TANRI KARŞISINDA İNSANIN DİRENİŞİ
Türk şiir dilinin kurucusu, Anadolu Türkçesinin
ilk şiirlerini yazan bir ozan olarak bildiğimiz Yunus Emre, dilinin
yumuşaklığı, duygularının arı-duruluğu içinde kendini gösteren, kendi
varlığının bilincine varan ilk aydınımızdır.
Yunus Emre, şiirinin bütünü ile dinine,
geleneklerine, inançlarına bağlı bir ozandır, Tanrı karşısında silinmiş, kendi
Özünden uzaklaşmış, tasavvufçuların deyimi ile Tanrıda yok olmuş bir ozan
değildir. Tanrıya, inanmış bir kimse olarak, soru sormasını bilen, soracağı
sorularm ölçüsünü kavrayan bir ozandır Yunus Emre.
Yunus Emre bu şiirinde Tanrıya şu
sorulan soruyor :
(Ey Tanrım, ben kendime acı çektirdim,
tatlı canımı sıkıntılara soktum, bunlardan sonra, neden bana bir de sen ceza
vereceksin, beni acılara atacaksın?
Sen, bana iyi adam olamadın, benim
karşıma suçlardan sayrılmış, pırıl pırıl bir kimse olarak gelmedin, diye beni
suçlarsın. Oysa beni suçlu yaratan, alınyazımı daha önceden belirleyen, beni
sana karşı koyucu bir nitelikle var eden gene sen değil misin, sen yarattığın
insanın sence suçlu olması nedendir?
Benim yaptığım işler içinde
utanılacaklar varsa, beni onları yapacak nitelikte yaratan gene sen değil
misin?
Gözümü kapkaranlık, içinde
şeytanlıklar, uygunsuzluklar, kötülüklerle dolu dünyaya açtığımda,.. kendime
günahtan biçilmiş kaftan olarak buldum, bunları da yaratan sensin de beni niçin
suçlu tutuyorsun kendi yarattığın eylemlerden dolayı?
Sen, kıyamet günü bütün kötülükleri
ortaya koyup tartacaksın, onlara göre suçlar vereceksin. Kötülükleri ortaya
koymak senin büyüklüğüne yakışmaz, bunları bırakman gerekir.
Ben, senin varlıklarından ne aldım,
neni eksilttim, egemenliğini mi elinden aldım, sözünü mü geçtim sözümle?
Seni aç mı, susuz mu bıraktım ? Kıldan
ince köprü yapar da dersin ki: ey kullarım gelin geçin. Oysa kıl gibi
köprüden insan geçemez. Uçması, yada düşmesi gerekir. Sonra köprü
başkalarının kötülüğü için değil, iyiliği için yapılır. Senin köprün iyi bir
köprü olmasa gerek.
Bir de kötülükleri
tartmak için ölçeğin varmış. Bunu ancak bakkallar, bir de alış-verişle
uğraşanlar yapar, sana yaraşmaz bunlar.
Senin büyüklüğüne bütün suçları
bağışlamak, görmemek yaraşır.
Ben, Bu yaptıklarının bir tekini bile
senin bir Tanrı olarak yüceliğine yakıştıramıyorum, doğrusu.
Yunus Emre’nin sözleri, düşündükleri,
soruları bu ölçüler içinde sürüp gidiyor. Bunu, birtakım yarı aşırı softalığa
karşı yapılmış, ileri atılmış bir düşüncedir diyenler olacaktır. Oysa burada
sıralananların çoğu Kur’anda geçer, ileri sürülen görüşlerdir. Softalık bunları
aşırı ölçüde ileri götürmüş, çekilmez duruma düşürmüştür. Yoksa Kur’anda
olmayan düşünceler ileri sürülmüş değildir. Kur’anda ne varsa softa onu
söylemiş, aşırılığa götürmüştür.
Kıyamet günü, sırat, günahların
hesabını vermek, cennet, cehennem gibi nesneler Kur’an’ın birçok yerlerinde
geçmektedir.
Yunus buradaki tutumu, davranışı
iyiden iyiye Tanrıya karşıdır, Tanrıda görülen, Tanrıya yakışmaz tutumların
ortaya konuşudur.
'Yunus Emre’nin şiirinde dile gelen
ana-düşünce, bütün eylemleri Tanrı eliyle yaratılmış bir insanın sorumlu
tutulamayacağıdır. İnsan, ancak bağımsız davranışlarından, özgür eylemlerinden
dolayı sorumlu tutulabilir. Bütün devinmeleri daha önceden, yaratıcı yüce bir
güç eliyle belirlenmiş, sınır lanmış olan bir insan için suç sözünün
kullanılması da yersizdir, anlamsızdır.
İnsanı Tanrı yaratmış, ona bütün
yetenekleri vermiş, sonra özgürlüğünü elinden almış. Bunun arkasından da insani
eylemlerinden sorumlu tutmuş. Burada görülen «insanın suçluluğu» düşüncesi,
anlayışlı bir kimseyi eni konu düşünmeye, suçun, sorumluluğun kaynaklarını
araştırmaya değin itecektir.
Düşünen bir baş için gözü kapalı
yaşamak, sırtına yükletilenin yükün ne olduğunu sormadan taşıyıcısı olmak gibi
insana yakışmayan bir durum benimsenemez. İnsan, soru soran, soru sormayı
bilen, isteyen bir varlıktır.
Soru sorma, insanın kişiliği ile,
kimliği ile sıkı bir bağlantı içindedir. İnsan sorduğu sürece vardır, kendi
varlık bilincinin aydınlığında davranışlarını ölçecek durumdadır. Soru hakkı
elinden alınmış bir insan için yaşamak başkalarının bindiği arabayı çekmekten
daha küçültücüdür. Yunus Emre’de bu soru, sorma bilincinin varlığını buluyoruz.
O, Tanrıyı kendi içinde aradığı gibi, karşısına alıp sorguya çekmenin tadına
da varıyor. Tanrıya soru sormak onunla eş-varlık ortamında bulunmak demektir.
Soru, Tanrı ile insan arasındaki korkutucu uçurumu
ortadan kaldırır. Tanrı ile insanın birbirine yaklaşmasını, kaynaşmasını
sağlar. Böyle bir kaynaşma ortamında Tanrı, dinlerin bildirdiği korkunç
kılıktan sıyrılır, gerçekten sevilmesi gereken yüce bir varlık niteliği
kazanır.
İnsan, Tanrıyı, kendi başını sıkıntıya
sokmak, bağımsızlığını Ortadan kaldırmak için yaratmamıştır. Yunus Emrenin dilinde Tanrı, insanı derinliğinde ışıyan
yaratıcı bir güçtür. Sevilmesi gereken bir yaşama-erkidir.
Tanrının taşıdığı korkutucu nitelikler
daha çok insan soyunun, düşünce bakımından karanlık olduğu çağların
ürünleridir.
Yunus Emre, bu şiirinde, Tanrı ile
konuşan, ona yakınlaştıramadığı niteliklerden sıyrılması gerektiğini açıklamaya
çalışan bir tutumu ortaya koymaktadır.
Tanrı karşısında insanın «ben de varım» demesi bir Tanrı-tanımazlık
değildir. Gerçek tanrıtanımazlık bütün kötülüklerin Tanrıdan
geldiğini söylemek, insanı Tanrının sımsıkı bağlara vurduğunu, asıp keseceğini,
bütün eylemlerine karıştığını ileri sürmektir. Yunus Emre, bu
ikiliği, bu köklü ayrılığı bir çırpıda ortadan kaldırıyor. Tanrı karşısında
kendi kişiliğini ortaya koymasını biliyor.
Canlar canını buldum bu
canım yağma oIsun
derken, kendi özünde yaşayan gerçeği
dile getirmektedir. Yunus. Tanrı, insanın düşünce gücü karşısında bir soru
yağmuruna tutulunca, ister istemez eylemlerinin sınırlarını ortaya koyar.
Yunus, şiirinde bu anlayış açısından kalkarak Tanrıyı sorguya çekiyor.
'Sen ezelde beni âsi yazasın
Toldurasın âleme âvâzesin
Toldurasın âleme âvâzesin
derken, insanın kendisine elinde
olmadan yükletildiği ileri sürülen eylemlerden dolayı suçlu olamayacağını,
suçun alınyazısında olduğunu ileri sürüyor. İnsan, ona göre suçlu değildir. Suç, bağımsız düşüncenin sonucudur. Bağımsız olmayan insan için suç düşünülemez, işte Yunus
Emre’nin sorusu bu güçlü geriyor. Yunus Emre’ye gelinceye değin, Türk şiirinde
böyle ağır basan bir soru ile, Tanrı karşısına çıkan olmamıştır.
Rizkunu yiyup seni aç mı kodum
Ya yiyup öynüni muhtaç mı kodum
Burada, insana yapılan kötülüklerden,
yersiz suçlamalardan dolayı Tanrıya yöneltilmiş Özlü bir soru, sorunun
arkasında yürek sıcaklığı taşıyan bir kınama vardır. İnsan bunun bilincine
varmadan gerçeğini kavrayamıyor. Yunusun ortaya attığı soru bir bakıma, Tanrıya
yükletilen eylemlerden dolayı onu suçlamadır açıkça.
Geçmedi mi intikamun öldürüp
Çürütüp gözüme toprak doldurub
Burada, dinin kötüler elinde nereye
değin götürüldüğünü, Tanrıya ne gibi kötü eylemlerin yükletildiği dile getiren
anlamın yanında, bir de Tanrıdan yaptığı işlerin nedenli yakışıksız olduğunu
sorma vardır. Yarattığın bir insanı kendi suçu olmadan öldür, dön gözüne
toprak doldur, canına oku, ölüsünü de yattığı yerde bırakma. Çürüt, yak, acılara boğ, süründür. Bütün bunlar bilinçsiz bir hıncın, azgın bir
öfkenin belirtisidir. Bir Taun için bunlar yücelik değil açıkça küçüklüktür. Tanrı öç almaz, öç almak güçsüz kimselerin işidir. Bütün varlıklara, olaylara, eylemlere,
davranışlara, düşüncelere egemen olan yüce bir Tanrının bunları yapması insanın
kolay kolay benimseyeceği nesne değildir. Tanrı bunları yaparsa bizim de ona
sormamız, kaynaklarında yatan ilkeleri, nedenleri-suçların,
suçlamaların-araştırmamız gereklidir.
Hakk cihâna doludur kimsene Hakk’ı
bilmez
Anı sen senden iste o senden ayru
olmaz
diyerek, Tanrının evrende, insanın
özünde olduğunu ileri sürmekten kendini alamaz. Bu düşüncelerini kökünde, eski
dinlerin İnsan-Tanrı anlayışı saklıdır.
Tanrı, gerçek bir varlık
olarak insanın dışında değildir. Arada gösterilen uçurum uydurmadır.
Yunus Emre’de Tanrıya dönüş, insana
varışla başlar. İnsanın kendini bulunca Tanrıyı da bulmuş oluyor. İnsan,
Tanrıda yok olmuş bir varlık değildir.
Tanrı, kendi gerçeğini insanda
bulmuştur düpedüz. Yunus Emre’nin çağdaşı olan Mevlânâ’da ise durum başkadır.
Mevlânâ, bütün varlık düzenini Tanrıda bulur. İnsanın dışına çıkar. İnsan
ruhunu ayrı düştüğü yurduna kavuşmanın tükenmez özlemi içinde görür, duyar.
Mesnevi'nin ilk düzenleri bu özlemi içi bir deyişle dile getirir.
Kez neyistan ta merâ bebrîde end
Ez nefirem merd-ü zen nalide end
“beni kamışlıktan (şerhçilere göre ruhu gerçek yurdundan, Tanrı ülkesinden)
ayırdılar, bu yüzden iniltimden kadın-erkek ağlayıp durmaktadır.”
Açıklamalarla Mesnevi’yi anlatmaya
çalışanlar, burada «ney» sözünden «insan ruhu »mı, «kamışlık» tan da «ruh
ülkesini» anladıklarını söylerler,
Mevlânânın bu görüşü yeni değildir,
özünde Yeni eflatuncu düşünce vardır.
Ortaçağ insanın inancı
kendini kimlikten, kişilikten yoksun kılan bir ortamda doğmuş, gelişmiştir. Bir
ozanın, bir düşünürün Tanrı karşısında kendi varlığını ileri sürmesi, «ben
de varım» demesi, çokluk bağışlanmaz bir suç sayılmıştır.
Yaşadığı toplumun, yetiştiği ortamın
çok ilerisinde bir görüşü olan Hallacı Mansur’un öldürülmesi, çağını aşmasından
dolayıdır. Mansur’un düşüncesine göre insanla Tanrı eş-varlık ortamda bulunur,
arada önemli sayılacak bir ayrılık yoktur, İnsan Tanrı ile, Tanrı insan ile
birdir, yanyana, içıçedir.
Uktalunî uktalunî
An fi katili hayâtü
Ve hayâtü fi memâtü
Ve memâtü fi hayâtü
(Beni öldürün, beni
öldürün, yaşadığım ölümümdedir. Benim yaşayışımda ölüm, ölümümde yaşama vardır), demesi inancının
aradaki bütün ayrılıkları kaldırması yüzündendir. Mansur Doğu düşüncesinin
belli bir yerde fışkırması, yaşadığı çağı aşmasıdır.
Doğu düşüncesinde dile getirilen
«dost» sözü insanla Tanrı arasındaki birliğin, yakınlığın en açık belirtisidir.
İnsan, Tanrı ile birleşince, kendi yer-kaplayıcı varlığı içinde Tanrıyı bulunca
ereğine ulaşmış sayılır.
Tanrı ile insanı
birleştiren en güçlü eylem «sevgi»dir. Sevgi insanı «dost» ile eş ortama eşit yaşama düzeyine
getirir.
Cümle alem terkin urub ben dost terkin
urımazam
Andan ayru buçuk saat ben ansızın durımazam
diyen Yunus, kendi varlığında bulduğu
bölünmez, ayrılmaz özün ne olduğunu, ne güçte bulunduğunu açıkça ortaya
koyuyor.
Dost elinden ölür isem hiç gümansız
gerü gelem
dosta ulaşmakla ölümsüzlüğe kavuşmanın
açık bir anlatımıdır.
Bu cihana gelmedin ma’şuk ile bir idüm
Kulhavallah sıfatın bîr bî-nişan nur
idim
(Bu evrene gelmeden önce sevilenle birdim,
özümüz birdi, «.söyle Tanrı birdir» niteliğini taşıyanla görülmez, anlatılmaz,
bir ışıktım ben)...
Bu sözlerde insanın ister evrene
gelmeden önce, ister evrene geldikten sonra olsun, Tanrı ile birliği, eş-yapıda
olduğu dile getirilmektedir.
Dost, insanın bütün varlığı ile
bağlandığı bir başka varlıktır. İnsan kendini onda, onu kendinde bulmanın
sevinci içindedir. Daha doğrusu, dost insanın yarısıdır, varlığından ayrılmaz
bir yanıdır. Dost, sevgili, cânân, yâr gibi deyimler Türk şiirinde Tanrı ile
birlikte olmanın birer belirtisidir çokluk.
Birtakım edebiyat tarihçilerine göre,
ondördüncü yüzyılda yaşamış bir ozan olan Kaygusuz ABDAL, şöyle diyor.
Yücelerden yüce gördüm
Erbabısın sen koca Tanrı
Alem okur kelâm ile
Sen okursun hece Tanrım
*
Âsi kullar yaratmışsın
Varsun şöyle dursun deyu
Anları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca Tanrı
*
Kıldan köpri yaratmışsın
Gelsün kullar geçsün deyü
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı
Bu şiirde derin bir içlilik vardır. Bu
içliliğin arkasında, insanı özünden vuran bir de direnme var ayrıca. KAYGUSUZ
ABDAL, dinlerin insanlar için varlığını ileri sürdüğü birtakım öbür dünya
suçlamalarım dile getiriyor.
Suçlu kulu kendisi yaratan bir
varlığın, yarattıklarından yeniden hesap sorması, insan anlayşı ile bağdaşacak
bir eylem. değildir, öyle ya Tanrının sonsuz gücü, yetisi, bilgisi insanları
suç işlemeyecek bir durumda yaratabilirdi.
Tanrı, sonsuz bilgisi ile, insanların
kıl gibi köprüden geçemeyeceğe iyi bilir. Yok, Tanrının düşüncesi doğrudan
doğruya insanları cehenneme atmaksa köprünün gereği nedir.
KAYGUSUZ. «yiğit isen geç a Tanrı»
derken, daha köklü bir düşünceyi dile getiriyordu: ey Tanrı, kıl gibi köprüden
geçilebilirse, gel geç de görelim seni. Burada, insanın Tanrı karşısında derin
bir direnişi seziliyor. Bu düşüneceyi batıda çok sonraki yüzyıllarda
bulabiliyoruz.
Ozan Kaygusuz’u Tanrının karşısına
çıkaran temel neden, dinin koyduğu çekilmez baskıdır. Din adına birtakım içinden çıkılmaz eylemlerin varlığını,
insanın ergeç bunlarla karşılaşacağını ortaya atan donmuş kafalar, biraz
düşünme gücü olanı böyle bir direnişe itiyor.
KAYGUSUZ, belli bir yerde Tanrıya
«hayır» diyor, bu köklü direniş, baş kaldırış gücünü kendinde buluyor.
Bu düşüncenin özünde, insanın kimliği,
kişiliği saklıdır.
İnsan bir yerde ayağa kalkap «olmaz»
deyecek bilincin taşıyıcısı olduğunu gösteriyor.
Buna benzer bir direnişi YUNUS EMRE
adına söylenen, Molla Kasım adlı birinin olduğu da ileri sürülen şu ikilikte
görüyoruz:
Sırat kıldan incedür kılıçtan
keskincedür
Varub anım üs tine saray kurasum gelür
Bu görüş, KAYGUSUZ ile eş ortamda
bulunan bir bilincin ürünüdür düpedüz.
Kaynak: İsmet
Zeki EYÜBOĞLU, Türk
Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar,
1968, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar