Print Friendly and PDF

YİĞİTBAŞI VELÎ’NİN HAYÂTI

UMÛM-I MEŞÂYIHIN TERBİYESİNE ME’MÛR KUTBU’Z ZAMAN ŞEYH –UŞ ŞUYÛH AHMED ŞEMSEDDÎN (Yiğitbaşı) kaddesellâhü sırrahu’l azîz HAYÂTI, ESERLERİ VE TASAVVUFİ GÖRÜŞLERİ



DOĞUMU ve ÇOCUKLUĞU

Vaktiyle Osmanlı Devleti sınırlan içerisinde yer alan Saruhan sancağının
Akhisar kazâsına bağlı Marmara nâhiyesinde dünyâya gelen[i] müellifimizin adı
Ahmed, lakabı Şemseddîn’dir. “Gölmarmara’ ve “Marmaracık’ adıyla da bilinen
Marmara[ii] nahiyesi,[iii] daha sonraları kazâ olmuş, 1923’te bucak ve 1987’de de
Manisa iline bağlı ''‘'Gölmarmara' adıyla ilçe olmuştur.[iv]

Değişik kaynaklarda doğduğu nâhiyeye atfen “Marmaravî”,[v] sancağına
atfen “Saruhânî”,[vi] kazasına atfen “Akhisârî”,[vii] ve Anadolu topraklannda yaşamış
olmasından dolayı da “Rûmî”[viii] gibi nisbelerle anılan Ahmed Şemseddin, daha çok
“Yiğitbaşı Velî” unvanıyla meşhur olmuştur ki bu ünvânı alış sebepleri ileride
tezimizin “İrşad Faaliyetleri” başlığı altında (Bk.: s. 49 vd.) ayrıca işlenecektir.

Müellifimizin ismini, bizzat te’lif ettiği Câmiu’l-Esrâr adlı manzumesinin
152. beytinde kendi dilinden şöyle öğreniyoruz:

“Saruhânî İbn-i îsâ derviş Ahmed ismimiz,

Marmara 'da vâki olmuş mevlidimiz cismimiz ”[ix]

Yiğitbaşı Velı’nin ismine, değişik şekillerde müellifimizin başka eserlerinde
de rastlamaktayız:

Silsile-i Ehl-i Tarikat isimli eserinde kendi tarikat silsilesini verirken
kendinden “Ahmed Şemseddin”[x] diye söz etmektedir. Risâle-i Tevhîd’ de de
Yahyâ Şirvânî'den kendine kadarki tarikat silsilesini verirken “Şemseddîn-i
Marmaravî”[xi] ifâdesi yer almaktadır. Bir yerde ise “Yiğitbaşı demekle mâruf olan bu fakır Ahmed”î4S kaydını görüyoruz. Bâzı eserlerinde de ismiyle ilgili olarak ilBu
fakîr ki Îsâ Halîfe oğlu Ahmed’dir ve Marmaravî’dir ve Yiğitbaşı demekle
meşhurdur”[xii] klişesine rastlıyoruz.

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî ile ilgili bilgi veren
kaynakların çoğu onun vefat târihini vermesine rağmen pek azı doğum târihini
belirtmiştir. Biz Marmaravî'nin 839 hicri yılında doğduğunu, Mehmed Sami’nin
Esmâr-ı Esrâr ile bu eserin bir şerhi niteliğindeki Hüseyin Vassâf’ın Sefine-i
Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr adlı kitabından[xiii] öğreniyoruz. 839 hicri senesi,
mîlâdî olarak 1435-36 yılına tekabül etmektedir.[xiv]

Ne Ahmed Şemseddîn’in kendi eserlerinden ve ne de onun hayâtını anlatan
kitaplardan, âilesiyle ilgili fazla bir bilgi edinemiyoruz. Sâdece -yukarıda zikredilen
beyitten de anlaşılacağı üzere- muhtemelen bir tarikat halîfesi olan babasının adının
“İsâ” olduğunu öğrenebiliyoruz.

Yiğitbaşı Velî’nin çocukluk ve gençlik yıllan, doğduğu nâhiye olan
Gölmarmara’da geçmiştir. Bu yıllarda muhtemelen önce babasından, sonra da
yöredeki medreselerden, Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in “resmî ilimler” dediği
zâhirî ilimleri, medrese usûlüne göre[xv] tahsil etmiştir.[xvi] Bâzı kaynaklarda Hanefi
mezhebine mensup olduğu kayıtlıdır.[xvii]

Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin okuduğu medrese veya medreseler ile
kendisinden ders aldığı hocalar hakkında -ne kendi risâlelerinde ve ne de başka
kaynaklarda- maalesef hiçbir bilgi bulunmamaktadır.

Ancak Marmaravî’nin o yıllarda Hanefi fıkhı ve ehl-i sünnet akaidi
alanlarında iyi bir eğitim almış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zîra müellifimizin
bâzı eserlerinde bizzat isim vererek ehl-i sünnetin görüşlerini açıkça ve tam bir
ehliyetle savunduğunu[xviii] ve İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’den nakiller yaptığım[xix]
görüyoruz. Ayrıca Tibyân'da onun Hanefi mezhebinden olduğuna dâir bir kayıt da
vardır.[xx]

Yine kendisi, İmâm-ı Gazzâlî ve onun kardeşi Ahmed Gazzâlî’nin
eserlerini okuduğuna ve tevhide ilişkin görüşlerinden bir kısmım şerhettiğine dâir
mâlûmat vermektedir. •

Ayrıca o, Risâîe-i Tevhîd adlı eserinin bir bölümünü, o devirde Manisa
Müftüsü olan Molla Sâlih ismindeki zâtın kendisine sorduğu suallere verdiği
cevaplara ayırmıştır.[xxi] Tüm bunlardan da müellifimizin zahiri ilimler alanında iyi bir
alt yapısının bulunduğu ve döneminin zâhir ulemâsıyla hiçbir probleminin olmadığı
ve onlarla iyi anlaştığı sonucuna ulaşıyoruz.

TARÎKATE İNTİSABI ve SEYR U SÜLÛKÜ

Kendi de muhtemelen bir Halveti şeyhi olan babası Îsâ Halîfe, aldığı
medrese eğitiminden sonra manevî terbiyesini de ikmal etmesi maksadıyla Ahmed
Şemseddîn’i Uşak'ın Kabaklı köyünde bulunan Halveü şeyhi Alâeddin Uşşâkî’ye[xxii]
(V. 1485) göndermiştir.[xxiii]

Bizi, müellifimizin babasının da bir Halveti şeyhi olduğu kanaatine götüren
başlıca sebep, Yiğitbaşı Velî’nin bâzı risâlelerinde ondan “Îsâ Halîfe”[xxiv] diye
bahsetmiş olmasıdır. Bunun yanı sıra babasının Ahmed Şemseddîn’i daha küçük
yaşlarda -arada oldukça uzak bir mesâfe olmasına rağmen- Uşak'’ın Kabaklı köyünde
bulunan ve bir Halvetî şeyhi olan Alâeddin Uşşâkî’ye götürüp teslim etmiş olması
da, onun ya Halvetiyye’’den hilâfet aldığını veyâhut da en azından bu tarîkate
müntesib bir mürid olduğunu gösterir.[xxv]

Yiğitbaşı Velî, Alâeddin Uşşâkî’den (V. 1485) inâbe[xxvi] alıp ona intisap
etmiştir.[xxvii] O, bu intisabım ve mürşidinin rahle-i tedrisinden geçerken yaşadığı bâzı
halleri şu şekilde manzûmeleştirmiştir:

“Gafil iken çün işittim vâr imiş irşâd-ı cân

Deşd-i dil ol dem anın sevdâsına oldu revân

Tâlib olup şeyhe erdim, çün ki- bu sevda ile

İvdiğinden düştü baş ayağına bî-pây ile

Zillet ile anca çektim bu tarikat zahmetin

Hem dahi âyin İle âdâb u âdet zahmetin

Cân ilinden gâlib oldu çün ki bu sevdâ bana

Bâşım ile oldu aklım bî-ser ü bî-pâ ana

Rûh önünde kıldı sevdâ beşer şâhını mât

Nat ’-ı dilden geldi, şâh oldu bana akl-ı maâd

Aktı, deryâlar olup ummâna cân ırmakları

Düştüler girdâba bu akl-ı beşer zevrakları

Şevk içinde kalmadı aşka vücûdun tâkati

Za’fa ermiş gelmek anlandı helakin sâatı

Sabr ederken gitti hâlimden benim akl-ı beşer

Geldi hâl oldu bana akl-ı maâd-ı mu ’teber

Ya 'ni sabr ettikçe cem ’ oldu maârif kalbime

Rahmet ile ilm için doldu maârif kalbime

Menzilinden yedi derya doldu taştı cümlesi

Vahdet ile varlığın gark oldu geçti cümlesi ”[xxviii]

Risâle-i Tevhîd adlı eserinde ise müellifimiz, şeyhinin yanında bulunduğu
süre zarfında ondan aldığı dersleri ve bu sırada katettiği merhaleleri şöyle anlatır:

“Meselâ bizim ahvâlimizin beyânı şudur ki: Şeyhimiz azizimizdir ki telkini
zülfikâr-ı bâtınîdir ve âb-ı hayâttır ve kimyâ-yı saâdettir ve rûh-i mukaddestir. Bu tarikatı, muhabbetle ondan tevbe ve telkin ile aldık, tevhide meşgul olduk; tâ bu
muhabbet ile kalbimize inip devama erince. Zira muhabbet ile bağlanan zikir dinmez
ve zikirle bağlanan muhabbet zâıl olmaz.

Ondan sonra ikinci ismi telkin eyledi. Ona dahi meşgül olduk; tâ bu
muhabbet ile o da kalbimize inip devama erince.

Ondan sonra üçüncü ismi telkin
eyledi. Ona dahi meşgül olduk; tâ bu muhabbet ile o da kalbimize inip devama
erince.

Ondan sonra dördüncü ismi telkin eyledi. Ona dahi meşgül olduk; tâ bu
muhabbet ile o da kalbimize inip devama erince.

Ondan sonra beşinci ismi telkin
eyledi. Ona dahi meşgül olduk; tâ bu muhabbet ile o da kalbimize inip devâma
erince.

 Ondan sonra altıncı ismi telkin eyledi. Ona dahi meşgül olduk; tâ bu
muhabbet ile o da kalbimize inip devâma erince.

Ondan sonra yedinci ismi telkin
eyledi. Ona dahi meşgül olduk; tâ bu muhabbet ile o da kalbimize inip devâma
erince.

Ondan sonra kalbimizde cümle esmanın devâma erdiği hâlen bilindi. Ve
istimâ’-ı zikrullâhm devamı da hâlen bilindi.”[xxix]

Yiğitbaşı Velî’nin buradaki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere o, Alâeddin
Uşşâkî’den mânevi terbiye aldığı bu süreç içerisinde -sonradan kendisinin de
hakkında müstakil bir risâle yazacağı- “atvâr-ı seb’a" denilen nefsin yedi
mertebesini[xxx] -her bir mertebeye âit ezkân başarı ile ikmal etmek ve her bir tavrın
âdâbma riâyet etmek süreriyle- aşmış ve âdeta mürşidinin manevî okulundan mezun
olmuştur. Buradan, Ahmed Şemseddîn’in ne çetin bir imtihandan geçtiği ve bu sınav
sırasında mürşidine nasıl tam bir bağlılıkla teslim olduğu ortaya çıkıyor.

Buraya kadar anlatılanlardan, Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin çocukluk
ve gençlik yıllarının -gerek âile ortamı ve gerekse Uşak’ın Kabaklı köyündeki muhit
açısından- tasavvufî bir atmosferde geçtiği, bununla birlikte okuduğu medrese çevresi
dikkate alınınca da zâhirî ilimleri ihmal etmeksizin yetiştiği ortaya çıkmaktadır.

İRŞAD FAALİYETLERİ

Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, zâhirî ilimleri tedris edip bâtınî ilimlerde
de ehil bir zat olan Alâeddin Uşşâkî’den seyr u sülûkünü tamamladıktan sonra

şeyhinin emriyle onun halîfesi olarak Manisa'ya gider.[xxxi]

Önceleri çeşitli câmilerde va’z u nasihatlerle halkı aydınlatan ve daha sonra
şeyhinin âhirete irtihâliyle (1485) onun yerine seccâde-nişîn olan[xxxii] Yiğitbaşı Velî,
Cumhuriyet’ten sonra "Adakale Mahallesi"[xxxiii] adım alan, o zamanlar “Seyyid Hoca[xxxiv]
Mahallesi” ismiyle anılan yerdeki mescid ve tekkesinde mürşid olarak faaliyetlerini
sürdürmüştür.[xxxv]

Burada irşâda başlamasından kısa bir süre sonra etrâfı kendini seven ve
intisap edenlerle dolup taşmış[xxxvi] ve zamânımn "şeyhler şeyhi” [şeyhu’ş-şuyûh]
ünvânına hak kazanmıştır.

Manisa'da 3 sene irşadda bulunduktan sonra, bir ara İstanbul meşâyihi
arasında tarikat işleriyle ilgili bâzı bâtınî meseleler yüzünden çıkan ihtilâfın
çözümüne memur edilerek İstanbul'a çağrılmıştır.

O da şeyhler arasındaki ihtilâfları halledip [xxxvii] şer’a muhâlif faâliyet yürüten tekkeleri kapattırarak tarikat eşyasına el koydurmuştur. İnsaf sâhibi bâzı tarikat mensupları ise Marmaravî’nin ikazları sâyesinde yollarını düzeltmişlerdir.[xxxviii]

Bu olayın hangi pâdişâh devrinde gerçekleştiği, müellifimizi Istanbul’a
kimin dâvet ettiği, dönemin pâdişahıyla görüşüp görüşmediği hususlarında -
maalesef- kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlamak mümkün olmamıştır.

Giriş bölümünde de anlatıldığı üzere II. Murad (V. 1451) Manisa'ya birkaç
kez bizzat gelmiştir. Ancak o târihlerde Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî henüz çocuk
yaştadır ve İstanbul henüz fethedilmemiştir. Dolayısıyla müellifimizin II. Murad
zamânında bu vazifeyi îfa etmesi mümkün değildir.

Fâtih (V. 1481) Manisa'ya daha çocukken gelmişti. Ayrıca ikinci kez tahta
geçmeden hemen önce de iki yıl kadar (1449-1451) burada bulunmuştur. Bu süre
zarfında Marmaravî ile görüşmüş olmaları mümkün gözükmemektedir. Zîra
müellifimiz henüz çocukluk döneminin sonunda, ilk gençlik yıllarına adım atmak
üzeredir.

Ancak, Yiğitbaşı Velî’nin İstanbul'a çağrılışının bu pâdişâh zamânmda
gerçekleşmiş olması ihtimâli -zayıf da olsa- vardır. Çünkü Fâtih’in 1481 'de vefat
ettiğini ve Alâeddin Uşşâkî’nin (V. 1485) de Marmaravî’yi kendi vefatından çok
daha önce irşadda bulunmak üzere Manisa'ya, göndermiş olduğunu göz önünde
bulundurursak, Yiğitbaşı Velî’nin bu vazîfe için İstanbul'a Fâtih devrinde dâvet
edilmiş olabileceği ihtimâli ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu dönem, müellifimizin
zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki eğitimini tamamladığı, dolayısıyla ilim ve irfan
bakımından olgunlaştığı yıllardır. Bizi, bu hâdisenin -zayıf da olsa- Fâtih devrinde
olabileceği kanaatine götüren en önemli sebep, müellifimizin ilk eseri olan
"Câmiu’l-Esrâr"da bu vazifesine ilişkin önemli ipuçları vermiş olmasıdır.[xxxix]
Yiğitbaşı Velî’nin 1505’te vefat ettiğini ve te’lîfâtının sayısının 14’e ulaştığım
dikkate alırsak, bu ilk eserinin, vefâtından bir hayli önce yazılmış olması lâzım
gelmektedir.

2.Bâyezid (V. 1512) şehzâdelik yıllarını Manisa’da, değil, Amasya’da[xl]
geçirmiştir. Manisa ve dolaylarında bâzı hayır eserleri yaptırdığı[xli] bilinmekteyse de
elimizde kendinin buraya geldiğine dâir herhangi bir mâlûmat bulunmamaktadır.

Ne var ki II. Bâyezid'in saltanat dönemi, Anadolu’da Şiî-Bâtınî karakterli akımların iyice arttığı ve devletin Sünnî mutasavvıflara açıktan destek vermeye
başladığı yıllardır. Muhtemelen daha önceleri İstanbul’a göç eden Manisalı âileler[xlii]
veya Manisa’ da bulunan şehzadeler vâsıtasıyla müellifimizin ünü payitahta kadar
ulaşmış olmalıdır. O sıralarda aralarında anlaşmazlık çıkan bu Şiî-Bâtınî karakterli
tarîkatlerle sünnî tarikat erbâbı İstanbul’da bulunduğundan bu meseleyi içlerinden
birinin halletmesinin -en azından tarafsızlık açısından- uygun olmayacağı
düşünülerek Anadolu’da bulunan kâmil bir tasavvuf büyüğüne bu vazifenin verilmiş
olması gerekmiş olabilir. Dolayısıyla böyle bir ortamda Yiğitbaşı Velî’nin yukarıda
bahsi geçen görevi hakkıyla yerine getirmiş olması akla daha yatkın gelmektedir.
Ayrıca II. Bâyezid devrinde müellifimiz ömrünün son yıllarındadır ve ilmen, irfânen
ve fikren kemâle ermiş bulunmaktadır. Tüm bunların yanı sıra müellifimizle ilgili
yazan belli olmayan bir Menâkıbnâme’ de[xliii] Yiğitbaşı Velî’nin yukarıda anlatılan
vazîfeyi ömrünün son yıllarına doğru yerine getirdiğine dâir karineler bulunmaktadır.
Şu durumda bu hâdisenin II. Bâyezîd devrinde gerçekleşmiş olması ihtimâli, en
güçlü ihtimal olarak karşımıza çıkmaktadır.

Buraya kadar anlatılanlardan çıkan sonuç şudur: Yiğitbaşı Velî’nin yukarıda
zikredilen vazifeyi hangi pâdişâh devrinde îfâ ettiği kesin olarak bilinememekle
birlikte bunun, zayıf bir ihtimalle Fâtih’in (V. 1481) pâdişahlık yıllarının sonlarında
veya büyük bir ihtimalle II. Bâyezid (V. 1512) devrinde gerçekleştiği söylenebilir.

Bu hâdise hangi pâdişâh döneminde gerçekleşmiş olursa olsun, burada asıl
dikkat edilmesi gereken nokta; o çağda İstanbul meşâyihi arasında vukü bulan
meseleleri halletmek üzere Anadolu’dan bir mutasavvıfın, müellifimiz Yiğitbaşı Velî
Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin pâyitahta çağrılmış olmasıdır. Bu durum,
müellifimizin İlmî, irfânî, fikrî ve hattâ siyâsî gücü ile ilgili fikir vermesi bakımından
oldukça önemlidir.

Yukarıda zikredilen olay hakkında kaynaklarda tafsilâtlı bilgi yok ise de
müellifimizin kendisi, Câmiu’l-Esrâr' ın - “Hakk’ın, tasavvuf yolunun ve çeşitli ilhâd
davranışlarından sakınmanın açıklanmasına dâir" mânâsına gelen- “Fi Beyâni’l-
Hak ve Beyâni Tarîki 't-Tasavvuf ve ’l-İhtirâz ani ’l-İlhâdi ’l-Muhtelife ” isimli
kısmında bu konuya atıflarda bulunmak sûretiyle önemli ipuçları vermektedir.

Burada Yiğitbaşı Velî, meşâyihin tasavvuf ve tarîkatlere ilişkin pek çok
nasihatlerde bulunduğunu, ancak bâzı kimselerin onların sözlerini kendilerine göre
yorumlayarak yanlış yola saptıklarım ve bu yanlışlıklarıın da kendilerine âdetâ bir
mezhep edindiklerini385 bildiriyor. Müellifimize göre bu kimseler, dinden çıkmaya
kadar varan bu indî anlayışlarını meşâyihe mâl etmeye kalkışmışlardır. Oysa onların
mezhepleri mezmumdur. Çünkü bu kişiler tevhid ehli olduklanm söylerler; ama ne
sözleri ve ne de davranışlan, buna uygunluk arzetmez.[xliv]

Bâzı kimseler de Cenâb-ı Hak dışında birtakım insanları kendilerine mâbud
edinerek sûretlere tapınmaya başlamışlar ve “ehl-i ilhâdın galîzı” konumuna
düşmüşlerdir.[xlv]

Ayrıca Yiğitbaşı Velî meşâyihin mezarlarını ziyâret edip onlardan istimdad
dileme konusunda da aşırılıklara kaçıldığını, oysa bu ziyâretlerin kalp/gönül
hastalıklarına devâ olamayacağını söyler.[xlvi]

Yiğitbaşı Velî’nin ifâdelerinden anladığımıza göre İstanbul'daki bu ihtilâfın
sebebi, Bâtınî ve Hurûfi-meşrep tarîk erbâbının İslâm’a mugayir hal ve
davranışlarıdır. Müellifimiz bu kimselerin özelliklerini şöyle târif eder:

“Ehl içinde bunların mezhebleri mezmûmdur
Mezhebin terketmeye, bu yolda ol mahrûmdur

Ehl-i tevhîddir dediler, gerçi bunlar akl ile
Ne tarîka uydu kavli, ne cevâbı nakl ile

Ba ’zı da bildim sanıp oldu Hurûfî mezhebi
Ya ’ni bir ma ’nâya misi etmiş zurûfi mezhebi

Âdem için dediler, terkîb-i harf-i ma ’nadir
Nutkuna der, ol kelâmullâh-ı nâtık iş budur

Arifiz der, şöyle zam eyler ki bunlar bildiler

Lîk ammâ bilmeyip indî galatta kaldılar

Bil, fenasız mâyesiz irfana ermez bir sıfat
Kim ki bî-hâl olan ilhâd ile ol indî galat

Ba ’zı da bildim sanıp insâna kılmış tâatin
Ya ’ni misl etmiş Hakk ’a, ma ’bûd edinmiş suretin

Zâhir ü bâtın kamu ma 'nâyı besler her suver
Bilmeyip bunlar velî, sûret-perestler oldular

Hikmet ile işbu hâlin bilmediler ehlini
Kim anın hüsnü maârif tuttu, bunlar cehlini

Ba ’zı da oldu Vücûdî mezhebi, der bir vücûd
Ya ’ni cümle Hak vücûdudur dediler her vücûd

Ehl içinde ehl-i ilhâdın galizidir bular
Özlerinde arı yollarını murdâr ettiler

Sandılar bunlarda buldukları tevhîd ola
Sandılar özleri emmâreden ifrît(?) ola

Bil, mürîd ile meşâyih kısmının yetmiş bini
Nâra dâhil ola denmiştir anın yetmiş bini

Siz dahi bu zümreden olman sakın, eylen hazer

Şer ’ ile telkin ile kalbî veleddir mu ’teber ”[xlvii]

Halbuki müellifimize göre tasavvuf zümresi içerisinde müsbet sûfîler de
vardır ve asıl bunlara tâbi olunmalıdır:

“Ba 'zılar da sûfî şeklinde olana baktı hor

Her birin mülhid sanıp bu cümleye buldu kusür

Bu kişiler ehl-i sünnetten cemâat yârıdır

Bî-garaz tâat kılarlarsa Hakk’ın ebrârıdır

Bilgil ebrârın tarîki şânına lâyık budur

Mezhebi, dîni temizine dahi bâyık(?) budur (Eski Türkçe: Baba)

Ehl-i ilmin cümlesini şeyh ü mürşid bileler

Olmaya kim başka birin şeyh edinip katalar

Lîk derse hem mukarreb hem dahi ebrâr ola

Ehl-i hâlin başka birin şeyh edinip yâr ola ”[xlviii]

Câmiu 'l-Esrâr ’ın -burada bâzı mısrâlarının kaydedildiği- yukarıda adı geçen
bölümüne bakılınca; Ahmed Şemseddîn’in bu işle görevlendirilmesinin tesâdüfî
olmadığı, aksine çok isabetli bir tercih olduğu, onun bu meselelerde yeterli ilmi
birikime sâhip yetkin bir velî ve “hem âlim, hem de sûfî”[xlix] olduğu anlaşılıyor.

Yiğitçe söz ve davranışları ile tanındığından dolayı[l] bu hâdiseden önce de
Marmaravî’ye “Yiğitbaşı” deniliyor olmakla berâber müellifimiz, yukarıda anlatılan
vazifesi esnâsmda meşâyih arasındaki meselelere yiğitçe işâretlerde bulunması
sebebiyle bu ünvâna bir defa daha hak kazanmış[li] ve “Yiğitbaşı ”lığı bir kez daha
tescil olunmuştur. Zira yabancı unsurlarla münâsebeti durumunda mensuplarının
farklı hâlet-i rûhiyelerine göre şekil almaya müsâit sübjektif yapısı sebebiyle içerisine
şer’a muhâlif unsurların karışması kuvvetle muhtemel olan tasavvuf ve tarîkatler
sâhasında söz söyleyebilecek seviyede kemâle ermiş olmak her kişinin başarabileceği
bir iş değildir. Bu, hem zahirî, hem de bâtınî bakımdan derin bir İlmî vukufun yanı
sıra gerek devlet, gerekse tasavvuf kurumu açısından birtakım sosyal dengeleri göz
Önünde bulundurma sorumluluğu ile biraz da cesaret ve babayiğitliği gerektiren bir
vazifedir.

Her ne kadar “Yiğitbaşı” Arapça Ebu’l-Fityân” veya “Fetâ’l-Fityân”
mânâlarına geliyor[lii] ve Fütüvvet ve Ahilik kurumunu hatırlatıyor ise de biz,
müellifimizin “Ahî şeyhliği” demek olan “Yiğitbaşı”lık ile herhangi bir ilgisinin
bulunup bulunmadığına dâir kendi eserlerinde ya da öbür kaynaklarda herhangi bir
bilgiye rastlayamadık.

Bilindiği gibi Yiğitbaşı, zamanla esnaf teşekkülleri hüviyetine bürünen
Ahilik kurumunda vazife sâhiplerinden birinin adıdır. Kethüdâ' lardan[liii] sonra gelen
ve her esnaf tarafından ayrı ayrı olarak kendi aralarından seçilen Yiğitbaşı'lar,
Kethüda'\w\z. esnaf arasında emir ve haber verip alma göreviyle yükümlü oldukları
gibi esnafa âit teşkilât ve düzenlemeleri de tâkjp ederler ve ehl-i hibrelik[liv] (bilir
kişilik) de yaparlardı. Sefer münâsebetiyle Kapıkulu Ocakları[lv] için istenilen
“Orducu "lar[lvi] da Kethüda, Yiğitbaşı ve o esnafın yaşlıları tarafından sağlanırdı.
Yiğitbaşılık Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar devam etmiştir.[lvii]

Yiğitbaşı Velî, İstanbul'daki bu vazifesini icrâ ettikten sonra tekrar
Manisa'ya geri dönerek tarikat faâliyetlerine devam etmiştir.[lviii]

TARİKATI ve SİLSİLESİ

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, (V. 1505) Halvetiyye
tarîkatinde, en çok şûbesi bulunan ve “orta kol”[lix]' olarak bilinen “Ahmediyye”[lx]
şûbesinin kurucusudur. Ebû Abdillâh Sirâceddin Ömer b. Ekmeleddin ei-Lahcî
el-Halvetî[lxi] (V. 1397-98) tarafından Azerbaycan'da, kurulan Halvetiyye,[lxii] onun
değişik bölgelere dağılan halîfeleri aracılığıyla çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve
zamanla İslâm dünyâsının en fazla şûbe ve kola sâhip tarîkati hüviyetini kazanmıştır.

Esâsını kelime-i îevhîd ve esmâ-i seb’a[lxiii] zikri ile sülük ve rüyaların tâbir ve
yorumlarının oluşturduğu[lxiv] Halvetîlik. pîr-i sânî[lxv] Yahyâ Şirvânî’den (V. 1464)

sonra şu 4 ana şubeye ayrılmıştır:

1-                           Rûşeniyye [Kurucusu: Dede Ömer Rûşenî (V. 1486), Tebriz]-

2-                            Cemâliyye [Kumcusu: Cemâl Halvetî [Çelebi Halîfe] (V. 1494),
Tebükf

3-                            Ahmediyye [Kurucusu: Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî

(V. 1505), Manisa][lxvi]

4-                            Şemsiyye [Kurucusu: Şemseddin Ahmed Sivâsî (V. 1597), Sivas][lxvii]

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin silsilesi; Alâeddin
Uşşâkî (V. 1485), İbrahim Tâceddin Kayseri[lxviii] (V. 1478), Pîr Muhammed
Bahâeddin Erzincânî (V. 1474) yoluyla Yahya Şirvânî’ye (V. 1464) ulaşır.[lxix]

Bâzı kaynaklarda İbrahim Tâceddin Kayserî’nin halîfesi olan Alâeddin
Uşşâkî’nin ayrıca Çelebi Halîfe [Cemâl Halvetî]'den (V. 1494) de el aldığı
kaydedilmektedir.[lxx] Ancak biz burada Alâeddin Uşşâkî’nin (V. 1485), Yahyâ
Şirvânî’den hilâfet alan[lxxi] ve Cemâl Halvetî’ye de intisap ettiği bilinen[lxxii] Alâeddin er-Rûmî[lxxiii] (V. 1463) ile muhtemelen karıştırıldığı kanaatindeyiz.

Harîrîzâde, Tibyârf da Ahmediyye silsilesini verirken Pîr Muhammed
Erzincânî île Tâceddin Kayseri arasında Çelebi Halîfe’nin ismini de
zikretmektedir. Bu durumda Atâî’nin verdiği bilginin aksine İbrahim Tâceddin
Kayserî’nin, Çelebi Halîfe’den halifelik almış olması lâzımdır. Ne var ki Marmaravî’nin kendi silsilesiyle ilgili bizzat verdiği bilgiler, Harîrîzâde’nin değil,
Atâî’nin kaydettiği silsilenin doğru olduğunu göstermektedir.

Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr*ında kendi silsilesini manzum olarak şöyle verir:

“Kimdir anlar, biz anı tertîb ile fıkr edelim
Evvelâ biz kendimizi özr ile zikr edelim

Saruhânî ibn-i Isâ Derviş Ahmed ismimiz
Marmara 'da vâki ’ olmuş mevlidimiz cismimiz

Germiyânî’dir anın pîri Şeyh kâmil-i Ali
Hem şehi irfân ile meşhur Uşşâk-ı Velî

Kim anın pîri de İbrahim kâmil-i Kayseri
Tâlib-i Hakk’a olubdur bu tarîkin rehberi

Kim anın pîri de Erzingânî’dir irfân ile
Şeyh-i piridir kemâl-i iştihâr-i şân ile

Kim anın pîri de meşhûr-i Tarîk-ı Halveti
İsmidir Seyyid-i Yahya kutb-i a ’lâ rif ati

Ehl içinde budur ol irfân ile fahr-i acem
Levh-i ma 'nâda, ledünnîden komuştur bu rakam

Tâ ki bu tertîb ile ser-çeşme olmuştur Ali
Evliyânın serveridir cümleye kutb ü velî

Bundan evvel de Ebû Bekr, Ömer ü Osmân ile
Her birisi kıldılar irşâdı böyle cân ile

Sırr-ı Ahmed ’den gelir bi’l-cümle irşâdı bilin
Zâhir ü bâtın kamunun oldur üstâdı bilin

Zikr olunan cümlenin ruhun mukaddes bilelim
Himmet ilen, biz dahi bu fi ’li böyle kılalım ”319

Müellifimiz, Risâle-i Tevhîd adlı eserinde ise silsilesini şöyle vermektedir.

“Telkîn-i silsileyle bu mâye Seyyid Yahyâ hazretine geldi (kaddesellâhü
rûhahu’l-azîz). Seyyid Yahyâ hazretinden Molla Pîr-i Erzincânî’ye geldi. Şeyh Pîr
hazretinden Şeyh Tâceddîn-i Kayserî’ye geldi. Ve Şeyh Tâ ceddin hazretinden
Şeyh Alâeddîn-i Uşşâkî’ye geldi. Ve Şeyh Alâeddin hazretinden şimdi bu fakire
geldi. Ya’nî Şemseddîn-i Marmaravî’ye geldi.”[lxxiv]

Yine Ahmed Şemseddîn-i Marmara vî, Silsile-i Ehl-i Tarîk at adlı eserinde
Yahyâ Şirvânî’den kendine kadar olan silsilesini şu şekilde kaydetmektedir:
“...Seyyid Yahyâ, Pîr Erzincânî, Şeyh İbrahim Kayseri, Alâeddin Uşşâkî,
Ahmed Yiğitbaşı.”[lxxv]

Ayrıca, Ahmediyye’nin Sinâniyye kolunun kurucusu İbrahim Ürnmî
Sinân’ın (V. 1568) baş halîfelerinden olan Seyyid Seyfullah Kasım Efendi,[lxxvi] (V.
1601) Yiğitbaşı Velinin tarikat silsilesini manzum ifâdelerle şu şekilde zikreder:

“Hakk’a hamd ve Resulü’ne tahiyyât

Tarikat silsilesin ettim isbât

Benim pirim, azizim, Şeyh Sinan 'dır

Anın şeyhi de Hacı Karaman ’dır

Anın piri Yiğitbaşı’dır Ahmed

Hudâ rahmet kıla, bi- hadd ü bî-add

Alâeddin Uşşâkî’den alıp el

Olubdur mürşid-i kâmil-i mükemmel

Anın şeyhidir îbrâhim-i Sânî

Anın piri Muhammed Erzincânî”[lxxvii]

Ahmediyye şûbesinin Halvetiyye1 den ayrıldığı en önemli nokta, sülük için
esmâ-i seb’ayı tamamladıktan sonra 5 ismin daha eklenerek Allah’ın toplam 12
isminin zikredilmesinin gerekli görülmüş olmasıdır. “Hamse-i zâide” denilen ve Vehhâb, Fettâh, Vâhid, Ahad ve Samed'den müteşekkil bu 5 isim‘ furû”, esmâ-i
seb ’a ise “usûl” mesâbesindedir.[lxxviii]

Ahmediyye’’ den doğan ilk kol, Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin halîfesi
Hacı İzzeddin Karamânî’nin (V. 1527) silsilesinden İbrahim Ümmî Sinan’a (V.
1568) nisbet edilen Sinâniyye'dir. Daha sonra XVI. asrın sonlarından itibaren ise,
silsileleri Yiğitbaşı Velî’ye ulaşan Ramâzâniyye, Uşşâkıyye ve Mısriyye ile bunların
kollan kurulmaya başlamıştır.

Ahmediyye’’nin kollaı ve kurucuları, vefat yerleri ile birlikte[lxxix] ana başlıklar
hâlinde şu şekilde verilebilir:

I-          SİNÂNİYYE: İbrahim Ümmî Sinân (V. 1568), İstanbu 

A)        Muslihiyye: Muslihuddin Mustafa (V. 1688), Tekirdaği  

B)        Zühriyye: Ahmed Zührî (V. 1744), Selânik

II-         UŞŞÂKIYYE: Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî(V. 1593), İstanbul

A)        Câhidiyye: Ahmed Câhidî (V. 1659), Çanakkale 

B)        Cemâliyye-i Saniye. Mehmed Cemâleddin (V. 1751), İstanbul

C)        Salâhiyye: Abdullah Salâhaddin Uşşâkî (V. 1783), İstanbul

III-        RAMAZÂNIYYE: Mahfî Ramazan Efendi (V. 1616), İstanbul

A)        Buhûriyye: Mehmed Buhûrî (V. 1630), Edirne

B)        Cihangîriyye: Hasan Burhâneddin Cihangiri (V. 1663), İstanbul

C)        Cerrâhiyye: Nûreddin Cerrâhî (V. 1721), İstanbul

D)        Raûfiyye: Ahmed Raûfî (V. 1757), İstanbul

E)        Hayâtiyye: Mehmed Hayâtı (V. 1767), Ohri [Bugün Makedonya-Arnavutluk sınırında yer alan bir kent]

IV-       MISRİYYE: Muhammed Niyâzî-i Mısrî (V. 1694), Ltmni [Ege’de bugün Yunanistan'a âit bir ada]

Burada kaydedilen meşâyihin hayat hikâyelerinden ve vefat ettikleri
yerlerden de anlaşılacağı üzere Ahmediyye şûbesi, Ahmed Şemseddîn-i
Marmaravî’den sonra Manisa'nın yanı sıra, onun halîfeleri eliyle daha çok İstanbul, Trakya yöresi ve Balkanlar'da. Yaygınlık kazanmıştır,

HOCA ve TALEBELERİ

Yiğitbaşı Velî’nin zahirî ilimlerdeki hocaları ve varsa talebeleri hakkında
kendi eserlerinde veya müellifimiz hakkında bilgi veren diğer kaynaklarda herhangi
bir bilgiye rastlayamadık. Burada bahsedeceğimiz hoca ve talebeleri, Ahmed
Şemseddîn-i Marmaravî’nin tasavvuf! ve manevî eğitim bakımından hoca ve
talebeleri; yâni şeyh ve halîfeleridir.

Daha önce de söz edildiği gibi Marmaravî’nin kendisine intisap ettiği şeyhi
Alâcddin Uşşâkî'dir (V. 1485). Maalesef kaynaklar onun hakkında fazla bir
mâlûmat vermemektedir. Sâdece Hocazâde Ahmed Hilmi’nin Ziyâret-i Evliyâ'sı
bizi kısaca aydınlatmaktadır. Bir de Nev’îzâde Atâî’nin Hadîkatü l-Hakaikin’de
Halvetiyye silsilesi verilirken Alâeddin Uşşâkî’ye âit bir-iki satırlık bilgiye
rastlıyoruz.

Atâî’nin kaydettiğine göre[lxxx] Alâeddin Uşşâkî hal ehli bir aziz idi.
“Kabaklılı Alâeddin” demekle meşhurdur. İki halîfesi vardır: Biri Manisa'da
Yiğitbaşı Tekkesinde Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, öbürü ise
İstanbul'da Ekmel Tekkesi ismindeki tekkede irşad faâliyetlerinde bulunan Şeyh
Süleyman adındaki bir zattır.

Hocazâde Ahmed Hilmi ise onu “kemâl-i akl u irfâniyle meşâhir-i asrının
en ma’rûfu olan şeyhu’ş-şuyûh Alâeddin Uşşâkî hazretleri...”[lxxxi] şeklinde tanıtır.
Onun verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre Şeyh Alâeddin, zahirî ilimleri tahsil
ettikten sonra Tâceddin İbrahim Karamânî [Kayseri olacak[lxxxii]]’nin (V. 1478)
gözetiminde uzunca bir süre sohbet, riyazet ve raücâhedede bulunmuş ve tarikat
âdâbını onun eliyle tamamlayarak müridlerin terbiye ve sülükleriyle meşgul olmaya
başlamıştır. Pek çok kerameti zahir olan Alâeddin Uşşâkî 890 hicri [14S5 mîlâdî]
yılında âhirete irtihal eylemiştir.[lxxxiii]

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî'nin talebelerine gelince:

Bunlardan en önemlisi, Hacı İzzeddin Karamânî’dir (V. 1527).[lxxxiv] Zîra
Ahmedlyye'nin Mısriyye[lxxxv] dışındaki üç ana kolunun silsilesinde Marmaravî’den
sonra Hacı İzzeddin Karamânî yer alır. Dolayısıyla Ahmediyye'nin daha çok bu zat
vâsıtasıyla geniş bir coğrafyaya yayıldığı söylenebilir.

Meselâ, Ramazâniyye kolunun silsilesi,[lxxxvi] tarîkatin sahibi Ramazan Mahfî
Efendi’ye kadar onun da vâsıtasıyla şu şekilde ulaşır: Yiğitbaşı Velî Ahmed
Şemseddîn-i Marmaravî, Hacı İzzeddin Karamânî (V. 1527), Şeyh Kasım Çelebi
(V. 1534),[lxxxvii] Muhammed Muhyiddin Karahisârî (V. 1586)[lxxxviii] ve Ramazan Mahfî
Efendi.[lxxxix]

Sinâniyye kolunda da silsile, Hacı İzzeddin Karamânî ve Şeyh Kasım
Çelebi vâsıtasıyla İbrahim Sinân Ümmî’ye ulaşır.[xc]

Uşşâkıyye kolunun silsilesi ise Hacı İzzeddin Karamânî ve Seyyid Ahmed
Semerkandî vâsıtasıyla Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî’ye ulaşır.

Mısriyye silsilesi ise genellikle her biri diğerinden daha cezbeli ve şâir-
meşreb zevattan müteşekkildir: Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, Şeyh
Tâlib Ümmî, Elmalılı Şeyh Abdülvahhâb Efendi, Emirzâde Şeyh Ahmed Efendi,
Elmalılı Şeyh Yûsuf Sinân Ümmî, tarikat sâhibi Muhammed Niyâzî-i Mısrî.[xci] Bâzı kaynaklarda Mısriyye silsilesinde Elmalılı Yûsuf Sinân Ümmî’nin (V. 1657)
Elmalılı Eroğlu Nûri’den[xcii] de hilâfet aldığı[xciii] bildirilmektedir.

Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi (V. 1654)[xciv] ve onun talebesi Sun’uIIâh-ı
Gaybî (A7. 1676’dan sonra)[xcv] de fikirlerinde Yiğitbaşı Velı’nin tesiri görülen
mutasavvıf şâirlerdendir. Bayramî/Melâmî koldan da icâzetli bulunan Gaybî’nin Halveti silsilesi de Şeyh Muslihuddîn-i Kiitahyevî (V. 1661), Elmalılı Sinân-ı Ümmî
(V. 1657), Eroğlu Nuri (V. 1603) ve Abdülvehhâb-ı Nekevî (Elmalılı) (V. 1596)
yoluyla Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’ye ulaşmaktadır.  Gaybî,
Bayramî/Melâmî tarikten şeyhi olan İbrahim Efendi ile bir arada bulundukları
1649-1655 yıllan arasındaki zaman zarfında yaptıkları sohbetlerinden teşekkül
ettirdiği Sohbet-nâme ’sinde, Yiğitbaşı Velî’nin ismini ve Câmiu’l-Esrâr adlı
risâlesini zikretmek sûretiyle söz konusu eserden nakiller yapmakta ve
Marmaravî’den övgüyle bahsetmektedir.

VEFATI

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, hicri 910 yılının sonlarına
doğru 71 yaşında vefat etmiştir.  Kaynaklarda, müellifimizin hangi ayın hangi gününde âhirete irtihal ettiğine ilişkin ayrıntılı bir îzah bulunmamaktadır.

910 hicri senesinde, mîlâdî 1504’den 7 ay, 1505’den de 5 ay
bulunmaktadır.360 Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in Osmanlı Müelliflerini, 910
yılının karşılığının 1504 olarak kabul edilmesinden olsa gerek, muahhar yazarlar,
Yiğitbaşı Velî’nin vefat yılı olarak hep bu târihi esas almışlardır.361 Ancak,
Harîrîzâde’nin Tibyân 'ında müellifimizin âhirete irtihâliyle ilgili olarak “910
senesinin sonlanna doğru”362 kavdı bulunmaktadır. Bu durumda Ahmed Şemseddîn-i
Marmaravî’nin vefat târihini, mîlâdî olarak 1505 senesi kabul etmemiz
gerekmektedir.

Kaynakların çoğu, 910 senesini kesin bir şekilde müellifimizin vefat târihi
olarak vermektedir. Bununla birlikte Mehmed Sâırıi, Hüseyin Vassâf ve
Bandırmalızâde Ahmed Münîb, eserlerinde 910 senesinin yanı sıra 900 yılını[xcvi] da
kaydetmektedirler. Ne var ki kaynakların kahir ekseriyetinin 910 senesini hiçbir
şüpheye mahal bırakmaksızın ittifak hâlinde aktarması ve adı geçen bu iki müellifin
bu rakama da yer vermeleri, Yiğitbaşı Velî’nin vefat târihi olarak 910 hicrî yılının
kabul edilmesi gerektiği sonucunu doğurmaktadır.

Yeri gelmişken Yiğitbaşı Velî’nin yaşadığı dönemle ve dolayısıyla da vefat
târihiyle ilgili olarak ilk kez Necdet Okumuş’un ortaya attığı görüşleri burada
kaydetmekte yarar görüyoruz:

Okumuş’a göre, ortaya çıkan bâzı yeni kaynakların ve târihî olayların
ışığında konuya bakıldığında Yiğitbaşı Velî’nin mîlâdî XVI. asnn ikinci yansında
hayatta olması lâzımdır.[xcvii] Zîra müellifimiz Câmiu ’l-Esrâr adlı eserinde Manisa
şehrine dâir vazdığı 2 bevitte bizzat kendisi sunlan söyler:

"Bil bu şehri, şâh ü Sultân Mustafâ 'nın tahtıdur

Cami' olan taht-ı a ’zam atasının bahtıdır

Şâh ü Sultân Mustafâ, Sultân Süleymân oğludur

İbn-i ibn-i hân ile bu nesl-i Osmân oğludur. ”[xcviii]

Kânûnî Sultan Süleyman’ın büyük oğlu olan ve Manisa'da doğup, 1533-
1541 yıllan arasında burada şehzadelik yapan Şehzade Mustafa’nın doğumu
921/1515’dir ve 960/1553 yılında öldürülmüştür.[xcix] Şu durumda müellifimiz, kendi
eserinde Kânûnî’nin oğlu Sultan Mustafa’dan söz ettiğine göre, o târihlerde
hayattaydı.

Yine Yiğitbaşı Velî’nin Câmiu’l-Esrâr isimli eserindeki şu beyitlerde
Kânûnî Sultan Süleyman (V. 1566) ve onun döneminden bahsedilmektedir:

“Hem selâm olsun, dahi şol âlemin sultânıdır

Adl-i Hak etmek anın kalbinde dâim câmdır

Devlet ile Âl-i Osmân ’ın zamânıdır dilim

Şöhret ile ismidir Sultan Süleyman bin Selim. ”[c]

Kânûnî’nin 1520-1566 yıllan arasında padişahlık yaptığı[ci] göz önünde
bulundurulursa, Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî yine bu târihlerde yaşıyordu.

Ayrıca Ankara Millî Kütüphâne'de bulunan Manisa Şer’iyye Sicilleri'nin 2
no’lu defterinin 161. sayfasındaki Yiğitbaşı ve tekkesiyle ilgili bir belgede Şeydi
Hoca mahallesindeki Yiğitbaşı Tekkesi'nin sokağında bulunan çeşmenin suyunun
kullanılmasıyla ilgili ortaya çıkan ihtilâfın çözümüne âit 955/1548 tarihli mahkeme
karârında,[cii] şâhitler arasında Yiğitbaşı Velî'nin adı da geçmektedir; öyleyse bu
târihte de müellifimiz hayattaydı.

Necdet Okumuş’un bu görüşünü destekler mâhivette görünen İstanbul
Büyükşehir Belediyesi İstanbul Büyiikşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman
Ergin Yazmaları, 194/2'de kayıtlı, müellifi belli olmayan ve Yiğitbaşı Velî’nin
hayâtından ve menkıbelerinden değişik kesitler sunan Menâkıb-ı Yiğitbaşı Şeyh
Ahmed Efendi (k.s.) adlı el yazması eserin 8b varağında onun (hicri) 991 târihinde
Marmara kasabasından işâret-i şeyh ile Manisa'ya gelerek burada azîm bir âsitâne ve
imâret inşâ ettirdiği, 995’te Anadolu tarafına imam olup atvâr-ı sülûk-i meşâyihi
tashih edip nicelerin başından taçlarını alıp tekkelerini kapattığı kaydedilmektedir.
Yine aynı eserde vefat târihi 1002 senesi olarak kaydedilmektedir.

Bütün bunlardan ilk bakışta şu sonuç çıkarılabilir: Yiğitbaşı Velî’den
bahseden tüm kaynaklarda onun 839-910/1435-1505 seneleri arasında yaşadığı
kayıtlı ise de bir menâkıbnâme ile müellifimizin bizzat kendi eserleri dikkate
alındığında Yiğitbaşı Velî, zikredilen târihlerden yaklaşık 50-60 yıl sonra hayattaydı.

Ancak biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü;

1-                               ) Hocaları ve talebeleri dikkate alınmak süreliyle Ahmed Şemseddîn-i
Marmaravî’nin tarikat silsilesi içindeki yerine baktığımızda, yukarıda zikrettiğimiz
Okumuş’un iddiâ ettiği görüşün doğru olmadığı târîhen ortaya çıkmaktadır.

Meselâ, daha önce de zikrettiğimiz Ramazâniyye’nin silsilesine bakalım:


Yahyâ Şirvânî (V. 1464)

ß

Pîr Muhammed Bahâeddin Erzincânî (V. 1474)

ß

İbrahim Tâceddin Kayseri (V. 1478)

ß

Âlâeddin Uşşâkî (V. 1485)

ß

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî (V. 1505)

ß

Hacı İzzeddin Karamânî (V. 1527)

ß

Şeyh Kasım Çelebi (V. 1534)

ß

Muhammed Muhyiddin Karahisârî (V. 1586)

ß

Ramazan Mahfî Efendi (V. 1616)

Eğer Okumuş’un görüşünü (Yiğitbaşı Velî’nin 910/1505’ten 50-60 yıl sonra
hayatta olduğunu) kabul edecek olursak kaydedilen bu silsilede Yiğitbaşı Velî’nin,
vefat târihi îtibâriyle Muhammed Muhyiddin Karahisârî (V. 1586) ile aynı zaman
diliminde hayatta bulunması lâzım gelir ki bu durumda Ramazâniyye silsilesi alt-üst
olacaktır. Hiçbir kaynak, bu görüşü bu açıdan -en küçük bir karineyle dahi olsa-
desteklememektedir. Aksine Halvetiyye ile ilgili bilgi veren tüm eserlerde
Ramazâniyye'nin silsilesi yukarıda bizim kaydettiğimiz gibi verilmektedir. Aynı
durum, Ahmeddiyye’nin diğer kollan için de söz konusudur.

2-                              ) Kanunî Sultan Süleyman'ın (V. 1566) Halvetiyye ricâliyle çok yakın
ilişkiler içerisinde bulunduğu bilinmektedir. Özellikle Manisa'da, vâlî iken (1513 ve sonrası)[ciii] dostluk kurduğu Sünbül Sinan’ın[civ] (V. 1529) halîfesi Merkez
Muslihuddin Efendi[cv] (V. 1552) ile ömrünün sonuna kadar bağlantısını
koparmamıştır. Ayrıca Sünbül Sinan’ın yanı sıra, Rûşeniyye-i Gülşeniyye'nin pîri
İbrahim Gülşenî’ye[cvi] (V. 1534) de yakm alâka duyan Kânûnî’nin, Sinâniyye-i
Ahmediyye'nin kurucusu olan ve önceleri Manisa ve Uşak yöresinde, daha sonra da
İstanbul'da Ümmî Sinân Tekkesi’nde faaliyetlerini yürüten İbrahim Ümmî Sinân
(V. 1568) ile de tanışmış ve ona büyük hürmet göstermiştir.[cvii] Manisa''da vâlîlik
yapmış olması hasebiyle yörenin şeyhlerini yakından tanıyan ve sohbetlerine iştirak
eden Kânûnî’nin münâsebette bulunduğu pek çok Halveti ricâli arasında Yiğitbaşı
Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin adının hiçbir kaynakta zikredilmemesinin
yanı sıra asıl önemli olan husus; Kânûnî’nin hayâtında, Yiğitbaşı Velî’nin
halîfelerinden İbrahim Sinân Ümmî’nin önemli bir yer işgal etmiş olmasıdır. Eğer
Marmaravî’nin yaşadığı dönem için Okumuş’un verdiği târihi kabul edecek olursak,

o   zaman o dönemde Sinâniyye' den değil, belki ancak yeni yeni Ahmediyy e'den söz
edebilmemiz gerekirdi. Öyleyse bu görüş, târihî gerçeklere ters düştüğünden dolayı
bu açıdan da kabul edilemez.[cviii]

3-                               ) Şu halde geriye tek bir ihtimal kalıyor: Câmiu i-Esrar’ın  Kânûnî’den ve
oğlu Şehzade Mustafa’dan bahseden “Fi Beyâni Hâtimeti l-Kitâb fi Şehr-i Manisa ” adını taşıyan son bölümü, daha sonraki târihlerde müstensihler tarafından eklenmiş
olabilir.

4-                               ) Necdet Okumuş tarafından yayınlanan ve yukarıda zikredilen Yiğitbaşı
Velî ve tekkesi ile ilgili belgeye gelince: Manisa Şer’iyye Sicilleri, Defter No: 2, s.
161 ’de kayıtlı bulunan 22 Şevval 955 /1548 târihli bu belgede “Şeyh Yiğitbaşı”,
“Kudvetü’I-Meşâyih Yiğitbaşı” ve “Mevlânâ Şeyh eş-Şehîr Yiğitbaşı” isimleriyle
anılan zâtın “Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî” olup olmadığı
husûsu açık değildir. Kaldı ki “Yiğitbaşı” lakabının Ahî teşkilâtında bir ünvan
olduğu bilindiğinden, bu şahıs müellifimizden başka biri de olabilir. Ayrıca
“Mevlânâ” lakabının da Marmaravî için kullanıldığına başka hiçbir yerde şâhit
olamadık. Şu durumda burada işâret edilen şahsın, bu ünvâna sâhip başka bir şeyh
olabileceği ihtimâli de ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca burada, anılan arşiv belgesinde yer alan “955” rakamıyla ilgili olarak
da farklı bâzı değerlendirmelerimiz olacaktır: Bilindiği gibi, Arapça’da “beş” rakamı
“o” ile ve “sıfır” rakamı da “• ” şeklinde yazılmaktadır. Bu durumda “955” târihi
(۹۵۵  ) ve “900” târihi de ) biçiminde yazılmaktadır. Ancak, hicri X., milâdî XVI.
asrın ortalarına kadar bâzı târihî eserlerin kitabelerinde ve paralarda (sikke) “sıfır (.)”
rakamının “beş (۵ )”; “beş (. )” rakamının ise, “dört” (∈ ) rakamı üzerine “bir” (\)
rakamının çizilmesiyle (∉ ) şeklinde yazıldığı görülmektedir.[cix] Şu halde Okumuş’un
yayınladığı belgedeki “۹۵۵” rakamının “955” değil, “900” olarak okunabileceği[cx]
ihtimâli ortaya çıkmaktadır. Bu ihtimâli kabul edecek olursak, 910 H./1505 M.
yılında vefat eden Yiğitbaşı Velî’nin isminin 900 H./1495 M. târihli bir arşiv
belgesinde yer alması, müellifimizden bahseden kaynaklardaki bilgilere de uygunluk
arzetmiş olmaktadır.[cxi]

5-                                  ) Okumuş’un görüşünü destekler mâhiyette görünen bizim yukarıda
zikrettiğimiz menâkıbnâme hakkında da şunu söyleyebiliriz: Bilindiği gibi
menâkıbnâmeler, olağanüstü halleri konu edindiğinden[cxii] -en azından tabakat
kitapları kadar- târihî birer belge olarak kabul edilemez.[cxiii] Dolayısıyla tüm tabakat
kitaplarının âdetâ ittifak ettiği bir hususta, menâkıbnâmeler daha az kıymeti
hâizdirler. Kaldı ki zikrettiğimiz menâkıbnâmede verilen târihler, Okumuş’un verdiği
târihlerden de 40-50 yıl sonraki bir zaman dilimini içine almaktadır.

Burada dile getirdiğimiz bütün bu hususlara şunlan da ilâve etmek istiyoruz:
Bâzı muahhar kaynaklar, Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin
hayâtı ile ilgili bilgileri, Nev’îzâde Atâî’nin Ahmed Şemseddin et-Tavîl38! (V.1567) için verdiği bilgilerle karıştırarak takdim etmişlerdir. “Uzun Şems” lakabıyla
meşhur olan bu zat, Tir e" li olup Halvetiyye' nin Sünbüîiyye kolundan bir şeyhtir.

Tire[cxiv] de Paşa mahallesindeki Molla Çelebi zaviyesinde, uzun yıllar şeyhlik yapmış ve
975 H./1567 M. senesinde vefat etmiştir.[cxv] Tire'de Molla Çelebi zaviyesi
güneyindeki kabristanda medfundur.[cxvi]

İşte bu zat ile müellifimiz, Hüseyin Vassâf Bey tarafından birbirine
karıştırılarak Ahmed Şemseddin et-Tavîl’in hayâtıyla ilgili bâzı bilgiler, Ahmed
Şemseddîn-i Marmaravî’nin hayâtıymış gibi aktarılmıştır.

Meselâ bu iki kaynakta, Marmaravî’nin cehri zikri benimsemiş olmasından
dolayı genellikle müridleriyle berâber açıktan, raks ve deveran ile zikir yaptığı, bu
esnâda çoğu kez vecd hâli galip gelerek kendilerinden geçtikleri, galeyâna gelip bîtap
düşünceye kadar sayha attıkları ve bu nedenle bâzı zâhir ehli ulemânın
müdâhalelerine mâruz kaldığı nakledilir.[cxvii] Oysa müellifimizin eserleri bir bütün
olarak incelendiğinde, burada aktarılan bilgileri destekleyecek en küçük bir karineye
rastlamak mümkün olmamaktadır. Ayrıca onun hayâtının önceki ve sonraki
bölümlerine baktığımızda bu bilgiler, Yiğitbaşı Velî’nin hayâtına hiç uymamakta ve
onun yapısıyla taban tabana zıt düşmektedir. Ancak, yaptığımız tetkiklerde de gördük
ki yukarıda aktarılan olay, Ahmed Şemseddin et-TavîI’in hayâtında aynen vâki
olmuştur.[cxviii]

Ayrıca Hüseyin Vassâf, “Sultan Selîm Hân-ı Evvel hazretleri Manisa'da.
vâlî iken çok kerreler ziyâret-i aliyyelerinde bulunup duâların almışlar ve şeref-
kudûmlan için İzmir'de bir zaviye binâ etmişlerdir” demektedir. Bu bilginin de târihî gerçeklere uymayışı[cxix] bir yana, et-Tavîl’in hayâtından aynen alıntı olduğu
anlaşılmaktadır.[cxx]

Hüseyin Vassâf Bey, hem “...ism-i âlîleri Şems Ahmed et-Tavîl’ olarak
meşhurdur... Aydın taraflarında yetişmiş... Hz. Sünbül Sinan’ın hizmet-i
aliyyelerinde... Hz. Merkez’in âsitânesinde... tekmîl-i tarîk eyledi”[cxxi] gibi bilgileri
aktarmış ve hem de bâzı çekincelerini şöyle dile getirmiştir:

“İstitrâd-ı âcizâne: Mezkûr müşarünileyh hazretleri, vâkıâ Hz. Sünbül’ün
zamân-ı aliyyelerini idrâk eylemişler ise de Hz. Sünbül’den yirmi altı (26), dahi
rivâyeten otuz altı (36) sene mukaddem intikallerine bakılırsa ve asıl şeyhleri kibâr-ı
meşâyih-i Halvetiyye’den Alâeddin Uşşâkî olduğu nazar-ı dikkate alınırsa, Hz.
Sünbül ile sohbetlerinden kinâye olarak o yolda yazıldığı zâhir olur.”[cxxii]

Burada sanki birbiriyle çelişkili ifâdeler sunan iki ayrı müellif varmış gibi
bir izlenim doğmaktadır. Hem “Şemseddin Ahmed et-Tavîl” kaydını düşmek ve
hem de Marmaravî ile karıştırmak pek anlaşılır gibi gözükmemektedir.

Halbuki meselenin doğrusu şudur: Kânûnî Sultan Süleyman’ın
şehzâdelerinden ve ondan sonra tahta geçecek olan II. Selim (Sarı Selim) (V. 1574)
Manisa sancağında vâlî iken, Aydın-Tire'de faâliyette bulunan ve Merkez
Efendi’nin (V. 1552) halîfesi olan Şemseddin Ahmed et-Tavîl’i (V. 1567) sık sık
ziyâret ederek hayır duâlannı almış ve bu şeyh adına İzmir'de bir zâviye kurdurarak
orada tarikat faaliyetlerini yürütmesini sağlamıştır. Ayrıca et-Tavîl, dervişlerine raks
ve deveran yaptırdığı için, Tire Kadısı Defterzâde Mehmed Çelebi, Birgi Kadısı
Nûrullah Efendi, diğer kadılardan Bilâlzâde ve Dâru’l-Kurrâ şeyhi Mehmed
Çelebi şeyhin bu hareketine ittifakla karşı çıkmışlardır. [cxxiii] Diğer kaynakların
hiçbirinde, yukarıda kaydettiğimiz ihtilaflı ifâdelere rastlanmam aktadır.[cxxiv]

Reşat Öneören’in. bu konuda farklı bir değerlendirmesi vardır: “Hüsevin
Vassâf Bey Sefine'de, şeyhin Manisa'daki tekkesine pek çok kimsenin yanı sıra, o
târihlerde Manisa vâlîsi olan Yavuz Sultan Selim’in de devam ettiğini ve şeyhe
muhabbetinden dolayı İzmir'de onun adına bir de zâviye yaptırdığım kaydediyorsa
da[cxxv] Yavuz Selim’in Manisa'da vâlîlik yapmadığı bilindiği için bu bilginin yanlış
olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bahsedilen bu zâtın, adı geçen yerde 19 sene (1483-
1502) sancak beyliği yapıp bu müddet içinde Sığla (İzmir) sancağında da fiilî bir
nüfuz kuran, diğer sahalarda olduğu gibi tasavvuf sâhasında da eser verdiği bilinen[cxxvi]
sûfî-meşrep Şelızâde Korkud[cxxvii] olması kuvvetle muhtemeldir.”[cxxviii]

Ancak meseleye yukarıda bizim îzah etmeye çalıştığımız gibi bakılırsa böyle
bir yoruma gerek kalmadığı ve bu çelişkili ifâdelerin, Şemseddin Ahmed et-Tavîl
ile Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin Hüseyin Vassâf Bey tarafından birbirine
karıştırılmasından mütevellid olduğu ortaya çıkacaktır.

Netîce îtibâriyle, Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin
yaşadığı dönem, mîlâdî XV. asrın ortalarına doğru başlayarak XVI. yy.’ın hemen
başlarına kadarki zaman dilimini (839 H./1435 M. ile 910 H./1505 M. yıllan arasını)
kapsamaktadır.

TEKKE ve TÜRBESİ

Bir ara İstanbul'a gidip gelmesi dışında tüm tasavvufî irşad faâliyetlerini
1950’li yıllarda yıkıldığı anlaşılan ve günümüze sâdece mescidinin mihrâbı
ulaşabilen tekkesinde yürüten Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, vefâtından sonra
Manisa'nın o zamanlar Seyyid Hoca mahallesi, bugünkü adıyla ise Adakale
mahallesi olarak anılan yerdeki tekkesinin bahçesine defnolunmuştur. Sultan
câmiinin kıblesinde bulunan Saruhan Bey türbesinin güneyinden Kırk Ayak yokuşunu
çıkınca Yiğitbaşı Velî’nin tekke ve türbesine ulaşılır.[cxxix]

Marmaravî’nin âhirete irtihâlinden sonra tarîkatini yaymaya devam eden
onun halîfeleri, birçok vergilerden muaftılar. Ancak Halvetî-Sünbülî şeyhi Hasan
Kenzî’nin[cxxx] (V. 1714) kurduğu Kenzî tekkesi[cxxxi] açıldıktan sonra Yiğitbaşı tekkesi eski
önemini kaybetmiştir.[cxxxii]

İbrahim Gökçen, 1946 yılında yayınlanan Sicillere Göre XVI. ve XVII.
Asırlarda Saruhan Zâviye ve Yatırları adlı kitabında, Yiğitbaşı dergâhının kısmen
ayakta durabilmeyi başarmış, kubbeli ve kârgir bir yapı olduğunu kaydetmektedir.[cxxxiii]
Yine aym yazar, 1950 senesinde yayınlanan Mania Târihinde Vakıflar ve Hayırlar
isimli kitabında, Yiğitbaşı Velî’nin türbesi ile içinde bulunduğu tekke arsasının
orijinal resmini çizmek suretiyle bu eserinde göstermiştir.[cxxxiv] Şu halde Yiğitbaşı
tekkesinin 1946’dan sonra, 1950’den önce tamâmen yıkıldığı anlaşılıyor.


Yiğitbaşı Velî adına kurulan ve hâlen faal olan Yiğitbaşı Vakfı tarafından
1982 yılında tekke arsasına orijinal mihrap korunmak suretiyle sekizgen planlı küçük
bir mescid inşâ edilmiştir. Vasiyetinde belirtildiği üzere mezarın üstü açık
bırakılmıştır.[cxxxv] Türbenin etrâfı duvarla çevrilerek içten yeşil fayansla süslenmiştir.[cxxxvi]
Her türlü bakım, onarım, koruma ve yaşatma hizmetleri Yiğitbaşı Vakfı tarafından
yerine getirilmekte olan câmi ve kabr-i şerif, günümüzde pek çok kimse tarafından
ziyaret edilmektedir.


Bugünkü türbenin dış ve iç yüzündeki kitabelerde, kendisi de gönül ehli bir
zât olan emekli öğretmen Lütfî Özerkan[cxxxvii] (V. 1983) [“Cemâli” mahlasıyla] ve
kimyâ mühendisi Fuat Hamdi’nin yazdığı şiirler bulunmaktadır. Türbenin dış
yüzünde şu dörtlük vardır:

Keşf olur esrâr-ı ledün hubb-i Alî’den
Dergâha yüz sür, âşıka himmet velîden
Saçılır envâr-ı Ahmed ârife billâh
Gavsü l-vâsılîn Yiğitbaşı Mermer evi 'den

Türbenin iç yüzündeki dörtlük ise şudur:

Halvetî ankâsıyım, olmuşam hem Hakk 'a râvî
Erlerin Yiğitbaşı, Ahmed-i Gölmarmaravî
Mâsivâ ne, bilmezem; bakâ-billâha ermişem
Mir ’ât-ı mücellâyım pîrân içinde bir nevi

Yiğitbaşı Vakfı yetkililerinden edindiğimiz bilgilere göre tekkeye sının
bulunan bâzı eski evlerin vakıf tarafından satın alınarak tekke arsasının orijinalinde
olduğu gibi genişletilmesi planlanmaktadır. Bu amaçla civardaki birkaç ev satın
alınmış bulunmaktadır.

1996 yılında yaptığımız tesbit çalışmasında dergâh haznesinde 11 adet
mezar bulunduğunu gördük. Vakıf yetkililerinin verdiği bilgiye göre orada bulunan
bu mezar taşlarının çoğu, iyice harap hâle gelmiş tekke arsasının yeniden îmân
sırasında, yeri belli olan mezarların başma rastgele dikilmiştir. Bir kısmı sâhipsizlik
ve ilgisizlik nedeniyle kırılmış veya toprak içinde kalmış olan bu mezar taşlarından
okuduğumuz kadarıyla bunların en eski târihi i olanı 1136 H., günümüze en yakın
olanı ise 1328 H. yılına âittir. Mezar taşlarının üzerindeki kitabelerden anlaşıldığına göre burada yatanların çoğu, ya Yiğitbaşı dergâhından veyâhut da civar dergâhlardan
olan dervişler veya onların eş ve çocuklarıdır.

Tesbîti mümkün olduğu kadarıyla, bu mezar taşlarındaki ifâdelerden
anlaşıldığına göre burada şu zatlar medfundur:

1-                             )   Şeyh Ali, sene-1227

2-                             )   Seyyid Feyzullâh Efendi

3-                             )   Kâdızâde îsmâil Dede, 1243

4-                             )   Minâreci-zâde Şeyh Mehmed Efendi, 1269; Yiğitbaşı hazretlerinin dergâhında post-nişîn-i irşâd.

5-                             )   Kolancı-oğlu Hacı Hüseyin kerîmesi Hacı Fâtıma, 1307

6-                             )   es-Seyyid Yahya Ağa kerîmesi merhûme Emine Tûtî, 1229

7-                             )   ManisaMevlevîhânesitabbâhı Hüseyin ...,1319

8-                             )   es-Seyyid el-Hâcc Bekir Ağa, 1136

9-                             )   Nazîf Efendi’nin halîfesi1262

10-                           ) Kâtib-i ...,1328

1 l                            -)İsim ve târihin yazılı olduğu kısım toprak içinde kaldığından okunamamıştır.

MENKIBE ve KERAMETLERİ

Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, araştırmalarımız esnâsında Yiğitbaşı
Velî’nin menkıbe ve kerâmetlerini anlatan müstakil bir esere rastlayamadık. Halveti
menkıbelerini anlatan Şeyh Nazmî Efendi’nin Hediyyetü'l-İhvânh ve Hulvî
Mehmed Efendi’nin Lemezât’ında da bu konuda herhangi bir bilgi bulamadık.
Ancak bir mecmûa hâlinde toplu olarak bulunan Marmaravî’nin bâzı risâlelerinin en
son kısmında onun menkıbe ve kerâmetlerinden bahseden birer ikişer sayfalık bilgiler
gördük.[cxxxviii]

Bu risâleciklerden İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Atatürk Kitaplığı'nda bulunanı, yer yer târihler düşmek suretiyle Marmaravî’nin hayâtıyla ilgili bâzı bilgiler vermektedir. Diğerleri ise aşağı yukan
birbiriyle aym olup Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin sekiz
kerâmetini anlatır.

Yazma eserlerin orijinal diliyle bu menkıbe ve kerametler şunlardır:

“Bir kimesne Yiğitbaşı Efendi hazretlerine gelip inâbet ricâ etti. Ol dahi
inâbet verip ol gün halvete kodu. Ol gün ikindiden sonra içeriden bir sadâ gelip:

“-Müslüman oldum, vaz geç!” demiş. Azîz eyitmiş:

“-Yalan söyler. Var, yine meşgul ol!” İkinci gün ikindiden sonra yine cevâb
gelmiş ki:

“-Vallâhi ben müslümân oldum, vaz geç!” demiş. Azîz de:

“-Buna yine inanma! Tâ öldüm, deyip ses kesilince; vaz geçme!” demişler.
Üçüncü gün:

“-Ben öldüm” deyu cevâb gelmiş;

“-Şimden sonra kurtuldun” deyu cevâb eylemişler. Ol kimesne azîzin
mâyesi kuvvetiyle hannâsın şerrinden kurtuldu.

Bir kerâmet-i alenîsi dahi:

Bir âşık geldi, dedi ki:

“-Bana bir mektûb getirin! Siz tutun! İçinde ne var ise ben eyidivereyim“
deyicek bir mektûb getirdiler. Dâvud Halîfe elinde tuttu. Âşık içinde ne var ise
eyidi verdi:

“-Neden tahsîl eyledin?” deyu suâl ettiler. Âşık cevâb verip:

“-Kırk gün erbaîn çıkardım, Tanrı ismine meşgül oldum” dedi. Pîr bunu
işitip geldi, eyitti:

“- Gel, sana bir nesne öğreteyim. Bunu dahi iyi bilsen olmaz mı?” dedi.

Âşık:

“-N’ola?” deyicek abdest aldırdı. Kulağına tevhid telkîn eyledi. Ol mektûbu
yine tuttular. Okuyamadı.

“-Siz beni mağbûn eylediniz” dedi.

Kendi bunun gibi kerâmâtı bî-nihâyedir. Asıl kerâmât-ı hakîkîleri budur ki:

Hazret-i Sultân-ı Enbiyâ (sallallâhü Teâlâ aleyhi ve sellem) Hak’la mi’râcda
doksan bin kelimât-ı ma’rifet mükâleme olundu. Ba’zı ulemâdan ârifler otuz binine
ârif olmuşlar. Meşâyihden ba’zılar altmış binine ârif olmuşlar. Ondan öte geçmiş
yoktur, derler idi. Ammâ Yiğitbaşı Efendi seksen binine ârif oldu ki:

“-Ve kalanı hazret-i enbiyâya mahsûsdur” deyu buyururlar idi.

Ve bir kerâmeti budur ki:

Meczûblar ve sıfat-ı cinnîleri gâlib olan kimseler gelip tevhidine mukârin
olsalar, ifâkat bulup giderler idi.

Ve biri dahi:

Bir kâfir uyur iken kulağına telkîn eylese müslümân olur idi. Nice bunun
gibi imtihân olunmuştur. Mevte karîb olan gönülleri ihyâ edip veled-i kalb hâsıl olur
idi. Zikr-i kalbiyi yanında olanlar işitirler idi. Nice fukarâda vâki’ olmuştur. Mâyenin
kuvvetiyle bir kişi kalbceğizini tasfiye buldursa vücûdu âleminin tasarrufuna mâlik
ola.

Ve ba’zı meşrebler:

“-Zahirde ve bâtında kerametler zuhûr ettirmek câizdir; ammâ hâtûnlann
hayzı gibidir” demişler. Ammâ makbûl olmamağın dervişleri oradan geçirirler.

Ve intikâl ettiği gün bir alâmet olmuştur ki dil ile takriri kabil değildir:
Saray Önündeki kavak yıkılıp ve nice ağaçlar gök ile dürülüp ve nice kişiler attan
yıkıldı. Ve şehir halkı dehşete vardılar. Kıyâmetten bir alâmet idi. İntihâsında şöyle
vâki’ oldu, ve’s-selâm. [Bu istihracı araştırmak gereklidir.]

Ammâ Pabuççu Hüsâm demekle meşhur bir derviş var idi. Rûhu kabz
olunduktan sonra gasl olunur iken gassâl ve su koyanlar zikr-i kalbisin işittiler.

Bu kerâmât hakîkîdir. Ve azîz hazretlerinin, zamân-ı şeriflerinde misli yok idi.”[cxxxix]

YİĞİTBAŞI VELÎ’NİN ESERLERİ HAKKINDA GENEL BİLGİLER

Ülkemizin çeşitli kütüphanelerinde yaptığımız inceleme ve araştırmalarda
Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin risâlelerinin tamâmım ihtivâ eden
müstakil bir “Mecmûatü ’r-Resâil ”e rastlamamız mümkün olmadı.

Müellifimizden bahseden kaynaklardan TibyârCda müellifimizin 6 eserinin
ismi kaydedilir. Bunlar: Risâle-i Tevhîd, Câmiu 'l-Esrâr, Ravzatü l-Vâsılîn, Mukaddi-
metü ’s-Sâliha, Keşfü’l-Esrâr ve A’mâlü’t-Tâlibm [Atvûr-nûme-i Seb ‘a]'dir. Sâdık
Vicdanî, Mehmed Sâmi, Hüseyin Vassâf ve Bağdatlı İsmail Paşa ise bunlara
Bahreynı ’l-Aşk ile Ahvâlü ’l-Ebrâr ve “l-Mukarrebîn'i de ilâve ederler.

Bursalı Mehmed Tâhir Bey de bu 8 eserin ismini aynen verir.'109 Ayrıca
Mehmed Tâhir Bey, adı geçen eserlerden 6’sim bir araya toplamış bulunan bir
mecmûanm kendisi tarafından İstanbul' da Ümmî Sinan hazretlerinin dergâhındaki
kütüphâneye hediye edildiğini de bildirmektedir.[cxl]

Mehmet Akkuş ve Süleyman Uludağ, Ahvâlü’l-Ebrâr ve’l-Mukarrebîn'i
zikretmeksizin bunlara Risâletü’l-Hüdâ, Hurde-ı Tarikat, Kenzü ’l-Hakmk,
Tabakâtü’l-Evliyâ, İrfânü’l-Maârif, Silsile-i Ehl-i Tarîkat ve Fütüvvet-nâme adlı
risâleleri de ekleyerek sayıyı 14’e çıkarmışlardır.[cxli] Necdet Okumuş ise Akkuş ve Uludağ’ın listesindeki eserlerden Silsile-i Ehl-i Tarikat ve Fütüvvelnâme'yi
zikretmeksizin Yiğitbaşı Velî'nin 12 adet risâlesinin olduğunu söylemektedir.[cxlii]

Biz ise yaptığımız araştırmalar sonucunda Türkiye’nin 6 ayrı ilindeki 14
kütüphanede Yiğitbaşı Velî’nin toplam 14 adet eserinin ve bunların 200’ü aşkın el
yazması nüshasının bulunduğunu tesbit ettik. Bu durum, müellifimizin eserlerinin
geniş bir coğrafyaya yayılarak çokça okunduğunu ve fikirlerinden istifâde edildiğini
göstermektedir.

Kütüphanelerin kayıtlarına bakılınca müellifimizin 20 kadar eseri varmış
gibi görünmesine rağmen, bunlardan bir kısmı kütüphâne katalog fişlerine 2-3 farklı
isimle kaydedilmiştir. Mükerrer isimler çıkarılınca 14 eserinin olduğu
anlaşılmaktadır.

Gerekli araştırma ve incelemelerimiz neticesinde ortaya çıkan, Ahmed
Şemseddîn-i Marmaravrnin eserlerini gösteren listemiz şu şekildedir:

1.         Câmiu’l-Esrâr

2.         Risâle-i Tevhîd

3.         Mukaddimetü’s-Sâliha

4.         Keşfü’l-Esrâr

5.         Ravzatü'l-Vâsılîn

6.         İrfânü’l-Maârif

7.         Hurde-i Tarikat

8.         Risâletü'l-Hüdâ li-Ülr I-İhtidâ

9.         Atvâr-nâme-i Seb’a

10.       Tabakâtü’l-Evliyâ

11.       Risâle-i Makâlât-ı Şeyh Muhyiddîn-i Arabi

12.       Ahvâlü’l-Ebrâr ve’l-Mukarrebîn

13.       Bahreyni’l-Aşk

14.       Silsile-i Ehl-i Tarikat

Bu eserlerin bulunduğu kütüphaneler de şunlardır:

A)        İstanbul kütüphaneleri:

1.         Süleymâniye Kütüphanesi

2.         Millet Kütüphânesi

3.         Beyazıt Devlet Kütüphânesi

4.         Nûru Osmâniye Kütüphânesi

5.         İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi

6.         Topkapı Sarayı Kütüphânesi

7.         İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı

B)       Diğer illerdeki kütüphâneler:

1.         Ankara Millî Kütüphâne Yazma Eserler Bölümü

2.         Bursa Eski ve Yazma Eserler Kütüphânesi

3.         Konya Yusuf Ağa Kütüphânesi

4.         Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphânesi

5.         Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphânesi

6.         Kütahya Vâhid Paşa İl Halk Kütüphânesi

7.         Manisa İl Halk Kütüphânesi



Müellifimizin Mukaddimetü s-Sâliha ve Hurde-i Tarikat dışındaki eserleri
yayınlanmamıştır.

ESERLERİN DİL ve ANLATIM ÖZELLİKLERİ

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin eserlerinin tümü
Türkçe'dir. Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi dönemin ilim dili genellikle irapça
ve Farsça idi. Ancak sâde ve yalın ifâdelerle bezenmiş Türkçe eserler yeni yeni
verilmeye başlanmıştı. Müellifimizin vefatını izleyen yıllarda ise artık Türkî-i basit
akımı ortaya çıkacaktır. Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin sâde, basit ve yalın
üslûbunu dikkate alarak onun bu akımın ilk mübeşşirleri arasında yer aldığım
rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yiğitbaşı Velî’nin eserlerini halkın kullandığı dille yazmasının sebebi, o
zamanlarda Arapça anlayacak kimselerin azalmış olması olarak gösterilir.[cxliii] Demek
ki müellifimiz, fikirlerinden daha çok insanın istifâde etmesini hedefleyerek Türkçe yazma yoluna gitmiştir. Burada Marmaravî’nin, doğrudan halka hitap etme ve geniş
kitleler tarafından daha iyi anlaşılma amacım taşıdığı düşünülebilir. Nitekim
Harîrîzâde’nin, “Yaşadığı beldelerin halkının dili Türkçe olduğundan, onlara faydalı
olabilmek amacıyla Türkçe lisânıyla çok sayıda eserler te’lif etmiştir”[cxliv] şeklindeki
ifâdeleri de bunu teyid eder. Bir başka kaynakta da “Türkî lisânında sûfiye üslûbunda
nice kitâb te’lif edip atvâr-ı sülûkü onda dere etmişlerdir”[cxlv] kaydı vardır.

Müellifimiz, risâlelerinde terkiplerden mümkün olduğunca uzak ve sâde bir
dil kullanmıştır. Risâlelerinde kullandığı kelimeler arasında, günümüz insanının bile
anlayamayacağı sözcük yok denecek kadar azdır. Özellikle Farsça kelimelere çok az
yer vermiştir. Arapça kelimeler ise halk arasında iyice yaygınlaşmış, anlaşılabilir
türdendir. Burada da müellifimizin herkes tarafından anlaşılabilir olma kaygısının ön
plana çıktığı kanaatindeyiz. Çünkü bâzı kaynaklarda, o devirde inanmayanların pek
çoğunun, mezkûr kitapların yazılmasından sonra îman ettikleri kaydedilmektedir.[cxlvi]

Marmaravî, İrfânü’l-Maârif (îrşâd ve Terbiye/Esrâr-ı İlâhî) adlı risâlesinin
baş tarafı (11 beyit) İle Câmiu’l-Esrâr’ı manzum, diğer eserlerini ise nesir hâlinde
yazmıştır. Bunlardan Câmiu'l-Esrâr, “Giriş” bölümünde de temas ettiğimiz gibi,
ünlü mutasavvıf-şâir Yûnus Emre’nin (V. 1321) tesiriyle ortaya çıkan "tekke şiiri”
türüne örnek gösterilebilecek tarzda yazılmış manzum ve Türkçe bir eserdir. Ahmed
Şemseddîn-i Marmaravî, XIII. asır sonlarından başlayarak, XIV.-XV. asırlarda nazım
lisânının Arap ve Acem kelimeleri ve terkipleri ile dolmaya başlamasına[cxlvii] rağmen,
anlaşılan o ki düşünce ve fikirlerini muhataplarına sâde bir tarzda ve samîmi
ifâdelerle aktarma çabasında olan müellifimiz, şiiri halkın dînî, içtimâi ve rûhî
eğitimine bir vâsıta olarak kullanmıştır. Dolayısıyla onun didaktik mâhiyette olan
şiirlerini ilk bakışta kolayca anlamak mümkündür.

Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin şiirlerinde kullandığı dil ve üslûbun
yalınlığı hakkında fikir vermesi açısından, Câmiu’l-Esrâr'ın baş kısmından bir
bölümü buraya alıyoruz:

“İbtidâ kıldık kitâba fazl-ı bismillâh ile

Zikr olunsun hem dahi tevhîd-i zâtullâh ile

Evvelâ her mü ’minin tevhididir vâcib haber
Âhirinde hem budur hatm-i kelâm-ı mu 'teber

Ger olursa darb-ı tevhîdât ile kalbı veled
Zâta lâyık edemez zâkir olursa tâ ebed

Gerçi zikr eder anı mahlûk kiillî hâss u âm
Lîk zâtından olur zâtına lâyık zikr-i tâm

Kendi zâtı kendine zâtı muvahhıd hem ahad
Hem dahi hay ’dır ezel mevt ermeye hergiz ebed

Lîk oldur cümleyi emvât edip ihyâ eden
Zâhir ü bâtın halk eyleyip inşâ eden

Zahir ü bâtın kamu eşyâ anın hükmündedir
Kudreti ebvâbına pây ü gedâlar bendedir

Bî-nişân ü lâ-mekân ü kenz-i mahfı Hak 'tır ol
Bî-misil ü hem lâ-taayyün vâcib-i mutlaktır ol

Kenz-i hikmettir vücûdu zâtı anın vardır
Pertevinden her tecelliyyât anın âsârdır ”[cxlviii]

Manzûmelerinde aruz veznim kullanan Yiğitbaşı Velî, genellikle "Fâilâtün/
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün" veznini kullanmakla birlikte bâzen “Mefâîlün /
Mefâîlün / Feûlün ” ve "Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün ” ölçüsüne de
tesâdüf edilmektedir.

Bu vezinler, Fuad Köprülü’nün “Türk arûzu”[cxlix] adını verdiği iki heceli
Türk veznine çok benzemekte ve aynı cüzlerin tekrarlanmasından meydana
gelmektedir. Türk arûzu'nun en belirgin vasfı, vezin kalıbına uydurmak için
kelimelerin, bilhassa Türkçe kelimelerin okunuşunun değiştirilmesi ve aynı
kelimenin muhtelif mısralar içinde birbirinden çok farklı şekillerde okunmasıdır.[cl]
Ancak XV. asırdan îtibâren aruz kalıplan tamâmıyla Türkçe'ye, uydurulmuş, Arap ve
Acem kelime ve terkipleri Türkçe sözcüklerin yerini doldurmuş, eski asırlarda yazılan eserlerde sürekli göze çarpan nazım tekniğine âit kusurlar çok azalmıştır.[cli] Nitekim
Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin Câmiu ’l-Esrâr adlı manzumesinde de klasik
nazım tekniği bakımından kusurlu olan bu tür zorlamalara yer yer rastlanmakta ise de
bunlar fazla bir yekûn teşkil etmemektedir.

Marmaravî’nin şiirlerinde redifin yanı sıra yaran, tam ve zengin kâfiye
çeşitlerinin hepsini kullandığı görülmektedir.

Müellifimizin nesrine ise şu kısa metin örnek gösterilebilir:

“İmdi, bil sen, ey mü’min! Zât-ı Bârî vardır ve birdir. Ve ezelîdir ve
ebedîdir. Ve hakîkîdir ve kenz-i mahfîdir. Ve cemî’-i sıfatta kadîmdir ve zuhûrları da
kadîmdir. Ve zâtın cemî’-i sıfâtıyla muamelesi de kadîmdir.

Ammâ varlığı sâirler varlığı gibi değildir. Ya’nî var olmasında gayri sebeb
olmaktan münezzehdir. Ve birliği de a’dâda mebnâ olan “bir” gibi değildir. Ya’nî
mebnâ olan, bir misliyle iki olur. Zât-ı Bârî, misilden münezzehdir.

Ve ezelîlikte ve ebedîlikte ve hakikilikte şâirler gibi değildir. Ya’nî ezelîliği,
nisbetle ezelî olmaktan ve ebedîliği, ebedînin dilemesiyle ebedî olmaktan ve
hakikiliği de mecâzîye nisbet hakîkî olmaktan münezzehdir.

Ve kenzliği de zabtı mümkin olan ve ziyâdeye ve noksâna kabil olan kenz
gibi değildir. Belki cümle lâ-yefnâ olan künûz, ya’nî cümle kadîm olan sıfat, külliyen
bu kenzliktir.

Ve mahfîliği, gayriyle gizli olmaktan ve bâtında nursuz göze görünmekten
münezzehdir. Ve gören gözler de bâtında gene kendi nuruyla zuhûru kadîmden nice
zahir ise geri kemâ-kândır.

Ve zâtın cümle sıfatıyla muamelesi de şâirler gibi hâdis değildir, kadîmdir.
Zîra hiçbir sıfatı battâl olmamıştır. Ve el-ân kemâ-kândır.”[clii]

Yiğitbaşı Velî, eserlerinde yer yer akâid ve Kelâm’a dâir mevzûları da
işlemiştir. Ancak bunlar, yine vahdet-i vücûd fikri çerçevesinde îzah edilmiştir.
Vahdet-i vücûd görüşü, sembolik ifâdelerle anlatımın çok sık kullanıldığı nâzik bir
konu olmasına rağmen, bu izahlar yapılırken mümkün olduğunca değişik misaller
verilerek meselenin kolayca anlaşılması sağlanmıştır. Birtakım edebî sanatları
kullanma kaygısı güdülmeksizin ifâdeleri dolambaçsız, kısa yoldan sonuca götüren,
oldukça açık bir üslûp seçilmiştir.

Bâzı risâlelerde soru-cevap yöntemiyle anlatım yoluna da gidilmiştir. Buna örnek:

“Suâl: Nûr-i câmi’ nedir ki bu insân sûretine ol merkez olur?

Cevâb: Hakk’ın cümle esmâsıyla kendüyi zikr ettiği kelâmı envârına
Hakk’ın tevhidi nûru hikmeten cem’ edip nûru vâhid kılmıştır. Bu nûra nûr-i câmi’
ve nûr-i lâhût denir. Ve nice esmâ ile tesmiye olunur.”[cliii]

Herhangi bir konu anlatılırken âyet ve hadislere sıkça başvurulması da
dikkat çekici bir başka husustur. Hattâ çoğu risâle, devâmında anlatılacak konulara
ilişkin âyet ve hadislerin ortaya konulmasından sonra başlamaktadır. Yiğitbaşı
Velî’nin bu tavrı, onun. Kur’an ve Sünnet, yâni şer’-i şerif çizgisinden sapmamayı

kendine şiar edinmiş, şerîatin zâhirine mutâbık, ehl-i sünnet görüşüne sahip çıkan,
müteşerri’ bir sûfî/mutasavvıf olduğunu göstermektedir.

Genel olarak risâlelerin yazılış amaçlarına gelince: Ahmed Şemseddîn-i
Marmaravî, bunları, kendinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu isbat etmek için
değil de şeriat, tarikat ve hakikat kavramlarının neler olduğunu ortaya koymak
gâyesiyle yazdığını bildiriyor.[cliv] Ayrıca müellifimiz, tasavvuf yoluna dâir kalbine
gelenleri kaleme aldığını, bunların bâzılarının derin mevzûlar içerdiğini, onları
okuyanların hayrete düşmelerinden çekindiği için bunların anlaşılıp hâfızaya
kaydedilmesi daha kolay olacak şekilde muhtasar risâleler de yazdığını ifade
etmektedir.[clv]

Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, tasavvuf! eğitimde rüyâ tâbirlerini ustalıkla
uygulamış ve müridi erinin mânevî terbiyelerinde bunu çokça kullanmıştır. O, rüyâda
müridlerinin gördüğü şeylerin ne anlamlara geldiğini mertebesine göre yorumlar ve
ona göre bir terbiye metodu uygular. Mukaddimetü’s-Sâliha adlı eseri, tamâmen bir
rüyâ tâbimâmesi niteliğindedir. Bunun yanı sıra diğer birkaç risâlesinin bâzı
bölümleri de böyledir.

Rüyâlan değil yazılı halde neşretmek, bir başkasına anlatmak bile tasavvuf
muhitlerinde hoş karşılanmazken, -üstelik bu duruma bizzat kendi de işaret etmesine
rağmen- müellifimizin birtakım rüyâları ve tâbirlerini kitaplarına kaydederek umûma
açması oldukça ilginçtir.

**

SEÇİLMİŞ KONULAR VE DÜŞÜNCELERİ

İRŞÂD, MÜRŞİD-İ KÂMİL / ŞEYH

Kişinin sapkınlığa düşmeden dosdoğru yolda (tarîk-ı müstakim) kalması için
önderlik yapan kimse[clvi] anlamındaki mürşid kavramıyla çoğu kez aynı mânâyı ifâde
etmek için kullanılan şeyh kelimesi de şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerinde
mükemmellik sınırına ulaşmış olması hasebiyle nefsin âfetleri, istekleri, hastalıkları
ve tedâvi yöntemlerini bilen, nefsi hastalıklardan kurtarabilme gücüne sâhip, istidadı
olan kimseyi doğru yola götürebilen ve hidâyete ermesine vesile olabilen kâmil
insan[clvii] demektir.

Şeyh ve mürşidin yaptıkları bu işe ise irşad adı verilir. Mürşid ve
velî olmak arasında fark vardır. Öyle velîler[clviii] vardır ki Allâhü Teâlâ, herhangi bir
seyr u sülük ve mücâhede dönemi geçirmeden onları kendine cezbederek yakîn
derecesine eriştirir. İşte böyle kimselerin, sülûksüz ve mücâhedesiz Hakk’a vâsıl
oldukları için bu yolun inceliklerini, tuzaklarım ve makamlarım bilemediklerinden
dolayı halkı irşâd etme yetkileri yoktur. Halkı irşâd etme ehliyetine sâhip olan kişi ise
tarîkate sülük eden şeyhtir. Bu zat, yoldaki zararları, faydalan, menzilleri, makamları,
kerâmetlerin durumlarını bilir ve mücâhedeler vâsıtasıyla, müşahedelerden nasibini
alır.[clix]

İbn Arabî, en aşağı derecedeki mürşidi, müridinden tevbe alıp telkinde
bulunarak onun nefsini emmârelikten levvâme mertebesine yükseltebilen kimse; en üst makamdaki mürşidi ise sâliki mertebe mertebe yükseltip nefs-i sâfiye/ kâmile
seviyesine ulaştırabilen kişi[clx] olarak açıklar.

Yiğitbaşı Velî de mürşidi; mürîdi irşad ederek ona menzil ve merâtib
katettiren Cenâb-ı Hakk’ın mübarek bir kulu" olarak tanımlar. Bu mürşid, tasavvuf
yoluna giren sâliki zahiren irşad ettiği gibi bâtınen de onun vücûdunu her türlü kötü
davranışlardan uzak tutmasına yardımcı olur. Aslında bu mürşidin kendisi de kâmil
bir üstâdm elinde yetişmiştir.[clxi] Bu irşad halkası, birbirini peş peşe tâkip eden bir
silsile ile evliyanın serveri Hz. Ali kerremallâhü veche ve Hz. Ebû Bekir radiyallâhü anhe, ondan da Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşmaktadır.[clxii]

Cebrail (aleyhisselâm) Yüce Allah’ın emriyle yedi isimden oluşan usûl-i esmâyi[clxiii]
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme, o da Medine ’de ashâba telkin eylemiştir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali de Resûlullâh’tan (sallallâhü aleyhi ve sellem) sonra aynı usûl üzere irşadda bulunmuşlardır. Meşâyihe tâbi olanlar da bu üslûp üzere irşadda bulunurlar. Zira Resûlullâh’ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) mübârek cesedi halk ile, rûhu ise Hak ile münâsebet halindeydi. Dolayısıyla o, cesediyle halka telkînat ve irşadda bulunup onlarla münâsebette kurarken; halkın iç dünyâları bakımından rûhânî olanları ise onun bâtını vâsıtasıyla Hak ile münâsebet kurar olmuşlardır. Resûlullâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu usûlü bozmamış; yâni “Benim mübârek ravzam ile münâsebet edin ve telkin alın!" dememiş; yerine halîfe [clxiv] dilemiştir. Buna göre, artık zamanımızda mezârdan telkin olunmaz; ama ziyâret, duâ ve istiânet edilebilir.[clxv]

Müellifimize göre mürşidsiz tarîkatte kolay kolay mesâfe alınamaz.[clxvi] Mürid,'[clxvii] tarikat nûruna lâyık olabilmek için tek başına yüz yıl riyâzet ve mücâhede çekse yine de mürşid-i kâmilin bir saatlik sohbetinde elde edeceği feyzi alamaz.[clxviii] Bu yüzden meşâyih, dervişin şeyhsiz maksûda eremeyeceğini bildirmişlerdir. Ancak nâdiren Allâhü Teâlâ, fazl u keremiyle bir kula irşad kılabilir ve onu şeyhsiz mârifete eriştirebilir.[clxix] Yiğitbaşı Velî, tarîkatte sâliklerin içinde bulunduğu mertebeleri gerçekten anlayabilecek kâmil kimseleri işaret ederek: “Pes imdi tâliblere lâzımdır ki onun gibi kimesneye tâbi olalar. Her şahsa iktidâ etmeyeler; husûsan fî-zamâninâ”[clxx] tavsiyesinde bulunmaktadır. Mânevî irşadda mürşidin rolü, müridin zekâ ve idrak kabiliyetinin derecesini tahmin ve tesbit etmektir. Şâyet şeyh mürîdi kendi hâline bırakınca kendi idrâki ve görüş kabiliyetiyle kendiliğinden hakikati bulabilecek durumdaysa, kalbine bu hakikati açıklayacak bir nur akıtılıncaya kadar onu tefekküre devam etmeye yönlendirir. Böyle bir kabiliyete sahip olmadığını anlarsa, onu her
türlü vesveseden uzaklaştırıp sağlam inanca çekmek için gönlünün tahammül
edebileceği ve kendisinin anlayabileceği deliller ortaya koyup nasihatte bulunur. Eğer
mürid aklı başında, zekî, anlayışı güçlü biri değil ve şer’î îtikad kalbinde yerleşip
kökleşmemiş İse, onu zikir ve fikirle meşgul etmeli; belki zahirî ameller yaptırıp
bilinen bâzı evrâd ile onu eğitmeli ve hattâ bu mürîdi sâdece tefekkürle meşgul olan
kimselerin hizmetine vermelidir ki onların bereketinden istifade etsin.[clxxi]

Burada hemen şu sorular akla geliyor: 
Mürşidliğini îlân eden herkes irşadda
bulunabilir mi?

Dervişi irşad edecek şeyh hangi vasıfları hâiz olacaktır?

Necmüddîn el-Kübrâ’ya (V. 1221) göre mânevi terbiye verecek şeyh,
başlıca iki özelliği hâiz olmalıdır: Birincisi, şeyh, kendisi Halde’a vâsıl ve kâmil,
mürîdin terbiyesine muktedir bir kimse olmalıdır. Aksi halde müridin sülûkü eksik
kalır ve bu durumda da mürid tarîkatte yol almaktan mahrum kalır. İkincisi, şeyh,
mürîdin bizzat mürşidi olmalıdır. Mürîdin uzlet hayâtı boyunca karşılaşacağı
güçlükleri aşmak için şeyhle münâsebet hâlinde bulunmak zâten kaçınılmazdır.
Büyük sûfîler sülükte iki yön görürler: Biri, mürîdin mal ve bedenle hizmet etmesi,
öbürü de şeyhin kabiliyeti ölçüsünde mürîde ruh ve feyz vermesidir.[clxxii]

Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin kesin ifâdesine göre hal ehli olmayan
bir şeyh ne mürîdi irşad edebilir, ne onun rüyâsının tâbirini bilebilir ve ne de mürîde
bildirebilir. Hâli olmadan şeyhlik taslamaktansa ehl-i sünnet ve ’l-cemâatten sâde bir
müslüman olmak evlâdır. Hal ehli olmayan bir şeyhe mürid olmakta, gizli ilhâd ve
meşâyihi inkâr vardır. Zîra tıpkı zahirî konular gibi bâtınî meseleler de türlü türlüdür.
Dolayısıyla eğer şeyh dervişi hal ehli yapamazsa, hâli olmayan tâlib, neticede inkâra
veya ilhâda düşebilir.[clxxiii]

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, irşâdı, zâhir irşadı[clxxiv] ve
bâtın irşadı olmak üzere başlıca iki kısma ayırır. Bu, onun ifâdeleriyle İrfânü’l-
Maârif adlı risâlesinde şöyle yer alır:

“İrşâd dedikleri iki kısımdır: Bir kısım, irşâd-ı
zahirîdir. Ol şeriattır; ulemâ-i zâhıre mahsûsdur; avâmm-ı nâs içindir. İkinci kısım,
irşâd-ı bâtındır. Ol tarikat içindir ve ma'rifet için ve hakikat içindir. Eşyanın
hâricinde misâl-i zahiri ve bâtınî vardır."[clxxv]

İrşâdı bu şekilde başlıca iki kısma ayıran Marmaravî, hemen akabinde irşâd-
ı zâhirîyi şöyle tanıtır:

“Ancılayın şerîatin dahi zâhiri ve bâtını vardır. Ol tarikat dedikleri, gene
şerîattir. Şeriat iki kısımdır: Birincisi, zâhir-i şerîattir. İkincisi, bâtın-ı şeriattir.
Avâmm-ı nâsın fiili dahi iki kısımdır: Birinci, şerîate muhâlif, mezmûm fiillerdir.
İkinci, şer’-i şerîf ile ulemâ-i zahirin amel edip ve hem avâmm-ı nâs amel ettikleridir,
ya’nî fiilleridir. Ve dahi ulemâ-i zâhirin ve avâmm-ı nâsın şeriate muhâlif ettikleri
fiiller, zahir yüzünden olan eşyânın mezmum sıfatlarında râîye, bâtın âleminde,
zâhirde gördükleri gibi gösterirler. Ol şer’a muhâlif olan fiiller -ki vardır- onlara
mekr-i şeytânî ve mekr-i nefsânî denilir.”[clxxvi]

Müellifimiz bâtın irşâdı hakkında da şu bilgileri verir:

“Ve irşâd-ı bâtın dedikleri üç nev’i üzeredir: Bir nev’i ebrâr irşâdıdır. Ol
gene zâhirdir ve hem bâtındır. İkinci, mukarreb irşâdıdır. Ol bâtındır. Üçüncü,
ehlullâh irşâdıdır. Ol serdâr-ı ebrâr olmayınca mukarreb olmaz ve mukarreb
olmayınca ehlullâh olmaz. Ehlullâh olan bu irşâdın üçüne bile câmi’dir.”[clxxvii]

Marmaravî bu üç sınıf bâtın irşadım kısaca şöyle îzah eder:

1)                            Ebrârın İrşâdı: Ebrâr; tevbe, telkîn, tevhid ve temiz şeriat ile tâliblerinin
avâmiyet hâlindeyken işlemiş oldukları kötülükleri iyiliklere dönüştürürler. Zâten
Cenâb-ı Hak: ‘‘Allah onların kötülüklerini (iyiliklere) dönüştürür...” 
buyurmaktadır. Yine ebrârdan olan bir şeyh, müridlerine farz ve sünnet namazları
kıldırır; Ramazan orucunu tutturur; mallan varsa zekâtlarım verdirip haccettirir;
nâfile namaz kıldırır; nafile oruç tutturur: onları halktan uzlet ettirir ve mücâhedeler
çektirip halvetlerde" zikrullâha müdâvemet ettirir. Böylece dervişleri tevhîd-i ef âle
mazhar kıldırır ve ilme’I-yakîn sıfatlanna ârif olurlar. Bu makama makâm-ı
mutmainne denir ki burası ehl-i ebrânn son makamıdır. Onlar bir mürşid-i kâmile
muhtaçtırlar. Öndersiz buradan ileriye yol alıp mukarreb olamazlar.

2)                            Mukarreblerin İrşâdı: Mukarreblerden olan bir mürşid; tâliblerine sinen
tevbe ve telkîn eder. Bunun yanı sıra içlerinden temiz olanlara gelip tevbe verip
tevhid mayasım telkîn eder. Farz ve sünnet namazlan kıldmr; Teheccüd, İşrâk ve
Duhâ namazlarım kıldırır ve bundan fazla nâfile namaz şart koşmaz. Zâten Cenâb-ı Hak: “Onlar kî Allâh'ı ayakta, oturarak ve yanları üzere yatmış vaziyette zikrederler
ve tefekkür ederler... ” [clxxviii] buyurmaktadır.

Mukarrebûndan olan mürşid-i kâmiller tâliblerine kıyamda, kuudda, yolda
giderken, yatarken, el hizmette iken dilleri zikirde ve halktan uzlet edip halvetlerde,
sahralarda, seherlerde gece ve gündüz zikrullâhla meşgul ettirirler. Eğer tâlib-i Hak
olanlar mürşid-i kâmilin buyruğunu yerine getirmezlerse, tâliblere rüyâsında melekler
işâret ederler. Ol işârete ârif olup gereğini yerine getirirler. Tâliblerin tenezzüllerini
ve terakkilerini rüyâsında bilip ona göre irşad ederler. Ebrâr için küçük günah
sayılan şeyler mukarrebler için büyük günah sayılır. “Ebrârın hasenatı,
mukarrebûnun seyyiâtıdır ” sözü buna işâret etmektedir.

3)                            Ehlullâhın İrşadı: Bu gruptan olan mürşid-i kâmiller hem ebrârın, hem
mukarrebûnun ve hem de ehlullâhın irşadlarının üçünü birden bünyesinde
barındırırlar. Bunların irşâdı aslında ibârete gelmez. Ancak ibarete gelen bölümü
kısaca söyledir:

İlk mertebede tâliblerin zâhir vücudlan gelmeksizin tevbe ve telkin
ederler. Buna telkın-i rûhânî ve nefsânî denir. Bundan sonra zahirlerine tevbe verip
tevhid telkîn ederler. Bu mürşid-i kâmillerde cezbe-i İlâhî vardır. Hakk’ın hidâyete
erdirdiği kullarım kendi ihtiyarlan olmaksızın cezbederler. Kendisine Hakk’ın
tasarrufu, Resûlullâh’ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) tasarrufu ve hâssu’l-hâs eviiyâullâhın tasarrufu verilmiş olan Allâh’ın kulları vardır. Onlara Allâhü Teâlâ’nın izni, Resûlullâh’ın
icâzeti ve mürşid-i kâmillerin muhabbetiyle irşad verilip insanlık âlemine götürülüp
irşad tahtına oturmuşlardır.

Bu mürşid-i kâmiller, avamdan olan insanlardan gelip tevbekâr olanları
imtihân edip irâde ve teslimiyetine göre irşad ederler, ilk önce sûfîlerin avam
olanlarının avamlığı fiillerine meyledenleri, tevhid telkiniyle fenâ verip ebrâr ederler.
Sonra ebrâr-ı sûfıyenin ahlâk-ı hamide sıfatlanna tevhîd-i ef âlle fenâ verip ebrâr-ı
hâs ederler. Sonra ebrâr-ı hâs olanlara tevhîd-i evsâf ile ilme’l-yakîn sıfatlanna fenâ
verip mukarreb ederler. Sonra da mukarreb-i sûfıyenin tevhîd-i zât ile ayne’l-yakîn
sıfatlarına fenâ verip ehlullâh ederler.[clxxix]

Marmaravî burada şeriat, tarikat, marifet ve hakikat sıralamasıyla nitelenen
mânevî yükselişin[clxxx] eğitimini veren bâtın ulemâsının irşad metodlarından söz
etmektedir. Şu durumda müellifimize göre zahir ulemâsı insanlara şeriat bilgisi
vermekte; bâtın ulemâsından olan ebrâr, tarikat terbiyesi; mukarrebûn, hakikat
irşâdı ve ehlullâh da bu ikisinin yanında mârifet eğitimi sunmaktadır.[clxxxi]

EVRÂD ve EZKÂR

Sürekli abdestli bulunan ve abdestini ezandan önce yenileyip ezan
okunurken mescidde bulunmaya[clxxxii] özen gösteren mürid, namazlarım mümkün
mertebe cemâatle kılar.[clxxxiii]

Her gün 6 rek’at işrâk namazı kılan mürid, duhâ namazını da en az 2.
ortalama 8 veya en fazla 12 rek’at olarak kılar ve akşam namazından sonra evvâbîn
namazını ihmal etmediği gibi, öğle ve yatsının son sünnetlerini dörder rek’at kılar,
pazartesi ve cuma geceleri usûl-i esmâ ve evrâdı terketmeyen mürid, cuma namazını
şeyhiyle birlikte kılar. Cuma namazım kılmadan önce yemek yemez; cumadan sonra
yer. Ayrıca cuma günü ikindiden sonra salavâtla meşgul olur.

Bunların yanı sıra her gün sabah, akşam ve ikindiden sonra evrâdını
kesinlikle terketmeyen mürid, virdini okurken gözünü yumup kulağını ve kalbini
zikre yoğunlaştırarak başka düşüncelerden arınır; kendini virdden alıkoyacak nefs ve
şeytan vesveselerine aldırmaz.

“Teheccüd, işrâk ve duhâ namazlarını terkedip evvâbîn ve sünnetleri
dörder kılmayan sirfî bî-namâzdır” sözünün bilinciyle teheccüd namazım ihmal
etmeyen ve ayrıca pazartesi ve perşembe günleri oruçlu olması gereken mürid, eğer
bu anlatılan usûle aykırı davranır ve ihmal gösterirse tekkeye bir miktar para öder ki
nefsi bir daha bu tür tavırlara cesaret edemesin.

Dervişler zikir için toplandıklarında diz çöküp zikir halkasını oluştururken
kendinden önce tarîkate girmiş olanların önüne geçilmez ve onlara hürmet gösterilir.
Halka oluştuktan soma gelenler, uygun bir yer bulup otururlar; halkada yer yoksa
başkasına eziyet vermekten sakınarak arkaya otururlar. Ancak halkadaki dervişler
görüp de yer açarlarsa o zaman halkaya dâhil olurlar.

Bir derviş, ancak kendi tarîkatinin usûlüne göre zikir yapabilir. Zikir
esnasında kimse birbirinin yüzüne bakmaksızın gözler yumulup hiç açılmaz. Yanında
kimin oturduğunun bile farkına varmayacak biçimde başlar öne eğilir; etrafa
bakılmaz. Zikir icrâsı sırasında dünyâ kelâmı edilmez, baştan takke veya sarık
çıkarılmaz. Kaşınmaktan, şakalaşmaktan, tükürmekten ve benzeri hareketlerden
kaçınılır.

Zâkirbaşı komut vermeden zikir icrasına geçilmediği gibi, zikrederken
zâkirbaşıdan daha yüksek ses çıkarılmaz, onun önüne geçilmez, geri de kalınmaz;
herkes sesini birbirine uydurarak âhenk içerisinde zikir icrâ edilir. Zikrederken
uyunmaz; uyuyan olursa zâkirbaşı uygun bir şekilde tenbîh eder. Yine uyumaya
devam ederse tarikat asâsını vurup uyandırır. Zikir sırasında elbise çıkarmak
gerekirse, zâkirbaşı çıkarmadıkça veya işâret vermedikçe çıkarılmaz. O kalkmadıkça
ayağa kalkılmadığı gibi, zikir çeşidini o değiştirmedikçe de yeni bir zikre geçilmez.

Zikir ânında cezbeye gelip birtakım garip hal ve davranışlarda bulunmak hiç
hoş karşılanmadığından, eğer zikrin şevki üstün gelip ayağa kalkıp semâ’ etmek,
zikre ayakta devam etmek gerekirse, halka-başının önderliğinde kalkılıp kollar
birbirine bağlanarak semâ’ yapılır ve bu sırada taşlan hareketlerde bulunmaktan
sakınılır. Zikrullâhın tadı kaybolmasın diye, zikir esnâsında ve sonrasında su içilmez.
Mutlaka su içmek gerekirse, en azından sıcak olarak ve az miktarda içilir.'73

Zikir yaparken müridin zihnine bâzı değişik fikirler gelirse, bunun riyâ
olabileceğini düşünmeksizin gücü yettiğince açıktan ve seslice zikretmeye ve böylece
bu tür efkârı dağıtmaya çalışır. Çünkü bu tür fikirleri gidermek için bu davranış câiz
görülmüştür. Cemâat hâlinde zikredilirken öksürür gibi birtakım sesler çıkarmadan
“Hû” zikrini tâ yürekten, şevkle söylemek lâzımdır. Zikirden hâsıl olan o tatlılığı
gidermemek için zikirden sonra da makbul olmayan bâzı şeytânı ve nefsânî şeyleri
hatırına getirmez.

Müellifimize göre tasavvuf ehli olmayanlar birer “ölü ” hükmünde
olduklarından onların yanında zikir icrâ edilmez.



EFRÂD

Hz. Peygamber’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) mükemmel bir şekilde tâbi olma
neticesinde ferdiyet[clxxxiv] tecellîsine mazhar olan[clxxxv] bu kimseler, kutub dâiresinden hâriç
olup[clxxxvi] din dilinde (lisân-ı şer’) mukarreb olanlardır. Bunların gökteki meleklere
nazarları ve kendilerinden başka kimselere keşifleri vardır ki Hızır (aleyhisselâm) bu
gruptandır. Bunların sayılan hiç belli olmayıp, Muhammed b. Kâid el-Evânî ve
Abdülkâdir el-Cîlî bu tâifedendir. Bunlara mukarrebü’l-hazret de derler.[clxxxvii] Hz.
İbrahim (aleyhisselâm) kalbi üzere olan efradın makamı, selâmet makamıdır ki Allâhü Teâlâ
her türlü şek ve şüpheyi bunların kalbinden gidermiştir. Dünya halkına karşı kötü
zanda bulunmayıp, her şeyin şerli yönünü değil, hayır tarafını görürler. Hakk Teâlâ
onlarla şerli kimseler ve işler arasına bir perde koymuştur ki her birinden hayrı
görürler. Bunlar, bilge (hakîm) ve doğru (sâdık) kimseler olup, hasenât-ı mâneviyye-i
rûhâniyye onlara üstün geldiğinden, kendi vücudlanm Halde’ın irâdesinde mahv
etmişlerdir.[clxxxviii]' Aktâb ve efrâdân olanlar, ölen bir kimsenin kabirdeki durumuna
muttali olabilirler.[clxxxix]



Kaynak: Ahmet ÖGKE,   Yiğitbaşı Veli Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî Hayâtı, Eserleri Ve  Tasavvufi Görüşleri Doktora Tezi T. C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri  Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 2000 İstanbul  

*********************

ŞEYH AHMED ŞEMSEDDÎN (Yiğitbaşı) kaddesellâhü sırrahu’l azîz

Sefine-i Evliya-Hüseyin Vassâf



Marmaralıdır ki, Aydın vilâyetinde Manisa sancağında Akhisâr kazasına mülhak Gölmarmarası nâm karyedendir. “Marmaracık” ve sâde “Marmara” da denilir. “Marmaravî Ahmed Şemseddîn Efendi” diye yâd olunması bundan kinâyettir.

İsm-i âlîleri, “Şems Ahmed et-Tavîl” olarak meşhûrdur. Şakâyık’ta hakk-ı âlîlerinde şöyle denilir:

“Müşârünileyh hazretleri Aydın taraflarında yetişmiş, ol diyârın ulemâsından istiâze-i lemeân, ilm ü irfân ve gurre-i isti’dâdını mihr-i dırahşân-ı fezâilden  bedr-i dırahşân eyledi. Sonra fenâ-yı dehr-i nâ-pâyidârı iz’ân ve (كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ)[cxc] mazmûn-ı şerîfine nazar-gâh-ı çeşm-i cân edip, Hz. Sünbül Sinan’ın hademât-ı aliyyelerinde istinşâk-ı nesemât-ı tahkîk ve Hz. Merkez’in âsitâne-i feyz-âşiyânesinde tekmîl-i tarîk eyledi.”



İstidrâd



Tedkîkât-ı âcizâneme göre müşârünileyh hazretleri vâkıa Hz. Sünbül’ün zamân-ı âlîlerini idrâk etmişler ise de, Hz. Sünbül’den yirmialtı ve alâ rivâyetin otuzaltı sene mukaddem intikâllerine bakılırsa ve asıl şeyhleri kibâr-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'den Alâeddîn-i Uşşâkî olduğu nazar-ı dikkate alınırsa Hz. Sünbül ile sohbetlerinden kinâye olarak o yolda yazıldığı zâhir olur.

Ahmed Şemseddîn Efendi hazretleri Şeyh Alâeddîn’den müstahlef olunca Manisa'da irşâd-ı nâsa me’mûr oldular. Manisa’da seccâde-nişîn ve feyz-bahş-ı sâlikîn olup va’z u nasîhatla halkı irşâda hasr-ı himmet buyurdular. Zikr-i cehri ihtiyâr eylediler. Ba'zan esnâ-yı va’z u zikirde galebe-i vecd ü hâl ile galeyân eden aşka tahammül edemeyip sayha eder ve nice zaman bî-tâb olurlardı. Huzzâra haşyet gelirdi.

Sultân Selîm-i evvel Manisa’da vâlî iken çok kerre ziyâret-i aliyyelerine şitâb edip dualarına mazhar olmuşlardı. Şeref-i kudûmları için İzmir’de bir zâviye yaptırmışlardır. Halaka-i zikirde cehr ve devrân ve tasfîk ile ızhâr-ı vecd mu’tâdları olduğundan ba'zı ehl-i zâhirin dahline uğradılar. Fakat o kimselere bed-duâ etmekle ba'zıları füc’eten vefât etti. Ba'zısı attan düşüp helâk oldu. Izhâr-ı nedâmet ile istimdâd edenler güç-hâl kendini kurtardı.

“Yiğitbaşı” denilmesinin sebebi:

Zamânının kutbu olup, min tarafi’llâh umûm-ı meşâyıhın terbiyesine me’mûr buyurulmasından kinâyedir. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’nin nakline göre, bir aralık İstanbul meşâyıhı arasında tekevvüne başlayan bir mes'elenin halline me’mûr ve hüsn-i faslına muvaffak olduğundan o lakab kendilerine verilmiş ve bununla iştihâr etmiştir. Bu lakab Arabça’ya nakl olunurken “Fete’l-fityân, Ebu’l-fityân” olmuştur. İstanbul’da bir müddet bulunarak Manisa’ya avdet ve yine irşâd-ı nâs ile iştiğâl buyurdular.

Velâdetleri 839/(1435-36), müddet-i ömürleri 61, irtihâlleri 900/(1495)’dür. Bir eserde ise 911/(1505-06) gösterilmiştir[cxci]. Manisa’da nâm-ı âlîlerine mensûb dergâhta medfûndur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Ulemâ-yı sûfiyyeden idi. Pek mühim eserleri vardır:



Manzûme-i Câmiu’l-Esrâr, Risâletü’t-Tevhîd, Ravzatü’l-Vâsılîn, Mukaddimetü’s-Sâliha, Keşfü'l-Esrâr, A'mâlü't-Tâlibîn, Bahreynü'l-Aşk, Ahvâlü'l-Ebrâr ve'l-Mukarrabîn nâmında eserleri vardır. Gayr-i matbû'dur.



Câmiu'l-Esrâr mukaddimesinden:



          İbtidâ kıldık kitâba fazl-ı Bi'smi'llâh ile

          Zikr olunsun hem dahi tevhîd-i zâtu'llâh ile



Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'de müşârünileyhten inşiâb eden tarîkatlar ne güzel cem' olmuştur:



Şuabât-ı Ahmediyye: Ramazâniyye, Sinâniyye, Uşşâkıyye, Mısrıyye.

Şuabât-ı Ramazâniyye: Cihângîriyye, Buhûriyye, Raûfiyye, Cerrâhiyye, Hayâtiyye.

Şuabât-ı Sinâniyye: Muslihiyye, Zühriyye.

Şuabât-ı Uşşâkıyye: Cemâliyye, Salâhiyye, Câhidiyye, İrşâdiyye, Muslihiyye.



Müstakîm-zâde’nin Şerh-i Dîvân-ı Ali’den:



          Tarîk-ı Halvetî’nin kahramânı

          Yiğitbaşı Efendi’dir bil anı



          Dahi Hacı Karamânî Efendi

          Gönül ka’besinin rind-i yamanı



          Cihâd-ı ekber itdi müctehid bil

          Reîs-i âşıkân-ı Ümmi Sinân’ı



          Tarîk-ı Halvetî’de bir yol açdı

          O râhın âşıkândır rehrevânı



          Sinâniyye dinür ol râh-ı Hakk’a

          Yürü âşık isen bul râh-ı cânı



          Nizâmî-zâde Seyyid Seyfü’l-hak

          Nizâma koydu saff-ı âşıkânı



          Hayâ vü hilm ile Osmân Efendi

          Gelüp irşâd için pîr ü civânı



          Mürîdi Şeyh Muhammed çok zamândır

          Kibâr-ı evliyânın kâmrânı



          Hem andan Şeyh Hasan müstahlef oldu

          Kemâlât ile oldu Pîr-i sânî



Hüseyn-ism ü Alî-sîretdir oğlu

Hilâfet tahtının sâhib-kırânı



Azîzim mürşidim Şeyh Mustafâ’dır

İdüp rıhlet cinân oldu mekânı



Azîz-zâdem benim şeyhim Hasan’dır

Dil ü cânım hayât-ı câvidânım

Kaynak:  Sefine-i Evliya, 4.Cilt




[i] Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53“; Vicdanî, Tomar, s, 232; Bursah, Aydın Vilâyetine Mensûb
Meşâyih, s. 17; Bursalı, OM, c. I, s. 225; Menâkıb-ı Yiğitbaşı, vr. 8‘; Pakalın, Osm. Târih
Deyimleri ve Terimleri, c. I, s. 30

2 İrfan Gündiiz tarafından sâdeleştirilen ve Sâdık Vicdânî’nin eseri olan Tomar-ı Turuk-ı Aliyye'den
Halvetiyye kısmında bu nâhiyenin ismi “Mermere”, “Göl Mermere” ve “Mermerecik” şeklinde
yer almıştır. (Bk.: Vicdânî, Tomar, s. 232) Ayrıca Mehmed Ali Aynî Bey’in yazdığı Tasavvuf
Târihi'ni sâdeleştiren Hüseyin Rahmi Yananlı ise Yiğitbaşı Velî’nin adını “Mürmürevî” şeklinde
vermiştir. (Bk.: Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Târihi, Sâdeleştiren: Hüseyin Rahmi Yananlı,
İstanbul, 1992, s. 256) Yine Yiğitbaşı Velî’nin eserlerinden bâzılarının çeşitli kütüphânelerdeki
kayıt fişlerinde adının “Mermerevî” olarak kaydedilmiş olduğunu gördük. (Meselâ bk.: Yiğitbaşı
Velî’nin Millet Ktp., Ali Emîri Ef., “Şer’iyye”, 1335, 1343 ve 1359 numaralardaki eserleri) Bir
kütüphânede de “Marmarevî” kaydına rastlıyoruz. (Bk.: Yiğitbaşı Velî’nin Nûru Osmâniye Ktp.,
2407 numaradaki eserleri)

[iii]   Vassâf, Sefine, c. IV, s. 155; Vicdânî, Tomar, s. 232; Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, s.
17; Bursalı, OM, c. I, s. 225

[iv]   Gölmarmara hakkında târihî bilgi veren 3 ayrı vesîka ve “394” numaralı dipnot için bk.: Uluçay,
Saruhanoğulları, c, II, ss. 101-102

[v]    Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 538; Vicdânî, Tomar, s. 232; Mehmed Sâmi, Esmâr-ı Esrâr, s. 35;
Vassâf, Sefine, c. IV, s. 155; Bandırmalızâde, Mir'âtü’t-Turuk, s. 31; Bağdatlı îsmâil Paşa,
Hediyyetü’l-Ârifîn, Tashih: Kilisli Rifat Bilge, İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl İnal, Millî Eğitim
Basımevi, İstanbul, 1951, c. I, s. 138

6Harîrîzâde, Tibyân, c. 1, vr. 53“; Vicdânî, Tomar, s. 232; Bandırmalızâde, Mir’âtü’t-Turuk, s. 31;
Bağdatlı İsmâil Paşa, a.g.e., s. 138

[vii]   Bağdatlı İsmâil Paşa, a.g.e., s. 138

[viii]  Bağdatlı İsmâi! Paşa, a.g.e., s. 138

[ix]   Yiğitbaşı Velî, Câmiu 'l-Esrâr, vr. 5b

[x]    Yiğitbaşı Velî, Silsile-i Ehl-i Tarikat, Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmud Ef., 2745/2, vr. 4b

[xi]   Yiğitbaşı Velî, Risâle-i Tevhîd fi Tarîki’t-Tasawuf li'l-Ebrâr ve’l-Mukarreb ve Ehl-i Tahkik
[Risâle-i Tevhîd], Millet Ktp., Ali Emîrî Ef., “Şer’iyye”, 1343/3, vr, 44a

[xii]  Bk.: Yiğitbaşı Velî, Mukaddimetü 's-Sâliha, vr. 27b; Keşfü ’l-Esrâr, vr. 57b

[xiii]  Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156

[xiv]  Fâik Reşit Unat, Hicrî Târihleri Mîlâdî Târihe Çevirme Klavuzu, VII. baskı, Ankara, 1994, ss. 56-57

[xv]  Serin, Halvetîlik ve Halvetiler, s. 128

[xvi]  Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, s. 17; Bursalı, OM, c. I, s. 225; Ayrıca bk.: Harîrîzâde,
Tibyân, c. 1, vr. 53“

[xvii] Bk.: Harîrîzâde, Tibyân, c. 1, vr. 53“

[xviii] Bk.: Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr, vr. 7b; Risâle-i Tevhîd, vr. 45“, 45b, 51 b-52a; Mukaddimetü’s-
Sâliha, vr. 29b

[xix]  Bk.: Yiğitbaşı Velî, Ravzatü’l-Vâsılîn, vr. 80b

[xx]  Bk.: Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53“

[xxi]  Bk.: Yiğitbaşı Velî, Risâle-i Tevhîd, vr. 54b vd.

[xxii] Alâeddin Uşşâkî için bk.: Hocazâde, Ziyâret-i Evliya, s. 53

[xxiii] Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53a; Vicdânî, Tomar, s. 232; Bulalı, Aydın Vilâyetine Mensûb
Meşâyih, s. 17; Bursalı, OM, c. I, s. 225; Süleyman Uludağ, “Ahmed Şemseddin, Yiğitbaşı [Ahmed
Şemseddin]”, DİA, c. II, s. 135

2o1  Bk.: Yiğitbaşı Velî, Mukaddimetü’s-Sâliha, vr. 27b; Keşfü ’l-Esrâr, vr. 57b

[xxv]  Bu konudaki bir değerlendirme için ayrıca bk.: Mehmet Akkuş, “Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin Hayâtı ve Eserleri [Yiğitbaşı Velî]”, İlim ve Sanat, sayı: 21, İstanbul, Eylül-Ekim,
1988, s. 30

[xxvi] İnâbe: Dönmek, pişman olmak anlamına gelen bu terim, tasavvuf ıstılahında tevbe etmek, işlenen
günahlardan pişmanlık duyup Allah’a dönmek, O’na gönül vermek, halktan Hakk’a kaçmak
demektir. Tevbe, görünür günahlardan, inâbe ise kulun içindeki kusurlardan vaz geçip Allah’a
dönmesidir. Dolayısıyla inâbe, tevbenin daha ileri ve mükemmel bir derecesidir. Ayrıca inâbenin,
bir şeyhten el almak, ona bağlanmak mânâsı da vardır. (Bk.: Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, İstanbul, 1991, ss. 246-247; Ayrıca bk.: Abdurrezzâk el-Kâşânî, lstüâhâtü 'sSûftyye
[Istılâhât], Tahkik: Muhammed Kemâl İbrâhim Ca’fer, Mısır, 1981, ss. 195-196)

[xxvii]       Pakalm, Osm. Târih Deyimleri ve Terimleri, c. I, s. 30; Serin, Halvetîlik ve Halvetîler, s. 128

[xxviii]       Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr, vr. 6S

[xxix] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i Tevhîd, vr. 47b~48s

[xxx]  Yiğitbaşı Velî, Atvâr-nâme-i Seb ’a, Millet Ktp., Ali Emîrî Ef., “Şer’iyye”, 1359/2, vr. 29a-57il

[xxxi] Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Vicdânî, Tomar, s. 232; Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, s.
17; Bursalı, OM, c. I, s. 225; Pakalın, Osm. Târih Deyimleri ve Terimleri, c. I, s. 30; Menâkıb-ı
Yiğitbaşı, vr. 8b; Dümer, a.g.m., s. 4

[xxxii]       Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Akkuş, “Yiğitbaşı Velî (I)”, s, 32; Uludağ, “Ahmed Şemseddin”, DİA,
c. II, s. 136

33 Necdet Okumuş, “Yeni Kaynakların Işığında Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî (Yiğitbaşı) Hakkında
Bâzı Yanlışların Düzeltilmesi [Yiğitbaşı Hakkındaki Yanlışlar]”, Kubbealtı Akademi Mecmuası,
Yıl: 25, sayı: 4, İstanbul, Ekim, 1996, s. 177

34 Uluçay-Gökçen, Manisa Târihi, s. 124; Gökçen, Saruhan Zaviye ve Yatırları, s. 22-24; M. Çağatay
Uluçay, Manisa Ünlüleri, Manisa, 1946, s. 95

35Velî (I)”, s. 30; Uludağ, “Ahmed Şemseddin”, DİA, c. II, s. 135; Okumuş, “Yiğitbaşı Hakkındaki
Yanlışlar”, s. 177

[xxxvi] Hocazâde, Ziyâret-i Evliyâ, s. 54

[xxxvii]      Vicdânî, Tomar, s. 232; Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, s.
17; Bursalı, OM, c. I, s. 225; Menâkıb-ı Yiğitbaşı, vr. 8b; Akkuş, “Yiğitbaşı Velî (I)”, s. 30-31;
Uludağ, “Ahmed Şemseddin”, DİA, c. II, s. 135

[xxxviii]     Menâkıb-ı Yiğitbaşı, vr. 8b

[xxxix]      Bu ipuçlarına ilişkin bilgiler ileriki sayfalarda verilecektir.

[xl]   Turan, “Bâyezid II”, DİA, c. V, s. 234

[xli]  Turan, a.g.m., s. 237

42 Bk.: Dânişmend, İzahlı Osmanlı Târihi, e. I, s. 268

43 Menâkıb-ı Yiğitbaşı, vr. 8b

[xliv] Yiğitbaşı Velî, Câmiu ’l-Esrâr, vr. 7"

[xlv]  Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr, vr. T

[xlvi] Yiğitbaşı Velî, Câmiu ’l-Esrâr, vr. 7a

[xlvii] Yiğitbaşı Velî, Câmiu'l-Esrâr, vr. 6b-7a

[xlviii] Yiğitbaşı Velî, Câmiu‘l-Esrâr, vr. 7b

[xlix] Yiğitbaşı Velî’nin “ulemâ-i sûfiyyeden” olduğuna dâir bk.: Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Kendisinin
zâhirî ilimlerde de üstün bir dereceye sâhip olduğuna dâir bk.: Vicdânî, Tomar, s. 232

[l]    Vicdânî, Tomar, s. 232

[li]    Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53a; Vicdânî, Tomar, s. 232; Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb
Meşâyih, s. 17; Bursalı, OM, c. I, s. 225; Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Menâhb-ı Yiğitbaşı, vr. 8b;
Serin, Halvetîlik ve Halvetîler, s. 128

[lii]   Vicdânî, Tomar, s. 232

[liii]   Kethüda: Osmanlılar’da sadrâzam yardımcısı konumundaki memurun ünvânıdır. Kethüdalar ilkin -
padişahtan sonra devlet mekanizmasının en başında gelen ve günümüzdeki Başbakan’ı andıran-
sadrâzamların özel adamları iken sonraları devlet ricâlinden seçilmeleri sebebiyle mevkileri
yükseltilerek devlet hizmetine geçirilmişler ve bir bakıma İçişleri Bakanlığı makamında
tutulmuşlardır. (Pakalın, Osm. Târih Deyimleri ve Terimleri, c. II, s. 251 ve c. III, s. 81)

[liv]   Ehl-i hibre: herhangi bir konuda özel ve etraflı bilgisi ve âdetâ uzmanlığı bulunan, vukuf sahibi
kimselere verilen addır. Günümüzdeki “bilir kişi” tâbiri, ehl-i hibrenin mânâsını karşılayan bir
terimdir. (Pakalın, a.g.e., c. I, s. 509)

29 Kapıkulu Ocakları: Yeniçeri ocağını oluşturan askerî birliklerin tamâmına verilen addır. 1826
yılma kadar Osmanlılar’ın muvazzaf askerine, hükümdârın emri altında bulundukları için "Kapı
kulu" denirdi. (Geniş bilgi için bk.: Pakalın, a.g.e., c. II, s. 228 ve c. III, ss. 617-629)

29$ Orducu esnafı: Sanat sâhibi kimselerden oluşur ve Yeniçeri teşkilâtı mevcut iken ordu ile sefere
giderlerdi. Sadece “Orducu” da denen bu kimseler, savaşlarda askere hem lojistik destek sağlarlar
ve hem de levâzımat işlerini görürlerdi. (Pakalın, a.g.e., c. II, s. 728)

[lvii]  Pakalın, a.g.e., c. III, s. 637

[lviii]  Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53"; Vicdânî, Tomar, s. 232; Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb
Meşâyih, s. 17; Bursalı. OM, c. I, s. 225; Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Mendkıb-ı Yiğitbaşı, vr. 8b;
Pakalın, a.g.e., c. I, s. 30; Serin, Ha/velilik ve Halvetiler, s. 128

[lix]   Mehmed Sâmi, Esmâr-ı Esrâr, s. 35; Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Bandırmalızâde, Mir’âîü’t-
Turuk, s. 31; Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, s. 17; Bursalı, OM, c. I, s. 225; Uludağ,
“Ahmed Şemseddin”, DİA, c. II, s. 135; Uludağ, “Ahmediyye”, DİA, c. II, s. 171; Pakalın, a.g.e., c.
I, s. 30; Serin, a.g.e., s. 128

[lx]   Halvetiyye’nm Ahmediyye kolu için bk.: Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53a-65b; Vicdânî, Tomar, s.
232 vd.; Vassâf, Sefine, c. IV, ss. 155-160; Uludağ, “Ahmediyye”, DİA, c. II, s. 171; Pakalın,
a.g.e., c. I, s. 30

[lxi]   Ömer Halveti için bk: el-Hulvî, Lemezât, ss. 345-350; Vicdânî, Tomar, ss. 174-175

[lxii]  Halvetiyye, kollan ve silsilesi için bk.: el-Hulvî, Lemezât; Niyâzî-i Mısrî, Mevâidii ’l-İrfân, ss. 102-
105; Vicdânî, Tomar, ss. 161-254; Mehmed Sâmi, Esmâr-ı Esrâr, ss. 15-16; Bandırmahzâde,
Mir’âtü’t-Turuk, ss. 26-27; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, ss. 460-485; Kara, Tasavvuf ve
Tarikatlar, ss. 288-289; Serin, Halvetîlik ve Halvetiler, Gündoğdu, Abdulmecid-i Sivâsî, ss. 129-
148; Uludağ, “Halvetiyye”, DİA, c. XV, ss. 393-395; Tanman, “Halvetîlik”, DBİA, c. III, s. 533
vd.; Pakalın, “Halvetiyye”, Osm. Târih Deyimleri ve Terimleri, c. I, s. 714-716

[lxiii] Esmâ-i Seb’a, Allah’ın yedi ismi demek olup bunlar 1- Lâ ilâhe illallâh, 2- Allah, 3- Hû, 4- Hak,
5- Hayy, 6- Kayyûm, 7- Kahhâr isimleridir. Allah’ı bu 7 isimle zikretmeye esmâ zikri, esmâ
çekmek (usûl-i esmâ, darb-ı esmâ) gibi adlar verilir ve bu Halvetiyye tarîkatinin zikir çeşididir.
(Ayrıntılı bilgi için bk.: Vicdânî, Tomar, ss. 181-186)

[lxiv] Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 343b-344b

[lxv]  Pîr-i sânî, tarîkatm ikinci kurucusu, tarîkati yeniden düzene koyan şeyh demektir. Her tarîkatte
ikinci pîr bulunmaz. (Bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 384)

[lxvi]  Bk.: Vicdânî, Tomar, ss. 232-249; Serin, a.g.e., ss. 128-129; Pakalın, a.g.e., c, III, s. 30; Uludağ,
“Ahmediyye”, DİA, c. II, s. 171

[lxvii] Bk.: Vicdânî, Tomar, ss. 250-253; Serin, ag.e., ss. 122-127; Pakalın, a.g.e., c. III, ss. 335-336

[lxviii] İbrahim Tâceddin Kayseri için bk.: el-Hulvî, Lemezât, ss. 423-425

[lxix] Atâî, Hadîkaîû’l-Hakâik, c. I, ss. 62-63; Vicdânî, Tomar, s. 232; Bandırmalızâde, Mir’âtü't-Turuk,
s. 31; Aynca bk.: Seyyıd Feyzullâh Dede, der-Beyân-ı Silsile-i Ehl-i Telkin, İstanbul Üniversitesi
Ktp., Türkçe Yazmalar, 9383, vr. 58b

[lxx]  Bk.: Atâî, Haiîkatü’l-Hakâik, c. I, ss. 62-63; Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 65b; Vassâf, Sefine, c. III,
s. 233; Tayşî, “Cemâl-i Halvetî”, DİA, c. VII, ss. 302-303; Aynca el-Hulvî, Lemezât, s. 596’da
Alâeddin Uşşâkî’nm Cemâl Halvetî’den hem halîfelik aldığına ve hem de almadığına dâir bilgi
vardır.

[lxxi] Alâeddin er-Rûmî’nin Yahyâ Şirvânî’nin halîfesi olduğuna dâir bk.: el-Hulvî, Lemezât, s. 401

[lxxii] Cemâl Halvetî (Çelebi Halîfe]’nin Alâeddin er-Rûtnî’den biat almasına dâir bk.: el-Hulvî,
Lemezât, ss. 407-408

[lxxiii]       Alâeddin er-Rûmî için bk.: el-Hulvî, Lemezât, s. 429

32° yiğitbaşı Velî, Risâle-i Tevhid, vr. 44“

j2! Yiğitbaşı Velî, Silsile-i Ehl-i Tarikat, vr. 4b

[lxxvi]       Seyyid Seyfullah Kasım Efendi için bk.: Bursalı, OM, c. I, ss. 182-183; Seyyid Seyfullâh’ın
tarikat silsilesi için bk.: Şeyh Mehmed Efendi, Vekmu'l-Fudalâ (Şakaiku’n-Nu'mâniyye
Zeyilerinden), İstanbul, 1989, c. I, s. 50; Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 346, “16” numaralı dipnot

[lxxvii]       Seyyid Seyfîıllâh, Mecmau’r-Resâil, İstanbul, 1288, s. 15’ten naklen Okumuş, “Yiğitbaşı
Halikındaki Yanlışlar”, s. 178

[lxxviii]      Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53a

[lxxix]       Ahmediyye ve kollan için bk.: Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53a-65b; Vicdânî, Tomar, s. 232 vd.;
Vassâf, Sefine, c. IV, ss. 155-160; Serin, a.g.e., s. 128 vd.; Uludağ, “Ahmediyye”, DİA, c. II, s.
171; Pakalın, a.g.e., c. I, s. 30

[lxxx] Bk.: Atâî, Hadîkatü ’l-Hakaik, c. I, ss. 62-63

[lxxxi] Hocazâde, Ziyâret-i Evliyâ, s. 53

[lxxxii]      Bk.: Atâî, Hadîkatü’l-Hakaik, c. I, ss. 62-63; Vicdânî, Tomar, s. 232; Seyyid Feyzullâh Dede, der-
Beyân-ı Silsile-i Ehl-i Telkin, vr. 58b

[lxxxiii]      Hocazâde, Ziyâret-i Evliyâ s. 53

[lxxxiv]      Hacı İzzeddin Karamânî için bk.: Harîrîzâde, Tibyân, c. II, s. 142“; Vassâf, Sefine, c. IV, s. 161;
Öngören, Anadolu'da Tasavvuf, ss. 64-66

[lxxxv]       Mısriyye silsilesi için bk.: Niyâzî-i Mısrî, Mevâidül İrfan

[lxxxvi]     Ramazâniyye silsilesi için bk.: Seyyid Mustafa Nehcî, Tuhfetü’s-Sâlikîn ve Hediyyetül Mütşerridin
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Nuri Ergin Yazmaları, 637

[lxxxvii]     Kasım Çelebi için bk.: Bursalı, OM, c. I, s. 135

34S  Muhammed Muhyiddin Karahisârî için bk.: Bursalı, OM, c. I, s. 135; Hocazâde, Ziyâret-i
Evliyâ, s. 55

[lxxxix]      Vicdânî, Tomar, s. 233; Aynca bk.: Atâî, Hadîkatü’l-Hakâik, c. I, s. 63; el-Hulvî, Lemezât, s. 596;

Bursalı, OM, c. I, s. 135

[xc]   Vicdânî, Tomar, s. 238

[xci]  a.e., s. 248

[xcii] Eroğlu Nûri için bk.: Bursalı, OM, c. I, s. 93; Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 346, “14” numaralı dipnot

[xciii] Bk.: Mehmed Efendi, Vekâu’l-Fudalâ, c. I, s. 50

94 Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi için bk.: Bursalı, OM, c. I, ss. 170-171; Bilal Kemikli, “Yunus
Yolunda Bir Mutasavvıf Şâir: Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi”, VII. Uluslararası Türk Halk
Edebiyâtı Semineri, 7-9 Mayıs 1997, Eskişehir.

[xcv] Sun’ullâh-ı Gaybî için bk.: Bilal Kemikli, Sun’ullâh-ı Gaybî Dîvânı, İnceleme-Metin,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üni. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1998; Abdurrahman Doğan, Sun’ullâh-ı Gaybî, Hayâtı, Eserleri, Fikirleri ve Sohbet-nâmesi (İnceleme-Metin), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üni. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, 1997

[xcvi] Mehmed Sâmi, Esmâr-ı Esrâr, s. 35; Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Bandırmalızâde, Mir’âtii’t-
Turuk, s. 31

97 Okumuş, “Yiğitbaşı Hakkındaki Yanlışlar”, s. 179

[xcviii] yiğitbaşı Velî, Câmiu ’l-Esrâr, vr. 25“

99 Bk.: Joseph von Hammer, Osmânlı Târihi, Mehmed Ata Tercümesi’nden bugünkü dille
özetleyerek yeniden yazan: Prof. Dr. Abdülkâdir Karahan, Ankara, 1990, c. II, s. 18; Çağatay
Uluçay, “Mustafa Sultan”, İA, c. VIII, ss. 690-692

[c]    Yiğitbaşı Velî, Câmiu ’l-Esrâr, vr. 4b

[ci]   Bk.: M. Tayyib Gökbilgin, “Süleyman I”, İA, c. XI, ss. 99-155

[cii]  Bk.: Okumuş, “Ahmed Şemseddûı Marmaravî (Yiğitbaşı) İle İlgili Kaynakların
Değerlendirilmesi”, ss. 25-26

[ciii]   Bk.: Emeç en, XVI. Asırda Manisa Kazası, s. 31 vd.

[civ]   Sünbül Sinân [Yûsuf Sinânj ve Sünbüliyye kolu için bk.: el-Huivî, Lemezât, ss. 445-452;
Vicdânî, Tomar, ss. 208-210; Bursalı, OM, c. I, ss. 179-180; Serin. Halvetîlik ve Halvetîler, ss.
102-109; Pakalın, Osm. Târih Deyimleri ve Terimleri, c. III, s. 294

[cv]   Merkez Muslihuddin Efendi için bk.: el-Hulvî, Lemezât, ss. 461-468; Bursalı, OM, c. I, s. 150

[cvi]   İbrahim Gülşenî ve Gülşeniyye için bk.: el-Hulvî, Lemezât, ss. 523-537; Vicdânî, Tomar, ss. 197-
199; Bursalı, OM, c. I, ss. 116-117; Serin, a.g.e., ss. 93-97; Pakalın, a.g.e., c. I, ss. 687-688;
Mustafa Kara, “Gülşeniyye”, DİA, c. XIV, ss. 256-259; Baha Taııman-Ömer Tuğrul İnançer,
“Gülşenîlik”, DBÎA, c. III, ss. 442-444

[cvii]  Kânûnî Sultan Süleyman’ın Halvetiyye meşâyihiyle münâsebetlerine dâir geniş bilgi için bk.:
Öngören, Anadolu’da Tasavvuf, ss. 211-218

[cviii] Dr. Reşat Öngören, konuyla ilgili olarak kendisiyle yaptığımız bir görüşmede, Câmiu ’l-Esrâr’ın
Yiğitbaşı Velî’ye âit olamayacağını söylemiştir. Bu görüşünü, Süleymâniye Kiitüphânesi’nde
gördüğü ve içinde Yiğitbaşı Velî’nin eserlerinin toplu olarak bulunduğu bir mecmûada her eserin
başında Yiğitbaşı Velî’ye âit olduğunu gösteren bir kayıt bulunmasına rağmen Câmiu ’l-Esrâr’ın
başlangıcında böyle bir kayda rastlamamasına dayandırmaktadır. Ancak biz, Câmiu ’l-Esrâr ’ın 152.
beyitinde hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde müellifimizin kendi adını açıkça yazmış
olmasına ve bu eserde anlatılan konularla müellifimizin öbür risâlelerindeki mevzûların birbirine
çok benzemesine binâen bu görüşe katılmıyor ve bu eserin Yiğitbaşı Velî’ye âit olduğuna kesin
kanaat getiriyoruz. 152. beyitin metni şöyledir: "Saruhânî ibn-i İsâ Derviş Ahmed ismimiz /
Marmara ’da vâki ’ olmuş mevlidimiz cismimiz" (Bk.: Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr, vr. 5b) Ayrıca
178. beyitte de bu eserin adı geçmektedir: "Bu kitâbın Câmiu’I-Esrâr denildi ismine / Cümle
emsâli muvâfıktır şeriat kısmına" (Bk.: Yiğitbaşı Velî, Câmiu'l-Esrâr, vr. 6b)

[cix]  Bu konudaki değişik örnekler için bk.: Dr. Yüksek Mimar İ. Aydm Yüksel, “Murad Paşa Câmii
Kabristanındaki Mesih Paşa Kabri Hakkında Birkaç Söz”, Semavi Eyice Armağanı/ İstanbul
Yazıları, İstanbul, 1992, ss. 121-138. İ. Aydm Yüksel, bu makalesini hazırlarken tanıştığı, paralar
üzerine araştırma yapan Yrd. Doç. Dr. Nezihi Aykut’un kendisine “eski sikkelerde takriben 900.
hicri yıla kadar “sıfır (,)” rakamının “beş (o)”; “beş”lerin ise (ö ) şeklinde yazıldığı örneklere
rastladığını” söylediğini bildirmektedir. (Bk.: Yüksel, a.g.m., s. 124, “22” numaralı dipnot) Ayrıca
bâzı türbe ve mezar taşı kitâbelerinde de aynı duruma rastlandığına dâir bk.: Yrd. Doç. Dr.
Abdulhamit Tüfekçioğlu, “Türk-îslâm Dönemi Türbe ve Mezar Taşı Kitâbelerinde Târih
îbâreleri”, Geçmişten Günümüze Mezarlık Kültürü ve İman Hayâtına Etkileri Sempozyumu, 18-20
Aralık 1998, İstanbul, 1999, ss. 394-404

[cx]   Eğer bu ihtimal doğru sayılırsa, söz konusu belgenin târihi “22 Şevvâl 955” (M. 22 Kasım 1548)
değil, “22 Şevvâl 900” (M. 22 Haziran 1495) olarak kabul edilebilir.

[cxi]   Manisa Şer’iyye Sicilleri üzerine ilk önemli araştırmaları yapan M. Çağatay Uluçay, söz konusu
sicil defterlerindeki son defter târihinin 1333 H. yılına âit olduğunu, en eski târihli olanın ise 950 H., hattâ 920 H. yılına kadar ulaştığını, ancak H. VII. ve VIII. asırlara âit kayıtların günümüze
kadar ulaşmadığını, muhtemelen bunların yanmış olabileceğini veyâ çeşitli nedenlerle yok
olduklarını bildiriyor. (Bk.: M. Çağatay Uluçay, "Manisa Mahkeme-i Şer’iyye Sicilleri”, Gediz,
sayı: 53, 1 Eylül 1941, s. 10; M. Çağatay Uluçay, “Manisa Mahkeme-i Şer’iye Sicillerinin Değeri”,
Gediz, sayı: 79, 1 Nisan 1945, s. 2; M. Çağatay Uluçay, “Manisa Şer’iye Sicillerine Dâir Bir
Araştırma”, Türkiyat Mecmuası, c. X’dan ayrı basım, İst., 1953, s. 286). Ahmet Akgündüz de
Manisa Şer’iyye Sicilleri’nin H. 929-1328 (M. 1522-1910) târihleri arasındaki kayıtları ihtivâ
ettiğini bildiriyor. (Bk.: Ahmet Akgündüz. Şer’i)ye Sicilleri, İstanbul, 1988, s. 11; Ayrıca bk.:
Abdülmecit Mutaf, “Şehir Târihçiliği Açısından Manisa'nın Arşiv Kaynaklan”, Manisa, sayı: 9,
Haziran, 1995, s. 26). Her ne kadar durum böyleyse de burada biz, sâdece bir ihtimal olarak bu
husûsu ilim dünyâsının dikkatine sunmak istiyoruz.

[cxii] Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Târihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler [Menâkıbnâmeler], Ankara,
1992, s. 33

[cxiii] Bk.: Ahmed Ateş, “Menâkıb”, ÎA, c. VIII, s. 702

[cxiv] Ahmed Şemseddin et-Tavîl için bk.: Atâî, Hadîkatii ‘l-Hakâik, c. 1, s. 193

[cxv]  Atâî, a.g.e., c. I, s. 193

[cxvi] Okumuş, “Yiğitbaşı Hakkındaki Yanlışlar”, s. 176

[cxvii] Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156; Mehmed Akkuş da aynı ifâdeleri aktarmaktadır. (Bk.: Akkuş,
“Yiğitbaşı Velî (I)”, s. 32)

[cxviii]       Bk.: Atâî, Hadlkatü’l-Hakâik, c. I, s. 193

[cxix] Çünkü I. Selim Manisa'da değil, Trabzon'da, şehzâdelik yapmıştır. (Bk.: Şinasi Altundağ, “Selim
I”, İA, c. X, s. 423) Manisa'da şehzâdelik yapan, Kânûnî’nin oğlu II. Selim’dir. (Bk.: Şerâfeddin
Turan, “Selim II”, İA, c. X, s. 434)

[cxx] Bk.: Atâî, Hadîkatü ’l-Hakâik, c. I, s. 193

386 Vassâf, Sefine, c. IV, ss. 155-156

[cxxii]       Vassâf, Sefine, c. IV, s. 156

[cxxiii]       Atâî, Hadîkatü’l-Hakâik, s. 193; Ayrıcabk.: Öngören, Anadolu’da Tasavvuf, s. 244 ve s. 295

[cxxiv]       Bk.: Harîrîzâde, Tibyân, c. I, vr. 53“; Vicdanî, Tomar, s. 232; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-
Ârifîn, c. I, s. 138; Bursalı, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, s. 17; Bursalı, OM, c. I, s. 225;
Pakalın, Osm. Târih Deyimleri ve Terimleri, c. I, s. 30

[cxxv] Vassâf, a.g.e., c. IV, s. 156

[cxxvi]       Yılmaz öztuna, Osmanlı Devleti Târihi, İstanbul, 1986, c. I, ss. 147-148

[cxxvii]      Şehzâde Korkud’un bir sûfî ile arkadaşlığı için bk.: Mecdî, Şakaik Tercümesi, ss. 472-473;
eserleri için bk.: Bursalı, OM, c. E, ss. 383-384

39i Öngören, Anadolu 'da Tasavvuf, s. 63

[cxxix]       Okumuş, “Yiğitbaşı Hakkmdaki Yanlışlar”, s. 182

[cxxx] Kenzî Hasan Efendi için bk.: Mecdî, Hadâiku’ş-Şakâik, c. IV, s. 428; Bursalı, a.g.e., s. 143;
Uluçay, Manisa Ünlüleri, s. 64; Necdet Okumuş, “Hasan Kenzî”, DİA, c. XVI, ss. 329-330

[cxxxi]       Kenzî Tekkesi için bk.: Gökçen, Saruhan Zâviye ve Yatırları, s. 23

[cxxxii]      Uluçay, Manisa Ünlüleri, s. 95

[cxxxiii]   Bk.: Gökçen, Saruhan Zâviye ve Yatırları, s. 24

[cxxxiv]      Bk.: İbrahim Gökçen, Manisa Târihinde Vakıflar ve Hayırlar, II. Kitap, Manisa, 1950, s. 121

[cxxxv]      Akkuş, “Yiğitbaşı Velî (I)”, s. 33

[cxxxvi]      Okumuş, “Yiğitbaşı Hakkmdaki Yanlışlar”, s. 182

[cxxxvii]     Lütfî özerkan için bk.: Akgül, Turgutlu Evliyâ ve Menkıbeleri, ss. 41 -44

[cxxxviii]    Bk.: "ez-Kerâmât-ı Hazret-i Pır", İstanbul Üniversitesi Ktp., Türkçe Yazmalar, 317/9, vr. 85b-86a;
“ez-Kerâmât-ı Hazret-i Pîr", Nûru Osmâniye Ktp., 2407/8, vr. 11 lb; "Kerâmât-ı Yiğitbaşı Velî",
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Yazmaları. 1271/5, 152b-154a;
"Menâkıb-ı Yiğitbaşı Şeyh AhmedEfendi", vr. 8a-8b

[cxxxix]     Bk.: "ez-Kerâmât-ı Hazret-i Pir", İstanbul Üniversitesi Ktp., Türkçe Yazmalar, 317/9, vr. 85b 6a;
Aynca karşılaştırınız: “ez-Kerâmât-ı Hazret-i Pir", Nûru Osmâniye Ktp., 2407/8, vr. 11 lb; Kerâmât-ı Yiğitbaşı Velî", İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin
Yazmaları, 1271/5,152b-154a

[cxl]  Bursalı, OM, ss. 225-226

[cxli] Bk.: Akkuş, “Yiğitbaşı Velî (II)”, s. 63; Uludağ, “Ahmed Şemseddin”, DİA, c. II, s. 136

[cxlii] Okumuş, “Yiğitbaşı Hakktndaki Yanlışlar”, ss. 180-182

[cxliii]       Akkuş, “Yiğitbaşı Velî (II)”, s. 60

[cxliv] Harîrîzâde, Tibyân, c. I, s. 53°

41î Menâkıb-ı Yiğitbaşı, vr. 8a

[cxlvi] Bk.: Menâkıb-ı Yiğitbaşı, vr. 8

[cxlvii]       Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, c. I, s. 341

4,8 Yiğitbaşı Velî, Câmiu ’l-Esrâr, vr. lb

[cxlix]       Bk.: Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, c. I, ss. 342-343 ve 349

[cl]   a. e., c. 1, s. 343

[cli]   Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, c. I, s. 345

[clii]  Yiğitbaşı Velî, Keşfü’l-Esrâr, vr. 58a-59b

[cliii] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i Tevhîd, vr. 55a

«4 yiğitbaşı Velî, Risâle-i Tevhîd, vr. 40a

[clv]  Yiğitbaşı Velî, Mukaddimetü 's-Sâliha, vr. 27b; Aynca bk.: Keşfü ’l-Esrâr, vr. 57b-58E

[clvi] el-Ciircânî, et-Ta’rîfât, s. 90

93       el-Kâşânî, Istılâhât, s. 154. Aynca bk.: Necmüddîn el-Kübrâ, Risâle ile’l-Hâim, Tere.: Mustafa
Kara, (Tasavvufi Hayat içinde), İstanbul, 1980, s. 87

[clviii] Velîlerin alâmetleri için bk.: Necmüddîn el-Kübrâ, Fevâihu ’¡-Cemâl, Tere.: Muştala Kara,
{Jasavvufi Hayat içinde), İstanbul, 1980, ss. 153-161

91 Necmüddîn el-Kübrâ, Risâle ile 'l-Hâim, s. 88

[clx]  İbn Arabî, Tedbîrât, s. 399

[clxi] Yiğitbaşı Velî, Câmiu ’¡-Esrâr, vr. 5b

ıoı yiğitbaşı Velî, Câmiu’I-Esrâr, vr. 6®

[clxiii]     Halvettyye'nin zikir çeşidi olan usûl-i esmâ ve söz konusu yedi isim için bu çalışmanın “Zikir ve
Usûl-i Esmâ” başlığına müracaat ediniz, (s. 171 vd.).

[clxiv]       Halîfe: Halef, vekil ve nâib anlamlarına gelen bu terim, tasavvufta Allâh’ın bütün isim ve
sıfatlarına mazhar olan velîyi, insan-ı kâmili ve hakîkî mürşidi ifâde etmek için kullanılır. Halîfe,
İlâhî hükümlerin uygulanmasında Hz. Peygamber’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) vekâlet eden kişi olup, bir mürşid-i kâmilin, kendisi gibi yetiştirdiği ve hâl elbisesini giydirerek irşâda mezun kıldığı vekilidir.
Esâsında hilâfet de Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) maddî ve mânevi vekilliği mânâsına gelir. Tarikat kurumunun sistemleşmesiyle birlikte, şeyhin yerine geçen müride halîfe adı verilmeye
başlanmıştır. Buna göre şeyh, belli bir bölgedeki müridlerine bakma, onları eğitme ve kendisiyle
onlar arasındaki irtibatı sağlama işiyle bir müridini halîfe olarak görevlendirebilir. Şeyh öldükten
sonra onun yerine geçen kimseye de halîfe denir. (Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 205;
Safer Baba, Tasavvuf Terimleri, ss. 92, 108) Aldulbâki Gölpınarlı’ya göre ise tarîkatlerde
halifelik son makamdır. Sırasıyla muhiblik (tarîkate ilk giriş), dervişlik ve şeyhlik mertebelerini
başarıyla aşan kimseye başka bir halîfe tarafından hilâfet verilir. Böylece halîfe, muhib ve derviş yetiştirme ve birine şeyhlik verme haklarını elde eder. (Abduîbiki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize
Geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul, 1977, s. 149)



[clxvi] Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr, vr. T. İbn Arabî de müridlere tavsiyelerinin en başında, kâmil bir
mürşid aramayı salık verir. Zîrâ kişinin nihâî kurtuluşa erebilmesi için, kusurlarını ona gösterecek
ve onu nefsinin boyunduruğundan kurtaracak bir ilstâda mutlaka ihtiyaç vardır. (İbn Arabî,
Tedbîrdi, s. 423) “Mücâhede için şeyh şart mıdır?” konusunu tartışan İbn Haldun da nefs terbiyesi
için şeyhin şart olduğunu kabul etmektedir. (İbn Haldun, Şifâü’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil [Şifâu’s-
SâilJ, Tere.: Uüleyman ludağ, (Tasavvufun Mâhiyeti), II. baskı, İstanbul, 1984, s. 172 vd.)

[clxvii]       Mürid konusu, bu çalışmanın ileriki kısımlarında aynı adı taşıyan bir başlık altında işlenecektir, (s.
154 vd.).

168 Konuyla ilgili olarak Mevlânâ: “Her ne kadar mürid, âdetâ âşık olduğu miirşidi-i kâmil yüzünden
âhiret hayâtmm hallerini hatırına getiremez ise de şeyhini görmekten hâsıl ettiği lezzet, âhiretin
bütün tafsîlatlı hallerim kapsayıcıdır ve bu tafsilâtın tamâmı o lezzetin içindedir” der. (Mevlânâ,
Fihi Mâ Fîh, s. 189)

169 Yiğitbaşı Velî, Risâle-i Mak&ât-ı Şeyh Muhyiddîn-i Arabî, vr. 218b-219“

170 Yiğitbaşı Velî, Atvâr-nâme-i Seb ’a, vr. 49°

171 Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâîî, İhyâu Ulûmi ’d-Dîn [İhyâJ, Kahire, 1407 H./1987 M., c. III, ss. 83-84

[clxxii]       Necmüddîn el-Kübrâ, Usûlü Aşere, s. 53. Şeyhlik makamına ulaşmış bir kimsenin taşıması gereken
vasıflarla ilgili geniş bilgi için bk.: es-Sühreverdî, Avârif ss. 103-117

[clxxiii]      Yiğitbaşı Velî, Keşfü’l-Esrâr, vr. 77a, 78a-78^. Nitekim Necmüddîn ei-Kübrâ da kendi devrinde
yaşamış, adı şeyh olduğu halde tasavvufî hallerden habersiz, sapıklık ve diğer kötü işleri yapmakla
şöhret bulmuş kimselerden şikâyet etmektedir. (Bk.: Necmüddîn el-Kübrâ, Usûlü Aşere, s. 53)

[clxxiv]      Zâhir ulemâsının irşâdı hakkında bilgi için bk.: el-Gazzâlî, İhyâ, c. I, ss. 69-72

im yiğitbaşı Velî, Îrfânü’l-Maârif, vr. 26b

[clxxvi]    Yiğitbaşı Velî, Îrfânü'l-Maârif, vr. 26b

[clxxvii]    Yiğitbaşı Velî, Irfânû’l-Maârif, vr. 28b-29a

n9 Âl-i îmrân, 3/191

[clxxix]      Yiğitbaşı Velî, İrfânü’l-Maârif, vr. 29B-3 îb

m Bu konuda geniş bilgi için bu çalışmanın “Şeriat, Tarikat, Hakikat, Mârifet” kısmına mürâcaat
edilebilir, (s. 255 vd.).

[clxxxi]      Bk.: Yiğitbaşı Velî, İrfânü'l-Maârif, vr. 26b, 28b-298

[clxxxii]     Ayrıca bk.: îbn Arabî, Tedbîrât, s. 444

[clxxxiii]     îbn Arabî de bir müridin sürekli abdestli bulunmasını, abdesti bozulunca hemen tâzelemesini salık
verir. Ayrıca mürid, beş vakit namazı cemâatle kılmayı, evde de nâfîle ibâdette bulunmayı ihmal
etmemelidir. (îbn Arabî, Tedbîrât, s. 430)

621 Ferdiyet: ‘Zât, irâde ve kavi’in mecmûunun tecellî makamı. Geniş bilgi için bk.: Konuk, Fusûs
Şerhi, c. II, ss. 332-337; c. III, s. 78; c. IV, ss. 317-324, 340-348, 369-370

[clxxxv]      Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 154

[clxxxvi]     Bk.: Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl Zeyli, s. 323

[clxxxvii]    Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 127“; Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 357-358;
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 153-154 (Bursevî’nin Faslü'l-Hitâb adlı eserinin 345.
sayfasından naklen)

63! Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ(I), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 120b, 122“

6j2 Konuk, Fusûs Şerhi, c. I, s. 35

[cxc] "Her şey yok olacaktır." 55. Rahmân sûresi, 26. (H)

[cxci] Yiğitbaşı Ahmed Şemseddîn Efendi’nin vefat tarihi 910’dur. (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar