ÜMİT KIVANÇ’A CEVAP- BİRİKİM DERGİSİNİN YAYINLAMAYI REDDETTİĞİ MAKALENİN ÖYKÜSÜ...RIFAT N.BALİ
Birikim’in yayınlamayı reddettiği makalemin bir risaleye dönüşmesi fikri
arkadaşlarım Ayşe Günaysu ve M. Sabri Koz’a aittir. Bu fikri veren ve farkında
olmadan beni ikna eden bu iki dostuma teşekkür ederim. Ben makalemi başka
dergilerde yayınlama arayışındaydım. Yazıyı okuması için yolladığım Ayşe
Günaysu bana “neden bunu kitap halinde basmıyorsun?” dedi. Ben de kendisine
öyle bir fikrim olmadığını, başka dergilerde yayınlamayı deneyeceğimi
bildirdim. Dostum Lütfü Seymen’in yayınladığı Müteferrika dergisi yayın
kurulunda yer alan M. Sabri Koz da, aynen Ayşe Günaysu gibi, bu makaleyi kısa
bir risale haline dönüştürüp yayınlamamı tavsiye edince arkadaşlarımın
tavsiyesini yerine getirmeye karar verdim. Okurun konuyu iyice anlayabilmesi ve
kendi serbest kanaatini geliştirebilmesi için konuyla ilgili yazılan da bu
risaleye dâhil ettim. Risalenin en sonunda yer alan “Sosyalistler, Antisemitizm
ve Siyonizm” yazım ise 11 Kasım tarihinde sosyalist görüşlü Birgün
gazetesinin “Forum” sayfasına yollandı ancak yayınlanmadı. Gerek Yazıişleri Müdürü
Murat Ören ve gerekse Forum Sayfası Yayın Kurulu yazımın yayınlanıp
yayınlanmayacağı hususundaki suallerime cevap vermemeyi tercih etti.
Osmanbey, Teşvikiye,
Kasım 2004.
Kasım 2004.
Bu risale bir isyanın dile getirilişidir. Öyküsü de şu.
Her şey Radikal İki’nin 4 Temmuz 2004 tarihli nüshasında yer alan
“Irak İşgalinin Mimarları” başlıklı çeviri metnini salt basın ahlâkı ve çeviri
usulü açısından eleştiren bir yazıyı Radikal İki’ye yollamamla başladı.
Bu risalede de yer alan bu yazım 11 Temmuz 2004 tarihli Radikal İki’de
yayınlandı. Ancak beni fevkâlade şaşırtan yazının sonuna iliştirilen “Editörün
Notu” imzalı kısımdı. Müstehzi bir üslûpla yazılan bu notta beni en fazla
rahatsız eden, fahiş bir yanlışa dikkati çeken yazımın hiçbir yerinde ima
yollu dahi herhangi bir itham olmamasına rağmen “Editörün notu”nun Radikal
İki’yı “antisemit” olmakla itham etmişim gibi bir hava yaratmış olmasıydı.
Tartışma yaratmak istemedim ve Radikal İki’ye herhangi bir karşılık
vermedim.
Böylesi bir cevaba lâyık olmamama rağmen eski Radikal köşe yazan,
öykücü, romancı, Birikim dergisi görsel tasarımcısı ve muhtelif
belgesel, kısa ve deneysel filmlerin yönetmeni ve kurgucusu Ümit Kıvanç bu
yazıyı okuyunca, kendi deyimiyle “sabrı taşacak” ve uzun bir şikâyetnameyi
kaleme almaya karar verecekti. Yazımın Kıvanç’ı öfkeye boğduğundan hiç haberim
yoktu. Ta ki zaman zaman araştırma yazılarımla katkıda bulunduğum “aylık
sosyalist kültür dergisi” Birikim editörü Abdullah Onay ile Ağustos ayı
içinde yapacağım bir telefon konuşmasına kadar.
Onay bu konuşma esnasında Ümit Kıvanç’ın Birikim’de yayınlanmak
üzere Radikal İki'de yayınlanan yazımı eleştiren bir makale gönderdiğini
ve okumam için bana ileteceğini söyledi. Birkaç gün geçmesine rağmen yazının
gelmemesi üzerine Abdullah Onay’a telefon ettiğimde Onay, Kıvanç’ın yazıyı
tekrar gözden geçirmek ve yeni şekliyle yollamak üzere geri çektiğini bildirdi.
Nihayet Abdullah Onay, Kıvanç’ın yazısını 18 Eylül 2004 tarihinde elektronik
posta ile yolladı ve müsait bir zamanda bir mekânda buluşup çay içmeyi ve
konuşmayı teklif etti. Birkaç gün sonra kendisiyle Mephisto Kitabevi’nde buluştuğumda
yazıyı okuduğumu söyledim ancak fazla bir yorum yapmadım. Hatırladığım
kadarıyla Abdullah Onay’a yönelttiğim, “Ben Musevi olmasaydım Ümit Kıvanç bu
yazıyı halen yazar mıydı?” sualine Onay’ın cevabı “herhalde hayır” idi.
Kendisine cevap yazıp yazmayacağıma henüz karar vermediğimi, cevaplandırmaya
karar vermem halinde Birikim’in yazıma müdahale etmeyeceğini ve aynen
yayınlayacağını umduğumu da ekledim. Onay bu sözlerime gülümseyerek mealen
“şimdiye kadar yazılarında hiç öyle bir şey oldu mu?” şeklinde karşılık verdi.
Tek çekincesi şuydu. Cevap vermem halinde Ümit Kıvanç cevabımın yazısının
yayınlanacağı Ekim sayısında değil bir sonraki sayıda yer almasını istiyordu.
Nedenini sormadım, fazla ilgilendirmiyordu zira nasıl olsa o kadar kısa zaman
zarfında cevap hazırlamaya vaktim yoktu. Abdullah ile hemfikir olduğumuz diğer
bir konu ise Kıvanç’ın “İsrail Devleti’ni eleştirene hemen antisemit yaftasını
yapıştırma” konusundaki şikâyetinin Türkiye için pek geçerli olmadığıydı.
Türkiye’de manzara tam aksiydi, İsrail’i eleştirmek siyaseten doğru tavırdı.
Abdullah Onay
le bu minvalde 10-15 dakika
konuştuktan sonra başka mevzularda sohbet ettik, sonra da dostane duygularla vedalaşarak
ayrıldık.
|
Ümit Kıvanç’ın “Politik doğruluk hakikate karşı” Başlıklı Yazısı
Ü m it K ıvanç’ın yazısı Birikim 'in “Madalyonun iki yüzü Anti-semitizm ve
siyonizm ” başlığıyla antisem itizm e ayrılmış Ekim sayısında yer aldı[1]
Yazı şöyle başlıyordu:
Rıfat Bali’nin Radikal İki’ye
yazdığı bir yazı,[2]
uzun zamandır muzdarip olduğum bir konuda sabrımı taşırdı. İzninizle, Nazilerin
Yahudilere karşı işlediği suçların insanlık ailesinin fertleri olarak hepimizin
üzerine yüklediği yüklerden artık kurtulmak istediğimi belirtiyorum. Şartlar
bunu gerektiriyor ve zorluyor. Şu anda İsrail devleti korkunç insanlık suçlan
işlemeye müthiş bir küstahlıkla devam edebiliyorsa, bu sadece, bu devletin
ezmeye çalıştığı insanlarınkiyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir askerî güce
ve ABD’nin sağladığı pervasız korumaya sahip oluşu sayesinde değil. “Holocaust
geçirmiş insanların devleti” etiketi, İsrail’e bugüne kadar hiç azımsanmayacak
bir manevî koruma sağladı. Çünkü tam da İsrail devletine karşı dünya çapında
bir seferberliği ete kemiğe büründürebilecek insanlar, anti-semitizme yuvarlanma
kaygısı yüzünden, başka hiçbir konuda görülmemiş bir şekilde, elleri kollan
bağlı kalabiliyor.
Naziler gerçeği bir defa eğip bükmüşler, sonu acı olmuştu. Şimdi Nazi
zulmünün kurbanlan, katillerinin izinden gidiyor. İsrail devleti yüzünden
gerçek yine tersyüz oldu. İbretlik Holocaust öyküsü, bugünün koşullannda,
“İsrail zulmü”nün meşrulaştırıcısı haline geldi.
Bu duruma son vermeliyiz.
Herhalde bu hissiyatımda yalnız değilim ki, dünyamn pek çok yerinde,
solculann, sosyalistlerin ya da daha genel tanımlarla konuşacak olursak,
eşitsizliklere, adaletsizliklere karşı, insan haklannın genişlemesinden yana
olan insanlann böyle bir konuyu ortaya getirdikleri, tartıştıkları görülüyor.
“Yahudi düşmemi olmadan İsrail devleti ile mücadele edilemez mi?”
Tartışılan soru bu. Kastedilen ise şu: “Yahudi düşmanı ilân edilmeden İsrail
ile mücadele edilemez mi?” Zira bu tartışma yoğun bir Yahudi» düşmanlığının
hüküm sürdüğü Müslüman veya Nazi kalıntısı çevrelerde değil, anti-semitlikle
alâkası olmayan demokrat, solcu insanlar arasında yapılıyor. Anti-semit “olma”
veya “ilân edilme”yi sorun sayan, bu insanlar. Çünkü aynı zamanda İsrail’in
icraatı karşısında dehşete düşüyorlar ve itiraza, eleştiriye yeltendikleri anda
karşılarına dikilen “Anti-semitizm Alanı - Geçilmez” levhalarından
muzdaripler.
Kıvanç önemli bir bölümünü alıntıladığım bu uzun girizgâhını “Bu tür bir
zihin temizliği için, önce bir takım manevî baskılardan kurtulmalıyız”
cümlesiyle sona erdirdikten sonra Radikal İki’nin 8 Temmuz 2004 tarihli
nüshasında yer alan “Irak İşgalinin Mimarları” başlıklı çeviri makaleye
karşılık 11 Temmuz 2004 tarihinde Radikal İki’de yayınlanan yazımı
vesile ederek şahsımla ilgili şu görüşleri sıralıyordu:[3]
“Sorunlu” Olan Dedektör mü Acaba ?
Rıfat Bali, Radikal İki’nin 8 Temmuz 2004 tarihli sayısında yer alan
bir yazıya çevirmen tarafından eklendiğini düşündüğü, “Evanjelik”, “Yahudi”,
“karanlık”, “Siyonist” ve “siyah Hıristiyan” gibi arabaşlıklar aracılığıyla
anti-semitizme meydan verildiğini imâ ediyordu.[4]
Arabaşlıkların konduğu çeviri yazıda mevzu, kabaca, İsrail lobisinin ABD yönetimi
üstündeki etkisiydi. Gerçi Rıfat Bali meselenin esasına dair pek laf etmediği,
sadece anti-semitizm dedektörlüğü ile meşgul olduğu için bu olgu hakkında
kendisinin ne düşündüğünü ayrıntılarıyla anlayamadık bu yazıdan. Yine de “esasa
ilişkin” bazı ipuçları vardı ve bunlar, -haydi genellemeyeyim- beni, -haydi
nazik olayım- hayrete düşürecek cinstendi. Meselâ:
“...bu metinden akılda kalan, Amerika’daki aşırı sağ ve Türkiye’deki aşırı
sağ ve İslamcı kesimin yayın organlarında da yoğun bir şekilde rastlanan, şu
saçma genelgeler kanaat idi: ‘Başkan Bush İsrail’i destekleyen Hıristiyan
Siyonistlere veya popüler deyimle Evanjelistlere sempati duyuyor. Onun yakın
çevresinde yer alan üst düzey danışman ve siyasetçilerin çoğu ‘yeni
muhafazakârlar’ olup önemli bir kesimi Yahudi’dir. Asli sadakatleri İsrail
Devleti’nedir. Irak Savaşı ‘yeni muhafazakârların şahin politikaları nedeniyle
başlamıştır. Bundaki esas etken de yeni muhafazakârlar için Saddam Hüseyin’in
devrilmesinin İsrail Devleti’nin güvenliği açısından gerekli olmasıydı’... ”
Kafadan, şunu sorarak başlayayım: bunlar “saçma genelgeçer kanaat” denip
bir tarafa atılabilecek sözler mi? “Asıl sadakat” mevzuu ile en sondaki “esas
etken” kısmı elbette epeyce tartışma götürür, ama geri kalanına “saçma” dendiği
anda, bunu diyene şüpheli gözlerle bakmamız gerekmez mi? Rıfat Bali niçin
böyle yapmış?
Maalesef sadece bunu da yapmamış.
Radikal İki’ye aktarılan yazının kaynağı olan Adbusters dergisinin, bir başka yazı
nedeniyle “anti-semitlikle” suçlandığına işaret ediyor, yani “bunlar zaten
sabıkalı, ona göre” demeye getiriyor Bali; şöyle ifadelerle: “Doğal
olarak bu yazı Amerika ve Kanada’da eleştirilere uğrayacaktı...”, “...haklı
olarak dergiyi ve yayıncıyı anti-semit olmakla eleştireceklerdi”
(vurgulamalar benim -ÜK). Bali, çevirmenin, yazı aktardığı derginin taraf
olduğu bu tartışmadan birkaç satırla söz etmesinin “daha yerinde bir davranış”
olacağını eklemeyi de ihmal etmemiş. Yani bir işaret daha: Bunlar taraf
(“anti-semit”), yazıp çediklerine bu gözle bakın, ona göre muamele edin!
Bu işe bulaşınca haliyle baktım; Bali’ye göre “haklı olarak anti-semitlikle
eleştirilen” yazı, Adbusters’ta “Niçin kimse onların Yahudi olduğunu
söylemek istemiyor?” yollu bir başlıkla çıkmıştı ve yazıda ABD’nin “en
etkili 50 yeni muhafazakâr şahininden 29’unun” Yahudi olduğuna dikkat
çekiliyordu. “Haklı olarak” yani... Çünkü Adbusters yazan, ABD Başkanı
Bush’un bile zaman zaman İsrail’den Filistin meselesinde bazı yumuşama adımları
talep etmesine rağmen Şaron’un Bush’u ve ABD’yi takmaması, buna karşılık bu
kıymetli aile kasabına herhangi bir yapıtının uygulanmamasına takılmıştı.
“Doğal olarak” yani... Yazıda, hem ABD hem İsrail için belirli roller ve politikalar
öngören yeni-tutucu şahinlerin (“Neocon” dedikleri tipler), gerek ABD-İsrail
ilişkilerinin bu durumundan gerekse her iki devletin dünyanın gerikalanına
karşı takındığı tavırdan sorumlu olduğu işleniyordu.
Rıfat Bali’ye göre bunlar “saçma genelgeçer kanaat” midir?
İşin ilginci, aynı yazıda, ABD nüfusunun yüzde 2’sini oluşturan Yahudilerin
siyasî tavır bakımından yekpâre olmadıklan, üstelik çoğunluğunun genellikle
Demokratlara oy verdikleri, pek çoğunun Ariel Şaron’un politikalanna ve Bush’un
Irak savaşına karşı çıktıkları da anlatılıyordu. Adbusters yazan Kaile
Lasn, elbette, şu anda benim de içinde bulunduğum ruh halini paylaştığından,
muhtemelen anti-semitlikle suçlanacağını da arada belirtiyordu.[5]
Yani, basitçe, Adbusters yazannın yaptığının anti-semitlikle falan
alâkası yoktu.
Rıfat Bali’niıı, Radikal İki’ye eleştirisini dile getirirken, elini
güçlendirmek istemesi elbette -onun bu kelimeleri kullandığı anlamda- “doğal”
ve “haklı”. Lâkin bulduğu dayanaklardan ikisinin “Basın Ahlâk
Yasası” ve “Doğan Medya Grubu ilkeleri” olması... ne diyeyim... ilginç. Bu,
Bali’nin eleştirisini kaleme alırkenki yaklaşımı açısından dikkat çekici bir
nokta. Eleştirel-muhalif Adbusters dergisi “anti-semit”, Doğan Grubu da
“ilkeler” sahibi bir yayın kuruluşu... Medya tabiriyle “çarpıcı”; değil mi?
İnsanların psikolojileri hakkında ahkâm kesmeye hakkımız yok, geçeceğiz. Çünkü
maksadımız, bu tehlike savuşturma telâşının, ‘dil uzatanı mahkûm etme’
güdüsünün asla tek kişiye özgü olmayan kısmı. Özetleme faslını da artık
kesebiliriz. Yorucu işimize girişelim.
Bu memlekette evvelâ ortalık temizliği yapmadan söyleyeceğinizi söyleyebilmek
imkânsızdır, bildiğiniz üzre. E, ben de burada İsrail’i pek çok bakımdan Nazi
devletiyle bir tuttuğumu filan söyleyeceğim, antisemit yani bugünkü fiili
anlamıyla ‘Yahudi düşmanı”[6]
falan ilân edilmeyi göze alıyorum; dolayısıyla, hiç değilse kuşbeyinli
ırkçılarla aynı hücreye konmayayım diye, bir yazının en mühim kısmını, esas
mevzua geçiş bölümünü hebâ etmeyi göze alıp, mesafe koymalıyım.
Cevabî Yazımın Reddedilişi
Kıvanç’ın yazısının yayınlamasından sonra bu risalenin dördüncü bölümünde
yer alan makalemi Birikim’e yolladım. Seyahate çıkacağımdan dolayı da
her zaman olduğu gibi sayfalanış halinin fakslamasını rica ettim. Birkaç gün
sonra telefon eden Birikim Sorumlu Müdürü Kerem
Ünüvar yazımı bu haliyle yayınlamayacaklarını bildirdi ve gerekçe olarak şu
itirazları dile getirdi:
a) Makalemin ilk yarısı bir medya eleştirisiydi ve Kıvanç’ın yazısında ortaya
attığı,
Yahudi düşmanı olmadan İsrail devleti ile mücadele edilemez mi?”
Tartışılan soru bu. Kastedilen ise şu: “Yahudi düşmanı ilân edilmeden İsrail
ile mücadele edilemez mi?
sorusuna cevap vermiyordu.
b) Yazımın Kıvanç’a cevap teşkil eden ikinci kısmı ise hakaret içeriyor,
Kıvanç’ı haksız bir şekilde antisemit olmakla itham ediyor, yazıyı yayınlamış
olmaktan ötürü bu itham Birikim dergisini de kapsıyordu.
Bu sebeplerden ötürü Kerem Ünüvar yazıyı değiştirmemi veya yeni bir yazı
yazmamı rica etti. Cevabım son derece billur, katı ve kısa idi: Bu yazının
virgülüne dahi dokunmaya niyetim yoktu. Verebileceğim tek cevabî yazı bu idi.
Yazıyı bu haliyle yayınlamamaları halinde yeni bir yazı yollamayacaktım. Dahası
üniversitelerde “sol kesimde antisemitizm nedir?” dersi verilmesi halinde Ümit
Kıvanç’ın makalesinin örnek metin olarak gösterilebileceğini, dergideki diğer
yazılarla ilgili kanaatimi, tartışma konusu bu olmadığı için, kendime
sakladığımı da sözlerime ekledim. Kerem Ünüvar, Kıvanç’ın yazısının antisemit
bir yazı olduğuna mutabık değildi. Hatırladığım kadarıyla, kendisine Radikal
îki’de yayınlanan ve Kıvanç’ın “sabrını taşıran” yazımın tarafsız
habercilik ve basın etiği ile ilgili olduğunu, halbuki Kıvanç’ın aklı sıra
zeki ve usta bir şekilde tartışmayı başka bir mecraya kaydırdığını sandığını,
benim ise metin tahlili içeren yazımın ilk bölümüyle tartışmayı aslî mecrasına
iade ettiğimi, Kıvanç’ın ortaya attığı sualin muhatabının da ben olmadığımı da
söyledim. Bu ikazıma Kerem Ünüvar, mealen, “ama abi antisemitizm konusunda en
çok sen yazdın. Onun için bu suali senin cevaplandırman bekleniyor” şeklinde
karşılık verdi. Bu konuşmadan sonra Birikim editörü Abdullah Onay veya Birikim
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner ile herhangi bir görüşmem olmadı.
Ne onlar beni aradı, ne de ben onları arama ihtiyacını hissettim. Bu telefon
konuşmasının cereyan ettiği tarihten birkaç gün sonra, 23 Ekim günü, TÜYAP
Kitap Fuarı’nı ziyaretim esnasında İletişim - Birikim Yayınları standında Kerem
Ünüvar’a rastladım ve yazımın akibetini sordum. Cevabı beklediğim gibi
menfîydi. Yazı yayınlanmayacaktı. Kerem Ünüvar gerekçe olarak daha önceki
telefon görüşmemizde dile getirdiği görüşlerini tekrarladı. Ben de kendisine
bu kararın en hafif tabiriyle haksızlık olduğunu söyledim. El sıkışarak
vedalaştım.
Yazım Neden Reddedildi?
Birikim dergisi Kıvanç’ın yazışım yayınlamakta herhangi bir mahzur görmediği halde
cevabî yazımı yayınlamamaya karar verdi. Bu tuhaf davranışa getirebileceğim
muhtemelsek izah Ümit Kıvanç’ın Birikim - İletişim Cemaati’nin bir kıdemli
üyesi olmasıdır. Bu Birikim camiasının nevi şahsına münhasır bir
davranışı olmayıp Türk fikir dünyasının malûl olduğu, yetmişli yılların mirası,
cemaatçi ve dayanışmacı ideolojinin doğal sonucudur. Nitekim Birikim
dergisinin Ekim sayısında yer alan “Antisemitizme sıfır tahammül” başlıklı
bildiri vesilesiyle sosyalist Birgün gazetesi yazarları Mete Çubukçu ve
Rıdvan Akar arasında cereyan eden tartışmada her iki yazar köşe yazılarında
Ümit Kıvanç’ın yazısına gönderme yapmalarına rağmen ilk kelimeleri adım ve
soyadlınla başlayan bu yazıda şahsıma karşı ileri sürülen çirkin isnatları
görmezlikten gelmeyi tercih etti. Dahası bu kısa süreli tartışmada Rıdvan
Akar’ın Ümit Kıvanç’ı âdeta ikonalaştıran ve bir dokunulmazlık zırhıyla koruma
altına alan “Ümit Kıvanç’ın sosyalistliğini sorgulamak ise benim - ve hiç
kimsenin - haddi olmamalıdır”[7]
satırları dikkate alınırsa Birikim' in yazımı yayınlamayı neden
reddettiğinin ipuçlan görülebilir.
Ümit Kıvanç Ne Demek İstedi?
Bu risale ile Ümit Kıvanç’a verdiğim cevabı yayınlamayan Birikim
dergisinin bu haksız davranışı ve Ümit Kıvanç’ın şahsıma karşı yazıya döktüğü
çirkin isnatlar karşısında hissettiğim ancak duyuramadığım isyanımı dile
getiriyorum. Bu bir isyandır zira Radikal İki Editörü’nün “not”unun da
iliştirildiği yazımdan dolayı “sabrı taşan” Ümit Kıvanç’ın üç ay sabrettikten
sonra yayınladığı makalede yer alan şahsıma yönelik görüşleri sadece ve sadece
Musa dininden bir Türk vatandaşı olmamdan kaynaklanıyor. Bu alenî bir şekilde
ifade edilmiyor elbette ancak son derece açık. Ümit Kıvanç Musa dininden bir
Türk olmam nedeniyle, yazısında müstehzi ve sözüm ona ironik bir ifadeyle
“antisemitizm dedektörü” sıfatıyla andığı şahsımı aynı yazının ilerideki
bölümünde bu kez, gene sözüm ona kurnaz ve zeki bir yazı üslûbuyla, ismimi
yeniden belirtmeden,
Bizzat İsrail Devleti önderleri ve vazifeli-maksatlı anti-semitizm
dedektörleri, “İsrail” in “Yahudi” ile özdeşliğinde hayati bir çıkar
görüyorlar, böyle bir kavramı geliştirip yaygınlaştırabilecek olanlar da
mayınlı arazide dolaşmaya çekiniyorlar.
cümleleriyle bir kez daha anarak aslî sadakatimin Türkiye Cumhuriyeti’ne
değil İsrail Devleti’ne olduğunu ima ve ihsas ediyor.[8] Aynen
bu risalede yer alan Adbusters dergisinin Yeni Muhafazakârlar ile
ilgili yazısında olduğu gibi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gayri Müslim Türk
yurttaşlarının sadakatlerinin sorgulanması yeni bir olgu değildir. Ümit
Kıvanç’ın yazısında tekrarlanan bu olgunun “yeni” olan tarafı sosyalist bir
yazar tarafından gene sosyalist bir dergide dile getirilmesidir.
Ümit Kıvanç’ın zihninde yerleşmiş İsrail ve Amerika nefreti öylesi bir
boyuta ulaşmış ki yazısında dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın bütün
Yahudilere İsrail Devleti’nin politikalarının kolektif sorumluluğunu yükleyen
bir hava sinmiş. Kıvanç’ın mantığıyla bakıldığında Yahudiler İsrail
Devleti’nin icraatlarının kendilerini soyutlayamayıp, kolektif bir
sorumluluktan kaçamayacaklarına göre Filistinli gençlerin İsrailli sivillere,
El Kaide’nin cihat ideolojisine inanan teröristlerin sinagoglarda ibadet eden
İstanbullu Yahudilere yönelik intihar saldırıları bir yerde “anlaşılabilir” ve
“mantıklı” bir davranıştır. Böylesi bir mantıkla yola devam edildiğinde İsrail
vatandaşı olmayan herhangi bir Yahudi’nin, haklı dahi olsa, “İsrail yanlısı”
görülebilecek en ufak bir beyanı, eleştirisi veya yazısı onu, Ümit Kıvanç’ın
şahsım için kullandığı müseccel deyimiyle, “İsrail Devleti’nin antisemitizm
dedektörü” konumuna sokacağı aşikârdır.
Sosyalistler ve Antisemitizm
Türkiye’de ellili yıllardan beri İslâmcı ve aşırı milliyetçi kesimde mevcut
olan, kendini son derece rahat ve serbest bir şekilde dile getiren, hem
Devlet’in hem de toplumun değişik kesimleri tarafından inkâr edilen,
olağanlaştırılan ve sıradanlaştırılan antisemitizmin ne olduğu konusunda sol
ve demokrat cenahın entelektüelleri en ufak bir bilgi birikimine sahip
değiller, dahası herhangi bir okuma da yapmış değiller. Bu konuda devrimci sol
gelenekten gelen Doç. Dr. Taner Akçam’ın şu satırlarım okumakta yarar var:
(Taner Akçam, “Antisemitizm”, Agos, 1 Ekim 2004.)
Belki yanılıyorum ama, eğer özellikle sol kesimde, seküler temelli Yahudi
düşmanlığından söz etmek gerekirse, bana bunun temelinde CAHİLLİK yatıyor gibi
geliyor. Kelimenin gerçek anlamıyla CAHİLLİK ve konunun ne olduğundan habersiz
olmak. (...) Galiba Türkiye’de Yahudi düşmanlığına karşı çıkabilmek için,
öncelikle aydın ve demokrat olduğunu iddia eden kesimler arasında bunun ne
olduğu konusunda ciddi bir “Eğitim Çalışması” yapmak gerekiyor. “Eğitim
Çalışması” kelimesini kasıtlı kullandım. Eskiden, eksikliğini hissettiğimiz bir
konuyu öğrenmek amacıyla, “Eğitim Çalışması” programımıza alırdık. Keşke şimdi
de böyle birşeyler olsa ve dünyada ve Türkiye’de antisemitizm konusunda eğitsek
kendimizi...
Sosyalistler ve demokratlar için, aynen entelektüel kesimin geneline hâkim
genelgeçer kanaat gibi, antisemitizm “Yahudilere has bir mesele”. Böyle olduğu
için de sadece Yahudilerin ilgilenmesi gereken bir mesele. Hem solcu, hem
İslâmcı bakışın ezici çoğunluğu için antisemit olmakla itham edilen yazarlar
masumdur zira antisemit değil antisiyonist, İsrail karşıtıdır. Bu yazarları
antisemit olarak itham etmek haksızlıktır. Zaten Yahudiler ve İsrailliler
herkesi “antisemit” olarak yaftalayarak kimseyi konuşturmazlar. İster sol,
ister sağ, ister İslâmcı, ister devrimci olsun, toplumun değişik ideolojik
kesimlerine ait entelektüel elitlerin meseleye yaklaşımı bu bakışla malûldür.
Nitekim şair, yazar ve siyasetçi Roni Margulies Birikim’in Ekim
sayısındaki yazısında bu durumu şu satırlarla tespit etmekte:[9]
Yahudilerin dünyayı ele geçirmeye çalıştıkları, Yahudi/mason/finans
komploları, Yahudilerin Amerika’yı yönettikleri, bütün Yahudilerin zengin
olduğu ve/veya paradan iyi anladıkları - bütün bunlar elbet Batı’da mevcut olan
düşünceler, ama Batı’da ırkçılar tarafından, ırkçı olduğunun bilincinde olan
ırkçılar tarafından savunulan düşünceler. Burada ise, bu düşünceleri dile
getirenler de, dinleyenler de ırkçılık yapıldığını düşünmüyor bile çok zaman.
Örneğin, Radikal gazetesi Amerikan yönetimindeki bazı sivri isimlerin
Amerika egemen sınıfı ile ilişkilerini, bu bağlamdaki konumlarını değil de,
sadece Ya-
hudi olmalarını vurgulayan bir yazı yayımladığı zaman, ne yaptığının
farkında bile olmuyor, ırkçılık konusu aklına bile gelmiyor. O kadar ki,
Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yorulmaz arşivcisi, her sosyalistin göz bebeği
olması gereken Rıfat Bali bir cevap yazısı yazdığında, yazının altına
düşüncesiz, terbiyesiz, ve hâlâ anlayamayan bir ‘Editörün Notu’ ekleniyor.
Ümit Kıvanç’ın Sorusunun Muhatabı Kim?
Ümit Kıvanç’ın ortaya attığı,
Yahudi düşmanı olmadan İsrail devleti ile mücadele edilemez mi?”
Tartışılan soru bu. Kastedilen ise şu: “Yahudi düşmanı ilân edilmeden İsrail
ile mücadele edilemez mi?
sorusunun muhatabı ben değilim zira Radikal 7/ji’de yayınlanan yazım
tarafsız habercilik ve basın ahlâkı konusuyla sınırlıydı. Ümit Kıvanç ve Birikim
dergisi bu suale cevap arıyorlar ise şayet yüzlerini bana döneceklerine
internetteki arama motorlarının birine “left antisemitism” (sol antisemitizm)
anahtar kelimelerini yazmaları yeterliydi. Karşılarına dökülecek web sayfası
linklerinden aradıkları cevabı bulacaklardı. Ben bunlardan bir tanesinin bir
kısmını tercüme etmekle yetineceğim. Sol antisemitizm konusunda Frontpage
dergisi tarafından düzenlenen bir tartışmada katılımcılara yöneltilen “İsrail’i
eleştirmenin ne zaman antisemitik olduğunu nasıl anlayabiliriz?” sorusuna
katılımcılarından City Journal editörü ve Manhattan Enstitüsü üyesi Sol
Stern ile Fairleigh Dickinson Üniversitesi antropoloji profesörü David
Rosen’in cevapları şöyle:[10]
Sol Stern: İsrail hükümetinin somut herhangi bir politikasını eleştirmek sadece
antisemitik olmadığı gibi bazen de gereklidir. Son tahlilde demokrat olanlar
bizleriz. Açık bir tartışmanın kendi başına iyi olduğuna ve İsrail’deki
demokrat dostlarımızın daha etkili politikalar benimsemelerine yol açacağına
inanıyoruz. Diğer yandan bir milli [yurt] tasan[sı] olarak İsrail’e saldırmak,
İsrail’i günah çıkarmak için kurulmuş bir devlet olarak tarif etmek, aynı dış
tehdide maruz diğer devletlere kıyasla İsrail’i daha yüksek standartlara tâbi
kılmak muhtemelen antisemitik olarak değerlendirilmelidir. Herhangi bir
Amerikan hükümetini meşru ve gerekli bir şekilde eleştirmek ile Amerikan
karşıtlığı arasındaki farkı bilmekten çok da farklı bir şey değil. Bir nebze
akli selim sahibi herhangi birisi meşru eleştiri ile bütün bir ulusun
şeytanlaştınlması arasındaki farkı söyleyebilir.
David Rosen: Sihirli bir formül yok. Can alıcı konu eleştirinin Yahudilerin kendi hür
iradeleri ile kendi gelecekleri hakkında karar vermelerine (self determination)
ve İsrail’in bağımsız bir devlet olarak varlığına saygı gösterip
göstermediğidir. Bunun ötesinde İsrail’in politikaları, kurallarına göre
oynanan bir oyundur ve eleştirilecek çok şey var.
Antisemitizm üzerine yayın yapmış bir Türk Musevisi olmam bana Kıvanç’ın
sualine cevap verme zorunluluğu gibi bir sorumluluk yüklemez. Ben yetmiş küsur
milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nde tek başına Yahudi’yi, Türk Yahudi
Cemaati’ni, İsrail Devleti’ni simgelemiyorum, temsil etmiyorum. “Antisemitizm”,
“komplo teorileri” veya “Türkiye Yahudileri” tekelimde olan araştırma konuları
değil. Başkaları bu konulara ilgi duymuyorsa müsebbibi ben değilim. Batı
dillerine aşina, araştırma azmi ve disiplinine haiz ve de en önemlisi vicdanı
hür, fikri hür herkes bu alanda, yayınlarımın da fevkinde, yayın yapabilir.
Yeter ki siyaseten doğruluk adına zihinsel dünyasını bazı çizgilerle
sınırlandırmasın. Zaman zaman duyduğum “azınlıklarla ilgili araştırma yapmak
için cemaatten biri olmak lâzım zira ancak öyle biri azınlık haleti ruhiyesini
daha iyi anlar” türünden klişe beyanlar ise bu konuda çalışmaya pek de hevesli
olmayanların ürettikleri bir mazeretten başka bir şey değildir.
Ben Kimim?
Benim Türk Musevisi olmam şahsıma herhangi bir olumlu veya olumsuz özellik
atfetmediği gibi birçok kimliğimden sadece biri olan bu kimliğim
düşüncelerimi, yazılarımı ve davranışlarımı etkilemez. Ancak bu yazdıklarım
hiçbir şey ifade etmiyor zira sol, demokrat ve liberal cenahtaki aydınlar
dahil entelektüel elitlerin ezici çoğunluğu her şeyi “cemaat” ve “etnisite”
temelinde değerlendiriyor zira kendileri de muhtelif ideolojik, siyasi, etnik,
dinsel veya kültürel cemaatlerin üyeleri, müritleri veya taraftarları.
Dolayısıyla zihinsel dünyaları “cemaat” ve “taraftar” temelinde kemikleşen bu
seçkinler beni sadece ve sadece Türk Yahudi Cemaati’nin bir ferdi, bir Musevi
olarak görüyor, Musevi olmamdan ötürü “yanlı” olduğuma, tarafımın da, sevgi
bağım olduğunu hiçbir zaman inkâr etmeyeceğim, İsrail Devleti’nin yanı
olduğuna inanıyor ve beni sorgulama hakkına sahip olduklarını sanıyorlar.
Halbuki ben İsrail kadar kültürüne ve diline fevkâlade aşina olduğum Fransa ve
Amerika’ya karşı da sevgi bağım var. Bu benim özel hallerimdir, kalem tutan
elimi titretmez, vicdanımı etkilemez. Vatandaşı olduğum Türkiye Cumhuriyeti’ne
olan bağımı, sevgimi ve sadakatimi etkilemez. Ancak entelektüel elitlerin bu
ruh halini anlayabileceklerini hiç sanmıyorum. Sağcı ve İslâmcı kesimin bu
malûm bakışma alışığım ancak sosyalist veya demokrat cenahtakilerin de böylesi
bir bakışa sahip olduklarının farkına varmak hiç de hoş bir tecrübe değil.
Ağzımda acı ve kekremsi bir tad bırakan bir tecrübe. Sol çevreye ait az sayıda
arkadaşım kendi cenahlarındaki bu tavır hakkında beni defalarca ikaz
etmişlerdi. Abarttıklarını sanıyordum, yanılmışım.
Ben ne Ümit Kıvanç’ın, ne de adımı anmadan üstü kapalı bir şekilde
“Yahudiler, İsrail hakkındaki fikirleri sorulduğunda gerginleşiyor,
ketumlaşıyorlar. Ya da kimileri ‘Ben dış politikadan anlamam, branşım değil’
diyor” satırlarıyla[11]
İsrail Devleti’nin politikaları için görüş beyan etmekten kaçındığımı
belirterek beni eleştiren İslâmcı Gerçek Hayat dergisinin suallerine
cevap verme sorumluluğunu omuzlarımda taşımıyorum.[12] Musa
dininden bir Türk vatandaşı olmamdan ötürü diğer Türk vatandaşlarına kıyasla
bu tür konularda ne daha fazla bir sorumluluk, ne de cevap verme mecburiyeti
hissediyorum. Bunun iyice anlaşılması gerekiyor. Anlaşılacağı hususunda
herhangi bir ümit beslemememe rağmen belirtmeden de edemiyorum. Dahası benim
uzmanlık alanım İsrail-Filistin ihtilâfı değil. Dolayısıyla derinlemesine
bilgi sahibi olmadığım konularda uluorta laf söylemem. Bu araştırmacı
disiplinimden kaynaklanan ilkesel bir tavır. Ortadoğu konusunda “araştırmacı”
diye medya piyasasında arzı endam eden simalardan beklenen en asgari entelektüel
donanım her iki tarafın yayınlarını takip edebilecek kadar Arapça ve Ibranice
bilmeleri. Halbuki bir, iki nadir istisna hariç, “uzmanlar”dan hiçbiri bu
dilleri bilmiyor. Bu “uzmanlar”ın ve konuya ilişkin fikir yürüten köşe
yazarlarının yaptıkları “İsrail-Filistin ihtilafı” konusunda Türkiye’ye hâkim
olan genel geçer ideolojik yaklaşımın içinde kalmaya özen göstererek bayatlamış
klişeleri tekrarlamaktan başka bir şey değil. Böylesi bir “piyasa”yla haşır
neşir olan kimseler doğal olarak benim de aynı şekilde davranmamı bekliyorlar.
Üstüne üstlük Türk Musevisi olmam onlann gözünde görüşlerime daha bir kıymet
atfeden bir vasıf. Araştırmayı ve araştırmacılığı çok ciddiye alan birisi
olarak derinlemesine fikir sahibi olmadığım konularda laf olsun diye fikir beyan
etmemem ise benden “duruş” veya “tavır” sergilememi bekleyenleri şaşırtıyor.
Bir diğer gerçek Türkiye’de, görüşünüzde yüzde yüz haklı olsanız bile,
“İsrail Filistin ihtilâfı” konusunda nesnel ve tarafsız yazı yazmanın neredeyse
imkânsız olmasıdır.14 Böylesi bir yazı yayınlamanız halinde “İsrail
muhibbi” olarak yaftalanır, entelektüel camiada karizmanız sıfıra iner, medya
piyasasındaki meslekî hayatınız da ciddi bir şekilde sekteye uğrar. Nitekim Milliyet
Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz, Kenize Murad’ın İsrail Bu gerçeği
yansıtır bir medya eleştirisi için bkz. Kürşat Bumin, “Hürriyet: “Şaron yanlısı
bir gazete mi?”, www.medyakronik.com, 3 Nisan 2002.
il'in Filistinlilere yönelik siyasetini sert bir dille eleştiren ve bu
nedenle yayınlandığında Fransa’daki “güçlü siyonist lobi”si tarafından
sindirilmeye uğraşılan, Türkçeye Toprağımızın Kokusu Filistin ve İsrail’in
Sesleri başlığıyla çevrilen kitabı üzerine yazıya döktüğü şu düşünceleri
benim dile getirdiğim gerçeğin teyidi:[13]
Kenize Murad ile Burçin Gerçek’in yaptığı bu ilginç söyleşiyi okurken şunu
düşündüm:
Burada, Türkiye’de, Murad’ın yazdığının tersini anlatan bir kitap
yazılsaydı, yazanın başına neler gelirdi diye...
Şöyle bir kitap: Terör kurbanı İsrail halkının yaşamından kesitler veren,
terörün yarattığı büyük şoku ve dağıtıp parçaladığı insan yaşamlarını anlatan
röportajlar içeren bir kitap...
Hiç kuşkunuz olmasın benzer bir “entelektüel terörizm”e burada da tanık
olurduk. Yazanın ne İsrail ajanlığı kalırdı, ne siyonist uşaklığı... Hatta
bazı gazetelerde yazarı hedef göstermeye varan yayınlar bile yapılırdı, buna
eminim...
Yazar, kitabında İsrail devlet politiklannı ve Şaron’un tutumunu şiddetle
eleştiriyor bile olsaydı, sonuç değişmezdi.
Kenize Murad’ın bence asıl cesareti bu kitabı Fransa gibi bir ülkede yayımlamasından
çok, karşılaştığı olayın adım açıklıkla koymasından geliyor: Entelektüel
terörizm!
Ümit Kıvanç’ın Yazısından Örnekler
Birikim dergisinin Ümit Kıvanç’ın yazışma cevap vermediğimi ileri sürerek yazımı
yayınlamayı reddetmesinin hiçbir haklı temeli yok. Yazımın önemli bir bölümü,
Kıvanç’ın sözüm ona zekice bir şekilde başka bir mecraya saptırdığını sandığı
basın ilkeleri ile ilgili sorunu yeniden mercek altına almakta. Son bölümü ise
Kıvanç’ın yazısından aşağıda alıntıladığım düşüncelerine mizahî üslûpta hazırlanmış
bir cevaptır:
a) İsrail devletini şu anda yönetenler, basitçe kendi hukukunu kendi koyan
bir çetedir. (Bu durumun dinî-ideolojik geri planına -”vaat edilmiş
topraklar”, “seçilmiş ırk” vs.- hiç bulaşmadan, sırf sonuçlara bakarak
konuşuyorum.) “Çete” lafı abartılı görünebilir. Bunu bir aşağılama aracı
olarak kullanmıyorum. Hukuki düzlemde ciddi ciddi tartışılabileceğini
düşünüyorum, bir devlet için hangi durumlarda bu kavramın kullanılabileceğinin.[14]
b) Şimdi, bir başka kritik konuya geçiyoruz. Bir defa, bugünkü niteliği ve
uygulamalarıyla İsrail devleti aleyhinde konuşmak, eylem yapmak, hattâ eğer
mümkünse, bu devletin birtakım girişimlerine fiilen engel olabilmek, bırakın
anti-semitizmi falan, bir vicdan borcudur. “Yahudi”nin, dün -yüzyıllarca-
ayranı kabaran Avrupalı yoksullar tarafından kırımdan geçirilen bir esrarengiz
düşman imgesini ifade etmekten çıkmasını, bugün, ırkçı-soykırımcı bir
çete-devletin suç ortağı olarak görülmekten kurtulmasını ve insanlık ailesinin
herkes gibi bir mensubu olmasını isteyen herkes, bu haliyle İsrail
devletinin ortadan kalkması için çalışmalıdır. Çünkü ırkçı-soykırımcı İsrail
devleti, Yahudi kimliğini de esir almıştır. Her Yahudi, ilk iş bu
devletle ilişkisini tarif etmek zorunda kalıyor. Bu koşullarda bu kaçınılmaz.
Düşünün ki 1942 yılındayız, az önce diyelim Treblinka toplama kampında olan
bitene dair bir haber izlemişiz ve karşımıza, “Merhaba, ben Alman’ım,” diyen
biri çıkıyor.
Asıl kritik fasıl da burada başlıyor. Zira “Alman” denince akıllara derhal
“Nazi”nin geldiği, Almanlarla ilgili hoşumuza gitmeyen en küçük olayda bunu
ortaya sürdüğümüz bir dünyada elbette şu soru, hemekadar rahatsız edici olsa
da, hiç fuzuli sayılmaz: ‘Yahudi”, İsrail devleti ile özdeş midir? Ya da en
azından onun “doğal” suç ortağı mıdır?
Ya da şöyle soralım: Toplama kamplarının, gaz odalarının sorumlusu “Alman”
mıdır? Dört milyon Vietnamh’nın katledilmesinden “Amerikalı” mı sorumludur?
Ben, bizim memleket için üstüne daha kolay konuşulabilir bir soruya
dönüştürmek istiyorum bunu: “Düşük yoğunluklu savaş” döneminde, Demirel’in,
Tansu Çiller’in, Genelkurmay’ın, medyanın her dediğine inanan, ‘Yahu bu kadar
genç niçin dağlara çıktı da can veriyor?” diye düşünmeyen, düşündüğünde de
savuşturan, Kürtlerin Kürtçe konuşmak istemesini pek acayip bir talep gibi
gören ve bu kıymetli fikrinden bir an bile şüphe etmeyen, ettiğinde savuşturan,
“12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi” denen fenomenin bu ülkenin yakın
tarihinde nelere yolaçtığından habersiz, darbe sonrası yıllarda, kaç bin kişinin
o sırada işkencede inlediğini, hapiste çürüdüğünü bir an bile düşünmeden
yaşamış, büyümüş, yetişkin olmuş, yaşlanmış ezcümle ahali, Susurluk çetesinin
suç ortağı mıdır?
Ne cevap veriyorsunuz? Herhalde şöyle: Bir bakıma evet, bir bakıma hayır.
Evetse niye? Çünkü burada sözü geçen suçlan bu insanlar bilfiil
işlemediler, ama bu suçlan işleyenleri seçtiler, onlann kendilerini
yönetmesine razı oldular, onlara itiraz etmediler. Bugün Türkiye’de kimse
çıkıp, “Evet kardeşim, savaş yapıldı, otuz bin kişi öldü, valla benim bir
günahım yok” diyemez. Vebal hepimizin üstündedir.
O halde, İsrail devletinin işlediği suçlardan ötürü “Yahudi” suçlu mudur,
diye sorarsak, bu ille de Yahudi düşmanı olduğumuz anlamına gelmez.
Ve bu soruya olsa olsa, yukandakine benzer bir cevap veririz.
c) Evet, “İsrail lobisi” veya yönetimdeki yeni-tutucu şahinler ekibi denen
şeyler sadece Yahudilerden oluşmuyor, üstelik, demin de konu ettik, hem
İsrail’in şu andaki yapısına hem de ABD’nin İsrail’in arkasında koşulsuz
durmasına itiraz eden pek çok Yahudi var. Ama, azımsanmayacak sayıda güçlü, nüfuzlu,
zengin Yahudi, İsrail devletinin silah gücünün artırılması, bu çete-devlete
dünya çapında bir tür dokunulmazlık sağlanması için Amerikan yönetimlerinin
-Kongre’nin, Senato’nun...- ensesinde boza pişiriyor, bazılan da fiilen
Amerikan yönetiminin politikalannı etkileyebiliyor, şekillendirebiliyor
(yukanda sözü geçen Adbusters yazısını hatırlayın).
d) Sonuç olarak, gelirlerinden İsrail ordusuna pay veren Coca- Cola’yı
afiyetle içmekteyiz hepimiz.
a)
Her şeye rağmen, 1980
sonrası vahşi kapitalizmin iyiden iyiye insan-dışılaştırdığı bu dünyada, Allah
bilir, Yahudi düşmanlığının canlanması gibi bir belâ da başımıza gelir; ancak
böyle bir durumda, arabaşlıklar konusunda pek hassas olan Rıfat Bali gibi
insanlar da göreceklerdir ki, “bu satırların yazarı” ve onun gibi, şu haliyle
İsrail devletinden nefret eden bazı uslanmazlar, itiraz ve direniş saflarında
en önde yerlerini yer alacaklardır. (Bana yemekler yapıp yıllar sonra Victor
Jara dinleten arkadaşımı onların eline mi terk edeceğim yani?)
e) ‘Ariel Şaron günümüzün Hitleri’dir’ veya ‘İsrail lobisi ABD’ye yön veren
güçlerden biridir’ dediğimde anti-semit addedileceksem, bunlar beni bozmaz.
İsrail devletinin, tarihin gördüğü en garip ve en hazin ikilemlerden birini ete
kemiğe büründürmesinden, korkunç bir soykırımın kurbanı olmuş insanların kurduğu
devletin, Nazilerin izinden giden, etnik temizlikçi, soykırımcı bir
çete-devleti olarak şekillenişinden, aynı halkın başka devletler üzerinde nüfuz
sahibi mensuplarının bütün bu işlere ekonomik-lojistik-askerî-siyasî-diplomatik
destek sağladığından sözedilmesi de kimseyi bozmamalı.
Ümit Kıvanç’ın Yazısının İnandırıcılık Düzeyi
Kıvanç’ın, “Coca Cola” örneğinde olduğu gibi, yalan yanlış bilgi de ihtiva eden
yazısının ciddiye alınabilecek hiç bir yanı yoktur. Kıvanç’ın (c) şıkkında
alıntıladığım satırları “Yahudi’nin Dünya’ya Hâkim Olma Planları”nı anlatan
ünlü düzmece antisemit eser Siyon Önderlerinin Protokollerinin âdeta
birer tekrarı. Klasik bir antisemit komplo teorisi. Bunun için Siyon
Önderlerinin Protokolleri’nin ikinci protokolündeki şu bölümü okumak
yeterli:[15]
Halkın içinden kölece itaat etme kapasitelerini çok sıkı bir şekilde
inceleyerek seçeceğimiz yöneticiler, yönetim sanatı alanında eğitilmemiş kişilerden
oluşacaktır ve bu yüzden kendilerine danışmanlık yapacak olan, bütün dünya
işlerim yönetmek amacıyla çocukluğundan beri özel olarak yetiştirdiğimiz zeki
ve bilgili kişilerin elinde oyunumuzun piyonları haline geleceklerdir.
Kıvanç’ın Yahudi kökenli yeni muhafazakârların Amerika’nın dış
politikasını yönlendirdikleri inancı öylesine derin ki (f) şıkkında
alıntıladığım satırlarında yer alan “İsrail lobisi ABD’ye yön veren güçlerin
biridir” düşüncesinden dolayı antisemit addedilecekse bundan hiç gocunmayacağını
âdeta meydan okurcasına ilan etmektedir. Böylesi bir tavra getirilecek muhtemel
izah Kıvanç’ın aynaya baktığında kendisini bütün tabuları yıkan, söylenemeyeni
söyleyen cengaver bir entelektüel olarak görmekte olduğudur.
Bir diğer muhtemel izah şekli bilgisizliğin verdiği cüret ve cesarettir.
Kıvanç’ın belki farkında olmadığı, yeni muhafazakârların Amerikan dış
politikasını yönettikleri kanaatinin hem Türkiye’de, hem de yurtdışında
faşist, aşırı sağcı ve İslamcı çevreler tarafından paylaşıldığıdır.[16]
Ümit Kıvanç klasik bir antisemit komplo teorisini tekrar dillendireceğine
yeni muhafazakârlar konusunda Selin Çağlayan’ın İsrail Sözlüğü’nün
kitabının sayfalarını açma zahmetine katlanmış olsaydı peşinyargılannı sarsacak
yeterli nesnel bilgi bulabilecekti.25 Birikim dergisi ile
yalan yanlış bilgiler ihtiva eden yazısını okurlara sunmakta mahzur görmeyen
Ümit Kıvanç’ın farkında olmadığı husus ideolojik hasım konumunda olan aşırı
Türk milliyetçisi görüşleri dile getiren birçok web sitesi ve yazarlar ile
aynı ortak paydada buluştuklarıdır. Bu görüşümü temellendirmek için de halkı,
“Yahudi sermayesi”ne ait olduğu yalanıyla, başta Coca Cola olmak üzere,
aralarında Ariel Matik deterjanı (İsrail Başbakanı Ariel Sharon’un adı ile benzer
oluşundan!), Nestle, Nescafe ve benzeri bir dizi ürünü satın almamaya davet
eden bir boykot çağrısının başlangıç bölümünü alıntılamakla yetineceğim:
Bu günkü yazımızda ABD’nin emperyalizm simgesi olan Coca Cola’nın Yahudi
asıllı sahibinin CNN’de yapmış olduğu açıklamasına değineceğiz.
İlk olarak Coca Cola’nın Yahudi asıllı sahibinin CNN’de yapmış olduğu
açıklamayla başlayalım. Coca Cola’ınn sahibi CNN’de yaptığı açıklamada “
Temmuz ayının tüm gelirini ve bundan sonra ki ayların kâr paylarını İSRAİL
ORDUSUNA devrettiğini ” açıkladı. Evet Gpca Cola bundan böyle Temmuz ayının tüm
gelirini ve sonra ki ayların kâr paylarım İsrail Ordusuna devredecekmiş. Coca
Cola daha önceleri de Amerika’yı giriştiği tüm terör olaylarında destekledi
Irak’ta, Afganistan’da, ... vb. dünyanın her yerinde Müslümanlara yönelik
saldırıların mali destekçisi olmuştur. Sizlerin de ve bütün dünyanın da bildiği
üzere İsrail, Filistin’i ortadan kaldırmak için ve oradaki bütün Filistinli
Müslümanları yok etmek için sanki ant içmişçesine silahsız sivil halka kurşun
sıkıyor, evlerini buldozerlerle yıkıyor, seralarını yerle bir ediyor, her
şeyden habersiz masum küçük çocukları öldürüyor, yakaladıkları Filistinli
gençlerin kollarım taşlarla vurarak kırıyor, masum insanları öldürüyor,
öldürüyor, öldürüyor. İşte Filistin’de bunlar yaşanırken Coca Cola’ınn sahibi
sahibi de CNN’de çıkmış “ Temmuz ayının tüm gelirlerini ve bundan sonra ki
ayların kar paylarını İsrail Ordusuna devrettiğini “ dünyanın gözünün içine
baka baka pervasızca açıklama yapıyor. Bu yapılan açıklamada bütün dünyaya bir
mesaj veriliyor o da “ Müslümanlara yönelik yürütülen her türlü mücadele de
Coca Cola onların yanında olacaktır”.[17]
Sonuç
Türkiye Cumhuriyeti’ne olan sadakatim hakkında kuşkular dile getirmeye
cüret eden bir yazarın makalesini gönül rahatlığıyla yayınlayan, bu haksız
isnata maruz kalan benim cevabî yazımı ise yayınlamayı reddeden Birikim
dergisi ifade özgürlüğü ilkesine zerre kadar saygı göstermediği bir yana,
hakikat anı gelip çattığında fütursuz bir şekilde cevap hakkımı da gaspetmesi
tek bir şeye işaret etmektedir. Birikim’in bana bakışı Ümit Kıvanç’ın
bana bakışından hiç de farklı değil. Birikim bana baktığında öncelikle
kalemini ve vicdanını İsrail lehine kullanan veya kullanmaya meyleden bir
Musevi görüyor. Bana en ağır gelen, en tahammül edemediğim ve kabullenemediğim
de bu. Sadece Ümit Kıvanç’ın yazısı değil.
Kaile Lasn
NEDEN HİÇ KİMSE YAHUDİ OLDUKLARINI SÖYLEMİYOR ?
Dostlar birbirlerine yardım eder. İşte bu nedenle Birleşik Amerika her yıl
İsrail’e milyarlarca dolar gönderir. Buna karşılık İsrail Birleşik Amerika’nın
Ortadoğu’daki stratejik çıkarlarını ilerletir. Ancak bu karşılıklı birbirini
kollamaya rağmen İsrail-Amerika ilişkileri zor bir yoldan geçmekte. Geçtiğimiz
Aralık ayı kıdemli bir Amerikan Dışişleri mensubu İsrail Devleti’ni Filistinli
komşuları ile arasındaki ihtilâfı halletmek için “çok uzun zaman boyunca çok
az” girişimde bulunmaktan ötürü ağır bir şekilde azarladı. Nitekim Başkan
Bush’un kendisi de bir ay önce “İsrail yeni yerleşimlerin inşaasmı dondurmalı,
yetki verilmemiş olanları sökmeli, Filistin halkının her gün maruz kaldığı onur
kırıcı muameleye son vermeli ve nihai müzakereleri duvarlar ve tel örgüler inşa
ederek zarara uğratmamalı” talebiyle İsrail’i azarladı.
Sert sözler, ancak bütün bunlar sadece görüntüyü kurtarmak için mi? Bu
Bush’un İsrail’i eleştirdiği ilk vaka değildi. Bush Başkanlığı boyunca
“yaşanabilir” bir Filistin devleti için birçok kere çağrıda bulundu. Ancak
Bush Birleşik Amerika’nın direktiflerini yok farzeden, barış sürecine olan
inancı karşısında omuz silen İsrail Başbakanı Ariel Sharon’u hiçbir zaman
somut bir şekilde cezalandırmadı. Dahası diplomatik azarların Dışişleri
Bakanlığı’nın sorumluluğu olduğunu ve Bakanlığın Bush’un Beyaz Sarayı’nda
cereyan eden politika savaşlarında kaybeden taraf olduğunu not etmekte fayda
var. İnsan hakikaten Rumsfeld’in Savunma Bakanlığı’nı kontrol eden yeni
muhafazakâr şahinlerin Dışişleri Bakanlığı’ndan da sorumlu olmaları halinde
İsrail-Amerika ilişkileri ile Amerika’nın dünyanın geri kalan kısmıyla
ilişkilerinin neye benzeyeceğini merak etmekte.
*
Amerikalı yeni muhafazakârların İsrail yanlısı eğilimlerini, [Amerika’daki
Yahudi nüfusuna kıyasla] büyük bir kısmının oransız bir sayıda Musevi olduğunu
anlatmak için oldukça fazla mürekkep harcandı. Bazı yorumcular, İsrail’in sağ
kanat partisi Likud’a olan bağları nedeniyle “Likudnik” olarak anılan bu
insanların Amerika ve İsrail’in çıkarları arasında gerekli ayrımı yeterince
yapmadıkları hususunda endişeliler. Örneğin Irak’ta savaş için baskı
yaptıklarında kimlerin çıkarlarını korumaktaydılar ?
Yeni muhafazakârların Museviliklerine dikkati çekmek hüner isteyen bir
oyun. Bunu yapan her kimse otomatik olarak antisemit sıfatıyla lekeleneceğine
emin olabilir. Ancak burada dikkati çekilen husus Amerikan nüfusunun yüzde
ikisinden az olan Musevilerin monolitik bir perspektife sahip oldukları
değildir. Nitekim Amerikan Yahudileri ezici bir şekilde Demokrat Parti lehine
oy kullanırlar ve aralarından birçoğu Ariel Sharon’un politikaları ve Bush’un
Irak saldırısı ile hiç mutabık değil. Dikkati çekilen husus sadece yeni
muhafazakârların İsrail’e
özel bir yakınlıkları görüldüğü ve bu ilginin onların siyasi düşüncelerini
ve dolayısıyla Amerika’nın Ortadoğu siyasetini etkilemekte olduğu.
Adbusters’de bu meseleyle cepheden yüzleşmeye karar verdik, dikkatle araştırdık ve
Birleşik Amerika’nın en etkili 50 yeni muhafazakârı olduğu görülen kişilerin
listesini hazırladık. Kimin gerçekten yeni muhafazakâr olduğuna karar vermek
zordur zira bazı yeni muhafazakârlar bu terimi reddetmekte, bazıları ise
kabullenmekte. Bazıları Beyaz Saray’ın içinden siyaseti şekillendirmekte, bazıları
ise çevrede yer almakta, gazeteci, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu
entelektüelleri olarak Beyaz Saray’ı dolaylı yoldan etkilemekte. Bütün bu
insanların paylaştıkları görüş Birleşik Amerika’nın dünyanın geri kalan kısmını
ahlâkî açıdan daha üstün olan kendi imajına göre yeniden şekillendirerek
kendini korumak zorunda olan yardımsever bir hipergüç olduğu görüşüdür. Bu
insanların yarısı Yahudi’dir.
NORM AN PODHORETZ *
IRVTNG KRISTOL *
MIDGE DECTER *
JEANE KIRKPATRICK
PAUL WOLFOWITZ *
DOUGLAS FEITH *
PETER RODMAN
STEPHEN CAMBONE
DONALD RUMSFELD
DICK CHENEY
I. LEWIS LIBBY *
ELLIOT ABRAMS *
ZALMAN KHALILZAD
JOHN BOLTON
DOV ZAKHEIM *
ROBERT B. ZOELLICK *
RICHARD PERLE *
R. JAMES WOOLSEY,
ELIOT COHEN *
ROBERT W. TUCKER
FRANCIS FUKUYAMA
WILLIAM KRISTOL *
ROBERT KAĞAN *
GARY SCHMITT
ELLEN BORK
DAVID WURMSER *
JOSHUA MURAVCHIK *
REUEL MARC GERECHT
MICHAEL NOVAK
FR. RICHARD J. NEUHAUS
MEYRAV WURMSER *
IRWIN STELZER *
RUPERT MURDOCH
RICHARD MELLON SCAIFE
THOMAS DONNELLY
OWEN HARRIES
MICHAEL LEDEEN *
FRANK GAFFNEY
MAX BOOT
GARY BAUER
WILLIAM BENNETT
DANIEL PIPES *
LAWRENCE KAPLAN *
MARTY PERETZ *
CHARLES KRAUTHAMMER *
DAVID BROOKS *
FRED BARNES JOHN PODHORETZ *
NEAL KOZODOY *
JONAH GOLDBERG *
Not: Yanlarında (*) işareti olanlar Yahudi’dir. (RNB) Adbusters,
sayı 52, Mart-Nisan 2004. www.adbusters.org/magazine/52/articles/jewish.html
II- YENİ MUHAFAZAKÂRLARLA İLGİLİ ADBUSTERS YAZISININ YARATTIĞI TEPKİLER
Jay Currie
YAHUDİ AVCILARI
The American Spectator, 1 Mart 2004.
Adbusters dergisi tüketim karşıtlığı konusunda oldukça güzel bir misyonerlik
çalışması yapmakta. 120.000 tirajı olduğunu iddia eden Adbusters
doksanlı yılların başında “Hiçbir Şey Satın almama Günü” ve “TV Kapatma Günü”
kampanyalarını başlatmıştı.
Ancak bu yeterli değildi. Yayıncı Kaile Lasn sert bir malzemeye ihtiyacı
vardı. Dolayısıyla: Yahudi Avcıları! Derginin en son sayısında editörler “Niye
Hiç Kimse Yahudi Olduklarını Söylemiyor?” başlıklı soruya karşılık şu izahatı
vermekte:
Adbusters’de bu meseleyle cepheden yüzleşmeye karar verdik, dikkatle araştırdık ve
Birleşik Amerika’nın en etkili 50 yeni muhafazakâr oldukları görülen kişilerin
Üstesini hazırladık. Kimin gerçekten yeni muhafazakâr olduğuna karar vermek
zordur zira bazı yeni muhafazakârlar bu terimi reddetmekte, bazıları ise kabullenmekte.
Bazıları Beyaz Saray’ın içinden siyaseti şekillendirmekte, bazıları ise
çevrede yer almakta, gazeteci, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu
entelektüelleri olarak Beyaz Saray’ı dolaylı yoldan etkilemekte. Bütün bu
insanların paylaştıkları görüş Birleşik Amerika’nın dünyanın geri kalan kısmını
ahlâkî açıdan daha üstün olan kendi imajına göre yeniden şekillendirerek kendini
korumak zorunda olan yardımsever bir hipergüç olduğu görüşüdür. Bu insanların
yarısı Yahudi’dir.
Lasn antisermtizmini yeni muhafazakârları eleştiren bir solcu pakete
sarmakta; ancak bu antisemitizmdir. Deney gayet basit - Lasn dine mi, konuma
mı saldırıyor? Önde gelen yeni muhafazakârlar listesindeki isimlerin yansının
karşısında bulunan gösterişli yıldız işareti gayet açık. Bu siyaset hakkında
değil: Yahudiler hakkında. Listesindeki Yahudi devlet adam lan, gazeteciler,
siyasetçi entelektüelleri tespit etmek için Photos- hoptan birkaç san Davut
Yıldızı satın almış olsaydı daha açık olamazdı. (Ve, hey, Hıristiyanlar için de
o küçük, şirin gamalı haçlar niye olmasın. Son tahlilde Bush = Hitler)
Adbuster listesinin alt metni siyaset ile ilgili değil. Bu alt metin Yahudi,
Siyah, Müslüman veya Kafkasyalı birinin herhangi bir konuda dini veya
etnisitesi araya girmeden düşünme ve yazma melekesine sahip olmadığı
varsayımıdır.
Bununla Lasn kendisini bir yeni MacCarthyciye dönüştürmüştür. Gerçekten
“bir liste”si var. Yeni muhafazakârlar gerçeği karşısında çaresiz kalmış bu
ekşimiş solun yaşlanmış ikonu, ırkçı tacizci durumuna düşmüş durumda.
Bu ümitsiz olduğu kadar alçakça bir davranış. Savaş karşıtı, Bush karşıtı,
küreselleşme karşıtı solcu hareketin kalbinde yer alan muziplik kaynağının,
komplo teorisyenleri, milisler ve teneke şapkalı güruh tarafından işgal edilmiş
araziye ilerlediğini ifşa etmekte.
Not: Jay Currie, National Post, Vancouver Sun, Ottawa Citizien, Edmonton
Journal, Christian Science Monitor, Victoria Times gibi Kanada ve Amerika
gazetelerinde yazıları yayınlanan bir bağımsız yazardır. Bu çeviri özgün
makalenin kısaltılmış bir şeklidir. (RNB)
Scott Stinson
MAKALE “NEDEN HİÇ KİMSE YAHUDİ OLDUKLARINI SÖYLEMİYOR?” DİYE SORUYOR
National Post Online, Toronto, 24 Nisan 2004.
Kaile Lasn antisemit olmadığına ısrar ediyor. Adbusters dergisinin
baş editörü Birleşik Amerika’nın önde gelen yeni muhafazakârlarından önemli
bir kısmının Yahudi olduklarım bildiren ve onlan “dışlayan” bir makalenin
tahrik edeceğini bildiğini ancak böylesi bir tepki beklemediğini söylemekte.
British Columbia’da yerleşik tüketicilik karşıtı dergi, gelen abone iptal
talepleri altında boğulmuş durumda.
Fraser Valley’deki evinden yaptığı mülakatta Lasn “Bu durum ‘benim mağdur
olduğum’ hissini verdi” dedi ve risk alan dergisinin 15 yıllık tarihi boyunca
“bu düzeyde tehdit telefonları, bu düzeyde küfür, bu düzeyde iptal edilen
abonelikler” görmediğini ilave etti.
Bu öfkenin parlama noktası Lasn’ın Adbusters’ın bu sayısında
yazdığı bir makale. “Neden Hiç Kimse Yahudi Olduklarını Söylemiyor?” başlıklı
makale Birleşik Amerika’nın önde gelen yeni muhafazakârlarının önemli bir
kısmının Yahudi olduğunu tespit ediyor. Lasn bu olgunun önemli olduğunu
belirtiyor zira “yeni muhafazakârlar İsrail’e karşı özel bir yakınlıkları
olduğu görülmekte ve bu durum siyasi düşüncelerini ve dolayısıyla Amerika’nın
Ortadoğu ile ilgili siyasetini etkilemekte.”
Bunun anlamı Washington’da siyaseti şekillendirenlerin önemli bir kesiminin
Yahudi olmasından dolayı Birleşik Amerika’nın İsrail yanlısı olduğudur. Okur ve
eleştirmenler Adbusters’in yazıya refakat eden ve aralarında Başkan
Yardımcısı Dick Cheney, Milli Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Milli Savunma
Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz gibi isimlerin yer aldığı “Birleşik Amerika’daki
en etkin 50 yeni muhafazakâr” başlıklı listeyi hakaret olarak kabul ettiler.
Bu listede yer alan Paul Wolfowitz dahil isimlerden 26’sının yanında Yahudi
olduklarına işaret eden siyah noktalar var.
Kanada Yahudi Kongresi Ontario Başkanı Ed Morgan “Bu eski bir taktiktir”
diyor. “Ellili yıllarda Birleşik Amerika Komünist Partisi’nde bulunan
Yahudileri sayıyorlardı. Ancak halen bir liste ve Yahudi isimlerin yanında
bir yıldız görmek şaşırtıcı bir şey.” Morgan “Yahudilik ve herhangi bir siyasi
konum birbirine eşit değildir” diyor. Önemli olan siyasetle ilgili konuları
liyakata göre değerlendirmektir. Etnisite önemli değil.”
B’nai B’rith[18]
Kanada Başkan Yardımcısı Frank Dimant “Adbusters herhalde haber
sıkıntısı içindeydi ki bu tür bir teze önem verdi” dedi. Diamant eski Başkan
Bili Clinton yönetiminde nüfuzlu mevkilerde çok sayıda Yahudi olduğuna ve buna
rağmen Clinton yönetiminin Filistin lideri Yasser Arafat’ı sakinleştirmek için
elinden gelen azami gayreti gösterdiğini not etti.
Lasn ise pişman değil. Adbusters’in web sayfasında özgün
makale, halktan gelen olumlu ve olumsuz cevaplar ve baş editörün listenin “diş
hekimi veya itfaiyeci listesi olması halinde bu rahatsız edici olurdu. Ancak
yeni muhafazakârlar bugün dünyadaki en etkin siyasi ve entelektüel güç
oldukları için onları mikroskop altına koymak gereklidir” diye yazan yeni bir
makalesi yer almakta.
Lasn telefonda Birleşik Amerikalı yeni muhafazakârlar “dünyadaki en güçlü
gruptur. Onlar bir savaşı başlatma veya durdurma gücüne sahip entelektüel
haydutlardır. Bu grup bu kadar güçlü olduğu için grubun yüzde ellisinin Yahudi
olduğuna dikkati çekmenin uygun olduğuna karar verdik” dedi.
Amerikan Middle East Forum (Ortadoğu Forumu) Direktörü Daniel Pipes Adbusters'in
listesinde ve [adının] yamnda yıldız işareti var. Pipes “dinin siyaseti
belirlediğini ima etmesinden ötürü” yazının saçma olduğunu söylüyor.
“Irak’taki savaşa karşı olan bir sürü önde gelen Yahudi var. Bunlardan birçoğu
yeni muhafazakâr. [Din] hiçbir şekilde bir insanın siyasi eğilimlerine rehber
değildir.” Pipes listenin hem yeni muhafazakârları, hem de Yahudileri tespit
etmekte hatalı olduğunu, simaları kamuoyuna mal olmuş “tehlikeli” Yahudilere
dikkati çeken listelerin de bir yenilik olmadığını söylüyor. Pipes internette
yayınlanan bu tür derleme listelerin birçoğunda ismine rastladığını ekliyor.
Ancak Pipes’a göre Adbusters türünden aylık tirajının 120.000
(üçte ikisi Amerika’da satılmakta) olduğunu söyleyen bir derginin böylesi bir
gayretkeşliğe girmesi olağan değildi.
B’nai B’rith Kanada Başkan Yardımcısı Dimant, Adbusters’in
öznel kıstaslara göre hazırladığı listedeki nüfuz sahibi Amerikalıların
“Yahudilikleri”ne ışık tutmayı hedeflemesinden özellikle endişe ettiğini
söyledi zira bu tavır medya ve dünya hükümetlerini kontrol eden gizli Yahudi
komplolarının varlığını savunan onlarca yıllık eski nefret teorilerini
hatırlatmaktaydı. Dimant “Toronto’daki küçük büromdan dünya bankacılık
sistemini ve yabancı basını idare etmek çok zordur” diyor. Adbusters
baş editörü Lasn bu tür konuşmaları dikkate almıyor. ‘Kendimizi sansür
etmeyeceğiz. [Bizleri] geçmişin tadsız şeylerine benzetenleri dert etmeyeceğiz.
Amacımız bir tartışma başlatmaktı. Tartışmanın şimdikinden daha da büyük olmasını
umut ediyoruz.” Morgan, Kanada Yahudi Kongresi’nin resmî bir cevap vereceğini
ancak ne yönde tavır alacaklarına henüz karar vermediklerini söyledi.
BİR ANTİSEMİTTEN TENİS AYAKKABISI ALIR
MIYDINIZ?
ArtVoice, 19 Şubat 2004
Bu ay Adbusters dergisinin kurucusu ve yayıncısı Kaile
Lasn’ın “Neden Hiç Kimse Yahudi Olduğunu Söylemiyor?” makalesini okumak için
dergiyi açtım. Lasn bu makalede Amerika'nın dış politikasının bir nevi Yahudi
komplosuna esir düştüğünü iddia etmekte. ‘Adbusters1
de meseleyle cepheden yüzleşmeye karar verdik, dikkatle araştırdık ve Birleşik
Amerika’nın en etkili 50 yeni muhafazakârı oldukları görülen kişilerin
listesini hazırladık” diye yazmakta. Bu listeyi temel alan Lasn “bütün bu
insanların paylaştıkları görüş Birleşik Amerika’nın dünyanın geri kalan
kısmını ahlâkî açıdan daha üstün olan kendi imajına göre yeniden
şekillendirerek kendini korumak zorunda olan yardımsever bir hiper güç olduğu
görüşüdür. Bu insanların yansı Yahudi’dir” diye yazmakta. Lasn “Yahudiler
Amerikan nüfusunun yüzde ikisinden daha az olduklarından bu özellikle tuhaf
bir durum” olduğunu belirtmekte.
Lasn’ın bu görüşü yeni değil. Naziler ve sağ cephedeki başka antisemitler
sık sık benzeri listeler derlemekte, bu görüşün tam tersini, Yahudilerin tahrip
etmekten haz alan sola hâkim olduklarını, muhafazakâr değerleri ve siyasi gücü
alt etmeye yeminli olduklarını ileri sürmekteler. Lasn’ı sağ kesimdeki karşıtlarından
farklı kılan tek şey Amerikalı Yahudilerin “monolitik bir perspektife sahip
olmadıklarını, birçoğunun Irak’taki savaşı ve Ariel Sharon politikalarını
tasvip etmediğini belirterek, kendisini eleştirecek olanların önüne önceden
attığı kemiktir.
Lasn gibi İsrail’e karşı olan herhangi birinin antisemit olduğu iddiasını
paylaşmıyorum. Birçok açıksözlü Amerikan Yahudisi İsrail’in Filistin toprağını
cani bir şekilde işgalini ve Filistinli vatandaşların maruz kaldıkları korkunç
muameleyi en sert şekilde eleştirenler arasında yer almakta. Vicdanlı Yahudi
halkı İsrail’in eylemlerini dehşet verici bulmakta ve Holokost’tan kurtulmuş
insanlar duvarla çevrilmiş Filistin cemaatlerini Varşova gettosuna
benzetmekteler. Onlar için bu haksızlıkları protesto etmemek bir günahtır.
“Democracy Now !” (Şimdi Demokrasi) hareketinden Amy Goodman Buffalo’daki
konuşmasında “Ortodoks bir hahamın kız torunu olarak gaz maskesi taşıyan
İsrailli genç çocukları görünce dehşete kapıldım. Ancak gaz maskesiz genç
Filistinli çocukların fotoğrafları karşısında daha çok dehşete kapıldım...”
diye konuşuyordu. Goodman ve Noam Chomsky gibi İsrail’in siyasetine aktif bir
şekilde karşı koyan Yahudiler antisemit değiller. Benzer bir şekilde aynı
ilkesel duruşa sahip Yahudi olmayanlar da antisemit değiller. Onları antisemit
diye adlandırmak hem bir kurt haykırışıdır, hem de gerçek antisemitizme karşı
sürdürülen savaşı zayıflatan bir iftira eylemidir.
Kaile Lasn Cahil bir Adamdır
Mamafih Lasn gerçek malzemedir. O bir antisemittir.
Takdim ettiği yeni muhafazakârlar listesi sunî olarak kısa tutulmuş ve
Yahudi varlığı abartılmıştır. New Gingrich, Bili Frist, Madeleine Albright,
Richard Armitage, John Ashcroft, Zbigniew Brezinski, Kari Rove ve Jeanne
Kirkpatrick gibi simaları kamuoyunca tanınmış isimler yeni muhafazakârlar
listesinde eksiktir. Hatta Lasn, Henry Kissinger gibi Yahudi olduğu varsayılan
bazı isimleri de atlamıştır. Daha mütemmim bir liste olması halinde bile
Lasn’ın yeni muhafazakârlar arasında çok sayıda Yahudi’nin bulunduğu iddiası
doğrudur. Peki bunda ne [kötülük] var? Sosyalistler arasında da birçok Yahudi
var. İşçi hareketi içinde de çok sayıda Yahudi var. Şimdi kendilerini pagan
olarak tarif eden birçok sabık Yahudi var. “Jews for Jesus” (İsa için
Yahudiler) hareketi içinde de sabık Yahudiler hâkim durumda. Bir kültür antropologu
bu durumun sözlü kültür için doğal olduğunu söyleyebilir. Veya istatistiki bir
anormallik olabilir. Neticede Lasn peşinen monolitik bir Yahudi perspektifi
olmadığını kabul ediyor. O zaman iddiası ne?
Söz konusu yeni muhafazakârlar bu ülkeye yaptıkları için sorgulanmaktalar,
Irak’ta yasa dışı bir savaş lehine lobi yaptıkları için, manevi olarak iflas
etmiş askerî saldırganlık siyasetini destekledikleri için, İnsan Hakları
Beyannamesi’riı yerle bir etme amacıyla sürdürdükleri kavga için, ve evet,
Sharon hükümetinin tiksindirici cani eylemlerini finansal ve siyasi açıdan
destekledikleri için. Lasn’ın sözünü ettiği Yahudi ve Yahudi olmayan insanlar,
liberallerin ve gelenekçi muhafazakârların karşı çıktıkları bir siyasi
hareketin mensuplarıdır. Hükümetimizi rehin almışlar ve ülkemizi iflasa doğru
sürükleyen bir yolda ilerlemekteler. Bu nedenle onlara karşı olmalıyız -
bazıları Yahudi olduklarını iddia ettikleri için değil.
Not: Makalenin sadece Adbusters dergisinin yarattığı tartışma ile
ilgili bölümü tercüme edilmiştir. (RNB)
ADBUSTERS DERGİSİNDE YAYINLANAN MAKALENİN
KISALTILMIŞ ÇEVİRİSİ
Bush geldi. Bush yemeklerimize ve saraylarımıza bayıldı. Bush bizi çok
seviyor. Bush’un elini sıkmak kolay değil. Bush’la konuşan ya da konuşamayan
gazeteciler. Tayyip Erdoğan’ın smokinsizliği. Haydi gelin boş NATO magazininden
kurtulup, yine magazinle, bellek tazeleyelim, Bush ve ekibini bir kez daha
hatırlayarak
Evanjelik Bush
1999 Iowa Cumhuriyetçi başkan adayı ön seçimlerinde adaylara hangi politik
filozofun onlan en çok etkilediği ve nedenleri sorulmuştu. George Bush’un cevabı
şuydu: “İsa, kalbimi değiştirdiği için.” Bu tarz açıklamalar vatandaşlarının
yüzde 40’ı’nin kendilerini “born again evangelical” (“Günahkâr”ken sonradan
evanjelik mezhebini benimseyen Hıristiyan) olarak tanımladığı bir ülke olan
ABD’nin kiliselerinde çok iyi karşılanır. Bush da onlardan biri. 1986’da ağır
alkol tüketimi ve baştan savdığı kilise ziyaretlerinden sonra ışığı gördü ve
içki şişesinin yerine İncil’i koydu. Bu yeni heves Bush’u önce Texas valiliğine
sonra da Oval Ofis’e götüren hırsla besledi. Tanrı’nın onu milletine liderlik
etmesi için çağırdığına inanan Bush, başkanlık kampanyalarında önde-gelen
rahiplerden yamnda olmalarını ve onun için dua etmelerini istedi. Şimdi Beyaz
Saray’da her sabah dualarını okuyor ve sık sık kutsal kitaplarda yazanları
ima eden fikirler beyan ediyor.
Bush politika yönetimi için Incil’e başvuruyor ve içgüdüyü mantığa tercih
ediyor. Princeton Üniversitesi’nden biyoetik uzmanı Peter Singer, Bush’un etik
karar alma sürecinin 13 yaşında bir erkek çocuğunkiyle aynı olduğunu söylüyor.
Dünyaya Hıristiyan felsefesinin iyi/kötü perspektifiyle yaklaşan bakış açısı
grinin hiçbir tonuna izin vermiyor. Düşünce sistemi “kötü”den mistik bir güç
olarak söz eden ve şeytanın varlığına inanan sağ kanat rahiplerin vaazları tarafından
şekillenmiş biri o. Bu dinsel belagatiyle Hıristiyan olmayan seçmeni karşısına
almaktan çekinmiyor çünkü onun asıl seyircisi Hıristiyan sağ.
Hıristiyan sağı memnun kılmanın yollarından biri de sürekli İsrail’i
desteklemek. Birçok Hıristiyan İsrail’i neredeyse bir refleks olarak
destekliyor çünkü kiliselerin pazar okullarında onlara anlatılan Tanrı’nın
seçtiği mistik ve alegorik bir milletin, İsraillilerin öyküleriyle büyüyorlar.
Bu İncil anlatısını modern İsrail devletiyle bağdaştırarak Filistinlilerin
adalet özlemlerini gözardı ediyorlar. İsrail yanlısı Hıristiyanların en
tehlikelileri ise kendilerini “Hıristiyan Siyonistler” olarak
tanımlayan kesim. Dar görüşlü İncil yorumlarıyla İsa’nın yeniden doğuşunun
kutsal toprakların Yahudilerin kontrolünde olmasına bağlı olduğuna
inanıyorlar. Sağ kanat İsrailliler de Hıristiyan siyonistlerin desteğinden -bu
desteğin kökenlerinin oldukça antisemitik bir ‘dünyanın sonu’
teolojisinde yatmasına rağmen-memnun. (Hıristiyan siyonistlerin inanışına
göre, İsa yeniden sahneye çıktığında Hıristiyanlığa dönmeyen Yahudiler yok
olacak.) Bush Hıristiyan siyonistlerin görüşlerini açık olarak desteklemiyor
ama evanjelik inançları onun İsrail’e yoğun bir sempati duymasının sebebi.
Hıristiyan siyonistler de Bush’un Ariel Sharon’un politikalarını
desteklemesinden memnun çünkü Filistinlilerin bölgeden çıkarılmasını
istiyorlar.
Paul Wolfowitz gençliğinde babasından totaliterciliğin tehlikeleriyle
ilgili birçok ders aldı. Babası (Jack Wolfowitz) akrabalarının Stalin ve Hitler
rejimleri altında yaşadıkları kötü kaderden kaçabildikleri için ne kadar şanslı
olduklarını çocuklarının iyice anlamasını isteyen PolonyalI bir Yahudi’ydi.
Paul henüz küçük bir çocukken Amerika’nın özgürlük ve demokrasi ideallerini
korumak adına ahlâki bir sorumluluğu olduğunu yemek masasında babasının
anlattıklarından öğrendi. Bu görüş, evden ayrılıp entelektüel yolculuğu onu
ülkenin en iyi üniversitelerinden Washington’a taşıyana kadar onunla
beraberdi. Bugünlerde, Wolfowitz’in Pentagon’daki ikinci adam olarak pozisyonu
inancı gereği davranabilmesi için ona özel bir olanak sağlıyor. ABD’nin Irak
işgali de onun ABD’nin dünyaya savaş yoluyla barış getirebileceğine dair
çelişkili ısrarına dayanıyor.
Amerika 1991’de ilk kez Saddam Hüseyin’in peşine düştüğünde Wolfowitz
savunma politikası müsteşarıydı. I. Lewis Libby’le birlikte hazırladıkları “Savunma
Planlaması Rehberi” ABD’nin dünyanın tek süpergücü pozisyonunu
koruyabilmesi için “potansiyel rakiplerin kendilerine daha büyük bir rol
biçmemeleri konusunda ikna edilmesi gerektiğini” öne sürüyordu. ABD
dünyanın sorunlu bölgelerine istediği gibi müdahale edecek ve bölgedeki
petrolün kontrolünü korumak adına Ortadoğu’da egemen güç olmaya devam
edecekti. Rapor New York Times’a sızdıktan sonra biraz
yumuşatıldı ama anahtar noktaları Bush doktrini olarak da bilinen Bush’un
Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni oluşturuyor.
Washington’un önde gelen neoconlanndan olan Wolfowitz demokrasinin
Ortadoğu’ya zorla getirilebileceği inancıyla gözleri kör olmuş, sabit fikirli
bir ideolog. Sıcak savaşın acılarını yaşamış askerlerin savaşa duydukları
nefretin izleri yok onda. Akademik teciller onu Vietnam Savaşı’ndan uzak tuttu
ve yetişkin hayatının tamamı akademinin fildişi kuleleriyle ABD federal
bürokrasisi arasında geçti.
Wolfowitz Irak’taki bu maceranın daha ılımlı bir Ortadoğu’nun kapılarını
açacağına ve uzun vadede terörizm tehditini azaltacağına gönülden inanmaya
devam ediyor. İsrail-Filistin sorununun politik bir çözümünün de bu sürece yardımcı
olacağından yana. Filistin devletinin kurulmasını açıkça desteklediğini
belirtmesine rağmen İsrail’le çok güçlü bağları var. Gençliğinde orada yaşadı
ve kız kardeşi bir İsrailliyle evli.
Richard Perle, Ronald Reagan’’nin Savunma Departmanında sıkı bir Sovyet
karşıtı olarak kazandığı “Karanlıkların Prensi” lakabını korumaya devam
ediyor. Bu lakap ona Beyaz Saray’da resmi bir pozisyonu olmamasına rağmen,
gölgeler arasından neokonzervatif harekete büyük bir etki ettiği için verildi.
Donald Rumsfeld onu politika müsteşarı -Savunma Bakanlığı hiyerarşisinde
üçüncü adam- olarak atamak istediğinde reddetti. Onun yerine Rumsfeld
tarafından kurulan ve Beyaz Saray’daki neocon ideolojisinin ana kanalı olan
Savunma Politikası Kurulu’nun (DPB) başkanlığını seçti.
Fakat geçtiğimiz Mart ayında çalıştığı bir şirketin Penta gon’la çıkar
ilişkileri açığa çıkınca DBP’nin başkanlığından ayrıldı. Bir yıl sonra da
DBP’yi tamamen bıraktı çünkü gelecek seçimlerde kendi görüşlerinin Bush’a
yüklenmesini istemiyordu. Yorumları Amerikalıların neocon savaşçılığından
bıktığını ve bu yüzden Bush’u sandıkta cezalandıracakları yönündeydi.
Perle’nin görevini Irak savaşından kâr etmek ve bundan doğacak çıkar çatışmalarıyla
uğraşmamak için bıraktığı da söyleniyor. Perle savaşı desteklemekten herhangi
bir ekonomik kazanç elde etmediğini iddia ediyor ama savunma sözleşmecilerine
danışmanlık yaparak bir sürü para kazandı. Yakın arkadaşı Wolfowitz gibi,
Perle’nin uluslararası ilişkilere bakış açısı da 11. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi
deneyimlerine dayanıyor. BBC’ye verdiği bir demeçte “Holokost tarihimizi
belirleyen andır. Açıkça büyüyen bir tehdite zamanında müdahale edememekten
kaynaklanan bir hatadır. Bunun bir daha olmasını istemiyoruz. Bütün totaliter
rejimleri durdurmalıyız yoksa sonuç felaket oluyor” demişti.
Siyonist Feith
General Tommy Franks bir keresinde savunma politikası mÜSte?an
^ouglas Feith için “yeryüzünde yaşayan en aptal insan” demişti.
Colin Powell da onu sevmiyor. Bush, Feith’in işini aslında Perle’ye önermişti
ama o kabul etmeyince Perle’nin sadık bir müridi olan Feith göreve geldi.
Güvenlik Politikaları Merkezi denen aşın şahin merkezle ilişkili bir avukat
olarak İsrail-Filistin meselesinde Filistinlilere toprak verilmesine tamamen
karşı. Kudüs’ün tamamının İsrail’de kalmasını ve İsrail’in toprak işgallerinin
haklı olduğunu savunuyor.
Feith “armut dibine düşer” deyiminin canlı bir örneği. Babası Dalck
Feith, İsrail’in Likud partisinin atası, 1930’larm Polonya siyonist hareketi
Batar’ın bir üyesiydi. Baba da oğul da 1997’de ABD’nin en sağcı ve İsrail
yanlısı gruplarından Amerikan Siyonist Organizasyonumdan (ZOA) ödül aldılar.
Siyah Hıristiyan Rice
Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleeza Rice 1950’lerin sonu ve
1960’ların başında siyahlarla beyazların ayrı yaşadığı Birmingham’da
Presbiteryen bir rahibin kızı olarak büyüdü. Kilise onun için bir ibadet
yerinden öte sosyal yaşamının ve hayatının merkeziydi. Çocukluğu piyano, dil ve
bale dersleriyle geçti. 1963’te, sekiz yaşındayken babasıyla Beyaz Saray’ı
ziyaret ettiğinde “Bir gün burada olacağım” demişti. Bu siyahların oy
vermelerinin bile zor olduğu bir dönemdi. 15 yaşında üniversiteye girdi ve
uluslararası çalışmalarda doktora yaptı. 1989’da baba Bush’un Ulusal Güvenlik
Konseyi’ne katılmadan önce Stanford Üniversitesi’nde ders veriyordu. Clinton
döneminde üniversiteye geri döndü ve oğul Bush başa, gelince soluğu yine
Washington’da aldı.
Rice Bush’un çok yakın bir sırdaşı ve geleneksel ulusal güvenlik
danışmanlarınkinden farklı bir şekilde Savunma Bakanlığı dış politikayı
belirlerken Bush’a duygusal destek sağlıyor. Entelektüel düzeyleri farklı
olmasına rağmen Bush’la ateşli bir Hıristiyanlık aşkını paylaşıyorlar.
Rice, Hıristiyan siyonistler kadar radikal olmasa da İsrail’e “derin
bir bağ” ile bağlı olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bir İsrail gazetesine
şöyle bir demeç vermişti: “Buraya 2000 yılında ilk kez geldiğimde kendimi
evime dönmüş gibi hissetmiştim. İsrail Devleti’nin tarihine, onu kuran
insanların azmine hep hayran oldum. Ülkenizle çok derin bir bağım var.”
Adbusters dergisinden kısaltılarak çevrildi.
Radikal İki, 4 Temmuz 2004
“IRAK İŞGALİNİN MİMARLARI” YAZISI ÜZERİNE
4 Temmuz tarihli Radikal îki’nin ilk sayfası, Başkan Bush’un
Türkiye’yi ziyareti vesilesiyle olsa gerek, “Irak İşgalinin Mimarları” na
yani “Başkan Bush ve ekibi” ne ayrılmış bir çeviri yazıydı. Yazıda adlan
geçen siyasetçilere “Evanjelik”, “Yahudi”, “karanlık”, “Siyonist” ve “siyah
hıristiyan” sıfatlarını atfeden ara başlıkları ve içeriği ile bu metinden
akılda kalan, Amerika’daki aşın sağ ve Türkiye’deki aşın sağ ve İslamcı kesimin
yayın organlarında da yoğun bir şekilde rastlanan, şu saçma genel- geçer
kanaat idi: “Başkan Bush İsrail’i destekleyen Hıristiyan Siyonistlere veya
popüler deyimle Evanje listlere sempati duymaktadır. O’nun yakın çevresinde
yer alan üst düzey danışman ve siyasetçilerin çoğu “yeni muhafazakârlar” olup
önemli bir kesimi Yahudi’dir. Asli sadakatleri İsrail Devleti’nedir. Irak
Savaşı “yeni muhafazakârlar”m şahin politikaları nedeniyle başlamıştır. Bundaki
esas etken de yeni muhafazakârlar için Saddam Hüseyin’in devrilmesinin İsrail
Devleti’nin güvenliği açısından gerekli olmasıydı.”
Çeviji yazının sonunda Adbusters dergisinden “kısaltılarak
çevrildiği” notu yer aldığından ben önce Amerikan aşırı sağına ait
olabileceğini düşündüğüm bu dergi hakkında internette biraz araştırma yapıp söz
konusu makalenin özgün halini bulup metnin tamamını okumak istedim. Ar
aştırmamın sonunda beni sürprizler bekliyordu. Bir kere dergi, tahmin
ettiğimin aksine, Amerika’da değil Kanada’da yayınlanan ancak Amerika’da geniş
bir şekilde dağıtılan 120.000 gibi önemli bir tiraja sahip, ilke olarak reklam
almaya karşı çıkan muhalif çizgide bir solcu fikir dergisiydi. Temmuz-Ağustos
2004 sayısında yer alan ve çeviriye konu olan özgün metne baktığımda karşı
karşıya kaldığım ikinci sürpriz ise vahimdi. Metinde yer alan ara başlıkların
hiçbirinde çeviri yakıdaki ara başlıklarda yer alan “Evanjelik”,
“Siyonist”, “Yahudi”, “Karanlık” ve “siyah Hıristiyan” sıfatları yer
almamıştı sadece isimler belirtilmişti. Yani yazıyı çeviren Zeynep Aksoy Hanım
yazıyı kısaltmanın ötesinde kendisinden de bir şeyler katmış ve ara başlıkları
paragrafların içeriklerine “uygun düşen” sıfatlarla zenginleştirmiş
ancak bunu belirtmemişti. Başka bir deyimle metni ya Türkiye’nin halihazırdaki
fikir dünyasının meşrebine veya kendi hissiyatına uygun bir hale dönüştürmek
için birazcık yerli leştirmişti. Çevirmenin kendi inisyatifiyle etnik ve/veya
dinsel kimlikleri belirtir sıfatları ilave etmesinin Basın Ahlâk Yasası ve
Doğan Medya Grubu’nun ilkelerine aykırılığını bir an için göz ardı edelim ve
böylesi bir metnin neden çok sorunlu bir metin olduğunu anlamaya çalışalım.
Bunu yapabilmek için Adbusters dergisinin aynı konu etrafında
taraf olduğu bir tartışma hakkında biraz bilgi sahibi olmamız şarttır.
Derginin Mart-Nisan 2004 sayısında yer alan derginin kurucusu ve yayıncısı
Kaile Lasn’ın imzasını taşıyan “Why Won’t Anyone Say They Are Jewish?” (Niye
Hiç Kimse Onların Yahudi Oldukları Söylemiyor?) başlıklı yazının konusu gene “yeni
muhafazâkar”lar idi. Lasn şahin çizgideki en nüfuzlu 50 “yeni
muhafazakâr”ın isimlerini sıralıyor ve 26 sının yanına bir işaret
koyuyordu. İşaret konulanlar Yahudi idi. Anlaşılabileceği üzere yazının ana
fikri gene Amerikan dış politikasının mimarları olan bu yeni muhafazakârların
önemli bir kısmının Yahudi olmaları ve İsrail Devleti’ne sadakat beslemelerinin
Amerikan dış siyasetini geniş ölçüde etkilediği savıydı. Doğal olarak bu yazı
Amerika ve Kanada’da eleştirilere uğrayacaktı. New York’ta yayınlanan ArtVoice
dergisi yazarlarından Mic hael I. Niman, The American Spectator’da
yazan Jay Cur rie ve Kanada Yahudi sivil toplum örgütleri haklı olarak dergiyi
ve yayıncıyı antisemit olmakla eleştireceklerdi.
Hal böyle iken Zeynep Aksoy Hanım kısaltarak çevirdiği ve de kimsenin
farkına varmayacağını varsayarak masumane sıfat ilavelerinde bulunarak
içeriğini ve anlamını zenginleştirdiği yazıyı Radikal İki
okurlarına sunarken aynı konuyla doğrudan bağlantılı olduğundan ötürü derginin
taraf olduğu bu tartışmayı da belirten birkaç satır bir şeyler eklemesi, okuru
bilgilendirme ve habercilik açısından, kendi seçtiği sıfatları ara başlıklara
eklemekten daha yerinde bir davranış olmaz mıydı ??
RIFAT N.BALİ Araştırmacı
Not: Metinde yer alan bazı kelimelere siyah karakterlerle vurgu yapılması Radikal İki editörünün eseridir. Onayım alınmamıştır.
Editörün notu: Ara başlıkları biz ilave ettik ama tümü de yazıda kullanılan bilgilerden
çıkarıldı. Dikkat ederseniz gazetecilik tekniği açısından aşağı yukarı her
yazıya (örneğin akademisyenler genellikle ara başlık kullanmıyor) ara başlık
atıyoruz. Bu hem okuru yakalamayı hem de “dehşetengiz” blok yazıların biçim
olarak hafiflemesini sağlıyor. Yok eğer yazınızda antisemit olduğumuz iması
varsa size yalnızca “insaf’ diyeceğiz. Radikal İki seslerini
duyuramayanlara da platform olma ilkesini benimsemiş bir ek. Geçmişimiz bunun
en iyi kanıtı. Son söz olarak yine de sizi üzdüysek biz de üzüldük dememize
izin verin. Bu arada sizinki bir cevap yazısı olduğu için ara başlık
kullanmadığımızı ekleyelim. Halbuki iki ara başlık çok da iyi duracaktı.
Radikal iki, 11 Temmuz 2004
“HOLOKOST’U KALKAN YAPMIŞLAR, LAF
SÖYLETMİYORLAR”, VESAİRE, VESAİRE
GİRİŞ
Doksanlı yıllarda Türkiye’de medyanın çığırından çıktığı konusunda herkes
hemfikir. Herkes medyadan müşteki... Haber özelliği ve niteliği taşımayan
sıradan olayların ana haber bültenlerinde yer alması, yalnızca ekonomi
basınında yer alması gereken yeni ürün tanıtımı gibi kimi reklam özellikli haberlerin
ana haber bültenlerine girmesi artık olağan ve önemsiz bir manzara... Kimi
komp
lo teorisyenlerinin saygın birer köşe
yazarı, analist veya strateji uzmanı olarak televizyon kanallarında ve konferans
salonlarında resmî geçit yapmaları, komplo kültürünün en mümtaz örneklerine
sütünlarında yer vermeleri veya televizyon programlarında bıkmadan usanmadan
tekrarlamaları artık üzerinde önemle durulmayan şeyler... Üzerinde durulmayan
ancak kamuoyunu yönlendirme ve kanaat oluşturma açısından bir o kadar önemli
bir diğer konu siyasi içerikli yurtiçi ve yurtdışı haberlerin okura nasıl
yansıtıldığı. Yurtiçi haberlerin eksik, yanlış veya tahrif edilerek
yansıtılması halinde haberin öznesi Türkiye’de olduğu için bu bilinçli veya
bilinçsiz yanlışlıkları düzeltebilecek bir mekanizma mevcut. Bu mekanizma ya
haberin yanlış olması halinde müteakip günlerde düzeltilmesi veya
ilgilendiğiniz haberi bir kez de konuları tarafsız bir biçimde yansıttığına
inandığınız gazetelerden okuyup kendi kanaatinizi oluşturmak şeklinde işliyor.
Ancak konu yabancı kaynaklı dış haberler olunca okuduğunuz haberin veya
çevirinin özgün metne ne derece sadık kaldığını anlamak için ya çok meraklı
bir okur, ya bir gazetenin okur temsilcisi, ya da medya konusunda araştırmacı
olmanız lazım. Çoğu okurun bunu yapmaya vakti müsait olmadığını kabul edersek
kimsenin kolay kolay çeviri bir yazıyı aslı ile mukayese etme gibi zahmetli ve
son tahlilde neye yarayacağı belirsiz bir işe girmeyeceğini kabul etmemiz
lazım... Dahası yabancı menşeli haberleri kaynaklarından okumak için ileri
düzeyde yabancı dil bilgisine, internete erişim sağlayacak donanıma ve bol
vakite sahip olunması gerektiğini de düşünürseniz şayet, Türk gazete
okurlarının ezici çoğunluğunun dünyada olup bitenleri çeviri metinlerden
izlediği ve dünya ahvali hakkındaki kanaatini de çeviri metinler üzerinden oluşturduğu
gerçeğiyle yüzleşeceğiniz aşikârdır...
Basından Üç İlginç Örnek Vaka
Aşağıda sunmakta olduğum üç örnek vakadan ilk ikisinde bazı gazetelerin
yabancı kaynaklardan çevirdikleri metinleri kimi zaman yanlışlıkla, çoğu zaman
bilinçli bir şekilde nasıl tahrif ettiklerini ve böyle davranarak okurlarının
kanaatlerini nasıl yönlendirmeye çalıştıklarını, üçüncü vakada ise
antisemitizmle mücadeleyi konu eden bir haberin okurlarda nasıl menfi bir
kanaatin oluşmasına yol açacak bir şekilde verildiğini göstermeye çalışacağım.
Örnek vaka 1: 4 Temmuz 2004 tarihli Radikal İki’de yayınlanan “Irak
işgalinin Mimarları” başlıklı çeviri yazı.
4 Temmuz 2004 tarihli Radikal İki’de yayınlanan “Irak
İşgalinin Mimarları” başlıklı çeviri yazıya yapacağım salt habercilik
ilkeleriyle ilgili küçük itirazın önce tadsız bir “Editörün notu”na, üç ay
sonra da Birikim’de şahsıma yönelik bir polemik yazının
yayınlanmasına yol açacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Söz konusu çeviri
yazının altında yer alan not tek cümlelikti: “Adbusters dergisinden
kısaltılarak çevrildi”. Yazıda ilgimi çeken Başkan Bush’un çevresinde yer alan
yeni muhafazakâr siyasetçilerin adlarının geçtiği ara başlıklarda kullanılan
sıfatlardı. Bu sıfatlar aşın sağcı ve antisemit kesimlerin yazılarında
rastlanan, siyasetçilerin kararlannda, din, etnisite, mezhep, kavim gibi
değişik aidiyetlerin etkisi olduğunu ima eden sıfatlardı. Bu yazıya atfen 11
Temmuz 2004 tarihli Radikal İki’de yayınlanan yazımda bu
meseleye şöyle değiniyordum:
[Özgün] Metinde yer alan ara başlıkların hiç birinde çeviri yazıdaki ara
başlıklarda yer alan “evanjelik”, “Siyonist” , “Yahudi”, “Karanlık”, “siyah
Hıristiyan” sıfatları yer almamıştı sadece isimler belirtilmişti. Yani yazıyı
çeviren Zeynep Aksoy Hanım yazıyı kısaltmanın ötesinde kendisinden de bir
şeyler katmış ve ara başlıkları paragrafların içeriğine “uygun düşen” sıfatlarla
zenginleştirmiş ancak bunu belirtmemişti. Başka bir deyimle metni ya
Türkiye’nin halihazırdaki fikir dünyasının meşrebine veya kendi hissiyatına
uygun bir hale dönüştürmek için birazcık yerlileştirmişti. Çevirmenin kendi
inisyatifiyle etnik ve/veya dinsel kimlikleri belirtir sıfatları ilave
etmesinin
Basın Ahlâk Yasası ve Doğan Medya Grubu’nun ilkelerine aykırılığını bir an
için göz ardı edelim ve böylesi bir metnin neden çok sorunlu bir metin olduğunu
anlamaya çalışalım.
Yazımdaki ikinci itiraz Radikal İki’nin özgün yazının Adbusters’da
yayınlanmasının ardından Kuzey Amerika ve Kanada’da cereyan eden ve Adbusters’i
antisemitlikle suçlayan haklı tartışmalar hakkında okuru daha fazla
bilgilendirmemesiyle ilgiliydi ve şöyle sona ermekteydi:
Hal böyle iken Zeynep Aksoy Hanım kısaltarak çevirdiği ve de kimsenin
farkına varmayacağını varsayarak masumane sıfat ilavelerinde bulunarak
içeriğini ve anlamını zenginleştirdiği yazıyı Radikal iki okurlarına sunarken aynı konuyla doğrudan bağlantılı olduğundan ötürü
derginin taraf olduğu bu tartışmayı da belirten birkaç satır bir şeyler
eklemesi, okuru bilgilendirme ve habercilik açısından, kendi seçtiği sıfatları
ara başlıklara eklemekten daha yerinde bir davranış olmaz mıydı?
Adbusters’i antisemit olmakla suçlayan tartışmaların neden “haklı tartışmalar”
olduğunu bir türlü anlamak istemeyenlere, anlayacaklarına dair fazla bir ümit
beslemememe rağmen, küçük bir hatırlatmada bulunayım. Amerikan dış
politikasını oluşturan, aralarında İsrail Devleti’nin güvenliğinin de yer
aldığı, birçok faktörü gözardı edip sadece ve sadece yeni muhafazâkarların
önemli bir kısmının Yahudi kökenli olmaları ve Amerikan yerleşik düzeninin
(establishement) etkili mevkilerinde bulunmalarından ötürü Amerikan dış
politikasını İsrail’in güvenlik kaygılarını göz önünde bulundurarak
yönlendirdikleri iddiasında bulunmakla, “Türkiye’de Sabetaycılar köşe başlarını
tutmuşlar, Türkiye’yi idare ediyorlar” veya “Türk Dışişleri Bakanlığı
Sabetaycıların işgali altında. Türkiye-İsrail yakınlaşması bundan
kaynaklanıyor” demek arasında hiçbir fark yok. Böylesi bir düşünce Adolf
Hitler’e esin kaynağı olan “Yahudilerin Dünya’ya Hâkim Olma Planının
Protokolleri” olduğu iddia edilen ünlü düzmece antisemit eser Siyon
Önderlerin Protokolleri’nin ikinci protokolünün bir tekrarından ibaret.
İkinci protokolün Türkçe çevirisinin şu satırlarını hep birlikte okursak
herhalde bunun farkına varabiliriz:[19]
Halkın içinden kölece itaat etme kapasitlerini çok sıkı bir şekilde
inceleyerek seçeceğimiz yöneticiler, yönetim sanatı alanında eğitilmemiş
kişilerden oluşacaktır ve bu yüzden kendilerine danışmanlık yapacak olan,
bütün dünya işlerini yönetmek amacıyla çocukluğundan beri özel olarak
yetiştirdiğimiz zeki ve bilgili kişilerin elinde oyunumuzun piyonları haline
geleceklerdir.
Yazım Radikal îki’de yayınlandı ancak “Editörün notu” imzalı
şu metin de sonunda yer alıyordu:
Ara başlıkları biz ilave ettik ama tümü de yazıda kullanılan bilgilerden
çıkarıldı. Dikkat ederseniz gazetecilik tekniği açısından aşağı yukarı her
yazıya (örneğin akademisyenler genellikle ara başhk kullanmıyorlar) ara başlık
atıyoruz. Bu hem okuru yakalamayı hem de “dehşetengiz” blok yazıların biçim
olarak hafiflemesini sağlıyor. Yok eğer yazımzda antisemit olduğumuz iması varsa
size yalnızca “insaf’ diyeceğiz. Radikal İki seslerini duyurama yanlara da
platform olma ilkesini benimsemiş bir ek. Geçmişimiz bunun en iyi kanıtı. Son
söz olarak yine de sizi üzdüysek biz de üzüldük dememize izin verin. Bu arada
sizinki bir cevap yazısı olduğu için ara başhk kullanmadığımızı ekleyelim.
Halbuki iki ara başlık çok da iyi duracaktı.
Bu notu okuyan haklı olarak benim hiç ara başlığı olmayan blok bir metne
neden ara başlık ilâve edildiğine itiraz ettiğimi sanacak ve editöre hak
verecekti. Halbuki itirazım fark edilebileceği gibi özel isimlerden oluşan ara
başlıklara değildi, zira özgün metinde bunlar özel isim şeklinde yer
alıyorlardı, itirazım özel isimlerden müteşekkil ara başlıkların önlerine neden
bir takım sıfatların ilave edildiğiydi. Radikal İki editörü çok
açık bir soruyu şark kurnazlığının tipik tezahürlerinden birine başvurarak
anlamazlıktan geldi ve “ara başlıkları biz ilave ettik” cevabını verdi. İkinci
itirazım gene salt habercilik ilkelleriyle ilgiliydi. Yani nesnel, tarafsız,
okurun kanaatini yönlendirmeye teşebbüs etmeden, kanaatini kendi kendine oluşturmasına
yarayacak verilerin tamamını sunmak. Yani tarafsız habercilik, gazetecilik
yapmak. İtiraz ettiğim husus, yani sıfatların ilâve edilmesi, okurda belli bir
kanaat oluşturmaya yönelik yanlış bir müdahale idi. Editörün Notu imzasıyla
yayınlanan metinde bu “teknik” itirazıma aynı düzeyde bir cevap verilmedi.
Verilen tuhaf cevapta çok vahim bir problem mevcuttu: Bu da yazımda Radikal
İki’ınn “antisemit” olduğunu ima ettiğimi ileri süren editörün,
kerameti kendinden menkul bu tanısına verdiği “insaf’ ünlemli peşin cevaptı. Radikal
İki Editörü üstün bir beceriyle yerine getirdiği editörlük görevinin
yanı sıra boş zamanlarında zihin ve vicdan okuma melekelerini de geliştirip
sarf etmediğim sözleri aslında aklımdan geçirdiğimi keşfedip, ”Vahşi Batı’da silahını
önce çeken kovboy hayatta kalır” refleksiyle davranıp, henüz yazıya dökmeye
cesaret edemediğim düşüncelerime anında bir cevap yapıştırmıştı. Editörün
Notu’nu neden böyle anladığımı iyice idrak etmek için nottaki birbirini takip
eden şu üç cümleyi tekrar okumak lazım:
Yok eğer yazınızda antisemit olduğumuz iması varsa size yalnızca “insaf’
diyeceğiz. Radikal İki seslerini duyuramayanlara da platform olma ilkesini
benimsemiş bir ek. Geçmişimiz bunun en iyi kanıtı.
Bu üç cümleden ne anlamam gerekiyor ? Şunu mu acaba ??
“Radikal İki seslerini duyuramayanlara (yani azınlıkların da aralarında yer aldığı
marjinallere, kamuoyunda “isim” olmayanlara- RNB) sayfalarını açmış bir
yayındır. Geçmiş sayılarımızda bunların bol örnekleri mevcuttur (doğrudur - RNB).
Dolayısıyla bizi ayrımcılık, antisemi tizm, elitizm veya ksenofobi ile
suçlayamazsınız. Ancak dilinizin ucunuzda gevelediğiniz ama yazıya dökmeye cesaret
edemediğiniz, “arif olan anlar” üslûbuyla geçiştirdiğiniz antisemitizm
suçlamasını da görmediğimizi sanmayınız. Kavmî aidiyetiniz nedeniyle yazınızı
“İsrail Devleti’ni, Yahudileri savunmna” refleksiyle yazdığınızı idrak
ediyoruz. Yahudilerin bir savunma refleksiyle antisemit suçlamasını olur olmaz
yere kullandıklarını biliyoruz. Yazınızla bizleri antisemit olmakla
suçladığınızı anlayacak kadar zeki olduğumuzdan anında cevabımızı yapıştırıyoruz.
Oturun oturduğunuz yere.”
Diplomatik bir üslûpla kaleme alındığı intihasını vermeye çalışan ancak
öfkesini zabturapt altına alamadığı için rengini hemen belli eden son derece
terbiyesiz ve istihza lı bir üslûpla haddimi bildiren bu Editörün notu’ndan ben
ancak bu anlamı çıkarabiliyorum. Hiç kimse alınganlık yaptığıma dair itiraz
getirmesin zira yazım habercilik kuralları çerçevesinde değerlendirilmesi
gereken “teknik” bir ikazdan ibaretti. Aldığım cevap ise, hiç de yeri olmadığı
halde, “sesini duyuramayanlar” kategorisine atıf yaparak, hayali bir suçlamaya
bir meşru müdafaa refleksiyle “sesini duyuramayanlara yer verdik” şeklinde Radikal
iki arşivinden “olumlu” referanslara gönderme yapan tuhaf bir cevaptı
.
Radikal ikı’’nin Adbusters dergisinden hangi kriterlere göre
kısaltarak yayınladığı belli olmayan çeviri metninde anlam kayması veya
değişikliği yaratan başka sorunlar da mevcut. İşte dört örnek:
İlk örnek
Yazının başlığıyla ilgili. Özgün metindeki başlık şu:
Portraits of Bush and His Cavalry; The Architects of The War in Iraq
Doğru çeviri şöyle olmalı:
Bush ve Süvarilerinin Portreleri; Irak’taki Savaşın Mimarları Radikal
İki’nin çevirisi ise şöyle:
Irak İşgalinin Mimarları.
İkinci örnek
İngilizce özgün metin:
Richard Perle probably doesn’t introduce himself as “The Prin ce of
Darkness” but his critics relish the nickname that he ear ned as a brash
anti-Soviet hardliner in Ronald Reagan’s Defense Department. He is also
sometimes referred to as the eminence grise of the neoconservative movement
because he exerts tremendous influence from the shadows without a formal
position in the White House.
Çevirim:
Richard Perle muhtemelen kendini “Karanlığın Prensi” olarak takdim etmiyor
ancak onu eleştirenler Ronald Reagan döneminde Savunma Bakanlığındaki görevi
sırasındaki keskin ve sert Sovyet karşıtı tavrından dolayı kazandığı bu
lâkaptan zevk alıyorlar. Perle, Beyaz Saray’da resmî bir görevi olmadan gölgede
kalarak muazzam nüfuz sahibi olduğundan yeni muhafazakâr hareketin beyni
olarak da zikrediliyor.
Radikal İki’nin çevirisi:
Richard Perle, Ronald Reagan’ın Savunma Departmam’nda sıkı bir Sovyet
karşıtı olarak kazandığı “Karanlıkların Prensi” lakabını korumaya devam ediyor.
Bu lâkap ona Beyaz Saray’da resmi bir pozisyonu olmamasına rağmen, gölgeler
arasından neokonzervatif harekete büyük bir etki ettiği için verildi. Savunma
Politikası Kurulu’nun (DPB) başkanlığını seçti.
Yani Radikal İki çevirisine göre “Karanlığın Prensi” lâkabı
Perle’nin hem yeni muhafazakârların beyni olmasından, hem de Sovyet karşıtı
tavrından kaynaklanıyor.
Halbuki özgün metindeki anlam hiç de öyle değil.
Üçüncü örnek
İngilizce özgün metin:
Bush has not publicly espoused Christian Zionist views, but it is
reasonable to expect that his evangelical beliefs translate at the very least
into an inflated sympathy for Israel.
Çevirim:
Bush Hıristiyan Siyonist görüşleri aleni bir şekilde benimsemedi. Ancak
evanjelik inançlarının en azından İsrail için şişirilmiş bir sempatiye tercüman
olduğunu beklemek mantıklıdır.
Radikal İki çevirisi:
Bush Hıristiyan siyonistlerin görüşlerini açık olarak desteklemiyor ama
evanjelik inançları onun İsrail’e yoğun bir sempati duymasının sebebi.
Özgün metin Bush’un İsrail’e sempatisinin evanjelik inançlarından
kaynaklanabileceği ihtimalinden bahsediyor. Halbuki Radikal İki
çevirisi Bush’un evanjelik inançlarım bir “sebep” olarak göstermekte. Özgün
metindeki “ihtimal” ve/veya “beklenti” fikri ortadan kalkmış yerini kesin bir
nedenselliğe bırakmıştır. Aynen ülkemizin en maruf komplo teorisyenlerinin aynı
konudaki kitapları ve makaleleri gibi. Böylesi bir çeviri özgün metnin tahrifi
değil de nedir?
İngilizce özgün metin:
Rice may not agree with the more radical ideas of Christian Zionists, but
she is open about her “deep bond” to Israel. She told the country’s Yediot Aharonot newspaper: “I first visited Israel in 2000. I already then felt that I am
returning home despite the fact that this was a place I never visited. I have a
deep affinity with Israel. I have always admired the history of the State of
Israel and the hardness and determination of the people that founded it.
Çevirim:
Rice Hıristiyan Siyonistlerin daha radikal fikirleriyle mutabık olmayabilir
ancak İsrail’e [hissettiği] “derin bağ” konusunda açık. İsrail’in Yediot Aharonot gazetesine şunu şöyledi: “İsrail’i ilk
kez 2000 yılında ziyaret ettim. Burası hiç ziyaret etmediğim bir yer olmasına
rağmen o tarihte bile eve geri dönmekte olduğumu hissettim. İsrail ile derin
bir yakınlığım var. Her zaman İsrail Devleti’nin tarihine ve devleti kuran
halkın sertliğine ve kararlılığına hayran oldum.
Radikal İki’nin çevirisi:
Rice, Hıristiyan siyonistler kadar radikal olmasa da İsrail’e “derin bir
bağ” ile bağlı olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bir İsrail gazetesine şöyle bir
demeç vermişti: “Buraya 2000 yılında ilk kez geldiğimde kendimi evime dönmüş
gibi hissetmiştim. İsrail Devleti’nin tarihine, onu kuran insanların azmine hep
hayran oldum. Ülkenizle çok derin bir bağım var.
Özgün metinde yer alan tırnak işaretli “deep bond” yani “derin bağ” kavramı
Rice’in Yediot Aharonoth gazetesine verdiği demecin Adbusters
tarafından yapılmış öznel yorumu, Rice’ın beyanı değil. Rice’in demecinde
“bond”, yani “bağ” kelimesi geçmiyor. Rice “deep affinity”, yani, “derin bir
yakınlık”tan söz ediyor. Radikal İki’nin çevirisi ise Rioe’in
ağzından dile getirilen ve çok daha kesin bir hüküm olan “çok derin bir
bağ”dan söz ediyor. Anlayacağınız tercümenin anlamı epey değişiyor.
Ara Başlıklar Meselesi
Ara başlıklara ilave edilen sıfatlar meselesine bir daha döneceğim çünkü bu
mesele, ünlü illüzyonist David Cop perfield’i kıskandıracak bir el çabukluğuyla
herkesin gözü önünden kaçırılmak ve bambaşka bir mecraya taşınmak isteniyor.
Zihinleri berraklaştırmak için ilave edilen sıfatları bir daha hep birlikte
hatırlayalım:
Özgün ara başlık______________ Çeviri
ara başlık
Bush Evanjelik
Bush
Wolfowitz Yahudi
Wolfowitz
Perl e Karanlık
Perl e
Feith Siyonist
Feith
Rice Siyah
Hıristiyan Rice
Richard Perle’in dışındaki şahısların soyadlarından müteşekkil ara
başlıklara ilave edilen tüm sıfatlar sözü edilen şahısların etnik/dinsel
kimliklerine doğrudan gönderme yapan sıfatlar. Kabul edilemez bir durum. Özür
dilenmesi gereken bir durum. Aynen benzeri bir durum karşısında dönemin Radikal
Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz’ın bir okur itirazına sütununda yer
vermesinden sonra özür dilemesi gibi:[20]
Radikal’ın dikkatli bir okuyucusundan şöyle bir not aldım:
Sayın Yılmaz,
Irkçılıkla mücadelede iddialı olanların, öncelikle kendi evlerinin önünü
süpürmeleri gerekir. “Musevi asıllı Nesim Malki” ve “Yahudi asıllı Erkohen”in
ırksal ve dinsel sıfatlarını özenle vurgulamanız, bilinçaltınızdaki ırk ve din
ayrımcılığını sergiliyor. Yetmiş altı yıl boyunca bu hastalıktan
kurtulamadığınıza göre, bundan sonra yazılarınızda, ‘ınüslüman asıllı Ağar’ ve
‘Boşnak asıllı Evcil’ sıfatlarını kullanmanızı öneririm.”
Bu notu yazıişlerindeki arkadaşlarımla birlikte okuduğumuzda başımdan
aşağı kaynar suların döküldüğünü hissettim. Son derece önem verdiğimiz bir
konuda; insanları mensup oldukları ırk ya da dine göre tanımlamama konusunda
böyle bir hatayı yapmış olmamızın affedilir bir yönü elbette yok.
Okuyucularımıza karşı sorumluluğumuz bu hatamızdan dolayı özür dilememizi
gerektiriyor ama hiçbir özrün bu hatamn kırdığı kalpleri tamir etmeye
yetmeyeceğinin de farkındayım.
Özrümüz, bundan sonra bu tür konularda daha titiz olduğumuzu göstermekle,
bir daha böyle hatalara düşmemekle orta koyacağız. (...) Radikal yazıişlerini de affedilmez bir hataya sürükleyen ‘bilinçaltımızdaki ırk
ve din ayrımcılığı’ ile tüm Türk toplumu olarak yüzleşmemiz ve bu hesabı bir
daha açılmamak üzere kapatmamız gerekiyor.
Özetlersek manzara şöyle. Özgün metnin başlığında yer alan ve English
Fast’a yeni başlayan bir öğrencinin üçüncü dersinde anlamını ezberleyeceği
“war” kelimesi Radikal’ in hitap ettiği eski solcular, yeni
solcular, bohem burjuvalar, muhalifler, üniversite gençliği, liberaller, aydınlardan
oluşan eklektik okur kitlesinin halihazırdaki meşrebine uygun düşmesi için
“işgal” olarak tercüme edilmiş, daha doğrusu değiştirilmiş. Aynen ara
başlıklara metni zenginleştiren ve büyük bir entelektüel derinlik kazandıran
ufacık ve masumane sıfatların ilave edilmesi gibi. Çeviri başlığa üç koca
satır telif spot alt başlıklar ilave edilmiş. Çeviri metinin hangi kriterlere
göre kısaltıldığı belirsiz. Kısaltırken bir dizi anlam kayması ve tahrifatı yapılmış.
Ortaya şark usulü, Türk usulü garip bir çeviri çıkmış. Özgün metnin kısaltılması
dışında okura çevirinin “yerlileştirildiği” konusunda herhangi bir ikazda
bulunmayı zül sayan ilginç bir çeviri metin.
“Editörün notu” ile başlayan, en az Radikal İki editörü kadar
yetenekli bir başka Vicdan - Zihin Okuma ve Sorgulama Başkomiseri’nin Birikim’in
Ekim sayısında yayınlanan, İsrail Devleti’nin varlığına ve ABD’ye karşı duyduğu
derin nefretten dolayı gözleri ve zihni iyice karardığı için Arap âleminde
dolaşan “gelirlerinden İsrail ordusuna pay veren Coca Cola” türünden saçma
sapan yalanlan kemali afiyetle kabul eden ve aynen Birikim
okurlarına sunmakta hiçbir beis görmeyen,[21] şoven
milliyetçiler ile antisemit İslamcıları kıskandıracak nefasette bir üslûpla
yazılmış ve Türk antisemitizm tarihinde lâyık olduğu müstesna yerini şimdiden
almış olan yazısındaki31 şahsıma yönelik “[İsrail Devleti’nin
vazifeli maksatlı antisemitizm dedektörleri” suçlamasıyla bayağı sadakat
sorgulaması rüzgârlarının estiği karanlık dehlizlere dalan bu ibret verici
tartışma benim açımdan son derece yararlı olmuştur. Yararlı olmuştur zira bu
vesileyle söz konusu çeviri metnini bir daha yakından incelemek zorunda
kaldığımda, ileride iletişim fakültelerinde okutulmasını umduğum “Türk Basın
Tarihinde Yanlı Habercilik” dersine harika örnekler teşkil edecek nice yeni
güzellikler buldum.
Örnek Vaka 2: 8 Ağustos 2004 tarihli Los Angeles Times gazetesinde
yayınlanan ve 10 Ağustos 2004 tarihli The Daily Star gazetesinde iktibas
edilen Henri J. Barkey imzalı “Turkey’s Chill Further Iso lates Israel”
başlıklı yazı.32
Bu yazının çevirisi, görebildiğim kadarıyla, 10 Ağustos tarihinde T.C.
Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) web sitesinde,
11 Ağustos tarihinde Zaman, 16 Ağustos tarihinde de Birgün
gazetesinde yayınlandı. Hiçbir çeviride yazarın görevi belirtilmedi. Dış
politika uzmanı olması gerekmeyen sıradan okura yazarın kim olduğuna dair iki
satırcık bilgi verilmesi fazla görüldü. “Türkiye’nin Soğukluğu İsrail’i Daha
Fazla Tecrit Ediyor” şeklinde tercüme edilmesi gereken
Ümit Kıvanç, “Politik doğruluk hakikate karşı”, Birikim, Ekim 2004,
sayı 186, s.31-43.
32 Başlığın altında yazarın Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Başkanı olduğu ve 1998-2000 yılları arasında Amerikan Dışişleri Bakanlığı
Siyaset Planlama erkânı mensubu olduğu belirtilmekte.
Özgün başlık, BYEGM tarafından “Büyük Soğukluk: İsrail Türkiye’deki
Değişikliğin Bedeli”, Zaman tarafından “Türkiye İsrail karşıtı
politikasıyla saygınlığını arttırıyor”, Birgün tarafından ise
“İsrail-Türkiye İlişkileri İsrail’in İzolasyonu” şeklinde tercüme edildi.
Hiçbirisinin özgün başlıkla alakası yok. Üç çeviri metninin ikisinde ciddi
bir sorun mevcut ve bu sorun sadece çeviri hatası ile izah edilemez. Sorun
özgün metinde yer alan şu cümleler:
Finally, Turkey’s harsher attitude toward Tel Aviv coincides with an
unprecedented anti-Israeli and anti-semitic diatribe in the Turkish press.
Conspiracy theories, many of them with origin in Sept. 11, abound about
Israel’s abilities and intentions everywhere in the world. My favorite one was in
a recent column in Turkey’s most progover’ninent paper. It claimed that the
events in Darfur, Sudan, were the result of Israel’s desire to claim the waters
of the Nile. The Israelis, the conspiracy asserts, induced its Ethiopian
Christian allies to rebel against the Sudanese government. Not only did the
columnist not know where Darfur is, but he also was ignorant of the fact that
the genocide in Darfur is perpetrated by Arab Müslim Sudanese on African
Muslims.
Çevirim:
Nihayet Türkiye’nin Tel Aviv’e yönelik daha haşin tavrı Türk basınında
[rastlanan] misli görülmemiş şiddette bir antisemit ve İsrail karşıtı saldın
dalgasına tesadüf etmekte. İsrail’in dünyanın her yerinde [komplo düzenleme]
kabiliyetleri ve niyetleri hakkında, çoğu 11 Eylül menşeili, komplo teorileri
[Türk basınında] bol sayıda mevcut. En beğendiğim [komplo] Türkiye’nin en
hükümet yanlısı gazetesinin bir köşe yazısıydı. Yazıda Darfur, Sudan’da
cereyan eden olayların İsrail’in Nil Nehri’nin sularına sahiplenmesinden
kaynaklandığı belirtiliyordu. Komplo’ya göre İsrailliler Etyopyalı Hristiyan
müttefiklerini Sudan hükümetine karşı ayaklanmaya ikna etmişlerdi. Köşe yazan
sadece Darfur’un nerede olduğunu bilmediği gibi, Sudan’da jenositin Arap
Müslüman Sudanlılar tarafından Afrikalı Müslümanlara yapıldığından da
bihaberdi.
BYEGM çevirisi:
Son olarak Türkiye’nin Tel Aviv’e yönelik daha sert tutumu, Türk basınında
beklenmedik bir şekilde İsrail ve Yahudi karşıtı eleştirilerle aym zamana denk
geldi. Çoğu 11 Eylül’den kaynaklanan komplo teorileri, İsrail’in yetenekleri
ve niyetleriyle çeşitleniyor. Benim en beğendiklerimden biri, Türkiye’nin en
hükümet yanlısı gazetesinde yakın bir tarihte yer aldı. Bu teoriye göre Sudan,
Darfur’da yaşananlar İsrail’in Nil nehrinin kontrolünü ele alma niyetinin sonucuydu.
Teoriye göre İsrailliler, Etiyopyalı Hristiyan müttefiklerini Sudan hükümetine
karşı ayaklanmaya ikna etti. Makaleyi yazan, Darfur’un nerede olduğunu
bilmediği gibi Darfur’daki soykırımın Afrikalı Müslümanlara karşı Arap Müslüman
Sudanlılar tarafından işlendiği gerçeğinden de bihaberdi.
Zaman çevirisi:
Çoğu 11 Eylül kaynaklı olan İsrail’in dünyanın her yerindeki niyetleri ve
kapasitesi hakkındaki komplo teorileri oldukça fazla. En ilgi çekeni,
Türkiye’nin hükümet yanlısı bir gazetesinde, Sudan’ın Darfur kentindeki
olayların İsrail’i Nil sularına ulaşması arzusunun bir sonucu olduğu
iddiasıydı. İddiaya göre, İsrailliler, Etiyopyalı Hıristiyan müttefiklerini
Sudan hükümetine karşı isyan etmeleri için kışkırttı. Ancak yazar, Darfur’daki
kıyımın Arap Müslüman Sudanlılar tarafından Afrikalı Müslümanlara yönelik
yapıldığı gerçeğini görmezden geliyordu.
Zaman’ın. çevirisi bu kadar. Yani yukarıda alıntılanan satırların antisemitizmle
ilgili olan başlangıç cümlesinin çeviriden çıkarılması uygun bulunmuş. Okura
herhangi bir ikazda bulunulmadan.
Birgün Çevirisi :
Birgün gazetesinde yayınlanan metin BYEGM’nin web sitesinde yer alan metnin
kelimesi kelimesine aynısıydı. Oradan kopya edildiği aşikârdı. Ancak Birgün
metnin tamamına yer vermemeyi tercih etmiş. Üç koca paragrafı atmış.
Bunların arasında yukarıda BYEGM’den alıntıladığım satırlar dahildir. Makalenin
altında Birgün’ün metni BYEGM websitesinden aldığına, metni kısalttığına ve ara
başlıkları resen ilâve ettiğine dair en ufak bir not yok. Tüm iyi niyetimizle Birgün’ün
kısaltmayı yer kaygısı ile yaptığını düşünebiliriz ancak biraz titizlik
gösterip elimize cetveli alıp haberi incelediğimizde bunda yanıldığımızı göreceğiz.
Metne refakat eden fotoğrafın kapladığı yer, başlık hariç, metnin kapladığı
yerin yüzde elliyedisine tekabül etmekte. Çeviri metni 21 x 13 cm. (boy x en),
metne refakat eden İsrail Ordu-
su’nun yıktığı bir evin yıkıntıları üzerine Filistin bayrağı diken Filistinli
gencin yer aldığı fotoğraf ise 12 x 13 cm.lik bir yer kaplamakta. O zaman
metnin kısaltılmasındaki amacın yer kaygısı değil, gazetenin hitap ettiği okur
kitlesinin hassasiyetine uygun bir fotoğrafla metni süslemek olduğunu
anlayabiliriz.
Örnek Vaka 3: 14 Ekim 2004 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan
Washington temsilcisi Yasemin Çongar imzalı “Yahudileri kollama yasası”
başlıklı haber.
Bu haberde Birleşik Amerika Kongresi’nin kabul ettiği “Dünya Çapında
Antisemitizm Eylemleri Konusunda Rapor Talebi Yasası”nı konu eden bu haber
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl sonunda ülkeler temelinde yayınladığı
“İnsan Hakları” ve “Dinsel Özgürlük” raporlarında bundan böyle antisemit
eylemler ve yayınlar konusunun da dahil edilmesinin karara bağlandığı
bildiriliyor. Haberin alt başlığı olan “Kongre’nin kabul ettiği yeni yasa,
ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan dünyanın bütün ülkelerindeki Yahudi düşmanı
girişimleri yıllık olarak rapor etmesini istiyor” konuyu gayet özlü ve nesnel
bir şekilde özetlemiş. Ancak siyah karakterli “Yahudileri kollama yasası”
başlığını taşıyan üst manşet ise antisemitizmi sıradanlaştıran, olağanlaştıran,
nevi şahsına münhasır evrensel boyutunu göz ardı eden, “Yahudilere has özel bir
sorun” boyutuna indiren bir başlık. Böyle bir başlığın okurda nasıl bir kanaat
oluşturacağı malûm. Burada şunu hatırlatmakta yarar var. Batı âleminde Milliyet
çizgisindeki bir gazetede böyle bir başlık taşıyan bir habere rastlamak mümkün
değildir. Böylesi bir başlıklı haber ancak aşırı sağcı basında rastlanabilir.
Örnek Vakaların Ortak Özellikleri
ilk iki örnek vaka birçok ortak benzerlik taşımaktadır. Birgün sosyalist ve
muhalif görüşlü okurlara, Radikal sol, liberal, demokrat, muhalif
değerlere yakın veya o değerlere bağlı okurlara, Zaman ise
İslâmcı okurlara seslenmektedir. Örnek vaka olarak incelediğim ilk iki ahvalde
adları geçen üç gazete, müşterileri olan okur kitlesinin hassasiyetlerini
gözeterek okurlarına en ufak bir ikazda bulunmadan yabancı dilden kendileri
çevirdikleri veya bir çeviriden kopyaladıkları metinler üzerinde serbest bir
şekilde tasarrufta bulunmaktan çekinmediler. Radikal İki
örneğinde ise gazete sadece tasarrufta bulunmakla kalmamış, bu duruma dikkati
çeken bir okura külhanbeylikle istihzanın harmanlandığı bir eda ile haddini
bildirmiş, daha da ileri giderek, salt yazarın dinî kimliğinden hareket
ederek, ifade etmediği bir düşünceyi ifade ettiği veya akimdan geçirdiğini
varsayarak “biz sizleri biliriz” edasıyla bu hayali suçlamaya “insaf’
ünlemiyle cevap vermiş. Sosyalist değerlerle özdeşleşen Birgün
gazetesi ise antisemitizm ve komplo teorilerine gönderme yapan satırların yer
aldığı bir metnin o kısacık sekiz satırını makaslamakta hiçbir mahzur
görmemiştir. Hoşgörü ve dinler arası diyalog, iyi ahlâk konularında
şampiyonluğu kimseye bırakmayan Zaman gazetesinin editörü ise
aynı metinde “antisemitizm” sözcüğünün geçtiği cümleyi yok ederken eli hiç
titrememiştir. Üçüncü örnek vakanın ilk iki örnek vaka ile ortak paydası salt
haber vasfını taşıyan ve yorum içermeyen bir metne atılan yorumlu bir başlıkla
okur kanaatinin yanlış bir yere yönlendirilmeye çalışılmasıdır.
Belgelere Sadık Kalmak Neden Önemli?
Özgün metin ve belgelerin çevirilerine neden müdahale edilmemesi
gerektiğini ifade etmeye çalıştığım bu yazıyı okuyup da hâlâ bu meseleye
“fantezi mevzular” veya “kavmî aidiyetten dolayı gösterilen aşırı hassasiyet”
gibi yaklaşabilecek olanlara naçizane üç önerim... İlki. Vaktiniz olduğunda
Türk Tarih Kurumu üyesi Prof. Dr. Kemal Çiçek ile Minnesota Üniversitesi
misafir öğretim üyesi Doç. Dr. Taner Akçam arasında cereyan eden belgeler
üzerinde tahrifat konulu polemikle ilgili olarak Doç. Dr. Taner Akçam’ın
Agos’un 17 ve 24 Eylül 2004 tarihli nüshalarında yer alan cevaplarını okumaya
vakit ayırın. İkincisi. Üniversitede, “Çeviriye giriş 101” dersinde olduğunuzu
hayal edin. Hocanız bir İngilizceden Türkçeye çeviri imtihanında bu İngilizce
metinleri dağıtıyor, siz de metinleri örneklendirdiğim şekilde tahrif edilmiş
bir halde çevirerek iade ediyorsunuz. Bu imtihanda alacağınız not ne olabilir?
Üçüncüsü Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ni bir daha dikkatle
okuyun.[22]
Özellikle “Gazetecinin Temel Görevleri ve İlkeleri” bölümünün 5. maddesini.
Yani şunu:
Gazeteci; temel bilgileri yok edemez, görmezlikten gelemez ve metinlerle
belgeleri değiştiremez, tahrif edemez. Yanlış, yanıl tıcı ve tahrif edilmiş
yayın malzemesi kullanmaktan uzak du rur.
Bir de aynı bildirgede yer alan “Gazetecinin Doğru Davranış Kuralları”
başlığı altında yer alan “Kimlik veya Özel Durum” ile ilgili şu ilkeleri:
Açık kamu yararı olmadıkça ve olayla doğrudan ilgisi, bağlantısı
bulunmadıkça, bir insanın davranışı veya işlediği suç, onun ırkına,
milliyetine, dinine, cinsiyetine, cinsel eğilimine, hastalığına veya fiziksel,
zihinsel, özürlü olup olmamasına dayandınlmamalıdır. Kişinin bu özel durumu,
alay, hakaret, önyargı konusu yapılmamalıdır.
Şayet meseleye bu açılardan bakarsanız o zaman belki neden bu konuların
gazetecilik ahlâkı açısından önemli olduğunu idrak eder, zihin ve vicdan okuma
derslerine harcadığınız zamana ve paralara acırsınız.
Vaziyet Böyle İse Hangi Dedektör İş Görür?
Türk basınının her biri değişik ideolojideki okur kitlesine hitap eden en
seçkin dört gazetesinin basın ve habercilik ilkeleri açısından hali pür melâli
böyle ise şayet, değil beş duyunuz, her tarafınız dedektör veya antisemit arama
tarama cihazı olsa ne yazar, olmazsa ne yazar...? Türkiye Cumhuriyeti’nin
bakanları ve MÜSİAD Başkanı ırkçı, faşist ve antisemit Anadolu’da Vakit
gazetesinin 10. MÜSİAD Uluslararası Fuarı’ndaki teşhir standını ziyaret edip Anadolu’da
Vakit’te neşredilmek üzere boy boy hatıra fotoğrafları çektirmekten
hoşnutsalar şayet,[23]
tüm bedeniniz İsrail teknolojili elektronik sensörlerle donatılmış
“antisemitleri yakalayan robot polis”e dönüşmüş olsa ne yazar, olmasa ne yazar?
Sosyalistler, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu aktivistleri ve insan hakları
savunucuları siyasi ve pragmatik nedenlerle antisemit İslamcı yazar, siyasetçi
ve aktivistlerle bir arada olmayı gönül rahatlığıyla kabullenebiliyorlarsa
şayet, değil “Antisemitleri Yakalayan Robot Polis”, Süpermen misali bazen “saygın
araştırmacı” kıyafetli ancak acil durumlarda bu kıyafeti el maharetiyle
çıkarıp takım elbisenizin altına gizlediğiniz mavi-beyaz renkli Süpersiyonist
kıyafetinizle İkitelli semalarında uçup, Medya Towers’lara pike yapıp
“antisemitler” i tek tek yakalarından yakalasanız ne yazar, yakalamazsanız ne
yazar?
“Antisemitizm var mı, yok mu?” meselesine gelince... Bence fazla kafa
yormaya gerek yok. En iyisi yıllardan beri Türkiye’de iktidara talip olan ama
bir türlü başarıya ulaşmayan sosyalistlerin Mayıs ayının ilk cuma gününü
“İsrail Devleti’nin Yeryüzünden Sili’ninesi İçin Toplu Namaz Günü” ilân
etmeleridir. Sosyalistlerin bir devrim niteliğindeki böyle bir kararı
vermeleri halinde seçmen tabanı üzerinde yaratacakları dehşetengiz siyasi
tercih kayması sonucunda ilk seçimlerde ya tek başına veya İslamcılarla
birlikte iktidar olurlar. İktidar olur olmaz da İsrail Devleti’ni yok etmeye,
sağ kalabilen Yahudileri de Akdeniz’e dökmeye yeminli ülkeler ve terör
örgütleriyle
hemen askerî ittifaklara girer, dünyanın başına belâ olan bu melanet, bu
uğursuz devletten insanlığı kurtarırlar. Böylece liberalinden sosyalistine,
MHP’lisinden Islâmcısına, devrimcisinden ülkücüsüne her cenahtan herkesin
Türkiye’de antisemitizmin asla ve kat’â mevcut olmadığı konusunda hemfikir
olduğu bir ortamda İsrail Devleti’ni yok ederek bu meselenin sadece Türkiye’nin
değil dünyanın gündeminden de kalkmasına yardımcı olurlar... Bu patırtı
gürültü sırasında paçayı kurtarabilen Yahudiler için Türkiye Cumhuriyeti
Devleti tarih boyunca Yahudilere gösterdiği hoşgörüsünü tekrar göstermeye
hazırdır. Bekleriz efendim... Ezkaza bazı berduşlar “Türkiye bu kadar Yahudi
göçmeni kaldırmaz. Yahudiler GAP’ı, Şanlıurfa’yı, kanımızla suladığımız canım
topraklarımızı satın alıyorlar. Defolup gitsinler. Türkiye Türklerindir” diye
feryat edip antisemitizm yapmaya kalkışırlar ise şayet, cengaver
sosyalistlerimizin bedenlerini kalkan yapıp Yahudiciklerini koruyacaklarına
dair hiç kimsenin şüphesi olmasın... Bu nedenle Amerikan dış siyasetini, Wall
Street’i velhasıl dünyayı yönlendiren, hızım alamayıp Türkiye’de bile envai
çeşit fesatlar karıştıran Yahudilere kendilerine çok fazla güvenmelerini,
tedbiri elden bırakmamalarını, tercihan birden fazla ama bu mümkün değilse en
azından birer tane güçlü kuvvetli sosyalist arkadaş edinmelerini naçizane
tavsiye ederim. Ne olur, ne olmaz....
SOSYALİSTLER, ANTİSEMİTİZM VE SİYONİZM
Birikim dergisinin Ekim sayısında yayınlanan “Antisemitizme sıfır tahammül” başlıklı
bildiri vesilesiyle Birgün yazarları Adnan Bostancıoğlu,[24]
Mete Çubukçu[25]
ve Rıdvan Akar[26]
(aynı zamanda bildiriye imza atan) arasında başlayan tartışma sosyalist
elitlerin antisemitizm ve siyonizm karşısındaki ikircikli tavırlarını gösterme
açısından son derece öğreticiydi. Bu tartışmada beni şaşırtan hususlara
değinmek istiyorum.
1-
Mete Çubukçu ile
Rıdvan Akar arasında cereyan eden polemikte ortaya çıkan gerçek şu:
Sosyalistler antisemitizmle siyonizmi aynı kefeye koymaktalar zira onlara göre
Siyonizm, aynen antisemitizm gibi, ırkçılıktır. Ekim sayısını “Madalyonun İki
Yüzü Anti-semitizm ve Siyonizm” başlığıyla antisemitizme hasreden Birikim’deki
telif yazıların çizgisi de böyle.[27] Bu
tavrı benimseyen sosyalist elitler ya BM Genel Kurulu kararlarından
bihaberler, ya da “siyonizm ırkçılıktır” sloganını ideolojik bir düstur olarak
tekrarlamaktalar. BM Genel Kurulu’nun 10 Kasım 1975 tarihinde “siyonizmin bir
nevi ırkçılık ve ırkî ayrımcılık” olduğunu ilan eden 3379 sayılı kararı kabul
ettiği doğrudur. Ancak bu karar BM Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1991 tarih ve
4686 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Birinci gerçek bu.
2-
Ikinci gerçek siyonizmin ırkçılık olmadığı,
Yahudi halkının özgürce yaşayabileceği bir ulus-devlet kurmayı hedefleyen
Yahudi milliyetçiliği olduğudur. Sosyalistlerin tamamı veya bir kısmı ideolojik
olarak ulus - devlete ve her tür milliyetçiliğe karşı olabilirler. Buna bir
itirazım yok. Ancak Siyonizmin ırkçılık olduğunu ilan edenler her tür etnik
milliyetçi tezahürlere de aynı şekilde karşı çıkmalıdırlar. Sadece siyonizm ve
Türk milliyetçiliğine karşı değil. Sosyalistlerin ezici çoğunluğu bunu yapmıyor
ve tek taraflı davranıyor.
3-
Siyonizmle antisemitizmi aynı kefeye koymak ve “madalyonun
iki yüzü” olarak takdim etmek hem insafsızlıktır, hem de siyonizm ve
antisemitizmin ne olduğu konusunda inanılması güç bir bilgisizliğin
itirafıdır.
4-
Rıdvan Akar 28 Ekim tarihli yazısında Ümit
Kıvanç’ın sosyalistliğini sorgulamanın “hiç kimsenin” haddi olmadığını ilan
etmekte. Ümit Kıvanç’ı bir nevi dokunulmazlık zırhıyla kuşatan bu duygusal
yaklaşımın nedenlerini hiç anlayamadım. Ümit Kıvanç kuşkusuz sosyalizm uğruna
eziyet çekmiş, önemli eylemlerde bulunmuştur. Ancak Kıvanç Birikim’in
Ekim sayısında yayınlanan, şahsımı şoven ve antisemit yazarların kalemlerine
yakışır bir şekilde “İsrail Devleti’nin görevlendirdiği antisemitizm
dedektörü” ilan eden, Türkiye Cumhuriyeti’ne olan sadakatimi sorgulayan bir
makalenin müellifidir. Sayın Kıvanç dünyanın gelmiş geçmiş en idealist kişisi
olsa bile hem ben, hem başkaları bu yazısından ötürü kendisini vargüçleriyle
sorgulama hakkına sahiptir.
li
“Ben” diyorum zira
Kıvanç’ın yazısı 11 Temmuz 2004 tarihinde Radikal İki’de
yayınladığım basın etiği ile ilgibir yazıdan yola çıkarak konuyu bambaşka bir
mecraya saptıran, şahsım üzerinden Musevilerle hesaplaşan olağanüstü haksız ve
çirkin bir yazı. Bu yazıya lâyık olduğu cevabı hazırlayıp Birikim'e
yolladığımda Yazıişleri Müdürü Kıvanç’ın sorduğu ancak muhatabı olmadığım,
“Antisemit olmakla suçlanmadan İsrail Devleti eleştirilebilir mi?” sualine
cevap vermek yerine yazımın önemli bir bölümünde basının yabancı kaynaklı metin
çevirilerini nasıl bilinçli bir şekilde tahrif ettiğini anlattığımı, Kıvanç’ı
haksız yere antisemit olmakla itham ettiğimi, Birikim’in de bu
ithamın muhatabı sayıldığını belirterek cevabî yazımın bu haliyle
yayınlanmayacağını bildirdi. Değişiklik yapmayı reddettiğimden yazım
yayınlanmadı. Cevap hakkıma saygı gösterilmedi. Halbuki Birikim
editörü, Kıvanç’ın yazısını dergide yayınlamadan önce okumam için bana
yolladığında içeriği hakkında tek bir kelime itirazda bulunmamıştım zira öyle
bir hakka sahip değildim. Dahası Kıvanç’a cevap verip vermeyeceğimi soran
editörden, cevap vermem halinde yazıma hiçbir müdahalede bulunulmayacağına
dair şifahi prensip sözü de almıştım. Bu söz yerine getirilmedi.
Bu manzara karşısında Birikim camiasının/cemaatinin bir
şekilde düşüncelerine tercüman olduğu sosyalistlerin safları sıklaştırıp
ülküdaşlarını dokunulmazlık zırhıyla koruma altına almaları, cemaat dışı yazarlara
sansür uygulamaları yerine cemaatçi ve dayanışmacı ideolojilerinden
arınmalarını, ifade özgürlüğü hakkındaki düşüncelerini gözden geçirmelerini,
siyonizm ve antisemitizm konusunda da epey bir okuma yapmalarını öneriyorum.
Bu kitap bir zaruretten doğdu. Birikim dergisinin Ekim sayısında Ümit
Kıvanç'ın bu kitabın yazarını hedef alan polemik makalesine cevaben hazırlanan
yazıyı Birikim yayınlamayı reddettiğinden bu kitap hazırlandı. Tartışmanın
ortaya çıkmasının nedeni 2004 yılının Temmuz ayında Radikal iki'de yayınlanan
Irak savaşıyla ilgili bir çeviri makaleye bu kitabın yazarının, gene aynı
gazete ekinde yayınlanan, çeviri âdâbı ve basın ilkeleri açısından getirdiği
itiraz yazısı. Ümit Kıvanç Birikim'deki makalesinde bu itiraz yazısından ötürü "uzun
zamandır muzdarip olduğu bir konuda sabrının taştığı"nı belirtmekte.
Kıvanç'ın, görüşüne göre, muzdarip olduğu konu İsrail Devleti'nin siyasi ve
askerî icraatlarını eleştirenlere hemen yöneltilen antisemitizm ithamı
nedeniyle İsrail'i eleştirmenin neredeyse imkânsızlaştığı. Kıvanç makalesinde
yazarı Radikal iki'yi antisemitizmle itham ettiğini ima ettikten sonra onu önce
"anti-semitizm dedektörü", daha sonra da "İsrail Devleti['nin]
vazifeli-maksatlı dedektörleri" şeklinde anmakta ve böylece üstü örtülü bir
şekilde Türkiye'ye olan sadakatini sorgulamakta. Kitabın "sunuş"
yazısında, okurun tartışmayı anlayabilmesi için hem Kıvanç'ın makalesinden
yapılan alıntılarla eleştirilerine yer verilmekte, hem de yazarın Birikim'e
gönderdiği cevabî makalenin yayınlanmamasıyla sonuçlanan sürecin öyküsü
anlatılmakta.Ümit Kıvanç’ın yazısı Birikim'in “Madalyonun iki yüzü Anti-semitizm
ve siyonizm” başlığıyla antisemitizme ayrılmış Ekim sayısında yer aldı.1
Kaynak: ÜMİT KIVANÇ’A
CEVAP- BİRİKİM DERGİSİNİN YAYINLAMAYI REDDETTİĞİ MAKALENİN ÖYKÜSÜ, 1. Genel
Dağıtım: Turkuaz Yayınları Basım: Ocak 2005, İstanbul
Ümit Kıvanç, “Politik doğruluk hakikate karşı”, Birikim, Ekim 2004,
sayı 186, s. 31-43, 31. Yazıda siyah karakterlerle yapılan vurgular Ümit
Kıvanç’a aittir. Kıvanç’ın katkıda bulunduğu filmlerin künyeleri www.gecetreni.ws web- sitesinde mevcuttur. Ümit Kıvanç bir dönem İstanbul Bilgi
Üniversitesi bünyesinde mevcut olan ve Nisan 2002 de faaliyetlerine son veren
www.medyak- ronik.com medya eleştiri sitesinin kurucu ve
editörlerindendi. Hâlihazırda www.haysiyet.com web sitesi editörüdür.
[2] Ümit Kıvanç’ın dipnotu: “Rıfat Bali’nin yazısını internetten
okuyabilirsiniz: http://www.radikal.com.
tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=3632&ta-
rih=15/07/2004&ek_tarihi=ll/07/2004.”
[3] Ümit
Kıvanç, a.g.m., s. 32-33. Siyah karakterli vurgulamalar yazara aittir.
[4] Ümit
Kıvanç’ın notu: “Söz konusu arabaşlıkları aslında çevirmen değil Radi¬kal iki
yazıişleri eklemiş, kendileri bir notla bunu açıkladılar. Ama bu, sadece
eleştirinin muhatabını değiştiriyor, Bali’nin dedikleri bu yüzden geçersizleş-
mez. Radikal İki’nin de, Bali’ye cevap verdiği yerde, hemen yambaşma dikilip
ona laf etmesi -güya okuruna seni eleştirme hakkı tanıyorsun, anında sen de
cevabı yapıştırıyorsun- sevimsizdi doğrusu; geçerken belirtmiş olayım.”
[5] Kaile Lasn, “ Why won’t
anyone say they are Jewish?”, Adbusters,
Sayı 52,
http://www.adbusters.org/magazine/52/articles/jewish.html.
[6] Ümit Kıvanç’ın notu: “Anti-semitizm” kavramı aslında sadece kafa karıştırıyor
ve bazen alenen Yahudi düşmanlığı yapanların günahını hafifletiyor. Çeşitli
şiddetlerdeki milliyetçilik dönemlerinden geçip bugüne ulaşmış dünyamızda
sanırım bu düşmanlık cinsi de ayaklarını yere basıyor ve dini olmakta!) çok ırkçı
bir nitelik taşıyor. Michael Neumann da “anti-semitizm”den asıl muradın “Yahudi
düşmanlığı” olduğunu belirtiyor ve Yahudiliğin bir din mi, bir ırk mı, bir
kültürel kimlik mi olduğu konusunda bizzat Yahudilerden kaynaklanan bir
karışıklık olduğunu, Siyonizm kavramının işleri daha da karıştırdığını anlatıyor:
“What is anti-semitism?”, CourıterPunch, 4 Haziran 2002 (internetten okuyabilirsiniz:
http://www.counterpunch.org/neumann0604.html).”
[7] Rıdvan
Akar, “Hayatla ‘polemika’ ”, Birgün, 29 Ekim 2004.
[8] Ümit
Kıvanç, a.g.m., s. 37, dipnot 8.
[9] Roni Margulies, “Yahudi düşmanlığı ve İslâm/Arap düşmanlığı”, Birikim, Ekim
2004, Sayı 186, s. 44-48, 45. Siyah karakterli vurgulama yazara aittir.
[10]
http://www.travelbrochuregraphics.com/extra/symposium_leftist_anti-semitism.htm
[11] Haber Merkezi, ‘Yahudi düşmanlığı ve İsrail pişmanlığı”, Gerçek Hayat,
29 Ekim-4 Kasım 2004, sayı 2004-44 (210), s.18-19.
[12] Derginin üstü örtülü bir şekilde göndermede bulunduğu bu satırlar aynı
dergide yayınlanan benimle yapılan bir söyleşiye atıfta bulunmaktadır. Bkz.
Murat Menteş, “Komplo Teorilerine Herkes İtibar Ediyor”, Gerçek Hayat,
20- 26 Şubat 2004, Sayı 2004-08 (174), s. 36-37
[13] Mehmet Y. Yılmaz, “Bizim de ‘entelektüel terörist’lerimiz var”, Milliyet,
3 Temmuz 2003. Yılmaz’ın bahsettiği söyleşi şudur: Burçin Gerçek, “Entelektüel
törörizm var”, Radikal, 29 Haziran 2003.
[15] Sergius Nilus, Siyon Liderlerinin Protokolleri, Çeviren: İsmail
Tulçalı, Nokta Kitap, 2. Baskı, İstanbul, 2004, s. 184-185.
[16] Selin
Çağlayan, İsrail Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 547- 574.
[18] 1843 yılında ABD’de kurulan ve masonik örgütlenmede olduğu gibi localar
halinde örgütlenen Yahudi örgütü. Sosyal, ahlakî, eğitim ve hayırsever amaçlı
bir örgüttür. (RNB)
[19] Sergius Nilus, Siyon Liderlerinin Protokolleri, çeviri İsmail
Tulçalı, Nokta Kitapları, İstanbul, 2004, s. 184-185.
29 [20] Mehmet Y. Yılmaz, “Radikal okuyucularından özür diliyorum”, Radikal,
25 Haziran 1999. Yılmaz’ın adını açıklamadığı okur İshak Alaton’du. Bkz.
“Alaton’dan basma tepki”, Şalom, 30 Haziran 1999, s. 4.
[21] Yazar bir zahmet
internette on dakika araştırma yapsaydı doğru olarak kabul ettiği ve Birikim
okurlarına aktardığı “Coca Cola’nm İsrail Devleti’ne maddi yardımda bulunduğu”
yalanının defalarca Coca Cola tarafından tekzip edildiğini görebilecekti. Bkz http://www2.coca-cola.com/contactus/myths_ru mors/middle_east_israel.html ve http://www2.coca-cola.com/contac tus/myths_rumors/middle_east_nbc.html. Dahası Ramallah’ta 400
Filistinliye istihdam sağlayan bir Coca Cola şişeleme tesisi mevcut olduğunu da
fark edecekti. Bkz.”Coke Adds Strife”, http://www.snopes.com/inboxer/outrage/noco- ke.htm. 8 Mayıs
2002. (Barbara ve David P.Mikkelson “Urban Legends Refe- rence Pages”) İsrail
Silahlı Kuvvetleri’nin 28 Mart 2002 tarihinde Cenin Mülteci Kampı’na karşı
giriştiği “Savunma Kalkanı” (Operation Defensive Shield) harekâtına bir tepki
olarak Arap âleminde Amerikan ve İsrail menşeili ürünlerine karşı başlatılan
boykot kampanyası sırasında Çoca Cola tepkiyi yatışitır- mak için Filistin
Özerk Yönetimi milli futbol takımının maddi destekçiliğini üstlenecekti. Bkz.
James Cox, “Arab nations see baycotts of U.S. products”, USA
Today, 25 Haziran 2002.
[23] “Müsiad Fuarı’nda Vakit’e büyük ilgi”, Anadolu’da Vakit, 17 Eylül
2004 / “Vakit, fuarın ilgi odağı”, Anadolu’da Vakit, 19 Eylül 2004 /
“Yazar okur kucaklaşması”, Anadolu’da Vakit, 20 Eylül 2004 / “Vakit’e
özel ilgi”, Anadolu da Vakit, 21 Eylül 2004.
[24] Adnan Bostancıoğlu, “Antisemitizme sıfır tahammül”, Birgün, 19 Ekim
2004 / “Bir mektup”, Birgün, 3 Kasım 2004.
[25] Mete Çubukçu, “Antisemitizm ve Siyonizm!”, Birgün, 26 Ekim 2004.
Mete Çubukçu bu yazısında “Sosyalistlerin düsturu anti semitizme ve siyonizme
birlikte karşı olmaktır. Çünkü her ikisi de ırkçılıktır. Birine karşı olurken
diğerini atlamak olmaz” demekte.
[26] Rıdvan Akar, “Üç kağıtçı Yahudi”, Birgün, 18
Ekim 2004 / “117 Şaşkın!”, Birgün, 21 Ekim 2004 / “Hayatla polemika”, Birgün,
28 Ekim 2004. Akar 28 Ekim tarihli yazısında Mete Çubukçu’nun yukarıda
alıntılanan beyanına mu¬tabık olduğunu belirtmekte.
[27] Bu konuda bir eleştiri için bkz Nora Şeni, “ Antisemitizm”, Radikal İki,
21 Kasım 2004 ve Saime Tuğrul, “Neden bu ‘özel nefret’?” Radikal İki, 19
Aralık 2004. Karşı eleştiri için bkz. Murat Paker, “ Antisemitizm - Siyonizm”, Radikal
İki, 5 Aralık 2004.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar