Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN SEKİZİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

DOKSAN SEKİZİNCİ SORU

Yüzün Zikredilmesi Nasıl Belirlendi?

Cevap:

Çünkü yüze ait tecelliler, helak edicidir. Helale edici bir şey ise he­lak olmaz. Bilmelisin ki, hakikatler yok olmayla nitelenmez. Bir şeyin yüzü ise onun hakikatidir. Helak ile nitelenen şey, birbiriyle ilişkileri yönüyle hakikatlere ilişen şeylerdir, ilişen şeyler ise arazlardır. Dolayı­sıyla onlar, araz olmak özelliğini yitirmez. Bir nispetin iliştiği bir şeyle nitelenen kimseden bu nispet diğer bir nispetin varlığıyla ortadan kal­karsa, ilişen nispetin kalkışı ‘helak’ diye isimlendirilir. Arazın mensup olduğu yer ise, nispetin ortadan kalkmasıyla ‘helak olan’ diye isimlendi­rilir. Ortada sadece hakikatler vardır. Öyleyse, bütün yüzler yok olucu­dur. Ortada nispeder vardır ve her şey yok olucudur. Nasıl istersen öy­le bak ve baktığını söyle! Helak ile nitelenmesinin imkânsızlığı nede­niyle ‘vech (yüz)’ tahsis edildi, çünkü hakikat helale olmaz.

Hamdin Başlangıcı Nedir? Cevap:

Hamdin başlangıcı, başlamadır ki hamd edenin nefsindeki anlam­dır. Dolayısıyla hamdin anlam yönünden sınırlanmış olması gerekir. Hamd sonradan meydana gelen bir başlamadır ve bir sebebi olmalıdır. Sebep ise sınırlanmanın ta kendisidir. Hamdin telaffuz yönünden baş­langıcı ise, mudaklıktır. Ardından -dilersenhamdi ilahi bir fiilin nite­liğiyle sınırlarsın. Dilersen, sınırlılıkta tenzih niteliğiyle tenzih edersin ve bundan fazla bir şey yoktur.

Soru soran kişi, hamd ile kulu kastedebilir, çünkü kul dış varlığıyla Hakka övgünün ta kendisidir. Bu durumda hamdin başlangıcı, kendi­sini var eden Haktır. ‘Hamd’ ve ‘başlangıcı’ ile başlangıcın hamde, yani hamdin başladığı şeye tamlama yapılmasını kastetmişse, şöyle deriz: Mevcudun muduluğunun ya da bedbahtlığının kendisine bitişmesi eşit olmakla birlikte, hamdin başlangıcı varlıktır. Hamd ile ‘hamdin hamdini’ kastetmişse, onun başlangıcı ihsan ve vergidir. ‘Hamdin baş­langıcı’ derken ‘Hakkın hamdi övmesini’ ya da Hakkın kendisini övme­sini ya da Hakkın yarattıklarını övmesini kastetmişse -ki övgü olmak bakımından övgüye övgü Hakka övgüdür-, hamdin başlangıcı övgü olduğunu bilmektir. Hakkın kendisini övmesini kast etmişse, hamdin başlangıcı hüviyettir. Hüviyet hiçbir zaman ortaya çıkmayan gaybtir. Bu soruyla Hakkın yaratıklarını övmesini kastetmişse, hamdin başlan­gıcı yaratıkların başkasına değil Hakka izâfesidir. ‘Hamdin başlangıcı’ ile Fatiha suresini kastetmişse, başlangıcı yaratıkların kendisine delil olması bakımından Hakka baktığında ‘Ba’ harfidir. Bu durumda ‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla’ (besmele) Fatiha’dan bir ayet olur. Alemin kendisine delil olma bağından soyut olarak, Hakk yönünden hüviyete bakarsan, onun başlangıcı ‘el-Hamd’ kelimesindeki Eliftir. Hüviyet (Elif) herhangi bir şeye bitişmez ve herhangi bir şey de ona bitişmez. O, Fatiha suresinde herhangi bir şeye (âlem, insan vs.) bitiş­meyecek kadar yücedir. Çünkü ona ancak isimleri bitişebilir. İsimleri ise onun aynıdır. Dolayısıyla isimlerinden başkası ona bitişemez.


Hamd ile övgünün sonuçlarını kastetmişse, hamdin başlangıcı -övgü olmak bakımındanisimlerin kendisine dönmesidir. Çünkü onların sa­dece mazharda zuhur edende etkileri vardır ve övgü zuhur edene dö­ner. Mazharlarda zuhur eden O’ndan başkası değildir. Öyleyse Haktan başka öven ve övülen yoktur. İnsanlar övgüden mazharlarla ilgili hu­susta karışıklığa düştükleri için ‘hamdin başlangıcı nedir?’ demişlerdir.

Anlaşıldığı kadarıyla soru soran kişi bu ifadesiyle Fatiha suresini kast etmektedir. Çünkü devamındaki soruda ‘âmin’in anlamını sormak­tadır. Bu ise, Fatiha’dan sonra söylenen bir ifadedir ve duayla bir öv­güdür. Her duayla yapılan övgü karışıktır. Bu nedenle kutsi hadiste Allah Teâlâ ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm, yarısı bana yarısı kuluma aittir. Kulum için olan, istediğidir’ der. Fatiha’da söylenmesi belirlenen ‘âmin’, bir istektir. Bu ise, ‘bize hidayet et’ duasının parçası­dır. Herhangi birinden bir şey isteyenin talep haliyle ona muhtaç ol­ması gerekir. Buna göre, hamdin başlangıcı yoksunluktur ve bu neden­le dua eden kimse, Hakkın duasına olumlu karşılık vermesini istemiş­tir. İnsanı Hakka muhtaç yapan şey, Hakkın zenginliğidir. Bu sayede kul Hakka muhtaç oldu. Öyleyse hamdin başlangıcı, Hakkın âlemlere muhtaç olmayışıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’521 Başka bir ayette ise ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir5W buyurur. Burada Allah Teâlâ yoksulluğu zenginlikten önce zik­retmiştir. Hakkın zenginliği ise, anlamda yaratılmışların kendisine muhtaçlığından önce gelir. Hayır! İkisi de birdir ve birinin diğerine önceliği yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıklardan müstağniliği ezeli oldu­ğu gibi mümkünün yokluk halinde Allah Teâlâ’ya muhtaçlığı da O’nun yö­nünden ezelidir. Ezel ile nitelenen iki şey olumluluk ve olumsuzlukta birbirini geçemez, çünkü ezelde öncelik ve sonralık yoktur.

YÜZÜNCÜ SORU

‘Amin’ Ne Demektir!1 Cevap:

Tirmizî ‘övgü’ derken, dua edene dönen yararlarla ilgili dua olması yönünden övgüyü kast etmişti. Bu nedenle kula ‘âmin’ demesi söylen­miştir. Bu kelime, uzun ya da kısa okunabilir. Şair kısası hakkında şöy­le der:

Uzaklaştı benden, Kuthul ve annesinin oğlu .                            :

Emin! Allah Teâlâ aramızdaki uzaklığı artırsın.

Yani mesafe kabul etmeyen Hakk ile yalnız kalacak şekilde uzaklaş­sın. Şair uzun okunuş hakkında ise şöyle der:

Rabbim! Onun sevgisini benden hiçbir zaman alma Allah Teâlâ ‘âmin’ diyen kuluna merhamet eder.

Burada, uzaklık kabul eden kimseyle kendisi arasındaki uzaklık duası kast edilir.

Şeriatta bu ifadenin açık ya da gizli okunabileceği yer almıştır. Çünkü iş zâhir ve bâtındır. Bâtın gizlemeyi talep ederken zâhir açıktan okumayı talep eder. Zâhir ise, daha geneldir. Açıktan okunduğunda, bâtının payı gerçekleşirken gizli okunduğunda zahirde kalan, neyin ce­reyan ettiğini bilemez. Bâtın, özeldir. Gizlenmesi ise, özel için özeldir. Zâhir geneldir. Öyleyse ‘âmin’in açıktan okunması, hem özel hem ge­nel insanlar için geçerlidir. ‘Beni içinden zikredeni içimden, bir toplu­lukta zikredeni daha hayırlı bir toplulukta zikrederim.’ Bir toplulukta zikredilen herkes, içten zikredilmiştir. İçten zikredilmeyen herkes ise, bir toplulukta zikredilmiş demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘gaybının bilgisin­de kendine ayırdığın isimler’ demiştir. Bunlar, Hakkın kendisine ayır­dığı şeylerdir. O halde gizlinin bilgisi, tamdır. ‘O'nun nezdinde gayb anahtarları vardır. Onları sadece kendisi bilir.’ Anahtarları bilmek, Allah Teâlâ’ya özgüdür. Gayb ise razı olduğu kullarına gösterilebilir. Niteldm bir ayette ‘razı olduğu peygamberi hariç523 denilir. O halde ‘âmin’in gizli okunması, açık okunmasından üstün iken açık okumak gizli okumak­tan daha yararlıdır.

‘Âmin’, duamızı kabul et demektir. Hayır! Anlamı ‘dua ettiğimiz hususta senin bize karşılık vermeni kastettik’ demektir. Bir şey diğerine yöneldiğinde ‘falan falan tarafına yöneldi’ anlamında (Arapça’da) ‘em­me’ denilir. Ayette ‘Beyt-i Haram’vn âminleri’524 denilir ki, kast edilenler, oraya yönelenlerdir. Karşılık vermede arzulanan hız nedeniyle ‘âmin’ şeddesizdir. Şeddesizlik bir şeyde hızlılığı gerektirir.

‘Âmin’ deyişi meleklerin âmin deyişine uyan kimse bağışlanmıştır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘duasına karşılık verilmiştir’ demedi. Çünkü karşılık verilseydi ‘bağışlandı’ demezdi. Çünkü Mehdî’nin bağışlanması gere­ken bir şeyi yoktur. Başka bir ifadeyle, melekler gibi âmin diyen kimse bağışlanmıştır. Uyumun anlamı budur, zamansal uyum kastedilmemiştir. Zamansal bir uyum da kast edilebilir. Bu durumda ‘âmin’ sözünü derken bir an melekleri insanları biraraya getirir. Meleklerin ‘âmin’deki sözleri, ya bedenli ya da bedensiz söylenmiş olabilir. Bedenli söylemiş­lerse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem özel anlamda zamansal uyumu kastetmiştir, çün­kü bedenlerime ‘âmin’ sözünü, yani bu kelimenin harflerinin dizilişinde hüküm sahibidir. Melekler bedensiz olarak onu söylemişse, buradaki uyum* kulun meleklerin söylediği hal ile ‘âmin’ demesiyle sınırlıdır.

Buradaki durum farklı kısımlara ayrılır: Birincisi kulun ‘âmin’i Rabbiyle söylemesidir, çünkü melek de onu böyle söyler. Ya da zâtının gerektirdiği bir hal ile onu söyler. İnsan bunu öyle söylediğinde, duyu­su yönünden değil, ruhâniyeti yönünden söylemiştir. Veya insan vekil olarak ‘âmin’ der ve melek de böyle söyleyebilir. Ya da insan o iken bunu söyler. Melek de bazen ‘âmin’i böyle söyleyebilir. İnsanın vekil olarak ‘âmin’ demesi, üzerinde yaratıldığı suretin hükmüne göre söy­lemesidir. O halde insan, meleğin söylediği zikrettiğimiz bu kısımlar­dan her birine göre âmin’i söylemelidir. Onu söylediğinde ise, Allah Teâlâ kendisini bağışlar (mağfiret, örter). Allah Teâlâ böyle bir kulu hidayetin ne­ticesiyle -mutlulukçelişen her durumdan gizler ki, bu zorunludur. Çünkü hidayetin neticesi mutluluktur. Bazen insan dünya hayatında hidayete eremeyebilir. İnayet öne geçer ve hidayetin meyvesini devşi­rir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘duası kabul edilir’ dememiş, ‘bağışla­nır’ demiştir. İşte ‘âmin’ sözünün anlamı budur.

Dua eden herkes dua ettiği şeye göre etmiştir. Allah Teâlâ ise, o kişinin belirlediği şeye göre değil, mutluluğun bulunduğu şeye göre karşılık verir. Öyleyse Allah Teâlâ dua edenin muduluğunun bulunduğu şeye göre karşılık verir. Çünkü her dua edenin duasındaki en genel amaç muduluktur.

YÜZ BİRİNCİ SORU

Secde nedir!1 Cevap:

Secde, her secde edenin, bir fer’i (dalı) olduğundan habersiz kal­dığı aslını (kökünü) müşahededir. Secde eden, fer olmak nedeniyle as­lından perdelendiğinde, ‘habersiz kaldığın şeyi ara’ denilir. Söz konusu şey, kendisinden meydana geldiğin asildir. Cisim aslı olan toprağa, ruh kendisinden meydana geldiği ‘Küllî Ruh’a, sır ise sayesinde bu merte­beye ulaştığı Rabbine secde eder. Bütün asıllar (kökler) gaybtir. Dikkat ediniz! Ağaçta kökler gizlidir, çünkü yaratmayı kimse görmez. Cenin annesinin karnında oluşur ve o gayb halindedir. Başka bir canlı ise, yumurtada oluşur. Tamamlandığında ise, yumurta parçalanır. Hakk, eş­yanın varlığının aslıdır ve onlara göre gaybtir.

Secde, aşağısında bulunan halkın hükümdarlarını selamlamasıdır. Hükümdar yücelik ve azamet sahibidir. Aşağıdaki bir insan huzuruna girdiğinde, hükümdara secde eder. Başka bir ifadeyle, secde eden şöyle der: ‘Bizim senin karşındaki konumumuz, yükseğe göre aşağı gibidir.’ Onlar, hükümdara bedeni yönünden değil, konumu ve mertebesi yö­nünden bakar. Çünkü hükümdar ve halk, beden bakımından birdir. Melekler bilginin mertebesine secde etmiş, böylelikle onların secdesi ‘bizim bilgimiz yoktur’ olmuştur ki, cehalet demektir. Gölgeler kendi­sinden çıktıkları şeyin -şahıslargörüntüsüne secde etmiştir. Şahsın gölgesi ise ışık kendisini yok etmesin diye, kendisinden çıkan nurdan aslıyla gizlenir. Onun aslın varlığıyla kalıcılığı olabilir. Aynı şekilde âlemin bekası da Allah Teâlâ vasıtasıyla mümkündür. Hükümdar yeryüzünde Allah Teâlâ’nın gölgesidir. Arş kıyamet günü Allah Teâlâ’nın gölgesidir. Arş mülkün kendisidir. ‘Hükümdarın arşı helak oldu’ denilir. Bu ifade, hükümdarın mülkü bozulduğunda söylenir. Bir ayette ise ‘Rahman Arş üzerine istiva etti*25 denilir. Başka bir ifadeyle, mülkü üzerine istiva etti demektir.

Kalp bir kez secde ederse, bir daha secdeden kalkmaz. Onun sec­desi -zât için değililahi isimler içindir. Onu kalp yapan, ilahi isimler­dir. Kalp, dünya ve ahrette bir halden bir Hakk döner durur ve bu ne­denle isimler onu ‘kalp’ diye isimlendirmiştir. Hakk kendisini çevirmek üzere kalbe tecelli ettiğinde, kalp kendisini çevirenin kabzasmda oldu­ğunu görür. Onu çeviren ise, isimlerdir. Bunlar, hiçbir yaratılmışın ayrılamadığı şeylerdir ve onlar yaratılmışlarda hüküm sahibidir. Onları gören kimse, kalbi secde eden kimsedir. Onları görmeyenin kalbi secde etmez. İşte bu kişi ‘ben’ diye iddiada bulunan kimsedir. Bu nitelikteki kimseye ise kıyamet günü hesap, soru ve -cezalandırılacaksacezalandı­rılma yönelir. Kalbi secde edenin bir iddiası yoktur. Dolayısıyla onun hesabı, cezası yoktur. Secde halinden daha şerefli bir hal yoktur, çünkü secde köklerin bilgisine ulaşmaktır. Bilgi niteliğinden ise daha şerefli bir hal yoktur. Çünkü iki dünyada mutluluk ve rahatı veren şey, bu bilgidir. Sayıların kökü ve ash, bir sayısıdır. Sayılar bir ile var olurken bekaları da ona bağlıdır. Yaratıcısının birliği hakkında bilgisi olmayan kimsenin ilahları çoğalır ve nefsini bilmekten perdelenir. Böyle biri, Rabbini de bilemez.

Her Rabbe kul haline gelmiştir

Her günahın rehini olmuştur

Secde, süreklilik gerektirir. Bu nedenle Şeyh Abadanî (kalb neye secde eder diye soran) Sehl’e ‘ebede’ demişti. Çünkü secde, eğilmek demektir. Secde ettirmek ise, bakışı sürdürmektir. Öte yandan eğilen herkes secde etmiştir.

Ona dediler ki Leyla’ya eğil, o da secde etti (eğildi)!

Bu ifade, kendisine binilmek üzere devenin eğilmesi için kullanılır. Eğilme bir yükseklikten meydana gelebilir. Yükseldik, Allah Teâlâ’nın dışında­ki herkeste aslından çıkmaktır. Ona ‘secde et5, yani mevhum yüksekli­ğini bırak ve aslına bakıp hakikatini öğrenerek ‘eğil’ denilir. Çünkü sen, aslın senden gizlenecek şekilde, yükselmedin. Dolayısıyla senin aslım araman, bizzat gaybı araman demektir. Aslını bilen ayn’ını, yani kendi nefsini bilendir. Nefsini bilen ise Rabbini bilir. Nefsini bilen başını kaldırmaz. Rabbini bilen başını kaldırır. Çünkü o Rabbinin suretine göre yaratılmıştır ve Rabbin niteliklerinden biri er-Refi’dir (Yüksek). Dolayısıyla böyle birinin başmı kaldırması gerekir. Bu yükseklikten sonra ‘ona secde et’ denilir, o da yüzünü secdeye koyar. Böylelikle kalbi secde eder, yüzünü secdeden kaldırır ve bu secdeyi sürdürmez. Çünkü yüzün secde ettiği kıble, sürekliliğe sahip değildir. Başka bir ifadeyle yüzün kendisine secde ettiği yön devam etmez. Böylelikle yüz, kendi­sine secde edilen şeyin kalkmasıyla (secdeden) kalkar. Kalp de secde eder ve (secdeden) kalkmaz, çünkü o Rabbe secde etmiştir. Kalbin kıb­lesi Rabdır ve Rab ezelidir. Rablık, varlıktan kalkmaz. Öyleyse kalp hiç bir zaman başmı secdeden kaldırmaz. Çünkü kıblesi kalkmaz. Secdenin anlamı budur.

YÜZ İKİNCİ SORU

Onun Başlangıcı Nedir? Cevap:

Sana secde ettiren secdelerin başlangıcı, hallerin senin üzerinde çe­şitlenmesi ve başkalaşmasıdır. Bu durum, bunu gerektiren sebebi ince­lemene dikkatini çeker. Araştırır ve bir nedenli olduğunu öğrenirsin. Nedenlinin kendi başma bilfiil varlığı yoktur. Hasta (nedenli anlamın­daki malûl ile hasta arasında ilişki kurulmaktadır) kendini hasta ede­mez. Hallerin başkalaştığı hiçbir şey seni memnun ve razı etmez. Razı etmeyen şeyler ise, seni hasta eder. Öyleyse bir hasta eden vardır! Has­ta edeni arayan, muhtaçtır. Öyleyse yoksul olduğunu öğrendin! Yoksul olduğunu öğrendiğinde ise -ki yoksulluk belinin direğinin kırılmasıdırbaşını kaldırman mümkün değildir. Öyleyse sen, sürekli secdeyle nite­lenensin. Secdenin başlangıcı budur. Tirmizî, ‘onun başlangıcı nedir?’ derken şendeki başlangıcını sorabilir. Başka bir ifadeyle, secdenin insa­na ihsan ettiği ilk şey nedir? Şöyle deriz: ‘Secdenin ille sonucu yakınlık­tır. Yakınlık ise önceki bir uzaklığı dile getirir. Bunların hepsi sınıra ulaştırır. Sınır ise yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, el-Baîd ve el-Karîb’tir (Uzak ve Yakın!).

Bilmelisin ki, Baîd-Karîb diye isimlendirilen hüviyet, sana secdeyi veren isimdir. Başka bir ifadeyle, hüviyet vasıtasıyla -fakat Karîb-Baîd diye isimlendirilmesi yönündensana bir ihsan çıkar. Böylelikle hüvi­yet, seni Baîd özelliğinden Karîb özelliğine aktarır ve uzaklıktan yakın­lığa taşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Secde et ve yaklaş.’526 Burada başka bir hal söylemedi. Bu durum, secdenin ihsan edeceği ille şeyin yakınlık ol­duğunu gösterir. Bu ise, melek ve nebiler gibi yalcın kimselere yaraşan yakınlık makamını verir. İşte bunlar ‘yalcınlık bilgileridir.5 Yaklaştırma, secdenin ihsanıdır. Secde ise, hallerin başkalaşmasını incelemekten meydana gelen bir ihsandır. Hallerin başkalaşmasını araştırmak ise, hallerin başkalaşmasından kaynaklanır. Hallerin başkalaşması ise ilahi surete göre yaratılmış olmandır. ‘O her gün bir iştedir.5 Surete göre var olman ise, ilahi isimlerin mazharı, ilahi isimlerin mazharı olman ise, seni yükselten şeydir. Yükseklikle nitelendiğin için, sana secde emredil­di. Bunu bilmelisin!

YÜZ ÜÇÜNCÜ SORU

‘izzet Benim Örtümdür’ Ne Demektir? Cevap:

Hakk kendisini tanımaya davet ettiği kullarına tenezzül ederek, on­lara bir takım misaller ihsan etmiştir. Bu örnekler sayesinde kendile­rinden istediği ölçüde 05nu bilirler. Örnek olarak ‘O'nun nurunun mi­sali içinde lamba bulunan bir kandildir5 ifadesini verebiliriz. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur527 buyurur. Böylelikle Allah Teâlâ bu ifadede ‘nurun5 kendisi olduğunu gösterdi, çünkü ‘nur5 ifadesi mübtedanın ha­beridir. Çünkü onun nitelik ve hüviyeti, nurdur, çünkü Allah Teâlâ nurdur. Lambanın nuru nerede, ‘Allah Teâlâ nurdur5 ifadesi nerede! ‘Vahiy taş üze­rindeki bir yağmur sesi gibidir5 denilir. Taş üzerindeki ses nerede, Hakkın sözü nerede! Allah Teâlâ ‘izzet benim örtümdür5 der. Böylelikle ken­disini kulları için ‘izar ile nitelenmeyi kabul eden’ konumuna yerleştir­di. Buradaki kastı, böyle ifadelerle izarın uygun olduğu ve örttüğü şey­de kendisini bilmelerini sağlamaktır.

Bilmelisin ki, izar üç nedenle kullanılır. Birincisi güzelleşmek, İkincisi sakınmak, üçüncüsü örtünmektir. Bu rivayette bu üç amaçtan kast edileni, özel anlamda sakınmadır, çünkü Allah Teâlâ ‘izzet’ demiştir, iz­zet kendisine ulaşılmasını engellemeyi gerektirir. Çünkü izar, gözlerin ulaşmasına karşı kıskançlığı (gayreti) ifade eder. İzzet gerçekte yaratıl­mış bir şeyin ya da örneksiz yaratılmışın nitelenmesinden sakınılmış korudur, çünkü yaratılmışlara ve örneksiz yaratılmışlara, izzetin zıddı olan zillet eşlik eder. Hakk izzeti örtüsü edinince, akıllar (ilimde sabit) a’yân’ın yaratılışı kabul edişini algılamaktan engellenmiştir. Söz konusu yaratma vasıtasıyla onlar nitelenir ve birbirlerinden ayrışır. Allah Teâlâ’nın dı­şındaki hiçbir şey nasıl yaratıldığını ve yaratılışı nasıl kabul edip Hak­kın mazharı haline nasıl geldiğini, varlıkla nitelenip daha önce ma’dum denilirken kendisine nasıl mevcut dendiğini bilemez. Allah Teâlâ ‘izzet benim izarımdır’ demiştir. Başka bir ifadeyle o, nefislerin elde etmeye arzulu oldukları şey üzerinde perdedir. Bu nedenle, ‘Bir kimse o ikisinde be­nimle didişirse, onu yok ederim’ demiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, sadece kendisine yakışan izzet, azamet ve kibriya gibi niteliklerde kendisiyle didişileceğim bildirmiştir. Öyleyse izzet, âlemin kendisiyle ortaya çıktı­ğı ‘sırrı’ algılamak üzerindeki kahır ve baskıdır.

YÜZ DÖRDÜNCÜ SORU

‘Azamet Örtümdür’ Ne Demektir? Cevap:

Allah Teâlâ, akılların giyindiği ‘azamet’in bir örtü olduğuna dikkat çekti. Bu örtü, Hakkı tecelli esnasında algılamaktan akılları perdeler. Öyleyse azamet, gerçekte Hakkın niteliği değildir. O, kendisini bilen kalplerin niteliğidir. Öyleyse azamet kalpler üzerinde giyenin üzerindeld elbiseye benzer. Bu örtü ardından o azamete yaklaşmayı engeller ve önünde ze­lil olmayı sağlar. ‘Azîm’ olanın azametle nitelenmesinin ‘azîm’e değil, kendisini bilene döndüğüne delil şudur: Tazim edilen kimse büyüklü­ğünü bilmeyen biri tarafından görüldüğünde, kalbinde bu görmenin bir heybet veya -onu bilmediği içinbir saygı bulunmaz. Mertebe ve menzilini bilenin kalbinde ise, onu bilmenin otoritesi ortaya çıkar. Bu bilgi kalbinde bir azamet meydana getirir. Öyleyse ‘azim’ değil, azamet ile nitelenen kimse büyüklüğü bilen kişidir.

Hafız Ebu Nuaym’ın Delailü’n-Nübüvve kitabında zikrettiği bir ri­vayette Cebrail, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi almış ve onu içinde kuş yuvası gibi bir şeyin bulunduğu bir ağaca götürmüş. Birinde Peygamber, diğerin­de ise Cebrail oturmuş. Yakın semaya ulaştıklarında ise ikisine birden Refrefin görüntüsü yakut ve inci olarak sarkmış. Cebrail bayılmış, Peygamber ise bulunduğu halde kalmış ve hali değişmemiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bilgide ‘Cebrail’in benden üstünlüğünü öğrendim’ demiştir. ‘Çünkü Cebrail, gördüğünü anlamış, ben ise onu bilmiyordum.’ Öy­leyse Cebrail’in kalbinde meydana gelen azamet, kendisine baktığı şe­yin bilgisinden kaynaklandı. Cebrail’in kalbi bu azamet özelliğiyle nite­lenen şeydir. Öyleyse Azamet görünenin değil görenin halidir. Görü­lenin hali olsaydı, kendisini gören herkes onu yüceltirdi. Halbuki iş böyle değildir.

Sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Kıyamet günü, içlerinde münafık­lar da bulunduğu halde Allah Teâlâ bu ümmete tecelli eder ve ‘Ben sizin rabbinizim’ der. Onlar bundan kaçınır ve kendisine saygı göstermez, ken­disini tanımadıkları için O’nu inkâr ederler. Onların bildiği alamete göre tecelli ettiğinde ise, kalplerinde O’nun büyüklük ve heybetini bu­lurlar.’ Bu nedenle ‘Azamet benim örtümdür’ ifadesi hakkında, azame­tin kendisini bilenlerin akıllarına giydirilen örtü olduğunu söyledik. Allah Teâlâ onu bir örtü (rida) yaptı, fakat elbise saymadı. Çünkü örtünün tek niceliği varken elbise farklı niceliklerden oluşur ve -gömlek gibibirbi­rine eklenir. İzar da ridaya benzer. Burada şalvar dememiştir. Şalvar, şekli farklı ve bileşik bir elbiseye göre mutlak birliğe daha yakındır.

YÜZ BEŞİNCİ SORU

İzar Nedir? Cevap:

İzar, ilahi kudretin beşinci hakikatteki tesiri üzerinde gayret ve ör­tü perdesidir. Söz konusu hakikat, tümel ve kadimde kadim, yaratıl­mışlarda yaratılmış olarak ortaya çıkar. Bu, ilahi hakikatlerin ve rabba­ni suretlerin ‘imkân’ diye nitelenen ve Hakkın mazharları olan a’yân-ı sâbite’de zuhurudur. Öyleyse zuhurun mazhara nispetini sadece Allah Teâlâ bilebilir. Bizim ile bu bilgi arasındaki perde, (hadiste) ‘izar’ denilen şeydir. Bu, ol (kün) kelimesindendir. Burada Kef, Vav ve Nun harfle­rini değil, bu zuhurun kendisiyle gerçekleştiği anlamı kastediyorum.

YÜZ ALTINCI SORU

Rida Nedir? Cevap:

Rida, (ilahi) surete göre yaratılmış mümkün ve ilahi hakikatleri kendinde toplamış kâmil kuldur. O, kendisinden daha yetkini olmayan en kâmil mazhar dır. Ebu Hamid bu kemâl hakkmda ‘İmkânda bu âlemden daha güzeli yoktur’ demişti. Çünkü tüm hakikatler, kâmil bir halde ondadır. Söz konusu kişi, halife ve vekil diye isimlendirilmeye la­yıktır. Onun tüm mümkünlerde tam bir etkisi vardır ve tam bir meşiyet sahibidir. O, mazharların en kâmilidir. Bilginler onun varlıkta iki veya daha çok olup olamayacağı veya bir kişi mi olması gerektiği hususunda görüş ayrılığına düşmüştür: Tek ise kimdir ve varlıkların hangi kısmındandır: İnsan mı, cin mi, melek midir?

Onu ‘rida’ diye isimlendirdi, çünkü bu kelime, helak ve silinme an­lamındaki ‘reda’dan türetilmiştir. Insan-ı kâmil de tam olarak Hakta si­linmiş ve yok olmuştur. Öyle ki, onun artık bir dış varlığı ortaya çık­maz. Bununla beraber, ilahi etkilerin sonuçlan ondan meydana gelir.

İnsan-ı kâmil kendinde bu edilgenliklerden birini nispet edebileceği hakikat bulamaz ve bütünüyle Hakk haline gelir. Bu ise ‘Beni nur yap’ hadisinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kastettiği şeydir. Yani her şey benimle zu­hur ederken ben bir şey ile zuhur etmeyeyim. Bazen Hakk onda siline­bilir. Dolayısıyla, onun varlığıyla hiç bir şey Hakka nispet edilemez. Bu ise, ‘kendisiyle yaratılmış Hakk’ fikrini kabul edenlerin dayandığı görüş­tür. Örnek olarak Ebu’l-Hakem b. Berrecan, Sehl b. Abdullah etTüsterî ve benzerlerini verebiliriz. Biz de şu ifademizle buna işaret et­tik:

Ben rida’yım (örtü), ben sırrım

Oluşun karanlığı onu nura çevirdiğimde benimle ortaya çıktı.

Öyleyse ridayı giyen kimse, bununla helak olan kimsedir. Bak ve ridayı giyenin kim olduğunu gör. Onun giydiğinde helak olduğu hükmünü verir ve zikredilen şeyin hakikatini öğrenirsin. O halde rida giyen herkes, giydiği vasıtasıyla gözlerin onu görmesinden perdelenir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Gözler O’nu algılayamaz.’528 Çünkü rida gözleri perdelerken O perdelenmez. O halde, O gözleri algılarken gözler O’nu algılayamaz. Gözler sadece ridayı algılar. Rida ise, giyenin kendisinde silindiği şeydir. Burada ‘düşünen kavim için bir ayet vardır.’

YÜZ YEDİNCİ SORU

Kibir Nedir? Cevap:

Kibir, kendisini söyleyenlerin farklı tabakalarına göre, yaratılmışla­rın Rablık mertebesinde ‘ben’ iddialarından ortaya çıkan şeydir. Kibir, büyüklüğün kendisine nispet edilmesi uygun olan kimseyi bilen olması yönünden kalbin hallerindendir. Çünkü Hakk her mevcuda bilinir ve bu bilgiyi (kalpte gerçekleşen bir) büyüklük takip eder. Kim daha iyi bilir­se, Hakkın onun kalbindeki büyüklüğü aynı bilginin kalbinde bulun­madığı kimseden daha çoktur. Kibir zâtın niteliği olsaydı, zât bileşik olurdu; zâtın kendisi olsaydı ve tecelli edip bu esnada kendisini bilmeyi olumsuzlasaydı -tecelli edilen zâtı bilemeyeceği içintecelli edenin bü­yüklüğünün etkisini kendisinde göremezdi. Hakk kendisini bu bilgiyle rızıklandırsaydı, ardından büyüklük gelirdi.

Bilgi -bilinenin değilbilenin bir niteüği olduğu gibi kibir de kalp­te kibirlenenlerin (kibriya) eserinin , kendisinden kaynaklandığı kimseyi bilenin bir niteliğidir. Bu nedenle ‘Kibriya örtümdür’ denildi. Kibriya kul ve Hakk arasmda kulu onunla örtünenin mahiyetini bilmekten per­deleyen bir engeldir. Bilemediği kendisidir, (öyleyse) Rabbini da bile­mez. Bununla beraber kibir, giyeninden başkasma izâfe edilmez, çünkü o garip bir haldir. Azamet de öyledir. Çünkü azamet Hakkın ne zâtı ne de manevî niteliğidir. Hakkın zâtında manaların niteliklerinin bulun­ması imkânsız olduğu gibi nefsî niteliklerin O’nda bulunması da im­kânsızdır. Bir rivayette tecellisi esnasmda yaratıkların O’nu inkâr ede­ceği yer alır. Bununla beraber, O O’dur.

Bu iki yorum geçersiz olduğunda, geride kibrin tecelli edilenin ni­teliği olması kalır ki, o da âlemdir. Ya da kibir tecelli eden ile edilen arasında akledilir bir haldir. Tecelli edilen onunla nitelenmez. Çünkü kulluk, kibir ile çelişir ve ona aykırıdır. Onun kendiliğiyle bu ikisinin arasmda yer alması imkânsızdır. Öyleyse geride kibrin bilginin nitelik­lerinden biri olması kalır. Bu durumda kibir, tazim ve izzet nispederi, bir şeyi gerçek anlamda bilen bilginin nitelendiği özelliklere dönüşür. Bu durum, bilginin bu nispetlerin varlığından zevk ve tecrübe yönün­den ulaştırdığı sonuçlara bağlıdır. Nitekim benzetme ve darb-ı mesel olarak ‘güzel bilgi’ ve ‘aydınlatıcı karanlık’ dersin. Karanlık aydınlatma, bilgi ise güzellikle nitelenmiştir. Bu ise, kendi başına bilfiil varlığı ol­mayan bir şeyin yine kendi başma bilfiil varlığı olmayan şeyle nitelen­mesidir. Bu nedenle büyüklüğü ve azameti yüceltileni ve büyültüleni bilmeye bağlı bir hal saydık. Bu hal, onu büyülten ve yüceltenin nef­sinde bulunur.

YÜZ SEKİZİNCİ SORU

Mülk Tacı Nedir? Cevap:

Mülk tacı hükümdarın alametiyken saltanat kitabının taçlanması ise sultanın ondaki çizgisidir. Varlık ‘yakın kimselerin tanık olduğu işa­retli bir kitaptır.’ Yakın olmayanlar bunu bilemez. Bu kitabın taçlan­ması, bütün hakikatleri toplayan kimseye bağlıdır ki, bu da kendisini var edenin bir alametidir. Öyleyse ‘apaçık bir şekilde Rabbine özü ge­reği delil olan insan-ı kâmil, mülkün tacıdır. Sadece insan-ı kâmil var­dır. Bu ise ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre yarattı’ demektir. ‘O ev­veldir, ahirdir, zahirdir ve bâtındır.’ İlahi kemâl, sadece bileşikte orta çıkmıştır, çünkü bileşik yahni içerirken yalın bileşiği içermez. Insan-ı kâmil amaç bakımından ilk (evvel), fiil bakımından son, harf bakımın­dan zâhir, mana bakımından bâtındır. O, doğa ve aklı biraraya geti­rendir. İnsan-ı kâmilde doğası yönünden en yoğun terkip ve (aklı yö­nünden ise) en latif terkip vardır. Maddelerden ve bedenler üzerinde hüküm sahibi olan güçlerden soyutlanma imkânı vardır. Bu ise, insanın dışındaki herhangi bir yaratılmış için söz konusu değildir. Bu nedenle, bütün isimlerin bilgisi ve cevamiü’l-kelim insana tahsis edildi. Allah Teâlâ insan-ı kâmilden başkasma bu bilgiyi verdiğini bize bildirmedi.

insanın üzerinde yaratılmışlar içinde sadece meleğin mertebesi vardır. Melekler, isimleri kendisine öğrettiğinde insana öğrencilik yapmıştır. Fakat bu durum, onun melekten üstünlüğünü göstermez, sadece melekten daha kâmil bir yaratılışı olduğunu gösterir. Insan-ı kâmil ilahi isimlerin tecelligahı olduğunda, saltanat kitabı için adeta bir taç olabildi. Çünkü o, sayesinde kitabın süslendiği en şerefli süstür. Bu taçlanma (yani sultanın kitaptaki yazısıyla) emirlerin eserleri mülkte or­taya çıkar. Insan-ı kâmil ile de ilahi hüküm âlemde sevap ve cezalan­dırma şeklinde ortaya çıkar. Nizam onun vasıtasıyla ayakta durur ve yok olur. el-Mübdi’ onda hüküm verir, takdir eder ve hükmeder.

YÜZ DOKUZUNCU SORU

Vakar Nedir? Cevap:

Vakar, gerçekleşmezden ve kendisinde silinmezden önce tecellinin yüklerini yüklenmektir. Bu durum, (sahibine ölüm) yerleşmezden önce ölüm sarhoşluklarına benzer.

Tecellilerin bir takım öncülleri vardır. Bu durum, güneşin doğu­mu için fecrin doğumuna benzer. Bir rivayette Rabbin dağa tecellisin öncülleri olarak meleklerin ve ruhanî güçlerin kertenkelelere inmesi zikredilmiştir. Bunlar, tecelliyi önceleyen ağırlıklardır (vikr). -Vakar ağırlık kelimesinden gelirAğırlık, hız ve hareketi zayıflatır. Bu sükûn ve durağanlık, ‘vakar5 diye isimlendirilir. Başka bir ifadeyle, doğal mi­zaçtan değil, geçici bir ağırlıktan meydana gelen dinginlik denilir, in­sanın nefsinde büyüklük ve heybet meydana getiren büyüklükten kay­naklanan durağanlık, ‘vakar’ diye isimlendirilir. Mizaç nedeniyle mey­dana gelen doğal durağanlık ve sükûn ise ‘vakar’ diye isimlendirilmez. Söz konusu sükûn, soğukluk ve yaşlığın sıcaklık ve yaşlığa baskın gel­mesidir. Vakar, tazim ve azametin neticesidir. Özellikle de, tecelliyi ilahi hitap öncelediğinde böyledir. Böyle bir tecelli alan kimse, vakar sahibidir. Çünkü ruh vasıtasıyla hitap alan kimsede bir heybet gerçek­leşir. Peygambere vahiy çan sesi gibi geldiğinde, büyüle bir meşakkat duyardı. Bu vahiy vasıtalı olmasına rağmen sükûn ve baygınlık meyda­na getirirdi. Peki Hakk vasıtaları ortadan kaldırarak hitap ettiğinde nasıl bir sonuç ortaya çıkabilir? Vasıtasız hitap ettiklerine örnek olarak, Mu­sa ve Hakkın konuştuğu kimseleri verebiliriz.

Bu ve benzeri şeyler ilahi tecellinin öncüllerinden olduğuna göre, insan tecellinin ardından nasıl bir vakar içinde olabilir? İnsanların kalp­lerinde kendilerini Allah Teâlâ’ya veren sâlih insanların heybetinden doğan şe­ye bakınız! Söz konusu kimseleri görenlerde adet doğal seyrinde ak­maz. Söz konusu insanların bakışlarının düştüğü kimselerde görülme­leri nedeniyle bir vakar, dinginlik ve bir sükûnet ortaya çıkar. Onun kadrini sadece Allah Teâlâ bilebilir. İşte bu, tecelli edenin celalini hissettirme­sidir. Birisi şöyle der:

Sanki başlarının üzerinde bir kuş varmış gibi

Zulüm korkusu değil, iclal korkusu!

Başka bir şair şöyle der:

Onu arzuluyorum, ortaya çıktığında

Celalinden çekinirim

Bir korku değil bu, heybettir.

Cemalinden sakınmadır.

Bu çekinme, vakarın ta kendisidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:cRahman’ın kulları yeryüzünde ağır yürür.’529 Peygamber ise şöyle der: ‘Koşarak Cuma namazına gitmeyiniz. Namaza sakin olarak ve vakarla gidiniz.’ Başka bir ifadeyle, ağır insanlar gibi yürüyünüz. Bu ise, Hakk ‘cemalin celalinde’ kendilerine tecelli ettiğinde gerçekleşir.

YÜZ ONUNCU SORU

Heybet Meclislerinin Niteliği Nedir? Cevap:

Heybet vakar meydana getirir. Bu nedenle Tirmizî, onun meclisi­nin, yani önünde oturuştaki niteliğini sormaktadır. Heybet meclisinin niteliği, bir şeye‘yönelmemek, sırrın müşahedeyle ilgilenmesi, kalbin düşünceden boşaltılması, aklın fikirden ve organların hareketten ko­runması, iyi ve kötü arasmda ayrımın olmaması, kulakların Hakka ve­rilmesi, gözün yere indirilmesi, basiret gözünün (nurunun) sönmüş olmaması, himmetin toplanması ve kendiliğinde küçülmesi, organların gücü duyulacak şekilde biraraya getirilmesi -göz hareketsizleştirilse bi­leşaşkınlığın olmayışı ve (mecliste oturmanın) bir şımarıklığa yol aç­mamasıdır.

Hakk belirli bir yönü sınırlayarak kendisiyle oturursa, kulağını Hakkın sınırladığı o yöne vermelidir. Nitekim Hakk misali mertebeden

bir sınır belirleyerek kulla konuşabilir. Örnek olarak, mübarek bir yer­de Tûr-ı Eymen’den ağaç yönünden (Musa ile) konuşmayı verebiliriz. Oturan kişi sınırlanmayışm gereği olan başka bir hakikat nedeniyle ku­lağını serbest bırakırsa -halbuki Allah Teâlâ kendisini özel bir yönden sınır­lamıştıhiç kuşkusuz edeben saygısızlık yapmış olur. Böyle biri, heybet meclisinde değildir. Heybet meclisindeki kişi fena sahibi değil, huzur ve bilinç sahibidir. Tercih etmez, cerh etmez, bir terazi kaldırmaz ve ‘insan’ diye isimlendirilmez. Çünkü insan farklı zıdarın toplamıdır.

YÜZ ON BİRİNCİ SORU

Nimeder Mülkünün Niteliği Nedir? Cevap:

Nimetler mülkü, ruhanîdir. Mülk ile özel anlamda donuklar (can­sızlar) nitelenebilir. Donuklar ise Allah Teâlâ’ya gönüllüce itaat bakımından en güçlü yaratıklardır. Onlar, Allah Teâlâ’nın mülkünü itiraf edenlerdir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, Allah Teâlâ’nın mülküdür. Fakat mülkteki fazilet, mülk olduğunu ve Allah Teâlâ karşısındaki davranışının Allah Teâlâ’ya ait mülkün davranışı gibi olduğunu bilmesidir. Bu ise, güçlü meleklerde ve donuk­larda olabilir. Bitkilere gelirsek, bütün bitkiler bu özellikle nitelenmemiştir. Çünkü ‘bir kısmından çer çöp çıkar.’ Diğer yaratıkların bir kıs­mında mülk olma hakkı varken bir kısmının her sınıfında bu özellik yoktur. Böylelikle Hakk kendisini nitelemiş ve şöyle demiştir: ‘Göklerde ve yerdeki her şey isteyerek ya da zorla O’na secde eder.’530 İmkânda itaat­kâr olan, zorlanan; zorlanan ise gönüllü olandır. Nimetlerin en büyüğü ve tamı, hatta mutlak nimet, yaratıkların Allah Teâlâ’ya itaat ile rızıklanmasıdır, çünkü bunun için yaratıldılar.

Öyleyse nimederin mülkü, nimetin kendisini Allah Teâlâ için mülk yap­tığı şeydir. Bu durum ‘Sizi beslediği nimeder nedeniyle Allah Teâlâ’yı seviniz’ hadisinde dile getirilir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, beslenendir ve Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey nimedenendir. Allah Teâlâ’nın nimeti kimi Allah Teâlâ’ya kul yaparsa, o kişi (şey), ‘nimetin mülkü’dür. Nimeder de mülk kapsamın­dadır ve bu nedenle onlar da bir nimete muhtaçtır. Bu nimet varlığının ve nimet verilendeki kalıcılığının ta kendisidir. Öyleyse nimetler de, nimederin mülküdür. Nimederin mülkü nimedenen olur ve bu nimet onları Allah Teâlâ’ya döndürürse, onların Allah Teâlâ için mülkleri bu nimeder olur. Dolayısıyla onlar nimederin mülkleridir. Öyleyse nimet mülkünün sa­hibi, bu niteliğe sahip kimsedir. Nimederin mülkü nimetin kendisi ise, bu hakikatin niteliği, Allah Teâlâ’dan başkasına nispet edilmemektir. Başkası­na nispet edilirse, bu, -nimet yönünden değilnimet verilen yönündendir. Nimedenen, nimederi Allah Teâlâ’dan başkasına izâfe ettiği ölçüde kınanır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rahman suresini Allah Teâlâ’nın yarattığı dünyaya ahirete ulvî-süflî olan herkese okurken, bir ayette ‘Rabbinizin hangi ni­metini yalanlarsanız3531 deyince, cinler ‘Hiç birini yalanlamayız’ demişti. Peygamber de okunan Kur’an’ı güzel dinlemeleri nedeniyle cinleri öv­müştü. Sahabeye okuduğunda ise herhangi bir şey söylememişlerdi. Sahabenin susması nimederin Allah Teâlâ’dan olduğunu bilmemekten veya cinlerin nimederin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu daha iyi bilmelerinden kaynak­lanmamıştı. Cinler ‘Rabbimizin nimederinden hiç birini yalanlamıyo­ruz’ derken zahir makamın kemâlini ifa etmişlerdi. Çünkü bulunulan makam onu söylemeyi gerektirir. Sahabe ise peygamber ayeti okudu­ğunda aynı şeyi söylememişti. Bunun nedeni, Peygamberin getirdiği bilgiden sahip olmadıklarını öğrenmeyle ilgilenmeleriydi. Bu öğrenme hırsı, onları cinlerin söylediğini kendisinde söyleyecekleri zamanı pey­gamberin söyleyeceğini söyleyip onların da bundan öğreneceklerini öğrenmeleriyle geçirmelerini gerektirmiştir. Sahabe bilgiyi öğrenmede cinlerden hırslıydı. Cinler ise bu mertebenin gereği olan cevapta saygı­yı yerine getirmede insanlardan daha güçlüydü. Bu nedenle Peygam­ber, onları insanlardan üstün oldukları meziyede övmüşken insanı cin­lerden üstün oldukları hususta övmemiştir. Bunun nedeni, okunurken susmaları nedeniyle, daha fazla bilgi öğrenme arzularıydı. Hakk kendile­rine şöyle der: ‘Kur’an okunduğunda, dinleyin ve susun.’532 Sure aynı su­redir, kelam ise tam değildir. Onlar, tamamlanıncaya kadar susarlar.

Böylelikle insan olan sahabe, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin zikretmediği iki fazileti toplamıştır. Buna karşın Peygamber, söyledikleri sözde cinlerin faziletini zikretmiştir. Çünkü onların konuşmaları, zâhir diliyle kulluğu ifade eder. Onlar, bâtın diliyle de kullardır ve bu konuşma ve cevapla iki dili biraraya getirirler, insan sahabe ise, okuma esnasında bunu yapmamış ve bu dil onlarda eksik kalmıştı. Peygamberin onları kına­ması, bulunulan mertebenin Hakk etiği şeyi öğretme amacı taşır. Başka bir ifadeyle, konuşan dillerin mertebesinin Hakk ettiği şeyi öğretme amacı taşır. Onlar da uyardır, dolayısıyla bu amelî hayrı kaçırmazlar. Onlar bu esnada ilmî bir iyilik içindeydiler. Amelin kendi mertebesin­deki hükmüne bilgi karşı koyamaz, çünkü hüküm mertebenindir. BUginin kendi mertebesindeki hükmüne de amel karşı koyamaz. Cinler zahirde gariplerdir. Dolayısıyla onlar zuhurda koşuşur. Bunun nedeni, perdeli oldukları için zuhurda bir kademlerinin ortaya çüctığını bddirmektir. Onlar zahirden daha çok bâtına yakındır. Tdavet ise zâhir diliy­le yapılır. İnsan ise zâhir mertebesindedir. Böylelüde cinlerin verdiği cevaptan sahabeyi perdeleyen şey, zâhir mertebesinin adamları olmala­rıydı. Bu durumda mertebelerinin halinin gereğiyle cevaptan habersiz kalmışlardır. Onu söyleselerdi, onlar adına daha güzel olurdu. Bu ne­denle Peygamber, bulunulan mertebede daha üstününe dikkat çekmiş­tir. O bir öğretmendir ve ne güzel terbiye edendir!

‘Nimetlerin mülkü’nü iyice öğrenmek isteyen kimse, Rahman su­resini okumalıdır! Ayederde insanın cinlerden önce zikredilişiııe dikkat etmelidir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın insanı yarattığını belirttiği ayete de bakmalı­dır. Burada takdir ve söylenen mertebe bakımından önce insanla baş­lanmıştır. Bunun amacı, kendisinden sonra var olsa büe, insanın cinlere karşı önemini düe getirmektir. Bu durum, yaratılışı sonra gelse bde, in­sanın Rabbinin gaybında özen gösterilen kimse olmasını anlatır. Çün­kü o, yaratılışında iki elin tahsisi nedeniyle, kâmil suretin ayrıldığı, isimlerin bilgisinin ve -‘Ona beyanı öğretti’ ifadesinde dile getirildiği üzereöğrettiği şeyi açıklama gücünün verildiği kimsedir.

Bazı arkadaşlarımız ‘nimetlerin mülkü’ terimini, Allah Teâlâ’nın nimederine karşı kulda şükrün artışı anlamında kullanmıştır. Biri adma mey­dana gelen bu ölçü, ‘nimetlerin mülkü’ diye isimlendirilir ve o, şükredenlerin mülküdür. Hakkın diliyle Hakkın nimetlerine şükreden kimse (nimederin mülkünün sahibidir). Hakk ise, eş-Şekûr ismiyle onun yerini alır. Bu ise, verilen nimete karşılık yaptıkları şükür nedeniyle Hakkın kullarına teşekkürüdür. Bunun amacı, şükrünün karşılığında amellerini artırmaktır. Onlara verilen karşılık, şükredenin şükreddeni bilmesine göre değişir. Allah Teâlâ bu esnada ‘şükreden’ ve kendini ‘büendir.’ Karşılık verildiğinde şükredene layık karşılık bu halin sahibi olan onlar adma meydana gelir. İşte bu karşılık ‘nimederin mülkü’ diye isimlendirilir ve o en büyük mülktür. Bu durum ‘Yüzler vardır, aydınlıktır, Rablerine ba­karlar533 ayetinde dile getirilir. ‘Rablerinin nimetlerine bakarlar’ de­mektir. Bu ifade ‘âla’ kelimesinin çoğuludur. İzafenin yapıldığı Rableri ise onu Hakk edendir. Bu nitelikteki karşılığı kabul etseydi, bu, onların karşılığı olurdu. Bu ise, kullardan Allah Teâlâ’nın talebi kapsamındadır. Allah Teâlâ ‘Beni zikredin, bana ibadet edin, bana itaat edin, bana şükredin ve nankör olmayın’ der. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın verdiği özellikle varlık nimeti karşılığında kulun şükrüdür. Allah Teâlâ’nın insan için yarattığı manevî ve duyusal nimetler de buna eklendiğinde, durum nasıl olur ki? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben insan ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.*34 Allah Teâlâ (yaratılışa) bir neden belirtmiştir. Onlar, zikredilen cinsler bakı­mından bilgi ve varlık mertebesinin kemâle ulaşması için kendilerine yaratma nimetini veren Allah Teâlâ’ya ibadet ederler. Bunu bilmelisin! Yoksa bu sınırlama (cinsler) olmaksızın, varlık ve marifet mertebesinin kemâli için yaratmamıştır. Aksi halde tek bir yaratılmışın yaratılması ve onda Allah Teâlâ ve âlemle ilgili bilginin oluşması (amacın gerçekleşmesi için) ye­terli olurdu. Fakat cinsler Allah Teâlâ katında sınırlı olup hepsini yarattığında ve bu iki cins geride kaldığında, kendilerinden zikredilen şekilde haber vermiştir. Biz de, o ikisini Yaratan’ın maksadına göre açıklamış olduk.

Seksen sekizinci kısım sona erdi, onu yüz on ikinci soruyla seksen dokuzuncu kısım takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar