânımı,
nifâk ile mestûr tutmadım Dinsizliğin takınmadım iğrenç nikâhını Sarsılmadı
metaneti rûh-ı akîdemin Cismim geçirdi gerçi cihân inkılâbını Mağdûr olup da,
azl ile, tevkîf u habs ile Duydum samîm-i rûhda dehrin ikâbını
Şiirde de ifade ettiği gibi
çektiği bütün sıkıntılara rağmen inancında bir sarsıntı olmamış ve
Daruş-şafaka'daki derslerine devam ederken, 6 Aralık 1927'de Maarif Veka-
leti'nden cevaz-ı istihdam kararı almıştır (189). Daha önce de ifade ettiğimiz
gibi 19 Zilhicce 1346 (9 Haziran 1928)'da (190) annesinin ve 23 Şaban 1347 (3
Şubat 1929)'da (191) evladı gibi sevdiği yeğeni fatma Vediatullah'ın ölümleri
ile kendini iyice yalnız hissetmeye başlamış ve annesinin ölümü üzerine yazdığı
şiirde de bunu hissettirmiştir ([116]).
Maarif Vekaletinden aldığı
cevaz-ı istihdam kararıyla Askeri Liseler Müfettişliği'ne başvurmuş,
başvurusunun kabulü sonucu Defterhanedeki memuriyetinden istifa ederek 15
Ağustos 1929 tarihinde Maltepe Askeri Lisesi Edebiyat öğretmenliğine 80 lira
ücretle atanmış bir yıl sonra ücreti 98 liraya çıkarılmıştır(193). 1 Ağustos
1931 tarihinde Maarif Vekaleti tarafından Kuleli Askeri Lisesi Edebiyat
öğretmenliğine ([117]) ataması
yapılınca; Askerî Liseler Müfettişliğinin 13 Ağustos 931 Gün ve S. II. 4698
sayılı buyruklarıyla burada göreve başlayarak bu lisenin 30 Nisan 1941'de
Konya'ya nakline kadar çalışmış, asli vazifesinin Daruş-şafaka'da olması
dolayısıyla Konya'ya gitmeyerek İstanbul'da kalmıştır ([118]).
Bu liselerde ki öğretmenlikleri
oldukça verimli geçen müellif; sanki yeniden doğmuş, İstiklal Mahkemesi
sonrası çekildiği uzlet köşesinden ([119])
çıkarak hayatın içine girmiştir. Maltepe Askeri Lisesi’nden bir öğrencisinin
mektubuna verdiği manzum cevapta bu okullarda geçirdiği günleri şöyle
yâdetmiştir:
Hâtırlattın evlâdım hocana
(Maltepe)yi Orada tatlı geçen bin türlü menkıbeyi (Maltepe)yle (Kuleli) bu iki
irfan yurdu Bana candan sevdiğim bir ilim evi olmuştu Oralarda aczimle on iki
yıl çalıştım Her taraftan gördüğüm muhabbete alıştım Ben onları sevmiştim,
onlar da beni sevdi Oraları bana çok cidden samimi evdi İdare bu âcizi iyi bir
hoca bildi Talebeye gelince şefkatli baba bildi
Bu huzurlu ortam, müellifin İlmî
sahadaki çalışmalarını hızlandırmasına sebep olmuş; bilhassa edebiyat
tarihimizle ilgili önemli eserlerini bu dönemde yayınlamıştır. Edebiyat
Tarihimize Dâir Manzum Bir Muhtıra (İst. 1931), Edebiyat Lügati (İst. 1936),
Fuzuliye Dâir (İst. 1936), Şâir Nev'î ve Suriye Kasidesi (İst. 1937), Bâki'ye
Dâir (İst. 1938) gibi kitaplar müellifin bu dönemde kitap olarak yayınlanmış
olan çalışmalarıdır. Bu kitaplardan başka Yücel, Bilgi Yurdu, Çığır gibi
dergilerde yayınlanmış olan, edebiyat tarihimizle ilgili makaleleri ([120]) de bu dönemin
verimliliğine şahitlik etmektedir.
Kuleli Askerî Lisesi'nde
Edebiyat öğretmeni iken, Maarif Vekaletince Ali Ekrem (Bolayır) başkanlığında
oluşturulan Edebiyat Lügati Komisyonu’na 8.1.1934 tarih ve 179 sayılı yazı ile
atanmış olan Tâhirü'l-Mevlevî; 7 Mayıs 1934 tarihinde Maarif Vekilliğine
gönderdiği dilekçe ile istifa etmiştir. Bu komisyondan Edebiyat Lugatı'nın
yazılış metodu ile ilgili Ali Ekrem Bey'le aralarında çıkan anlaşmazlık sonucu
istifa etmiş ve bu süre içinde yaptığı çalışmaları düzenleyerek Edebiyat
Istılahları adıyla kitap haline getirmiştir.
Öğretmenlik hayatına Eylül
1941'de atandığı Beşiktaş'taki Musikiyât mektebi[121]
ve 25 Kasım 1941'den itibaren Kadıköy Sen Jozef Lisesi Türkçe öğretmeni olarak
devam etmiş; Sen Jozef Lisesi öğrencilerinin dersteki davranış bozuklukları
dolayısıyla 22.12.1941 tarihli dilekçe ile bu okuldaki derslerinden ayrılmıştır
t[122]).
26 Mart 1942'de İstanbul
Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu'na 60 lira ücretle katip olarak atanmış, 26
Nisan 1943'den itibaren 120 lira ücretle aynı komisyona aza olmuştur, azalığı
dolayısıyla 25 Mayıs 1943'de Beşiktaş Musikiyâtı mektebinden istifa
etmiştir(203) Bu arada hazırladığı İstanbul kütüphanelerinde yazma divanı
bulunan 12-16 asır şairleri ve divanları hakkındaki katalog 1947 yılında Milli
Eğitim Bakanlığınca basılmıştır (204).
Yaşının ilerlemiş bulunması,
kulaklarının ağırlaşması, istirahate ihtiyacının olması gibi sebeblerle [123] 1325 (1909)
tarihinden beri görev yaptığı Daruşşafaka Lisesi'ndeki derslerine 11.9.1943
tarihinde son verilmiş ve bu okulun yönetimi elinde olan Türk Okutma Kurumu'nca
kendisine 400 lira ikramiye ödenmesi kararlaştırılmıştır (206). Fakat
Tâhirü'l-Mevlevî ikramiye olarak verilen bu parayı kabul etmemiştir
Daruşşafaka'daki derslerine son
verilmesiyle 1319 (1903) tarihinde Burhan-ı Te- rakki'de başlıyan ve
medreselerde, İstanbul İmam Hatip Mektebi, Maltepe ve Kuleli Askeri Liseleri
vb. okullarda devam eden muallimlik ve müderrislik hayatı 40 yıl sonra bitmiştir.
Ancak onun öğreticilik vasfı yazdığı makaleler ve sohbetleriyle ölümüne kadar
devam etmiştir.
Basın ve yayın hayatında
yazarlıktan, yayınevi ve gazete-dergi sahipliğine kadar değişik kademelerde
hizmet vermiş olan Tâhirü'l-Mevlevî'nin bu sahaya adım atması, Mektep (208)
dergisinde H.1311/1894'de ilk şiirinin yayınlanması ile başlar.
Matbuat Âlemindeki Hayatım
adıyla yayınlanmış olan hatıratında "Bin türlü tereddüt ve heyecan İçinde
gönderdiğim iki eser bu mergûb mecmuada neşredildi ki biri Na't-ı Şerif, diğeri
de gazel idi. Ve her ikisi de nazire olmak üzere yazılmıştı. Hangisinin
çıkışının öncelik kazanmış olduğunu unutmuşum" ([124])
şeklinde basın hayatına girişini anlatan müellifin; ilk defa yayınlanan şiiri
Na't-ı Şerif ([125]), daha sonra
yayınlanan ise gazel ([126]) olmuştur.
Araştırmamızın ikinci bölümünde
genişçe üzerinde duracağımız H. 1313-1316 (1896-1899) tarihleri arasında
çıkardığı çile döneminde de okuma ve yazma işiyle ilgilenmeye devam eden ([127]) müellif; çile'yi
tamamladıktan sonra Konya'ya giderek Mevlana'yı ziyaretten sonra bir müddet
tekkede hücre-nişin olarak kalmış; ancak vakıf lokmasını yemektense kendi el
emeği ile ekmeğini kazanmak düşüncesiyle, önceden temin ettiği ve hicazdan
getirdiği kitaplarla Bayazıt’da tramvay yolunda "Tâhir, Dede Kütüphanesi"
adıyla bir dükkân açarak yayıncılığa başlamıştır ([128]).
Yayıncılıktaki hedefi
."şurada burada zamânın tahribine ve imhasına ma'ruz kalmış Mevlevî
âşârını basdırmak" ([129]) şeklinde
özetlenen Tâhir Dede Kütüphanesi'nin ilk neşriyatı olarak Mir'ât-ı Hz. Mevlana
([130]) adlı manzum
risâle yayınlanmıştır ([131]). Aynı yıl içinde
(1899), ikinci olarak Galata Mevlevî hanesi meşâyihinden Nayi Osman Dede Zade
Sırrı Abdülbaki Dede'nin Manzume-i Miraç ([132])
adlı eserini bir mukaddime ilavesi iie yayınlıyan Tâhirü'l-Mevlevî, kitap
satışlarının iyi olmaması ve masrafın çokluğu dolayısıyla Bâb-ı Âli
yokuşundaki Medresetü'l-Hattatîn'în karşısındaki bir dükkanı kiralıyarak
"Tâhir Dede Kütüphanesi'ni buraya nakletmiştir ([133])
Üçüncü olarak Cevrî İbrahim
Çelebi (Ö. 1065/1655) ([134]) nîn Hilye-i Çâr
Yâr-i Güzîn adlı manzum eserini bir mukaddime ilavesiyle neşrettikten sonra,
Rüsumât Muhasebe kâtiplerinden Vâsıf Efendi’nin tertip etmiş olduğu Mecmuâ-i
Medâyih-i Hazret- i Mevlâna adlı eseri formalar halinde yayınlamıştır .
Kitap yayın işi devam ederken,
gazete çıkarma düşüncesi ile ruhsat almak için müracaat eden müellif,
müracaatına olumsuz cevap alınca, kitapçı Karabet Efendi'nin Resimli
Gazete'sini haftalığı 200 kuruşa kiralıyarak, 21 Cemaziyü'l-ahir 1317/14 Teşrin-i
Sâni 1315 (1899) Perşembe günü 1-19 sayısını yayınlamıştır ([135]). Kapağında
Mecmua-i Medâyih-i Mevlânâ adlı kitabın ilanı ile bir Mevlevî külahı bulunan ([136]) ve birçok
mürettip hatası ile çıkan gazetenin ilk nüshası, bir şikâyet sonucu toplatılmış
ve gazetenin çıkışı tatil edilmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî, Resimli
Gazete'nin kapanış sebebini şöyle açıklamıştır:
"İşitdiğime göre Ma'lumatçı
Baba Tâhir ile Sururi Paşa-zâde Nazif Surürî hakkımda bir jurnal vermişler 'Bu
âdâm Yeni Kâpı Tekkesi'ne mensubdur. Veliahd Reşâd Efendi de orânın dervişidir.
Onun için propagânda yapmak maksadıyla Resimli Gazete'yi çıkarıyor"
demişler. Gazete bi-irâde ta'til edildi. Ben de Zabtiye Nâzırı Şefik Pâşâ
tarafından celb ve isticvâb olundum." ([137])
Gazetenin kapatılması, Mecmua-i
Medâyih-i Mevlânâ adlı kitabın ruhsatının iptal edilmesi ve Tahîr Dede
Kütüphanesi'nin Komser Mektepli Ahmed Efendi tarafından gözetim altına
tutulması gibi baskılar sonucunda ([138])
altı ay devam eden yayıncılık hayatına veda ederek kitabevini kapatan
Tâhirü'l-Mevlevî bir müddet basın hayatından uzaklaşarak vekilharçlık ve
memuriyetle hayatını devam ettirmiştir.
II. Meşrutiyetin ilanı ile basın
hayatında bir canlanma olmuş ve basın hayatının bu hareketliliği üzirene birkaç
arkadaşıyla birlikte bir gazete çıkarma hevesine kapılan müellif, yeniden
basın hayatına dönmüştür. 8-10 kişilik bir arkadaş grubu ile ve hissesi beş
liraya kurulan bir gazetecilik şirketi ile Rehber-i Vatan adlı bir gazete
çıkarma teşebbüsünde bulunmuştur. Bu gazetenin ilk nüshası mürettip hataları
yüzünden okunmayacak şekilde çıkmış; ikinci nüshanın baskısının da aynı şekilde
bozuk olduğu görülünce, baskı yarıda bırakılarak bu teşebbüsten vazgeçilmiştir.
Tâhirü’l-Mevlevî başarısızlıkla sonuçlanan bu gazetecilik serüveninin mizahî
bir tarzda Teşebbüs-i Şahsi ([139]) adlı romanında
işlemiştir (227l
Tâhirü'l-Mevlevî, Rehberi Vatan
gazetesinin çıkamaması sonucu basın hayatından kopmamış ve Rehnüma-yı Fûyuzat
adlı mektebte beraber çalıştığı öğretmenlerden Mithat Rebii Bey'in imtiyaz
sahipliğini yaptığı Nekregû dergisinin başyazarlığını yaparak Ağustos 1324
(1908)'den itibaren bu dergiyi çıkarmaya başlamıştır. Bu dergi 5 sayı yayınlandıktan
sonra şirket sahipleri arasında çıkan anlaşmazlık sonucu kapanmıştır ([140]).
Müellifimiz yaklaşık bir yıl
sonra 14 Mayıs 1325 (27 Mayıs 1909) de Mithat Rebii Bey ile beraber yeniden
aynı dergiyi Nekregu ile Pişekar adıyla çıkarmaya başlamış; bu sefer de 9 sayı
yayınladıktan ([141]) sonra bu da
kapanmıştır. Haftalık olarak yayınlanan bu mizah dergilerinde Tâhir Safvet
imzasıyla yazdığı yazılarda II. Abdülhamit dönemini "Is- tibdad
dönemi" olarak nitelemiş, ittihat Terakki Cemiyeti'ni övmüştür ([142]).
Gazete ve dergi çıkarma
girişimlerinin başarısız olması ve uzun süre devam etmemesi dolayısıyla; basın
dünyasıyla ilişkisini yazar olarak devam ettirmeye başlamış; Orman ve Meadîn
Nezaretinde çalışırken tanıştığı Mehmet Âkif vasıtasıyla Sırat-ı Müstakim'de
telif veya türcüme, manzum ve mensur yazılar yazmaya başlamıştır ([143])
Sırat-ı Müstakim dışında; Trabzon'da
yayınlanan İkbal gazetesinde de Farsça ve Arapça'dan tercüme ettiği Seyyid
Ahmed Zeyni Dahlanin, el-Futuhatü'l-İslâmiye, Hind İhtilâli, Hindin Moğol
Hükümdarları ve Nadir Şah adlı kitaplar tefrika halinde neşredilmiştir.
Sırat-ı Müstakim'in kapanması üzerine Tâhirü'l-Mevlevî, önceden almış olduğu
Sebilürreşad mecmuası imtiyazını Eşref Edib Bey'e devretmiş ve böylece yayın
hayatına atılan Sebilürreşad adlı mecmuaya da manzum ve mensur yazılar yazmaya
başlamıştır ([144]).
Beyânü'l-Hak, Peyâm-ı Sabah, İ'tisam,
Ceride-i Sufiye, Geveze adlı dergi ve gazeteler de yazılarının yayınlandığı
diğer yayın organlarıdır ([145]).
Muallim Naci'nin Lugat-i Naci ve
Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya kitaplarının musahhihliğinde de bulunan
Tâhirü'l-Mevlevî yeniden bir dergi çıkarma düşüncesine kapılmış ve 1335 yılı
sonlarında Mahfil adıyla yayınlıyacağı bir mecmuanın ruhsatını çıkartmıştır.
Ancak mâlî imkansızlıklar yüzünden bu mecmuanın yayın tarihini bir müddet
geciktirerek ilk sayısını 1 Zilkade 1338 (17 Temmuz 1920) tarihinde çıkarmıştır
Mahfil mecmuası 1338 -1344
(1920-1926) tarihleri arasında 68 sayı yayınlanmıştır
_ Altı yıl süreyle yayınladığı
bu dergide dinî, edebî, tarihî birçok makale ve şiirlerini yayınlayan müellif,
İstiklal Mahkemesi dönüşünde 68. sayısını yayınladığı bu mecmuayı kapatmıştır ([146])
1926 yılında Mahfil mecmuasını
kapattıktan sonra uzunca bir müddet basın hayatından uzak kalan ([147])
Tâhirü'l-Mevlevî; Kuleli Askeri Lisesi'nde Edebiyat öğretmeni olarak görev
yaparken, Temmuz 1935'den itibaren Yücel ([148]),
Birinci Teşrin 1936'dan itibaren Bilgi Yurdu ([149]
ve İkinci Teşrin 1937'den itibaren de Çığır ([150]°)
adlı dergilerde edebiyat tarihimizle ilgili araştırmaları, İlmî, tarihî
makaleleri ve şiirleriyle yeniden yazar olarak basın hayatına dönüş yapmıştır.
Yaşının ilerlemiş olmasına ve
rahatsızlıklarına rağmen araştırma yapmaktan ve bunları yayınlamaktan geri
durmamış; ilk sayısı 4 Zilhicce 1367/7 Ekim 1948'de yayınlanan İslâm Yolu
mecmuasının başmuharrirliğini yapmış ve vefatına kadar bu dergide yazmaya devam
etmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin yazılarının
yayınlandığı diğer bir dergi de İslâm'ın Nuru ([151])
adlı dergidir. Bu dergide de büyük bir çoğunluğu vefatı sonrası olmak üzere çok
sayıda makalesi yayınlanmıştır.
Basın camiasına uzun yıllar
verdiği hizmet ve kalemindeki ustalık dolayısıyla erbab-ı kalem tarafından
"Şeyhu'l-Muharririn" ([152])
olarak vasıflandırılmış; Hakkı Tarık Us tarafından Üniversite konferans
salonunda 1948 Ekim'inin 2.ci Cumartesi günü düzenlenen bir jübile töreniyle,
basın hayatına elli yıl hizmet veren muharrirlerden birisi olarak
ödüllendirilmiştir ([153])
Tâhirü'l-Mevlevî'nin bu jübile
töreninde söylemiş olduğu aşağıdaki dörtlük, onun basın hayatında çektiği
sıkıntıları ve nasıl ademe (yokluğa) mahkum edildiklerini, o ve onun
gibilerinin matbuat hayatını kısaca özetlemektedir:
"Elli yıldır yazı yazan
kalemler Türlü zulüm gördü, duydu elemler Şimdi bazı nazarlarda hepsi de
Beyhude yer işgal eden ademler"
ŞEFİK CAN EFENDİ HAZRETLERİNİN HATIRÂTINDAN TÂHİRÜ’L MEVLEVÎ
HAZRETLERİ
Şefik
Can Efendi, bir radyo programında, mürşidi Tâhirü'l Mevlevî Hazretlerinin
cenâzesindeki şu ibretli hâtırâsını anlatıyor...
https://soundcloud.com/www-muzafferozak-com/efik-can-efendinin-t-hirul
Şefik
Can Efendi bir mülâkâtında Muzaffer Efendi Hazretleri ile şunları anlatıyor :
"Muzaffer
Ozak Hoca, bana Hindistan'da basılan Mesnevî şerhini verdi. Kendisi çok yakın
dostumdu. Hatta Amerika'ya gittiği zaman bile oradan arardı. O zaman bendeniz
Tâhirü'l Mevlevî şerhini hazırlıyordum. 'Ben, o şerhten çok istifâde ettim. O
da Ankaravî Hazretlerinden çok istifâde etmiş' diyerek Tâhirü'l Mevlevî şerhine
devam etmem için beni teşvîk ederdi"
Hoca
binlerce talebe yetiştirdi. Çelebi kişiliği, hicivleri, kalemle mücadelesiyle,
toplumu yönlendiren kıymetli kişiler arasında yerini aldı. Mahir İz Hoca: “Nüktedan, cömert ve iltifat eden
bir zattır. O Yüksek ahlak sahibi birisidir. Daima fakirlerin, kimsesizlerin
yardımına koşan, değerli bir insan, asil ruhlu, kâmil bir Müslüman” olduğunu söyler.
Tâhirü'l-Mevlevî; oldukça yoğun
ve verimli bir ömür sürmüş; kendini ilme ve talebelerine adamış; hayatı,
öğrenmek ve öğretmekle geçmiş nadir şahsiyetlerden biridir.
74 yıllık ömrüne çok şey
sığdırmış, yüze yakın eser yazmış, yüzlerce talebe yetiştirmiş; ancak bu
tempolu hayat dolayısıyla ömrünün son yıllarına doğru bedeni zayıf düşmüş ve
bir takım rahatsızlıklar belirmeye başlamıştır.
1940 yılı Şubat ayında prostat
rahatsızlığı dolayısıyla, ameliyat edilerek mesanesinden 3 tane taş
çıkarılmış, 15 gün hastanede yattıktan sonra sonda takılı olduğu halde
hastaneden çıkmıştır ([154]). Oldukça
sıkıntılı günler geçirdiği bu ameliyat dönemi sonrası sonda takılınca söylemiş
olduğu şu sözler; onun hayatının çileyle yoğrulduğunu ifade etmektedir:
“Doğduğumdan beri çekdim durdum
Yine de gelmedi pâyân-ı çileye Bu sefer karnıma marpûç geçirip Beni döndürdü
felek nargileye"
Geçirdiği birinci ameliyattan üç
ay sonra prostattan ikinci bir ameliyat olmuş; 15 gün hayat-memat arasında
çırpındıktan sonra sağlığına kavuşarak iki ay hastanede yattıktan sonra taburcu
olmuştur. Hastanede geçirdiği 15 günlük ümitsizlik hali, öldüğü şeklinde etrafa
haber olarak yayılmıştır ([155]).
İslâm Yolu mecmuasında yer alan
bir teşekkür ilanından ([156]) ömrünün son
yıllarına doğru mide ülseri dolayısıyla rahatsız olduğunu öğrendiğimiz
Tâhirü’l-Mevlevî; bütün bu rahatsızlıklara rağmen yoğun İlmî çalışmalarından
vazgeçmemiştir.
Hayatının son günlerinde en
önemli eserlerinden olan Mesnevî Şerhi'ni tamamlamak için yoğun bir şekilde
çalışırken, aynı zamanda Eylül 1951 tarihinde yapılacak olan XXII. Beynelmilel
Müşteşrikler Kongresi'nde sergilenecek 3500 kadar el yazması kitabın seçimi
için oluşturulan komitede üye olarak çalışmalara katkıda bulunmuştur.
Hakkında yazılan bir yazıdan
hayatının son yıllarında gözlerinden de tedavi gördüğünü öğrendiğimiz Tâhirü'l
Mevlevi'nin bütün sıkıntıları, 1294 Ramazan'ında başlayan güzide ve ömek
hayatının yine mübarek Ramazan ayında noktalanmasıyla sona ermiştir.
15 Ramazan 1370/20 Haziran 1951
Çarşamba günü ruhunu Rabbine teslim eden Tâhirü'l Mevlevî, ertesi gün yani 21
Haziran 1951'de toprağa verilmiştir ([157]).
Cenazesi, talebeleri ve dostları tarafından evinden alınarak, Sünbül Efendi
Camii'ne getirilmiş öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası, Şeyhi
Celâlettin Efendi'nin mezarı önüne götürülmüştür. Toprak üzerinde bir müddet
durdurulduktan sonra, Yenikapı Mevlevihanesi Hamuşan mezarlığında medfun
bulunan annesi Emine Emsal Hanım'ın yanında toprağa verilmiştir ([158])
(İnternette birçok yerde
Merkezefendi Mezarlığı geçiyor. Yenikapı Mevlevihanesi hamuşanı yakın olduğu
için aynı mezarlık gibi düşünülmüştür.)
"İstemem nakl-i cenazemde
çeleng ü âhenk Debdebeyle girilen saha değildir makber Orası dergehidir
bârgeh-i Mevlâ'nın Kapısından içeri acz ile girmek ister" ([159])
Cenaze töreni yukarıda yazılı
kıtasına uygun, son derece mütevâzi bir şekilde icra edilmiş olan müellifin
kabir taşına kazılmasını istediği ([160])
şu kıta çok meşhurdur:
"Eli boş
gidilmez gidilen yere Rabbim boş gelmedim ben, suç getirdim Dağlar çekemezken o
ağır yükü İki kat sırtımla pek güç getirdim" ([161])
Vefatı üzerine sevdikleri ve
dostları tarafından hakkında makaleler yazılmış, vefatına tarihler düşürülmüş,
şiirler kaleme alınmıştır. Elli aşkın süreyle hizmet ettiği matbuat alemi de
onun vefatına bigane kalmamış; dostları ve talebeleri tarafından rahmetle anıldığı,
ilim ve edebiyat dünyasının büyük bir kaybı olarak nitelendiği yazılar
yazılmıştır.
Hakkında yazılan bütün
yazılarda; büyük bir âlim, iyi bir şâir, hoş sohbet, nüktedan, alçak gönüllü ve
kendini ilme adamış v.b. özelliklerle tavsif edilmiştir (25?).
Vefatına düşürülen tarihlerden
bazıları şunlardır:
Hafız Yusuf Cemil Ararat
tarafından düşürülen tarih:
"Mevlevî Mesnevî-hân şair-i
hassâs idi Ehl-i dildi pâk idi âlâyjşinden zahirin Geldi "ya Hû"
müjde-i gufranıdır tarihine Sadr-ı illiyyinedir pervazı rûh-ı Tâhirin
([162])
Eyyub-ı Rüşdî tarafından
düşürülen tarih:
"Esdi irfan bezmine
şiddetli bir bâd-ı hazân Oldu vuslâtyâb-ı rahmet yine bir merd-i kavi
Yâni irfan yurdunun bir dürr-i
nâyâbı iken Maksad-ı sıdka azimet etdi Tâhir Mevlevî...
Güş edenler nâgahânî rıhlet-i
dil sûzunu Dediler uçdu bakaya andelib-i Mesnevî
Bi tevakkuf sa'y ile telif edib
hayli eser Nesl-i âtiye teberru etdi oldu münzevî
Matem etse bu nebile kâinat
şâyestedir Revnak-ı bezm-i edebdi söndü gitdi pertevi
Söyledi Eyyub-ı Rüşdü âh ile bu
târihi Kul idi Mevlâya göçdü Tâhir Mevlevî " ([163])
1370
Yıllarca baş yazarlığını yaptığı
ve çok sayıda makale ve araştırmasını yayınladığı İslâm Yolu dergisinde
yayınlanan şu şiir onu değişik yönleriyle tavsif eden ve onun vefatına son
derece üzülen dost ve talebelerin hislerine tercüman olma özelliği
taşımaktadır.
"Üstadın Ufûliyle Hüzünlü
Gönülden Bir Kekeleme
Mevlânâ'nın goncası
ilm ü irfan şem'ası
Gönüllerin ziyası
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Sonbaharın tek gülü
Mesnevî'nin bülbülü
Misk ü anber sünbülü
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Hakk'a bağlıdır özü
Nezı’h idi hem sözü
Ehl-i beyt can u gözü
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Tevazudu hep hâli
Rahlesi kaldı hali
Yoktu hiç kıyl ü kâli
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Kim gelir ki yerine
Rahmet olsun kabrine
Ne mutlu benzerine
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
El yazmaz kalemle
İlahi bir haberle
Ağlamalı elemle
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Zâyiatsın zâyiat
Duru'ya acı memat
Tâhir Olgun nurda yat
Göçtü Tâhirü'l-Mevlevî
Mustafa
Duruöz /Selimiye
İslâm Yolu,
S.7, 14 Eylül 1951, s.16.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin hayatında
tasavvufun ve özellikle müntesibi olduğu Mevlevî tarikatının büyük bir yeri
vardır. Çocukluğundan itibaren tasavvufî bir muhitte özellikle bir Mevlevî
muhitinde bulunması, kendisinde Mevlana'ya karşı hayranlık uyanmasına sebep
olmuştur.
Bu tasavvufî yöneliş sonucu,
Mevlevî tarikatına intisabla yetinmeyerek; 1001 gün çile çıkarmış, Dede ünvanını
kazanmıştır. Çalışmamızın birinci bölümünde de belirttiğimiz gibi; çile sonrası
açtığı Tahir Dede Kütüphanesi'nin yayın prensibini“... şurada burada zamânın
tahribine ve imhasına maruz kalmış Mevlevî âsârını basdırmak..." şeklinde
tesbit etmiş olması, Mevlevîliğe verdiği önemi göstermektedir.
Eserleri içinde tasavvufî
muhtevalı olanların önemli bir yer tutması, Mevlevîliğin en önemli eseri olan,
Mevlana'nın Mesnevî-î Şerifi'ni yıllarca okutarak, şerhetmiş olması gibi
yönleri de düşünülecek olursa; Tâhirü'l-Mevlevî'nin tasavvufî şahsiyetinin
ortaya konulmasının önemi anlaşılacaktır.
Tâhirü'l-Mevlevî; Mevlâna
Celâleddin-i Rumî'ye (604-672) ([164])
nisbet edilen Mev- levîyye tarikatına mensuptur. Bu; isminin sonuna aldığı
"Mevlevî", ism-i nisbesinden de açıkça anlaşılmaktadır.
Ayrıca.Mevlevî olduğum vakit yirmi yaşlarında idim"([165])
ve "Ben elli sene evvel Mevlevî tarikatına intisab etmiştim..."
şeklindeki sözlerinde de Mevlevî olduğunu kendisi ifade etmiştir.
Mevlevîyye tarikatına müntesib
olmakla iftihar etmiş ve aşağıdaki beyitte görüldüğü gibi, bunun için Allah'a
hamdetmiştir:
"Bi hamdillah ki Tâhir
Mevlevîyim
Ebu bekr oğlunun bir peyreviyim ([166])
Ebu bekr oğlunun bir peyreviyim ([166])
Mesnevîlik ve Mevlana'yı
eleştiren bir kişiye verdiği cevapta, "...Mevlevi şeyhi değilim, hatta
tarikatların ilgasından sonra Mevlevi dervişi bile. Yalnız Hazreti Mevlana'nın
âciz bi muhibbi ve müntesibiyim. Halef ben isem, selefim de Mevlana ise iftihar
ederim..." diyerek müntesibi olmakla övündüğü Mevlânâ'yı, tarikatını ve
Mesnevî'yi daima savunmuştur.
Tâhirü'l-Mevlevî'ye göre,
Mesnevinin eseri olan ([167]) Mevlevîlik aynı
zamanda, "sünnet yolu" demektir. Bu görüşünü Mesnevî şerhinde şu
şekilde açıklamıştır:
"Hazret-i Pir'in mesleği,
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine kemâliyle
uymakdır. Şu halde Mevlevîlik sünnet yolu demektir. Nitekim kendisi:
Men bende-i Kur’ânem, eğer cân
dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed
muhtârem
Ger naki küned cüz in kes ez
güftârem
Bîzârem ez o vü zin sühân
bîzârem
Yâni: "Ben; kul, köle isem;
Kur'an'm bendesi ve Muhammedü'l-Muhtâr'ın yolunun toprağı, yânî, ayağının
tozuyum. Eğer biri, benim sözlerimden bundan başka bir şey naklederse; ondanda,
nakletdiği sözden de rahatsız olurum" buyurmuştur. Hâl böyle iken bazı
Bektâşî meşreb mevlevîler "Mevlevîlik, Veledîlik ve Şemsîlik nâmiyle iki
koldur. Veledîler zühdü; Şemsîler aşkı ihtiyar etmişlerdir" derlerdi.
Bu söz hezeyânın ta kendisidir.
Söyleyenlerin maksadı; kötü işlerini ve Mevlâna mesleğiyle te'lifi kabil
olmayan hareketlerini örtmek içindir. Bilinmelidir ki Mevlevîliğin kolu,
şu'besi yokdur. Kuruluş tarihinden, zamanımıza kadar yetişen Mevlevî ârifleri
Şems-i Mevlânâ'nın câzibesine tutulmuşlar ve:
Peykiz, döneriz bir güneş
etrafında
Manzume-i şemsiyye-i
Mevlânâ'yız!
demişlerdir. Bilfarz o vahdet
yolunda bir ikilik bulunmuş olsaydı, ikisinin de Sultan Veled'de birleşmesi
lazım gelirdi. Çünkü arzettiğim gibi Sultan Veled, Hazret-i Şems'in halîfesi
idi"
Yine Mesnevî Şerhinde Bektaşîlik
ve Şiîlikle hiçbir ilgisi olmadığını ifade ettiği Mevlevî tarikatının esası;
ona göre, edepten ibarettir. Bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır:
“Yani
Kur'an'ın bütün ayetlerindeki mânâ edebten ibarettir. Mevlana, tarikatı için
edebî esas tutmuştur. Bu itibarla Mevlevîk'te gaye hem sûrî, hem manevî
edeptir. Onun için bir Mevlevî dervişi sûrî edebi de muhafazaya çalışır, kâl ve
hâlinde edepten ayrılmamaya gayret eder. Bunun tesiriyledir ki Mevlevîlerde yetişen
edibler ve şâirler hiçbir tarikatta, hattâ hiçbir meslekte yetişmemiştir.
Mevlâna, "Derviş günah eder mi?" sualine karşı; "acıkmadan
yerse günah olur", cevabını verdi. Bu; bir edebtir. Sultan Veled'in
ayna karşısında sarık sardığını görünce menetti. Bu da bir edeptir. "Ölüyü
mezara tabutla mı kefenle mi koymalı" diye sormuşlar; "Çelebi
Hüsameddin cevap versin" demiş. Çelebi de, "insan ile ağaç
topraktan mahluk olduğu için kardeş sayılır. Şu halde meyyiti (ölüyü) tabutsuz
mezara koymak, evladı anasının kucağına vermek kabilinden olur" deyince
Mevlana, "Bu cevap hiçbir kitapta yazılı değildir" diyerek
Çelebi'nin zekasını ve zerafetini takdir etti. Bu liyakatin takdirini talim
eden bir edeptir. Sonra Çelebi Hüsameddin, kendisinden feyz aldığı halde
Mesnevinin müteaddit yerinde ona karşı fevkalade tazim ve ihtiram gösterir. Bu
da büyük bir zâtın mâdûnuna karşı yapması lazım gelen hareketi öğretir bir
edeptir. Hülasa Mevlevîliğin esası her manasiyle edeptir"
Tâhirül’Mevlevî, Mevlevî
tarikatına mensup olmakla birlikte, aynı zamanda Rifâî ([168])
ve Kadiri[169]) tarikatlarından
icazetnâme sahibiydi. Bu konuda Dîvân-ı Tâhirü'l- Mevlevî'de şu bilgiler
verilmiştir:
"1 Şa'bân 1313’de Yenikapı
Mevlevîhânesi'nde çilekeşlik ibtida etdi ki o sırada elinde Rifâ'î ve Kâdirî
tarikatlarından iki tane icâzetnâme vardı. Yani bu iki tarikatdan • * •
teberrüken müstahlef idi" (vr.3a)
Bu icazet nâmeler; 1312 yılında
hocası Muhammed Es'ad Dede ile hacca gittiği zaman, Mekke Şeyhü'i-Meşahiyi
Seyyid Ahmed Rufâ'i tarafından yazılmış; daha sonra Şeyh Celâleddin Efendi ve
bazı meşâyihi tarafından da imzalanmıştır. Ancak büyük Fatih yangınında bu
icâzetnameler yanmıştır. ([170])
Tâhirü'l-Mevlevî, aile muhitî
olarak Mevlevîlikle içiçe olan bir ortamda büyümüştür. Babaannesi Afife Şefika
Hanım; Yenikapı Mevlevî-hanesi Şeyhi Osman Salahuddin Dede Efendi'nin ([171]) süt kardeşi,
babasının dedesi meşhur hattat Mehmed Tahir Cemâlüddin Efendi, Mevlevî
dervişidir. Ayrıca, babasının amcası Mehmet Efendi, sikke-i Mevlana'yı daima
başında taşıyan bir kişidir. Babası Safvet Bey ise Mevlana'ya son derece
hürmetkar ve Mesnevîyi az da olsa anlıyan bir şahsiyettir(16).
Böyle bir aile muhitinde
yetişmesi ve babasının daha çocukluğunda kendisine Pend-I Attâr'dan beyitler
ezberletmesi; onu Mevlevîliğe ve Farsça öğrenmeye meylettirmiştir. Bu konuda o
şunları söyler:
"Rızaen ve tıbâ'an olan
Mevlevîliğin hüsn-i tehiri ve Peder merhûmun çocukluğumdaki feyz-i tedrisi
neticesi olmalı ki bulunduğum mekteplerde Fârisî öğrenmeye fazla gayret eder ve
Ramazânlarda vakit buldukça Fâtih Câmi'indeki Es'ad Dede merhûmun dersine gider
sâde fakat müessir olan o takrîri anlamaya çalışırdım" ([172])
Bu ifadelerden de açıkça
anlaşıldığı gibi; aile muhiti dolayısıyla çocukluk çağında Mevlevîliğe olan
meyli, Es'ad Dede'nin Mesnevî derslerini takiple pekişmiştir. M. 1308/ 1892'de
memuriyet hayatına atıldığı zaman Farsça'ya olan ilgisini kesmeyip, kendi kendine
Hafız Divâm'ndan tercümeler yaptığını gördüğümüz Tâhirü'l-Mevlevî; bu tercümelerini
Es'ad Dede Efendi'ye göstererek düzeltmesini istemiştir. Es'ad Dede'nin
kendisini teşviki ile Mesnevî derslerine daha düzenli devam etmeye ve ayrıca
özel dersler almaya başlamıştır. Evde, camide ve medresede okunan bu dersler,
yaklaşık üç dört sene devam etmiştir ([173]).
Esad Dede tarafından kâri-i
Mesnevî ([174]) olarak atanmış ([175]); H.1310 (1893)
tarihinde ise mesnevî-hanlık (2°) icazetnâmesi almıştır. Bu icazetname olayını
Tâhirü'l- Mevlevî şöyle anlatmıştır:
"1310 sene-i hicriyyesi idi ki Hoca merhum
farîza-ı haccm ifâsına niyyet etmiş, Mahmûdiyye ve Davud Paşa mekteblerindeki
derslerini Hafız Hayri Efendi'ye-ki o da vefat etdi-terk eylemiş. Talebesinden
ba'zılarına birer icazetnâme vermiş, layık olmadığım halde ‘abd-i 'âcize de
bir icâzetnâme i'tâsı lutfunda bulunmuştu.
Parlak bir teveccüh eseri olmak
üzere fakiri Şemsü'ddin telkîb etmiş ve o ünvânı hâvi bir mühür hakketdirmiş
hatta icazetnâmeye Mehmed Şemsüddin Tâhir tahha- ra'llâhu kalbehu 'ammâ sıvahu'
cümle-i du'âiyesini ilâve eylemişdi"([176])
Daha tarikata girmemiş olmasına
rağmen kendisine Mesnevî-hanlık icâzetnamesi veren hocası Es'ad Dede Efendi;
zikir telkin ve taliminde bulunmuş fakat tarikaten biat vermemiştir ([177]).
Böylece hocası vasıtasıyla
çocukluktan beri alaka duyduğu Mevlevîliğe karşı meyli kuvvetlenmiş ve tarikata
intisap edecek duruma gelmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî'nin tarikata
girişi hocası Esad Dede'nin delâletiyle olmuştur. Hocasının hac dönüşü
anlattığı hicaz anıları, hacca gitmek konusunda kendisinde şiddetli bir arzu
meydana getirince; bu isteğini hocasına açarak refakat etmesi dileğinde
bulunmuştur.
Teilifin-i kabul eden hocası
tarafından, Yenikapı Mevlevî-hânesi'ne götürülmüş ve Şeyh Celâleddin Efendi'ye
biatla sikke-pûş-ı Mevlevî olmuşturJ[178])
Tâhirü'I-Mevlevî tarikata girişini şu şekilde anlatmıştır:
"Hocâ merhum kendisinden
me'zûnen zikr u sema' etdiğim halde, baña bi'at vermemiş, benim kendisinden
değil, Şeyh Celâlü'ddin Efendi merhûmdan feyz alacağımı söylemişti ki buna
kavlen, ve fi'len delâlette bulunması, merhumuñ me'âli-i ahlakiyye- sinden bir
numûne-i kemâl olmak üzere gösterilebilir" ([179]l
Cumadi'l-'âhire 1312 (Aralık
1894)'de 18 yaşında iken tarikata intisap eden müellif; bu olaya şu şekilde
tarih düşürmüştür:
"Biñ üç yüz on
iki sâli cumâdi'l-'âhire içre Cebinsây-ı dehâlet oldu Tâhir bâb-ı mollâya İlâhî
lutf u ifysanmla ol cûyende-i feyzin Külâh-i biy'ati hem-pâye olsun 'arş-ı
a'lâya" ([180])
Daha tarikata girmeden kâri-i
Mesnevîlik yapan ve Mesnevîhan'lık icazetnâmesi alan Tâhirü'l-Mevlevî'nin, yaşı
çok genç olmasına rağmen bir heves sonucu değil, isteyerek ve araştırarak
Mevlevîliğe intisab ettiğini söyleyebiliriz.
Nitekim Mesnevî'yi tenkit eden
bir kişinin, kendisinin çok genç yaşta tarikata intisabı dolayısıyla
"göreneğe tebaiyyetle Mevlevî olduğunu" ([181])
söylemei üzerine, verdiği şu cevap da bunu doğrulamaktadır.
"Evet, Mevlevî olduğum
vakit yirmi yaşlarında idim. Fakat öyle göreneğe uyup da başıma sikke giymedim.
Evvela Fatih Camii'ne devam
ederek Mesnevî'nin bir kaç cildini okuduktan ve Mevlana'nın meşreb ve mezhebini
haddîmce anladıktan sonra tarikine sülük ettim" ([182])
Araştırma sonucu ve taklidî değil,
tahkikî olarak girdiği Mevlevîlik yolunda, intisap sonrası geçirdiği tasavvufî
hayatı iki başlık altında incelemenin uygun olacağı kanaatindeyiz.
Tâhirüi-Mevlevî; tarikata
intisabının ertesi günü Mısır'a ait Tevfik Rabbanî adlı vapura binerek, Es'ad
Dede Efendi'nin refakatiyle hacca gitmek için İskenderiye'ye doğru yola
çıkmıştır. Bu hac yolculuğu ile ilgili Divân'ının baş tarafındaki hal tercümesi
varaklarında şu bilgiye yer verilmiştir:
"1312 sene-i hicriyye ve
1310 sene-i mâliyesi içinde İskenderiyye, Kahire, Süveyş, Yenbu‘ tarikiyle ve
Es'ad Dede Efendi refakatiyle Medine-i Münevvere, Ravza-ı Mutah- hara ve
hucre-i muattara ziyaretiyle müşerref olmuş ve yine Yenbu* Cidde yoluyla Mekke-i
Mükkerreme'ye giderek ramazân-ı şerifi orada çıkarmış, ba'del-hac Süveyş, İskenderiye
tarikiyle avdet eylemiştir" ([183])
Hüseyin Vassaf Bey'e Es'ad Dede
Efendi ile ilgili yazdığı mektupta verilen bilgilerden; tasavvufî açıdan çok
verimli geçtiğini anladığımız bu yolculukta, Kaside-i Bür*e([184]) nâzımı imam
Busirî, Seyyid Ahmed el-Bedevî, Seyyid 'Abdu'l-ÂI gibi tasavvuf büyüklerinin
ve Mevlevî tekkelerinin ziyaretlerinde bulunulmuştur ([185]).
Daha öncede belirttiğimiz gibi,
hac yolculuğu sırasında Rifaî ve Kadirî tarikatlarından da icazet almıştır ([186]). Tasavvuf, bir
kâl İlmî değil hâl ilmi olduğundan; hocası Es'ad Dede'yle hep beraber olduğu
hac ziyaretinde, hocasının halinden etkilenerek tasavvufî olgunluğa eriştiğini
düşünebiliriz. Nitekim bu yolculuk dönüşü, kalbindeki ateşin tesiriyle, Mevlevî
muhipliğiyle yetinmeyerek çile çıkarma arzusunu göstermiş olması(32) bizim bu
düşüncemizin haklılığını gösterir.
Sefine-i Evliyâ'da yer alan
"... haremeyn-i muhteremeyni ziyaret şerefine mazhar oldu. Avdetinde
Sema-zen başı Karamanlı Halid Dede Efendi'den meşk-i Semâ ile sema-zenler
arasında kesb-i iştihar eyledi' ([187])
ifadesinden çileye girmeden önce, Mevlevi tarikatı usulünce sema çıkarttığını
([188]) ve meşhur
sema-zenler ([189]) arasına
girdiğini anlıyoruz ([190]l
1.1.1311 (13 Ocak 1896-27 Receb
1313) ([191]) tarihinde
memuriyet hayatında çileye girmek için istifa etmiş; Divân'ında verilen bilgiye
göre 1 Şa'ban 1313 (17 Ocak 1896)'de ([192])
de Yenikapı Mevlevî-hanesi'nde çileye başlamıştır ([193]l
Çileye başlangıcına şu tarihi
düşmüştür:
"Düşdu dâl ikrârıma târih-i
cevher Tâhir Matbah-ı Munlâda oldum çillekeş derviş ben
Kaynaklarda verilen bilgilerden
çile, sırasında boş durmadığını; bir yandan Pazartesi günleri Şeyhi'nin
odasında, Tunuslu Şeyh Mustafa Efendi'nin takrir ettiği Fütuhat-ı Mekki'ye
derslerine devam ederken; aynı zamanda Kur'an ve Mağz-ı Kur'an ([194]) adlı eseri
Farsça'dan tercüme ve Hilye-i Hazret-i Mevlana ([195])
adıyla bir manzumeyle birlikte, bir çok gazel ve tevarih tanzim ettiğini
öğrenmekteyiz ([196]).
Çile sırasında söylediği aşağıdaki
kıta, levha haline getirilerek dergahın meydanına asılmıştır:
"Alem-i bâlâ-yı 'aşka
per-küşâ olmak İçin Dâhıl-i meydân olub tennûre aç pervâza gel Hest-i mevhûmunu
yakmak dilensen aşk ile Matbah-ı Molla'ya gir, kânûn-ı âteş bâza gel" ([197])
1001 gün devam eden çilesini ([198]) muvaffakiyetle
tamamlayarak; aşağıdaki tarihi, çilesinin tamamlanışı münasebetiyle
söylemiştir:
"Yazdı târihîn mücevher
beyt ile kilk-i sürür
Olmasıyla vaz*-ı erkâma resîde
çillemiz
Lutf-ı Molla oldukda müncilâ
serde Tâhir
Feyz-i Hakla oldu encâmkresîde
çillemiz
Çilesini tamamlaması üzerine
Mevlevî usulüne göre ([199]) "dede"
ünvanını almış ve tekkede, hücre (oda) sahibi olmuştur.
Matbahında çillekeş bir cart
iken Kıldı sâhib-i hücre Mevlâna beni" ([200])
Çileyi bitirdikten sonra şeyhinden
izin alarak "Tavâf-ı Kûy-ı Hüdâvendigar" niyetiyle; Eskişehir,
Karahisar üzerinden Konya'ya giderek, Mevlana'nın türbesini ziyaret ederek,
Uşak, Manisa, İzmir tarikiyle İstanbul'a dönmüştür ([201]).
Mevlana'nın türbesini ziyarette
söylediği şiirlerden biri şöyledîr:
"Yüzüm mâlide-i hâk-i
derindir Gözüm müştâk-ı vech-i enverihdir 'Atâyâ-yı füyüzâtıhla şâd et Der-i
lütfuhda Tâhir çâkerindir" ([202]°)
İstanbul'a döndükten sonra bir
müddet Yenikapı Mevlevî-hanesi'nde hücresine çekilmiş; ancak tekkede oturup
vakıf lokmasına göz dikmektense, ekmeğini kendi emeğiyle kazanmak düşüncesiyle
bir kitabevi açmak için şeyhinden izin istemiştir. Şeyhinin "Oğlum! Ben,
seni Mevlevî şeyhi görmek isterdim madem ki böyle arzu ediyorsun öyle
o!sun"([203]) diyerek izin
vermesi üzerine, Tahir Dede Kütüphanesi'ni açarak kitapçılığa başlamıştır.
Yenikapı Mevlevî-hanesi neyzen
başısı Cemal Efendi'nin vefatı sonrasında, Şeyh Celâleddin Efendi'nin Kâri-i
Mesnevî'liği ve arası ra katipliğini ([204])
yapmış olan müellifin, bu görevlerinin ne kadar süre devam ettiği ile ilgili
kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlamadık. Bununla birlikte dergahla
ilişkisinin devam ettiği de açıktır.
Çalışmamızın birinci bölümünde
de belirttiğimiz gibi; T.Mevlevî'nin kitapçılık yaparken çıkardığı, Resimli
Gazete'nin idare tarafından kapatılması ve yayınevinin gözetim altında
tutulduğu sıralarda, Şeyhi tarafından idarenin baskılarına karşı müdafa edilmesi
([205]); Nazime
Sultan'ın yanında Vekilharçlık yaparken Mevlevî sikkesi giymesi ve "Dede
Efendi" diye anılmasından ([206])
tekkeyle ve Mevlevîlikle olan bağının devam ettiğini söyleyebiliriz.
Şeyhi'nin H. 1326(1908)'da
vefatından 72 gün sonra yerine geçen oğlu Abdülbaki Dede Efendi için,
"Şeyh-i Cedidimizin makâm-ı meşihata ku'ûdünden sonra..." ([207]) ifadelerini
kullanmış olması da bu tarihten sonra da Tâhirü'i-Mevlevî'nin tarikatla bağının
devam ettiğini göstermektedir.
Cerîde-i İlmiyye'de yayınlanan
bir listeden; 1 Teşrin-i Sâni 1330 (14 Kasım 1914)'da müderrisliğe başlayan
müellifin, tasavvufî mahiyetli vaazlar vermekle görevlendirildiğini
görmekteyiz. Bu listenin baş tarafında şu bilgiler yer almıştır:
"Mesâlik-i Celile-i
Şüfiyenin esâsâtıyla ğâyât u mekaşıdı hakkında haftada birer sa'at va'z
etmeleri Meclis-i Meşayihce tensîb ve makâm-ı ‘âlî-i hazret-i fetvâ penâhîce
tasvîb buyurulan zevât-ı kirâm ile va'z eyleyecekleri tekâyâ-yı şerife ve eyyâm
ve leyâli- i mahsusaları:
18.ci merkez Kasımpaşa
Mevlevî-hanesi'nde Tâhirü'l-Mevlevî, Pazar vakt-i zuhr"
Bu bilgilerden de anlaşıldığı
gibi; tasavvufî çevrelerde itibar görecek ve Meclis-i Meşayih tarafından,
tasavvufun esaslarını anlatma hususunda ehil görülecek derecede bu sahada
müktesebata sahip olan T. Mevlevi'nin, bu vaazlarının ne kadar müddetle devam
ettiğine dair kaynaklarda bir bilgiye rastlayamadık.
O, Kasımpaşa Mevlevî-hanesi'nde
verdiği vaazlarda daha çok, mesnevî-han olarak Mesnevî'yi açıklayıcı mahiyette
Laleli ve Fatih camilerindeki dersleriyle şöhrete ulaşmıştır. Kasımpaşa
Mevlevî-hanesindeki vaazlarının başladığı tarihten yaklaşık beş yıl sonra;
Konya Mevlana dergahı postnişini Abdülhalim Çelebi tarafından mesnevî-han
destan ([208]) sarma
icazetnamesi verilen Tâhirü'l-Mevlevî, bu icazetnameyi aldıktan 7 ay sonra
Mesnevi takririne başlamıştır.
Abdülhalim Çelebi tarafından
verilen icazetname şöyledir:
"Dâhil-i tarikü'z-zevk
ve'l-vîcdân, sâlik-i meslekü'ş-şevk ve'l-irfân rûh-ı pür-fütûhum arefetlu
Muhammed Tâhirü'l-Mevlevî Dede Efendi dâme feyzuhû tahiyyât-ı vâfiye ve
teslîmât-ı sâfiye iblağiyle inhâ olunur ki fıtrat-ı zatiyyenize mevhibe-i
Rabbanî ve tev- fikât-ı samedânî olan fazi u irfân-ı hakîkîniz icabınca ceddi
emcedim kutb-ı arşü'l-hilâfe ve şems-i semâür-re'fe kıbletü'l-ârifin ve
Ka'betü't-tâifin sultanu'l-kâmilin vâris-i ekme- lü'l-mürselîn Cenâb-ı Meviâna
Celâleddin azzema'llâhu zikruhu ve radıyallahu anhu efendimiz hazretlerine
ezelî ve ebedî intisâbla tarîkat-ı âliyemize der-kâr olan rabıta ve teslimiyet
ve kıdeminize binâen nisbeten ve tarikaten dâi-i fakire mevrûs ve mevhûb icâze
üzerine mesnevî-hanlara mahsus olan destâr-ı şerif misillû kenarı açık destâr-ı
şerif sarınmağa bu kerre tarafımızdan destur ve icâzet verilmiş olmağla eyyâm
ve leyâli-i mübareke ve resmiyyede hame-i fezâil-allâmenizi tâc-ı imâme-dâr-ı
evliyâullâh ile tezyîn ve tenvîr eyliyesiz. Bâki veffakinallâhu ve iyyâküm
ve'l-hamdulillah ve selâmün alâ ibadihi'llezine istafa fi cümadilulâ sene ihda
ve erbâin ve selâse mie ve elf Câ-nişin-i Hazret-i Mevlânâ Mesnevî-hân
eş-Şeyhü'l-Fakir Abdülhalim bin Hazret-i Meviana "
Tâhirü'i-Mevlevî, Fatih
Camii'nde Mesnevî takrir eden Karahisarlı Ahmet Efendi'nin 5 Ramazan 1341 (21
Nisan 1923)'de vefat etmesi ile boşalan, Fatih Camii'ndeki Mesnevî derslerini,
dostlarının ısrarlı istekleri sonucu kabul ederek; 7 Muharrem 1342 (20 Ağustos
1923)'de Mesnevî takririne başlamış ve Hatırat'ında ilk dersi ile ilgili aşağıdaki
bilgileri vermiştir:
"İlk derste epeyce
dinleyici vardı. Sonraları müdavim ve mütezayid bir cemaat peyda oldu.
Ankaravî'nin şerhini esas ittihaz ediyor; beyitleri o esas dairesinde ve anlayabildiğim
kadar tercüme ve şerh ediyordum. Mesnevî'ye hiç taalluku olmayan ictimâî ve
siyasî tenkitlere kalkışmıyordum. Bundan dolayı idi ki dersimde sivil ve resmî
zâbıta memurları bulunup, dinledikleri halde muâhezeyi mucip bir şey
görmüyorlardı." ([209])
Fatih Camii'ndeki bu Mesnevî
dersleri; önceleri Pazartesi günleri ikindi namazından sonra okutulurken,
sonra Salı gününe alınmış ve müellifin istiklal Mahkemelerine sevkedildiği
tarih olan 7 Kanun-ı Evvel 1341 (7 Aralık 1925)'e kadar devam etmiştir t[210]). Hatırat'taki
bilgilerden bu derslerin, Ümmü Gülsüm adındaki bir kadının yıllık 1200 kuruş
vakfiyesi gereğince okutulduğunu ve müellifin de iki defa bu vakfiyeden ücret
aldığını öğrenmekteyiz ([211]). Daha önce de
geçtiği gibi, vakıf lokması yememek için Yenikapı Mevlevî-hanesi'nden iki defa
ücret almış olması bir zorunluluk neticesi olmalıdır.
Zaten müellif; bu derslerin
resmen uhdesine verilmesi için, derslerin başlangıcından iki yıl sonra, 1341
(1925) tarihinde Diyanet işleri Başkanlığı'na dilekçe yazarak müracaat etmiş
ve müracaatı olumlu karşılanarak resmen bu dersler uhdesine tevcih edilmiştir.
Hatırat'ında yer alan ifadelerden, derslerin başlangıcından iki yıl sonra
kendisine resmen verilmesini istemesi nedeninin; imam ve vaizlere verilen sarık
sarma izninden faydalanmak olduğunu anlıyoruz (63).
Ayrıca Fatih Camii'ndeki Mesnevî
dersleriyle ilgili, Ümmü Gülsüm Hanım vakfı mesnevî-hanlığının resmen müellife
tevcihi için Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Ahmed Celaleddin Efendi de, İstanbul
Müftülüğü'ne aşağıdaki dilekçeyi yazmıştır:
"İstanbul Vilâyeti
Müftülüğü Cânib-i Fâzılânesine
'Uhde-i dervişânemde bulunan
Meşnevî-hanlık dolayısıyla Istânbul ve civârında vâkif selâtin-i mâziye ve
vüzerâ cevâmi-i şerifesindeki Meşnevî-hanlık cihetlerinin inhilâlinde
mevleviyyeden ehil ve erbâbını inhâ bin iki yüz dokuz Saferinin onuncu günü
sâdır olan fermân muktezasından bulunmağla Fâtih Câmi'i şerifinde merhûm Ümmü
Gülsüm Hanım vakfından Meşnevî-hanlık ciheti elyevm mahlûl bulunduğundan iki
seneyi mütecâviz câmi'i- şerif-i mezkûrda Meşnevî-i Şerif tedrisiyle kifâyeti
müberhen ve ehliyet u liyâkâtı nezd-i fâzılânelerinde dahi müsellem olan
efâzıl-ı 'urefâdan Mehmed Tâhirü’l- Mevlevî Efendi dâ'ilerine tevcîh
buyurulmasını hasbe’l-vazife inhâ ve niyaz eylerim efendim.
Galata Mevlevîhânesi Post nişîni
ve Mesnevi-hânı
es-Seyyid Ahmed Celâleddin 26
Ağustos 341 M ([212])
istiklal Mahkemesi'nde
yargılanmak için gözaltına alınmasıyla kesilen Fatih Camii'ndeki Mesnevî
dersleri, beraati sonrası yeniden başlamamıştır. Zaten 30.11.1341 (1925) tarih
ve 677 sayılı kanunla tekkeler de kapatıldığı için ([213])
tarikat faaliyetleri de sona ermiştir. Müellifin bundan sonraki tasavvufî
faaliyetleri hakkında kaynaklarda bir bilginin olmaması, o günün şartlarında
tasavvufî faaliyet yapacak ortam bulunmamasındandır diyebiliriz.
Çalışmamızın birinci bölümünde
ifade ettiğimiz gibi, annesinin 8 Haziran 1928 tarihinde vefatı üzerine;
mezarının başında, Mevlevî usulüne uygun olarak gülbank çekilmiş olması, ([214]) tarikatların
kapanmasından sonra da müellifin, Mevlevî tarikatıyla ve Mevlevî çevrelerle
gönülbağı ve ilişkisinin devam ettiği anlamına gelebilir.
Tâhirü’l-Mevlevî'nin, Fatih'teki
Mesnevî derslerinin 7 Aralık 1925 tarihinde kesilmesinden yaklaşık 23 yıl
sonra, Süleymaniye Camii'nde 29 Mayıs 1948'den itibaren yeniden Mesnevî
dersleri başlamıştır. Bütün rahatsızlıklarına ve yaşının ilerlemiş olmasına
rağmen, haftada bir gün (Cumartesi) bu derslerini vefatına kadar devam ettirmiş
ve en meşhur eseri olan Şerhi Mesnevî böylece meydana gelmiştir ([215])
Süleymaniye Camisi'ndeki
Mesnevî-hanlık görevinin müellife verilişi şöyle olmuştur:
Süleymaniye Camii'nde Kubad
Çavuş vakfından olan Mesnevî-hanlık cihetinin ehline verilmesi için, müellifin
de mümeyyiz olarak görev yaptığı bir imtihan yapılmış; ancak
hiç kimse bu imtihanda başarı
gösterememiştir. Bunun üzerine bazı kimselerin teşviki ile bu göreve
Tâhirü'l-Mevlevî'nin talip olması üzerine, imtihanda başarısız olanlardan, İlahiyat
Fakültesi mezunu olan ve vaizlik yapan Cemaleddin adında bir kişi; bu görevin,
İlahiyat Fakültesi mezunu ve vaiz olması dolayısıyla kendisinin hakkı olduğunu
söyleyerek, Vakıflar Baş Müdürlüğü'ne müracaat etmiştir. Bununla da yetinmeyen
vaiz Cemaleddin, müellife de birkaç tane mektup yazarak bu görevi kabul
etmemesini istemiş ve müellifi müracaatından vazgeçirmeye çalışmıştır ([216]).
Bu gelişmeler üzerine İstanbul
Vakıflar Baş Müdürlüğü'ne 10.12.1947 tarihli bir dilekçe yazan müellif, bu
görevi fahrî olarak, hiç para almadan ifa etmek istediğini bildirmiş ([217]) ve bunun üzerine
görev kendisine tevcih edilmiştir.
Söz konusu dilekçede
Mesnevî-hanlık ile vaizliğin farklı şeyler olduğunu, Mesnevinin bazı
hususiyetleri ve icazet silsilesi bulunduğunu vurguluyarak, konuyla ilgili
kendi durumunu şöyle açıklamıştır:
"Abdi âciz:
Mesnevî-han meşhur Selanik'li
Mehmed Es'ad Dede Efendi'den Mesnevî takririne mucazım.
Konya'daki Mevlana dergahı Şeyhi
Merhum Abdülhalim Çelebi Ef. tarafından, Mesnevî-hanlık Destarı sarmaya mezunum
Yenikapı Mevlevî-hanesi Şeyhi
Mehmed Celâleddin Dede Ef.nin dersinde senelerce (Kari-i Mesnevîlik)
hizmetinde bulundum.
Üçüncü Sultan Selim devrinde
(A'lem Bil-Mesnevî) ünvanıyla bir cihet ihdas ve bu cihet, Şeyh Galib Ef.
merhuma tevcih olunup, mesnevî-hanların onun inhasiyle tayini usul ittihaz
edilmiş ve cihat kalemine kaydı icra olunmuş. Yakın zamanlarda (A'lem Bil-
Mesnevî)lik ciheti Galata Mevlevî-hanesi Şeyhi Merhum Ahmed Celâleddin Ef.ye
tevcih olunmuştu. Bendeniz de, fazileti resmî bir cihetle teeyyüd eden merhum
tarafından Kasımpaşa Mevlevî-hanesi Mesnevî-hanlığı için inha edilmiştim.
İstanbul müftüsü merhum Fehmi
Ef.nin vermiş olduğu vesika ile iki sene Fatih Camii'nde Mesnevî okutmuştum.
Hâlâ da camilerde fahriyyen
tefsir, hadis ve Mesnevî'den va'zetmeye Diyanet İşleri Riyaseti'nin müsadesiyle
izinliyim.
Mesnevî'ye bir şerh yazmaya
başlayıp, ikinci cildin yarısına kadar geldim'' ([218])
Bu bilgilerden de açıkça
anlaşıldığı gibi; T. Mevlevî'nin H.1312 (1894) tarihinde tarikata intisabı
sonrası yaptığı vazifeler; Kâri-i Mesnevîlik ve Mesnevî-hanlık olmuş ve bu
görevleri de büyük bir liyakatla yerine getirmiştir.
Tâhirü'l-Mevlevî, Mesnevî
takririnin nasıl yapılacağı ile ilgili olarak; "Mesnevî, ders olarak
okutulur. Ve tedris esnasında konuya ait avamızın hal ve izahına çalışılır.
Saded dışına çıkılmaz. Meselâ; 'Ez nefirem, merd ü zen nalide end' mısrası
vesile ittihaz edilerek, bu kadınların hali de nedir?' gibi, Mesnevî'nin
taallûk eylemediği konulara girişilmez" demesine rağmen hayatının son
yıllarında yapmış olduğu, 29 Mayıs 1948'de Süleymaniye'de başlayıp daha sonra
Laleli Camii'nde devam eden Mesnevî dersleri, önceki derslerinden farklı
olmuştur. Çünkü bu derslerde; Fatih'deki derslerde değinmediğini ifade ettiği
([219]) siyasî ve
içtimâî konulara da yer vermiştir.
Selâm Yayınları tarafından 14
cilt halinde basılan ve müellifin Mesnevî derslerindeki takrirlerinde tuttuğu
notlardan oluşan Şerhi Mesnevî adlı eserde yaptığımız incelemede, müellifin bu
derslerde değindiği bazı siyasî ve İçtimaî konuları şu şekilde tesbit ettik:
Tâhirü'l-Mevlevî, İslâm dininde
reforma ihtiyaç gösterecek hiçbir husus olmadığı inancındadır. Çünkü din, bir
vaz'-ı İlahî olduğu için onun hükümlerinde tenzilat veya tebdilât yapmak
kimsenin haddi değildir. Din ya olduğu gibi kabul edilir, ya da reddedilir.
O, dinde reform taraftarı olan
ve dinin ahkamını değiştirmeğe kalkanları "ukala" olarak niteliyerek
şöyle eleştirmiştir:
"Beş numara elektrik lambası
kadar aydınlığı olduğu halde, münevver geçinen bazı ukalâ da Luter'in
hırıstiyanlıkta yaptığı gibi, dinde reform yapmak istiyorlar. Vaz'-ı İlâhî olan
bazı ahkâmın değiştirilmesi lazım geldiğini iddia ediyorlar; ezanın Türkçe
okunması, namaz kılarken Kur'an’ın aslı değil, tercemesinin okutturulmak
istenilmesi, o reformun mukaddemâtı cümlesindendi. 'Batıl saldırır, sonra
muzmahil olur1 kelâmı mücebînce o bâtıl hareket de bir müddet sürdükten sonra
def olup gitti. O gidişin hâlâ matemini tutanlar var. Düşünmüyorlar ki Luter;
hıristiyanlığın esaslarına hattâ teslis akidesine dokunmamış, papazların halk
üzerindeki tasallutuna, para mukabilinde cennetten arazî satmalarına ve saireye
itiraz etmişti. Elhamdülillah dinî esaslarımızda değiştirilmesine luzum
görülecek birşey yoktur.''([220])
"Bu ukala taslâkları
bilmelidir ki, din bir Vaz'-ı İlâhî'dir, yeni tabirle Allah'ın bir
müessesesidir. Onun esas hükümlerinde hiçbir vakit değişiklik olamaz. Tenzilât
ve tebdilat ile meydana getirilecek bir meslek, belki ahmakları celbedecek bir
mezheb olur. Fakat müslümanlıkla bir alakası bulunmaz. Medeniyetten bahsolundu
mu, inkılab prensiplerinden söz geçti mi "ya hep, ya hiç" diyorlar.
Ezân-ı Muhammedi'nin aslına ircâı dolayısıyla:
- Atatürk'ün prensipleri
bozuluyor! diye az mı yaygara edildi?
Doğru yapılmamış bir hareketin
düzeltilmesine tahammül edemiyen bu gayretkeşler, Allah’ın emir ve Peygamberin
tebliğ eylemiş olduğu hükümlerin değiştirilmesinde beis görmüyorlar.
Madem ki Avrupa medeniyyeti
"Ya hep, ya hiç" imiş. Müslümanlık da böyledir. Ya ahkâmının hepsini
tasdik ve tatbik etmeli, yahud hiç biriyle alâkadar olmamalı, İslâm camiasından
çıkılmalıdır..." ([221])
Bu şekilde, dinde reform
yanlılarını eleştiren müellif, dinde reforma kesinlikle karşı olduğunu
açıklamıştır.
Tâhirü'l-mevlevî, Mesnevî
Şerhi'nde toplumsal yapımızdaki bozulmanın en bariz örneklerinden olan Noel
kutlamalarını da eleştirmiş; Müslümanların yılbaşının, Peygam- berimiz'in
hicret olayının meydana geldiği 1 Muharrem olduğunu belirterek, Avrupa'nın körü
körüne taklidine şöyle karşı çıkmıştır.
"... mahza AvrupalIları
maymuncasına taklid etmek fikriyle o gece çam ağacı dikmek, dallarına çocuklar
için hediyyeler asmak ve mumlar yakmak, sonra bu hediyyeleri Noel Baba getirdi
diye ma'sum çocukları aldatmak, yine o gece "adetâ çıplak kadınlara
sarılıp zıp zıp sıçramak tam gece yarısında mum söndürmek ve karanlıkta türlü
kepazelik etmek, yutmak hırsıyla kumar oynayıp yutulmak, sonra da böyle sefahet
yerleri sahihlerine kaz gibi yolunmaktan her biri, bir habise, hepsi de
habisâtdır."([222])
Tâhirü'I-Mevlevî'nin, Mesnevî
Şerhinde değindiği İçtimaî ve siyasî konulardan biri de dil konusudur. Dili,
insanların anlaşması için bir araç olarak görmüş; dildeki yabancılaşma ve Dil
Kurumu’nun uydurduğu kelimeler dolayısıyla nesiller arasında kopukluk meydana
geldiğini ifade ederek şunları söylemiştir:
"Lisan bilmenin faydası
vardır. Zararı ve günahı yoktur. Bir adam kaç lisan bilirse o kadar insan
sayılır.
Muhterem okuyucu; çocuklarınızın
lisan öğrenmelerine himmet ediniz, hatta eski yazımızı onlara öğretiniz. Çünki
şimdi eski yazıyı okuyabilmek ayrıca bir dil bilmek gibi oldu"*[223]).
Görüldüğü gibi müellif, dil
öğrenmenin yanısıra OsmanlIca öğrenmeyi de tavsiye ve teşvik etmiştir ki; bugün
Osmanlıca bilmek Milli kültürümüzün hâzineleri olan eserlerin günümüz nesline
aktarılmasında en önemli anahtardır.
Tâhirü'I-Mevlevî'nin Şeyhi,
Yenikapı Mevlevî-hanesi postnişini olan Mehmed Celâleddin Dede Efendi'dir.
Kaynaklarda verilen bilgilere
göre Yenikapı Mevlevî-hanesi Şeyhi Osman Salahaddin Dede Efendi'nin oğlu olan
bu zat, 8 Rebiülevvel 1265 (1 Şubat 1849)'de adı geçen Mevlevî-hane de dünyaya
gelmiştir ([224]).
Annesi; attar Hacı Tahir
Efendi'nin kızı Hacı Münire hanımdır. Kaldırımî Zade İstanbullu Ahmed
Efendi'den Kur'an ve tecvid okuduktan sonra; on iki yaşında Davut Paşa
Rüşdiyesi'ne başlayarak Molla Cami'ye kadar okuyarak ilmini ilerletmiştir. Daha
sonra Mustafa Naili Efendi'nin kızı Nazife hanım ile 1283 (1866) tarihinde
evlenmiştir.
Babasından Mesnevî ve
Fususu'l-Hikem okumuş, Fatih Camii'nde Kovacılar şeyhinin eniştesi, Küçük
Efendi Tekkesi Şeyhi Hafız Galip Efendi, Filibeli Mahmud Efendi gibi âlimlerden
tasavvurat, tasdikat, şerh-i akaid, meani gibi ilimleri tahsil etmiştir ([225]). Ayrıca Tunuslu
Mustafa Efendi'den Buharî ve Fütuhat-ı Mekki'ye tahsil etmiş ve Şazelî şeyhi
olan bu zattan Şazelî tarikatı hilâfeti almıştır ([226]°).
Babasının ihtiyarlığı
dolayısıyla inzivaya çekilmesiyle 1286 (1869) tarihinden itibaren, Konya
Mevlana dergâhı postnişini Safvet Çelebi'nin izniyle babasına ve kaleten
icra-yı mukabele ([227]) ve İsm-i Celâl
okumaya başlamış ve 18 Cemaziyü'l-evvel 1304 (13 Şubat 1887) tarihinde
babasının vefatı ile yerine Yenikapı Mevlevî-hanesi postnişini olmuştur.
Eskişehir Mevlevî dergahı
postnişini Hasan Hüsnü Dede Efendi'den (R.Evvel 1305 (21 Kasım 1887)'de Mesnevî
icazetnamesi; Zilkade 1312 (Mayıs 1895) tarihinde İmdâdullâh Fârûkî
hazretlerinden Çeştiyye tarikatı hilâfeti, Trablusgarb'lı Mustafa Efendi'den
Kadiriyye tarikatı hilâfeti almıştır.
Şeyhiyle ilgili bir kitap yazan
T.Mevlevî; onun, Mevlevîliğin zerafet ve fazilet timsali, mekârim-i ahlak
numunesi, şeriata ve tarikat adabına son derece riayetkar sebat ve metanet
örneği olduğunu belirttikten sonra, kendisi üzerindeki tesirini şöyle ifade
etmiştir:
"O zât-ı muhterem, o
vücûd-ı mükerrem bnim rehber,i hakikatim, şeyh-i peygâmber-i sîretim idi. Henüz
nev-niyâz bir çile-güzîn olduğum sırada ilk lem'a-i hürriyeti o mişkât-ı
nûrânîden almış, o sîrâc-ı vehhâcın eş‘a-i dil-fürûzıyla zulûmât-ı ğafletden
uyanmışdım. O ‘ârif-i ekber o derece tevazu‘perver idi ki, ekşer-i evkât bu
'abd-i ‘âcizle uzun uzun mükâlemeler eder ve nikât-ı hikmet-’âmiziyle beni
îkâza gayret eylerdi.” ([228]).
Şeyh Celaleddin Efendi postnişîn
olduktan sonra, babasının okutmaya başladığı haşiyeli ve kayıtlı Mesnevî-i
Şerifi takrire devam etmiş, vefatından birbuçuk yıl önce başlayan hastalığının
İlerlemesi üzerine son zamanlarında Mesnevî takririne son vermiştir ([229]).
Kaynaklardaki bilgilerden ([230]), mûsikîde de
üstad olduğunu ve çok güzel tanbur çaldığını öğrendiğimiz Şeyh Celâleddin
Efendi; musikî ilminin nazariyatındaki üstünlüğünü tamamen kendi gayreti ve
okuması sonucu elde etmiştir.
Şiirle de meşgûl olarak, az
sayıda şiir yazmış ve şiirde "Şeyhî" mahlasını kullanmıştır^[231]).
Tâhirü'l-Mevlevî, şeyhiyle ilgili kitabında Celâleddin Efendi'nin şiirlerinden
bazı örnekler vermiştir. Bu örneklerden bir gazeli şöyledir:
"‘Âşık hemîşe nâle vü âh
eylemek gerek
Yârin yolunda cismi tebâh
eylemek gerek
Cân vermeyince şâhid-i ‘aşk
eylemez zuhûr
Başın fidâ-yı 'arbede-gâh
eylemek gerek
Düşdü hevâ-yı dâne-i ruhsâra
murğ-ı dîl
Pâbest-i kaydı zülf-i siyâh
eylemek gerek
Gönlüm asıldı kaldı ser-i târ-ı
perçeme
Girdi hatâya verâse-i günâh
eylemek gerek
Derk eylemez hakâiki her vaşla
pûş olan
Ser pûşi Mevlevîyi külâh eylemek
gerek
Ser-menzil-i hakîkata ermek
diler isefi
Dergâh-ı pîri-pûşJt u penâh
eylemek gerek
Şeyhî cenâb-ı ’'Ahkar-ı ‘ışk
âşinâ gibi
Bir Mevlevi'yi hem-dem-i râh
eylemek gerek"
Şeyh Celâleddin Efendi yukarıda
da ifade ettiğimiz gibi ömrünün son birbuçuk yılında hastalanmış ve 20 yıl ([232]) asaleten Şeyhlik
yaptıktan sonra 61 yaşında iken, 30
R.Ahir 1326-17 Mayıs 1324 (30
Mayıs 1908) tarihinde Cumartesiyi Pazara bağlayan gece saat 1 sıralarında vefat
etmiştir ([233]).
Cenaze namazı Koca Mustafa Paşa
dergahında kılındıktan sonra, Yenikapı Mev- levî-hanesi'nde babası Şeyh Osman
Salahuddin Dede Efendi'nin yanında toprağa verilmiştir ([234]).
Tâhirü'l-Mevlevî, şeyhinin
vefatına son derece üzülmüş ve herkes dağıldıktan sonra, mezarın başında şu
şiirle üzüntüsünü dile getirmiştir:
Beni de nezdine celbet Şeyhim
Yaşamak gayrı bana verdi melal Ne içün böyle yetîmin kalayım Eylemezdin beni
asla ihmâl Pâyini öpmüş iken kabrine 'âh Olayım böyle revâ mı rû-mâl" ([235])
Şeyh Celâleddin Efendi'nin
vefatı üzerine birçok tarihler düşürülmüştür. Tâhirü'l- Mevlevî de aynı şekilde
tarihler düşürmüş ve bunları şeyhi ile ilgili kitabında kaydetmiştir. Bu
tarihlerden birisi şudur:
"Gûş edib neyden nevâ-yı
(irci'î)
Etdi Şeyh-i Mevlevî 'azm-i Cemâl
Bendesi Tâhir dedi târihini
Verdi cânın mürşid-i a'zam Celâl
1326
Şeyh Celâleddin Efendi'nin
vefatından sonra yerine postnişin olarak, oğlu Abdül- bakî Dede Efendi
geçmiştir ([236]).
Tâhirü'l-Mevlevî, daha önce de
ifade ettiğimiz gibi çok genç yaşta tarikata intisap etmiştir. Ancak o, tarikata
intisabı öncesinde girdiği tarikat hakkında sağlam bilgiler edinerek;
araştırması sonucu ve taklidî değil, tahkikî olarak bu yola sülük etmiştir ([237])
Tasavvufî yola girdikten sonra
da, bu konudaki bilgisini sürekli ilerleten müellif, tasavvufla ilgili
konularda görüşlerini, en önemli eseri sayılan Şerh-i Mesnevî, Mesnevî'nin Eski
ve Yeni Mu'terizleri gibi eserlerinde ortaya koymuştur. Biz çalışmamızın bu
bölümünde, müellifin konuyla ilgili görüşlerinden bazılarını aktarmak
istiyoruz. Böylece onun tasavvufî şahsiyetinin daha iyi tebarüz edeceği
kanaatindeyiz.
Tâhirü'l-Mevlevî'ye göre
tasavvuf; kaynağı nakil, yani Kur'an ve sünnet olan ([238])
dervişlik irfan ve zevkinden bahseden bir ilimdir ([239])
O, Islâm tasavvufunun, Yunan felsefesinden mülhem olduğu iddiasını,
"Felsefe başka, hikmet-i İslâmiyye demek olan tasavvuf başkadır. Birinin,
yani felsefenin menbâ'ı akıldır. Öbürünün yani tasavvufun me'hazı Kuran ve
Hadistir" diyerek reddetmiştir.
Ona göre Islâm tasavvufu;
"Bir kimseye hikmet verilmişse ona birçok hayır verilmiştir" ([240]) ayetindeki
Kur'an ve hadisten istinbat olunan hikmet üzerine bina kılınmıştır
Tasavvuf ehlinin, mutasavvıf,
sofî ve sâfî olmak üzere, üç derecesi olduğunu belirten ([241]°)
T. Mevlevi'ye göre; tasavvufu ilim olarak bilenler Mutasavvıf, zevk olarak anlayanlar
ise safî'dir ([242]). Sofî, vakit
neyi gerektiriyorsa onu yapan, bugün yapılacak işi yarına, şimdi yapılacak işi,
biraz sonraya bırakmayan yani Ibnü'l vakt olan kimsedir. Sofî'den yüksek olan
sâfî ise, halden ve vakitten feragat eden; vakte değil, vaktin kendisine tâbî
olduğu kimsedir ([243]).
Şeriat ve tarikatın birbirinden
farklı şeyler olmadığını kabul eden Tâhirü'l-Mevlevî, şeriatla tarikat
arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamıştır:
"Dinin usul ve
esası şeriatdır. Çünkü ona dayanır. Şeriatın esası da tarikatdir. Çünkü
nasihatden ve bilmekten garaz; tatbikdir. İlimden maksat amel olduğu gibi,
şeri- atden matlub olan da tarikatdır. Zira şeriat, öğrenmek; tarikat ise,
yapmakdır. Meselâ namaz kılarken başına bir şey giymenin sünnet olduğunu
bilmek, şeriatdır; başı kapalı namaz kılmak ise tarikatdır. Rasulullah Efendimiz, ihramda
bulundukları zamandan başka vakitlerde başı açık namaz kılmamıştır.
Tarikatın esas maksadı ise; hakikatdir. Zira tarikatdan
gaye; hakikata ermektir."
(103)
Tarikat ve tasavvuftan maksadın
hakikate ermek olduğunu belirten T.Mevlevî, bunun için bir mürşid-i kamile
bağlanmanın mutlaka gerektiğini Şerh-i Mesnevî adlı eserinde defaatle
zikretmiştir. Tasavvuf; kâl ilmi değil hâl ilmi olduğu için, onun okumakla
bilinemeyeceğini, yaşanması gerektiğini ve bunun için de bir mürşid-i kâmile
bağlanmanın elzem olduğunu şöyle ifade eder:
"Sofiyyenin irfânı;
bilmekten ziyade, tatmak olduğundan, yalnız tasavvuf kitaplarını okumakla
iktifa edip seyr ü sülükta bulunmayanların öğrendikleri kîl ü kâlden ibâret
kaldı. Ömründe şeker yermemiş bir kimsenin şekerin tatlı olduğunu bilmesine
döndü. Binâenaleyh sofiyye eserlerini okuyup da yanlış- doğru bazı şeyler
öğrenmek doğru değildir. Kamil bir mürşidin terbiyesiyle seyr ü sülükta
bulunup ilmi zevke tebdil eylemek elzemdir" ([244])
O, müridi hastaya, mürşidi ise
hekime benzeterek, hastanın hekimin tavsiyelerine uyması sonucu şifa bulması
gibi; müridin riyazat ve mücahede tavsiyelerine uyarak manevî hastalıklardan
kurtulabileceğini belirtir ([245]).
"Bıçak sapını yontamaz;
diye bir darb-ı mesel vardır. Evet kılıç bıçak gibi kesici âletler başka
şeyleri kestikleri halde saplarını yontamazlar. Bunun gibi hasta ve yaralı adam
da kendini iyi edemez. Öyle bir adamın doktora, bir operatöre müraceatı lâzım
gelir. Ahlak hastası ve ma'nen yaralı olanların da tasfiye-i ahlâk hekimi
bulunan bir mürşide ilticâsı gerektir" ([246]).
Yola çıkan bir kişinin nasıl iyi
bir kılavuz bulması gerekirse; müridin de bağlanacağı kişinin mürşid-i kâmil
olduğunu araştırması gerektiğini ve sahte şeyhlerden kaçınılmasının lüzumunu
şöyle ifade etmiştir:
"Demek ki;
Her tac giyen çulsuzu Edhem mi
sanırsın? mısrasında gösterilen her şeyh taslağı mürşid olamıyor. Halis bir
tâlib birine intisâb edecek olursa bilmediği bir yolda kör bir kılavuza uymuş
ve nihayet bir uçuruma yuvarlanmış olur. Bu mezlekaya düşmemek için intisâb
edilecek zâtın ahvali tedkik edilmeli, acaba hakiki mürşid mi, yoksa şartlatan
mı? araştırılmalıdır." ([247])
Tasavvufta, nefisle mücadele
etmek cihad-ı ekber (en büyük cihad) olarak nitelendirilmiştir. Çünkü nefis
görünmeyen bir düşman olduğu için onunla mücadele etmek zordur.
Tâhirü'l-Mevlevî bu durumu şöyle açıklamıştır:
"Hadis-i Şerifte,
"Düşmanların en adâvetlisi derûnundaki nefistir" buyurul- muştur.
Evet, insana kendi nefsi, yine kendi için en büyük ve en müdhiş bir düşmandır.
Nefsin ihtirası olmasaydı bir hırsız habse girmez, bir katil siyânet ipine çekilmezdi.
Nefis öyle bir düşmandır ki pusuya girmiş haydutlar gibi insanın içinde
saklanmıştır. Dâima yeni yeni heveslerle sahibini helâke kadar sevkeder"([248]).
"Evet, Nefs, düşmanların en
adâvetlisidir. Çünkü insana en yakındır. Tıpkı bir ev dahilindeki hırsıza
benzer. Evin kapısı kilitlenir, pencerelerine demir parmaklık takılır. Hâricden
yapılacak bir taarruza karşı ihtiyatlı bulunulur. Fakat hırsız ya dâhilden
olursa, ma'azallah ya âile efradından bulunursa? Onunla uğraşmak, onu o kötü
huyundan vazgeçirmek ne kadar müşkildir. Bu böyle olduğu gibi nefsi İslah için
çalışmak ve yola getirmek de pek zordur..." (109).
"Cihâd: Uğraşmak demektir.
Bundan dolayı düşmanla harb etmeye cihâd denilmiştir. Cihâd, asgar ve ekber,
yâni küçük ve büyük diye ikiye ayrılmıştır. Cihad-ı asgar; düşmanla, cihad-ı
ekber, nefisle uğraşmaktır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz;
bir gazâdan avdet ederken; "Cihâd-ı asgardan, cihâd-ı ekbere
dönüyoruz" buyururdu. Çünkü nefisle uğraşmak, en çetin bir düşmanla
çarpışmaktan zordur. Çünkü düşmanla çarpışmak hayatın birkaç gününe
münhasırdır. Nefisle mücahede ise bütün bir ömür müddetince devam eder." ([249]°)
T. Mevlevî, nefisle mücadelenin
zorluğunu bu şekilde tesbit ettikten sonra, bu mücadelenin yolunu, başarı için
gerekenin ne olduğunu şöyle açıklamıştır:
"Düşmanla uğraşacak bir
askerin vazifesi, kumandanı tarafından; derdle uğraşacak bir hastanın hareketi,
hekimi tarafından tâyîn edildiği gibi; Hak yolunda ilerleyecek bir sâlikin
mücahedesi de, mürşid-i kâmil tarafından tayin olunur. Kendi kendine ve
kitabdan okumak suretiyle mücâhedeye kalkışan bir kimse, aklına estiği gibi
hareket eden bir askere, kendi kendine tedâviye çalışan bir hastaya benzer ki,
tehlikeli bir işe girişmek, belki de tehlikenin tam ortasına düşmek olur"
([250])
Nefisle mücahedenin kazanılması
ve nefsin öldürülmesi için onun arzularına muhalefet etmek, isteklerini yerine
getirmemek gerektiğini ifade eden ([251])
Tâhirü'l-Mevlevî, bunun için az yemeyi ve oruç tutmayı ([252])
tavsiye eder.
Nefisle mücadelenin zorluğunu,
bunun için mutlaka mürşid-i kâmile ihtiyaç olduğunu belirten Tâhirü'l-Mevlevî;
nefis mertebeleri ile ilgili olarak ise şu tasnifi yapmıştır:
"Erbabının malumudur ki,
nefs-i İnsanînin emmâre, levvâme, mutmeinne, râziye ve merziyye isimli birtakım
dereceleri vardır.
Emmare: Bizim gibilerdeki nefsin
sıfatıdır ki sahibine mübalağa ile emreder ve dâima yasaklar tarafına sürükler.
Levvame: Emmareliği tamamen zâil
olmamakla beraber, ara sıra nedâmet eden ve sahibini yasaklara yönelmekten
ayıplayan nefistir.
Şeyh Sadi Gülîstân'ında yazar
ki:
Dervişin biri bir
gün, yalnız başına oturup, Şeyhin: "Ey elli yaşına girdiği hâlde henüz
gaflet uykusundan uyanmayan; şu anda dört beş günlük ömrün kaldı; bâri o
günlerin kıymetini bil de Allah yoluna sarfet." beytinin
meâlini düşünüyormuş. Nefs-i levvâme lisan-ı hâl ile kendini levme başlamış:
Elli yaşına girdin, hâlâ adam olmaya kabiliyet göstermedin şimdiden sonra mı
insanlık derecesini bulacaksın? Heyhat! demiş. Adamcağız tabii ki mahzun olmuş,
acı acı nedâmet yaşları dökmüş. O esnâda kalbine bir ilham gelmiş: Allah'ın
birliğini, peygamberin doğruluğunu tasdik ediyorsun, kimseye fenâlık etmemeye
çalışıyorsun. Hırsız, kanlı, kâtil, muhtekir ve mürtekip değilsin. Yapamayacağın
bir iş başına geçip de insanların hukukunu zarara uğratmıyorsun. O halde
Allah'ın rahmetinden niçin ümid kesiyorsun demiş. İşte bu da nefs-i mülhime dir
ki, sahibine bazı hayırlı âmeller ilham eder.
Mutmainne: Allah'ın tevfikiyle
sekînet ve yakine mazhar olup ıztırabdan kurtulan nefisdir.
Râziye: Gerek başkaları gerek
kendi hakkında zuhur edecek kazâ hükümlerine tamamen rızâ gösteren, keşki şu
şöyle olsaydı, bu da öyle olsaydı diye itiraza kalkışmayandır.
Merziyye: Allah'ın rızasına nâil
olan nefs-i nefisdir.
Ayet-i Celideki hitab-ı İlâhî, o
mutmeinne olan nefsedir ki "Ey nefs-i mutmeinne; razı ve merzı olduğun
halde yâni sen Allah'tan râzi olduğun gibi Allah da senden râzî olarak Rabb-i
zişanına rûcu eyle t[253]) mealindedir” ([254]).
Nefsin yedinci derecesi olan
nefs-i kâmileden bahsetmeyen T.Mevlevî; bir yerde, nefs-i mutmainne'yi, raziye
ve merziyye mertebelerinden sonra beşinci mertebede zikretmiş,nefs-i
mülhimeden bahsetmemiştir ([255])
Tasavvufta seyr ü sülük
esnasında halvet veya çileye girmek elzemdir. Hemen hemen her tarikatta var
olan bu uygulamanın kaynağı, Peygamberimizin sünnetinde var olan itikaftır.
Tâhirü'l-Mevlevî bu konuyu şöyle belirtmiştir:
"Aleyhisselât Efendimiz,
Ramazanın aşr-ı ahirinde yani yirmisinden otuzuna kadar olan müddet zarfında
Mescid-i Şerifin içerisine bir çadır kurdurur ve onun dahilinde itikâf
buyururdu.
Şeriatın bu itikâfı, tarikatta
halvet adını almış ve halveti nâmıyla bir takım tarikat şubeleri tesis
olunmuştur. Halveti tarikatı şu'belerinde yapılan bu halvete erbain, yani kırk
günlük halvet denilir. Halvete girenin oruçlu bulunması ve iftar esnasında az
yiyip az içmekle riyazat yapması şarttır. Bir de, halvet der encümen vardır
ki, mecliste halvet demektir ve sâlikin bir mecliste halk ile konuşurken
kalbinin Allah ile meşgul olmasıdır. Tabii bu, öbüründen yüksektir. Fakat
halvet, bir mürşid-i kâmilin tavsiyesiyle ve onun nezareti altında yapılır^[256])
Kırk gün süreyle yapılan
halvete, erbain veya çile denildiğini belirten T. Mevlevî, Mevlevî tarikatında
yapılan çile ile ilgili şu bilgileri verir:
"Malumdur ki çile kırk gün
demektir. O kadar müddet halvet ve inziva eylemek manasına ıstılahî bir
tabirdir. Mevlevîlik çilesi ise tam 1001 gündür ki, 25 erbain sürer. Çileye
giren bir Mevlevî dervişi bu müddet zarfında tekkede bulunmaya, izinsiz hariçde
kalmamaya mecburdur. Ruhsatsız bir gece dışarıda kalırsa çilesi kırılır.
Yeniden çileye girip ikmal etmesi lâzımdır. Bir çile kırgını semahaneye
giremez....
Diğer tarikatlarda dervişin
istidâdına göre kendisine isim telkin edilir. Meselâ keli- me-i tevhid, ism-i
Celâl, ism-i Hû, ism-i Hay tâlim olunur. Mevlevî tarikatında nev-niyaz bir
câna, tahammülüne göre hizmet verilir. Ayakçılıktan, yani süprüntü dökmek,
abdest- hane gibi nefse ağır gelen hizmetlerden başlanır, derece derece terakki
ettirilir. Bu müddet zarfında onun vazifesi, (Eyvallah) demeye alışmak ve rıza
tahsiline çalışmaktır. Maamafih sabah ve yatsı namazlarından sonra topluca
okunan İsm-i Celâl'de ve haftada bir yapılan mukabelede ve beş vakit namazda
cemaatde bulunur. Hizmetini bitirdikten, yâni 1001 günü tamamladıktan sonra
kendisine zikr telkin olunur." ([257])
Çile ve halvetten
maksadın," Derunun tahliye ve tasfiyesi" ([258])
olduğunu belirterek, halvetin insanlardan tamamen uzaklaşmak olmadığını, asıl
önemli olanın insanlarla birlikte iken Allah'tan uzak olmamak gerektiğini ise
şu şekilde ifade etmiştir:
"Maamafih bu husus yanlış
anlaşılmamalıdır. Her şeyi, işini gücünü yüzüstü bırakır, çoluğunu ve çocuğunu
aç ve muhtaç terkeder de bir odaya kapanır, bir köşeye çekilir demek değildir.
Çalışmanın insanlara faydalı olmanın millet ve memlekete hizmet etmenin
Allah'ın emirleri cümlesinden olduğunu bilir, binâenaleyh onları hırs-ı nefsânî
ile değil, hazz-ı ruhâni ile yapar anlamındadır. Zaten böyle yapabilmek bir
kimsenin kemâline delâlet eder. Hazret-i Peygamber mihrabda imamlık, gazalarda
kumandanlık ederdi. Asıl marifet kesrette vahdeti bulabilmektir. Gözü görmeyen,
eli ermeyen bir adam ile, gören ve muktedir olan bir kimsenin menhî olan
şeylerden sakınması bir değildir."
Görüldüğü gibi T.Mevlevî,
halvetin seyr-i sülûktan lüzumlu olduğuna inanmış ve bir mürşid-i kamil
vasıtasıyla yapılması gerektiğini; bunun amacının da kalbi tasfiye ve tezkiye
olduğunu ifade etmiştir.
Zikir; Arapça bir kelime olup
fiilinden mastardır. Lugatta; anma, anılma ([259]),
düşünme, hatırlama, söz konusu etme; beyan ve ifade etme, Allah'ı dil veya
kalple anma, beili duaları belli zamanlarda, belli sayı ve şekilde okuma ([260]) gibi anlamlara
gelir.
Kur'an-ı Kerim ve hadis-i
şeriflerde bir çok yerde geçen zikir; tasavvufta, Allah ile kulu arasında
bağlantı ve ilişki kurulmasını sağlayacak tek vasıta olarak kabul edilmiştir
(123).
Tâhirü'l-Mevlevî, gönül
aynasının, nefis pasından temizlenmesinin ancak Allah'ı zikirle mümkün
olacağını şöyle ifade etmiştir:
"Madeni levhaların rutubet
ve sâireden paslandığı, böyle olunca da sathına akseden şeyleri göstermediği
gibi, gönül aynası da nefis pasiyle cilâsını kaybederse, feyz-i İlahîye ma'kes
olmak nimetinden mahrum kalır. Binâenaleyh, ilk önce gönül aynasındaki pası
temizlemek ve cilalamak lâzımdır.
Müncelî âyine-i dilde nukûş-i
kâinat İş o mıYât-ı musaffâya cilâ vermektedir!
"Her şeyin bir cilâsı
vardır. Kalblerin cilâsı da zikrullahdır. hadis-i şerifi mucebince, o pasın
giderilmesi, ancak Allah'ı zikretmek ve yâd eylemekle olur.
Dil hâhesi pür nur olur, Envâr-ı
zikrullâh ile
Nefsin bulanıklığı gitmez, kalb
aynasının pası açılmazsa ruh da Allah'ın tecellisine mazhar olamaz" ([261])
Zikrin kaplerin cilâsı olduğunu
ifadeden sonra zikri; lisanî, kalbî ve hakikî olmak üzere üçe ayırarak onları
da şu şekilde açıklamıştır:
"Zikr-î lisânî:
Esmaullahdan birini, kâmil bir şeyhden mezun olarak okumaktadır. Erbab-ı
tarikin ekseri (La ilâhe illallâh) kelime-i tevhidi ile başlarlar. Sonra
sâlikin terakkisine göre virdini değiştirirler.
Zikrî kalbîye gelince; zikrin
yalnız lisanda kalmaması ve zikredilen isim sahibinin kalbde hazır olduğunun
zevken bilinmesidir...
Zikr-i hakiki ise: Zikredenin
nazarında (zikreden) (zikredilen) ve (zikr)in birlenme- sidir ki bu hâl, târif
ile değil, ancak zevk ile ve o mertebeyi bulmakla anlaşılabilir." ([262])
Ru'yetu’Ilâh meselesi, kelâm
ilminin belli başlı problemlerinden birini teşkil etmiş ve uzun tartışmalara
sebep olmuş önemli bir konudur. Ehl-i sünnet kelâmcıları ve mutasavvıflar ahirette
Allah'ın görüleceği fikrine kâil olarak bu konuda Kur'an'dan ve hadisten
deliller getirmişlerdir ([263])
Tâhirü'l-Mevlevî de, bir
mutasavvıf olarak ru'yetu'llâhın hak olduğu görüşüne meyletmiş ve bu görüşünü
açıklarken ru'yetu'llâhı reddedenlerin görüşlerini de zikrederek onlara
cevaplar vermiştir:
“İtikad mezhepleri arasında,
Allah görülür mü, görülmez mi? diye bir münakaşa vardır. İtizal mezhebinde
bulunanlar: Ru'yet ihata etmek demektir. Bütün mahlukatı muhît olan ihata
edilmez diye bir nazariye koymuşlar, Hazreti Musa'ya hitab olan (Len terâni) ([264]) yani "Sen
beni şimdi de istikbalde de göremezsin" ayetini de sened ittihaz
etmişlerdir. Onlara karşı ehl-i sünnet ise, ru'yetin ihata demek olmadığını
söylemişler. “Ayın ondördüncû gecesinde Kameri gördüğünüz gibi Rabbmızı
göreceksiniz" hadisiyle istidlal etmişlerdir.
Filvâki Kameri gerek hilâl,
gerek bedir halinde iken hepimiz görürüz, fakat hiçbirimiz kürre-i kameri ihata
etmiş olmayız. Yangın kulesine çıkıp da altmış metre yüksekten bütün İstanbul'u
görmek, elbette onu ihata etmek değildir. Böylece Mu'tezilenin iddiasının
mânâsız olduğu anlaşılır. Evet, İnşallah cennette Rabbımızı göreceğiz. Fakat
oradaki hayatın icabından olan bir gözle. Çünkü uzvî ve fânî olan bir göz, bâki
bir cemâle nazar edemez. Onun için Cenâb-ı Hak kullarına Cemalini müşâhede
edebilecek gözler ihsan edecektir" ([265]).
Tasavvuf tarihinde çok
tartışılan önemli bir konu da vahdet-i vücûd meselesidir. Vahdet-i vücud
anlayışı; tasavvuf tarihimize İbn-i Arabî (1165-1240) i[266])
ile girmiş lehte ve aleyhte fikirler beyan edilmiş ve özellikle de İmam-ı
Rabbanî (1564-1624) ([267]) tarafından
eleştirilmiştir ([268]).
Tâhirü'l-Mevlevî, bu konuyla
ilgili görüşlerini Şerh-i Mesnevî ve Mesnevî'nin Yeni Muterizine İkinci Cevap
adlı eserlerinde açıklamıştır.
Müellifimiz; vahdet-i vücûd'un,
Panteizm'den ([269]) farklı olduğunu
belirterek, Panteizmin vahdet-i mevcut demek olduğunu ve bunun da kesinlikle
hiç bir müslümanın kabul edeceği birşey olamayacağını belirtir ([270]). Ona göre,
vahdet-i vücud inancında âlemle Allah farklı şeylerdir. Alem; Allahu Teala'nın
sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir eserdir. Yapılan bir câmide nasıl
mimarının, yazılan bir levha da nasıl hattatının izleri varsa; bütün bir âlem
üzerinde Allah'ın varlığının izleri vardır. Yoksa Panteizm'in savunduğu gibi;
âlem, Allah değildir ([271]).
T.Mevlevî, sufilerin inancının
esasının vahdet-i vücûd olduğunu belirterek, bu inancı şu şekilde ortaya koymuş
ve savunmuştur:
"Malumdur ki, sofiyyenin
inancının esası vahdet-i vücûd'dur. Yani ezelen ve ebeden vücûd-i hakkanî ile
muttasıf olan ancak Zât-i Eceli ü a'ladır. Şâir mevcudâtın varlığı onun eser-i
icâdıdır. Mûcid ile mevcûd arasında pekçok fark bulunmak, Hak ve halk beyninde
ayniyyet bulunmamak pek tabiidir. Şu câmi-i şerif, onu yapan mi'marın eseridir.
Fakat hiçbir vakit mimarın kendisi değildir. Ondaki kemal-i sanatın zuhûr
mahallidir. Bu böyle olduğu gibi bütün mükevvenât da, Hakk'ın mezâhiridir. Yani
Allah Teâlâ'nın kemâl-i kudreti; güneşten zerreye, denizden katreye varıncaya
kadar herşeyde tecelli etmiştir. Hakk'ın esmâsı mütekabildir. Meselâ (Muhyî)
ismine mukâbil (Mümît) vardır. Yaşayan mahlukât Muhyî isminin, ölenlerde Mümît
isminin mazharıdır. Birinde Muhyî ismi tecelli eder, onu yaşatır. Diğerinde
Mümît ismi tecelli eder, onu öldürür.
Bir adam; hem âlim, hem şâir hem
ressam olabilir. İlmiyle bir kitab yazar, tabiat-ı şâiranesiyle bir neşide
tanzim eder, ressamlığıyla da bir levhâ tersim eyler. O eserlerin hepsinde,
onun ilmi, şiiri ve ressamlığı görünür. Böyle olmakla beraber kitabına,
şi'irine ve levhasına o adamın kendisidir denilmez. Lâteşbih Cenâb-ı Hak da
böyledir. Her şey O'nun eser-i sun'u ve kemalidir, fakat herşey O değildir.
"Herşey O'dur" itikâdında bulunmak vahdet-İ mevcuda kâil olmak demek
olur. Zuhûr itibariyle gayriyyet bulunma- saydı, sofiyye eserlerinde pek çok
tesadüf edilen (mâsivâllah) ta'birinin manasız olması lâzım gelirdi. Mâsivâ'yı
şühûd üzerine inkâr edenler, deryâ-yı vahdete müstağrak olanlardır. Lâteşbih,
bir adamın denize dalınca her tarafını deniz görmesi, denizden başka bir şey
müşahede etmemesi gibi..."([272])
Tâhîrü'l-Mevlevî'nin bazı
tasavvufî konulardaki görüşlerine; ulema tarafından hakkında ihtilâf edimiş
olan ve Mevlevîliğin esaslarından sayılan sema ve raks hakkındaki
görüşleri ile son vermek
istiyoruz.
O, Şerh-i Mesnevî adlı eserinde
Sema ile ilgili şu bilgileri verir:
"Sema’: Lugatta dinleme
ma'nasınadır. Sonra mûsiki dinlemek mefhumunda kulanılmış, daha sonra ve
mutasavvıfa indinde kaside ve İlahî gibi sözlerin terennüm edilişini dinlemeye
ve ondan neşelenerek kalkıp bir takım hareketlerde bulunmaya sema denilmiştir.
Nitekim Mevlevîlerin ney, kudüm âhengi ile devr ve hareket etmelerine sema1;
sema' edenlere, sema'zen, sema' esnasında dönenleri idare edene; sema'zen başı,
derlerdi. Hâlâ Konya'da çalgılı, mûsikîli toplantılara sema'dan bozma olarak
samah diyorlar" ([273]).
Sema' hakkında bu bilgileri
verdikten sonra; İmam-ı Kuşeyri (986-1072) ([274])
ve İmam-ı Gazali (1058-1111) (138) gibi Islâm büyüklerinin; sema ve çalgı dinlemeyle
ilgili olarak; "Eğer dinleyende nefsâni bir takım meyi uyandırıyorsa
şüphesiz haramdır, hiçbir te'sir uyandırmıyorsa mubahtır, ruhânî ve İlahî bir
neş'e husûle getiriyorsa helaldir." şeklinde fetva verdiklerini söyleyerek
sema'ın meşruyetine delil getirmiştir ([275]).
T.Mevlevî, her canlının
tabiatında raks ve tarab hassası bulunduğunu, bu hassayla sevinçli oldukları
zaman hayvanların bunu hoplayıp, zıplayarak belli ettiğini; aynı şekilde
insanın da, bu hassa dolayısıyla raks ve harekât-ı mevzûna meyli olduğunu ifade
ederek; maddi bir zevkle harkete geçen insanın, manevî bir heyecanla daha fazla
harekete sevkolunacağını belirtmiştir. Ona göre; ehlullahın zikir esnasında
ayakta veya dönerek mevzûn bir takım hareketlerde bulunmasının sebebi de,
bunların kalbinde meydana gelen manevî heyecanlardır. Zikir esnasındaki bu
durumun; bir gösteriş ve riya sonucu mu, yoksa gerçek bir manevî zevkle mi
meydana geldiği sorusuna verdiği cevapla, raks ve sema aleyhinde olanlara
karşı şunları söylemiştir:
"Sofiyye ıstılahları
arasında bir vecd bir de tevâcüd vardır. Vecd; matlub olan ma'nevi zevki
bulmak, Tevâcüd; o zevki bulmaya çalışmaktır. Bizim gibilerin zikir esnasındaki
hareketleri şüphesiz tevâcüddür. Ehlullah hazerâtının neşvelerini bulmak için
aramak, taramak, didinmek ve çırpınmak lazımdır. Allah; ekremü'l ekremindir,
kendi yolunda ihlas ile çırpınanları me'yus etmez. Binâenaleyh o tevâcüdler,
bir gün olur vecd hâlini alır. Elverir ki dervişte, o harekatın menşei riya ve
nümayiş değil, ihlas olsun ve Allah rızası için sallansın dursun. İmam-ı Şâfii
rahimehullah'a isnad edilen bir beyitte;
"Allah rızası için oynayan felâh
bulur. Çünkü lillah fillah olan raks helaldir"
buyurulmuştur.
Acaib raks helâl olur mu? Evet;
olur, amma raksına göre. Balolara gidip yarıçıplak kadınların üryan vücudlarına
sarılıp zıpzıp sıçramak, müslümanlık şöyle dursun, belki mecûsilikte bile
haramdır. Kezâ bir kadının yabancı bir erkekle sarmaş dolaş fırıl fırıl dönmesi
hiçbir vakit helâl olamaz. Hatta helâl mi haram mı? Sualine hâcet kalmaz,
ancak, bir bayram günü Mescid-i Nebevî sahasında Habeşistan'dan gelmiş olan
Habeş Müslümanlarının oyun oynadıklarını ve bu oyunu Resûl-i Ekrem Sallallahü
Aleyhi Ve- sellem Efendimizle birlikte hücre-i seadetten seyrettiklerini
Hazreti Ayşe (r.a.) rivayet ediyor. Demek ki haram olan raks değil, onun
neticesi imiş. O halde; "Tekkelerde raks ediyorlar, haram işliyorlar,
sema'haneler kırk arşın kazılıp toprağı atılmayınca orada namaz kılınmaz"
diyenlerin sözleri cahilâne bir taassubdan başka birşey değildir..."([276])
Buraya kadar tasavvufî bazı
konularda görüşlerini zikrettiğimiz Tâhirü'l-Mevlevî, alıntılarımızdan da
açıkça anlaşıldığı gibi, tasavvufu hâl olarak yaşamanın yanısıra, tasavvuf
ilminde de derin bilgiye sahiptir. O; şeriatla ilgili hadis, tefsir gibi
ilimleri de bildiği için, görüşlerinde, Kur'an ve Sünnet ışığı açıkça belli
olmaktadır. O; hem zahirî ilimleri, hem de batınî ilimleri bilen bir kişi
olarak, zü'lcenâheyn (iki kanatlı) diye vasıflandırılacak bir özelliğe
sahiptir.
Şerh-i Mesnevî adlı eserinde,
buraya aldığımız konuların dışında; kerâmet, ilhâm, hal ve makam, evliya, keşf,
murakabe, rabıta v.s. gibi daha birçok tasavvufî konularda görüşlerini
açıklamıştır.
Çalışmamızın bu bölümünü, onu
yakından tanıyan bazı dostlarının onun tasavvufî şahsiyetini ifade eden sözleri
ve onun için yazılmış olan bir şiirle bitirmenin, onun bu yönünün daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
"Bir noktayı
anlayamamışımdır: O, deryâdil, derviş meşreb, âlim ve hakikâten olgun bir zât
idi; başkalarının kendisine söyleyeceği bu kemâl vasfını kendine soyadı olarak
aldı." ([277])
"Ömrünü mensub olduğu
tarikatın pirine bağlamış, rûhen Mesnevî'ye çok nüfuz etmiş, selahiyetli bir
zatın bir ömür mahsulü olan büyük eserini..." ([278])
"Tâhir Hoca, yalnız ilmen
değil, ahlâken de yüksekdi. Merhûm dâima fakirlerin, kimsesizlerin yardımına
koşmuş ve hiçbir vakit maddiyat için çalışmamıştır. Çünkü ehl-i dünya değildi,
hakikî bir müslüman, asil ruhlu, uluvvi cenâb sahibi ve tam mânâsıyle kâmil bir
insandı" ([279])
Bir
İltifat
Rûhu gibi olgun kendinin adı
Mesnevi ışığı vurmuş yüzüne
İlk görüşte kalbim bunu anladı
Candan kulak verdim tatlı sözüne
Evine gittim de onu gördüm ki
Sıralanmış bir çok kitap yanına
Onların hepsi de hıfzında belki
Öğrenir gidenler âşiyânına
Benliğinde gizli tevazu' zekâ
İlmî değerinden haddimce doldum
İslâmî anladım bir kerre daha
Müslüman evladı müslüman oldum
Tahayyül eyledim o konuşurken
Önümde Mevlana sitâresini
Adeta seyrettim karşımda rûşen
Kubbe-i Hadra'nın minâresini
Sözleriyle daldım derinliklere
Ruhumda hatifî sesler duyuldu
Hayretle bakınca olduğu yere
Gözüme Mevlâna görünmüş oldu
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar