Print Friendly and PDF

TANRI KARŞISINDA İNSANIN DİRENİŞİ



Türk şiir dilinin kurucusu, Anadolu Türkçesinin ilk şiir­lerini yazan bir ozan olarak bildiğimiz Yunus Emre, dilinin yumuşaklığı, duygularının arı-duruluğu içinde kendini gösteren, kendi varlığının bilincine varan ilk aydınımızdır.
Yunus Emre, şiirinin bütünü ile dinine, geleneklerine, inançlarına bağlı bir ozandır, Tanrı karşısında silinmiş, kendi Özünden uzaklaşmış, tasavvufçuların deyimi ile Tanrıda yok olmuş bir ozan değildir. Tanrıya, inanmış bir kimse olarak, soru sormasını bilen, soracağı sorularm ölçüsünü kavrayan bir ozandır Yunus Emre.

*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*

Yunus Emre bu şiirinde Tanrıya şu sorulan soruyor :
(Ey Tanrım, ben kendime acı çektirdim, tatlı canımı sıkıntılara soktum, bunlardan sonra, neden bana bir de sen ceza vereceksin, beni acılara atacaksın?
Sen, bana iyi adam olamadın, benim karşıma suçlardan sayrılmış, pırıl pırıl bir kimse olarak gelmedin, diye beni suçlarsın. Oysa beni suçlu yaratan, alınyazımı daha önceden belirleyen, beni sana karşı koyucu bir nitelikle var eden gene sen değil misin, sen yarattığın insanın sence suçlu olması nedendir?
Benim yaptığım işler içinde utanılacaklar varsa, beni onları yapacak nitelikte yaratan gene sen değil misin?
Gözümü kapkaranlık, içinde şeytanlıklar, uygunsuzluklar, kötülüklerle dolu dünyaya açtığımda,.. kendime günahtan biçilmiş kaftan olarak buldum, bunları da yaratan sensin de beni niçin suçlu tutuyorsun kendi yarattığın eylemlerden dolayı?
Sen, kıyamet günü bütün kötülükleri ortaya koyup tartacaksın, onlara göre suçlar vereceksin. Kötülükleri ortaya koymak senin büyüklüğüne yakışmaz, bunları bırakman gerekir.
Ben, senin varlıklarından ne aldım, neni eksilttim, egemenliğini mi elinden aldım, sözünü mü geçtim sözümle?
Seni aç mı, susuz mu bıraktım ? Kıldan ince köprü yapar da dersin ki: ey kullarım gelin geçin. Oysa kıl gibi köprüden insan geçemez. Uçması, yada düşmesi gerekir. Sonra köprü başkalarının kötülüğü için değil, iyiliği için yapılır. Senin köprün iyi bir köprü olmasa gerek.
Bir de kötülükleri tartmak için ölçeğin varmış. Bunu ancak bakkallar, bir de alış-verişle uğraşanlar yapar, sana yaraşmaz bunlar.
Senin büyüklüğüne bütün suçları bağışlamak, görmemek yaraşır.
Ben, Bu yaptıklarının bir tekini bile senin bir Tanrı olarak yüceliğine yakıştıramıyorum, doğrusu.
Yunus Emre’nin sözleri, düşündükleri, soruları bu ölçüler içinde sürüp gidiyor. Bunu, birtakım yarı aşırı softalığa karşı yapılmış, ileri atılmış bir düşüncedir diyenler olacaktır. Oysa burada sıralananların çoğu Kur’anda geçer, ileri sürülen görüşlerdir. Softalık bunları aşırı ölçüde ileri götürmüş, çekilmez duruma düşürmüştür. Yoksa Kur’anda olmayan düşünceler ileri sürülmüş değildir. Kur’anda ne varsa softa onu söylemiş, aşırılığa götürmüştür.
Kıyamet günü, sırat, günahların hesabını vermek, cennet, cehennem gibi nesneler Kur’an’ın birçok yerlerinde geçmektedir.
Yunus buradaki tutumu, davranışı iyiden iyiye Tanrıya karşıdır, Tanrıda görülen, Tanrıya yakışmaz tutumların ortaya konuşudur.
'Yunus Emre’nin şiirinde dile gelen ana-düşünce, bütün eylemleri Tanrı eliyle yaratılmış bir insanın sorumlu tutulamayacağıdır. İnsan, ancak bağımsız davranışlarından, özgür eylemlerinden dolayı sorumlu tutulabilir. Bütün devinmeleri daha önceden, yaratıcı yüce bir güç eliyle belirlenmiş, sınır lanmış olan bir insan için suç sözünün kullanılması da yersizdir, anlamsızdır.
İnsanı Tanrı yaratmış, ona bütün yetenekleri vermiş, sonra özgürlüğünü elinden almış. Bunun arkasından da insani eylemlerinden sorumlu tutmuş. Burada görülen «insanın suçluluğu» düşüncesi, anlayışlı bir kimseyi eni konu düşünmeye, suçun, sorumluluğun kaynaklarını araştırmaya değin itecektir.
Düşünen bir baş için gözü kapalı yaşamak, sırtına yükletilenin yükün ne olduğunu sormadan taşıyıcısı olmak gibi insana yakışmayan bir durum benimsenemez. İnsan, soru soran, soru sormayı bilen, isteyen bir varlıktır.
Soru sorma, insanın kişiliği ile, kimliği ile sıkı bir bağlantı içindedir. İnsan sorduğu sürece vardır, kendi varlık bilincinin aydınlığında davranışlarını ölçecek durumdadır. Soru hakkı elinden alınmış bir insan için yaşamak başkalarının bindiği arabayı çekmekten daha küçültücüdür. Yunus Emre’de bu soru, sorma bilincinin varlığını buluyoruz. O, Tanrıyı kendi içinde aradığı gibi, karşısına alıp sorguya çekmenin tadına da varıyor. Tanrıya soru sormak onunla eş-varlık ortamında bulunmak demektir. Soru, Tanrı ile insan arasındaki korkutucu uçurumu ortadan kaldırır. Tanrı ile insanın birbirine yaklaşmasını, kaynaşmasını sağlar. Böyle bir kaynaşma ortamında Tanrı, dinlerin bildirdiği korkunç kılıktan sıyrılır, gerçekten sevilmesi gereken yüce bir varlık niteliği kazanır.
İnsan, Tanrıyı, kendi başını sıkıntıya sokmak, bağımsızlığını Ortadan kaldırmak için yaratmamıştır. Yunus Emrenin dilinde Tanrı, insanı derinliğinde ışıyan yaratıcı bir güçtür. Sevilmesi gereken bir yaşama-erkidir.
Tanrının taşıdığı korkutucu nitelikler daha çok insan soyunun, düşünce bakımından karanlık olduğu çağların ürünleridir.
Yunus Emre, bu şiirinde, Tanrı ile konuşan, ona yakınlaştıramadığı niteliklerden sıyrılması gerektiğini açıklamaya çalışan bir tutumu ortaya koymaktadır.
Tanrı karşısında insanın «ben de varım» demesi bir Tanrı-tanımazlık değildir. Gerçek tanrıtanımazlık bütün kötülüklerin Tanrıdan geldiğini söylemek, insanı Tanrının sımsıkı bağlara vurduğunu, asıp keseceğini, bütün eylemlerine karıştığını ileri sürmektir. Yunus Emre, bu ikiliği, bu köklü ayrılığı bir çırpıda ortadan kaldırıyor. Tanrı karşısında kendi kişiliğini ortaya koymasını biliyor.

Canlar canını buldum bu canım yağma oIsun

derken, kendi özünde yaşayan gerçeği dile getirmektedir. Yunus. Tanrı, insanın düşünce gücü karşısında bir soru yağmuruna tutulunca, ister istemez eylemlerinin sınırlarını ortaya koyar. Yunus, şiirinde bu anlayış açısından kalkarak Tanrıyı sorguya çekiyor.

 'Sen ezelde beni âsi yazasın
Toldurasın âleme âvâzesin

derken, insanın kendisine elinde olmadan yükletildiği ileri sürülen eylemlerden dolayı suçlu olamayacağını, suçun alınyazısında olduğunu ileri sürüyor. İnsan, ona göre suçlu değildir. Suç, bağımsız düşüncenin sonucudur. Bağımsız olmayan insan için suç düşünülemez, işte Yunus Emre’nin sorusu bu güçlü geriyor. Yunus Emre’ye gelinceye değin, Türk şiirinde böyle ağır basan bir soru ile, Tanrı karşısına çıkan olmamıştır.

Rizkunu yiyup seni aç mı kodum
Ya yiyup öynüni muhtaç mı kodum

Burada, insana yapılan kötülüklerden, yersiz suçlamalardan dolayı Tanrıya yöneltilmiş Özlü bir soru, sorunun arkasında yürek sıcaklığı taşıyan bir kınama vardır. İnsan bunun bilincine varmadan gerçeğini kavrayamıyor. Yunusun ortaya attığı soru bir bakıma, Tanrıya yükletilen eylemlerden dolayı onu suçlamadır açıkça.

Geçmedi mi intikamun öldürüp
Çürütüp gözüme toprak doldurub

Burada, dinin kötüler elinde nereye değin götürüldüğünü, Tanrıya ne gibi kötü eylemlerin yükletildiği dile getiren anlamın yanında, bir de Tanrıdan yaptığı işlerin nedenli yakışıksız olduğunu sorma vardır. Yarattığın bir insanı kendi suçu olmadan öldür, dön gözüne toprak doldur, canına oku, ölüsünü de yattığı yerde bırakma. Çürüt, yak, acılara boğ, süründür. Bütün bunlar bilinçsiz bir hıncın, azgın bir öfkenin belirtisidir. Bir Taun için bunlar yücelik değil açıkça küçüklüktür. Tanrı öç almaz, öç almak güçsüz kimselerin işidir. Bütün varlıklara, olaylara, eylemlere, davranışlara, düşüncelere egemen olan yüce bir Tanrının bunları yapması insanın kolay kolay benimseyeceği nesne değildir. Tanrı bunları yaparsa bizim de ona sormamız, kaynaklarında yatan ilkeleri, nedenleri-suçların, suçlamaların-araştırmamız gereklidir.

Hakk cihâna doludur kimsene Hakk’ı bilmez
Anı sen senden iste o senden ayru olmaz

diyerek, Tanrının evrende, insanın özünde olduğunu ileri sürmekten kendini alamaz. Bu düşüncelerini kökünde, eski dinlerin İnsan-Tanrı anlayışı saklıdır.
Tanrı, gerçek bir varlık olarak insanın dışında değildir. Arada gösterilen uçurum uydurmadır.
Yunus Emre’de Tanrıya dönüş, insana varışla başlar. İnsanın kendini bulunca Tanrıyı da bulmuş oluyor. İnsan, Tanrıda yok olmuş bir varlık değildir.
Tanrı, kendi gerçeğini insanda bulmuştur düpedüz. Yunus Emre’nin çağdaşı olan Mevlânâ’da ise durum başkadır. Mevlânâ, bütün varlık düzenini Tanrıda bulur. İnsanın dışına çıkar. İnsan ruhunu ayrı düştüğü yurduna kavuşmanın tükenmez özlemi içinde görür, duyar. Mesnevi'nin ilk düzenleri bu özlemi içi bir deyişle dile getirir.

Kez neyistan ta merâ bebrîde end
Ez nefirem merd-ü zen nalide end

“beni kamışlıktan (şerhçilere göre ruhu gerçek yurdundan, Tanrı ülkesinden) ayırdılar, bu yüzden iniltimden kadın-erkek ağlayıp durmaktadır.”
Açıklamalarla Mesnevi’yi anlatmaya çalışanlar, burada «ney» sözünden «insan ruhu »mı, «kamışlık» tan da «ruh ülkesini» anladıklarını söylerler,
Mevlânânın bu görüşü yeni değildir, özünde Yeni eflatuncu düşünce vardır.
Ortaçağ insanın inancı kendini kimlikten, kişilikten yoksun kılan bir ortamda doğmuş, gelişmiştir. Bir ozanın, bir düşünürün Tanrı karşısında kendi varlığını ileri sürmesi, «ben de varım» demesi, çokluk bağışlanmaz bir suç sayılmıştır.
Yaşadığı toplumun, yetiştiği ortamın çok ilerisinde bir görüşü olan Hallacı Mansur’un öldürülmesi, çağını aşmasından dolayıdır. Mansur’un düşüncesine göre insanla Tanrı eş-varlık ortamda bulunur, arada önemli sayılacak bir ayrılık yoktur, İnsan Tanrı ile, Tanrı insan ile birdir, yanyana, içıçedir.

Uktalunî uktalunî
An fi katili hayâtü
Ve hayâtü fi memâtü
Ve memâtü fi hayâtü

(Beni öldürün, beni öldürün, yaşadığım ölümümdedir. Benim yaşayışımda ölüm, ölümümde yaşama vardır), demesi inancının aradaki bütün ayrılıkları kaldırması yüzündendir. Mansur Doğu düşüncesinin belli bir yerde fışkırması, yaşadığı çağı aşmasıdır.
Doğu düşüncesinde dile getirilen «dost» sözü insanla Tanrı arasındaki birliğin, yakınlığın en açık belirtisidir. İnsan, Tanrı ile birleşince, kendi yer-kaplayıcı varlığı içinde Tanrıyı bulunca ereğine ulaşmış sayılır.
Tanrı ile insanı birleştiren en güçlü eylem «sevgi»dir. Sevgi insanı «dost» ile eş ortama eşit yaşama düzeyine getirir.

Cümle alem terkin urub ben dost terkin urımazam
 Andan ayru buçuk saat ben ansızın durımazam

diyen Yunus, kendi varlığında bulduğu bölünmez, ayrılmaz özün ne olduğunu, ne güçte bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Dost elinden ölür isem hiç gümansız gerü gelem

dosta ulaşmakla ölümsüzlüğe kavuşmanın açık bir anlatımıdır.

Bu cihana gelmedin ma’şuk ile bir idüm
Kulhavallah sıfatın bîr bî-nişan nur idim

 (Bu evrene gelmeden önce sevilenle birdim, özümüz birdi, «.söyle Tanrı birdir» niteliğini taşıyanla görülmez, anlatılmaz, bir ışıktım ben)...
Bu sözlerde insanın ister evrene gelmeden önce, ister evrene geldikten sonra olsun, Tanrı ile birliği, eş-yapıda olduğu dile getirilmektedir.
Dost, insanın bütün varlığı ile bağlandığı bir başka varlıktır. İnsan kendini onda, onu kendinde bulmanın sevinci içindedir. Daha doğrusu, dost insanın yarısıdır, varlığından ayrılmaz bir yanıdır. Dost, sevgili, cânân, yâr gibi deyimler Türk şiirinde Tanrı ile birlikte olmanın birer belirtisidir çokluk.
Birtakım edebiyat tarihçilerine göre, ondördüncü yüzyılda yaşamış bir ozan olan Kaygusuz ABDAL, şöyle diyor.

Yücelerden yüce gördüm
Erbabısın sen koca Tanrı
Alem okur kelâm ile
Sen okursun hece Tanrım
*
Âsi kullar yaratmışsın
Varsun şöyle dursun deyu
Anları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca Tanrı
*
Kıldan köpri yaratmışsın
Gelsün kullar geçsün deyü
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a  Tanrı

Bu şiirde derin bir içlilik vardır. Bu içliliğin arkasında, insanı özünden vuran bir de direnme var ayrıca. KAYGUSUZ ABDAL, dinlerin insanlar için varlığını ileri sürdüğü birtakım öbür dünya suçlamalarım dile getiriyor.
Suçlu kulu kendisi yaratan bir varlığın, yarattıklarından yeniden hesap sorması, insan anlayşı ile bağdaşacak bir eylem. değildir, öyle ya Tanrının sonsuz gücü, yetisi, bilgisi insanları suç işlemeyecek bir durumda yaratabilirdi.
Tanrı, sonsuz bilgisi ile, insanların kıl gibi köprüden geçemeyeceğe iyi bilir. Yok, Tanrının düşüncesi doğrudan doğruya insanları cehenneme atmaksa köprünün gereği nedir.
KAYGUSUZ. «yiğit isen geç a Tanrı» derken, daha köklü bir düşünceyi dile getiriyordu: ey Tanrı, kıl gibi köprüden geçilebilirse, gel geç de görelim seni. Burada, insanın Tanrı karşısında derin bir direnişi seziliyor. Bu düşüneceyi batıda çok sonraki yüzyıllarda bulabiliyoruz.
Ozan Kaygusuz’u Tanrının karşısına çıkaran temel neden, dinin koyduğu çekilmez baskıdır. Din adına birtakım içinden çıkılmaz eylemlerin varlığını, insanın ergeç bunlarla karşılaşacağını ortaya atan donmuş kafalar, biraz düşünme gücü olanı böyle bir direnişe itiyor.
KAYGUSUZ, belli bir yerde Tanrıya «hayır» diyor, bu köklü direniş, baş kaldırış gücünü kendinde buluyor.
Bu düşüncenin özünde, insanın kimliği, kişiliği saklıdır.
İnsan bir yerde ayağa kalkap «olmaz» deyecek bilincin taşıyıcısı olduğunu gösteriyor.
Buna benzer bir direnişi YUNUS EMRE adına söylenen, Molla Kasım adlı birinin olduğu da ileri sürülen şu ikilikte görüyoruz:

Sırat kıldan incedür kılıçtan keskincedür
Varub anım üs tine saray kurasum gelür

Bu görüş, KAYGUSUZ ile eş ortamda bulunan bir bilincin ürünüdür düpedüz.
Kaynak: İsmet Zeki EYÜBOĞLU, Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar, 1968, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar