Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ON BİRİNCİ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

BEŞİNCİ TÜR BİLGİ

İnsanın Hakikatleri Bakımından Kendini Bilmesi

Bilmelisin ki, insana âlemde tahakküm -insan olması bakımından değililahi ve rabbani bir güç nedeniyle verildi, çünkü âlemde sadece Hakkın niteliği tahakküm edebilir. Bu güç insanda -şereflendirme ama­cıyla değil deneme amacıyla bulunur. Şereflendirme amacıyla bulun­saydı, muduluk diyarı olan ahirette de ona eşlik ederdi. Böyle olsaydı, insana ‘hevaya uyma239 denilmezdi. Böylelikle ona yasak konulmuştur. Yasaklama bir sınama iken şereflendirme serbestliktir. Tahakküm eder­ken insan, adalete ya da haksızlığa nispet edilmemiştir. Alemde hilafeti Allah Teâlâ ehli üsdenir. Hatta Allah Teâlâ âlemdeki tahakkümü, mutlu kıldığı kimselere olduğu kadar, bedbaht yaptığı müminlere de havale etmiştir. Bununla birlikte Hakk, bize bedbaht olanları dinlemeyi ve onlara itaat­ten çıkmamayı da emretti. Şâri’ ‘Hükümdarlar haksızlık yaparsa sizin lehinize, onların aleyhinedir’ demiştir. İşte bu, bir şeref hali değil, sı­nama halidir. Çünkü hükümdar, davranışlarında bir aldanma ve tered­düt üzerindedir. Bu nedenle bazı halifeler kıyamette pişman olacaktır. İnsan kendini bilip insan olmak bakımından hakikatlerini bilmeyle ilgi­lendiğinde, kendisi ile âlem arasında bir fark görmez. İnsanın ve cinle­rin dışındaki bütün âlemin Allah Teâlâ’ya secde ettiğini görür. Öyleyse âlem, üzerindeki yaratıcısına ve var edenine ibadet görevini yerine getirmekte ve itaat etmektedir. Bu durumda insan, âlem ile kendisinde ortak oldu­ğu hakikati araştırır. Bulabildiği yegâne şey imkân, yoksulluk, horluk, zillet, ihtiyaç ve fakirliktir. Ardından Hakkın bütün âlemi nitelediği özelliklere bakar. Görür ki Allah Teâlâ âlemi -gölgesine varıncaya kadarken­disine secde özelliğiyle nitelemiştir. Kendi cinsinden ise -hepsini değilçoğunluğu böyle nitelemiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ âlemdeki her cinsi bütün olarak böyle nitelemiştir. Bu durumda, azabı Hakk eden çoğunluktan olmaktan korkuya kapılır. Sonra âlemin özü gereği Allah Teâlâ’ya ibadet et­mek üzere yaratıldığını görür. Bu insan ise, kendisini irşat edecek ve onu Allah Teâlâ nezdinde muduluğuna yaklaştıracak yolu açıklayan birine muhtaçtır. Çünkü Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini duyar: cCinleri ve insanları ba­na ibadet etsinler diye yarattım:240 Böylelikle -tıpkı diğer âlem gibiAllah Teâlâ’ya muhtaç bir kul olur. .

Bunun ardından Allah Teâlâ’nın onun için bir takım sınırlar belirleyip ku­rallar koyduğunu, bunları aşmasını yasakladığını görür. Allah Teâlâ ona emir­lerini gücü ölçüsünde yerine getirmeyi emretmiştir. Allah Teâlâ’nın onun için belirlediği şeyleri öğrenmek bir zorunluluk olur. Bu durumda ise, aslî ibadeti yerine getirdiği gibi ferî ibadeti de yerine getirmiş olur. Çünkü aslî ibadet, mümkünlerin zadarı bakımından yerine getirdikleri ibadet­tir. Ferî ibadet ise, kulun efendisinin Hakk ettiği ve kulluğunun gerektir­diği yönden Hakkın öğretmesine gerek duyduğu davranışlardır. Efen­disinin emrini ve yasağını öğrenip verdiği görevleri ve kulluğu yerine getirince kendini tanır. Kendini bilen herkes ise, Rabbini tanır. Rabbini tanıyan, Rabb’e ibadet eder. O halde insanlar ve cinlerden başka her iki ibadet türünü -emir ve yasaklarıbir araya getiren yoktur. Çünkü melekî ruhlarda yasaklama yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ onlar hakkında ‘Verdiği emirlerde Allah Teâlâ’ya asi olmazlar’24' demiştir. Onlar adına bir yasak­lama zikretmeksizin zâtî ibadederi için şöyle demiştir. ‘Gece gündüz O’nun için tespih ederler, usanmazlar.’242 Başka bir ayette ise ‘Gece ve gün­düz bıkmadan tespih ederler’243 denilir. Çünkü yaratılış hakikatleri bunu gerektirir. Bu, zâtî ibadettir ve Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeye yayılmıştır.

Daha önce de söylediğimiz gibi insan, âlemdeki hakikatlerin bir toplamıdır. İnsan (âlemdeki) bu hakikatler yönünden kendisini bilince, tek başına bütün âlemin ibadetini yerine getirmesi gerekir. Bunu yap­mazsa hakikatleri yönünden kendini tanımamış sayılır. Çünkü bu zâtî ibadettir. Nefsi böyle bilmek ise, nefsin bütün hakikatlerini kendi iba­dederi içerisinde keşfen tanımakla mümkün olabilir. Nitekim onlar, kendiliklerinde de bu hal üzeredir. Bu durum, ortaya çıksa da çıkmasa da böyledir. ‘Nefsin hakikatlerini keşf yoluyla bilmek’ derken bunu kas­tediyoruz. Onları müşahede ettiğinde ise sınırlarında durma, içinde ve­ya dışında belirlediği kurallara uymakla ilgili Hakkın verdiği emirlerde Efendisinin emrine karşı çıkma gücü olmaz. Bu bağlamda insan, betim­lediğimiz şekilde bütünüyle birlikte ‘Subhanallah’ derse, nefsinin cevhe­rine âlemin bu tespih yönünden söylediği söz nakşedilir. İşte bu, âlemin dilinin isimlendirdiği ‘arınmış nefs’tir. Öyle ki, âlemden herhangi bir şey Rabbine ibadetini yerine getirmeseydi, ârif kul bu özelliğiyle onun ihmal ettiği yeri doldurur ve -böyle bir şey tasavvur edilseydibıraktığı gediği kapatırdı. Böyle bir kul Hakk yönünden böyle ödüllendirilir. Bu, küçüğün büyüğün ödülüyle ödüllendirilmesidir. Şöyle varsayalım: in­sanın dışındaki bütün âlemin bir an bile Allah Teâlâ’ya ibadetten gafil kalıp bu insan onun yerine o anda görevini yerine getirmek üzere Allah Teâlâ’yı zikretseydi, bütün âlemin yerini alır ve âlemin bıraktığı boşluğu doldurur. Sonuçta da bütün âlemin ödülüyle ödüllendirilirdi. Hâlbuki âlemde böyle bir gaflet düşünülemez. Çünkü gaflet, insanda ve cinlerde olabi­lir. Kendini ve âlemin hakikaüerinden sahip olduklarını bilmenin sana kazandırdığı şeye bak!

ALTINCI TÜR BİLGİ

Hayal ilmi

Hayalin bitişik ve ayrık âlemi vardır. Bu konu marifetin büyük un­surlarından biridir. Hayal ilmi, berzah ilmi denilen şeydir. Hayal, ruha­nilerin göründüğü bedenler âlemidir. Bu âlem, cennet çarşısının ilmini içerir. Hayal ilmi, kıyamet günü farklı suretlerde ilahi tecellinin bilin­mesidir. Hayal ilmi, kendi başlarına bilfiil var olamayan anlamların bedenlenerek ortaya çıkmasını bilmektir. Örnek olarak, (kıyamette) ölümün koç suretinde görünmesini verebiliriz. Hayal, insanların uyku­larında gördükleri rüyanın ilmidir. O, yaratıkların ölümden sonra ve di­rilişten önce bulundukları yerin (berzah) bilinmesidir. Hayal ilmi, su­retlerin bilinmesidir. Bu ilimde, ayna gibi parlak cisimlerde görülen su­retler bilinir. İlahi isimleri ve tecelliyi bilmekten özge bu esastan daha yetkin bir ilim yoktur. Çünkü hayali bilmek, tecelliye ulaşma vasıtasıdır. Duyular ona yükselir, manalar ona iner. O ise, hiçbir zaman yerinden oynamaz. Her şeyin meyveleri ona döner. Hayal, anlam üzerine kendi­ni taşıyan iksirin sahibidir. Böylelikle onu dilediği herhangi bir surette bedenlendirir. Onun tasarruf ve hükmü gecikmez. Şeriadar onu destek­lerken doğalar onu ispadar. Hayal tam tasarruf sahibidir. Manaların bedenlerle kaynaşması hayale aittir. Delilleri ve akılları hayrete düşürür. Allah Teâlâ izin verirse, bu bölümde hayali en veciz ve anlaşılır bir şekilde açıklayacağız. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır, O’ndan başka Rab yoktur.

Kardeşlerim! Biliniz ki -bilinen her ne olursa olsunher şeyin var­lıkla bir şekilde ilişkisi olmalıdır. Çünkü bilinenler, dörde ayrılır. Bir kısmı bütün varlık mertebelerini kendinde toplarken bir kısmı varlık mertebelerinin bir kısmıyla nitelenir, bir kısmıyla nitelenmez. Varlığa ait bu dört mertebenin birincisi dışta var olmaktır (aynî varlık). Bu var­lık, hangi şekilde nitelenirse nitelensin, ‘kendiliğinde varlık’ demektir. Bu varlık, girme, çıkma veya bunların olumsuzlanmasıyla nitelenebilir. Kendiliğinde var olmakla birlikte, âlemin içinde veya girme ve çıkma şartı bulunmadığı için âlemin dışında bulunmayabilir. Bu şart, yerleşme demektir. Böyle bir varlık Allah Teâlâ’ya özel olabilir. Alemden olmayan ve kendi başına var olup mekânı olmayanlar ise düşünen nefsler, ilk akıl, nefs, güçlü (müheymine) ruhlar ve doğa ve heba’dır. Bütün bunlarla onların ruhlarını kastetmekteyim. Bunların hepsi âleme dâhildir. Ne var ki, onlar âlemin cisimlerinde bulunmadığı gibi onların dışında da de­ğildir, çünkü bu şeyler mekânsızdır.

Varlığın ikinci mertebesi zihnî varlıktır. Bu kısım, bilinenin nefste kendi hakikatindeki haliyle tasavvurudur. Tasavvur hakikate uygun de­ğilse, bu onun zihindeki varlığı olmaz. Üçüncü mertebe ise sözde var­lıktır. Bilinenlerin lafızlarda bir varlığı vardır ki, ona ‘lâfzî varlık’ denilir. Buna imkânsız ve yokluk da dâhil olmak üzere bütün bilinenler girer. İmkânsızın da lâfzî varlığı vardır, çünkü onda var olur. Fakat hiçbir zaman dışta varlığı kabul etmez. Mümkünün niteliği olan yokluk imkânsız yokluk değilise, dışta var olmayı kabul eder. Dördüncü mer­tebe kitabî varlıktır (yazıdaki varlık). Bu, işaretteki varlıktır ve bilinenin yazıda veya rakamda veya kitabette varlıkla ilişkilendirilmesidir. İmkân­sız ya da böyle olmayan bütün bilinenlerin durumu bu noktada birdir.

İmkânsızın dışta varlığı olamaz. Öyleyse onun sadece lafızda ve yazıda varlığı olabilir. Herhangi bir şekilde, varlık ile nitelenmeyen bir bilinen yoktur. Bunun nedeni, bütün esasların aslı olan varlığın gücüdür ki, o da Allah Teâlâ’dır. Çünkü bu mertebeler O’nunla ortaya çıkmış, bu hakikatler O’nunla belirlenmiştir. O’nun varlığıyla, bütün varlıkların mertebelerini kabul eden ile etmeyen birbirinden ayrışmıştır. O halde isimler, ister sözle ister yazıyla ifade edilsin, bütün bilinenlere yayılır. Her bilinen varlığın bir türüyle nitelenir. O halde bilgide mutlak olarak yok olan bir şey bulunmaz. Başka bir ifadeyle, herhangi bir şekilde varlıkla ilişkisiz mutlak yokluk olamaz ve böyle bir şey düşünülemez. Bu ilkeyi incele ve iyice öğren!

Bilmelisin ki, mutlak hayalin hakikati ‘amâ’ denilen şeydir. Amâ, Hakkın bulunduğu ilk yerdir. Sahih bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ale­mi yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi’ diye sorulmuş, Peygamber de bu soruya ‘Altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ’da idi’ diye cevap vermiştir. Araplara göre amâ, altı ve üstü hava olan ince buluttur. Bu nedenle Peygamber böyle demiştir. Onu ‘amâ’ diye isimlendirince, Arapların zihinlerine gelebilecek anlamı ortadan kaldırmış ve havayı olumsuzlamıştır. Böylelikle hadiste geçen amâ, hiçbir şekilde Arapların anladığı amâ’ya benzemez. Amâ, Hakkın kendisinde bulunduğu ilk yerdir. Çünkü bildirildiği gibi Hakkın beş oluşu (veya bulunuşu) var­dır: Birincisi Amâ’da olmadır. İkincisi ise Arş’ta olmasıdır. Bu ise ‘Rah­man Arş üstünde istiva etti’244 ayetinde dile getirilir. Üçüncüsü ise gökte bulunmasıdır. Bu ise bir hadiste ‘Rabbiniz her gün yakın semaya iner’ şeklinde dile getirilmiştir. Bir diğeri yeryüzünde bulunmasıdır. Bu ise ‘O göklerde ve yerde Allah Teâlâ’dır’245 ayetinde dile getirilir. Sonuncusu ise ge­nel bulunuştur. Bu ise, farklı mertebeleriyle bulundukları her yerde Allah Teâlâ’nın varlıklarla beraber olmasıdır. Bu durum hakkımızda açıklanarak şöyle denilmiştir: ‘O her nerede iseniz, sizinle beraberdir.’246 Bütün bun­lar, herhangi bir nitelik, teşbih ve niteleme olmaksızın, zatına yaraştığı ve şanının gerektirdiği ve bu konuda kendisine nispet edilen uygun ola­cak şekildedir. ‘O’ndan başka ilah yoktur. O Aziz’dir,’247 Kimse O’nu bil­meye veya hakikatine ulaşamaz. ‘O hakimdir.’248 O, kulları için kelimele­rinde inendir. Böylelikle uzak olan, irade ettiği bir hikmet nedeniyle hi­tapta yaklaşır.

Allah Teâlâ, Amâ’da kendisinin dışındaki (her şey demek olan) âlemin suretlerini açmıştır. Şu var ki hayal, gerçek hayal mertebesi demektir. Bakınız! Amâ bütün var olanların suretlerini kabul eder ve var olmayan şeyi suredendirir. Bu durum, onun genişliğinden kaynaklanır. Öyleyse hayal, Amâ’nın ta kendisidir, başka bir şey değildir! Bütün varlıklar, onda ortaya çıkar. Amâ ‘O, ilktir, sondur, zahirdir ve bâtındır249 ayetinde dile getirilen Hakkın zâhiridir. Bu nedenle, Allah Teâlâ’nın şanına yaraşan şey­leri bilmeyen kimse, bitişik hayalde tasavvuruyla tahayyülde bulunur. Bitişik hayal insan üzerinde hüküm sahibiyse, mutlak hayalin durumu nasıl olabilir? Mutlak hayal Hakkın kendinde bulunduğu hayaldir ki o, Amâ’dır. Oriun gücünün bir yönü, bitişik hayali zabtetmesidir. Şeriat bazı yerlerde bitişik hayalin kendisini sınırlayışını onaylar. Örnek ola­rak, Hakkın namaz kılanın kıblesinde bulunması ya da namaz kılanın tam karşısında bulunması gibi ifadeleri verebiliriz. Böylelikle bitişik ha­yal onu kabul eder. Bu, mutlak hayalin görünümlerinden biridir. Bu hayal, ‘toplayıcı mertebe’ ve ‘kuşatıcı mertebe’ demektir. Amâ’nın Rahman’ın nefesinden meydana gelişi, sadece Rahman olması bakı­mından değil, O’nun ilah olması bakımındandır.

Bütün varlıklar Amâ’da kün (ol) veya el ile veya iki el ile zuhur et­miştir. Amâ ise böyle değildir. Amâ özel olarak nefes vasıtasıyla ortaya zuhur etmiştir. Şeriatta nefes lafzı geçmeseydi -onu bilsek bilebu lafzı kullanmazdık. Nefesin kaynağı ise sevgidir. Sevgi, sevilen uğruna hare­ket etme özelliğine sahiptir. Nefes, bağlanılan kimseye dönük özlem hareketidir. Bu teneffüste onun adına bir haz gerçekleşir. Allah Teâlâ, ‘Bilin­mez bir hâzineydim, bilinmek istedim’ der. Bu sevgiyle teneffüs gerçek­leşmiş, böylelikle nefes ortaya çıkmıştır ki, o da amâ olmuştur. Bu ne­denle Şâri’ ona ‘amâ’ adını verdi. Çünkü bulut demek olan amâ, sıcaklı­ğın etkisiyle unsurların nefesi demek olan buharlardan doğar. Bu ilişki nedeniyle onu ‘amâ’ diye isimlendirdi. Sonra, bulutun cismini kuşatıp dilediği şekilde onu yönlendiren havayı olumsuzlamıştır. Böylelikle amâ’nın başkasının hükmünün geçtiği bir şey olmasını reddetmiştir. Çünkü Amâ, Allah Teâlâ’ya en yakın ve O’nun nefesinden var olan varlıktır.

Amâ bütünüyle boşluğu doldurdu. Boşluk, âlemin yeri veya zarfı­dır, çünkü âlem olmasaydı, boşluk ortaya çıkardı. Boşluk, cisim olma­yan bir şeydeki mevhum uzanımdır. Bu amâ, vasıtasıyla her şeyin yara­tıldığı Haktır. ‘Hakk’ diye isimlendirildi, çünkü nefesin ta kendisidir.

Nefes ise, nefesi verende gizlidir ve böyle akledilir. O halde nefes, bâtın özelliğindedir. Ortaya çıktığında ise zuhur etme özelliği kazanır. Öyley­se nefes bâtında evvel, zâhirde ahir olandır. ‘O, her şeyi bilendir. 5250 Çün­kü dıştaki varlığı mümkün olan madum veya dışta yar olan madum di­ye isimlendirilen her şey, onda ortaya çıkar.

Bu amâ’da güçlü meleklerin ruhları ortaya çıktı. Onlar, melek de­ğil, gerçekte temiz ruhlardır. Sonra, âlemin cinsleri peş peşe ve cinsleri yönünden kemale ulaşana kadar tavır tavır ortaya çıktı. Kemale erdi­ğinde ise, bu cinslerden şahıslar geride kalmıştır. Bunlar, yokluktan var­lığa değil, bir varlıktan diğer varlığa dönüşerek oluşmayı sürdürür. Böylelikle Allah Teâlâ Adem’i topraktan, oğullarını ise nutfeden -kokuşmuş bir suyarattı. Sonra nutfeyi alakaya dönüştürdü. Bu nedenle şahısların varlıktan -yokluktan değilyaratıldıklarını söyledik. Çünkü esas böyle gerçekleşmiştir. Esas (Rahman’a ait) nefesten meydana gelen Amâ’dır. Nefes varlıktır ve o kendisiyle yaratılmış Hakkın ta kendisidir. Alemin cinsleri Amâ’dan yaratıldığı gibi şahısları da Amâ’dan yaratıldı. Bu cins­lerin türlerinden hiçbiri yokluktan yaratılmadı. Aksine o, sabit varlık­larda zuhur etmiştir. Bu durum kitabın başında söylediğimiz ‘Hamd, eşyayı yokluktan ve yokluğun yokluğundan var eden Allah Teâlâ’yadır5 ifade­mizin açıklamasıdır. ‘Yokluktan’, çünkü onun zuhur etmiş bir varlığı yoktu. Ve ‘yokluğun yokluğundan.’ Yokluğun yokluğu ise varlıktır. Başka bir ifadeyle onun dışta varlığı olmasa bile, bu şey, gerçekte bir varlıktan ortaya çıkmıştır. Böylelikle belirli bir nispetle varsaydığın ilk yokluğu yok edersin. Öyleyse yolduk bu nispet bakımından sabit iken diğer yönden olumsuzlanmıştır.

Bu durumu öğrenince, dilersen şöyle söyleyebilirsin: ‘Alem yokluk­tan var oldu.’ Dilersen işin gerçeğini öğrendikten sonra ‘varlıktandır1 dersin. Hayalin gücü olmasaydı, size burada açıkladığım şeyden hiçbiri ortaya çıkmazdı. Çünkü hayal, varlıkların en genişi ve en yetkinidir. Hayal ruhani suretleri kabul eder. Bu, var olan başkalaşmalardaki farklı suretlerde şekillenmedir. Başkalaşmanın bir kısmı hızla gerçekleşir. Ör­nek olarak ruhların bedeni suretlere dönüşmesini verebiliriz. Başka bir örnek ise manaların Amâ’da ortaya çıkan suretler şeklinde gözükmesi­dir. Bazı başkalaşmalar ise yavaştır. Örnek olarak, suyun havaya, hava­nın ateşe, nutfenin insana, unsurların bitki ve hayvana dönüşmelerini verebiliriz. Bütün bunlar, başkalaşmalar olsa bile, insanın tahayyül gü­cündeki -ki bitişik hayaldirsuretlerin başkalaşmasının hızına sahip de­ğillerdir. Söz konusu değişmeler, ruhların cisimlerin suretlerinde bede­ne dönüşmeleri kadar hızlı da değildir. Örnek olarak meleklerin beşer suretinde gözükmesini verebiliriz. Burada hız daha fazladır. Onların yok olması da cisimlerin ölümden sonra başkalaştıkları şeye dönüşme­sinden hızlıdır.

Bu esası anladığında şunu da öğrenmiş olursun: Hakk konuşan, ha­reket ettiren, durduran, var eden ve yok edendir. Bütün suretlerin nispet edildikleri şeye görebir hayal sahibi olduklarını öğrenirsin. Var­lığın hakikati ise Allah Teâlâ’ya aittir. Bakınız! Gölge oyununda perdeyi çeken insan, bakan kişi varlığın bulunduğu durumu tam olarak öğrensin diye onu koymuştur. Bakan insan, perdede farklı suretler görür. Onların hareketlen, tasarrufları ve hükümleri, görünen suretiere değil, tek bir ha­kikate aittir. Onları var eden, hareket ettiren, bizim ile çekilmiş perde arasında suretleri durduran ise -ki bu perde bizim ile O’nun arasında ayırıcı sınırdır ve bu sayede ayrım gerçekleşirAllah Teâlâ’dır. Böylelikle O’na ilah, bize kul ve âlem -istediğini söyleyebilirsindenilir.

Ama, varlıkta hakikatleri bulunmayan anlamlar ile nurani ve doğal cisimler arasında berzahtır. Örnek olarak, biri nefste ve diğeri cisimler­de olan bilgi ve hareketi verebiliriz. Böylelikle hayal mertebesinde ma­nalar, bilginin süt şeklinde bedenlenmesi gibi bedenlenir. Nispetlerin nefste veya cisimde varlıkları bulunmasa bilebelirlenmesi de böyledir. Örnek olarak, bir durumdaki sebatın sabit olanla ilişkisini verebiliriz. Bu sebat, o kişide bitişik hayal mertebesinde belli bir kayıt suretinde gözükür. Başka bir örnek ise, ruhların kendileriyle göründükleri farklı şekillerdeki cisimlerde görünmesidir. Söz gelişi Cebrail’in Dıhye veya meleklerin bir kısmının Bedir günü zerre suretlerinde görünmesini ve­rebiliriz. Bu ise, ayrık hayal âleminde gerçekleşmiştir. Başka bir örnek ise, asa ve iplerin koşan yılanlar suretinde gözükmesiydi. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O zannetti ki.’J51 Kastedilen Musa’dır. ‘Sihirlerinden dolayı.’252 Yani yaptıklarını bildiklerinden. ‘Onlar sürünüyor..:253 Sihirbazlar bunu hayal mertebesinde gerçekleştirmişlerdi. Musa ise, onları hayali olarak algılamış ve tahayyül ettiği şeyler olduklarını anlamamıştı. Bunların da kendi asasıyla aynı hükme sahip olduklarını zannetmişti. Bu nedenle korkmuş ve ona şöyle denilmişti: ‘Korkma, sensin üstün olan.,25i Bitişik hayal ile diğerinin farkı şudur: Birincisi, tahayyül edilenin kaybolmasıy­la ortadan kalkar. İkincisi ise bizatihi bir mertebedir. O, sürekli mana ve ruhları kabul eder, onları kendi özelliklerine göre bedenlendirir. Ay­rık (munfasıl) hayalden bitişik hayal meydana gelir. Bitişik hayal ise iki türdür: Bir kısmı, tahayyülden meydana gelirken, bir kısmı hayalden meydana gelmez. Örnek olarak uyuyanın tahayyül nedeniyle uykusunda gördüğü suretler ile tahayyülden meydana gelen ve insanın içinde tut­tuğu şeyleri verebiliriz. Örnek olarak uyuyanın tahayyül nedeniyle uy­kusunda gördüğü suretler ile tahayyülden meydana gelen ve insanın içinde tuttuğu şeyleri verebiliriz. Örnek olarak, insanın idrak ettiği veya hayal gücünün toplamı bakımından duyunun kendisini idrak etmediği suretleri inşasını verebiliriz. Fakat toplamın bütün bireylerinin duyulur olması gerekir. Fakat tahayyül edilen şey -ki meleğin süreridirbazen beşer suretine girebilir. Bu da, bitişik hayaldeki ayrık hayaldendir. Bu durumda onu bitişik hayale -ki bu ikisinin arasındaki hayaldirduyulur bir suret olarak yükseltir. O olmasaydı, misali bitişik hayalde gözük­mezdi. İnançların suretlerindeki ilahi tecelli de bu kısma girer. Bu kıs­ma inanmak zorunludur.

Müslim Sahih’inde Ebu Said el-Hudri’den uzun bir hadis aktarır: ‘Cehennemde Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş iyi veya kötü kimse kalmayınca, âlemlerin Rabbi kendisinde O’nu görecekleri en basit bir surette gelir ve şöyle der: ‘Ne düşünüyorsunuz?’ Her ümmet ibadet ettiği şeyin pe­şinden gitsin.’ insanlar şöyle der: ‘Rabbimiz! Biz dünya hayatında ken­dilerine muhtaç iken insanlardan ayrıldık, onlara eşlik etmedik.’ Bunun üzerine ‘Ben sizin Rabbinizim’ der. Onlar ‘Senden Allah Teâlâ’ya sığınırız, biz Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koşmayız’ derler. Bunu iki veya üç kez tekrar­larlar. En sonunda bir kısmı neredeyse geriye dönmeye niyetlenir. Bu esnada Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin ile Rabbiniz arasında kendisini tanıyabile­ceğiniz bir alamet var mıdır?’ Onlar da ‘evet’ der. Allah Teâlâ ‘O zaman bunu ortaya çıkarın’ der. Kim Allah Teâlâ’ya kendiliğinden secde ediyorsa ona izin verilir. Korkarak veya riyakâr olarak secde edenin sırtına Allah Teâlâ bir taba­ka yerleştirir. Secdeye her kalkışında sırt üstü yere düşer. Başlarını kal­dırırlar. Hakk, kendilerine göründüğü ilk suretten başka bir surete gir­miştir. Allah Teâlâ, ‘Ben sizin Rabbinizim’ der. Onlar da ‘evet, bizim Rabbimizsin’ diye cevap verirler.’

Hakkın suretlerde başkalaşmasından söz eden bu hadisi insafla in­cele! O, kendisinden başka kimsenin olmadığı zattır. Bir surette inkâr edilmiş, bir surette kabul edilir. Hakikat bir, suretler farklıdır. İşte bu ‘Ama’da suretlerin değişmesi’, yani âlemin suretlerinin değişmesiyle il­gili söylediğimiz sözün anlamıdır. O halde suret olmak bakımından suretler tahayyül edilen şeylerdir. Bunların göründükleri hayal ise Amâ’dır. Bu hadiste, onu insafla ve gerçeği öğrenmek amacıyla ince­lendiğinde, her hastanın şifası bulunur. Aynı şey, Hakkın kalplerde ve mümkünlerin varlıklarındaki tecellisi için geçerlidir. Öyleyse Hakk zuhur edendir. O, mümkünlerin istidadarıyla kendilerinde zuhur edene ver­dikleri şeye göre suretlerdir. O halde, mümkünler Amâ, onlarda zuhur eden Haktır. Amâ, ‘kendisiyle yaratılan Haktır.’ Mümkünlerin varlıkla­rının farklılığı ise sübut halindedir. Bu esnada onların hükmü, kendile­rinde zuhur edende gözükür. Aynı şey Hakkın, uykusunda insana tecel­lisi için geçerlidir. Bu kişi, O’nun Hakk olduğunu tereddütsüz bir şekilde bilir. Keşfte de durum böyledir. Tabir eden ‘doğru gördün’ der. Bu, bi­tişik hayaldedir.

Hayal mertebesi ne kadar geniştir! imkânsızın varlığı bile bu mer­tebede ortaya çıkar. Hatta hayal mertebesinde gerçekte imkânsız ortaya çıkar. Çünkü zorunlu varlık olan Allah Teâlâ, suretleri kabul etmezken bu mertebede suret ile zuhur etmiştir. Binaenaleyh imkânsız olan, bu mer­tebede varlığı kabul etmiştir. Bu mertebede cisim iki mekânda görünür. Nitekim Adem, kendisini Hakkın avucunun dışında (ve içinde) gör­müştü. Hakk elini açtığında ise, Adem ve zürriyeti avucunda idi. Öyleyse Adem avuçta bulunduğu gibi aynı zamanda onun dışındadır. Öyleyse bu mertebe, imkânsızların varlığını kabul edebilir.

İnsan evinde uyurken kendisini alışagelmiş suretiyle başka bir şe­hirde veya bulunduğu halden farklı başka bir hal üzere görebilir. Her iki durumda da kişi -varlığı olduğu gibi bilen içinaynı kişidir, değiş­memiştir. Bu koku olmasaydı, akıllılar bir şeye delil ararken imkânsızın varsayımını takdir edemezlerdi. Çünkü imkânsız bir mertebede varlığı kabul etmeseydi, varsayılması geçerli olamaz ve takdir edilemezdi. Böy­le bir şeyi imkânsızı varsayana söylediğinde, bu özellikle varsaydığı şe­yin durumunu unutur ve şöyle der: ‘imkânsızın varlığı tasavvur edile­mez.’ Hâlbuki o, imkânsızın varlığını farz eder ve gerçekleşen şey hak­kında imkânsıza göre hüküm verir. Onu tasavvur edemeseydi, ona göre hüküm veremezdi. Tasavvur ettiğine göre, imkânsız belirli bir nispetle varlığı kabul etmiştir. Öyleyse söylediğimiz hususu iyice incelersen, gerçeği bulursun!

Allah Teâlâ yolunda savaşırken öldürülen insanın görülmesi de böyledir. O gerçekte diridir, rızıklanır, yer, mümin imanıyla keşf sahibi ise gö­züyle onu görür. Bu durum, kabrindeki ölünün haline benzer, insan onu sakin bir halde görür. O ise konuşmaktadır, kendisine soru sorul­makta ve o da cevap vermektedir. Bunu gören insana bu durumun bir hayal olduğunu söylersen şöyle diyecektir: ‘Sen onun sessiz olduğunu zannediyorsun. O ise konuşmaktadır. Sen onun uzanmış olduğunu zannedersin, o ise ayaktadır.’ Onun söylediklerini rivayet edilen sahih bir hadis hakkındaki iman destekler. Binaenaleyh ikinci kişi, daha güçlü bir delile sahiptir. Bu kişinin gözü, ilkinden daha iyi görür. Her ikisin­den daha kâmil olan kâmil bakış ise her birine şöyle der: Haklısın! Ses­sizdir-konuşmaktadır, uzanmıştır-ayaktadır, ölüdür-diridir.’ Onda gö­rülen her suret, zikrettiğimiz konuyla ilgilidir. Konuyla ilgili başka bir husus ise, ayna ve bütün parlak (cilalı) cisimlerdeki suretlerdir. Parla­tılmış cisim büyük ise, onda görülen suret de büyür. Dışarıdan surete baktığında, onun kendisinde gözüktüğü şeyin değişmesiyle değişmedi­ğini görürsün. Öyle ki dalgalı suyun sureti dalgalı gözükür. Her göz, yani her bakış, diğeri için hayal makamında öldüğünü ve gerçeğin ken­di elinde bulunduğunu söyler. Bütün bunların arasından her bakış doğ­ru söylemektedir. Bu durumda, aynalarda ve parlak cisimlerde görülen suretin hayalde ortaya çıkmasının uyuyanın rüya görmesine veya ruha­ninin şekillenmesine benzer olduğunu anlarsın. Bu suret, aynada veya duyuda değildir. Çünkü o, aynanın dışında ona dönük özel ilgisi bakı­mından duyunun suretinden farklıdır. Gaybte ve şehadette varlıkta sa­dece zikredilen bu durum vardır.

Yenildikleri ve bir yasak olmadığı halde, cennet meyvelerinin kesin­tisiz ve yasaksız bir şelölde idrak edilmesi de konuyla ilgilidir, insan, kesmeden sadece devşirerek ve kendisine yaklaşmasıyla meyveyi yiye­cektir. Varlığı ise ağacln dalında kalacaktır. Böylelikle onun kesilmemiş olduğunu görürsün. Onu elinde yediğin ve bildiğin bir dal olarak gö­rürsün. Yediğin şeyin j kendisinin ağacın dalında kesilmemiş bir halde gördüğün meyvenin ta kendisi olduğundan kuşku duymazsın. Aynı şey, cennetin çarşısı için geçerlidir. Orada cennedikler kendisine baktığında güzel suretler görür. Kişi dilediği her surete girer, onu giyinir ve o su­retle evine döner. Aynı suret çarşıdan ayrılmamış ve kaybolmamış bir halde bulunur. Cennetteki herkes o sureti isteyip ona girseydi, suret yi­ne olduğu gibi kalırdı. Bütün bunlar, hakikatlerin benzeridir. Söz gelişi beyazlık bütün beyazlardadır. Fakat bölünerek veya parçalanarak bu­lunmaz. Beyazlık hakikati, bütün beyazlarda bulunmakla birlikte, bir şeyin kendisinden eksilmediği akledilir bir hakikattir. Aynı şey, bütün canlılarda bulunan canlılık ya da tüm insanlardaki insanlık hakikati için geçerlidir. Bunu bütün akıl sahipleri bildiği gibi tecelli ve benzeri du­rumlarda aynı şeyi inkâr ederler. Kitap ve Sünnette yer alan konuyla il­gili hususları müminler kabul ederken keşf sahiplerine yardımcı olurlar. Akılcılar ise onu inkâr eder. Kabul etseler bile, uzak bir tevil ile veya kendisini söyleyen Allah Teâlâ veya Peygamber iseonu söyleyene anlamını havale ederek kabul ederler. Böyle bir şey senden çıkınca, seni cahil ilan eder, onu inkâr eder ve seni hayalinin bozukluğuyla suçlar. Onlar, inkâr ettikleri şeyi kabul ederler. Çünkü onlar, hayalin bozukluğunu kabul etmiştir, onun bozukluğu ise, var olmadığına delil değildir. Hayalin bozukluğu doğru hayalle örtüşmediğinde söz konusudur. Bizim nezdimizde ise onun hakkında doğru veya bozuk denilmesi birdir ve bu durum hayalin varlığını ispat eder. Hayaldeki bu sureti sahih veya bo­zuk olarak bırakabilirsin. Ben ona önem vermem ve bizim kastımız ha­yalin varlığını ispattır. Yoksa hayalde ortaya çıkan şeyin doğruluğu veya bozukluğuyla ilgilenmiyoruz. Her bakımdan hüküm ona aittir ve duyu­lur, akledilir, duyularda ve akıllarda suret ve manalarda yaratılmışta ve kadimde, imkânsızda-mümkünde ve zorunluda hüküm hayale aittir. Hayal mertebesini bilmeyenin genel anlamda hiçbir bilgisi yoktur. Mârifetin bu unsuru ârifler için gerçekleşmediğinde, onlarda mârifetin kokusu bulunmaz.

Zikrettiğimiz hususu destekleyen bir kanıt da şudur: İdrak ettiğin şeyin duyulur bir gerçek olduğundan kuşku duymazsın. Çünkü duyu ona ilişmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde ‘İnsanlar uykudadır, öldük­lerinde uyanırlar’ buyurur. Peygamber, dünyada algıladığımız şeylerin uyuyanın rüyasındaki algısı gibi hatta onun ta kendisi olduğuna dikkat çekmiştir ki bu, hayal demektir. İnsanların berzahtayken dünya ile ahiret arasmda bir yerde olacağından eminiz. Orası da hayal makamı­dır. Ölüm vasıtasıyla uyanmak, uykuda uyandığını gören insanm haline benzer. Bu kişi, uyandığını zannederek, uykusunda şöyle der: ‘Ben rü­yamda şöyle şöyle gördüm.’ Bu rivayet, ölü hakkındaki şu ayet ile des­teklenir: ‘Senden perdeni kaldırdık, bugün gözün keskindir.25S Daha önce algılayamadıklarını ölüm vasıtasıyla algılarsın. Ölüm, dünya hayatında üzerinde bulunduğun duruma göre bir uyanıklıktır. Sonra ahirette di­riltilirsin. Ahirette diriltilen şöyle der: ‘Bizi bu uykumuzdan kaldıran kim­dir?’256 Kişinin ölüm süresindeki bulunuşu, uyuyanın uyku esnasındaki haline benzer. Bununla birlikte Şâri’, onu ‘yakaza (uyanıklık)’ diye isim­lendirdi. Aynı şey içinde bulunduğun bütün durumlarda geçerlidir. O durumdan ayrılarak bitişik hayalinde bulunduğun halin benzerinde kalman gerekir. Çünkü gerçek olsaydı, başkalaşması ve ondan intikal gerçekleşmezdi. Halbuki hakikatler değişmez. Hayalin hakikati ise her halde değişme ve her surette zuhurdur. Dolayısıyla değişmeyi kabul etmeyen tek gerçek varlık Allah Teâlâ’dır. Gerçekte sadece Allah Teâlâ vardır ve O’nun dışındakiler hayalî varlık sahibidir. Hakk bu hayalî varlıkta zuhur ettiğinde, onda hakiki varlığın ait olduğu zatıyla değil, hayalî varlığın hakikatine göre zuhur edebilir. Bu nedenle sahih hadis, Hakkın kulları­na tecelli ederken suretten surete gireceğini bildirmiştir. Bu durum, ‘Her şey yok olacaktır’257 ayetinde dile getirilir. Alemde -kevni veya ilahibaki olan yegâne şey, bir şeyin yüzüdür (vech). Kastedilen o şeyin zatı­dır, çünkü bir şeyin yüzü, onun zatı demektir. Dolayısıyla zatı yok ol­maz. Dönüşülen suret nerede, kendisinden dönüşülen suret nerede? İş­te, kendisinden dönüşülen suretin yok olmasının tarzı budur. Hakkın dışındaki her şey, hızlı veya yavaş bir başkalaşma halindedir. Binaena­leyh Hakkın dışındaki her şey, perde olan hayal ve kaybolan bir gölge­dir. Dünya ve ahirette ve de bu ikisinin arasında ruh veya nefes, kısaca Allah Teâlâ’nın dışındaki hiçbir şey, baki değildir. Kastettiğim, Allah Teâlâ’nın zatın­dan başka bir şeyin tek bir halde kalmasıdır. Her şey, bir suretten diğe­rine sürekli değişir. Hayal de bu demektir ve hayalin anlamı budur.

Hayalin ilkesine bak! Amâ hakkında ne denilmiştir? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu buluta benzetmiştir ki, benzetme de bir tahayyüldür. Amâ, bü­tün âlemin cevheridir. O halde âlem, bir hayalde ortaya çıktı. O halde âlem, kendisi bakımından tahayyül edilendir. ‘O, odur ve o değildir.’ Söylediğimiz görüşü destekleyen bir kanıt da, ‘Attığında sen atmadın’258 ayetidir. Burada Allah Teâlâ, ispat ettiği şeyin aynısını olumsuzlamıştır. Yani ‘sen, attığını tahayyül ettin.’ Kuşkusuz Peygamber atmıştı, bu nedenle Allah Teâlâ ‘attığında’259 demiştir. Sonra atmanın doğru olduğunu belirterek şöyle demiştir: ‘Fakat Allah Teâlâ atmıştır260 Ey Muhammed! Sen Hakkın su­retiyle ortaya çıktın. Böylelikle senin atışın, insanın atışının isabet etme­yeceği şekilde isabet etmiştir. Nitekim Hz. İsa kuş suretine üflemiş, o da kuş olmuştu. Gerçekte İsa’nın üflemesinde ilahi üfleme ortaya çık­mıştır. Bu durum ‘Ona ruhumdan üfledim’26' ayetinde dile getirilir. Üf­leme, bir nefes olduğu gibi Amâ da nefesin ta kendisidir. Öyleyse o, Hakkın varlığındaki üflemedir. Böylelikle ondan Hakta halk (yaratılan) teşekkül eder. Bu durumda ‘yaratmaya vasıta olan Hakk (el-Hakk elmahlûk bihi)’ âlemin suretlerinin kendisinde zuhur ettiği şeydir. İlahi tecelli ise, onda zuhur etmiştir. Bu kadarlık açıklama, hayalin bilinmesi hakkındaki görüşümüzü ifade için yeterlidir. Bu kitapta daha önce Adem’in toprağının kalıntısından yaratılmış arzın ne olduğu açıklan­mıştı. O, âlemin suretlerinin kendisinde ortaya çıktığı şeydir. Bunun bi­linmesi de, aynı meselenin bir yönüdür.

YEDİNCİ TÜR BİLGİ

Hastalık ve İlaçlarını Bilmek

Mârifetin yedinci türü ise, hastalık ve ilaçlarını bilmektir. Bu bilgi­ye, (müritleri) terbiye eden şeyhler ihtiyaç duyar. İlaçlar ise, onları kul­lanana yarar sağlar. Hasta ilaçları kullanmazsa, etkileri de ortaya çık­maz. Allah Teâlâ izin verirse, burada ana hatlarıyla hastalıkları açıklayacağız, ardından tasavvuf yolunda hastalıklara ait ilaçları zikredeceğiz. Bunların yeri, özel olarak nefslerdir. Akılların ya da bedenlerin bu hastalıklarla il­gisi yoktur. Çünkü akılların hastalıkları bellidir. Cisimlerin hastalıkları da bellidir. Beden hastalıklarının ilaçları doktorlar tarafından bilinirken akıl hastalıklarının ilaçları ise doğal mizaca göre halvetlere çekilme, te­fekkürü bırakma ve sürekli zikirdir. Öyleyse bizim ele alabileceğimiz tek konu nefslerin hastalıklarıdır. Bunlar, üç temel hastalıktır: Birincisi söz­lerde, İkincisi fiillerde, üçüncüsü ise hallerde ortaya çıkar, inançlardaki hastalığa gelirsek, inanç hastalığı, akılların hastalığıdır ki, daha önce onu zikretmiştik.

Şimdi sözlerdeki hastalıkları zikredelim. Bunların birincisi, doğru söze bağlanmaktır. Söz hastalıklarının en büyüklerinden biri budur. İla­cı ise doğru sözün söyleneceği yeri bilmektir. Çünkü gıybet de doğru bir şeyi söylemektir. Laf taşımak da öyledir. Fakat bunlar yasaklanmış­tır. Kişinin ailesiyle yatağında yaptığı iş hakkmda konuşması da büyük günahlardandır. Topluluk içinde doğruyu nasihat etmek doğru, fakat bir taşkınlıktır. Bu davranış, bilgisizlerden ve art niyedilerden meydana gelebilir. Çünkü nasihatten amaçlanan yarar, bir menfaatin ve muhab­betin meydana gelmesidir. Toplum içinde yapılan nasihat kabul edil­meyeceği gibi bu davranış bir düşmanlığa da yol açabilir. Allah Teâlâ ise bu­nu kınamıştır. Çünkü nasihatin yapıldığı kişi toplum içinde mahçup duruma düşer. Toplumda nasihat edilen şahıs, davranışını mazur gös­termek için yalan söylemeye kalkar ve bulunduğu durumdan farklı şey­ler söyler. Bu ise, (onun adına) büyük bir bozgunluğa yol açar. Aynı ki­şiye iyi bir yöntemle tenhada nasihat edilip gerçekte farkına varmadan ve kasıtsızca yaptığı nefsinin bir eksikliği ona gösterilebilir. Bu durum­da -nasihat edilen kişi bilmiyor isesöz konusu davranışm çirkinliği kendisine öğretilir. Böyle bir nasihat karşısında o kişi de nasihat edene içinden teşekkür eder, ona dua eder, onu sever. Böyle bir nasihat kişiye iyilik kazandırır ve onu ölçü olarak alır. Öyleyse her gerçek emredilmediği gibi dince de ve örfe göre de beğenilmemiştir. Aynı şey hoşlanma­dıkları şeylerle insanlara davranan kimse hakkmda geçerlidir. Söylenen gerçek bile olsa, böyle bir davranış alçak tabiata, bilgisizliğe ve Allah Teâlâ’dan hayanın azlığına delildir. Böyle bir insan, içinde Allah Teâlâ’nın beğenmediği bir eksikliğin bulunmasından uzaklaşamaz. Kendi eksildiğini incelemek­le meşgul olması, onu başkasının ayıplarını görmekten engellerdi. Ar­kadaşının eksikliklerini araştırmaya koyulup aldığı nefesleri teftiş eden insan -ki bu hastalıkların en şiddedisidirkendini ilgilendirmeyen bir iş­le meşguldür ve kendi nefsinden habersizdir. Nefs, arkadaşlık esnasında bir gün için (arkadaşının davranışını) kendinde saklar. Bu esnada arka­daşı hakkındaki sevgi, bu eksildiğin farkına varmasını engeller. İçinde arkadaşı hakkında en küçük bir hoşnutsuzluk veya bıkma veya arkadaşı hakkında ortaya çıkan bir nefret duygusu gerçekleştiğinde, içinde sakla­dığı çirkin huyunu izhar eder. Bu eksiklik, onda gizlenmiş ve araştırma­sı esnasında onu saklamıştı. Bunun üzerine kınamak üzere şöyle der: ‘Sen falan gün şöyle dememiş miydin? Falan gün böyle yapmamış mıydin?’ Sonra sakladığı şeyleri bir bir sayarak şöyle der: ‘Bütün bunlar, dindarlığın eksikliğine veya dindar olmayışa işaret eder. Ben bütün bunları görüyor ve diyordum ki: Belki bu davranışın o kişi adına bir yorumu vardır. Hâlbuki şeriatta senin için bu konuda bir yorum yoktur ve davranışın hakikate aykırıdır.’ Böylelikle arkadaşına nahoş bulacağı ve farkında olmadığı (davranışları hakkında) sözleri işittirir. Arkadaşı, bu kişinin onun nefeslerini saydığını ve en büyiik düşmanlardan biri ha­line geldiğini bilemez. Bütün bunların kaynağı, arkadaşının davranışla­rını araştırmak ve onları nefs hâzinesinde (hafızada) saklamaktır. Bu ise, doğanın kötülüğünden, kökün ve dalın bayağılığından kaynaklanır. Bu davranış, dosdarda ve arkadaşlarda sıkça görülür. Bu bağlamda şöyle denilir:

Düşmanından bir kere

Dostundan bin kere sakın!

Olur ki dostlar ayrışır

Zararı en iyi bilen dost!

Bütün bunlar, gerçek olsa bile, vebali sahibine dönen günahlardır. Söz hastalıklarından biri de insanların hallerini sormak ve yaptıklarını soruşturmaktır. ‘Falan niçin geldi, niçin gitti vb. Kısaca gereksiz şeyleri sormak söz hastalıklarındandır. insanın kendisi yokken ailesinin yaptık­larını soruşturması bu kapsama girer. Hastalığın ilacı, yolculuktan dö­nerken geceleyin evine gitmeyen ve arkadaşlarına bunu yasaklayan Pey­gamber’e uymaktır. Böylece insan ansızın yanlarına gelip nahoş karşıla­yacağı bir halde onları bulmamış olur. Bu bağlamda kapıdan izin iste­mek de gizliliği korumak demektir. Çünkü herkesin bir takım sevinçleri vardır ve insan yaptığı her işin -iyi bile olsaherkes tarafından öğrenil­mesini istemez. Soru soran kişi onu öğrenmekte ısrar ederse, soru soru­lana zarar verir, onu istemediği şekilde konuşmaya veya yalan söyleme­ye zorlar. Konuşmazsa, soru soranın içinde kırıklık meydana gelir ve şöyle der: ‘Onun gözünde değerim olsaydı, sorduğum şeyi benden saklamazdı.’ Böylelikle sevgisindeki samimiyeti eksilir. İçinde onu böyle davranmaya sevk eden bir itham meydana gelmişse, bu, ne şeriat ne akıl ve ne de erdeme uyar. Böyle bir davranış, gidişatı kötü ve dindar olma­yan, içi kötü bir insandan meydana gelebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurur: ‘Kişinin kendini ilgilendirmeyen işleri bırakması, onun Müslü­manlığının güzelliğindendir.’

Söz hastalıklarının birisi de başa kakmak ve başkasına yapılan iyiliği konuşmaktır. Başa kakmak, bir eziyettir ve onun ilacı, iyilik yapılan in­sanın üzülmesinin iyilik sahibinin sevabını boşa çıkartacağının bilinme­sidir. Allah Teâlâ böyle bir davranışı ‘Sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ede­rek boşa çıkarmayın’262 ayetiyle geçersizleştirmiştir. Hangi eziyet başa kakmaktan daha büyük olabilir ki? Çünkü o psikolojik bir eziyettir. İla­cı ise, insanın başkasına ancak Allah Teâlâ’nın bilgisinde ona ait olarak belir­lenmiş bir şeyi ulaştırabileceğini görmesidir. Bu iyilik, kendisine ait ol­mayan onun elindeki bir emanettir, fakat sahibini tanımıyordur. Bu iyi­liği Allah Teâlâ’nın gerçekte belirlediği kimseye vererek elinden çıkardığında ise, emanetin sahibini tanır. Emaneti sahibine ulaştırıp (onu ehline verme görevini) yerine getirdiği için Allah Teâlâ’ya şükreder. Bu bakışla iyilik yapan biri kesinlikle başa kakmaz.

Söz hastalıklarından biri de, kişinin içinden bir amaç taşıyarak evladarının birine iyilik yapmasıdır. Hâlbuki aynı iyiliği diğer çocuklarına yapmaz. Bu iyiliği yapmadığı evladarınm huzurunda birisi ona şöyle der: ‘Niçin aynı iyiliği diğer çocuğuna yapmadın?’ Bu da, çocuğun hu­zurunda söylendiği için gereksiz bir sözdür ve evladın içinde babaya karşı düşmanlık meydana getirir. Böyle bir söz, lüzumsuz davranışı çok bir cahil tarafından söylenebilir. Bu söz, şeytanidir ve gerçekleştikten sonra ilacı yoktur. Gerçekleşmezden önceki ilacı ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisini dikkate almaktır: ‘Kişinin kendini ilgilendirmeyen işleri bı­rakması, onun müslümanlığının güzelliğindendir.’

Söz hastalıklarından biri de insanın şöyle demesidir: ‘Söylediğimin dinleyene ağır gelip gelmemesi beni ilgilendirmez.’ Bunu söylerken de gereksiz konuşup konuşmadığına veya hangi bağlamda konuştuğuna dikkat etmez. Sonra şöyle der: ‘Falana doğruyu söyledim, onu duymak kendisine ağır geldi. Doğruyu dinleyeceğine, kendini temize çıkarmaya çalışa ve başkasını kınadı.’ Böyle bir insan ‘Onların sözlerinin çoğunda hayır yoktur’263 ayetini unutur ki bu hastalığın ilacı bu ayettir. Başka bir ifadeyle ilaç ‘onların sözlerinin çoğunda hayır yoktur, sadakayı tavsiye eden hariç’264 ayetidir. Doğru sözün yeri ve (söylenme) özelliği vardır. Bu ise onun açıkta değil, gizli söylenmesidir. Çünkü açıklık, farkına varılma­yan bir hastalıktır. Çünkü bazen onu Allah Teâlâ’dan başkası adına verebilir. Sonra şöyle denilir: ‘Ya da maruf olarak...’265 İyi söz, Allah Teâlâ’nın belirlediği yerli yerinde söylenmiş ve dinleyende bir yarar sağlaması umulan söz­dür. İşte bu, ‘ya da maruf söz266 ayetinin anlamıdır. Böyle yapmayan kimse, bildiğini iddia etse bile, cahildir. Sonra şöyle demiştir: ‘Ya da in­sanların arasını düzeltmek için söylenen söz hariç.’267 Böylece insan Allah Teâlâ’nın muradının karşılıklı sevgi ve muhabbet olduğunu öğrenir ve bu yolda çabalar. Sözünü yerli yerinde kullanmazsa bu durum, ilişkilerinin kesilmesine, karşılıklı nefrete ve yüz çevirmeye yol açar. Bütün bunlar­dan sonra ise konuşan için şöyle der: ‘Bunu Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yapan kimse...’ Böyle bir davranış, Allah Teâlâ’nın razı olduğu hususları bilen kişiden ortaya çıkabilir. Allah Teâlâ’nın razı olduğu iş ise, ancak Kitabın­da ve Peygamber’inin dilinde şeriat yaptığı hususları bilmekle gerçekle­şebilir. Böylece insan bir şeyi söylemek istediğinde, sözünü o yerde her bakımdan Allah Teâlâ’yı razı edecek şekilde söyleyip söylemediğine dikkat eder. Sözünde Allah Teâlâ’nın rızasını bozacak bir yön bile bulursa, sözün bü­tünü geçersizdir ve Allah Teâlâ nezdinde beğenilmemiştir. Çünkü bölünme veya ayrışma yoktur. Burası bir sürçme yeridir. İlacı ise, söylediğimiz gibi, meşru amel ve Allah Teâlâ’yı razı edecek işleri bilmektir.

Söz hastalıklarından biri de genelleştirmeksizin hükümdar veya başka biri gibi, belli bir şahıs karşısında münkeri (çirkin, kötü) değiş­tirmektir. İlacı ise, bu konudaki ölçüyü bilmek ve münker davranıştan uzak durmaktır. Kişi şeriatın kendi mezhebinin ve içtihadının münker saydığını bildiği şeylerden uzak durmalıdır. Başkasının mezhebinde ya­sak olup ona göre mubah olan fiil onu bağlamaz. Sonra, kendisine göre münker olan şeyi hakkında eleştirdiği kişiye bakar. Söz konusu münker o kişinin mezhebinde helal olabilir. Örnek olarak, hurmadan yapılan nebizin Hanefılerdeki durumunu verebiliriz. Nebizin haram olduğuna inanan bir insan başkasının nebiz içtiğini veya onunla abdest aldığını görürse, sadece nebizin haramlığına inanana tepki gösterebilir. Ya da tepki gösterilen münker, haramlığı hakkında görüş birliğine varılan hu­suslardan olmalıdır. Bu konudaki ölçü budur.

Sözlerin ayrıntısı çoktur. Hastalıklarını ve ilaçlarını ise iki şeyde sı­ralayabiliriz: Birincisi susmak istediğinde konuşman, konuşmak istedi­ğinde ise susmandır. İkincisi ise sustuğunda günahkâr olacağın durum­larda konuşmandır. Aksi halde, konuşmamalısın. Sözünün beğenildiği ve güzel bulunduğu yerlerde konuşmaktan sakınmalısın. Çünkü o esna­da konuşmak, büyük günahlardandır. Bunun yegâne ilacı ise, bilinme­yen bir hususta tanıklık etmek durumunun dışında, susmaktır. Bu ko­nudaki ilke budur.

VASIL

Fiil Hastalıklarının Açıklanması

Fiil ve davranışlardaki hastalıklar, bir fiili topluluk içinde yapmanın -söz gelişi namaz kılmak gibiyalnız yapmaktan daha güzel olmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle biri hakkında şöyle der: ‘İşte bu, davranışıyla Rabbini kandırmaya çalışan biridir. Namazını toplulukta güzel lalarken yalnız kaldığında kötü kılar.’ Bu, nefs hastalıklarının en büyüklerinden­dir. İlacı ise, ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?5268 ayetiyle ‘Sizin gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilir269 ayederidir. Bir rivayette ‘Allah Teâlâ kendisinden utanılmaya daha layıktır’ denilir. Böyle ayet ve hadisler, bu hastalığın ilacı­dır. Bu hastalığın başka bir ilacı daha vardır, fakat terkibi belirsizdir. Bu ilaç, davranışı güzel yapmayla insanm bilgisize öğretmeyi ve gafile ha­tırlatmayı amaçlamasıdır. Başka bir hastalık ise, insanlardan dolayı ame­li bırakmaktır. Böyle bir davranış, sûfilere göre riya iken insanlar için amel yapmak Allah Teâlâ ehlinin büyüklerinin nezdinde -riya değilşirkin ta kendisidir. Bunun ilacı ise, ‘Sizi ve amellerinizi yaratan Allah Teâlâ’dır270 ve benzeri ayetlerdir.

VASIL

Hal Hastalıklarının Bilinmesi

Hallerdeki hastalıklar ise, insanlar nezdinde kendisinin de salih ol­duğu bilinecek şekilde, salih insanlara arkadaşlık etmektir. Hâlbuki o şehvetine uyan biridir. Salih insanlar semada ise, o oradaki bir cariyeye veya oğlana âşık olur, topluluk bunu bilmez. İçinden o şahsa bağlandığı için, kendisine vecd gelir ve halinin etkisi altına girer, hareketlenir, çığ­lık atar, nefesleri hızlanır, ‘Allah Teâlâ Allah Teâlâ’, ya da ‘Hu Hu’ diyerek Allah Teâlâ eh­linin söylediği sözleri söyler. Oradaki topluluk da onun halinin ilahi ol­duğunu zanneder. Üstelik böyle bir insan, sahih bir vecd ve hal sahibi olabilir. Fakat bu durum, ilacı ‘Onu tahrip eden hüsrana uğramıştır271 ayeti olan kimse adına geçerlidir.

Hal hastalıklarından biri de, içinde bulunulandan başka bir halde görünmektir. İlacı ise, insanın nefsinde bulunan ve giymesi helal olan hali ‘giymesidir.’ Bu hastalıkları ve ilaçlarını bilip de nefsine karşı onları kullanana ilaçlar fayda verir.

Anlatılır ki: Şeyh Ruzbihan, güzel bir şarkıcı kadına tutulmuş ve kendini ona kaptırmış. Daha önce hacda Allah Teâlâ sevgisiyle vecde gelirken o kadar ses çıkarırmış ki, Kabe’yi tavaf edenleri bile rahatsız edermiş ve bu nedenle Harem’in satıhında tavaf edermiş. Ruzbihan düzgün hal sa­hibi biriydi. Kadına tutulduğunun kimse farkında değildi. Ruzbihan’daki Allah Teâlâ sevgisinin hükmü bu kez kadına geçmişti, insanların kendisindeki sevginin Allah Teâlâ sevgisi olduğunu zannettiklerini fark edin­ce, sûfilerin yanına gelerek hırkayı çıkarıp atmış, hikâyesini anlatarak şöyle demiş: ‘Halim hakkında yalan söylemek istemem.’ Sonra şarkıcı kadının hizmetine girmiş. Kadına Ruzbihan’ın hali, kendisine bağlılığı ve Allah Teâlâ ehlinin en büyüklerinden birisi olduğu bildirildiğinde, kadın utanarak onun dürüstlüğünün bereketiyle yaşantısını bırakarak Allah Teâlâ’ya dönmüş ve O’na hizmet etmiş. Allah Teâlâ da kadına dönük bu sevgiyi Ruzbihan’ın kalbinden silmiş, tekrar sûfilere dönmüş, hırkasını giymiş, hali hakkında Allah Teâlâ karşısında yalan söylememiştir. Onların doğrulukla­rı böyleydi ve işin özü de budur. Çünkü insan, ya bir söz ‘söylemekte­dir’ veya bir fiil veya bir haldedir ya da dördüncü bir şeydedir. Aynı şe­kilde, vecd halinde ayakta duran kişi de böyledir. Sonra vecdi gider ve hemen oturur ve artık vecde gelmeye çalışmaz. Vecde gelmeye çalışır da orada bulunanlara vecde gelmeye çalıştığını söylemezse hastadır. Bu durum, bu meseleyi özeder. Sözlerin, fiillerin ve hallerin ayrıntıları çok­tur. Bu konuda, yalandan uzaklaşıp doğruya bağlanmak gerekir, insan­lar için Allah Teâlâ’nın gereken yerde izhar ettiği şeyi göstermek gerekir. Allah Teâlâ’nın bu işlerin tafsili hakkındaki hükmünü bilmek, Allah Teâlâ ehli nezdinde zorunludur. Allah Teâlâ’nın hükmünü bilmeyen ise, O’na ibadet edemez, çün­kü Allah Teâlâ cahili dost edinmez.

Bu söylediklerimizle marifetin bölümlerini ve alt kısımlarını açık­lamış olduk. Bir insan onları öğrendiğinde, özel anlamda ‘ârif diye isimlendirilir. Buna bir de Allah Teâlâ’yı, O’na zorunlu ya da hakkında müm­kün veya imkânsız özellikleri bilmeyi de ekleyerek O’nun zatını ile ilah oluşunu bilmeyi ayırt edebilir. Böyle bir bilgi, âriflerin değil, Allah Teâlâ’yı bi­lenlerin makamıdır. Çünkü mârifet bir hedef iken, bilgi yolu kanıttır. Bilgi, ilahi bir nitelik iken, mârifet var olana ait nefsanî ve Rabbani bir niteliktir. Bu bölüm, mârifetle ilgilidir. Allah Teâlâ ehlinden arkadaşlarımız, Allah Teâlâ’yı bilenlere ‘ârifler’ adını verdikleri gibi zevk yoluyla Allah Teâlâ’yı bilme­ye de ‘mârifet5 adını vermiştir. Onlar bu makamı sonuçlarıyla ve ehlinde ortaya çıkan niteliğinin ayrılmaz özellikleriyle tanımlamışlardır.

Cüneyd’e mârifet ve ârifın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiş: ‘Suyun rengi kabının rengi.’ Başka bir ifadeyle ârif, Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmıştır. Öyle ki ârif, adeta Haktır. ‘O’dur ve O değildir.’ Sûfılere göre ârif, heybeti ve sekineti nefsine hissettiren, Haktan kendisini alı­koyacak ilgileri olmayandır. Onun mârifetinin başı Allah Teâlâ’ya, sonu son­suzlara dönüktür. Arifin kalbine Hakk veya batıl girmez. Hakkın zikri onu kapladığı için, kendinden habersizdir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede etrçıez ve O’ndan başkasına dönmez. Bu kişi kalbiyle değilRabbiyle yaşayandır. Mârifet kalbine girdiğinde ise, sa­hip olduğu halleri (fail olan) Allah Teâlâ5a çevirmekle onları bozar, yoksa onlan yok etmez! Çünkü haller, Allah Teâlâ5ın Belkıs’ın diliyle ‘Hükümdarlar bir yere girdiklerinde orayı bozarlar, azizlerini zelil yaparlar272 demesine benzer. Bize göre gerçek öyle değildir. Aksine onlar, o yerin ehlinin azizlerini daha önce başkasıyla aziz iken Allah Teâlâ ile aziz olanlar haline çe­virirler. Onların horluğunu ve zelilliğini ise, başkası karşısında değil, Allah Teâlâ5ın karşısında zillet yaparlar. Onlara göre ârifın hali yoktur. Bunun nedeni, onun özelliklerini silmesi, hüviyetini yok etmesi ve izinin kay­bolmasıdır. Kul, Allah Teâlâ ile müstağni olduğu sürece mârifete sahip ola­maz. Arif, dilsizdir, kesilmiştir, içine kapanmıştır, bildiğini övmekten acizdir. Nurlanmış bile olsa, bedende kalmaktan korkar ve endişe du­yar. Çünkü Şâri5 ona ölümle kendisine kavuşabileceğini bildirmiştir. Bu nedenle o kavuşmayı özleyerek, dünya hayatı ona kasvet verir. Öyleyse ârifın yaşantısı kirden arınmış, -nefsinde değilgerçekte hayatı hoştur.

Bütün yaratıklar ondan (onun kalbinden) gitmiştir. Bakan herkes ona saygı duyar. Görüldüğünde Allah Teâlâ hatırlanır. Allah Teâlâ ile ünsiyet eder. Bir aralık ve fasıla olmaksızın Allah Teâlâ ile beraberdir. Kalbinde diridir, kalbi­nin tazimi Hakka aynadır, hilim (gücü varken bağışlama) sahibidir ve bu özelliği kazanmak için çalışır. Dünya ve ahiretten uzaklaşmıştır. Hayret ve dehşet sahibidir. Amellerini Allah Teâlâ’dan alır, onlarda Allah Teâlâ’ya döner (kendisine mal etmez). Midesi aç, bedeni çıplaktır. Hiçbir şey hakkmda üzülmez. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka harekedi görmez. Gözleri ağlar, kalbi güler. Ârif, iyinin ve kötünün değdiği yeryüzüne benzer. Her şeyi gölgelendiren bir buluttur ârif. Sevdiği ve sevmediği her şeyi sulayan yağmur gibidir. Onda ayrıştırma yoktur. Arzusunu hiçbir şey tatmin edemez. Kendine ağlar, Rabbini över. Malını harcar, Hakka ait şeyle durur, bir an bile O’ndan gafil kalmaz. Rabbini Rabbiyle bilir ve hallerinde hazırlıklıdır. Başkaları onu düşünmez. Allah Teâlâ’nın kelamından başka bir sözle konuşmaz. Yaratıklardan uzaklaşmıştır. Yoksunluk ve zillet sahibidir. Bu ise, zenginlik ve izzeti doğurur. Onun mârifeti, Hakkın sırları üzerine doğması ve nurların peş peşe gelmesidir. Hali sözünün üzerindedir. Fetih bakımından halleri denktir. Namazında ol­duğu gibi yatağında da haller ona açılır -bununla birlikte gelen ilhamlar mekânlara göre değişir.Sürekli zikreder. Temyizi düşüren parıltıları (levami’) vardır. Hiçbir şey onu kirletemez ve her şey onunla durulaşır. Bilgi türleri onun için aydınlanır ve onlarla gaybın sırlarını görür. Batı­ran dalgaları olan tahkik denizlerinde boğulmuştur. Yükselir ve batar. Vaktin sahibidir. Hakkın üzerindeki yükümlülüklerini tam olarak yeri­ne getirir. Onun özelliği, sürekli bir nitelikten başka bir niteliğe başka­laşmaktır. Gayret göstermez veya (herhangi bir şeyi) kendine çekmeye çalışmaz. Vaktin biriciğidir. Eşyayı sığdırır, fakat eşya onu sığdıramaz. Umut eder, kendinden bir şey umulmaz. Merhametlidir, ünsiyet eden­dir. Hakkın celalini görendir. Hazretin cemalini her ilhamda görür. İş­lere kastı olmaksızın tesadüf eder. Kaybederken bulur. Lütufta kahrı, kahırda lütfü vardır. Halk (âlem, yaratılmış) olmaksızın, Haktır. Allah Teâlâ’nın her şeyi ayakta tuttuğunu görür. Allah Teâlâ nedeniyle eşyadan fani, Allah Teâlâ ile bakidir. Oluştan gaip Yaratan ile hazırdır. Başkası (hakkmda) ayık, sevgisiyle sarhoş, tecelliyi toplayandır. Geçmiş, içinde bulunduğu durumu ona kaçırtmaz. Kavuşması sabit, ibadeti âdet içinde sağlamdır bununla birlikte hastalıkları yok etmiştir.Özü gereği itaatkârdır, teş­bihten münezzeh Rabbinin emrini kabııl edendir. Şeriatın hükümleri O’ndan onun üzerinde tek bir hakikatte akar. O, ruh ve rahadık sahibi­dir. Kalbi, her sâlike giden bir yoldur. Delil, keşf ve müşahede sahibi­dir. Gelen her varide (ilham) saygı gösterir. Şahit karşısında saygılıdır, hastalıklardan uzaktır. Kendisine ilka edilir, o da telakki eder. Sevgisini gizleyen ve saklayandır. Vakfe yerinde hapsedilmiştir. Zorlanarak gi­dendir. Dönmesi sülük, perdesi müşahededir. Sırrını ise gözü bilmez.

Arif için her ne zaman bir yön ortaya çıksa, ondan bâtın olduğu bi­linir. O, yalnızlık olmaksızın, tek bir yüzdür (vech, yön). Halleri isimle­rin hükümlerine göre çoğalır. Anlayışı güvenilirdir. Artışı kabul eden, çokluğu birleyen, kadim söz sahibidir. Perdenin ardındakini perde kalkmaksızın bilir. Sönük nur sahibidir. Işınları yakıcıdır..Varidatı sıkı­cıdır ve bilinmeyen şeyleri ona getirir. Telvininde temkin (değişmede sebat) vardır, çünkü Yaradanı ‘her gün bir iştedir.’ (Âlem demek olan) Siva’dan tamamen soyudanmıştır. Mertebesinde Hakk ile durur. Kendi­sinden istenilen her şeyi dileyendir. Kendisini çeken ilahi inayet sahibi­dir. Dururken sülük eder. Sefer ederken mukimdir. Bakış ve nazar sa­hibidir. Bir bakışa dile gelmeyecek sırları sığdırır. Bir sebep (vasıta) ol­maksızın Allah Teâlâ’dan anlayandır. Ahlâkını bir olmayı (ittihad) dile getir­meksizin süsleyendir. Giden her şeyde (ya da mezhepte) kendisi gitmeden-gidendir. Nefsin kibrinden ruhu arınmıştır. Mertebeleri makamın­da bilinir. Sırrında konuşana inanır, ona kulak verir ve getirdiğini arzu­lar. Ârif bâtınındakine karşı şefkatii, içinde bulunduğu vaktin yararına gizlediğinin zıddını gösterendir. Yüce veya aşağı toplulukta gariptir. Kimse onun üzerinde hüküm sahibi değildir. Etkin, sınırlı ve sınırsız himmet sahibidir. Sırların yayılmasına karşı kıskançtır. Hiçbir şey onu köleleştiremez. Varlıkları meşveret yoluyla bu konudaki bir tecelliyle mütalaa eder. Bu tecelli onu sıkıntıdan alı kor. Çünkü oluş makamı onu gerektirmez. Bütün hayırları kendinde toplayandır. İsimle değil, meşiyet ile hüküm verir. İki ucu birbirine denktir. Ezeli, ebedi gibidir. Makamlar onun üzerinde döner, o makamlar üzerinde dönmez. İki eli vardır. Bunlarla -gayb ve şehadet âleminde Hakkın emrinden ve O’nun vekil ve halifesi olarakçeker ve yayar. Âlemin yüklerini sırtlanır. Gizli şeyler onunla ortaya çıkar. Düşünceleri şahısları kendi suretlerinde inşa eder. Dört (unsuru) korunmuş olandır. Melekûta yönelmiştir. Arifin nitelikleri sayılamayacak kadar çoktur.

Bunlar, arifin ve marifetin hakikati hakkındaki ifadelerdir. Bunları dile getirmemizin nedeni, onların kastettikleri şeyin öğrenilmesini sağ­lamaktır. Öyle ki, kimse, sûfilerin gitmediği bir yolda yalnız başımıza gittiğimizi bizden duyamaz. Yol birdir. Bunünla birlikte, herkesin ken­dine özgü bir yöntemi olabilir. Çünkü Allah Teâlâ’ya giden yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır. Yani her nefes, Allah Teâlâ’ya giden bir yoldur ve bu doğrudur. Nefesleri bilmek ve onları gözetmek hakkında ne kadar çok şey yitirirsen, yolları bilmek hakkında da o kadarını yitirirsin. Yolları bilmek hakkında ne kadarını yitirirsen gayeler hakkında da o kadarını kaybedersin. Her yolun gayesi Allah Teâlâ’dır. Çünkü ‘O her şeyin kendine döndüğü’273 kimsedir.

Bize göre ilahi mertebeden -ki arifler onu vecdlerinde Haktan mü­şahede eder ve bu, çetin bir iştirarifin niteliğine gelirsek şöyle deriz: Arif marifete ulaşınca, cem’ halinde Hakk ile var olur. Himmeti etkindir, bir sınırlama olmaksızın bütün varlığa nüfuz eder. Fakat bu da, Allah Teâlâ ehlinin nezdinde bilinen bir ölçüyle gerçekleşir. Arif âlemdeki insan, cin, melek, hayvan gibi bütün varlıkların nezdinde niteliği ve özelliği bilinmeyen kimsedir. Arif bilinip de sınırlanmaz ve farklılaşmasını sağ­layacak şekilde adetten ayrılmaz. Arif zikri taşıyandır. Hali gizlidir, Allah Teâlâ’nın kullarına dönük genel şefkati vardır. Kendisine merhamet edilme­si emredilen kimseyi ayırt eder ve ona özel bir şekilde merhamet göste­rir. Hakkın iradesiyle irade eder, tartışmaz ve karşı koymaz. Varlıkta onun istemediği bir iş gerçekleşmez. İstemediği veya nahoş bulduğu bir şey gerçekleşirse, yumuşak iken şiddedenir. Çirkin huylarda güzel ahlâ­kı bilir. Böylelikle ehline karşı hikmedi bir şekilde onları yerli yerine yerleştirir. Allah Teâlâ’nın uzaklaştığı kimseden uzaktır. Uzak iken, yine de ona karşı cömerttir. Alemdeki bütün haberleri doğrular. Başkası nezdinde yalan olan şey, onun nezdinde doğrudur. Allah Teâlâ’nın kullarından gelecek sıkıntılardan güvendedir. Yaratıkların farklı türleriyle zikirlerini görür. Ancak kendi gibi bir ârife kendini gösterir. Hakk kendisinde tecelli etti­ğinde şöyle der: ‘Ben kevni ve ilahi niteliklerinin genelliğinde benzerlik gücüne sahibim.’ Bismillah dediğinde, istediği her şey bu sözüyle him­metinden meydana gelir. Hâlbuki Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereğiyle, ‘ol’ demez. Mertebelere ve fnakamlara hakkını verir. Küçüğün hakkına saygı gösterir. Bütün bu nitelikleri tek bir halde kendinde toplar. Mik­tarları ve ölçüleri bilir. İhmal etmez, aşırıya gitmez. Her an hallerin başkalaşmasıyla etkilenir. Alemdeki hiçbir şeyi yitirmeyeceği, kaçırma­yacağı gibi Hakkın içinde bulunduğu anda âlemin o andan talep ettiği şeyden habersiz kalmaz. Nefesin çıkması esnasında kalbinde bulunduğu surete göre suretlerin yaratılışını nefeslerinden bilir. Kalbini soğutmak üzere yabancı bir nefes dıştan ona gelince, nefese vaktin elbisesini giydi­rir. Böylelikle nefes, kalpte bulunan o nur ile boyanır. Makamını hali, hali makamını gizler. Hal sahipleri onun makamını bilemezken makam sahipleri hali nedeniyle onu tanımaz. Hakk onu döğasına bırakmazsa, şehvetine karşı dirençlidir. Kendisine değil, sana ihsan eder. Cömertliği bir sebebe bağlı değildir. İhsan ederken başa kakmaz. Minnetle kabul edilse de ihsan eder. Cahili bilgisizliği nedeniyle kınamaz. Çünkü onun bilgisizliğinin bilgide bir yorumu vardır. Veren kişi onun yanındakinin farkına varamaz. Verdiği şeyin kendi nezdinde ona ulaştırmak üzere bulunan bir emanet olduğunu belirtir. Onun Allah Teâlâ nezdinden olduğu­nu söylemez. Kapalı ve sorunlu işleri apaçık bir nur ile açar. Üstünden ve ayaklarının altından yer. Dilerse kalpler, farkında olmadıkları yerden ona bağlanır. Dilerse farkında olmaksızın onları bırakır. İşlerin gemini elinde tutar ve eşya, içerdikleri Hakkın yüzü nedeniyle ona sahip olabi­lir. Aşağıdaki bakışıyla yüceye bakar. Aşağı bakar, yükselir ve bakışıyla yukarı çıkar. Genişi daraltır, darı genişletir. Duyulan her şeyi o şey yö­nünden olmaksızın duyar. Görülen her şeyi onun yönünden olmaksızın görür. İki hasmı razı edecek şekilde iki hasım arasında hüküm verir. İş çelişse bile, her birinin lehinde hüküm verir.

Ârif, yolundan vaktin hikmeti nedeniyle başka bir yola -ki o da yo­lundadırsapar. Nefsin zikri, dereceli üstünlük nedeniyle, topluluğun zikrine baskın gelir. Bu durum, Hakkı üstün saymadaki gayretten kay­naklanır. Çünkü o, Hakta ve Hakk ile zikreder. Bütün işlerin (bilgisi), onunı nezdinde rivayet yoluyla değil zevk yoluyla elde edilmiştir. Rab­bini kendinden bilir. Nitekim Hakk da âlemi kendi hakkındaki bilgisin­den bilir. Suçluyu kınamaz, çünkü suç, bir Hakk ediştir ve günahkâr onu Hakk etmiştir. Onun azameti, zillet ve küçüklüğündedir. Dünyada ve ahirette zilletinden azamet yerine intikal etmez. Bilgisinde bilgisine gö­re bulunur. Amel gerekirse amel eder, amel etmemek gerekirse yapmaz. İşlerin hükümlerinin hâzineleri yanında, anahtarları elindedir. Dilediği ölçüde indirir, farkında olunmaksızın dilediği ölçüde çıkartır. Anlayışla­rın inceliklerinde uzmandır. Kemal nitelikleri ona aittir. Kendini ve başkasını korumada beşin makamı ona aittir. Allah Teâlâ’nın ‘Her yaratığa ya­ratılışını verdi274 ayetine bakar ve yaratılışlarını aşmaz. Âlemin işlerini, Rabbinin önünde bilgili, rehber ve hizmetinde ihlaslı, saygılı bir şekilde yönetir. Sırrmm bir yeri yoktur. İstenildiğinde cimrilik yapmaz. Âlem­de oluşan ilahi eserleri görür. Bunun nedeni, ‘Onlara ayetlerimizi ufuk­larda ve nefslerinde göstereceğiz275 ayetini duyunca bunlara sahip olduk­larıyla karşılık verebilmektir.

Ârif, Hakkın nidasmı yaratıkların dillerinden duyar. O eşyayı sığdı­rırken Rabbinden başkası onu sığdıramaz. Öyleyse ârif, onun oğlu ve

A                                                                                                                                                                                                              •

aynıdır. Aleme gelen ilahi emirleri düzenler. Sarsılma halinde sabittir. Sonradan olmuşlar onu sarsamaz. İlahi mertebede kendinde görmediği bir nitelik yoktur. Dilediği her surette hayat niteliğiyle gözükür. Bu­nunla birlikte, sınırlanan yerde durur. Hakkını Yaratanının hakkından tanır. Eşya içinde Hakk ediş tarzında tasarruf eder. Hakkı eşyada vekili edinir. Bir üstün gelme arzusu olmaksızın, ilahi iktidar ona aittir. Adamların himmederi ona işlemediği gibi Hakkın bir hakkı da kendisi­ne yönelmez. İşleri Rabbiyle değil, kendi başma üstlenir. Çünkü o, Rabbinin kendisine hâkim olması nedeniyle, kendisini görmez. Tenzih nitelikleri teşbihin varlığıyla birlikte ona döner. Nefeslerini suretlerini müşahede ederek sayar. Neyin arttığını ve her gün ve gecede neyin ek­sildiğini bilir. Başlangıç ve sona bakar. Dairenin iki ucunun birleştiğini görür. Kelimeyi, yerli yerine yerleştirir. Suretini ve halini herhangi bir surette değiştirir. Değdiği her yer, onun temasıyla hayat bulur, çünkü onun teması, ruhani bir hayatı barındırır. Kalktığında, onun kalkması nedeniyle Rabbi de kalkar. Rabbi onun kızması nedeniyle kızar, razı olması nedeniyle razı olur. Ârifin sülûkundaki hali böyledir ve bu du­rum ona döner. ‘İhsanın karşılığı ihsandır.’276 Herhangi bir konuda akima gelen her düşünce oluşur. Bu şey ise, ârifin kendisini oluşturduğunu bi­lemez. Eşya üzerinde, istiva üstünlüğü değil, Amâ (mertebesinden kay­naklanan) üstünlüğü vardır.

Ârif âlemde haldkati bilinmeksizin biricik olandır. Onun ihtiyacı onunla karşılanır. Çünkü o, aciz suretiyle gözükür. Kudreti ise acizliği­nin ardındadır. Mümkün onun kudretine karşı koyamadığı gibi Yaratı­cısının kudretine de imkânsız olan karşı koyamaz ve böylece (O ve ârif arasında) farklılık gerçekleşir. Zâhiriyle sonda kalırsa, bâtınıyla öndedir. Müşahedesinde Evvel, Ahir, Bâtın ve Zâhir’i bir araya getirir. Günah­kâra ve iyiye ihsan eder. Her işte Allah Teâlâ’ya döner. Kendisi için veya Rabbi için -özel bir emir olmazsaintikam almaz. Allah Teâlâ emretmezse, bulun­duğu haldeki takdiri görmesi nedeniyle hakkını bağışlar. Az onda çok, çok onun yanında azdır. Maslahata göre hareket eder. Hakk onun mülkü haline gelir. Gafillerin ellerinin onlara ulaşmaması için Allah Teâlâ’nın isimleri­ni tenzih ve tespih eder. Bunun nedeni -ismin isimlendirilene delil ol­ması bakımındanisimlerin delil olduğu ilahi mertebe hakkında duydu­ğu kıskançlıktır. Kendisini yükselten bir göreve gelirse, onda Allah Teâlâ ne­deniyle yükseldik görmez Ki nerede kaldı kendisi nedeniyle yükselme görsün! Hüküm verirken adildir, zulmü yoktur. Şeriatın ilimlerini aynü’l-cem’ makamından derler. Hakk öğrettiği için, yaratıkların öğret­mesine muhtaç değildir. Başkasına fayda verir. Zarara yol açacak şeyi vermez. Cezalandırması, bir temizliktir. Adaletinin nuruyla, haksızlık karanlığı geride kalmaz. Bilgisinin nuru karşısında cehalet karanlığı kalmaz. İşleri ilahi bir dille açıklar. Böylelikle onların sırlarını ortaya çı­karır ve onları mertebelerinde izhar eder. Kendinden değil, Yaratanının suretini müşahede etmekten dolayı meydana getirir. Bütün bunların ait olduğu kişi ârif değildir. Arif, bunların kullanım yerlerini bilen kimse­dir. Bu, ârife saklanmış bir müşahededir. Arif, ‘telvinde temkin (değiş­mede sebat)’ sahibidir. O varistir, fakat genel nebiliğe varis olunmaz. Tasarruf eder, gerektiği şekilde ve gereken kimse adına amel eder. Ezi­yet görür, gücü yeterken bağışlar. Cezalandırdığında ise cezalandırması şiddedidir. Çünkü cezalandırması, Allah Teâlâ’nın rahmetiyle karışık değil, saf­tır. Ebu Yezid şöyle der: ‘Benim cezalandırmam daha şiddedidir.’ İşte bu, bana göre ârifın niteliğidir. Bunu iyice öğren, Bu kaynağın merte­besine (ulaşmak) zordur. Allah Teâlâ ihsan sahibidir.

VASIL

Bilgi ve Bilenin Makamının Açıklanması

Bu makam mârifet, sahibi ise ârif diye isimlendirilir. Arkadaşları­mız, mârifet-ârif ile bilgi-bilen hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı şunu iddia etmiştir: Mârifet Rabbani, bilgi ilahidir. Ben de bu görüşteyim. Sehl b. Abdullah Tüsterî, Ebu Yezid, İbn Ârif ve Ebu Medyen gibi muhakkikler de aynı görüştedir. Bir kısmına göre, marifet makamı ilahi kaynaklı iken bilgi onun altındadır. Ben bu görüşü de ka­bul ederim, çünkü onlar bilgi derken mârifede kastettiğimizi, mârifet derken bilgi ile kastettiğimizi kastetmişlerdir. Görüş ayrılığı sözdedir. Bizim dayanağımız, ‘Peygamber’e indirileni duyduklarında gözlerinin, ta­nıdıkları (mârifet) Hakk nedeniyle dolduğunu görürsün277 ayetidir. Allah Teâlâ, on­ları âlim diye değil, ârif diye isimlendirdi. Sonra cRabbimiz278 derler. Hâlbuki ‘ilahımız’ dememişlerdir. ‘İman ettik.’279 Burada ise, ‘öğrendik’ veya ‘gördük’ demeyerek, uymayı dile getirmişlerdir. ‘Biz onları şahitler le birlikte yazdık.’280 Burada ‘biz şahitlerdeniz’ dememişlerdir. Sonra şöy­le demişlerdir: ‘Niçin Allah Teâlâ’ya ve Haktan bize gelene iman etmiyoruz ki?’281 Hâlbuki onlar, (kesin kanaat anlamındaki) ‘kataa’ fiilini kullanmamış­lardır. ‘Rabbimiz bizi cennetine koyar.’282 Burada ise sûfilerin düşündüğü gibi ‘ilahımız’ dememişlerdir. ‘Salihler ile birlikte.’283 Nitekim nebiler de böyle demiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ bü nitelikteki kimselere şöyle de­miştir: ‘Allah Teâlâ söylediklerine karşılık olarak onları cennet ile ödüllendirdi.’284 Burası nefslerin arzu ettikleri şeylerin bulunduğu yerlerdir. Böylelikle Allah Teâlâ onları yerleştirdiği yere yerleştirmiştir.

Mârifet ve bilgi arasındaki fark hakkında Mevâkiu’n-nücûm adlı ese­rimizde yeterli açıklama yapmıştık. Orada, mârifetten söz eden insana sorulduğunda farklı düşünen kişinin bilgi hakkmda vereceği cevabı ve­rebileceğini söylemiştik. Görüş ayrılığı anlamda değil, isimlendirmede­dir. Bu konuda sûfilerin arasında başka bir görüş ayrılığı daha ortaya çıkmıştır: Acaba mârifete ulaşan insan bütün makamların sahibi midir değil midir? Doğru olan, onun şartının (bütün makamlara) tahakküm olmadığıdır. Bununla birlikte kişi, verdikleri hallere ve âlemdeki tasar­ruflara göre, bütün makamlara sahip olabilir. Onun şartı bilmektir. Hüküm sahibi olmak isterse Hakk iner, çünkü tahakküm hallere aittir. Hallere inmek, inmenin makama edd etmediğini bilince söz konusu olabilir. Bu nedenle ancak ilahi bir emirle Hakk inebilir. Tasavvuf yolun­daki gerçek bir şeyhten bu makam sahibinin bütün makamları elde etti­ğini dediğini duyarsan, burada hali değil bilgiyi kastetmiştir. Bazen hali de verebilir, fakat bu şart değildir. Şart olduğunu söyleyen insan, Allah Teâlâ yolu hakkmda olduğu gibi nebilerin ve velilerin büyüklerinin halleri hakkında bilgisi olmayan bir iddiacıdır ve söylediği ona iade edilir.

Çünkü kâmil, dünyada makamda yükselirken halde eksilir. Ahirette ise böyle değildir. Müşahede ‘başka’yı görmeyi engellediği gibi makam da halleri kaldırır, çünkü sübut, yok olmanın zıddıdır.

Yüz on birinci kısım sona erdi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar