Print Friendly and PDF

ÜMİT KIVANÇ’A CEVAP- BİRİKİM DERGİSİNİN YAYINLAMAYI REDDETTİĞİ MAKALENİN ÖYKÜSÜ...RIFAT N.BALİ

Bunlarada Bakarsınız



Birikim’in yayınlamayı reddettiği makalemin bir ri­saleye dönüşmesi fikri arkadaşlarım Ayşe Günaysu ve M. Sabri Koz’a aittir. Bu fikri veren ve farkında olmadan beni ikna eden bu iki dostuma teşekkür ederim. Ben makalemi başka dergilerde yayınlama arayışındaydım. Yazıyı okuması için yolladığım Ay­şe Günaysu bana “neden bunu kitap halinde basmı­yorsun?” dedi. Ben de kendisine öyle bir fikrim olma­dığını, başka dergilerde yayınlamayı deneyeceğimi bildirdim. Dostum Lütfü Seymen’in yayınladığı Mü­teferrika dergisi yayın kurulunda yer alan M. Sabri Koz da, aynen Ayşe Günaysu gibi, bu makaleyi kısa bir risale haline dönüştürüp yayınlamamı tavsiye edince arkadaşlarımın tavsiyesini yerine getirmeye karar verdim. Okurun konuyu iyice anlayabilmesi ve kendi serbest kanaatini geliştirebilmesi için ko­nuyla ilgili yazılan da bu risaleye dâhil ettim. Risa­lenin en sonunda yer alan “Sosyalistler, Antisemi­tizm ve Siyonizm” yazım ise 11 Kasım tarihinde sos­yalist görüşlü Birgün gazetesinin “Forum” sayfasına yollandı ancak yayınlanmadı. Gerek Yazıişleri Mü­dürü Murat Ören ve gerekse Forum Sayfası Yayın Kurulu yazımın yayınlanıp yayınlanmayacağı husu­sundaki suallerime cevap vermemeyi tercih etti.
Osmanbey, Teşvikiye,
Kasım 2004.

Bu risale bir isyanın dile getirilişidir. Öyküsü de şu.
Her şey Radikal İki’nin 4 Temmuz 2004 tarihli nüshasın­da yer alan “Irak İşgalinin Mimarları” başlıklı çeviri met­nini salt basın ahlâkı ve çeviri usulü açısından eleştiren bir yazıyı Radikal İki’ye yollamamla başladı. Bu risalede de yer alan bu yazım 11 Temmuz 2004 tarihli Radikal İki’de yayınlandı. Ancak beni fevkâlade şaşırtan yazının sonuna iliştirilen “Editörün Notu” imzalı kısımdı. Müs­tehzi bir üslûpla yazılan bu notta beni en fazla rahatsız eden, fahiş bir yanlışa dikkati çeken yazımın hiçbir yerin­de ima yollu dahi herhangi bir itham olmamasına rağ­men “Editörün notu”nun Radikal İki’yı “antisemit” ol­makla itham etmişim gibi bir hava yaratmış olmasıydı. Tartışma yaratmak istemedim ve Radikal İki’ye herhan­gi bir karşılık vermedim.
Böylesi bir cevaba lâyık olmamama rağmen eski Radikal köşe yazan, öykücü, romancı, Birikim dergisi görsel tasa­rımcısı ve muhtelif belgesel, kısa ve deneysel filmlerin yö­netmeni ve kurgucusu Ümit Kıvanç bu yazıyı okuyunca, kendi deyimiyle “sabrı taşacak” ve uzun bir şikâyetnameyi kaleme almaya karar verecekti. Yazımın Kıvanç’ı öfkeye boğduğundan hiç haberim yoktu. Ta ki zaman zaman araş­tırma yazılarımla katkıda bulunduğum “aylık sosyalist kül­tür dergisi” Birikim editörü Abdullah Onay ile Ağustos ayı içinde yapacağım bir telefon konuşmasına kadar.
Onay bu konuşma esnasında Ümit Kıvanç’ın Birikim’de yayınlanmak üzere Radikal İki'de yayınlanan yazımı eleştiren bir makale gönderdiğini ve okumam için bana ileteceğini söyledi. Birkaç gün geçmesine rağmen yazının gelmemesi üzerine Abdullah Onay’a telefon ettiğimde Onay, Kıvanç’ın yazıyı tekrar gözden geçirmek ve yeni şekliyle yollamak üzere geri çektiğini bildirdi. Nihayet Abdullah Onay, Kıvanç’ın yazısını 18 Eylül 2004 tarihin­de elektronik posta ile yolladı ve müsait bir zamanda bir mekânda buluşup çay içmeyi ve konuşmayı teklif etti. Birkaç gün sonra kendisiyle Mephisto Kitabevi’nde buluş­tuğumda yazıyı okuduğumu söyledim ancak fazla bir yo­rum yapmadım. Hatırladığım kadarıyla Abdullah Onay’a yönelttiğim, “Ben Musevi olmasaydım Ümit Kıvanç bu yazıyı halen yazar mıydı?” sualine Onay’ın cevabı “her­halde hayır” idi. Kendisine cevap yazıp yazmayacağıma henüz karar vermediğimi, cevaplandırmaya karar ver­mem halinde Birikim’in yazıma müdahale etmeyeceğini ve aynen yayınlayacağını umduğumu da ekledim. Onay bu sözlerime gülümseyerek mealen “şimdiye kadar yazı­larında hiç öyle bir şey oldu mu?” şeklinde karşılık verdi. Tek çekincesi şuydu. Cevap vermem halinde Ümit Kıvanç cevabımın yazısının yayınlanacağı Ekim sayısında değil bir sonraki sayıda yer almasını istiyordu. Nedenini sor­madım, fazla ilgilendirmiyordu zira nasıl olsa o kadar kı­sa zaman zarfında cevap hazırlamaya vaktim yoktu. Ab­dullah ile hemfikir olduğumuz diğer bir konu ise Kıvanç’ın “İsrail Devleti’ni eleştirene hemen antisemit yaf­tasını yapıştırma” konusundaki şikâyetinin Türkiye için pek geçerli olmadığıydı. Türkiye’de manzara tam aksiydi, İsrail’i eleştirmek siyaseten doğru tavırdı. Abdullah Onay

 le bu minvalde 10-15 dakika konuştuktan sonra başka mevzularda sohbet ettik, sonra da dostane duygularla ve­dalaşarak ayrıldık.
Ümit Kıvanç’ın “Politik doğruluk hakikate karşı” Baş­lıklı Yazısı
Ü m it K ıvanç’ın yazısı Birikim 'in “Madalyonun iki yüzü Anti-semitizm ve siyonizm ” başlığıyla antisem itizm e ayrılmış Ekim sayısında yer aldı[1]
Yazı şöyle başlıyordu:
Rıfat Bali’nin  Radikal İki’ye yazdığı bir yazı,[2] uzun zamandır muzdarip olduğum bir konuda sabrımı taşırdı. İzninizle, Nazilerin Yahudilere karşı işlediği suçların insanlık ailesinin fertleri olarak hepimizin üzerine yüklediği yüklerden artık kur­tulmak istediğimi belirtiyorum. Şartlar bunu gerektiriyor ve zorluyor. Şu anda İsrail devleti korkunç insanlık suçlan işlemeye müthiş bir küstahlıkla devam edebiliyorsa, bu sadece, bu devletin ezmeye çalıştı­ğı insanlarınkiyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir askerî güce ve ABD’nin sağladığı pervasız korumaya sahip oluşu sayesinde değil. “Holocaust geçirmiş insanların devleti” etiketi, İsrail’e bugüne kadar hiç azımsanmayacak bir manevî koruma sağladı. Çünkü tam da İsrail devletine karşı dünya çapında bir seferberliği ete kemiğe büründürebilecek insanlar, anti-semitizme yuvarlanma kaygısı yüzünden, başka hiçbir konuda görülmemiş bir şekilde, elleri kollan bağlı kalabiliyor.
Naziler gerçeği bir defa eğip bükmüşler, sonu acı olmuştu. Şimdi Nazi zulmünün kurbanlan, katillerinin izinden gidiyor. İsrail devleti yü­zünden gerçek yine tersyüz oldu. İbretlik Holocaust öyküsü, bugünün koşullannda, “İsrail zulmü”nün meşrulaştırıcısı haline geldi.
Bu duruma son vermeliyiz.
Herhalde bu hissiyatımda yalnız değilim ki, dünyamn pek çok yerin­de, solculann, sosyalistlerin ya da daha genel tanımlarla konuşacak olursak, eşitsizliklere, adaletsizliklere karşı, insan haklannın genişle­mesinden yana olan insanlann böyle bir konuyu ortaya getirdikleri, tartıştıkları görülüyor.
“Yahudi düşmemi olmadan İsrail devleti ile mücadele edilemez mi?” Tar­tışılan soru bu. Kastedilen ise şu: “Yahudi düşmanı ilân edilmeden İsra­il ile mücadele edilemez mi?” Zira bu tartışma yoğun bir Yahudi» düşman­lığının hüküm sürdüğü Müslüman veya Nazi kalıntısı çevrelerde değil, anti-semitlikle alâkası olmayan demokrat, solcu insanlar arasında yapılıyor. Anti-semit “olma” veya “ilân edilme”yi sorun sayan, bu insanlar. Çünkü ay­nı zamanda İsrail’in icraatı karşısında dehşete düşüyorlar ve itiraza, eleştiriye yeltendikleri anda karşılarına dikilen “Anti-semitizm Alanı - Geçil­mez” levhalarından muzdaripler.
Kıvanç önemli bir bölümünü alıntıladığım bu uzun giriz­gâhını “Bu tür bir zihin temizliği için, önce bir takım ma­nevî baskılardan kurtulmalıyız” cümlesiyle sona erdir­dikten sonra Radikal İki’nin 8 Temmuz 2004 tarihli nüs­hasında yer alan “Irak İşgalinin Mimarları” başlıklı çevi­ri makaleye karşılık 11 Temmuz 2004 tarihinde Radikal İki’de yayınlanan yazımı vesile ederek şahsımla ilgili şu görüşleri sıralıyordu:[3]
“Sorunlu” Olan Dedektör mü Acaba ?
Rıfat Bali, Radikal İki’nin 8 Temmuz 2004 tarihli sayısında yer alan bir yazıya çevirmen tarafından eklendiğini düşündüğü, “Evanjelik”, “Yahudi”, “karanlık”, “Siyonist” ve “siyah Hıristiyan” gibi arabaşlıklar aracılığıyla anti-semitizme meydan verildiğini imâ ediyordu.[4] Arabaşlıkların konduğu çeviri yazıda mevzu, kabaca, İsrail lobisinin ABD yö­netimi üstündeki etkisiydi. Gerçi Rıfat Bali meselenin esasına dair pek laf etmediği, sadece anti-semitizm dedektörlüğü ile meşgul oldu­ğu için bu olgu hakkında kendisinin ne düşündüğünü ayrıntılarıyla anlayamadık bu yazıdan. Yine de “esasa ilişkin” bazı ipuçları vardı ve bunlar, -haydi genellemeyeyim- beni, -haydi nazik olayım- hayrete dü­şürecek cinstendi. Meselâ:
“...bu metinden akılda kalan, Amerika’daki aşırı sağ ve Türkiye’deki aşı­rı sağ ve İslamcı kesimin yayın organlarında da yoğun bir şekilde rastla­nan, şu saçma genelgeler kanaat idi: ‘Başkan Bush İsrail’i destekleyen Hıristiyan Siyonistlere veya popüler deyimle Evanjelistlere sempati du­yuyor. Onun yakın çevresinde yer alan üst düzey danışman ve siyasetçi­lerin çoğu ‘yeni muhafazakârlar’ olup önemli bir kesimi Yahudi’dir. Asli sadakatleri İsrail Devleti’nedir. Irak Savaşı ‘yeni muhafazakârların şa­hin politikaları nedeniyle başlamıştır. Bundaki esas etken de yeni muha­fazakârlar için Saddam Hüseyin’in devrilmesinin İsrail Devleti’nin gü­venliği açısından gerekli olmasıydı’... ”
Kafadan, şunu sorarak başlayayım: bunlar “saçma genelgeçer ka­naat” denip bir tarafa atılabilecek sözler mi? “Asıl sadakat” mevzuu ile en sondaki “esas etken” kısmı elbette epeyce tartışma götürür, ama geri kalanına “saçma” dendiği anda, bunu diyene şüpheli gözlerle bak­mamız gerekmez mi? Rıfat Bali niçin böyle yapmış?
Maalesef sadece bunu da yapmamış.
Radikal İki’ye aktarılan yazının kaynağı olan Adbusters dergisinin, bir başka yazı nedeniyle “anti-semitlikle” suçlandığına işaret ediyor, yani “bunlar zaten sabıkalı, ona göre” demeye getiriyor Bali; şöyle ifadeler­le: “Doğal olarak bu yazı Amerika ve Kanada’da eleştirilere uğraya­caktı...”, “...haklı olarak dergiyi ve yayıncıyı anti-semit olmakla eleştireceklerdi” (vurgulamalar benim -ÜK). Bali, çevirmenin, yazı ak­tardığı derginin taraf olduğu bu tartışmadan birkaç satırla söz etme­sinin “daha yerinde bir davranış” olacağını eklemeyi de ihmal etme­miş. Yani bir işaret daha: Bunlar taraf (“anti-semit”), yazıp çedikleri­ne bu gözle bakın, ona göre muamele edin!
Bu işe bulaşınca haliyle baktım; Bali’ye göre “haklı olarak anti-se­mitlikle eleştirilen” yazı, Adbusters’ta “Niçin kimse onların Yahudi olduğunu söylemek istemiyor?” yollu bir başlıkla çıkmıştı ve yazıda ABD’nin “en etkili 50 yeni muhafazakâr şahininden 29’unun” Yahudi olduğuna dikkat çekiliyordu. “Haklı olarak” yani... Çünkü Adbusters yazan, ABD Başkanı Bush’un bile zaman zaman İsrail’den Filistin meselesinde bazı yumuşama adımları talep etmesine rağmen Şaron’un Bush’u ve ABD’yi takmaması, buna karşılık bu kıymetli aile kasabına herhangi bir yapıtının uygulanmamasına takılmıştı. “Doğal olarak” yani... Yazıda, hem ABD hem İsrail için belirli roller ve poli­tikalar öngören yeni-tutucu şahinlerin (“Neocon” dedikleri tipler), ge­rek ABD-İsrail ilişkilerinin bu durumundan gerekse her iki devletin dünyanın gerikalanına karşı takındığı tavırdan sorumlu olduğu işle­niyordu.
Rıfat Bali’ye göre bunlar “saçma genelgeçer kanaat” midir?
İşin ilginci, aynı yazıda, ABD nüfusunun yüzde 2’sini oluşturan Yahudilerin siyasî tavır bakımından yekpâre olmadıklan, üstelik çoğunlu­ğunun genellikle Demokratlara oy verdikleri, pek çoğunun Ariel Şaron’un politikalanna ve Bush’un Irak savaşına karşı çıktıkları da an­latılıyordu. Adbusters yazan Kaile Lasn, elbette, şu anda benim de içinde bulunduğum ruh halini paylaştığından, muhtemelen anti-semitlikle suçlanacağını da arada belirtiyordu.[5]
Yani, basitçe, Adbusters yazannın yaptığının anti-semitlikle falan alâkası yoktu.
Rıfat Bali’niıı, Radikal İki’ye eleştirisini dile getirirken, elini güçlen­dirmek istemesi elbette -onun bu kelimeleri kullandığı anlamda- “do­ğal” ve “haklı”. Lâkin bulduğu dayanaklardan ikisinin “Basın Ahlâk
Yasası” ve “Doğan Medya Grubu ilkeleri” olması... ne diyeyim... ilginç. Bu, Bali’nin eleştirisini kaleme alırkenki yaklaşımı açısından dikkat çekici bir nokta. Eleştirel-muhalif Adbusters dergisi “anti-semit”, Do­ğan Grubu da “ilkeler” sahibi bir yayın kuruluşu... Medya tabiriyle “çarpıcı”; değil mi? İnsanların psikolojileri hakkında ahkâm kesmeye hakkımız yok, geçeceğiz. Çünkü maksadımız, bu tehlike savuşturma telâşının, ‘dil uzatanı mahkûm etme’ güdüsünün asla tek kişiye özgü olmayan kısmı. Özetleme faslını da artık kesebiliriz. Yorucu işimize gi­rişelim.
Bu memlekette evvelâ ortalık temizliği yapmadan söyleyeceğinizi söy­leyebilmek imkânsızdır, bildiğiniz üzre. E, ben de burada İsrail’i pek çok bakımdan Nazi devletiyle bir tuttuğumu filan söyleyeceğim, antisemit yani bugünkü fiili anlamıyla ‘Yahudi düşmanı”[6] falan ilân edil­meyi göze alıyorum; dolayısıyla, hiç değilse kuşbeyinli ırkçılarla aynı hücreye konmayayım diye, bir yazının en mühim kısmını, esas mevzua geçiş bölümünü hebâ etmeyi göze alıp, mesafe koymalıyım.
Cevabî Yazımın Reddedilişi
Kıvanç’ın yazısının yayınlamasından sonra bu risalenin dördüncü bölümünde yer alan makalemi Birikim’e yolla­dım. Seyahate çıkacağımdan dolayı da her zaman olduğu gibi sayfalanış halinin fakslamasını rica ettim. Birkaç gün sonra telefon eden Birikim Sorumlu Müdürü Kerem
Ünüvar yazımı bu haliyle yayınlamayacaklarını bildirdi ve gerekçe olarak şu itirazları dile getirdi:
a)     Makalemin ilk yarısı bir medya eleştirisiydi ve Kıvanç’ın yazısında ortaya attığı,
Yahudi düşmanı olmadan İsrail devleti ile mücadele edilemez mi?” Tartışılan soru bu. Kastedilen ise şu: “Yahudi düşmanı ilân edilmeden İsrail ile mücadele edilemez mi?
sorusuna cevap vermiyordu.
b)   Yazımın Kıvanç’a cevap teşkil eden ikinci kısmı ise ha­karet içeriyor, Kıvanç’ı haksız bir şekilde antisemit ol­makla itham ediyor, yazıyı yayınlamış olmaktan ötürü bu itham Birikim dergisini de kapsıyordu.
Bu sebeplerden ötürü Kerem Ünüvar yazıyı değiştirmemi veya yeni bir yazı yazmamı rica etti. Cevabım son derece billur, katı ve kısa idi: Bu yazının virgülüne dahi dokunmaya niyetim yoktu. Verebileceğim tek cevabî yazı bu idi. Yazıyı bu haliyle yayınlamamaları halinde yeni bir yazı yollamayacaktım. Dahası üniversitelerde “sol kesimde antisemitizm nedir?” dersi verilmesi halinde Ümit Kıvanç’ın makalesinin örnek metin olarak gösterilebileceği­ni, dergideki diğer yazılarla ilgili kanaatimi, tartışma ko­nusu bu olmadığı için, kendime sakladığımı da sözlerime ekledim. Kerem Ünüvar, Kıvanç’ın yazısının antisemit bir yazı olduğuna mutabık değildi. Hatırladığım kadarıy­la, kendisine Radikal îki’de yayınlanan ve Kıvanç’ın “sabrını taşıran” yazımın tarafsız habercilik ve basın eti­ği ile ilgili olduğunu, halbuki Kıvanç’ın aklı sıra zeki ve usta bir şekilde tartışmayı başka bir mecraya kaydırdığı­nı sandığını, benim ise metin tahlili içeren yazımın ilk bö­lümüyle tartışmayı aslî mecrasına iade ettiğimi, Kıvanç’ın ortaya attığı sualin muhatabının da ben olmadığı­mı da söyledim. Bu ikazıma Kerem Ünüvar, mealen, “ama abi antisemitizm konusunda en çok sen yazdın. Onun için bu suali senin cevaplandırman bekleniyor” şek­linde karşılık verdi. Bu konuşmadan sonra Birikim editö­rü Abdullah Onay veya Birikim Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner ile herhangi bir görüşmem ol­madı. Ne onlar beni aradı, ne de ben onları arama ihtiya­cını hissettim. Bu telefon konuşmasının cereyan ettiği ta­rihten birkaç gün sonra, 23 Ekim günü, TÜYAP Kitap Fuarı’nı ziyaretim esnasında İletişim - Birikim Yayınları standında Kerem Ünüvar’a rastladım ve yazımın akibetini sordum. Cevabı beklediğim gibi menfîydi. Yazı yayınlanmayacaktı. Kerem Ünüvar gerekçe olarak daha önceki telefon görüşmemizde dile getirdiği görüşlerini tekrarla­dı. Ben de kendisine bu kararın en hafif tabiriyle haksız­lık olduğunu söyledim. El sıkışarak vedalaştım.
Yazım Neden Reddedildi?
Birikim dergisi Kıvanç’ın yazışım yayınlamakta herhangi bir mahzur görmediği halde cevabî yazımı yayınlamamaya ka­rar verdi. Bu tuhaf davranışa getirebileceğim muhtemelsek izah Ümit Kıvanç’ın Birikim - İletişim Cemaati’nin bir kı­demli üyesi olmasıdır. Bu Birikim camiasının nevi şahsına münhasır bir davranışı olmayıp Türk fikir dünyasının malûl olduğu, yetmişli yılların mirası, cemaatçi ve dayanışmacı ide­olojinin doğal sonucudur. Nitekim Birikim dergisinin Ekim sayısında yer alan “Antisemitizme sıfır tahammül” başlıklı bildiri vesilesiyle sosyalist Birgün gazetesi yazarları Mete Çubukçu ve Rıdvan Akar arasında cereyan eden tartışmada her iki yazar köşe yazılarında Ümit Kıvanç’ın yazısına gön­derme yapmalarına rağmen ilk kelimeleri adım ve soyadlın­la başlayan bu yazıda şahsıma karşı ileri sürülen çirkin is­natları görmezlikten gelmeyi tercih etti. Dahası bu kısa sü­reli tartışmada Rıdvan Akar’ın Ümit Kıvanç’ı âdeta ikonalaştıran ve bir dokunulmazlık zırhıyla koruma altına alan “Ümit Kıvanç’ın sosyalistliğini sorgulamak ise benim - ve hiç kimsenin - haddi olmamalıdır”[7] satırları dikkate alınırsa Bi­rikim' in yazımı yayınlamayı neden reddettiğinin ipuçlan gö­rülebilir.
Ümit Kıvanç Ne Demek İstedi?
Bu risale ile Ümit Kıvanç’a verdiğim cevabı yayınlamayan Birikim dergisinin bu haksız davranışı ve Ümit Kıvanç’ın şahsıma karşı yazıya döktüğü çirkin isnatlar karşısında hissettiğim ancak duyuramadığım isyanımı dile getiriyo­rum. Bu bir isyandır zira Radikal İki Editörü’nün “not”unun da iliştirildiği yazımdan dolayı “sabrı taşan” Ümit Kıvanç’ın üç ay sabrettikten sonra yayınladığı maka­lede yer alan şahsıma yönelik görüşleri sadece ve sadece Musa dininden bir Türk vatandaşı olmamdan kaynaklanı­yor. Bu alenî bir şekilde ifade edilmiyor elbette ancak son derece açık. Ümit Kıvanç Musa dininden bir Türk olmam nedeniyle, yazısında müstehzi ve sözüm ona ironik bir ifadeyle “antisemitizm dedektörü” sıfatıyla andığı şahsımı ay­nı yazının ilerideki bölümünde bu kez, gene sözüm ona kur­naz ve zeki bir yazı üslûbuyla, ismimi yeniden belirtmeden,
Bizzat İsrail Devleti önderleri ve vazifeli-maksatlı anti-semitizm dedektörleri, “İsrail” in “Yahudi” ile özdeşliğinde hayati bir çıkar görüyorlar, böyle bir kavramı geliştirip yaygınlaştıra­bilecek olanlar da mayınlı arazide dolaşmaya çekiniyorlar.
cümleleriyle bir kez daha anarak aslî sadakatimin Türki­ye Cumhuriyeti’ne değil İsrail Devleti’ne olduğunu ima ve ihsas ediyor.[8] Aynen bu risalede yer alan Adbusters dergi­sinin Yeni Muhafazakârlar ile ilgili yazısında olduğu gibi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gayri Müslim Türk yurt­taşlarının sadakatlerinin sorgulanması yeni bir olgu de­ğildir. Ümit Kıvanç’ın yazısında tekrarlanan bu olgunun “yeni” olan tarafı sosyalist bir yazar tarafından gene sos­yalist bir dergide dile getirilmesidir.
Ümit Kıvanç’ın zihninde yerleşmiş İsrail ve Amerika nef­reti öylesi bir boyuta ulaşmış ki yazısında dünyanın nere­sinde yaşarsa yaşasın bütün Yahudilere İsrail Devleti’nin politikalarının kolektif sorumluluğunu yükleyen bir hava sinmiş. Kıvanç’ın mantığıyla bakıldığında Yahudiler İsra­il Devleti’nin icraatlarının kendilerini soyutlayamayıp, kolektif bir sorumluluktan kaçamayacaklarına göre Filis­tinli gençlerin İsrailli sivillere, El Kaide’nin cihat ideolo­jisine inanan teröristlerin sinagoglarda ibadet eden İs­tanbullu Yahudilere yönelik intihar saldırıları bir yerde “anlaşılabilir” ve “mantıklı” bir davranıştır. Böylesi bir mantıkla yola devam edildiğinde İsrail vatandaşı olma­yan herhangi bir Yahudi’nin, haklı dahi olsa, “İsrail yan­lısı” görülebilecek en ufak bir beyanı, eleştirisi veya yazı­sı onu, Ümit Kıvanç’ın şahsım için kullandığı müseccel deyimiyle, “İsrail Devleti’nin antisemitizm dedektörü” konumuna sokacağı aşikârdır.
Sosyalistler ve Antisemitizm
Türkiye’de ellili yıllardan beri İslâmcı ve aşırı milliyetçi kesimde mevcut olan, kendini son derece rahat ve serbest bir şekilde dile getiren, hem Devlet’in hem de toplumun değişik kesimleri tarafından inkâr edilen, olağanlaştırı­lan ve sıradanlaştırılan antisemitizmin ne olduğu konu­sunda sol ve demokrat cenahın entelektüelleri en ufak bir bilgi birikimine sahip değiller, dahası herhangi bir okuma da yapmış değiller. Bu konuda devrimci sol gele­nekten gelen Doç. Dr. Taner Akçam’ın şu satırlarım oku­makta yarar var: (Taner Akçam, “Antisemitizm”, Agos, 1 Ekim 2004.)
Belki yanılıyorum ama, eğer özellikle sol kesimde, seküler te­melli Yahudi düşmanlığından söz etmek gerekirse, bana bunun temelinde CAHİLLİK yatıyor gibi geliyor. Kelimenin gerçek an­lamıyla CAHİLLİK ve konunun ne olduğundan habersiz olmak. (...) Galiba Türkiye’de Yahudi düşmanlığına karşı çıkabilmek için, öncelikle aydın ve demokrat olduğunu iddia eden kesimler arasında bunun ne olduğu konusunda ciddi bir “Eğitim Çalış­ması” yapmak gerekiyor. “Eğitim Çalışması” kelimesini kasıtlı kullandım. Eskiden, eksikliğini hissettiğimiz bir konuyu öğrenmek amacıyla, “Eğitim Çalışması” programımıza alırdık. Keşke şimdi de böyle birşeyler olsa ve dünyada ve Türkiye’de antisemitizm konusunda eğitsek kendimizi...
Sosyalistler ve demokratlar için, aynen entelektüel kesi­min geneline hâkim genelgeçer kanaat gibi, antisemitizm “Yahudilere has bir mesele”. Böyle olduğu için de sadece Yahudilerin ilgilenmesi gereken bir mesele. Hem solcu, hem İslâmcı bakışın ezici çoğunluğu için antisemit ol­makla itham edilen yazarlar masumdur zira antisemit değil antisiyonist, İsrail karşıtıdır. Bu yazarları antisemit olarak itham etmek haksızlıktır. Zaten Yahudiler ve İsra­illiler herkesi “antisemit” olarak yaftalayarak kimseyi ko­nuşturmazlar. İster sol, ister sağ, ister İslâmcı, ister dev­rimci olsun, toplumun değişik ideolojik kesimlerine ait entelektüel elitlerin meseleye yaklaşımı bu bakışla ma­lûldür. Nitekim şair, yazar ve siyasetçi Roni Margulies Birikim’in Ekim sayısındaki yazısında bu durumu şu sa­tırlarla tespit etmekte:[9]
Yahudilerin dünyayı ele geçirmeye çalıştıkları, Yahudi/mason/finans komploları, Yahudilerin Amerika’yı yönettikleri, bü­tün Yahudilerin zengin olduğu ve/veya paradan iyi anladıkları - bütün bunlar elbet Batı’da mevcut olan düşünceler, ama Batı’da ırkçılar tarafından, ırkçı olduğunun bilincinde olan ırkçılar tarafından savunulan düşünceler. Burada ise, bu dü­şünceleri dile getirenler de, dinleyenler de ırkçılık yapıldığını düşünmüyor bile çok zaman. Örneğin, Radikal gazetesi Ameri­kan yönetimindeki bazı sivri isimlerin Amerika egemen sınıfı ile ilişkilerini, bu bağlamdaki konumlarını değil de, sadece Ya-
hudi olmalarını vurgulayan bir yazı yayımladığı zaman, ne yaptığının farkında bile olmuyor, ırkçılık konusu aklına bile gelmiyor. O kadar ki, Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yorul­maz arşivcisi, her sosyalistin göz bebeği olması gereken Rıfat Bali bir cevap yazısı yazdığında, yazının altına düşüncesiz, ter­biyesiz, ve hâlâ anlayamayan bir ‘Editörün Notu’ ekleniyor.
Ümit Kıvanç’ın Sorusunun Muhatabı Kim?
Ümit Kıvanç’ın ortaya attığı,
Yahudi düşmanı olmadan İsrail devleti ile mücadele edilemez mi?” Tartışılan soru bu. Kastedilen ise şu: “Yahudi düşmanı ilân edilmeden İsrail ile mücadele edilemez mi?
sorusunun muhatabı ben değilim zira Radikal 7/ji’de yayınlanan yazım tarafsız habercilik ve basın ahlâkı konusuyla sınırlıydı. Ümit Kıvanç ve Biri­kim dergisi bu suale cevap arıyorlar ise şayet yüzle­rini bana döneceklerine internetteki arama motor­larının birine “left antisemitism” (sol antisemitizm) anahtar kelimelerini yazmaları yeterliydi. Karşıla­rına dökülecek web sayfası linklerinden aradıkları cevabı bulacaklardı. Ben bunlardan bir tanesinin bir kısmını tercüme etmekle yetineceğim. Sol anti­semitizm konusunda Frontpage dergisi tarafından düzenlenen bir tartışmada katılımcılara yöneltilen “İsrail’i eleştirmenin ne zaman antisemitik olduğu­nu nasıl anlayabiliriz?” sorusuna katılımcılarından City Journal editörü ve Manhattan Enstitüsü üyesi Sol Stern ile Fairleigh Dickinson Üniversitesi ant­ropoloji profesörü David Rosen’in cevapları şöyle:[10]
Sol Stern: İsrail hükümetinin somut herhangi bir politikasını eleştirmek sadece antisemitik olmadığı gibi bazen de gereklidir. Son tahlilde demokrat olanlar bizleriz. Açık bir tartışmanın kendi başına iyi olduğuna ve İsrail’deki demokrat dostlarımızın daha etkili politikalar benimsemelerine yol açacağına inanıyo­ruz. Diğer yandan bir milli [yurt] tasan[sı] olarak İsrail’e sal­dırmak, İsrail’i günah çıkarmak için kurulmuş bir devlet olarak tarif etmek, aynı dış tehdide maruz diğer devletlere kıyasla İs­rail’i daha yüksek standartlara tâbi kılmak muhtemelen antise­mitik olarak değerlendirilmelidir. Herhangi bir Amerikan hü­kümetini meşru ve gerekli bir şekilde eleştirmek ile Amerikan karşıtlığı arasındaki farkı bilmekten çok da farklı bir şey değil. Bir nebze akli selim sahibi herhangi birisi meşru eleştiri ile bü­tün bir ulusun şeytanlaştınlması arasındaki farkı söyleyebilir.
David Rosen: Sihirli bir formül yok. Can alıcı konu eleştirinin Yahudilerin kendi hür iradeleri ile kendi gelecekleri hakkında karar vermelerine (self determination) ve İsrail’in bağımsız bir devlet olarak varlığına saygı gösterip göstermediğidir. Bunun ötesinde İs­rail’in politikaları, kurallarına göre oynanan bir oyundur ve eleş­tirilecek çok şey var.
Antisemitizm üzerine yayın yapmış bir Türk Musevisi ol­mam bana Kıvanç’ın sualine cevap verme zorunluluğu gi­bi bir sorumluluk yüklemez. Ben yetmiş küsur milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nde tek başına Yahudi’yi, Türk Ya­hudi Cemaati’ni, İsrail Devleti’ni simgelemiyorum, temsil etmiyorum. “Antisemitizm”, “komplo teorileri” veya “Tür­kiye Yahudileri” tekelimde olan araştırma konuları değil. Başkaları bu konulara ilgi duymuyorsa müsebbibi ben de­ğilim. Batı dillerine aşina, araştırma azmi ve disiplinine haiz ve de en önemlisi vicdanı hür, fikri hür herkes bu alanda, yayınlarımın da fevkinde, yayın yapabilir. Yeter ki siyaseten doğruluk adına zihinsel dünyasını bazı çizgi­lerle sınırlandırmasın. Zaman zaman duyduğum “azın­lıklarla ilgili araştırma yapmak için cemaatten biri ol­mak lâzım zira ancak öyle biri azınlık haleti ruhiyesini daha iyi anlar” türünden klişe beyanlar ise bu konuda ça­lışmaya pek de hevesli olmayanların ürettikleri bir maze­retten başka bir şey değildir.
Ben Kimim?
Benim Türk Musevisi olmam şahsıma herhangi bir olum­lu veya olumsuz özellik atfetmediği gibi birçok kimliğim­den sadece biri olan bu kimliğim düşüncelerimi, yazıları­mı ve davranışlarımı etkilemez. Ancak bu yazdıklarım hiçbir şey ifade etmiyor zira sol, demokrat ve liberal ce­nahtaki aydınlar dahil entelektüel elitlerin ezici çoğunlu­ğu her şeyi “cemaat” ve “etnisite” temelinde değerlendiri­yor zira kendileri de muhtelif ideolojik, siyasi, etnik, din­sel veya kültürel cemaatlerin üyeleri, müritleri veya ta­raftarları. Dolayısıyla zihinsel dünyaları “cemaat” ve “ta­raftar” temelinde kemikleşen bu seçkinler beni sadece ve sadece Türk Yahudi Cemaati’nin bir ferdi, bir Musevi olarak görüyor, Musevi olmamdan ötürü “yanlı” olduğu­ma, tarafımın da, sevgi bağım olduğunu hiçbir zaman in­kâr etmeyeceğim, İsrail Devleti’nin yanı olduğuna inanı­yor ve beni sorgulama hakkına sahip olduklarını sanıyor­lar. Halbuki ben İsrail kadar kültürüne ve diline fevkâlade aşina olduğum Fransa ve Amerika’ya karşı da sevgi bağım var. Bu benim özel hallerimdir, kalem tutan elimi titretmez, vicdanımı etkilemez. Vatandaşı olduğum Tür­kiye Cumhuriyeti’ne olan bağımı, sevgimi ve sadakatimi etkilemez. Ancak entelektüel elitlerin bu ruh halini anla­yabileceklerini hiç sanmıyorum. Sağcı ve İslâmcı kesimin bu malûm bakışma alışığım ancak sosyalist veya demok­rat cenahtakilerin de böylesi bir bakışa sahip oldukları­nın farkına varmak hiç de hoş bir tecrübe değil. Ağzımda acı ve kekremsi bir tad bırakan bir tecrübe. Sol çevreye ait az sayıda arkadaşım kendi cenahlarındaki bu tavır hakkında beni defalarca ikaz etmişlerdi. Abarttıklarını sanıyordum, yanılmışım.
Ben ne Ümit Kıvanç’ın, ne de adımı anmadan üstü kapa­lı bir şekilde “Yahudiler, İsrail hakkındaki fikirleri sorul­duğunda gerginleşiyor, ketumlaşıyorlar. Ya da kimileri ‘Ben dış politikadan anlamam, branşım değil’ diyor” satır­larıyla[11] İsrail Devleti’nin politikaları için görüş beyan et­mekten kaçındığımı belirterek beni eleştiren İslâmcı Gerçek Hayat dergisinin suallerine cevap verme sorumluluğunu omuzlarımda taşımıyorum.[12] Musa dininden bir Türk vatan­daşı olmamdan ötürü diğer Türk vatandaşlarına kıyasla bu tür konularda ne daha fazla bir sorumluluk, ne de cevap ver­me mecburiyeti hissediyorum. Bunun iyice anlaşılması gere­kiyor. Anlaşılacağı hususunda herhangi bir ümit beslememe­me rağmen belirtmeden de edemiyorum. Dahası benim uzmanlık alanım İsrail-Filistin ihtilâfı değil. Dolayısıyla derin­lemesine bilgi sahibi olmadığım konularda uluorta laf söyle­mem. Bu araştırmacı disiplinimden kaynaklanan ilkesel bir tavır. Ortadoğu konusunda “araştırmacı” diye medya piyasa­sında arzı endam eden simalardan beklenen en asgari ente­lektüel donanım her iki tarafın yayınlarını takip edebilecek kadar Arapça ve Ibranice bilmeleri. Halbuki bir, iki nadir is­tisna hariç, “uzmanlar”dan hiçbiri bu dilleri bilmiyor. Bu “uzmanlar”ın ve konuya ilişkin fikir yürüten köşe yazarlarının yaptıkları “İsrail-Filistin ihtilafı” konusunda Türkiye’ye hâ­kim olan genel geçer ideolojik yaklaşımın içinde kalmaya özen göstererek bayatlamış klişeleri tekrarlamaktan başka bir şey değil. Böylesi bir “piyasa”yla haşır neşir olan kimse­ler doğal olarak benim de aynı şekilde davranmamı bekliyor­lar. Üstüne üstlük Türk Musevisi olmam onlann gözünde görüşlerime daha bir kıymet atfeden bir vasıf. Araştırmayı ve araştırmacılığı çok ciddiye alan birisi olarak derinleme­sine fikir sahibi olmadığım konularda laf olsun diye fikir be­yan etmemem ise benden “duruş” veya “tavır” sergilememi bekleyenleri şaşırtıyor.
Bir diğer gerçek Türkiye’de, görüşünüzde yüzde yüz hak­lı olsanız bile, “İsrail Filistin ihtilâfı” konusunda nesnel ve tarafsız yazı yazmanın neredeyse imkânsız olması­dır.14 Böylesi bir yazı yayınlamanız halinde “İsrail muhib­bi” olarak yaftalanır, entelektüel camiada karizmanız sı­fıra iner, medya piyasasındaki meslekî hayatınız da cid­di bir şekilde sekteye uğrar. Nitekim Milliyet Genel Ya­yın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz, Kenize Murad’ın İsra­il Bu gerçeği yansıtır bir medya eleştirisi için bkz. Kürşat Bumin, “Hürriyet: “Şaron yanlısı bir gazete mi?”, www.medyakronik.com, 3 Nisan 2002.
il'in Filistinlilere yönelik siyasetini sert bir dille eleştiren ve bu nedenle yayınlandığında Fransa’daki “güçlü siyonist lobi”si tarafından sindirilmeye uğraşılan, Türkçeye Toprağımızın Kokusu Filistin ve İsrail’in Sesleri başlığıy­la çevrilen kitabı üzerine yazıya döktüğü şu düşünceleri benim dile getirdiğim gerçeğin teyidi:[13]
Kenize Murad ile Burçin Gerçek’in yaptığı bu ilginç söyleşiyi okurken şunu düşündüm:
Burada, Türkiye’de, Murad’ın yazdığının tersini an­latan bir kitap yazılsaydı, yazanın başına neler gelirdi diye...
Şöyle bir kitap: Terör kur­banı İsrail halkının yaşa­mından kesitler veren, terö­rün yarattığı büyük şoku ve dağıtıp parçaladığı insan yaşamlarını anlatan röpor­tajlar içeren bir kitap...
Hiç kuşkunuz olmasın ben­zer bir “entelektüel terörizm”e burada da tanık olurduk. Yaza­nın ne İsrail ajanlığı kalırdı, ne siyonist uşaklığı... Hatta bazı gazetelerde yazarı hedef göstermeye varan yayınlar bile yapılır­dı, buna eminim...
Yazar, kitabında İsrail devlet politiklannı ve Şaron’un tutumunu şiddetle eleştiriyor bile olsaydı, sonuç değişmezdi.
Kenize Murad’ın bence asıl cesareti bu kitabı Fransa gibi bir ülkede ya­yımlamasından çok, karşılaştığı olayın adım açıklıkla koymasından geli­yor: Entelektüel terörizm!
Ümit Kıvanç’ın Yazısından Örnekler
Birikim dergisinin Ümit Kıvanç’ın yazışma cevap verme­diğimi ileri sürerek yazımı yayınlamayı reddetmesinin hiçbir haklı temeli yok. Yazımın önemli bir bölümü, Kıvanç’ın sözüm ona zekice bir şekilde başka bir mecraya saptırdığını sandığı basın ilkeleri ile ilgili sorunu yeniden mercek altına almakta. Son bölümü ise Kıvanç’ın yazısın­dan aşağıda alıntıladığım düşüncelerine mizahî üslûpta hazırlanmış bir cevaptır:
a) İsrail devletini şu anda yönetenler, basitçe kendi hukukunu kendi koyan bir çetedir. (Bu durumun dinî-ideolojik geri planı­na -”vaat edilmiş topraklar”, “seçilmiş ırk” vs.- hiç bulaşmadan, sırf sonuçlara bakarak konuşuyorum.) “Çete” lafı abartılı görü­nebilir. Bunu bir aşağılama aracı olarak kullanmıyorum. Hu­kuki düzlemde ciddi ciddi tartışılabileceğini düşünüyorum, bir devlet için hangi durumlarda bu kavramın kullanılabileceği­nin.[14]
b) Şimdi, bir başka kritik konuya geçiyoruz. Bir defa, bugünkü niteliği ve uygulamalarıyla İsrail devleti aleyhinde konuşmak, eylem yapmak, hattâ eğer mümkünse, bu devletin birtakım gi­rişimlerine fiilen engel olabilmek, bırakın anti-semitizmi falan, bir vicdan borcudur. “Yahudi”nin, dün -yüzyıllarca- ayranı ka­baran Avrupalı yoksullar tarafından kırımdan geçirilen bir es­rarengiz düşman imgesini ifade etmekten çıkmasını, bugün, ırkçı-soykırımcı bir çete-devletin suç ortağı olarak görülmekten kurtulmasını ve insanlık ailesinin herkes gibi bir mensubu ol­masını isteyen herkes, bu haliyle İsrail devletinin ortadan kalkması için çalışmalıdır. Çünkü ırkçı-soykırımcı İsrail dev­leti, Yahudi kimliğini de esir almıştır. Her Yahudi, ilk iş bu devletle ilişkisini tarif etmek zorunda kalıyor. Bu koşullarda bu kaçınılmaz. Düşünün ki 1942 yılındayız, az önce diyelim Treblinka toplama kampında olan bitene dair bir haber izlemişiz ve karşımıza, “Merhaba, ben Alman’ım,” diyen biri çıkıyor.
Asıl kritik fasıl da burada başlıyor. Zira “Alman” denince akılla­ra derhal “Nazi”nin geldiği, Almanlarla ilgili hoşumuza gitmeyen en küçük olayda bunu ortaya sürdüğümüz bir dünyada elbette şu soru, hemekadar rahatsız edici olsa da, hiç fuzuli sayılmaz: ‘Ya­hudi”, İsrail devleti ile özdeş midir? Ya da en azından onun “do­ğal” suç ortağı mıdır?
Ya da şöyle soralım: Toplama kamplarının, gaz odalarının so­rumlusu “Alman” mıdır? Dört milyon Vietnamh’nın katledilme­sinden “Amerikalı” mı sorumludur?
Ben, bizim memleket için üstüne daha kolay konuşulabilir bir soruya dönüştürmek istiyorum bunu: “Düşük yoğunluklu sa­vaş” döneminde, Demirel’in, Tansu Çiller’in, Genelkurmay’ın, medyanın her dediğine inanan, ‘Yahu bu kadar genç niçin dağ­lara çıktı da can veriyor?” diye düşünmeyen, düşündüğünde de savuşturan, Kürtlerin Kürtçe konuşmak istemesini pek acayip bir talep gibi gören ve bu kıymetli fikrinden bir an bile şüphe etmeyen, ettiğinde savuşturan, “12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi” denen fenomenin bu ülkenin yakın tarihinde nelere yolaçtığından habersiz, darbe sonrası yıllarda, kaç bin kişinin o sırada işkencede inlediğini, hapiste çürüdüğünü bir an bile dü­şünmeden yaşamış, büyümüş, yetişkin olmuş, yaşlanmış ez­cümle ahali, Susurluk çetesinin suç ortağı mıdır?
Ne cevap veriyorsunuz? Herhalde şöyle: Bir bakıma evet, bir bakıma hayır.
Evetse niye? Çünkü burada sözü geçen suçlan bu insanlar bil­fiil işlemediler, ama bu suçlan işleyenleri seçtiler, onlann ken­dilerini yönetmesine razı oldular, onlara itiraz etmediler. Bu­gün Türkiye’de kimse çıkıp, “Evet kardeşim, savaş yapıldı, otuz bin kişi öldü, valla benim bir günahım yok” diyemez. Vebal he­pimizin üstündedir.
O halde, İsrail devletinin işlediği suçlardan ötürü “Yahudi” suç­lu mudur, diye sorarsak, bu ille de Yahudi düşmanı olduğumuz anlamına gelmez.
Ve bu soruya olsa olsa, yukandakine benzer bir cevap veririz.
c) Evet, “İsrail lobisi” veya yönetimdeki yeni-tutucu şahinler ekibi denen şeyler sadece Yahudilerden oluşmuyor, üstelik, de­min de konu ettik, hem İsrail’in şu andaki yapısına hem de ABD’nin İsrail’in arkasında koşulsuz durmasına itiraz eden pek çok Yahudi var. Ama, azımsanmayacak sayıda güçlü, nü­fuzlu, zengin Yahudi, İsrail devletinin silah gücünün artırılma­sı, bu çete-devlete dünya çapında bir tür dokunulmazlık sağ­lanması için Amerikan yönetimlerinin -Kongre’nin, Senato’nun...- ensesinde boza pişiriyor, bazılan da fiilen Amerikan yönetiminin politikalannı etkileyebiliyor, şekillendirebiliyor (yukanda sözü geçen Adbusters yazısını hatırlayın).
d) Sonuç olarak, gelirlerinden İsrail ordusuna pay veren Coca- Cola’yı afiyetle içmekteyiz hepimiz.
a)                  Her şeye rağmen, 1980 sonrası vahşi kapitalizmin iyiden iyiye insan-dışılaştırdığı bu dünyada, Allah bilir, Yahudi düşman­lığının canlanması gibi bir belâ da başımıza gelir; ancak böyle bir durumda, arabaşlıklar konusunda pek hassas olan Rıfat Bali gibi insanlar da göreceklerdir ki, “bu satırların yazarı” ve onun gibi, şu haliyle İsrail devletinden nefret eden bazı uslanmazlar, itiraz ve direniş saflarında en önde yerlerini yer alacak­lardır. (Bana yemekler yapıp yıllar sonra Victor Jara dinleten arkadaşımı onların eline mi terk edeceğim yani?)
e) ‘Ariel Şaron günümüzün Hitleri’dir’ veya ‘İsrail lobisi ABD’ye yön veren güçlerden biridir’ dediğimde anti-semit addedilecek­sem, bunlar beni bozmaz. İsrail devletinin, tarihin gördüğü en garip ve en hazin ikilemlerden birini ete kemiğe büründürme­sinden, korkunç bir soykırımın kurbanı olmuş insanların kur­duğu devletin, Nazilerin izinden giden, etnik temizlikçi, soykı­rımcı bir çete-devleti olarak şekillenişinden, aynı halkın başka devletler üzerinde nüfuz sahibi mensuplarının bütün bu işlere ekonomik-lojistik-askerî-siyasî-diplomatik destek sağladığın­dan sözedilmesi de kimseyi bozmamalı.
Ümit Kıvanç’ın Yazısının İnandırıcılık Düzeyi
Kıvanç’ın, “Coca Cola” örneğinde olduğu gibi, yalan yanlış bilgi de ihtiva eden yazısının ciddiye alınabilecek hiç bir yanı yoktur. Kıvanç’ın (c) şıkkında alıntıladığım satırları “Yahudi’nin Dünya’ya Hâkim Olma Planları”nı anlatan ünlü düzmece antisemit eser Siyon Önderlerinin Protokol­lerinin âdeta birer tekrarı. Klasik bir antisemit komplo te­orisi. Bunun için Siyon Önderlerinin Protokolleri’nin ikinci protokolündeki şu bölümü okumak yeterli:[15]
Halkın içinden kölece itaat etme kapasitelerini çok sıkı bir şekilde inceleyerek seçeceğimiz yöneticiler, yönetim sanatı alanında eğitilmemiş ki­şilerden oluşacaktır ve bu yüzden kendilerine danışmanlık yapacak olan, bütün dünya işlerim yönetmek amacıyla çocukluğundan beri özel olarak yetiştirdiğimiz zeki ve bilgili kişilerin elinde oyunumuzun piyon­ları haline geleceklerdir.
Kıvanç’ın Yahudi kökenli yeni muhafazakârların Ameri­ka’nın dış politikasını yönlendirdikleri inancı öylesine de­rin ki (f) şıkkında alıntıladığım satırlarında yer alan “İsra­il lobisi ABD’ye yön veren güçlerin biridir” düşüncesinden dolayı antisemit addedilecekse bundan hiç gocunmayaca­ğını âdeta meydan okurcasına ilan etmektedir. Böylesi bir tavra getirilecek muhtemel izah Kıvanç’ın aynaya baktı­ğında kendisini bütün tabuları yıkan, söylenemeyeni söy­leyen cengaver bir entelektüel olarak görmekte olduğudur.
Bir diğer muhtemel izah şekli bilgisizliğin verdiği cüret ve cesarettir. Kıvanç’ın belki farkında olmadığı, yeni muhafa­zakârların Amerikan dış politikasını yönettikleri kanaati­nin hem Türkiye’de, hem de yurtdışında faşist, aşırı sağcı ve İslamcı çevreler tarafından paylaşıldığıdır.[16]
Ümit Kıvanç klasik bir antisemit komplo teorisini tekrar dillendireceğine yeni muhafazakârlar konusunda Selin Çağlayan’ın İsrail Sözlüğü’nün kitabının sayfalarını açma zahmetine katlanmış olsaydı peşinyargılannı sarsacak ye­terli nesnel bilgi bulabilecekti.25 Birikim dergisi ile yalan yanlış bilgiler ihtiva eden yazısını okurlara sunmakta mahzur görmeyen Ümit Kıvanç’ın farkında olmadığı husus ideolojik hasım konumunda olan aşırı Türk milliyetçisi gö­rüşleri dile getiren birçok web sitesi ve yazarlar ile aynı or­tak paydada buluştuklarıdır. Bu görüşümü temellendir­mek için de halkı, “Yahudi sermayesi”ne ait olduğu yala­nıyla, başta Coca Cola olmak üzere, aralarında Ariel Matik deterjanı (İsrail Başbakanı Ariel Sharon’un adı ile ben­zer oluşundan!), Nestle, Nescafe ve benzeri bir dizi ürünü satın almamaya davet eden bir boykot çağrısının başlangıç bölümünü alıntılamakla yetineceğim:
Bu günkü yazımızda ABD’nin emperyalizm simgesi olan Coca Cola’nın Yahudi asıllı sahibinin CNN’de yapmış olduğu açıklamasına de­ğineceğiz.
İlk olarak Coca Cola’nın Yahudi asıllı sahibinin CNN’de yapmış oldu­ğu açıklamayla başlayalım. Coca Cola’ınn sahibi CNN’de yaptığı açık­lamada “ Temmuz ayının tüm gelirini ve bundan sonra ki ayların kâr paylarını İSRAİL ORDUSUNA devrettiğini ” açıkladı. Evet Gpca Cola bundan böyle Temmuz ayının tüm gelirini ve sonra ki ayların kâr pay­larım İsrail Ordusuna devredecekmiş. Coca Cola daha önceleri de Ame­rika’yı giriştiği tüm terör olaylarında destekledi Irak’ta, Afganistan’da, ... vb. dünyanın her yerinde Müslümanlara yönelik saldırıların mali destekçisi olmuştur. Sizlerin de ve bütün dünyanın da bildiği üzere İs­rail, Filistin’i ortadan kaldırmak için ve oradaki bütün Filistinli Müslü­manları yok etmek için sanki ant içmişçesine silahsız sivil halka kurşun sıkıyor, evlerini buldozerlerle yıkıyor, seralarını yerle bir ediyor, her şeyden habersiz masum küçük çocukları öldürüyor, yakaladıkları Filis­tinli gençlerin kollarım taşlarla vurarak kırıyor, masum insanları öldü­rüyor, öldürüyor, öldürüyor. İşte Filistin’de bunlar yaşanırken Coca Cola’ınn sahibi sahibi de CNN’de çıkmış “ Temmuz ayının tüm gelirlerini ve bun­dan sonra ki ayların kar paylarını İsrail Ordusuna devrettiğini “ dünya­nın gözünün içine baka baka pervasızca açıklama yapıyor. Bu yapılan açıklamada bütün dünyaya bir mesaj veriliyor o da “ Müslümanlara yö­nelik yürütülen her türlü mücadele de Coca Cola onların yanında ola­caktır”.[17]
Sonuç
Türkiye Cumhuriyeti’ne olan sadakatim hakkında kuş­kular dile getirmeye cüret eden bir yazarın makalesini gönül rahatlığıyla yayınlayan, bu haksız isnata maruz kalan benim cevabî yazımı ise yayınlamayı reddeden Bi­rikim dergisi ifade özgürlüğü ilkesine zerre kadar saygı göstermediği bir yana, hakikat anı gelip çattığında fütur­suz bir şekilde cevap hakkımı da gaspetmesi tek bir şeye işaret etmektedir. Birikim’in bana bakışı Ümit Kıvanç’ın bana bakışından hiç de farklı değil. Birikim bana baktı­ğında öncelikle kalemini ve vicdanını İsrail lehine kulla­nan veya kullanmaya meyleden bir Musevi görüyor. Bana en ağır gelen, en tahammül edemediğim ve kabullenemediğim de bu. Sadece Ümit Kıvanç’ın yazısı değil.
Kaile Lasn
NEDEN HİÇ KİMSE YAHUDİ OLDUKLARINI SÖYLEMİYOR ?
Dostlar birbirlerine yardım eder. İşte bu nedenle Birleşik Amerika her yıl İsrail’e milyarlarca dolar gönderir. Buna karşılık İsrail Birleşik Amerika’nın Ortadoğu’daki strate­jik çıkarlarını ilerletir. Ancak bu karşılıklı birbirini kol­lamaya rağmen İsrail-Amerika ilişkileri zor bir yoldan geçmekte. Geçtiğimiz Aralık ayı kıdemli bir Amerikan Dışişleri mensubu İsrail Devleti’ni Filistinli komşuları ile arasındaki ihtilâfı halletmek için “çok uzun zaman bo­yunca çok az” girişimde bulunmaktan ötürü ağır bir şe­kilde azarladı. Nitekim Başkan Bush’un kendisi de bir ay önce “İsrail yeni yerleşimlerin inşaasmı dondurmalı, yetki verilmemiş olanları sökmeli, Filistin halkının her gün maruz kaldığı onur kırıcı muameleye son vermeli ve nihai müzakereleri duvarlar ve tel örgüler inşa ederek zarara uğratmamalı” talebiyle İsrail’i azarladı.
Sert sözler, ancak bütün bunlar sadece görüntüyü kur­tarmak için mi? Bu Bush’un İsrail’i eleştirdiği ilk vaka değildi. Bush Başkanlığı boyunca “yaşanabilir” bir Filis­tin devleti için birçok kere çağrıda bulundu. Ancak Bush Birleşik Amerika’nın direktiflerini yok farzeden, barış sürecine olan inancı karşısında omuz silen İsrail Başba­kanı Ariel Sharon’u hiçbir zaman somut bir şekilde ceza­landırmadı. Dahası diplomatik azarların Dışişleri Bakanlığı’nın sorumluluğu olduğunu ve Bakanlığın Bush’un Be­yaz Sarayı’nda cereyan eden politika savaşlarında kaybe­den taraf olduğunu not etmekte fayda var. İnsan hakika­ten Rumsfeld’in Savunma Bakanlığı’nı kontrol eden yeni muhafazakâr şahinlerin Dışişleri Bakanlığı’ndan da so­rumlu olmaları halinde İsrail-Amerika ilişkileri ile Ame­rika’nın dünyanın geri kalan kısmıyla ilişkilerinin neye benzeyeceğini merak etmekte.
*
Amerikalı yeni muhafazakârların İsrail yanlısı eğilimleri­ni, [Amerika’daki Yahudi nüfusuna kıyasla] büyük bir kıs­mının oransız bir sayıda Musevi olduğunu anlatmak için oldukça fazla mürekkep harcandı. Bazı yorumcular, İsra­il’in sağ kanat partisi Likud’a olan bağları nedeniyle “Likudnik” olarak anılan bu insanların Amerika ve İsrail’in çıkarları arasında gerekli ayrımı yeterince yapmadıkları hususunda endişeliler. Örneğin Irak’ta savaş için baskı yaptıklarında kimlerin çıkarlarını korumaktaydılar ?
Yeni muhafazakârların Museviliklerine dikkati çekmek hüner isteyen bir oyun. Bunu yapan her kimse otomatik olarak antisemit sıfatıyla lekeleneceğine emin olabilir. Ancak burada dikkati çekilen husus Amerikan nüfusu­nun yüzde ikisinden az olan Musevilerin monolitik bir perspektife sahip oldukları değildir. Nitekim Amerikan Yahudileri ezici bir şekilde Demokrat Parti lehine oy kul­lanırlar ve aralarından birçoğu Ariel Sharon’un politika­ları ve Bush’un Irak saldırısı ile hiç mutabık değil. Dikka­ti çekilen husus sadece yeni muhafazakârların İsrail’e

özel bir yakınlıkları görüldüğü ve bu ilginin onların siya­si düşüncelerini ve dolayısıyla Amerika’nın Ortadoğu si­yasetini etkilemekte olduğu.
Adbusters’de bu meseleyle cepheden yüzleşmeye karar verdik, dikkatle araştırdık ve Birleşik Amerika’nın en et­kili 50 yeni muhafazakârı olduğu görülen kişilerin liste­sini hazırladık. Kimin gerçekten yeni muhafazakâr oldu­ğuna karar vermek zordur zira bazı yeni muhafazakârlar bu terimi reddetmekte, bazıları ise kabullenmekte. Bazı­ları Beyaz Saray’ın içinden siyaseti şekillendirmekte, ba­zıları ise çevrede yer almakta, gazeteci, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu entelektüelleri olarak Beyaz Sa­ray’ı dolaylı yoldan etkilemekte. Bütün bu insanların paylaştıkları görüş Birleşik Amerika’nın dünyanın geri kalan kısmını ahlâkî açıdan daha üstün olan kendi ima­jına göre yeniden şekillendirerek kendini korumak zo­runda olan yardımsever bir hipergüç olduğu görüşüdür. Bu insanların yarısı Yahudi’dir.
NORM AN PODHORETZ *
IRVTNG KRISTOL *
MIDGE DECTER *
JEANE KIRKPATRICK
PAUL WOLFOWITZ *
DOUGLAS FEITH *
PETER RODMAN
STEPHEN CAMBONE

DONALD RUMSFELD
DICK CHENEY
I. LEWIS LIBBY *
ELLIOT ABRAMS *
ZALMAN KHALILZAD
JOHN BOLTON
DOV ZAKHEIM *
ROBERT B. ZOELLICK *
RICHARD PERLE *
R. JAMES WOOLSEY,
 ELIOT COHEN *
ROBERT W. TUCKER
FRANCIS FUKUYAMA
WILLIAM KRISTOL *
ROBERT KAĞAN *
GARY SCHMITT
ELLEN BORK
DAVID WURMSER *
JOSHUA MURAVCHIK *
REUEL MARC GERECHT
MICHAEL NOVAK
FR. RICHARD J. NEUHAUS
MEYRAV WURMSER *

IRWIN STELZER *
RUPERT MURDOCH
RICHARD MELLON SCAIFE
THOMAS DONNELLY
OWEN HARRIES
 MICHAEL LEDEEN *
FRANK GAFFNEY
MAX BOOT
 GARY BAUER
 WILLIAM BENNETT
 DANIEL PIPES *
LAWRENCE KAPLAN *
MARTY PERETZ *
CHARLES KRAUTHAMMER *
DAVID BROOKS *
FRED BARNES JOHN PODHORETZ *
NEAL KOZODOY *
JONAH GOLDBERG *
Not: Yanlarında (*) işareti olanlar Yahudi’dir. (RNB) Adbusters, sayı 52, Mart-Nisan 2004. www.adbusters.org/magazine/52/articles/jewish.html

II- YENİ MUHAFAZAKÂRLARLA İLGİLİ ADBUSTERS YAZISININ YARATTIĞI TEPKİLER
Jay Currie
YAHUDİ AVCILARI
The American Spectator, 1 Mart 2004.
Adbusters dergisi tüketim karşıtlığı konusunda oldukça güzel bir misyonerlik çalışması yapmakta. 120.000 tirajı olduğunu iddia eden Adbusters doksanlı yılların başında “Hiçbir Şey Satın almama Günü” ve “TV Kapatma Günü” kampanyalarını başlatmıştı.
Ancak bu yeterli değildi. Yayıncı Kaile Lasn sert bir mal­zemeye ihtiyacı vardı. Dolayısıyla: Yahudi Avcıları! Der­ginin en son sayısında editörler “Niye Hiç Kimse Yahudi Olduklarını Söylemiyor?” başlıklı soruya karşılık şu iza­hatı vermekte:
Adbusters’de bu meseleyle cepheden yüzleşmeye karar verdik, dikkatle araştırdık ve Birleşik Amerika’nın en etkili 50 yeni mu­hafazakâr oldukları görülen kişilerin Üstesini hazırladık. Kimin gerçekten yeni muhafazakâr olduğuna karar vermek zordur zira bazı yeni muhafazakârlar bu terimi reddetmekte, bazıları ise ka­bullenmekte. Bazıları Beyaz Saray’ın içinden siyaseti şekillendir­mekte, bazıları ise çevrede yer almakta, gazeteci, akademisyen ve sivil toplum kuruluşu entelektüelleri olarak Beyaz Saray’ı do­laylı yoldan etkilemekte. Bütün bu insanların paylaştıkları görüş Birleşik Amerika’nın dünyanın geri kalan kısmını ahlâkî açıdan daha üstün olan kendi imajına göre yeniden şekillendirerek ken­dini korumak zorunda olan yardımsever bir hipergüç olduğu gö­rüşüdür. Bu insanların yarısı Yahudi’dir.
Lasn antisermtizmini yeni muhafazakârları eleştiren bir solcu pakete sarmakta; ancak bu antisemitizmdir. Deney gayet ba­sit - Lasn dine mi, konuma mı saldırıyor? Önde gelen yeni mu­hafazakârlar listesindeki isimlerin yansının karşısında bulu­nan gösterişli yıldız işareti gayet açık. Bu siyaset hakkında de­ğil: Yahudiler hakkında. Listesindeki Yahudi devlet adam lan, gazeteciler, siyasetçi entelektüelleri tespit etmek için Photos- hoptan birkaç san Davut Yıldızı satın almış olsaydı daha açık olamazdı. (Ve, hey, Hıristiyanlar için de o küçük, şirin gamalı haçlar niye olmasın. Son tahlilde Bush = Hitler)
Adbuster listesinin alt metni siyaset ile ilgili değil. Bu alt me­tin Yahudi, Siyah, Müslüman veya Kafkasyalı birinin her­hangi bir konuda dini veya etnisitesi araya girmeden düşünme ve yazma melekesine sahip olmadığı varsayımıdır.
Bununla Lasn kendisini bir yeni MacCarthyciye dönüştür­müştür. Gerçekten “bir liste”si var. Yeni muhafazakârlar gerçeği karşısında çaresiz kalmış bu ekşimiş solun yaşlanmış ikonu, ırkçı tacizci durumuna düşmüş durumda.
Bu ümitsiz olduğu kadar alçakça bir davranış. Savaş kar­şıtı, Bush karşıtı, küreselleşme karşıtı solcu hareketin kalbinde yer alan muziplik kaynağının, komplo teorisyenleri, milisler ve teneke şapkalı güruh tarafından işgal edilmiş araziye ilerlediğini ifşa etmekte.
Not: Jay Currie, National Post, Vancouver Sun, Ottawa Citizien, Edmonton Jo­urnal, Christian Science Monitor, Victoria Times gibi Kanada ve Amerika ga­zetelerinde yazıları yayınlanan bir bağımsız yazardır. Bu çeviri özgün makale­nin kısaltılmış bir şeklidir. (RNB)

Scott Stinson
MAKALE “NEDEN HİÇ KİMSE YAHUDİ OLDUKLARINI SÖYLEMİYOR?” DİYE SORUYOR
National Post Online, Toronto, 24 Nisan 2004.
Kaile Lasn antisemit olmadığına ısrar ediyor. Adbusters der­gisinin baş editörü Birleşik Amerika’nın önde gelen yeni mu­hafazakârlarından önemli bir kısmının Yahudi olduklarım bildiren ve onlan “dışlayan” bir makalenin tahrik edeceğini bildiğini ancak böylesi bir tepki beklemediğini söylemekte. British Columbia’da yerleşik tüketicilik karşıtı dergi, gelen abone iptal talepleri altında boğulmuş durumda.
Fraser Valley’deki evinden yaptığı mülakatta Lasn “Bu durum ‘benim mağdur olduğum’ hissini verdi” dedi ve risk alan dergisinin 15 yıllık tarihi boyunca “bu düzeyde tehdit telefonları, bu düzeyde küfür, bu düzeyde iptal edi­len abonelikler” görmediğini ilave etti.
Bu öfkenin parlama noktası Lasn’ın Adbusters’ın bu sayı­sında yazdığı bir makale. “Neden Hiç Kimse Yahudi Ol­duklarını Söylemiyor?” başlıklı makale Birleşik Ameri­ka’nın önde gelen yeni muhafazakârlarının önemli bir kısmının Yahudi olduğunu tespit ediyor. Lasn bu olgunun önemli olduğunu belirtiyor zira “yeni muhafazakârlar İs­rail’e karşı özel bir yakınlıkları olduğu görülmekte ve bu durum siyasi düşüncelerini ve dolayısıyla Amerika’nın Ortadoğu ile ilgili siyasetini etkilemekte.”
Bunun anlamı Washington’da siyaseti şekillendirenlerin önemli bir kesiminin Yahudi olmasından dolayı Birleşik Amerika’nın İsrail yanlısı olduğudur. Okur ve eleştir­menler Adbusters’in yazıya refakat eden ve aralarında Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Milli Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Milli Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz gibi isimlerin yer aldığı “Birleşik Ameri­ka’daki en etkin 50 yeni muhafazakâr” başlıklı listeyi ha­karet olarak kabul ettiler. Bu listede yer alan Paul Wolfowitz dahil isimlerden 26’sının yanında Yahudi oldukla­rına işaret eden siyah noktalar var.
Kanada Yahudi Kongresi Ontario Başkanı Ed Morgan “Bu eski bir taktiktir” diyor. “Ellili yıllarda Birleşik Amerika Komünist Partisi’nde bulunan Yahudileri sayı­yorlardı. Ancak halen bir liste ve Yahudi isimlerin yanın­da bir yıldız görmek şaşırtıcı bir şey.” Morgan “Yahudi­lik ve herhangi bir siyasi konum birbirine eşit değildir” diyor. Önemli olan siyasetle ilgili konuları liyakata göre değerlendirmektir. Etnisite önemli değil.”
B’nai B’rith[18] Kanada Başkan Yardımcısı Frank Dimant “Adbusters herhalde haber sıkıntısı içindeydi ki bu tür bir teze önem verdi” dedi. Diamant eski Başkan Bili Clinton yönetiminde nüfuzlu mevkilerde çok sayıda Yahudi olduğuna ve buna rağmen Clinton yönetiminin Filistin li­deri Yasser Arafat’ı sakinleştirmek için elinden gelen azami gayreti gösterdiğini not etti.
Lasn ise pişman değil. Adbusters’in web sayfasında özgün makale, halktan gelen olumlu ve olumsuz cevaplar ve baş editörün listenin “diş hekimi veya itfaiyeci listesi olması halinde bu rahatsız edici olurdu. Ancak yeni muhafaza­kârlar bugün dünyadaki en etkin siyasi ve entelektüel güç oldukları için onları mikroskop altına koymak gerek­lidir” diye yazan yeni bir makalesi yer almakta.
Lasn telefonda Birleşik Amerikalı yeni muhafazakârlar “dünyadaki en güçlü gruptur. Onlar bir savaşı başlatma veya durdurma gücüne sahip entelektüel haydutlardır. Bu grup bu kadar güçlü olduğu için grubun yüzde ellisi­nin Yahudi olduğuna dikkati çekmenin uygun olduğuna karar verdik” dedi.
Amerikan Middle East Forum (Ortadoğu Forumu) Direktö­rü Daniel Pipes Adbusters'in listesinde ve [adının] yamnda yıldız işareti var. Pipes “dinin siyaseti belirlediğini ima et­mesinden ötürü” yazının saçma olduğunu söylüyor. “Irak’taki savaşa karşı olan bir sürü önde gelen Yahudi var. Bunlar­dan birçoğu yeni muhafazakâr. [Din] hiçbir şekilde bir insa­nın siyasi eğilimlerine rehber değildir.” Pipes listenin hem yeni muhafazakârları, hem de Yahudileri tespit etmekte ha­talı olduğunu, simaları kamuoyuna mal olmuş “tehlikeli” Yahudilere dikkati çeken listelerin de bir yenilik olmadığını söylüyor. Pipes internette yayınlanan bu tür derleme listele­rin birçoğunda ismine rastladığını ekliyor. Ancak Pipes’a gö­re Adbusters türünden aylık tirajının 120.000 (üçte ikisi Amerika’da satılmakta) olduğunu söyleyen bir derginin böylesi bir gayretkeşliğe girmesi olağan değildi.
B’nai B’rith Kanada Başkan Yardımcısı Dimant, Adbusters’in öznel kıstaslara göre hazırladığı listedeki nüfuz sahibi Amerikalıların “Yahudilikleri”ne ışık tutmayı he­deflemesinden özellikle endişe ettiğini söyledi zira bu ta­vır medya ve dünya hükümetlerini kontrol eden gizli Ya­hudi komplolarının varlığını savunan onlarca yıllık eski nefret teorilerini hatırlatmaktaydı. Dimant “Toronto’daki küçük büromdan dünya bankacılık sistemini ve yabancı basını idare etmek çok zordur” diyor. Adbusters baş edi­törü Lasn bu tür konuşmaları dikkate almıyor. ‘Kendimi­zi sansür etmeyeceğiz. [Bizleri] geçmişin tadsız şeylerine benzetenleri dert etmeyeceğiz. Amacımız bir tartışma başlatmaktı. Tartışmanın şimdikinden daha da büyük ol­masını umut ediyoruz.” Morgan, Kanada Yahudi Kongresi’nin resmî bir cevap vereceğini ancak ne yönde tavır alacaklarına henüz karar vermediklerini söyledi.
BİR ANTİSEMİTTEN TENİS AYAKKABISI ALIR MIYDINIZ?
ArtVoice, 19 Şubat 2004
Bu ay Adbusters dergisinin kurucusu ve yayıncısı Kaile Lasn’ın “Neden Hiç Kimse Yahudi Olduğunu Söylemiyor?” makalesini okumak için dergiyi açtım. Lasn bu makalede Amerika'nın dış politikasının bir nevi Yahudi komplosuna esir düştüğünü iddia etmekte. ‘Adbusters1 de meseleyle cep­heden yüzleşmeye karar verdik, dikkatle araştırdık ve Birle­şik Amerika’nın en etkili 50 yeni muhafazakârı oldukları gö­rülen kişilerin listesini hazırladık” diye yazmakta. Bu listeyi temel alan Lasn “bütün bu insanların paylaştıkları görüş Bir­leşik Amerika’nın dünyanın geri kalan kısmını ahlâkî açıdan daha üstün olan kendi imajına göre yeniden şekillendirerek kendini korumak zorunda olan yardımsever bir hiper güç ol­duğu görüşüdür. Bu insanların yansı Yahudi’dir” diye yaz­makta. Lasn “Yahudiler Amerikan nüfusunun yüzde ikisin­den daha az olduklarından bu özellikle tuhaf bir durum” ol­duğunu belirtmekte.
Lasn’ın bu görüşü yeni değil. Naziler ve sağ cephedeki başka antisemitler sık sık benzeri listeler derlemekte, bu görüşün tam tersini, Yahudilerin tahrip etmekten haz alan sola hâkim olduklarını, muhafazakâr değerleri ve siyasi gücü alt etmeye yeminli olduklarını ileri sürmekteler. Lasn’ı sağ kesimdeki karşıtlarından farklı kılan tek şey Amerikalı Yahudilerin “monolitik bir perspektife sa­hip olmadıklarını, birçoğunun Irak’taki savaşı ve Ariel Sharon politikalarını tasvip etmediğini belirterek, kendi­sini eleştirecek olanların önüne önceden attığı kemiktir.
Lasn gibi İsrail’e karşı olan herhangi birinin antisemit ol­duğu iddiasını paylaşmıyorum. Birçok açıksözlü Amerikan Yahudisi İsrail’in Filistin toprağını cani bir şekilde işgalini ve Filistinli vatandaşların maruz kaldıkları korkunç mu­ameleyi en sert şekilde eleştirenler arasında yer almakta. Vicdanlı Yahudi halkı İsrail’in eylemlerini dehşet verici bulmakta ve Holokost’tan kurtulmuş insanlar duvarla çev­rilmiş Filistin cemaatlerini Varşova gettosuna benzetmekteler. Onlar için bu haksızlıkları protesto etmemek bir gü­nahtır. “Democracy Now !” (Şimdi Demokrasi) hareketin­den Amy Goodman Buffalo’daki konuşmasında “Ortodoks bir hahamın kız torunu olarak gaz maskesi taşıyan İsrailli genç çocukları görünce dehşete kapıldım. Ancak gaz mas­kesiz genç Filistinli çocukların fotoğrafları karşısında daha çok dehşete kapıldım...” diye konuşuyordu. Goodman ve Noam Chomsky gibi İsrail’in siyasetine aktif bir şekilde karşı koyan Yahudiler antisemit değiller. Benzer bir şekil­de aynı ilkesel duruşa sahip Yahudi olmayanlar da antise­mit değiller. Onları antisemit diye adlandırmak hem bir kurt haykırışıdır, hem de gerçek antisemitizme karşı sür­dürülen savaşı zayıflatan bir iftira eylemidir.
Kaile Lasn Cahil bir Adamdır
Mamafih Lasn gerçek malzemedir. O bir antisemittir.
Takdim ettiği yeni muhafazakârlar listesi sunî olarak kı­sa tutulmuş ve Yahudi varlığı abartılmıştır. New Gingrich, Bili Frist, Madeleine Albright, Richard Armitage, John Ashcroft, Zbigniew Brezinski, Kari Rove ve Jeanne Kirkpatrick gibi simaları kamuoyunca tanınmış isimler yeni muhafazakârlar listesinde eksiktir. Hatta Lasn, Henry Kissinger gibi Yahudi olduğu varsayılan bazı isim­leri de atlamıştır. Daha mütemmim bir liste olması halin­de bile Lasn’ın yeni muhafazakârlar arasında çok sayıda Yahudi’nin bulunduğu iddiası doğrudur. Peki bunda ne [kötülük] var? Sosyalistler arasında da birçok Yahudi var. İşçi hareketi içinde de çok sayıda Yahudi var. Şimdi kendilerini pagan olarak tarif eden birçok sabık Yahudi var. “Jews for Jesus” (İsa için Yahudiler) hareketi içinde de sabık Yahudiler hâkim durumda. Bir kültür antropo­logu bu durumun sözlü kültür için doğal olduğunu söyle­yebilir. Veya istatistiki bir anormallik olabilir. Neticede Lasn peşinen monolitik bir Yahudi perspektifi olmadığını kabul ediyor. O zaman iddiası ne?
Söz konusu yeni muhafazakârlar bu ülkeye yaptıkları için sorgulanmaktalar, Irak’ta yasa dışı bir savaş lehine lobi yaptıkları için, manevi olarak iflas etmiş askerî sal­dırganlık siyasetini destekledikleri için, İnsan Hakları Beyannamesi’riı yerle bir etme amacıyla sürdürdükleri kavga için, ve evet, Sharon hükümetinin tiksindirici cani eylemlerini finansal ve siyasi açıdan destekledikleri için. Lasn’ın sözünü ettiği Yahudi ve Yahudi olmayan insan­lar, liberallerin ve gelenekçi muhafazakârların karşı çık­tıkları bir siyasi hareketin mensuplarıdır. Hükümetimizi rehin almışlar ve ülkemizi iflasa doğru sürükleyen bir yolda ilerlemekteler. Bu nedenle onlara karşı olmalıyız - bazıları Yahudi olduklarını iddia ettikleri için değil.
Not: Makalenin sadece Adbusters dergisinin yarattığı tartışma ile ilgi­li bölümü tercüme edilmiştir. (RNB)

ADBUSTERS DERGİSİNDE YAYINLANAN MAKA­LENİN KISALTILMIŞ ÇEVİRİSİ
Bush geldi. Bush yemeklerimize ve saraylarımıza bayıldı. Bush bizi çok seviyor. Bush’un elini sıkmak kolay değil. Bush’la konuşan ya da konuşamayan gazeteciler. Tayyip Erdoğan’ın smokinsizliği. Haydi gelin boş NATO magazi­ninden kurtulup, yine magazinle, bellek tazeleyelim, Bush ve ekibini bir kez daha hatırlayarak
Evanjelik Bush
1999 Iowa Cumhuriyetçi başkan adayı ön seçimlerinde adaylara hangi politik filozofun onlan en çok etkilediği ve nedenleri sorulmuştu. George Bush’un cevabı şuydu: “İsa, kalbimi değiştirdiği için.” Bu tarz açıklamalar vatandaş­larının yüzde 40’ı’nin kendilerini “born again evangelical” (“Günahkâr”ken sonradan evanjelik mezhebini be­nimseyen Hıristiyan) olarak tanımladığı bir ülke olan ABD’nin kiliselerinde çok iyi karşılanır. Bush da onlardan biri. 1986’da ağır alkol tüketimi ve baştan savdığı kilise zi­yaretlerinden sonra ışığı gördü ve içki şişesinin yerine İncil’i koydu. Bu yeni heves Bush’u önce Texas valiliğine son­ra da Oval Ofis’e götüren hırsla besledi. Tanrı’nın onu mil­letine liderlik etmesi için çağırdığına inanan Bush, başkan­lık kampanyalarında önde-gelen rahiplerden yamnda olma­larını ve onun için dua etmelerini istedi. Şimdi Beyaz Sa­ray’da her sabah dualarını okuyor ve sık sık kutsal kitaplar­da yazanları ima eden fikirler beyan ediyor.
Bush politika yönetimi için Incil’e başvuruyor ve içgüdü­yü mantığa tercih ediyor. Princeton Üniversitesi’nden biyoetik uzmanı Peter Singer, Bush’un etik karar alma sü­recinin 13 yaşında bir erkek çocuğunkiyle aynı olduğunu söylüyor. Dünyaya Hıristiyan felsefesinin iyi/kötü pers­pektifiyle yaklaşan bakış açısı grinin hiçbir tonuna izin vermiyor. Düşünce sistemi “kötü”den mistik bir güç ola­rak söz eden ve şeytanın varlığına inanan sağ kanat ra­hiplerin vaazları tarafından şekillenmiş biri o. Bu dinsel belagatiyle Hıristiyan olmayan seçmeni karşısına almak­tan çekinmiyor çünkü onun asıl seyircisi Hıristiyan sağ.
Hıristiyan sağı memnun kılmanın yollarından biri de sü­rekli İsrail’i desteklemek. Birçok Hıristiyan İsrail’i nere­deyse bir refleks olarak destekliyor çünkü kiliselerin pa­zar okullarında onlara anlatılan Tanrı’nın seçtiği mistik ve alegorik bir milletin, İsraillilerin öyküleriyle büyüyor­lar. Bu İncil anlatısını modern İsrail devletiyle bağdaştı­rarak Filistinlilerin adalet özlemlerini gözardı ediyorlar. İsrail yanlısı Hıristiyanların en tehlikelileri ise kendileri­ni “Hıristiyan Siyonistler” olarak tanımlayan kesim. Dar görüşlü İncil yorumlarıyla İsa’nın yeniden doğuşu­nun kutsal toprakların Yahudilerin kontrolünde olması­na bağlı olduğuna inanıyorlar. Sağ kanat İsrailliler de Hıristiyan siyonistlerin desteğinden -bu desteğin köken­lerinin oldukça antisemitik bir ‘dünyanın sonu’ teolojisin­de yatmasına rağmen-memnun. (Hıristiyan siyonistlerin inanışına göre, İsa yeniden sahneye çıktığında Hıristi­yanlığa dönmeyen Yahudiler yok olacak.) Bush Hıristi­yan siyonistlerin görüşlerini açık olarak desteklemiyor ama evanjelik inançları onun İsrail’e yoğun bir sempati duymasının sebebi. Hıristiyan siyonistler de Bush’un Ariel Sharon’un politikalarını desteklemesinden memnun çünkü Filistinlilerin bölgeden çıkarılmasını istiyorlar.
Paul Wolfowitz gençliğinde babasından totaliterciliğin tehlikeleriyle ilgili birçok ders aldı. Babası (Jack Wolfowitz) akrabalarının Stalin ve Hitler rejimleri altında ya­şadıkları kötü kaderden kaçabildikleri için ne kadar şans­lı olduklarını çocuklarının iyice anlamasını isteyen Polon­yalI bir Yahudi’ydi. Paul henüz küçük bir çocukken Ame­rika’nın özgürlük ve demokrasi ideallerini korumak adı­na ahlâki bir sorumluluğu olduğunu yemek masasında babasının anlattıklarından öğrendi. Bu görüş, evden ayrı­lıp entelektüel yolculuğu onu ülkenin en iyi üniversitele­rinden Washington’a taşıyana kadar onunla beraberdi. Bugünlerde, Wolfowitz’in Pentagon’daki ikinci adam ola­rak pozisyonu inancı gereği davranabilmesi için ona özel bir olanak sağlıyor. ABD’nin Irak işgali de onun ABD’nin dünyaya savaş yoluyla barış getirebileceğine dair çelişki­li ısrarına dayanıyor.
Amerika 1991’de ilk kez Saddam Hüseyin’in peşine düş­tüğünde Wolfowitz savunma politikası müsteşarıydı. I. Lewis Libby’le birlikte hazırladıkları “Savunma Planla­ması Rehberi” ABD’nin dünyanın tek süpergücü pozis­yonunu koruyabilmesi için “potansiyel rakiplerin ken­dilerine daha büyük bir rol biçmemeleri konusun­da ikna edilmesi gerektiğini” öne sürüyordu. ABD dünyanın sorunlu bölgelerine istediği gibi müdahale ede­cek ve bölgedeki petrolün kontrolünü korumak adına Or­tadoğu’da egemen güç olmaya devam edecekti. Rapor New York Times’a sızdıktan sonra biraz yumuşatıldı ama anahtar noktaları Bush doktrini olarak da bilinen Bush’un Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni oluşturuyor.
Washington’un önde gelen neoconlanndan olan Wolfowitz demokrasinin Ortadoğu’ya zorla getirilebileceği inancıyla gözleri kör olmuş, sabit fikirli bir ideolog. Sıcak savaşın acı­larını yaşamış askerlerin savaşa duydukları nefretin izleri yok onda. Akademik teciller onu Vietnam Savaşı’ndan uzak tuttu ve yetişkin hayatının tamamı akademinin fildişi kule­leriyle ABD federal bürokrasisi arasında geçti.
Wolfowitz Irak’taki bu maceranın daha ılımlı bir Ortado­ğu’nun kapılarını açacağına ve uzun vadede terörizm tehditini azaltacağına gönülden inanmaya devam ediyor. İsrail-Filistin sorununun politik bir çözümünün de bu süre­ce yardımcı olacağından yana. Filistin devletinin kurul­masını açıkça desteklediğini belirtmesine rağmen İsra­il’le çok güçlü bağları var. Gençliğinde orada yaşadı ve kız kardeşi bir İsrailliyle evli.
Richard Perle, Ronald Reagan’’nin Savunma Departma­nında sıkı bir Sovyet karşıtı olarak kazandığı “Karan­lıkların Prensi” lakabını korumaya devam ediyor. Bu lakap ona Beyaz Saray’da resmi bir pozisyonu olmamasına rağmen, gölgeler arasından neokonzervatif harekete büyük bir etki ettiği için verildi. Donald Rumsfeld onu po­litika müsteşarı -Savunma Bakanlığı hiyerarşisinde üçüncü adam- olarak atamak istediğinde reddetti. Onun yerine Rumsfeld tarafından kurulan ve Beyaz Saray’daki neocon ideolojisinin ana kanalı olan Savunma Politikası Kurulu’nun (DPB) başkanlığını seçti.
Fakat geçtiğimiz Mart ayında çalıştığı bir şirketin Penta gon’la çıkar ilişkileri açığa çıkınca DBP’nin başkanlığın­dan ayrıldı. Bir yıl sonra da DBP’yi tamamen bıraktı çün­kü gelecek seçimlerde kendi görüşlerinin Bush’a yüklenmesini istemiyordu. Yorumları Amerikalıların neocon sa­vaşçılığından bıktığını ve bu yüzden Bush’u sandıkta ce­zalandıracakları yönündeydi. Perle’nin görevini Irak sa­vaşından kâr etmek ve bundan doğacak çıkar çatışmala­rıyla uğraşmamak için bıraktığı da söyleniyor. Perle sa­vaşı desteklemekten herhangi bir ekonomik kazanç elde etmediğini iddia ediyor ama savunma sözleşmecilerine danışmanlık yaparak bir sürü para kazandı. Yakın arkadaşı Wolfowitz gibi, Perle’nin uluslararası iliş­kilere bakış açısı da 11. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi dene­yimlerine dayanıyor. BBC’ye verdiği bir demeçte “Holokost tarihimizi belirleyen andır. Açıkça büyüyen bir tehdite zamanında müdahale edememekten kaynaklanan bir hatadır. Bunun bir daha olmasını istemiyoruz. Bütün totaliter rejimleri durdurmalı­yız yoksa sonuç felaket oluyor” demişti.
Siyonist Feith
General Tommy Franks bir keresinde savunma politikası mÜSte?an ^ouglas Feith için “yeryüzünde yaşayan en aptal insan” demişti. Colin Powell da onu sevmiyor. Bush, Feith’in işini aslında Perle’ye önermişti ama o ka­bul etmeyince Perle’nin sadık bir müridi olan Feith göre­ve geldi. Güvenlik Politikaları Merkezi denen aşın şahin merkezle ilişkili bir avukat olarak İsrail-Filistin mesele­sinde Filistinlilere toprak verilmesine tamamen karşı. Kudüs’ün tamamının İsrail’de kalmasını ve İsrail’in top­rak işgallerinin haklı olduğunu savunuyor.
Feith “armut dibine düşer” deyiminin canlı bir örneği. Babası Dalck Feith, İsrail’in Likud partisinin atası, 1930’larm Polonya siyonist hareketi Batar’ın bir üyesiy­di. Baba da oğul da 1997’de ABD’nin en sağcı ve İsrail yanlısı gruplarından Amerikan Siyonist Organizasyo­numdan (ZOA) ödül aldılar.
Siyah Hıristiyan Rice
Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleeza Rice 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında siyahlarla beyazla­rın ayrı yaşadığı Birmingham’da Presbiteryen bir rahibin kızı olarak büyüdü. Kilise onun için bir ibadet yerinden öte sosyal yaşamının ve hayatının merkeziydi. Çocukluğu piyano, dil ve bale dersleriyle geçti. 1963’te, sekiz yaşın­dayken babasıyla Beyaz Saray’ı ziyaret ettiğinde “Bir gün burada olacağım” demişti. Bu siyahların oy ver­melerinin bile zor olduğu bir dönemdi. 15 yaşında üniver­siteye girdi ve uluslararası çalışmalarda doktora yaptı. 1989’da baba Bush’un Ulusal Güvenlik Konseyi’ne katıl­madan önce Stanford Üniversitesi’nde ders veriyordu. Clinton döneminde üniversiteye geri döndü ve oğul Bush başa, gelince soluğu yine Washington’da aldı.
Rice Bush’un çok yakın bir sırdaşı ve geleneksel ulusal gü­venlik danışmanlarınkinden farklı bir şekilde Savunma Bakanlığı dış politikayı belirlerken Bush’a duygusal destek sağlıyor. Entelektüel düzeyleri farklı olmasına rağmen Bush’la ateşli bir Hıristiyanlık aşkını paylaşıyorlar.
Rice, Hıristiyan siyonistler kadar radikal olmasa da İsra­il’e “derin bir bağ” ile bağlı olduğunu söylemekten çe­kinmiyor. Bir İsrail gazetesine şöyle bir demeç vermişti: “Buraya 2000 yılında ilk kez geldiğimde kendimi evime dönmüş gibi hissetmiştim. İsrail Devleti’nin tarihine, onu kuran insanların azmine hep hayran oldum. Ülkenizle çok derin bir bağım var.”
Adbusters dergisinden kısaltılarak çevrildi.
Radikal İki, 4 Temmuz 2004
“IRAK İŞGALİNİN MİMARLARI” YAZISI ÜZERİNE
4 Temmuz tarihli Radikal îki’nin ilk sayfası, Başkan Bush’un Türkiye’yi ziyareti vesilesiyle olsa gerek, “Irak İşgalinin Mimarları” na yani “Başkan Bush ve ekibi” ne ayrılmış bir çeviri yazıydı. Yazıda adlan geçen siyaset­çilere “Evanjelik”, “Yahudi”, “karanlık”, “Siyonist” ve “siyah hıristiyan” sıfatlarını atfeden ara başlıkları ve içeriği ile bu metinden akılda kalan, Amerika’daki aşın sağ ve Türkiye’deki aşın sağ ve İslamcı kesimin yayın or­ganlarında da yoğun bir şekilde rastlanan, şu saçma genel- geçer kanaat idi: “Başkan Bush İsrail’i destekleyen Hı­ristiyan Siyonistlere veya popüler deyimle Evanje listlere sempati duymaktadır. O’nun yakın çevresin­de yer alan üst düzey danışman ve siyasetçilerin ço­ğu “yeni muhafazakârlar” olup önemli bir kesimi Yahudi’dir. Asli sadakatleri İsrail Devleti’nedir. Irak Savaşı “yeni muhafazakârlar”m şahin politikaları nedeniyle başlamıştır. Bundaki esas etken de yeni muhafazakârlar için Saddam Hüseyin’in devrilmesi­nin İsrail Devleti’nin güvenliği açısından gerekli ol­masıydı.”
Çeviji yazının sonunda Adbusters dergisinden “kısaltı­larak çevrildiği” notu yer aldığından ben önce Ameri­kan aşırı sağına ait olabileceğini düşündüğüm bu dergi hakkında internette biraz araştırma yapıp söz konusu makalenin özgün halini bulup metnin tamamını okumak istedim. Ar aştırmamın sonunda beni sürprizler bekliyor­du. Bir kere dergi, tahmin ettiğimin aksine, Amerika’da değil Kanada’da yayınlanan ancak Amerika’da geniş bir şekilde dağıtılan 120.000 gibi önemli bir tiraja sahip, ilke olarak reklam almaya karşı çıkan muhalif çizgide bir sol­cu fikir dergisiydi. Temmuz-Ağustos 2004 sayısında yer alan ve çeviriye konu olan özgün metne baktığımda karşı karşıya kaldığım ikinci sürpriz ise vahimdi. Metinde yer alan ara başlıkların hiçbirinde çeviri yakıdaki ara başlık­larda yer alan “Evanjelik”, “Siyonist”, “Yahudi”, “Ka­ranlık” ve “siyah Hıristiyan” sıfatları yer almamıştı sadece isimler belirtilmişti. Yani yazıyı çeviren Zeynep Aksoy Hanım yazıyı kısaltmanın ötesinde kendisinden de bir şeyler katmış ve ara başlıkları paragrafların içerikle­rine “uygun düşen” sıfatlarla zenginleştirmiş ancak bu­nu belirtmemişti. Başka bir deyimle metni ya Türkiye’nin halihazırdaki fikir dünyasının meşrebine veya kendi his­siyatına uygun bir hale dönüştürmek için birazcık yerli leştirmişti. Çevirmenin kendi inisyatifiyle etnik ve/veya dinsel kimlikleri belirtir sıfatları ilave etmesinin Basın Ahlâk Yasası ve Doğan Medya Grubu’nun ilkelerine aykı­rılığını bir an için göz ardı edelim ve böylesi bir metnin neden çok sorunlu bir metin olduğunu anlamaya çalışa­lım. Bunu yapabilmek için Adbusters dergisinin aynı ko­nu etrafında taraf olduğu bir tartışma hakkında biraz bil­gi sahibi olmamız şarttır. Derginin Mart-Nisan 2004 sayı­sında yer alan derginin kurucusu ve yayıncısı Kaile Lasn’ın imzasını taşıyan “Why Won’t Anyone Say They Are Jewish?” (Niye Hiç Kimse Onların Yahudi Ol­dukları Söylemiyor?) başlıklı yazının konusu gene “yeni muhafazâkar”lar idi. Lasn şahin çizgideki en nüfuzlu 50 “yeni muhafazakâr”ın isimlerini sıralıyor ve 26 sının yanına bir işaret koyuyordu. İşaret konulanlar Yahudi idi. Anlaşılabileceği üzere yazının ana fikri gene Ameri­kan dış politikasının mimarları olan bu yeni muhafaza­kârların önemli bir kısmının Yahudi olmaları ve İsrail Devleti’ne sadakat beslemelerinin Amerikan dış siyaseti­ni geniş ölçüde etkilediği savıydı. Doğal olarak bu yazı Amerika ve Kanada’da eleştirilere uğrayacaktı. New York’ta yayınlanan ArtVoice dergisi yazarlarından Mic hael I. Niman, The American Spectator’da yazan Jay Cur rie ve Kanada Yahudi sivil toplum örgütleri haklı olarak dergiyi ve yayıncıyı antisemit olmakla eleştireceklerdi.
Hal böyle iken Zeynep Aksoy Hanım kısaltarak çevirdiği ve de kimsenin farkına varmayacağını varsayarak masu­mane sıfat ilavelerinde bulunarak içeriğini ve anlamını zenginleştirdiği yazıyı Radikal İki okurlarına sunarken aynı konuyla doğrudan bağlantılı olduğundan ötürü der­ginin taraf olduğu bu tartışmayı da belirten birkaç satır bir şeyler eklemesi, okuru bilgilendirme ve habercilik açı­sından, kendi seçtiği sıfatları ara başlıklara eklemekten daha yerinde bir davranış olmaz mıydı ??
RIFAT N.BALİ Araştırmacı
Not: Metinde yer alan bazı kelimelere siyah karakterlerle vurgu yapılması Radikal İki editörünün eseridir. Onayım alınmamıştır.
Editörün notu: Ara başlıkları biz ilave ettik ama tümü de yazıda kullanılan bilgilerden çıkarıldı. Dikkat ederse­niz gazetecilik tekniği açısından aşağı yukarı her yazıya (örneğin akademisyenler genellikle ara başlık kullanmı­yor) ara başlık atıyoruz. Bu hem okuru yakalamayı hem de “dehşetengiz” blok yazıların biçim olarak hafiflemesini sağlıyor. Yok eğer yazınızda antisemit olduğumuz iması varsa size yalnızca “insaf’ diyeceğiz. Radikal İki seslerini duyuramayanlara da platform olma ilkesini benimsemiş bir ek. Geçmişimiz bunun en iyi kanıtı. Son söz olarak yi­ne de sizi üzdüysek biz de üzüldük dememize izin verin. Bu arada sizinki bir cevap yazısı olduğu için ara başlık kullanmadığımızı ekleyelim. Halbuki iki ara başlık çok da iyi duracaktı.
Radikal iki, 11 Temmuz 2004

“HOLOKOST’U KALKAN YAPMIŞLAR, LAF SÖYLETMİYORLAR”, VESAİRE, VESAİRE          GİRİŞ
Doksanlı yıllarda Türkiye’de medyanın çığırından çıktığı konusunda herkes hemfikir. Herkes medyadan müşte­ki... Haber özelliği ve niteliği taşımayan sıradan olayla­rın ana haber bültenlerinde yer alması, yalnızca ekonomi basınında yer alması gereken yeni ürün tanıtımı gibi ki­mi reklam özellikli haberlerin ana haber bültenlerine gir­mesi artık olağan ve önemsiz bir manzara... Kimi komp­
lo teorisyenlerinin saygın birer köşe yazarı, analist veya strateji uzmanı olarak televizyon kanallarında ve konfe­rans salonlarında resmî geçit yapmaları, komplo kültürü­nün en mümtaz örneklerine sütünlarında yer vermeleri veya televizyon programlarında bıkmadan usanmadan tekrarlamaları artık üzerinde önemle durulmayan şey­ler... Üzerinde durulmayan ancak kamuoyunu yönlendir­me ve kanaat oluşturma açısından bir o kadar önemli bir diğer konu siyasi içerikli yurtiçi ve yurtdışı haberlerin okura nasıl yansıtıldığı. Yurtiçi haberlerin eksik, yanlış veya tahrif edilerek yansıtılması halinde haberin öznesi Türkiye’de olduğu için bu bilinçli veya bilinçsiz yanlışlık­ları düzeltebilecek bir mekanizma mevcut. Bu mekaniz­ma ya haberin yanlış olması halinde müteakip günlerde düzeltilmesi veya ilgilendiğiniz haberi bir kez de konula­rı tarafsız bir biçimde yansıttığına inandığınız gazeteler­den okuyup kendi kanaatinizi oluşturmak şeklinde işli­yor. Ancak konu yabancı kaynaklı dış haberler olunca okuduğunuz haberin veya çevirinin özgün metne ne dere­ce sadık kaldığını anlamak için ya çok meraklı bir okur, ya bir gazetenin okur temsilcisi, ya da medya konusunda araştırmacı olmanız lazım. Çoğu okurun bunu yapmaya vakti müsait olmadığını kabul edersek kimsenin kolay kolay çeviri bir yazıyı aslı ile mukayese etme gibi zahmet­li ve son tahlilde neye yarayacağı belirsiz bir işe girmeye­ceğini kabul etmemiz lazım... Dahası yabancı menşeli ha­berleri kaynaklarından okumak için ileri düzeyde yaban­cı dil bilgisine, internete erişim sağlayacak donanıma ve bol vakite sahip olunması gerektiğini de düşünürseniz şa­yet, Türk gazete okurlarının ezici çoğunluğunun dünyada olup bitenleri çeviri metinlerden izlediği ve dünya ahvali hakkındaki kanaatini de çeviri metinler üzerinden oluş­turduğu gerçeğiyle yüzleşeceğiniz aşikârdır...
Basından Üç İlginç Örnek Vaka
Aşağıda sunmakta olduğum üç örnek vakadan ilk ikisin­de bazı gazetelerin yabancı kaynaklardan çevirdikleri metinleri kimi zaman yanlışlıkla, çoğu zaman bilinçli bir şekilde nasıl tahrif ettiklerini ve böyle davranarak okur­larının kanaatlerini nasıl yönlendirmeye çalıştıklarını, üçüncü vakada ise antisemitizmle mücadeleyi konu eden bir haberin okurlarda nasıl menfi bir kanaatin oluşması­na yol açacak bir şekilde verildiğini göstermeye çalışaca­ğım.
Örnek vaka 1: 4 Temmuz 2004 tarihli Radikal İki’de yayınlanan “Irak işgalinin Mimarları” başlıklı çeviri yazı.
4 Temmuz 2004 tarihli Radikal İki’de yayınlanan “Irak İşgalinin Mimarları” başlıklı çeviri yazıya yapacağım salt habercilik ilkeleriyle ilgili küçük itirazın önce tadsız bir “Editörün notu”na, üç ay sonra da Birikim’de şahsıma yö­nelik bir polemik yazının yayınlanmasına yol açacağı ak­lımın ucundan bile geçmemişti. Söz konusu çeviri yazının altında yer alan not tek cümlelikti: “Adbusters dergisin­den kısaltılarak çevrildi”. Yazıda ilgimi çeken Başkan Bush’un çevresinde yer alan yeni muhafazakâr siyasetçi­lerin adlarının geçtiği ara başlıklarda kullanılan sıfatlar­dı. Bu sıfatlar aşın sağcı ve antisemit kesimlerin yazıla­rında rastlanan, siyasetçilerin kararlannda, din, etnisite, mezhep, kavim gibi değişik aidiyetlerin etkisi olduğunu ima eden sıfatlardı. Bu yazıya atfen 11 Temmuz 2004 ta­rihli Radikal İki’de yayınlanan yazımda bu meseleye şöy­le değiniyordum:
[Özgün] Metinde yer alan ara başlıkların hiç birinde çeviri ya­zıdaki ara başlıklarda yer alan “evanjelik”, “Siyonist” , “Yahu­di”, “Karanlık”, “siyah Hıristiyan” sıfatları yer almamıştı sade­ce isimler belirtilmişti. Yani yazıyı çeviren Zeynep Aksoy Ha­nım yazıyı kısaltmanın ötesinde kendisinden de bir şeyler kat­mış ve ara başlıkları paragrafların içeriğine “uygun düşen” sı­fatlarla zenginleştirmiş ancak bunu belirtmemişti. Başka bir deyimle metni ya Türkiye’nin halihazırdaki fikir dünyasının meşrebine veya kendi hissiyatına uygun bir hale dönüştürmek için birazcık yerlileştirmişti. Çevirmenin kendi inisyatifiyle et­nik ve/veya dinsel kimlikleri belirtir sıfatları ilave etmesinin
Basın Ahlâk Yasası ve Doğan Medya Grubu’nun ilkelerine ay­kırılığını bir an için göz ardı edelim ve böylesi bir metnin neden çok sorunlu bir metin olduğunu anlamaya çalışalım.
Yazımdaki ikinci itiraz Radikal İki’nin özgün yazının Adbusters’da yayınlanmasının ardından Kuzey Amerika ve Kanada’da cereyan eden ve Adbusters’i antisemitlikle suçlayan haklı tartışmalar hakkında okuru daha fazla bilgilendirmemesiyle ilgiliydi ve şöyle sona ermekteydi:
Hal böyle iken Zeynep Aksoy Hanım kısaltarak çevirdiği ve de kimsenin farkına varmayacağını varsayarak masumane sıfat ilavelerinde bulunarak içeriğini ve anlamını zenginleştirdiği yazıyı Radikal iki okurlarına sunarken aynı konuyla doğrudan bağlantılı olduğundan ötürü derginin taraf olduğu bu tartışma­yı da belirten birkaç satır bir şeyler eklemesi, okuru bilgilendir­me ve habercilik açısından, kendi seçtiği sıfatları ara başlıkla­ra eklemekten daha yerinde bir davranış olmaz mıydı?
Adbusters’i antisemit olmakla suçlayan tartışmaların ne­den “haklı tartışmalar” olduğunu bir türlü anlamak iste­meyenlere, anlayacaklarına dair fazla bir ümit besleme­meme rağmen, küçük bir hatırlatmada bulunayım. Ame­rikan dış politikasını oluşturan, aralarında İsrail Devle­ti’nin güvenliğinin de yer aldığı, birçok faktörü gözardı edip sadece ve sadece yeni muhafazâkarların önemli bir kısmının Yahudi kökenli olmaları ve Amerikan yerleşik düzeninin (establishement) etkili mevkilerinde bulunma­larından ötürü Amerikan dış politikasını İsrail’in güven­lik kaygılarını göz önünde bulundurarak yönlendirdikleri iddiasında bulunmakla, “Türkiye’de Sabetaycılar köşe başlarını tutmuşlar, Türkiye’yi idare ediyorlar” veya “Türk Dışişleri Bakanlığı Sabetaycıların işgali altında. Türkiye-İsrail yakınlaşması bundan kaynaklanıyor” de­mek arasında hiçbir fark yok. Böylesi bir düşünce Adolf Hitler’e esin kaynağı olan “Yahudilerin Dünya’ya Hâkim Olma Planının Protokolleri” olduğu iddia edilen ünlü düzmece antisemit eser Siyon Önderlerin Protokolleri’nin ikinci protokolünün bir tekrarından ibaret. İkinci proto­kolün Türkçe çevirisinin şu satırlarını hep birlikte okur­sak herhalde bunun farkına varabiliriz:[19]
Halkın içinden kölece itaat etme kapasitlerini çok sıkı bir şekil­de inceleyerek seçeceğimiz yöneticiler, yönetim sanatı alanında eğitilmemiş kişilerden oluşacaktır ve bu yüzden kendilerine da­nışmanlık yapacak olan, bütün dünya işlerini yönetmek ama­cıyla çocukluğundan beri özel olarak yetiştirdiğimiz zeki ve bil­gili kişilerin elinde oyunumuzun piyonları haline geleceklerdir.
Yazım Radikal îki’de yayınlandı ancak “Editörün notu” imzalı şu metin de sonunda yer alıyordu:
Ara başlıkları biz ilave ettik ama tümü de yazıda kullanılan bilgi­lerden çıkarıldı. Dikkat ederseniz gazetecilik tekniği açısından aşağı yukarı her yazıya (örneğin akademisyenler genellikle ara başhk kullanmıyorlar) ara başlık atıyoruz. Bu hem okuru yakala­mayı hem de “dehşetengiz” blok yazıların biçim olarak hafifleme­sini sağlıyor. Yok eğer yazımzda antisemit olduğumuz iması var­sa size yalnızca “insaf’ diyeceğiz. Radikal İki seslerini duyurama yanlara da platform olma ilkesini benimsemiş bir ek. Geçmişimiz bunun en iyi kanıtı. Son söz olarak yine de sizi üzdüysek biz de üzüldük dememize izin verin. Bu arada sizinki bir cevap yazısı ol­duğu için ara başhk kullanmadığımızı ekleyelim. Halbuki iki ara başlık çok da iyi duracaktı.
Bu notu okuyan haklı olarak benim hiç ara başlığı olma­yan blok bir metne neden ara başlık ilâve edildiğine itiraz ettiğimi sanacak ve editöre hak verecekti. Halbuki itira­zım fark edilebileceği gibi özel isimlerden oluşan ara baş­lıklara değildi, zira özgün metinde bunlar özel isim şek­linde yer alıyorlardı, itirazım özel isimlerden müteşekkil ara başlıkların önlerine neden bir takım sıfatların ilave edildiğiydi. Radikal İki editörü çok açık bir soruyu şark kurnazlığının tipik tezahürlerinden birine başvurarak anlamazlıktan geldi ve “ara başlıkları biz ilave ettik” ce­vabını verdi. İkinci itirazım gene salt habercilik ilkelle­riyle ilgiliydi. Yani nesnel, tarafsız, okurun kanaatini yönlendirmeye teşebbüs etmeden, kanaatini kendi kendi­ne oluşturmasına yarayacak verilerin tamamını sunmak. Yani tarafsız habercilik, gazetecilik yapmak. İtiraz etti­ğim husus, yani sıfatların ilâve edilmesi, okurda belli bir kanaat oluşturmaya yönelik yanlış bir müdahale idi. Edi­törün Notu imzasıyla yayınlanan metinde bu “teknik” iti­razıma aynı düzeyde bir cevap verilmedi. Verilen tuhaf cevapta çok vahim bir problem mevcuttu: Bu da yazımda Radikal İki’ınn “antisemit” olduğunu ima ettiğimi ileri süren editörün, kerameti kendinden menkul bu tanısına verdiği “insaf’ ünlemli peşin cevaptı. Radikal İki Editörü üstün bir beceriyle yerine getirdiği editörlük görevinin yanı sıra boş zamanlarında zihin ve vicdan okuma mele­kelerini de geliştirip sarf etmediğim sözleri aslında ak­lımdan geçirdiğimi keşfedip, ”Vahşi Batı’da silahını önce çeken kovboy hayatta kalır” refleksiyle davranıp, henüz yazıya dökmeye cesaret edemediğim düşüncelerime anın­da bir cevap yapıştırmıştı. Editörün Notu’nu neden böyle anladığımı iyice idrak etmek için nottaki birbirini takip eden şu üç cümleyi tekrar okumak lazım:
Yok eğer yazınızda antisemit olduğumuz iması varsa size yal­nızca “insaf’ diyeceğiz. Radikal İki seslerini duyuramayanlara da platform olma ilkesini benimsemiş bir ek. Geçmişimiz bu­nun en iyi kanıtı.
Bu üç cümleden ne anlamam gerekiyor ? Şunu mu acaba ??
“Radikal İki seslerini duyuramayanlara (yani azınlıkla­rın da aralarında yer aldığı marjinallere, kamuoyunda “isim” olmayanlara- RNB) sayfalarını açmış bir yayındır. Geçmiş sayılarımızda bunların bol örnekleri mevcuttur (doğrudur - RNB). Dolayısıyla bizi ayrımcılık, antisemi tizm, elitizm veya ksenofobi ile suçlayamazsınız. Ancak dilinizin ucunuzda gevelediğiniz ama yazıya dökmeye ce­saret edemediğiniz, “arif olan anlar” üslûbuyla geçiştirdi­ğiniz antisemitizm suçlamasını da görmediğimizi sanma­yınız. Kavmî aidiyetiniz nedeniyle yazınızı “İsrail Devleti’ni, Yahudileri savunmna” refleksiyle yazdığınızı idrak ediyoruz. Yahudilerin bir savunma refleksiyle antisemit suçlamasını olur olmaz yere kullandıklarını biliyoruz. Yazınızla bizleri antisemit olmakla suçladığınızı anlaya­cak kadar zeki olduğumuzdan anında cevabımızı yapıştı­rıyoruz. Oturun oturduğunuz yere.”
Diplomatik bir üslûpla kaleme alındığı intihasını verme­ye çalışan ancak öfkesini zabturapt altına alamadığı için rengini hemen belli eden son derece terbiyesiz ve istihza lı bir üslûpla haddimi bildiren bu Editörün notu’ndan ben ancak bu anlamı çıkarabiliyorum. Hiç kimse alınganlık yaptığıma dair itiraz getirmesin zira yazım habercilik ku­ralları çerçevesinde değerlendirilmesi gereken “teknik” bir ikazdan ibaretti. Aldığım cevap ise, hiç de yeri olma­dığı halde, “sesini duyuramayanlar” kategorisine atıf ya­parak, hayali bir suçlamaya bir meşru müdafaa refleksiy­le “sesini duyuramayanlara yer verdik” şeklinde Radikal iki arşivinden “olumlu” referanslara gönderme yapan tu­haf bir cevaptı .
Radikal ikı’’nin Adbusters dergisinden hangi kriterlere göre kısaltarak yayınladığı belli olmayan çeviri metninde anlam kayması veya değişikliği yaratan başka sorunlar da mevcut. İşte dört örnek:
İlk örnek
Yazının başlığıyla ilgili. Özgün metindeki başlık şu:
Portraits of Bush and His Cavalry; The Architects of The War in Iraq
Doğru çeviri şöyle olmalı:
Bush ve Süvarilerinin Portreleri; Irak’taki Savaşın Mimarları Radikal İki’nin çevirisi ise şöyle:
Irak İşgalinin Mimarları.
İkinci örnek
İngilizce özgün metin:
Richard Perle probably doesn’t introduce himself as “The Prin ce of Darkness” but his critics relish the nickname that he ear ned as a brash anti-Soviet hardliner in Ronald Reagan’s Defense Department. He is also sometimes referred to as the eminence grise of the neoconservative movement because he exerts tremendous influence from the shadows without a formal position in the White House.
Çevirim:
Richard Perle muhtemelen kendini “Karanlığın Prensi” olarak takdim etmiyor ancak onu eleştirenler Ronald Reagan döne­minde Savunma Bakanlığındaki görevi sırasındaki keskin ve sert Sovyet karşıtı tavrından dolayı kazandığı bu lâkaptan zevk alıyorlar. Perle, Beyaz Saray’da resmî bir görevi olmadan gölgede kalarak muazzam nüfuz sahibi olduğundan yeni muha­fazakâr hareketin beyni olarak da zikrediliyor.
Radikal İki’nin çevirisi:
Richard Perle, Ronald Reagan’ın Savunma Departmam’nda sı­kı bir Sovyet karşıtı olarak kazandığı “Karanlıkların Prensi” lakabını korumaya devam ediyor. Bu lâkap ona Beyaz Saray’da resmi bir pozisyonu olmamasına rağmen, gölgeler arasından neokonzervatif harekete büyük bir etki ettiği için verildi. Sa­vunma Politikası Kurulu’nun (DPB) başkanlığını seçti.
Yani Radikal İki çevirisine göre “Karanlığın Prensi” lâ­kabı Perle’nin hem yeni muhafazakârların beyni olma­sından, hem de Sovyet karşıtı tavrından kaynaklanıyor.
Halbuki özgün metindeki anlam hiç de öyle değil.
Üçüncü örnek
İngilizce özgün metin:
Bush has not publicly espoused Christian Zionist views, but it is reasonable to expect that his evangelical beliefs translate at the very least into an inflated sympathy for Israel.
Çevirim:
Bush Hıristiyan Siyonist görüşleri aleni bir şekilde benimseme­di. Ancak evanjelik inançlarının en azından İsrail için şişirilmiş bir sempatiye tercüman olduğunu beklemek mantıklıdır.
Radikal İki çevirisi:
Bush Hıristiyan siyonistlerin görüşlerini açık olarak destekle­miyor ama evanjelik inançları onun İsrail’e yoğun bir sempati duymasının sebebi.
Özgün metin Bush’un İsrail’e sempatisinin evanjelik inançlarından kaynaklanabileceği ihtimalinden bahsedi­yor. Halbuki Radikal İki çevirisi Bush’un evanjelik inanç­larım bir “sebep” olarak göstermekte. Özgün metindeki “ihtimal” ve/veya “beklenti” fikri ortadan kalkmış yerini kesin bir nedenselliğe bırakmıştır. Aynen ülkemizin en maruf komplo teorisyenlerinin aynı konudaki kitapları ve makaleleri gibi. Böylesi bir çeviri özgün metnin tahrifi de­ğil de nedir?
İngilizce özgün metin:
Rice may not agree with the more radical ideas of Christian Zionists, but she is open about her “deep bond” to Israel. She told the country’s Yediot Aharonot newspaper: “I first visited Israel in 2000. I already then felt that I am returning home despite the fact that this was a place I never visited. I have a deep affinity with Israel. I have always admired the history of the Sta­te of Israel and the hardness and determination of the people that founded it.
Çevirim:
Rice Hıristiyan Siyonistlerin daha radikal fikirleriyle mutabık olmayabilir ancak İsrail’e [hissettiği] “derin bağ” konusunda açık. İsrail’in Yediot Aharonot gazetesine şunu şöyledi: “İsrail’i ilk kez 2000 yılında ziyaret ettim. Burası hiç ziyaret etmediğim bir yer olmasına rağmen o tarihte bile eve geri dönmekte oldu­ğumu hissettim. İsrail ile derin bir yakınlığım var. Her zaman İsrail Devleti’nin tarihine ve devleti kuran halkın sertliğine ve kararlılığına hayran oldum.
Radikal İki’nin çevirisi:
Rice, Hıristiyan siyonistler kadar radikal olmasa da İsrail’e “derin bir bağ” ile bağlı olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bir İsrail gazetesine şöyle bir demeç vermişti: “Buraya 2000 yılın­da ilk kez geldiğimde kendimi evime dönmüş gibi hissetmiştim. İsrail Devleti’nin tarihine, onu kuran insanların azmine hep hayran oldum. Ülkenizle çok derin bir bağım var.
Özgün metinde yer alan tırnak işaretli “deep bond” yani “derin bağ” kavramı Rice’in Yediot Aharonoth gazetesine verdiği demecin Adbusters tarafından yapılmış öznel yo­rumu, Rice’ın beyanı değil. Rice’in demecinde “bond”, ya­ni “bağ” kelimesi geçmiyor. Rice “deep affinity”, yani, “de­rin bir yakınlık”tan söz ediyor. Radikal İki’nin çevirisi ise Rioe’in ağzından dile getirilen ve çok daha kesin bir hü­küm olan “çok derin bir bağ”dan söz ediyor. Anlayacağı­nız tercümenin anlamı epey değişiyor.
Ara Başlıklar Meselesi
Ara başlıklara ilave edilen sıfatlar meselesine bir daha döneceğim çünkü bu mesele, ünlü illüzyonist David Cop perfield’i kıskandıracak bir el çabukluğuyla herkesin gö­zü önünden kaçırılmak ve bambaşka bir mecraya taşınmak isteniyor. Zihinleri berraklaştırmak için ilave edilen sıfatları bir daha hep birlikte hatırlayalım:
Özgün ara başlık______________ Çeviri ara başlık
Bush                                           Evanjelik Bush
Wolfowitz                                   Yahudi Wolfowitz
Perl e                                          Karanlık Perl e
Feith                                           Siyonist Feith
Rice                                            Siyah Hıristiyan Rice
Richard Perle’in dışındaki şahısların soyadlarından mü­teşekkil ara başlıklara ilave edilen tüm sıfatlar sözü edi­len şahısların etnik/dinsel kimliklerine doğrudan gönder­me yapan sıfatlar. Kabul edilemez bir durum. Özür dilenmesi gereken bir durum. Aynen benzeri bir durum karşı­sında dönemin Radikal Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz’ın bir okur itirazına sütununda yer vermesin­den sonra özür dilemesi gibi:[20]

Radikal’ın dikkatli bir okuyucusundan şöyle bir not al­dım:
Sayın Yılmaz,
Irkçılıkla mücadelede iddialı olanların, öncelikle kendi evleri­nin önünü süpürmeleri gerekir. “Musevi asıllı Nesim Malki” ve “Yahudi asıllı Erkohen”in ırksal ve dinsel sıfatlarını özenle vurgulamanız, bilinçaltınızdaki ırk ve din ayrımcılığını sergili­yor. Yetmiş altı yıl boyunca bu hastalıktan kurtulamadığınıza göre, bundan sonra yazılarınızda, ‘ınüslüman asıllı Ağar’ ve ‘Boşnak asıllı Evcil’ sıfatlarını kullanmanızı öneririm.”
Bu notu yazıişlerindeki arkadaşlarımla birlikte okuduğumuz­da başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hissettim. Son derece önem verdiğimiz bir konuda; insanları mensup oldukla­rı ırk ya da dine göre tanımlamama konusunda böyle bir hata­yı yapmış olmamızın affedilir bir yönü elbette yok.
Okuyucularımıza karşı sorumluluğumuz bu hatamızdan dolayı özür dilememizi gerektiriyor ama hiçbir özrün bu hatamn kır­dığı kalpleri tamir etmeye yetmeyeceğinin de farkındayım.
Özrümüz, bundan sonra bu tür konularda daha titiz olduğumu­zu göstermekle, bir daha böyle hatalara düşmemekle orta ko­yacağız. (...) Radikal yazıişlerini de affedilmez bir hataya sü­rükleyen ‘bilinçaltımızdaki ırk ve din ayrımcılığı’ ile tüm Türk toplumu olarak yüzleşmemiz ve bu hesabı bir daha açılmamak üzere kapatmamız gerekiyor.
Özetlersek manzara şöyle. Özgün metnin başlığında yer alan ve English Fast’a yeni başlayan bir öğrencinin üçün­cü dersinde anlamını ezberleyeceği “war” kelimesi Radi­kal’ in hitap ettiği eski solcular, yeni solcular, bohem bur­juvalar, muhalifler, üniversite gençliği, liberaller, aydın­lardan oluşan eklektik okur kitlesinin halihazırdaki meş­rebine uygun düşmesi için “işgal” olarak tercüme edilmiş, daha doğrusu değiştirilmiş. Aynen ara başlıklara metni zenginleştiren ve büyük bir entelektüel derinlik kazandı­ran ufacık ve masumane sıfatların ilave edilmesi gibi. Çe­viri başlığa üç koca satır telif spot alt başlıklar ilave edil­miş. Çeviri metinin hangi kriterlere göre kısaltıldığı be­lirsiz. Kısaltırken bir dizi anlam kayması ve tahrifatı ya­pılmış. Ortaya şark usulü, Türk usulü garip bir çeviri çık­mış. Özgün metnin kısaltılması dışında okura çevirinin “yerlileştirildiği” konusunda herhangi bir ikazda bulunmayı zül sayan ilginç bir çeviri metin.
“Editörün notu” ile başlayan, en az Radikal İki editörü kadar yetenekli bir başka Vicdan - Zihin Okuma ve Sorgulama Başkomiseri’nin Birikim’in Ekim sayısında yayınlanan, İsrail Devleti’nin varlığına ve ABD’ye karşı duyduğu derin nefret­ten dolayı gözleri ve zihni iyice karardığı için Arap âleminde dolaşan “gelirlerinden İsrail ordusuna pay veren Coca Cola” türünden saçma sapan yalanlan kemali afiyetle kabul eden ve aynen Birikim okurlarına sunmakta hiçbir beis görme­yen,[21] şoven milliyetçiler ile antisemit İslamcıları kıskandıra­cak nefasette bir üslûpla yazılmış ve Türk antisemitizm tari­hinde lâyık olduğu müstesna yerini şimdiden almış olan ya­zısındaki31 şahsıma yönelik “[İsrail Devleti’nin vazifeli maksatlı antisemitizm dedektörleri” suçlamasıyla bayağı sada­kat sorgulaması rüzgârlarının estiği karanlık dehlizlere da­lan bu ibret verici tartışma benim açımdan son derece yarar­lı olmuştur. Yararlı olmuştur zira bu vesileyle söz konusu çe­viri metnini bir daha yakından incelemek zorunda kaldığım­da, ileride iletişim fakültelerinde okutulmasını umduğum “Türk Basın Tarihinde Yanlı Habercilik” dersine harika ör­nekler teşkil edecek nice yeni güzellikler buldum.
Örnek Vaka 2: 8 Ağustos 2004 tarihli Los Angeles Times gazetesinde yayınlanan ve 10 Ağustos 2004 tarihli The Daily Star gazetesinde iktibas edilen Henri J. Barkey imzalı “Turkey’s Chill Further Iso lates Israel” başlıklı yazı.32
Bu yazının çevirisi, görebildiğim kadarıyla, 10 Ağustos tarihinde T.C. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) web sitesinde, 11 Ağustos tarihinde Zaman, 16 Ağustos tarihinde de Birgün gazete­sinde yayınlandı. Hiçbir çeviride yazarın görevi belirtil­medi. Dış politika uzmanı olması gerekmeyen sıradan okura yazarın kim olduğuna dair iki satırcık bilgi veril­mesi fazla görüldü. “Türkiye’nin Soğukluğu İsrail’i Daha Fazla Tecrit Ediyor” şeklinde tercüme edilmesi gereken
Ümit Kıvanç, “Politik doğruluk hakikate karşı”, Birikim, Ekim 2004, sayı 186, s.31-43.
32   Başlığın altında yazarın Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı olduğu ve 1998-2000 yılları arasında Amerikan Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama erkânı mensubu olduğu belirtilmekte.
Özgün başlık, BYEGM tarafından “Büyük Soğukluk: İsra­il Türkiye’deki Değişikliğin Bedeli”, Zaman tarafından “Türkiye İsrail karşıtı politikasıyla saygınlığını arttırı­yor”, Birgün tarafından ise “İsrail-Türkiye İlişkileri İsra­il’in İzolasyonu” şeklinde tercüme edildi. Hiçbirisinin öz­gün başlıkla alakası yok. Üç çeviri metninin ikisinde cid­di bir sorun mevcut ve bu sorun sadece çeviri hatası ile izah edilemez. Sorun özgün metinde yer alan şu cümleler:
Finally, Turkey’s harsher attitude toward Tel Aviv coincides with an unprecedented anti-Israeli and anti-semitic diatribe in the Turkish press. Conspiracy theories, many of them with origin in Sept. 11, abound about Israel’s abilities and intentions everywhere in the world. My favorite one was in a recent column in Turkey’s most progover’ninent paper. It claimed that the events in Darfur, Sudan, were the result of Israel’s desire to claim the waters of the Nile. The Israelis, the conspiracy asserts, induced its Ethiopian Christian allies to rebel against the Sudanese government. Not only did the columnist not know where Darfur is, but he also was ignorant of the fact that the genocide in Darfur is perpetrated by Arab Müslim Sudanese on African Muslims.
Çevirim:
Nihayet Türkiye’nin Tel Aviv’e yönelik daha haşin tavrı Türk basınında [rastlanan] misli görülmemiş şiddette bir antisemit ve İsrail karşıtı saldın dalgasına tesadüf etmekte. İsrail’in dün­yanın her yerinde [komplo düzenleme] kabiliyetleri ve niyetleri hakkında, çoğu 11 Eylül menşeili, komplo teorileri [Türk bası­nında] bol sayıda mevcut. En beğendiğim [komplo] Türkiye’nin en hükümet yanlısı gazetesinin bir köşe yazısıydı. Yazıda Dar­fur, Sudan’da cereyan eden olayların İsrail’in Nil Nehri’nin su­larına sahiplenmesinden kaynaklandığı belirtiliyordu. Komp­lo’ya göre İsrailliler Etyopyalı Hristiyan müttefiklerini Sudan hükümetine karşı ayaklanmaya ikna etmişlerdi. Köşe yazan sadece Darfur’un nerede olduğunu bilmediği gibi, Sudan’da jenositin Arap Müslüman Sudanlılar tarafından Afrikalı Müslümanlara yapıldığından da bihaberdi.
BYEGM çevirisi:
Son olarak Türkiye’nin Tel Aviv’e yönelik daha sert tutumu, Türk basınında beklenmedik bir şekilde İsrail ve Yahudi karşı­tı eleştirilerle aym zamana denk geldi. Çoğu 11 Eylül’den kay­naklanan komplo teorileri, İsrail’in yetenekleri ve niyetleriyle çeşitleniyor. Benim en beğendiklerimden biri, Türkiye’nin en hükümet yanlısı gazetesinde yakın bir tarihte yer aldı. Bu te­oriye göre Sudan, Darfur’da yaşananlar İsrail’in Nil nehrinin kontrolünü ele alma niyetinin sonucuydu. Teoriye göre İsrailli­ler, Etiyopyalı Hristiyan müttefiklerini Sudan hükümetine kar­şı ayaklanmaya ikna etti. Makaleyi yazan, Darfur’un nerede ol­duğunu bilmediği gibi Darfur’daki soykırımın Afrikalı Müslümanlara karşı Arap Müslüman Sudanlılar tarafından işlendiği gerçeğinden de bihaberdi.
Zaman çevirisi:
Çoğu 11 Eylül kaynaklı olan İsrail’in dünyanın her yerindeki niyetleri ve kapasitesi hakkındaki komplo teorileri oldukça faz­la. En ilgi çekeni, Türkiye’nin hükümet yanlısı bir gazetesinde, Sudan’ın Darfur kentindeki olayların İsrail’i Nil sularına ulaş­ması arzusunun bir sonucu olduğu iddiasıydı. İddiaya göre, İs­railliler, Etiyopyalı Hıristiyan müttefiklerini Sudan hükümeti­ne karşı isyan etmeleri için kışkırttı. Ancak yazar, Darfur’daki kıyımın Arap Müslüman Sudanlılar tarafından Afrikalı Müslümanlara yönelik yapıldığı gerçeğini görmezden geliyordu.
Zaman’ın. çevirisi bu kadar. Yani yukarıda alıntılanan sa­tırların antisemitizmle ilgili olan başlangıç cümlesinin çeviriden çıkarılması uygun bulunmuş. Okura herhangi bir ikazda bulunulmadan.
Birgün Çevirisi :
Birgün gazetesinde yayınlanan metin BYEGM’nin web si­tesinde yer alan metnin kelimesi kelimesine aynısıydı. Oradan kop­ya edildiği aşikârdı. Ancak Birgün metnin tamamına yer vermemeyi tercih etmiş. Üç koca paragrafı at­mış. Bunların arasında yukarıda BYEGM’den alıntıladığım satırlar dahildir. Makalenin altında Birgün’ün metni BYEGM websitesinden aldığına, metni kısalttığına ve ara başlıkları resen ilâve ettiğine dair en ufak bir not yok. Tüm iyi niyetimizle Birgün’ün kısaltmayı yer kaygısı ile yaptığını düşünebi­liriz ancak biraz titizlik gösterip elimize cetveli alıp haberi incele­diğimizde bunda yanıldığımızı gö­receğiz. Metne refakat eden fotoğ­rafın kapladığı yer, başlık hariç, metnin kapladığı yerin yüzde elliyedisine tekabül etmekte. Çeviri metni 21 x 13 cm. (boy x en), met­ne refakat eden İsrail Ordu-
su’nun yıktığı bir evin yıkıntıları üzerine Filistin bayrağı diken Fi­listinli gencin yer aldığı fotoğraf ise 12 x 13 cm.lik bir yer kaplamakta. O zaman metnin kısaltılmasındaki amacın yer kaygısı değil, gazetenin hi­tap ettiği okur kitlesinin hassasiyetine uygun bir fotoğ­rafla metni süslemek olduğunu anlayabiliriz.

Örnek Vaka 3: 14 Ekim 2004 tarihli Milliyet gazetesin­de yayınlanan Washington temsilcisi Yasemin Çongar imzalı “Yahudileri kollama yasası” başlıklı haber.
Bu haberde Birleşik Amerika Kongresi’nin kabul ettiği “Dünya Çapında Antisemitizm Eylemleri Konusunda Ra­por Talebi Yasası”nı konu eden bu haber Amerikan Dışiş­leri Bakanlığı’nın her yıl sonunda ülkeler temelinde ya­yınladığı “İnsan Hakları” ve “Dinsel Özgürlük” raporla­rında bundan böyle antisemit eylemler ve yayınlar konu­sunun da dahil edilmesinin karara bağlandığı bildirili­yor. Haberin alt başlığı olan “Kongre’nin kabul ettiği ye­ni yasa, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan dünyanın bütün ülkelerindeki Yahudi düşmanı girişimleri yıllık olarak rapor etmesini istiyor” konuyu gayet özlü ve nesnel bir şekilde özetlemiş. Ancak siyah karakterli “Yahudileri kollama yasası” başlığını taşıyan üst manşet ise antisemitizmi sıradanlaştıran, olağanlaştıran, nevi şahsına münhasır evrensel boyutunu göz ardı eden, “Yahudilere has özel bir sorun” boyutuna indiren bir başlık. Böyle bir başlığın okurda nasıl bir kanaat oluşturacağı malûm. Bu­rada şunu hatırlatmakta yarar var. Batı âleminde Milli­yet çizgisindeki bir gazetede böyle bir başlık taşıyan bir habere rastlamak mümkün değildir. Böylesi bir başlıklı haber ancak aşırı sağcı basında rastlanabilir.
Örnek Vakaların Ortak Özellikleri
ilk iki örnek vaka birçok ortak benzerlik taşımaktadır. Birgün sosyalist ve muhalif görüşlü okurlara, Radikal sol, liberal, demokrat, muhalif değerlere yakın veya o de­ğerlere bağlı okurlara, Zaman ise İslâmcı okurlara ses­lenmektedir. Örnek vaka olarak incelediğim ilk iki ahval­de adları geçen üç gazete, müşterileri olan okur kitlesinin hassasiyetlerini gözeterek okurlarına en ufak bir ikazda bulunmadan yabancı dilden kendileri çevirdikleri veya bir çeviriden kopyaladıkları metinler üzerinde serbest bir şekilde tasarrufta bulunmaktan çekinmediler. Radikal İki örneğinde ise gazete sadece tasarrufta bulunmakla kalmamış, bu duruma dikkati çeken bir okura külhan­beylikle istihzanın harmanlandığı bir eda ile haddini bil­dirmiş, daha da ileri giderek, salt yazarın dinî kimliğin­den hareket ederek, ifade etmediği bir düşünceyi ifade et­tiği veya akimdan geçirdiğini varsayarak “biz sizleri bili­riz” edasıyla bu hayali suçlamaya “insaf’ ünlemiyle cevap vermiş. Sosyalist değerlerle özdeşleşen Birgün gazetesi ise antisemitizm ve komplo teorilerine gönderme yapan satırların yer aldığı bir metnin o kısacık sekiz satırını ma­kaslamakta hiçbir mahzur görmemiştir. Hoşgörü ve din­ler arası diyalog, iyi ahlâk konularında şampiyonluğu kimseye bırakmayan Zaman gazetesinin editörü ise aynı metinde “antisemitizm” sözcüğünün geçtiği cümleyi yok ederken eli hiç titrememiştir. Üçüncü örnek vakanın ilk iki örnek vaka ile ortak paydası salt haber vasfını taşıyan ve yorum içermeyen bir metne atılan yorumlu bir başlık­la okur kanaatinin yanlış bir yere yönlendirilmeye çalışıl­masıdır.
Belgelere Sadık Kalmak Neden Önemli?
Özgün metin ve belgelerin çevirilerine neden müdahale edilmemesi gerektiğini ifade etmeye çalıştığım bu yazıyı okuyup da hâlâ bu meseleye “fantezi mevzular” veya “kavmî aidiyetten dolayı gösterilen aşırı hassasiyet” gibi yaklaşabilecek olanlara naçizane üç önerim... İlki. Vakti­niz olduğunda Türk Tarih Kurumu üyesi Prof. Dr. Kemal Çiçek ile Minnesota Üniversitesi misafir öğretim üyesi Doç. Dr. Taner Akçam arasında cereyan eden belgeler üzerinde tahrifat konulu polemikle ilgili olarak Doç. Dr. Taner Akçam’ın Agos’un 17 ve 24 Eylül 2004 tarihli nüs­halarında yer alan cevaplarını okumaya vakit ayırın. İkincisi. Üniversitede, “Çeviriye giriş 101” dersinde oldu­ğunuzu hayal edin. Hocanız bir İngilizceden Türkçeye çe­viri imtihanında bu İngilizce metinleri dağıtıyor, siz de metinleri örneklendirdiğim şekilde tahrif edilmiş bir hal­de çevirerek iade ediyorsunuz. Bu imtihanda alacağınız not ne olabilir? Üçüncüsü Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ni bir daha dikkatle okuyun.[22] Özellikle “Gazetecinin Temel Görevleri ve İlkeleri” bölü­münün 5. maddesini. Yani şunu:
Gazeteci; temel bilgileri yok edemez, görmezlikten gelemez ve metinlerle belgeleri değiştiremez, tahrif edemez. Yanlış, yanıl tıcı ve tahrif edilmiş yayın malzemesi kullanmaktan uzak du rur.
Bir de aynı bildirgede yer alan “Gazetecinin Doğru Dav­ranış Kuralları” başlığı altında yer alan “Kimlik veya Özel Durum” ile ilgili şu ilkeleri:
Açık kamu yararı olmadıkça ve olayla doğrudan ilgisi, bağlan­tısı bulunmadıkça, bir insanın davranışı veya işlediği suç, onun ırkına, milliyetine, dinine, cinsiyetine, cinsel eğilimine, hastalı­ğına veya fiziksel, zihinsel, özürlü olup olmamasına dayandınlmamalıdır. Kişinin bu özel durumu, alay, hakaret, önyargı ko­nusu yapılmamalıdır.
Şayet meseleye bu açılardan bakarsanız o zaman belki neden bu konuların gazetecilik ahlâkı açısından önemli olduğunu idrak eder, zihin ve vicdan okuma derslerine harcadığınız zamana ve paralara acırsınız.
Vaziyet Böyle İse Hangi Dedektör İş Görür?
Türk basınının her biri değişik ideolojideki okur kitlesine hitap eden en seçkin dört gazetesinin basın ve habercilik ilkeleri açısından hali pür melâli böyle ise şayet, değil beş duyunuz, her tarafınız dedektör veya antisemit arama ta­rama cihazı olsa ne yazar, olmazsa ne yazar...? Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanları ve MÜSİAD Başkanı ırkçı, fa­şist ve antisemit Anadolu’da Vakit gazetesinin 10. MÜSİ­AD Uluslararası Fuarı’ndaki teşhir standını ziyaret edip Anadolu’da Vakit’te neşredilmek üzere boy boy hatıra fo­toğrafları çektirmekten hoşnutsalar şayet,[23] tüm bedeni­niz İsrail teknolojili elektronik sensörlerle donatılmış “antisemitleri yakalayan robot polis”e dönüşmüş olsa ne yazar, olmasa ne yazar? Sosyalistler, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu aktivistleri ve insan hakları savunu­cuları siyasi ve pragmatik nedenlerle antisemit İslamcı yazar, siyasetçi ve aktivistlerle bir arada olmayı gönül ra­hatlığıyla kabullenebiliyorlarsa şayet, değil “Antisemitle­ri Yakalayan Robot Polis”, Süpermen misali bazen “say­gın araştırmacı” kıyafetli ancak acil durumlarda bu kıya­feti el maharetiyle çıkarıp takım elbisenizin altına gizle­diğiniz mavi-beyaz renkli Süpersiyonist kıyafetinizle İki­telli semalarında uçup, Medya Towers’lara pike yapıp “antisemitler” i tek tek yakalarından yakalasanız ne ya­zar, yakalamazsanız ne yazar?
“Antisemitizm var mı, yok mu?” meselesine gelince... Bence fazla kafa yormaya gerek yok. En iyisi yıllardan beri Türkiye’de iktidara talip olan ama bir türlü başarıya ulaşmayan sosyalistlerin Mayıs ayının ilk cuma gününü “İsrail Devleti’nin Yeryüzünden Sili’ninesi İçin Toplu Na­maz Günü” ilân etmeleridir. Sosyalistlerin bir devrim ni­teliğindeki böyle bir kararı vermeleri halinde seçmen ta­banı üzerinde yaratacakları dehşetengiz siyasi tercih kayması sonucunda ilk seçimlerde ya tek başına veya İs­lamcılarla birlikte iktidar olurlar. İktidar olur olmaz da İsrail Devleti’ni yok etmeye, sağ kalabilen Yahudileri de Akdeniz’e dökmeye yeminli ülkeler ve terör örgütleriyle
hemen askerî ittifaklara girer, dünyanın başına belâ olan bu melanet, bu uğursuz devletten insanlığı kurtarırlar. Böylece liberalinden sosyalistine, MHP’lisinden Islâmcısına, devrimcisinden ülkücüsüne her cenahtan herkesin Türkiye’de antisemitizmin asla ve kat’â mevcut olmadığı konusunda hemfikir olduğu bir ortamda İsrail Devleti’ni yok ederek bu meselenin sadece Türkiye’nin değil dünya­nın gündeminden de kalkmasına yardımcı olurlar... Bu patırtı gürültü sırasında paçayı kurtarabilen Yahudiler için Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarih boyunca Yahudilere gösterdiği hoşgörüsünü tekrar göstermeye hazırdır. Bekleriz efendim... Ezkaza bazı berduşlar “Türkiye bu kadar Yahudi göçmeni kaldırmaz. Yahudiler GAP’ı, Şan­lıurfa’yı, kanımızla suladığımız canım topraklarımızı sa­tın alıyorlar. Defolup gitsinler. Türkiye Türklerindir” di­ye feryat edip antisemitizm yapmaya kalkışırlar ise şa­yet, cengaver sosyalistlerimizin bedenlerini kalkan yapıp Yahudiciklerini koruyacaklarına dair hiç kimsenin şüp­hesi olmasın... Bu nedenle Amerikan dış siyasetini, Wall Street’i velhasıl dünyayı yönlendiren, hızım alamayıp Türkiye’de bile envai çeşit fesatlar karıştıran Yahudilere kendilerine çok fazla güvenmelerini, tedbiri elden bı­rakmamalarını, tercihan birden fazla ama bu mümkün değilse en azından birer tane güçlü kuvvetli sosyalist ar­kadaş edinmelerini naçizane tavsiye ederim. Ne olur, ne olmaz....

SOSYALİSTLER, ANTİSEMİTİZM VE SİYONİZM
Birikim dergisinin Ekim sayısında yayınlanan “Antisemitizme sıfır tahammül” başlıklı bildiri vesilesiyle Bir­gün yazarları Adnan Bostancıoğlu,[24] Mete Çubukçu[25] ve Rıdvan Akar[26] (aynı zamanda bildiriye imza atan) arasın­da başlayan tartışma sosyalist elitlerin antisemitizm ve siyonizm karşısındaki ikircikli tavırlarını gösterme açı­sından son derece öğreticiydi. Bu tartışmada beni şaşır­tan hususlara değinmek istiyorum.
1-                  Mete Çubukçu ile Rıdvan Akar arasında cereyan eden polemikte ortaya çıkan gerçek şu: Sosyalistler antisemitizmle siyonizmi aynı kefeye koymaktalar zira onlara gö­re Siyonizm, aynen antisemitizm gibi, ırkçılıktır. Ekim sayısını “Madalyonun İki Yüzü Anti-semitizm ve Siyo­nizm” başlığıyla antisemitizme hasreden Birikim’deki te­lif yazıların çizgisi de böyle.[27] Bu tavrı benimseyen sosya­list elitler ya BM Genel Kurulu kararlarından bihaberler, ya da “siyonizm ırkçılıktır” sloganını ideolojik bir düstur olarak tekrarlamaktalar. BM Genel Kurulu’nun 10 Ka­sım 1975 tarihinde “siyonizmin bir nevi ırkçılık ve ırkî ay­rımcılık” olduğunu ilan eden 3379 sayılı kararı kabul et­tiği doğrudur. Ancak bu karar BM Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1991 tarih ve 4686 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Birinci gerçek bu.
2-                    Ikinci           gerçek siyonizmin ırkçılık olmadığı, Yahudi hal­kının özgürce yaşayabileceği bir ulus-devlet kurmayı he­defleyen Yahudi milliyetçiliği olduğudur. Sosyalistlerin tamamı veya bir kısmı ideolojik olarak ulus - devlete ve her tür milliyetçiliğe karşı olabilirler. Buna bir itirazım yok. Ancak Siyonizmin ırkçılık olduğunu ilan edenler her tür etnik milliyetçi tezahürlere de aynı şekilde karşı çık­malıdırlar. Sadece siyonizm ve Türk milliyetçiliğine karşı değil. Sosyalistlerin ezici çoğunluğu bunu yapmıyor ve tek taraflı davranıyor.
3-                                   Siyonizmle     antisemitizmi aynı kefeye koymak ve “ma­dalyonun iki yüzü” olarak takdim etmek hem insafsızlık­tır, hem de siyonizm ve antisemitizmin ne olduğu konu­sunda inanılması güç bir bilgisizliğin itirafıdır.
4-                        Rıdvan       Akar 28 Ekim tarihli yazısında Ümit Kıvanç’ın sosyalistliğini sorgulamanın “hiç kimsenin” haddi olmadı­ğını ilan etmekte. Ümit Kıvanç’ı bir nevi dokunulmazlık zırhıyla kuşatan bu duygusal yaklaşımın nedenlerini hiç anlayamadım. Ümit Kıvanç kuşkusuz sosyalizm uğruna eziyet çekmiş, önemli eylemlerde bulunmuştur. Ancak Kı­vanç Birikim’in Ekim sayısında yayınlanan, şahsımı şo­ven ve antisemit yazarların kalemlerine yakışır bir şekil­de “İsrail Devleti’nin görevlendirdiği antisemitizm dedektörü” ilan eden, Türkiye Cumhuriyeti’ne olan sadaka­timi sorgulayan bir makalenin müellifidir. Sayın Kıvanç dünyanın gelmiş geçmiş en idealist kişisi olsa bile hem ben, hem başkaları bu yazısından ötürü kendisini vargüçleriyle sorgulama hakkına sahiptir.
li                     “Ben” diyorum zira Kıvanç’ın yazısı 11 Temmuz 2004 tarihinde Radikal İki’de yayınladığım basın etiği ile ilgi­bir yazıdan yola çıkarak konuyu bambaşka bir mecra­ya saptıran, şahsım üzerinden Musevilerle hesaplaşan olağanüstü haksız ve çirkin bir yazı. Bu yazıya lâyık ol­duğu cevabı hazırlayıp Birikim'e yolladığımda Yazıişleri Müdürü Kıvanç’ın sorduğu ancak muhatabı olmadığım, “Antisemit olmakla suçlanmadan İsrail Devleti eleştirile­bilir mi?” sualine cevap vermek yerine yazımın önemli bir bölümünde basının yabancı kaynaklı metin çevirilerini nasıl bilinçli bir şekilde tahrif ettiğini anlattığımı, Kıvanç’ı haksız yere antisemit olmakla itham ettiğimi, Birikim’in de bu ithamın muhatabı sayıldığını belirterek cevabî yazımın bu haliyle yayınlanmayacağını bildirdi. Değişiklik yapmayı reddettiğimden yazım yayınlanmadı. Cevap hakkıma saygı gösterilmedi. Halbuki Birikim edi­törü, Kıvanç’ın yazısını dergide yayınlamadan önce oku­mam için bana yolladığında içeriği hakkında tek bir keli­me itirazda bulunmamıştım zira öyle bir hakka sahip de­ğildim. Dahası Kıvanç’a cevap verip vermeyeceğimi soran editörden, cevap vermem halinde yazıma hiçbir müdaha­lede bulunulmayacağına dair şifahi prensip sözü de al­mıştım. Bu söz yerine getirilmedi.
Bu manzara karşısında Birikim camiasının/cemaatinin bir şekilde düşüncelerine tercüman olduğu sosyalistlerin safları sıklaştırıp ülküdaşlarını dokunulmazlık zırhıyla koruma altına almaları, cemaat dışı yazarlara sansür uy­gulamaları yerine cemaatçi ve dayanışmacı ideolojilerin­den arınmalarını, ifade özgürlüğü hakkındaki düşüncele­rini gözden geçirmelerini, siyonizm ve antisemitizm ko­nusunda da epey bir okuma yapmalarını öneriyorum.
Bu kitap bir zaruretten doğdu. Birikim dergisinin Ekim sayısında Ümit Kıvanç'ın bu kitabın yazarını hedef alan polemik makalesine cevaben hazırlanan yazıyı Birikim yayınlamayı reddettiğinden bu kitap hazırlandı. Tartışmanın ortaya çıkmasının nedeni 2004 yılının Temmuz ayında Radikal iki'de yayınlanan Irak savaşıyla ilgili bir çeviri makaleye bu kitabın yazarının, gene aynı gazete ekinde yayınlanan, çeviri âdâbı ve basın ilkeleri açısından getirdiği itiraz yazısı. Ümit Kıvanç Birikim'deki makalesinde bu itiraz yazısından ötürü "uzun zamandır muzdarip olduğu bir konuda sabrının taştığı"nı belirtmekte. Kıvanç'ın, görüşüne göre, muzdarip olduğu konu İsrail Devleti'nin siyasi ve askerî icraatlarını eleştirenlere hemen yöneltilen antisemitizm ithamı nedeniyle İsrail'i eleştirmenin neredeyse imkânsızlaştığı. Kıvanç makalesinde yazarı Radikal iki'yi antisemitizmle itham ettiğini ima ettikten sonra onu önce "anti-semitizm dedektörü", daha sonra da "İsrail Devleti['nin] vazifeli-maksatlı dedektörleri" şeklinde anmakta ve böylece üstü örtülü bir şekilde Türkiye'ye olan sadakatini sorgulamakta. Kitabın "sunuş" yazısında, okurun tartışmayı anlayabilmesi için hem Kıvanç'ın makalesinden yapılan alıntılarla eleştirilerine yer verilmekte, hem de yazarın Birikim'e gönderdiği cevabî makalenin yayınlanmamasıyla sonuçlanan sürecin öyküsü anlatılmakta.Ümit Kıvanç’ın yazısı Birikim'in “Madalyonun iki yüzü Anti-semitizm ve siyonizm” başlığıyla antisemitizme ayrılmış Ekim sayısında yer al­dı.1

Kaynak: ÜMİT KIVANÇ’A CEVAP- BİRİKİM DERGİSİNİN YAYINLAMAYI REDDETTİĞİ MAKALENİN ÖYKÜSÜ, 1. Genel Dağıtım: Turkuaz Yayınları Basım: Ocak 2005, İstanbul


[1]
Ümit Kıvanç, “Politik doğruluk hakikate karşı”, Birikim, Ekim 2004, sayı 186, s. 31-43, 31. Yazıda siyah karakterlerle yapılan vurgular Ümit Kıvanç’a aittir. Kıvanç’ın katkıda bulunduğu filmlerin künyeleri www.gecetreni.ws web- sitesinde mevcuttur. Ümit Kıvanç bir dönem İstanbul Bilgi Üniversitesi bün­yesinde mevcut olan ve Nisan 2002 de faaliyetlerine son veren www.medyak- ronik.com medya eleştiri sitesinin kurucu ve editörlerindendi. Hâlihazırda www.haysiyet.com web sitesi editörüdür.

[2] Ümit Kıvanç’ın dipnotu: “Rıfat Bali’nin yazısını internetten okuyabilirsiniz: http://www.radikal.com. tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=3632&ta- rih=15/07/2004&ek_tarihi=ll/07/2004.”

[3] Ümit Kıvanç, a.g.m., s. 32-33. Siyah karakterli vurgulamalar yazara aittir.
[4] Ümit Kıvanç’ın notu: “Söz konusu arabaşlıkları aslında çevirmen değil Radi¬kal iki yazıişleri eklemiş, kendileri bir notla bunu açıkladılar. Ama bu, sadece eleştirinin muhatabını değiştiriyor, Bali’nin dedikleri bu yüzden geçersizleş- mez. Radikal İki’nin de, Bali’ye cevap verdiği yerde, hemen yambaşma dikilip ona laf etmesi -güya okuruna seni eleştirme hakkı tanıyorsun, anında sen de cevabı yapıştırıyorsun- sevimsizdi doğrusu; geçerken belirtmiş olayım.”
[5] Kaile Lasn, “ Why won’t anyone say they are Jewish?”, Adbusters, Sayı 52, http://www.adbusters.org/magazine/52/articles/jewish.html.
[6] Ümit Kıvanç’ın notu: “Anti-semitizm” kavramı aslında sadece kafa karıştırı­yor ve bazen alenen Yahudi düşmanlığı yapanların günahını hafifletiyor. Çeşit­li şiddetlerdeki milliyetçilik dönemlerinden geçip bugüne ulaşmış dünyamızda sanırım bu düşmanlık cinsi de ayaklarını yere basıyor ve dini olmakta!) çok ırk­çı bir nitelik taşıyor. Michael Neumann da “anti-semitizm”den asıl muradın “Yahudi düşmanlığı” olduğunu belirtiyor ve Yahudiliğin bir din mi, bir ırk mı, bir kültürel kimlik mi olduğu konusunda bizzat Yahudilerden kaynaklanan bir karışıklık olduğunu, Siyonizm kavramının işleri daha da karıştırdığını anlatı­yor: “What is anti-semitism?”, CourıterPunch, 4 Haziran 2002 (internetten oku­yabilirsiniz: http://www.counterpunch.org/neumann0604.html).”

[7] Rıdvan Akar, “Hayatla ‘polemika’ ”, Birgün, 29 Ekim 2004.
[8] Ümit Kıvanç, a.g.m., s. 37, dipnot 8.
[9] Roni Margulies, “Yahudi düşmanlığı ve İslâm/Arap düşmanlığı”, Birikim, Ekim 2004, Sayı 186, s. 44-48, 45. Siyah karakterli vurgulama yazara aittir.
[10] http://www.travelbrochuregraphics.com/extra/symposium_leftist_anti-semitism.htm
[11] Haber Merkezi, ‘Yahudi düşmanlığı ve İsrail pişmanlığı”, Gerçek Hayat, 29 Ekim-4 Kasım 2004, sayı 2004-44 (210), s.18-19.
[12] Derginin üstü örtülü bir şekilde göndermede bulunduğu bu satırlar aynı dergide yayınlanan benimle yapılan bir söyleşiye atıfta bulunmaktadır. Bkz. Murat Menteş, “Komplo Teorilerine Herkes İtibar Ediyor”, Gerçek Hayat, 20- 26 Şubat 2004, Sayı 2004-08 (174), s. 36-37
[13] Mehmet Y. Yılmaz, “Bizim de ‘entelektüel terörist’lerimiz var”, Milliyet, 3 Temmuz 2003. Yılmaz’ın bahsettiği söyleşi şudur: Burçin Gerçek, “Entelektüel törörizm var”, Radikal, 29 Haziran 2003.

[14] Ümit Kıvanç, a.g.m., s. 37.

[15] Sergius Nilus, Siyon Liderlerinin Protokolleri, Çeviren: İsmail Tulçalı, Nok­ta Kitap, 2. Baskı, İstanbul, 2004, s. 184-185.
[16] Selin Çağlayan, İsrail Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 547- 574.
[18] 1843 yılında ABD’de kurulan ve masonik örgütlenmede olduğu gibi localar halinde örgütlenen Yahudi örgütü. Sosyal, ahlakî, eğitim ve hayırsever amaçlı bir örgüttür. (RNB)

[19] Sergius Nilus, Siyon Liderlerinin Protokolleri, çeviri İsmail Tulçalı, Nokta Kitapları, İstanbul, 2004, s. 184-185.

29  [20] Mehmet Y. Yılmaz, “Radikal okuyucularından özür diliyorum”, Radikal, 25 Haziran 1999. Yılmaz’ın adını açıklamadığı okur İshak Alaton’du. Bkz. “Alaton’dan basma tepki”, Şalom, 30 Haziran 1999, s. 4.

[21]        Yazar bir zahmet internette on dakika araştırma yapsaydı doğru olarak ka­bul ettiği ve Birikim okurlarına aktardığı “Coca Cola’nm İsrail Devleti’ne mad­di yardımda bulunduğu” yalanının defalarca Coca Cola tarafından tekzip edil­diğini görebilecekti. Bkz http://www2.coca-cola.com/contactus/myths_ru mors/middle_east_israel.html ve http://www2.coca-cola.com/contac tus/myths_rumors/middle_east_nbc.html. Dahası Ramallah’ta 400 Filistinliye istihdam sağlayan bir Coca Cola şişeleme tesisi mevcut olduğunu da fark ede­cekti. Bkz.”Coke Adds Strife”, http://www.snopes.com/inboxer/outrage/noco- ke.htm. 8 Mayıs 2002. (Barbara ve David P.Mikkelson “Urban Legends Refe- rence Pages”) İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin 28 Mart 2002 tarihinde Cenin Mül­teci Kampı’na karşı giriştiği “Savunma Kalkanı” (Operation Defensive Shield) harekâtına bir tepki olarak Arap âleminde Amerikan ve İsrail menşeili ürün­lerine karşı başlatılan boykot kampanyası sırasında Çoca Cola tepkiyi yatışitır- mak için Filistin Özerk Yönetimi milli futbol takımının maddi destekçiliğini üstlenecekti. Bkz. James Cox, “Arab nations see baycotts of U.S. products”, USA Today, 25 Haziran 2002.
[23] “Müsiad Fuarı’nda Vakit’e büyük ilgi”, Anadolu’da Vakit, 17 Eylül 2004 / “Vakit, fuarın ilgi odağı”, Anadolu’da Vakit, 19 Eylül 2004 / “Yazar okur kucak­laşması”, Anadolu’da Vakit, 20 Eylül 2004 / “Vakit’e özel ilgi”, Anadolu da Vakit, 21 Eylül 2004.

[24] Adnan Bostancıoğlu, “Antisemitizme sıfır tahammül”, Birgün, 19 Ekim 2004 / “Bir mektup”, Birgün, 3 Kasım 2004.
[25] Mete Çubukçu, “Antisemitizm ve Siyonizm!”, Birgün, 26 Ekim 2004. Mete Çubukçu bu yazısında “Sosyalistlerin düsturu anti semitizme ve siyonizme bir­likte karşı olmaktır. Çünkü her ikisi de ırkçılıktır. Birine karşı olurken diğeri­ni atlamak olmaz” demekte.

[26]  Rıdvan Akar, “Üç kağıtçı Yahudi”, Birgün, 18 Ekim 2004 / “117 Şaşkın!”, Birgün, 21 Ekim 2004 / “Hayatla polemika”, Birgün, 28 Ekim 2004. Akar 28 Ekim tarihli yazısında Mete Çubukçu’nun yukarıda alıntılanan beyanına mu¬tabık olduğunu belirtmekte.
[27] Bu konuda bir eleştiri için bkz Nora Şeni, “ Antisemitizm”, Radikal İki, 21 Kasım 2004 ve Saime Tuğrul, “Neden bu ‘özel nefret’?” Radikal İki, 19 Aralık 2004. Karşı eleştiri için bkz. Murat Paker, “ Antisemitizm - Siyonizm”, Radikal İki, 5 Aralık 2004.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar