Print Friendly and PDF

ZİYA PAŞA NASIL ŞAİR OLDU?



Soğuk bir kış günü, İstanbul’un Kandilli sem­tinde bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Galata Güm­rüğü kâtiplerinden Feridüddin Efendi ile Itır Hanım’ın çocuğuydu bu. Işıl ışıl gözleri, pırıl pırıl yüzüy­le yuvalarını aydınlatan nurtopu çocuğa «ışık» anla­mında olan Ziya adını koydular.
Zekâ fışkıran keskin bakışlarıyla anne ve baba­sını sevince boğan çocuk, geleceğin şöhretli gazete­cisi, fikir adamı ve şairi Ziya Paşa olacaktı...
Ziya, çocukluğunu Boğaziçi'nin eşsiz güzelliğini göre göre, Kandilli'nin nefis havasını içine çeke çeke büyüdü. Okuma yaşına gelince babası onu İmamzâde adında bir hocanın yeni açtığı Mekteb-i Edebi adındaki okula kaydettirdi. Ayrıca çocuğu eğitmesi için de İsmail Ağa adında ellibeş-altmış yaşlarında bir lala tuttu.
Bundan sonraki gelişmeleri yazarımızın kendi hâtıralarından izleyelim:
«Bizim Lala’nın şiire sevgisi pek çoktu. Kendi yazısı güç okunduğu için, Âşık Ömer ve Gevheri gibi halk şairlerinin imlâsız şiir kitaplarından ezberinde bulunan beyitleri okurdu. Ara sıra kendisi de kıta, güzel gibi şeyler yazardı. Bunlardan bazıları Aruz vezniyle olurdu.
Okulumuza İsa Efendi adında bir Farsça öğret­meni atanmıştı. Her hafta Salı günü gelirdi. Çocukla­rın bazıları ondan ders alırlardı. Ancak okula gön­derileceğim zaman babam:
-Sakın Farsça okumayasın, diye beni sıkıca uyarmış ve şu beyti okumuştu:
Her kim okur Farisî
Gider dinin yarısı
Babamın öğüdü kulağımda küpe olduğundan Farsça’ya özenmek şöyle dursun, okuyanlara dinsiz gözüyle bakıyordum.
Lala bu durumu öğrenmişti. Bana gizlice Fars­ça'nın her şeye lazım olduğunu, inanç yönünden zarar görmeden öğrenilebileceğini, her Farsça okuya­nın dinsiz olamayacağını, hatta Farsça hocası İsa Efendi’nin çok inançlı ve dindar bir kişi olduğunu söyledi.»
Lala Ziya'ya kendisinin zamanında bu dili öğ­renmediğine pişman olduğunu söyler. Ona göre ba­bası Farsça bilmediği için böyle konuşmuştu. Kendi­si bu dili öğrenmediği zaman arkadaşlarından geri kalacaktı. Öğrenip imtihanını başarıyla verebilirse babası da bu durumdan son derece memnun kalacaktı.
Lala'nın sözleri Ziya'yı etkiler. Artık Farsça’yı öğrenmeyi kafasına koymuştur. Gizlice okul kütüphanesinden Tuhfe-i Vehbi adındaki kitabı ödünç alıp derse başlar. Kısa; sürede kitabın sonuna gelir.
Bir ara Lala’sıyla aralarında geçen bir olay Ziya'yı bir hayli duygulandıracak, etkileyecek ve sanat zevkinin oluşmasına sebep olacaktır. Büyük bir ka­biliyetin ortaya çıkmasını sağlayan bu olayı dinleye­lim:
«Bir gece Lala ile beraber karşılıklı oturmuş, el değirmeni ile bulgur öğütüyorduk. Değirmeni çevir­mek sırası bana geldi. Ben çevirirken baktım ki Lala’nın gözlerinden yaşlar dökülüyor, ağlıyordu. Sebe­bini sordum.
“Sen daha çocuksun, anlamazsın, dedi.
Ben ısrar ettim. Sonunda konuşmak zorunda kaldı.
“Bu değirmen, görünüşüyle ne söylüyor, bilir misin? dedi.
Ben değirmenin konuştuğunu o zamana kadar işitmediğimden hayran hayran Lala’nın yüzüne bak­tım.
“Aman Lalacığım, değirmenin nasıl konuştu­ğunu bana söyle, diye ısrar etmeye başladım.
Lala içinden bir 'ah' çekti.
“Evet, değirmen konuşur. Bizden daha açık ve akla uygun konuşur, fakat onu anlamaya kulak gerek. İşte bu değirmen, şu haliyle diyor ki:
'Ey ba­na bakan gafiller! Gözlerinizi iyice açın, bana iyice bakın. Çünkü ben bu dünyanın örneğiyim. Bana koy­duğunuz buğdaylar da dünyaya gelen insanların aynısıdır. Konulan taneleri ben iki taşın arasında yuvarlaya yuvarlaya kırıp ufaltırım. Ve istenilen şekle geldiklerinde bulgur olurlar, onları dışarı atarım. Ye­ni gelenlerle uğraşırım, nitekim dünya da insanları gökyüzü ile yer arasında türlü belalar ve imtihanlar­la ezer. Bunları olgunlaştırır. Yani dünya her insanın kaderinde olan ömrü tamamlanınca mezara atar, ye­ni insanlarla ilgilenmeye başlar.’
Bunları anlatan Lala duygulanmıştı. Bir an du­raklamış. hayâle dalmıştı. İçinde bir ilham doğmuş, onu terennüm ediyordu:
Âsiyâbı devreden âhenge nazar kılmışım
diye şiire başlıyordu. (Su değirmenini döndüren ahenge bakakalmışım)
Âsiyap kelimesinin su değirmeni anlamında ol­duğunu öğrenen Ziya’nın Farsça’ya ilgisi artmıştı. Lala’nın gözünü, kaşını eğerek büyük bir zevkle oku­duğu şiir, fazlasıyla hoşuna gitmişti. Lala’sından ken­disine de şiir söylemenin yolunu öğretmesini istedi. Onun kararsızlığını görünce yalvarmaya başladı. La­la bu ısrara dayanamadı, eliyle Ziya’nın saçlarını okşarken, dalgın gözleri uzaklara bakıyordu.
Lala:
“Şiir dedikleri, bazı İnsanlara özel bir Allah vergisidir, dedi. Devamlı uğraşma ve öğretim ile ol­maz. Eğer Cenab-ı Allah senin de kaderine yazmışsa şair olursun. Yoksa hiç bir şekilde bu şerefe ulaşa­mazsın. Hoca Numan Efendi her ilimde deniz gibi geniş, derin ve engin bir bilgiye sahip, üstün biriy­ken şiir söyleyebiliyor mu? Bak İsa Efendi Farsça’­da eşi, benzeri olmadığı halde şiir söyleme yetene­ğine sahip midir? İşte şiir, Allah vergisidir, ilim ile ele geçmez.»
Bu sözler, Ziya'nın içindeki güzel duyguları dal­galandırır, değirmeni bırakır. Ağlayarak Lala’nın boynuna sarılır.
Lala içi sevgi dolu, bağrı yanık bir insandır. Ziya’ya acıyarak bakar. Gönlünü almak ister.
“Sende şiire karşı bu sevgi ve heves olduk­tan sonra, umarım ki şair olursun, der.
«Şiirin sözlerden meydana geldiğini söyleyen Lala, şiir yazarken Aruz denilen vezne uygun ha­reket etmek, mısraların sonlarını da birbirlerine uy­durmak gerektiğini anlattıktan sonra durdu. Derin bir nefes aldı:
“Madem ki şiire hevesin var, uğurlu olması için başlangıç şiirin bir Na’t olsun. Haydi bu şe­kilde bir şey yazıp yarın bana göster. Uymayan yer­leri düzeltiriz. Böylece sen de şair olursun, dedi.
Lala bunları söyledikten sonra rediflerin «Ya Rasûlallâh» olmasını salık verdi.»
Ziya’nın mutluluğu sonsuzdur. Yüreği sevinçle dolmuştur. Kolay değil, şairlik merdiveninin ilk basamağına ayak atmaktadır.
«Ben o sevinç ile merdivenleri dört elle çıkarak odama koştum, kapıyı kapadım. Önüme bir tomar kâğıt koydum. Hemen kalemi elime aldım. Güya kal­famda yığılıp kalmış birçok şeyi yazacaktım. Düşün ha bire düşün! Aklıma bir şey gelmez!.. Vezin ve Aruz nerede? Basit kelimeler bile, sanki onları tu­tup zorla vezin sırasına sokacakmışım korkusuyla kafamdan kaçışıyorlardı. Kısacası hatırıma hiç bir söz getiremedim. Gözüme bir an bile uyku girmedi. Böylelikle sabah oldu. Nasıl olursa olsun dedim, kâ­ğıda bir kaç saçma sapan şeyler yazdım, fakat sa­tırların sonlarına « Ya Rasûlallâh » redifini eklemeyi unutmadım. Bunları bir kaç yüz kere tekrar okudum ve kafamda hepsini vezinledim. Pekâla bulmuştum. Ancak mânâ hiç hatırıma gelmedi. Ortalık ağarır ağarmaz sevinerek, Lala'nın odasına koştum ve onu henüz yatağından kalkmış abdest alırken yakaladım. Bir işi başarmışçasına kâğıdı eline tutuşturdum.
Lala bir kere gözden geçirdi, kâğıdı yine bana verdi. Gülümseyerek:
Bu da fena değil ama şiirde vezin, her mıs­raın hareketleri ve duruşunun birbirine uygun olması demektir. Bunun ise kimi 'Fâilâtün', kimi 'Müstef’ilün' olduğu gibi, hiç birinden bir mana da çıkmıyor. Ke­limeler birbirlerine 'dargın öküz’ gibi bakıyorlar. Hal­buki şiirde vezin ile beraber mânâ da şarttır. Sen yi­ne bunu sakla, fakat bu gece dediğim gibi yazmağa çalış, yarın göreyim, dedi.
O zaman ben de şiirimi tekrar okudum. Lala’nın dediği kusurların hepsini gördüm. Artık ders kimin umurunda! Şâir olmak bence cihâna sahip olmaktan kıymetliydi.
O gün akşama kadar okulda şiir düşündüm. Ca­mi avlusunda ceviz oynarken yine şiir tasarladım. Sonunda o gece de sabaha kadar uğraşarak bir şey­ler karaladım. Ertesi günü Lala’ya gösterdim. Lala kâğıda göz gezdirirken benim yüreğim atıyordu. Acaba ne diyecek diye gözlerinin içine bakıyordum. Bilmem beni heveslendirmek için miydi, yoksa ger­çekten şiirin vezni, mânâsı var mıydı, veya Lala’ya mı öyle göründü, her nasılsa bu defa beni kucakla­dı.
“Aferin, artık şair olacağına şüphem kalma­dı. Baban değil, kim engellerse engellesin artık kork­mam, dedi.
Bu sözler içimdeki ateşi sanki yelpazelendir­di.»
Şiir sevgisi Ziya’nın gönlünü kaplamıştır. Artık günlük harçlıklarını biriktiriyor, Lala’sıyla beraber Sahaflar (kitapçılar)'a gidiyor, Âşık Ömer, Gevheri gibi saz şairlerinin şiir kitaplarını alıyordu. Gecelerini de bu usta şairlerin şiirlerini büyük bir dikkat ve zevkle okuyarak geçiriyordu.
Yıllar geçecek, küçük Ziya büyüyecek değişik memurluklardan sonra. Devletin büyük makamlarına getirilecektir. Ziya Paşa olarak çeşitli önemli görev­leri üstlenir. Bunun yanı sıra gazetecilik yapar, siyasi hareketlere karışır. Fakat Ziya Paşa, şair olarak yaşar.
Yazdığı şiirlerin pek çok mısraı milletimizin di­linde atasözü gibi dolaşırken, kendisi çocukluğunda bu yeteneğini keşfeden ve geliştiren Lala’sını unut­mayacak, «lalamın çabası sonucu şair oldum» di­yecektir.
Kaynak:
Tanzimat'tan Günümüze Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları,
M. Huri YARDIM, Kavramlar Yayınevi, 1986, İstanbul

 Na't-ı Şerif
Belâ-yı mâsivâya mübtelâyım yâ Rasûlallâh
Zebûn-ı pençe-i nefs ü hevâyım yâ Rasûlallâh
Kerem kıl ben esîme el-aman ey rahmet-i âlem
Ser-â-pâ mahz-ı  isyân u hatâyım yâ Rasûlallâh
Sen evreng-i şefâat şâhısın sultân-ı rahmetsin
Kapında ben de bir kemter gedâyım yâ Rasûlallâh
Şefâat kıl meded yoksa o rütbe çok günâhım kim
Ne rütbe yansam ol rütbe sezâyım yâ Rasûlallâh
Zebûn-ı derd-i isyâna tabîb-i mihribân sensin
Alîlim ben de muhtâc-ı devâyım yâ Rasûlallâh
Ne gam mücrim isem de bana besdir bu sa’âdet kim
Kapında bir kemîne hâk-i pâyım yâ Rasûlallâh
Beni reddetme evlâdın başıyçün bâb-ı lûtfundan
Ziyâ’yım bende-i Âl-i âbâyım yâ Rasûlallâh
*****************
GEVHERÎ'DEN
Emânet etmişsin geldi selâmın
Şevketli sultânım aleyküm selâm
Aldı ta’zim ile bu ben gulâmın
Ey şâh-ı hûbânım aleyküm selâm
Müyesser olur mu rûyunu görmek
Acep olur mu ki, vaslına ermek
Gâhi gâhi böyle selâm göndermek
Keremdir Efendim aleyküm selâm
Lutf edip hatırım ele almışsın
Hasretinle yandığımı bilmişsin
Duydum ki, mürüvvet kâni imişsin
Dertlerimin dermânı aleyküm selâm
Umarım Efendim mürüvvet senden
Uğruna geçmişim can ile tenden
Demişsin gedâma selâm et benden
Berhudâr ol canım aleyküm selâm
Geçirdin boynuma aşkın kemendin
İyi ki, anmışsın bu derd-i mendi
Kuluna selâm etmişsin Efendim kendin
Derdime dermanım aleyküm selâm
Bilmezim bu dil-i biçâre netsün
Hicr-i firakınla ya kande gitsün
Selâm eylemişsin Hak selâm etsün
Sana ey cananım aleyküm selâm
Hasta idim beni getirdin cana
İhtiyaç kalmadı gayri Lokman’a
Selamın şifa verdi bu hasta cana
Gönlümün sultanı aleyküm selâm
Azîz iltifatın râyegân ettin
Âteş-i sinemi gülistan ettin
Mahzun Gevheri’yi şâdüman ettin
Ey gonca dehânım aleyküm selâm
Gevherî kuddise sırruhu’l-azîz

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar