Print Friendly and PDF

YÂRE YADİGÂR



Sorular-Cevaplar

NEFS : Arapça bir kelime olup çok sayıda manaları ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence, ukubet, arzu, murad.
Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir.
Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmânî, ilâhî ben mânâsına da kullanılmıştır. Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar:
O, hayvanî ruhdur, kalb (nefs-i natıka) ile beden arasında vâsıtadır. Kendisine, Kur'ân-ı Kerim'de mübareklik özelliğini taşıyan, şarka ve batıya ait bulunmayan ağaç olarak işaret edilir. (Nur/35).
Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı manada kullanılmıştır:
1. Zâtullah manasına: Tâhâ/41, Al-i imran/28, En'âm/12,54, Mâide/116.
2. İnsan ruhu: Fecr/27, En'âm/93, Zümer/42.
3. Kalp, sadır vb. manalar: Al-i imrân/154, A'râf/205, Yusuf/77, Bakara/77, 109, 235, Nisa/113, En'âm/158, Yunus/100, Enbiyâ/64, Nemi/14, Fussilet/53.
4. İnsan bedeni: Al-i İmrân/146, 185, Enbiyâ/35, Ankebût/57, isrâ/33, Yusuf/26, 30, 61.
5. Bedenle bareber ruh: Bakara/286, En'âm/152, Yunus/23, 30, 44, 49, 54, Ra'd/11, 42, isrâ/7, Tâhâ/15, Ankebût/6, Zümer/70, Mü'min/17, Câsiye/15.
6. İnsana kötülüğü emreden kuvvet manasına: Yusuf/18, 53, Tâhâ/96, Mâide/30.
7. Zât manasına: Bakara/48, Lokman/28, 34, Müddesir/38.
8. Cins manasına: Tevbe/128, Rum/28, A'râf/188, Şûra/11. Türkçemizde bu kelime çeşitli şekillerde kullanılmıştır:
Nefsini bilen Rabbini bilir: Bu sözün, hadis olması hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifadeyi sık sık kullanırlar. İnsanın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye eden çeşitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen dış dünya hakkında düşünerek Hakk'a ulaşmanın mümkün olduğunu gösterdiği gibi, enfüs denilen iç dünya üzerinde de düşünerek aynı sonuca varılabileceğini gösterir. Gölpınarlı bu ifâdeyi, şu şekilde açıklamıştır:
"Nefsini bilen, yani, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, Rabbisini bilir, yani Rabbisini kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir".
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul ânı
Sen seni bil sen seni.
Hacı Bayram Velî
Nefes-Nefs ilişkisinin gizlenmiş gerçeklerini Nefes-i Rahmanda bulabiliriz. Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî) Futuhât-ı Mekkiyye’sinin birçok yerinde bu konuya izahlar getirmiştir. Bir kısmını burada zikredelim.
Nefsine dost diyen insanın kendisidir. İnsan diye bahsedilen varlığın ruh, nefs ve beden gibi ayrımlarla açıklaması karışık olunca, bazen ruhumuz mu diye sahiplendiğimiz nefsimiz olmaktadır. Âdem aleyhisselâm ve Havva annemiz “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Bizi yarlıgamaz, bize acımazsan ziyankârlardan oluruz” [A’raf, 23], dediklerinde ruhlarını ve nefislerini birlikte dile getirdiler.
Allah Teâlâ ise:
“Kim bir kötülük eder, yahut nefsine karşı zulümde bulunur da sonra Allah'tan yarlıganmak dilerse Allah'ı, suçları örtücü ve rahîm olarak bulur.” [Nisa,120]
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem “Sakın nefsinizi kötülemeyin”, “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)
Buradan anlaşılan, Allah Teâlâ kulları üzülmesin diye kavramların/isimlerin çoğalmasını emretti ki, devran kendi içinde bir doludan bir boşa aksın hareket devam etsin.
Geniş izahat için bakınız. http://www.erdemyolu.com/ruh-beden/kuranda-nefis-ve-ruh-kavramlari.html
Kendinden vaz geçen nefs Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya hitâben: “Seni nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Yarattığı âlemi insana hediye etmiş, kendini gizlemiştir.
Nefs, yaratılma gerçeği olarak Hakk tarafından aldığı vasfı nefes-i rahmanı unutmaz tanrılık vasfını bazen kul vasfının önüne geçirmek ister. Allah Teâlâ, nefse kul olmasını emretmiştir. Fakat yinede verdiği bir fıtrat gereği isyanı kaderine yazmıştır.
“Eğer günah işlemeseydiniz, sizi yokederdim.. “ hadisi buna işaret etmektedir.  Kötülük Allah Teâlâ’nın yaratma sırlarındandır.
Kötülük Allah Teâlâ’dan mıdır denilirse, bunun cevabını tam olarak vermesekte, kötünün sığınacağı yerin yine  Allah Teâlâ katı olduğu hakikattir.
Hz. Mevlâna buyurdu ki:
«Senden yalnız ihsan ıssı umarsa, peki, suçlu nereye sığınsın»
**
«Ey kerem ıssı, sen, yalnız iyi kişinin yaptıklarını kabul eder, yalnız onu yarlıgarsan, peki, aşâğılık kişi, suçlu kişi, nereye gitsin de ağlasın inlesin»
Bakınız: https://ismailhakkialtuntas.com/2016/02/27/hersey-allahtan-ama-sineme-dokunuyor/
Meleklerin sesidir. Allah Teâlâ cehenneme atarken dahi zebanileri vasıta kılması bu nedenlerdir.
Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî)  buyurdu ki:
Varlıkta gerçekleşen en şaşırtıcı iş söylediğimiz bu husustur. Şöyle ki: Allah Teala vahiy ilka ettiğinde, adeta taş üstüne vuran yağmur gibi ses çıkar, melekler baydırdı.
Nitekim Hz. Peygamber’e de vahiy taş üstüne vuran yağmur gibi geldiğinde baydırdı. Bu tarz vahiy, kendisine gelen vahyin en şiddetlisiydi.
Cebrail vahyi kalbine indirir, o ise duyu âleminden geçer, ağzı köpürür, vahiy bitene kadar üzerine örtüler alırdı.
Hz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve selleme soğuk bir günde böyle vahiy indiğinde, alnından terler boşalırdı.
Hz. Musa de Allah Teâlâ ile vasıtaların ortadan kalkmasıyla konuşmuş, o bayılmamış, duyusunu yitirmemiş, hem kendisi konuşmuş hem onunla konuşulmuştur. Bu makam, meleğin vasıtasıyla gelen vahiy makamından daha üstündür. O melek konuşma esnasında bayılır. İnsanların en şereflisi olan Hz. Peygamber’e vahiy gelince, Cebrail’in inişi esnasında bayılır, Hz. Musa ise vasıtalar ortadan kalkmasına rağmen bayılmamış, herhangi bir halle karşılaşmamış dağ ise dağılmıştı. Bilmelisin ki, bütün bunlar, perdenin eserleridir. Çünkü her nerede ortaya çıkarsa çıksın hüküm, perdelere aittir. Allah Teala onları perde olarak yarattığında, örtsünler diye yaratmıştır ve örtmeleri kaçınılmazdır. Örtmeselerdi, perde olmazlardı! Allah Teala perdeleri iki tür yaratmıştır: Manevi ve maddi perdeler!
Allah Teala maddi perdeleri de iki tür yarattı: Kesif ve şeffaf perdeler. Kesif perdelerde göz perdelerden başkasını görmezken latif olanlarda göz perdelerin ardında ve içinde bulunanları görür. Şeffaf perdelerde ise göz perdenin ardındakini görür. Bu esnada içinde olanı gördüğünde, karışıklık gerçekleşir.
[Futuhât-ı Mekkiye, 23. Sifr, cilt,12, 141]
Kalb'in Türkçe karşılığıdır. Gönül, Hakk binasıdır.
Duruş kazan, ye, yedir
Bir gönül ele getir
Yüz Kâ'be'den yeğrekdir
Bir gönül ziyareti.
Yunus Emre
Bunun en güzel cevabı “ne aynîdır, ne gayrıdır”.
Geniş izahat için bakınız. http://www.erdemyolu.com/ruh-beden/kuranda-nefis-ve-ruh-kavramlari.html
Dünya, tadıp da vazgeçemediğimiz cevher, tutkuyla bağımlı olduğumuz sevgili.
Acılarımızı ve sızılarımızı görmekten zevk alarak bizi çok seven, ölesiye sevdiğimiz aşkımız.
Dünya, cazibesiyle kolumuzu, kanadımızı kıran aşkımız.
Hışmından, bazılarımız belki kurtulabilir.
Bazılarımız da bu kurtuluşun verdiği coşkuyla, kırılan taraflarıyla, eskisinden daha güçlü olarak yöneldiğimiz ve daha çok bağlandığımız dünya.
İnsan olarak, bizde yaradılıştan zorbayız, acı çektirmeyi severiz. Fakat sen, kolunu kanadını kıramadıklarına karşı düşman olup, öldürmeye onu yutmaya çalışıyorsun.
Zalimliğinle, iyilerin ve cesur olanların, ağlamalarına, haykırışlarına hiç bakmadan, öldürmekten zevk alıyorsun. Birine ulaşamıyorsan, elde edemiyorsan veya istediğin gibi acı çektiremiyorsan, onu öldürmek için peş peşe düzenler, tuzaklar kuruyorsun. Muhtaç değilsin, acelen hiç yoktur, ama hep fırsat zamanını usanmadan, yılmadan bekliyorsun.
Ey dünya, biz seni seviyoruz, sen ise sevenlerine sınırsız zararlar veriyorsun. Seni sevmekle, kendimize zarar verişimiz aşkımızın bir karşılığıdır, niçin ailelerimizi, sevdiklerinizi ayrı tutmuyorsun?
Zulüm ve dehşetine meftun olduğumuz, vazgeçemediğimiz, dünya. Etrafımızı da yok edeceğini bilsek de, seni sevmekten kendimizi alamıyoruz.
Bil ki, son kudretimize kadar şansımızı deneyeceğiz. İçimizdeki “Yarın, yarın, her şey bitmiş olacak!..” arzusu hiçbir zaman son bulmayacak. Normalde bu herkesin  başaramayacağı, sonuçta  kesinleşmiş olan bir fikirdir. Ancak seninle olabilmek, bir şeyler başarmanın zevki, ne muhteşem, ne çılgınca kulağa hoş gelen pek garip bir duygudur.  Neden sana olan aşkımızdan vazgeçemiyoruz?  Yoksa insan, ne pahasına olursa olsun, tıpkı denize düşenin yılana sarıldığı gibi karşılıksız olan aşkına cevap mı bekliyor? (neyi umut mu ediyor?) Kabul edelim ki, denize düşen insan, eğer boğulmak korkusuna kapılmasaydı, ağaç kökü diye yılana niye sarılsın ki?
Nedenini bilemiyoruz ama sevgine hepimiz kapıldık. Kim bilir, belki de hiçbir seçeneğimiz kalmadığından mı, yoksa ayrılığın kader olduğu, hayatta son şansımız dediğimiz umudumuz musun?
Gerçekten de, beklenmedik talih ve olaylar ard arda gelişi bir sistem değilse de içinde bir çeşit düzeni barındırmakta. Bu durum elbette çok garip. Ancak dünya bizi yaratan hakkı için,  çok zaman Tanrımız yerine koyup, seni çok seviyoruz. İnsanın ayrılıkları bitmez. Bu sevginin hatırına bizi çok hırpalama. Allah ile aramıza girip, bir ayrılık acısı daha tattırma. Allah Teâlâ ile aramızı bulmada bizlere yardımcı ol. Bir şansımız var, “o da yarın”, diye umutlarımızı yok etme, bizi “farş olanlar” dan eyleme.
Âmin.
https://ismailhakkialtuntas.com/2013/02/28/dunya-sonsuz-askimiz/

Varlığın birliği kulun etkisinin sınırlılığını en iyi izah edebilen ıstılahtır. Sonsuzluğun içinde varlığımızın yokluk mertebesidir.
Hakk cihâna doludur kimsene Hakk'ı bilmez
Anı sen senden iste, o senden ayrı olmaz.

İnsanların inançlarındaki tasavvuru iki şekildedir. “inançlarında yarattığı düşünce” veya “inanılan düşünce” dir.
İnsanın düşüncesi, inancına veya zannına göre doğru olunca başkalarını kabullenmekte zorlanmaktadır. Koyduğu sınırlar dahi diğer insanları öylesine kapsar ki, kendi dahi bir zaman sonra koyduğu sınırını artık aşamaz.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Kulum beni nasıl bilirse (zannederse) ona öyle muamele ederim” [1]
Bu hadis insanların inancında çeşitliliğin oluşunu haber vermektedir. Bu durum, bir anlamda“sayısız inanç tasavvurunun[2] imkânı” nı doğurmaktadır.
Bir rivayette ise, Allah Teâlâ, kıyamet günü zâtında bulunduğu hal üzere kullarına tecellî eder. Fakat hiç kimse Allah Teâlâ’yı kabul etmez ve “Sen bizim Rabbimiz değilsin” diye kaçışırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, herkese herkesin zâtı hakkındaki tasavvuruna göre tecellî eder. Böylece herkes, kendi inancına göre gördüğü Allah Teâlâ’yı kabul eder. Ve O’nu ikrar ederler. Ancak Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmekten aciz kalmışlardır. Sadreddin Konevî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, bunu şöyle ifade etmiştir:
“Hakk, kıyamet günü müminlere tecellî eder, onlar da Hakk ile kendileri arasındaki alâmeti görmedikleri sürece, Hakkı inkâr ederler ve ondan kaçınırlar. Söz konusu bu alâmet, Hakka dâir ‘o şöyledir, şöyle değildir’ şeklindeki inançlarıdır. Hakk, onlar için suretlerde başkalaşır (tahavvül) ve her birisi, kendi alâmeti ile O’nu tanır.” [3]
Öncelikle inançtaki sonsuz çeşitlilik Allah Teâlâ’nın büyüklülüğünün işaretidir. Bu çeşitlilik ile herkes “kendisi bakımından” bir inanca sahip olur ve böylece pek çok inançlar ortaya çıkar.
İnsanın mutlaka “belirli” ve “sınırlı” bir inanca bağlanma ihtiyacı ve fıtratının gereği olduğunu bilmekteyiz. İnsanın hiçbir şekilde bilemediği ve hakkında hüküm veremediği bir şeye inanmasında çeşitlilikten kurtulması mümkün değildir. Ayrıca aynı inanç içinde buluştuğu kişilerle dahi bağdaşamadığı pek çok konusu da vardır. Bu durumun çıkışı inançtaki, bilme, ikna ve aldanma imkânları ile eşittir.
“Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.” [4]
Bu ayet ile insanın aldanmayacağını düşünmek yanlıştır. Yani insan yalnız kalınca ve bırakılınca muhakkak aldanır demektir.
Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz mesnevisindeki uzun hikâyelerden birisi olan Yahudi padişahın hikâyesinde [5] ikna ve aldanmanın inançtaki seyri, aldatan ve aldananlar söz konusu edilmiştir. Bu nedenle inancın tahkik safhasına kavuşmadığında çok faydalı olmadığı ve sonuçta hüsran olunacağı anlatılmaktadır.
[1] Hadis müttefekun aleyhtir. Bkz. Buharı. Tevhid. 15: Müslim. Tevbe. 1. Zikir. 2.19: Tirmîzî. Zühd 51. Daavat. 131: İbn. Mâce. Edeb. 53.58: Darimi. Rikak. 22
[2] Tasavvur: Hayal gücü, imgelem, hayal, hayal etme, kuruntu,
[3] bkz. Suad el-Hakim, el-Mu’cem, 87 vd; Ebu’l-Ala Afifi, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar (trc. Ekrem Demirli, İz Yay. 2000), s. 54 vd. Vahdet-i vücûd ve ilâh-ı mutekâd hakkında bkz. Abdülganî en- Nablûsî,Gerçek Varlık, 76 vd; Konevî’de İlâh-ı mutekâd ve “sübjektif Tanrı” tasavvuru için bkz. Nihat Keklik, Sadreddin Konevî’nin Felsefesinde Allah-Kainat ve İnsan, s. 51 vd.; Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Mârifet ve Vücûd, s. 145 (doktora tezi, M. Ü. S. B. E., 2003)
[4] Bakara, 7
[5] Mesnevi, I, b. 324-739

Ben bilmez îdîm gizli iyan hep sen imişsin
Tenlerde ve canlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihan içre nişan ister idim ben
Ahie senden bildim ki cihan hep sen imişsin
**
Abit kisvesinden görünen Hak’tır
Sen anı gayride arama ey can
Bâtını Hak olmuş zâhiri Haktır
Gizli sırlarını edeyim ayan
*
Esma sıfat zattan vücud istedi
Kendi vücûdiyle mevcud eyledi
Allemelesmıa’yi talim eyledi
Oldu âdem ol dem nâtık-ı Kur’an
*
Evvel âhir zâhir bâtın âdemdir
Her bir sırrı anın için mahremdir.
Mazî müstakbelde dem hep bu demdir
Külli şey’in Halik el’an kemâ kân
BASRİ BABA
**************
Mansur enel-hak söyledi.
Haktır sözü Hakk söyledi
*
Nakkaş bilindi nakş içinde
Lâ’l oldu iyan Bedahş içinde
*
Adem değil Hak oldu bilgil
Mescid-i hakıyka secde kılgıl
*
Âdemde tecelli eyledi Allah
Kıl âdeme secde olma güm-râh
*
Çün mümine mümin oldu mir'ât
Mir’atına hak-ü-anda gör zât
NESİMİ

[(İnsana göre) kâinattan daha büyük, ya da eski bir şey yoktur.
  • Peki, biz nereden geldik?
  • Kâinat nasıl var oldu?
  • Kâinatta yalnız mıyız?
  • Oralarda bir yerlerde uzaylı var mı?
  • İnsan ırkının geleceği ne?
1920’lere kadar, insanlar kâinatın durağan olduğunu ve zamanla değişmediğini düşünüyordu. Daha sonra kâinatın genişlediği keşfedildi. Uzaktaki galaksiler bizden uzaklaşıyordu. Bu, galaksilerin bir zamanlar bize yakın oldukları anlamına geliyordu. Eğer geriye gidersek, 15 milyar yıl kadar önce, hepimizin birbirimizin üstünde olması lazım. Bu Big Bang idi, kâinatın başlangıcı.
  • Peki Big Bang’den önce bir şey var mıydı?
  • Eğer değilse, kâinatı kim yarattı?
  • Neden kâinat Büyük Patlama’dan sonra bu şekilde gelişti?
kâinat teorisinin ikiye ayrılabileceğini düşünülmektedir.
Birincisi, kanunlar. Bir zamandaki tüm durumlar verilince, kâinatın evrimini belirleyen Maxwell denklemleri[1] ve genel görecelilik.
Ve ikinci kısım, kâinatın ilk hali ile ilgili soru sorulmuyordu. İlk kısımda çok iyi gelişme kat ettik ve evrim kanunları hakkında en uç durumlar hariç her şart için bilgiye sahibiz. Fakat daha yakın zamana kadar, kâinatın ilk hali hakkında çok az bilgiye sahip idik. ][2]
Stephen Hawking’in bahsettiği sorunlar ile zamanın da kendi içindeki bilmecesi hala devam etmektedir. Çünkü her şeyi yaratan Allah Teâlâ hakkında yeterli bilgi bulmak mümkün olmayınca başlangıcında ve geleceğinde bir insanlık açısından bilinmezi olacağı kesindir.
“Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır.”
“Âdemoğlu dehre söver. Hâlbuki ben dehr (in yaratanıy) ım. Gece ve gündüz benim elimdedir” [3]
[Pek çok ilim adamı şu soruların cevabını aramıştır:
“Allah Teâlâ’daki tekillik nereden geliyor?”
“Allah Teâlâ’dan önce bir şey var mı?”
“Kâinatın sınırının ötesinde ne var? ve en önemlisi “Kâinat hayatını başlatan şey nedir ne niçin bunu yapmıştır?” Bilim cevap veremez. Din en azından bir yön gösterir.] [4]
[Zaman bilim için çok önemlidir. Zamanın gerçekliğini inkâr, sıradan saat zamanı içinde yaşayan kimselerin hep aklını karıştırmıştır.] [5]
[Zamanın varlığı yoktur, çünkü gelecek henüz gelmemiştir, geçmişin artık varlığı kalmamış­tır, şimdiki zaman da ortalıkta değildir. Oysa bizler zaman­dan sanki varmış gibi söz ederiz: Gelecekteki şeylerin ileride olacaklarını, geçmişteki şeylerin eskiden var olduklarını, şim­diki şeylerin ise geçmekte olduklarını söyleriz. Geçmek bile bir hiç değildir. Var olmama savına direnişi geçici olarak des­tekleyenin, dilin kullanımı olduğunu görmek de dikkate de­ğer bir özelliktir. Zamandan söz ediyoruz, hem de akla yat­kın bir biçimde söz ediyoruz; bu da zamanın varlığı konu­sundaki bir sava temel oluşturur: “Zamandan söz edince, onu anlıyoruz kesinlikle; bir başkasının ondan söz ettiğini duyunca da yine anlıyoruz” (Augustinus, İTİRAFLAR 24,176).
“Nedir ger­çekten zaman?
Eğer hiç kimse bana sormazsa ne olduğunu biliyorum; ama bir soran olur da açıklamaya kalkarsam, bilmiyorum” (Augustinus, İTİRAFLAR 14, 17).
Böylece ontolojik paradoks, dili yalnızca o kuşkucu delille karşı karşıya getirmekle kalmaz, dili de ken­di kendisiyle karşıt duruma sokar:
“geçmiş olmak”, “birden­bire meydana gelmek”, “olmak” gibi fiilerin olumluluğu, “… artık yok”, “… henüz olmamış”, “… hep … değil” gibi belir­teçlerin olumsuzluğuyla nasıl bağdaştırılabilir? Demek ki so­runun sınırları bellidir:
“Eğer geçmiş artık yoksa gelecek he­nüz olmamışsa, şimdi de hep şimdi değilse, bu durumda za­man nasıl var olabilir ki?
Bu başlangıç paradoksu üstünde distentio tema’sının do­ğacağı ana paradoks yükselir. Olmayan bir şey nasıl ölçülebi­lir? Ölçme paradoksu doğrudan doğruya zamanın var olma ve var olmama paradoksu tarafından üretilmiştir. Burada da dil görece olarak güvenilir bir rehberdir. Uzun zaman ve kısa zaman diyoruz, bir biçimde uzunluğu gözlemliyor ve ölçümler yapıyoruz (bkz. İTİRAFLAR 15, 19’da ruhun kendi kendine seslenişi: “Sa­na zamanın yavaş ve ağır ilerleyişini algılama ve ölç­me yeteneği verilmiştir. Ne yanıt vereceksin bana?”).Üstelik yalnızca geçmiş ve gelecekle ilgili olarak uzun ya da kısa ol­duklarını söyleyebiliriz. Aporinin “çözüm”ünü öne almak için şöyle diyebiliriz: İnsanlar geleceğin kısaldığını, geçmişin ise uzadığını dile getirirler. Ama dil, ölçme işini doğrulamak­la sınırlar kendini; nasıl olduğuna ise, yine yanıt veremez; “nasıl oluyor da…”, “hangi sıfatla” (sed quo pacto, 15, 18) diye sorar yalnızca.] [6]
“Kâinatta geçmiş ve geleceğin birlikte var olduğu hipotezini öne sürebiliriz. İşte bu nokta da, şu sorular ortaya çıkabilir:
Geçmiş ve gelecek birlikte varsa, şimdiki zaman var mıdır?
Geçmiş ve gelecek bir eksenin iki uçlarıysa, şimdiki zaman denilen şeyi nereye koymak gerektir?
Acaba şimdiki zaman dediğimiz şey, durmaksızın değişen, tek tek anlardan mı oluşmaktadır?
Acaba biz insanların zaman gerçeği;   hep şimdi, şu anda yaşadığımız kısa kısa anlardan mı meydana çıkı­yor?
Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:
Yok, olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah Teâlâ’ya perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. [7]
[Muhakkak tüm zıtlar nihai zeminde birdir] [8] Kuantum Kuramına göre de evrende süreksiz bir bütün­lük vardır ve her geçmiş gelecek ile anında etkileşir. Bu ku­ramda zaman kavramı yerine “an” kavramı kullanıldığı­nı görerek anlıyoruz!
‘Şimdiki an’ içinde yaşayan biz insanlar için zaman, hem geçmişten hem de gelecekten etkilenen bir yapıya sahiptir. Sadece tek yönlü akan bir zaman kavramı, bizim için sa­dece pratik önemi olan bir yaklaşımdan iba­rettir. Gerçekte zaman, süreksiz anlardan oluşmaktadır. Her an kendi içinde bir bütün­dür ve bir an ile diğer an arasında sürekli bir ilişkinin bulunması zorunlu değildir. An adını verdiğimiz zaman süresi son derece kısa, adeta sıfıra yakın olmakla birlikte tamamen sıfır da değildir. Bu çok kısa süre Kuantum kuramındaki Planck[9] sabiti ile orantılı olup Planck zamanı olarak tanımlanmıştır. Tüm evren bu Planck süreleri arasında bir var ol­makta, bir yok olmaktadır.”   [10]
Kur’ân-ı Kerim’de gelmiş olan ayetlerdeki zaman anlayışı da konu hakkında bize yeterli bilgi vermektedir. Yani insanın anladığı zaman ile veya bir şeyin diğer şey ile zaman farkı çok bariz şekilde görülmektedir. Üzeyir aleyhisselâm hakkında gelen ayetler ;
Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki:
“Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?” Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki:
“Ne kadar kaldın?” O:
“Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi. (Allah ona:)
“Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?” dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki:
“(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir. ” [11]
İnsan, yiyecek ve merkebi üçleminde zaman nasıl  farklı tecelli ettiği ve algılanıldığı anlaşılmaktadır. Yine Ashab-ı Kehf hakkındaki ;
“Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.  [12]
“Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki:
“Ne kadar kaldınız?” Dediler ki:
“Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.”Dediler ki:
“Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” [13]
“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki:
“Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” [14]
Bu ayetler ile geçmiş ve gelecek zamanın içinde kaybolup gitmektedir. Hakikatte zaman kavramının en temel gerçeklerinden biri de geleceğin geçmişten farklı gözükmesidir. Fakat kâinat bilimi açısından bakıldığından geçmiş ve gelecek aynı gözükebilmektedir. Bu durumdan da anlaşıldığına göre kâinatın doğru gözlemlenemediğidir.
[“Duyularımız yeterince hassas olsaydı, hareketsiz haldeki sarp kayalığı dans eden bir kaosu algılardık.”[15] ] [16] Bu bakışa sahip olmak çok zordur. Bu nedenle geleceğin sıkıştığı yerde zamanın geriye doğru akmaya başlaması ile gelecek geride kalmayıp geçmişin önüne geçer. Yukarıda bahsedilen engel olmamış olsaydı bu daha iyi fark edilecekti.
Mesela Dünya yüzeyi üzerinde belli bir yöne veya geleceğe gidildiğinde, hiçbir zaman aşılamaz bir engelle karşılaşılmaz ya da bir kenardan aşağı düşülmez; sonunda başlanılan yere geri dönüleceği görülmektedir.
Geçmiş başlangıç noktası olarak tanımlandığı sürece, dünya üzerindeki hareket bizi geleceğini belirlediğimiz noktaya götürürken yine geçmişe tekrar götürür. Dünya üzerindeki şartlarda çizgiden dışarıya taşmak gibi bir durum söz konusu değildir; çünkü çember boyutludur. Öte yandan, ilerlediğiniz yol zamanın sınırlarıdır. Zaman yoksa sınırlarınızın sınır olduğunu anlamanız mümkün olabilir mi? Dolayısıyla elbette ki sınırı yoktur dersiniz, fakat sınırları vardır.
[Bu çeşitliliğin ve birliğin birliği içinde kişi çeşitliliğe baktığında tarihte, değişimden ve olaylardan söz edebilir. Ama birlik penceresinden bakılınca hiçbir şeyin olmadığı her şeyin zaten öylece var olduğu sonucuna varılıyor. ] [17]
[Görünmeyen düzende zaman ve uzay içinde ayrım yoktur. Dolayısıyla ayrım yapmamızın nedeni bizim temel gerçeklik olarak görünür dünyaya büyük ölçüde bağlanmamızdır. Görünür dünyadaki ana esas, bir şekilde görece ayrı olan ve fakat etkileşim içindeki birimlerin varlığıdır. Görünmeyen gerçeklikte her şey birbirine nüfuz etmiş, birbiriyle bağlantılı halde birdir. Mamafih insanlığın bilinci derinlerde birdir. Bu bariz bir kesinliktir, çünkü vakumda bile madde birdir ve eğer bunu göremiyorsak gözlerimizi buna kapadığımızdan dolayıdır. ] [18]
Sonuç olarak, alıntılardan anlaşılacağı üzere zamanı algılamak geçmiş ve gelecekle, dışıyla algıladığımızdır. Zamanı kürenin yüzeyleri gibi açınca, geçmiş ve gelecek kendi üzerine kapanmış bir yüzey gibi olduğu görülür.
[Şimdiki zaman sadece arada bir nokta olarak görünse geçmişin mevcut olduğu, şimdinin sınırlı bir süreye sahip bulunduğu ve geleceğin henüz var olmadığı bir zaman kavramına ulaşabilir.] [19] Ancak geçmiş ve gelecek için ayrımı düşünmek saat zamanı için kolay olurken Allah Teâlâ için bu çeşit ayrım olmamaktadır.

[1] Maxwell denklemleri, James Clerk Maxwell‘ in toparladığı dört denklemli, elektrik ve manyetik özelliklerle bu alanların maddeyle etkileşimlerini açıklayan bir settir. Bu dört denklem sırasıyla, elektrik alanın elektrik yükler tarafından oluşturulduğunu (Gauss Yasası), manyetik alanın kaynağının, manyetik yükün olmadığını, yüklerin ve değişken elektrik alanların manyetik alan ürettiğini (Ampere-Maxwell Yasası) ve değişken manyetik alanın elektrik alan ürettiğini (Faraday’ ın İndüksiyon Yasası) gösterir.
[2]“Stephen Hawking kâinat hakkında büyük sorular soruyor”http://www.ted.com, TED Open Translation Project. Erişim: 27 Temmuz 2009
[3] Müslim. Elfâz. 5; İbn. Hanbel. II/237.272
[4] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.32
[5] (Renée WEBER, 2001 ),s.33
[6] (Paul RICŒUR, 2007), s. 33
[7] Mesnevi, c.I, b.2200
[8] (Renée WEBER, 2001 ),s.47
[9] Max Karl Ernst Ludwig Planck (23 Nisan 1858, Kiel – 4 Ekim 1947,  Göttingen), Alman fizikçi. 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi.”Kuantum Kuramı”nı geliştirmiştir. Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla bilinen “Planck sabiti”ni ve “Planck ışınım yasası”nı buldu. Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.
[10] (ÖZDER, 2006), s.153-155
[11] Bakara, 259
[12] Kehf, 11-12
[13] Kehf,19
[14] Kehf, 25-26
[15] F. Nietzche
[16] (Renée WEBER, 2001 ),s.217
[17] (Renée WEBER, 2001 ),s.49
[18] bkz:(Renée WEBER, 2001 ),s.60
[19] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.228-229
ÖZDER Cengiz Kuantum Felsefesi ve Mutluluk. İstanbul : Okyanus, 2006.
Paul RICŒUR trc. Mehmet-Sema RIFAT Zaman ve Anlatı. İstanbul : YKY, 2007.
Renée WEBER trc:Orhan DÜZ Kesişmeler Bilim Adamı Ve Bilgelerle Diyaloglar (dialogues with scientists and sages) . İstanbul  : İnsan , 2001 .

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar