Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ON SEKİZİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

HALLERİN BÖLÜMLERİ

YÜZ SEKSEN DOKUZUNCU BÖLÜM

Sâlik ve Sülük

Sülük, en sağlam yol!

Dosdoğru, olunca, sen de yürü o yolda

Lafzı (inci dizmek) anlamındaki 'seleke el-leali’den gelir Onun kılıcının vuruşları keskindir

Güçlükler sülüktan alı koymasın seni Onların ardında yollar ve rahatlık vardır

Bir gayeye ve sona ulaşamaz Muhalin yolları seni geçmiştir

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, sülük bir ibadet menzi ünden bir ibadet menziline mana ile intikaldir. Sûret ile sülük ise, Al

lah’a yaklaşma niyeti taşıyan meşru bir amelden -fiil veya terk şeklinde­kibaşka meşru bir amele Allah Teâlâ’ya yaklaşma amacıyla intikaldir. Öyleyse (sûret ile) sülük, bir fiilden başka bir fiile veya bir terkten başka bir ter­ke veya bir fiilden bir terke veya bir terkten bir fiile intikaldir. Bu sülûkun beş inci bir tarzı yoktur. Bilgi ile intikal ise, bir makamdan bir makama, bir isimden başka bir isme, bir tecelliden başka bir tecelliye, bir nefesten başka bir nefese geçmek ve intikaldir. İntikal eden, sülük eden olduğu gibi bedeni mücahedeler ve nefsanî riyazetler sahibidir. Söz konusu kişi, güzel ahlak ile nefsini süslemiş, kendisinin gerek du­yup mizacının varlık ve itidalinin bağlı olduğu besin ölçüsüyle doğasına hakim olmuş, adetten (kaynaklanan) açlığa ve alışagelmiş rahata iltifat etmemiştir. Allah Teâlâ kişiyi gücüyle yükümlü tutar. İnsan gücünü Allah Teâlâ’ya itaate harcarsa, aleyhine bir kanıt gerçekleşmez.

Sülük edenler, sülüklerinde dört kısımdır: Bir kısmı Rabbiyle sülük ederken, ikinci kısmı nefsiyle sülük eder, üçüncüsü hem Rabbiyle hem nefsiyle sülük eder, dördüncüsü ise ‘sâlik olmayan sâliktir.’ Sülük, sâlikin amacına ve Allah Teâlâ’yı bilmedeki mertebesine göre değişir.

\ Rabbiyle sülük eden kişi, ‘Hakkın; duyması, görmesi ve bütün güçleri haline geldiği kişidir.’ Çünkü onun dış varlığı sabittir. Bu ne­denle zamir, varlığı nedeniyle ona dönerek (kutsi hadiste) ‘onun duy­ması olurum’ denildi. Buradaki zamir, Hakkın duyması ve görmesi ol­duğu senin dış varlığına işaret eder. Öyleyse sen, bu güçlerle sülük edersin. Allah Teâlâ ise, seni sevdiğinde, duyman ve görmen olacağını sana bildirmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ, senin güçlerindir. Bu durumda, çalışmanı ve nefsini kendileriyle süslemeni emrettiği hususlarda O’na itaat eder­ken, O’nun ile ‘sülük edersin.’ Bu (nefsini süsleyeceğin şey), bir süstür ve Allah Teâlâ, güzeldir. Süs de güzeldir. Öyleyse Allah Teâlâ, (nefsini süsleyen) sâlikin güzelliğidir. Binaenaleyh onun süsü, Rabbidir. Artık O’nunla duyar, O’nunla görür, O’nunla sülük eder ve buna bir engel yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’nın kullan için çıkarttığı süsleri haram kılan kimdir?™5 demiştir. Allah Teâlâ nafile ibadederle kendisine yaklaşan kullarını sevdiğinde onları kendisiyle süsler. Allah Teâlâ, yükümlü tuttuğu amelleri yerine getirir­ken kendisiyle sülük ettikleri güçleri olur. Bu durum ‘Sana ibadet ede­riz'506 ayetinde dile getirilir. Bu, karşılık vermenin kendisini talep ettiği bir ifadededir. Onlar da kendisine ibadet etmek üzere Allah Teâlâ’dan yardım isterler. Allah Teâlâ’dan istedikleri yardım onları var ettiği gibi şimdi de güçle­ri olmasını istemektedirler. Bununla birlikte onların varlıkları Allah Teâlâ’dan kazanılmıştır ve Allah Teâlâ’nın kendilerini sevdiği ameller onların dış varlıkla­rında yaratılmıştır. Böylelikle bu amellerin yaratılışına karşı onlarda bir tür yardım gerçekleşir. Ameller, kendi başlarına var olamaz. Onlarla amel ettiklerinde ise uygun bir karşılık istemek üzere, sürekli Allah Teâlâ’dan yardım talep ederler. Allah Teâlâ da, ‘Benimle duyar, benimle görür, benimle tutarsınız’ diyerek yardım eder. Onların sahip olduğu güçler, Hakkın bildirmesine göre, Haktan başka değildir, insanlar ise kördür ve bunun keyfiyetini bilemezler, genellikle böyle niteliğe sahip insanlara karşı say­gısızlık yaparlar. Bu saygısızlık Allah Teâlâ’ya karşı yapılan saygısızlık haline gelir. Öyleyse ihtiyatlı davranış, Allah Teâlâ’nın kullarına saygıyı gerektirir. Çünkü (Allah Teâlâ’nın güçleri haline geldiği) bu şahıs, herhangi bir şahıs ola­bilir. Çünkü gerçek bilinmezdir, elle tutulur bir halde değildir ki belir­ginleşsin. Ehli ise onu bilir. Öyleyse yükümlü her insan, bütün mümin­lere (karşı saygıyı) gözetmelidir. Bir insan herkese saygılı davranırsa, gerçeği gözetmiş, kendini temize çıkartmıştır. Artık ona ‘niçin böyle yaptın?’ denilmez. Çünkü bu, güzel bir niyettir. Niyet (gösterildiği) ye­riyle uygun düşerse, tamam! Yoksa bu davranışıyla (en azından) işe hakkını vermiş demektir. Çünkü o, her bir şahıs adına (bu makamın gerçekleşme) imkânı bulunduğu için, bu davranışıyla ilahi mertebeye gereken saygıyı amaçlamıştır. Böyle bir davranış, sadece Allah Teâlâ ehli olan Edeplilerden gerçekleşebilir.

^ Diğer kısım ise7 nefsiyle-sülûk’edendir. Nefsiyle sülük eden, baş­langıçta farz ve nafile ibadederle Hakka yaklaşan kişidir. Bunlar, kendi­lerini yerine getiren insanı Haldcın sevmesini sağlar. Böyle bir insan, Rabbine ibadet etmek niyetiyle, Hakkın onu yükümlü tuttuğu gayreti harcayıp bütün gücünü ve kuvvetini Rabbinin emirlerinde ve yasakla­rında harcayandır. Allah Teâlâ ‘Gücünüz ölçüsünde Allah Teâlâ’dan korkun507 der. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’dan hakkıyla korkun ve sadece müslüman olarak ölün’508 buyrulur. Onlar, bu ilahi haberi duyduklarında tam olarak ina­nırlar, fakat bu durum henüz onlar için zevk yoluyla gerçekleşmemiştir. Ardından Hakk, onların güçleri haline gelir. Onlar da hal, isim, makam, tecelli ve kendisinde bir şeyden başka bir şeye mümkün olduğu her ko­nuda nefsleriyle sülük ederler. İşte bu, Allah Teâlâ ehlinden edeplilerin sülük tarzıdır. Çünkü Allah Teâlâ, kullarını yükümlü tutmuş, onlar da yükümlülük hitabına (muhatap) olmayı gerektiren bir hakikat olduğunu öğrenmiş­lerdir. Halbuki sadece onlar vardır! Bu durumda kastedilenlerin kendi­leri olduklarını öğrenirler. Fakat hangi hakikat nedeniyle hitabın kendi­lerine yöneldiği belirsizdir. Bunun üzerine onların geneli, nefsleriyle sülûke başlar. Bununla birlikte bu konuda özel bir nispetin veya yü­kümlülüğü gerektiren bir hakikatin bulunduğunu bilirler. Bunun için gayretlerini harcar ve sözlerini yerine getirirler. Yine de onlar Allah Teâlâ, Rabbiyle sülük edene açtığı gibi, onlara fetih verene kadar (bu hitabın niçin kendilerine yöneldiğiyle ilgili) maksadı öğrenemezler.

Toplam ile (her ikisiyle) sülük eden ise Hakkın duyması ve görme­si olduğunu ‘zevk’ yoluyla öğrendikten sora sülük eden kişidir. Bu kişi, başlangıçta nefsiyle genel olarak sülük ettiğini bilir, fakat nefsini muay­yen bir şekilde göremez. Hakkın duyması olduğunu öğrendiğinde ise duyma özelliğiyle duyanın kendisi olmadığını öğrenir. Bu zamirin (onun duyması) sabit olduğunu görür ve kime döndüğünü müşahede eder. Böylelikle nefsinin ve varlığının Allah Teâlâ ile duyan, Allah Teâlâ ile gören, Allah Teâlâ ile hareket eden ve Allah Teâlâ ile duran olduğunu görür. Sülük ve inti­kal etmeylejükümlü olan nefsidir. Böylelikle toplam ile sülük eder.

L\ Dördüncü faşım, ‘sâlik olmayan sâliktir.’ O, kendini görmüş, fakat Hakk onun niteliği olmadıkça sülûkta bağımsız hareket etmemiştir. Sülük niteliği de, yükümlünün nefsi mevcut olmadıkça, bağımsız ol­mamıştır. O, nefsi için bir yer olarak var olur ve toplam ile sülük ettiği­ni görür. Sâlike toplam ile (Hakk ve nefs) gerçekleştiği belli olunca, mazharın varlığının olmadığı ve zuhur edenin mazharın istidadının hükmüyle sınırlandığı ortaya çıkar. Bu durumda ‘Sen atmadın attığında, fakat Allah Teâlâ attı509 demenin anlamını öğrenir. ‘Atmadın’ deseydi, birinci tarafta geçerli olduğu gibi o da geçerli olurdu. Öyleyse bu bilgiyi ken­dinden öğrenen kişi, ‘sâlik olmayan sâlik’ olduğunu da öğrenir.

Sonra bilmelisin ki, zikrettiğimiz sâlikler, mertebe mertebedir. Bir kısmı O’ndan O’na giderken bir kısmı O’ndan O’na ve O’nda gider. Bir kısmı, O’ndan O’na O’nda ve O’nunla gider. Bir kısmı, O’ndan O’nda ve O’na olmaksızın sülük eder. Bir kısmı O’ndan veya O’nda olmaksı­zın sülük eder. Bir kısmı, O’ndan ve O’na ve O’nda olmaksızın sülük eder. Bu kişi, sülük (etmek) ile nitelenen sâliktir. Bir kısmı ise, yolculuk (sefer) etmeksizin sülük edendir. Bir kısmı, yolcudur. Bu husus, daha sonra gelecektir. Öyleyse her yolcu sâliktir, fakat her sâlik, -daha sonra

yolcu bölümünde zikredeceğimiz üzereyolcu değildir. Sülûkun tarzları pek çoktur ve bunların azını zikrettik. O’ndan O’na sülük eden ise, bir tecelliden başka bir tecelliye intikal edendir.

O’na O’ndan O’nda sülük eden, bir ilahi isimden (başka) bir ilahi isimde (başka) bir ilahi isim ile sülük edendir. O’ndan O’na O’ndan ve O’nunla sülük eden ise, ilahi bir isimden ilahi bir isme ilahi bir isim içinde sülük edendir. O’ndan ve O’nda olmaksızın sülük eden ise, Allah Teâlâ’nın nezdinden âleme çıkan kimsedir. O’ndan ve O’nda olmaksızın O’na sülük eden, oluştan Hakka kaçan kimsedir. Örnek olarak, Mu­sa’nın kaçmasını verebiliriz. O’ndan O’nda ve O’na olmaksızın sülük eden ise, salih ameller içinde dünyadan ahirete geçen kimsedir. Onlar, ârifler değilzahiderdir. Zikrettiğimiz kısımlar, B harfinde geçtiği üze­re, kişinin Rabbiyle sülük etmesi veya nefsiyle sülük etmesiyle taksimin sonuna kadar geçen tarzlardadır.

Sülûkun bir takım mertebe ve sırları vardır ki onları incelemek ko­nuyu uzatır ve bizi kitaptaki amacımızı teşkil eden ölçülü ve zorunlu bilgide sınırlı olan özet anlamın dışına çıkartır. Bu kitapta Allah Teâlâ yolu­nun ehlinin muhtaç olduğu bilgileri kendilerine açıklamayı hedefledik. Kitap, uzun, geniş, çok fasılh ve bölümlü olsa bile, tasavvuf yolundaki düşüncelerimizden birini bile hakkıyla ifadeye yeterli değildir. Bütün yolu nasıl anlatabilelim? Tasavvuf yolunda dayanılan esaslardan bir şeyi de ihlal edemeyiz. Biz onları ima ve açıklama arasında özet bir ifadeyle anlatmayı yeğledik.

YUZ DOKSANINCI BOLUM

Yolcunun Bilinmesi

Yolcu, sülûkunun kendisini amaçladığı ve amaçlamadığı şeylerden yolculuk ettiren kişidir. O, fikriyle, inancıyla ve ameliyle yolculuk yapan insandır.

Nereye ve nereden yolcusun?

VAllah Teâlâi, kaçılacak bir iştir o!

Akıl ve şeriatın hükmüdür bu                                                              .

İlah’a yolculuk edenlerden olma!

Hiçbir varlıktan boşaltmayasın O’nu

Çünkü o (onların) aynıdır, kul hayrete düşmüştür

O’nda yolculuk eder, O’na değil

Cahil olma, nice akıl buna direnir! -

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin Ki, Allah Teâlâ yolunda yolcu iki adama denilir: Birincisi, fikriyle akledilirlerde ve itibarlarda yolculuk ederken diğeri amellerle yolculuk eder. Onlar, amellerini yerine getiren insanlardır. (Takip ettiği) yolu ve yöntemi kendisini bir şeyden yolcu­luğa çıkartan kişi, yolcudur. Yolcunun ise, Allah Teâlâ için kıldığı namazı kı­saltması gerekir, fakat oruçta serbesttir. Yolculuğu kendisini herhangi bir şeyden ayırmayan ise, sâliktir ve şehrinin yol ve caddelerinde yolculuğa çıkmaksızıngezinendir. Öyle bir insan, oruç tutmalı ve na­mazı tam kılmalıdır. Şimdi bu yolda yolcunun (misafir) halini zikrede­lim, Allah Teâlâ başarıya erdiren ve yardım edendir.

Yolcu, Yaratıcının varlığına delilleri aramak üzere, fikriyle yolculu­ğa çıkan kişidir. Bu kişi, yolculuk süresince ‘mümkün’ olmasından baş­ka delil bulamaz. ‘Mümkün’ olmanın anlamı ise, kendisine ve bütün âleme varlığın nispet edilip (âlem ve) kendisinin varlığı kabul etmesidir. Bunun yanı sıra yokluk da kendisine izafe edilir ve onu da kabul eder. -Mümkün hakkında iki durum eşit olunca, varlığın zatı bakımından onunla ilişkisi, yokluğun ilişkisinden üstün değildir. Bu durumda mümkün, (varlığını yokluğuna tercih edecek) bir tercih edenin var ol­masına muhtaçtır. Tercih edici, bu iki nitelikten birini mümkün adına diğerine tercih eder. Mümkün bu mertebeye ulaşıp bu kaynak kesilince ve tercih edenin varlığını (öğrenme) yolculuğuna çıktığında, başka bir yolculuk ortaya çıkar. Yeni yolculuğun konusu, kendisini var eden Ya­ratıcıya gerekli niteliklerin öğrenilmesidir. Böylelikle delil, Yaratıcının tenzih nitelikleriyle biricik ve yegâne olduğunu ortaya çıkartır. Bu ise, mümkünün sahip olduğu yoksunluk halinden Allah Teâlâ’yı tenzihtir. Bunun yanı sıra, tercih eden, özü gereği varlığı zorunlu olandır. Mümkün adı­na caiz olan her şey, O’nun hakkında caiz değildir. Sonra, başka bir menzile yolculuk için hareket eder. Bu ise, özü gereği varlığı zorunlu olanın kadimliği sabit olduğu için, yokluğun O’nun adına imkânsızlığı sonucunu verir. Kadimin yokluğu imkânsızdır. Çünkü yokluğu ken­dinden kaynaklansaydı, özü gereği varlığı zorunlu olmazdı. Bir yok edi­ci nedeniyle yok olsaydı, yok edenin varlık veya yokluk olması gerekir­di. Yokluk olamayacağına göre, varlık olmalıdır. Varlık ise, yok edicinin bir şart veya onun zıttı olması gerekir. Öte yandan her biri, ya kendisi nedeniyle varlığı zorunludur. Delilin kendisi nedeniyle varlığının zo­runluluğunu gösterdiği bu şeyin var olması imkânsızdır. Sonra delil, akledilirlerde diğer delilin bağlamına yerleştirilir. Sonra bu kişi, başka bir menzilde yolculuk eder. Ta ki, hâdisüği (sonradanlık) gösteren bü­tün deliller, kendisinden olumsuzlanır. Böylelikle tercih edenin mekan­daki bir cevher veya cisim veya araz olması veya bir cihette bulunması imkânsızlaşır. Sonra âlemin varlığı, sürekliliği ve düzgün olmasıyla O’nun birliğinin öğrenilmesine ‘yolculuk eder.’ Çünkü Yaratıcıyla bir­likte başka bir ilah bulunsaydı, âlem tesadüfen ya da teorik düşüncenin verisine göre iki ilah arasındaki farklılık nedeniyle var olamazdı.

Ardından başka bir menzile doğru yolculuk yapar. Bu menzil, ter­cih edenin var ettiği ve yarattığı şeyleri bilmesinin zorunluluğunu verir. Tercih eden, iradesiyle var etmiştir ve iradesi mümküne işler. O’nun iradesi kusursuzdur, mümkünü var edişte kudreti geneldir. Bu yolcu­luk, tercih edenin hayat sahibi olduğunun bilgisini verir. Çünkü hayat, bütün niteliklerin Yaratan için sabit olmasının şartıdır. Bunun yanı sıra, konuşmak, duymak ve görmek gibi kemal nitelikleri de O’nda sabittir. Bu niteliklere sahip olmasaydı, eksik kalırdı. İki zıttan birisini kabul eden bir şey diğerinden yoksun ise, berikinden yoksun olmaz. Bunu öğrenince, başka bir menzile yolculuk eder. Buradan, peygamberlerin gönderilmesinin imkânını öğrenir ve bu bilgi ortaya çıkar. Yolculuğa devam eder ve Yaratıcının resuller gönderdiğini öğrenir. Allah Teâlâ, onlar için kendilerini gönderdiğiyle ilgili iddialarını doğrulayan deliller ortaya koymuştur. Bu durum ortaya çıkınca, (görür ki) kendisi de peygambe­rin gönderildiği kimselerden biridir. Bunun üzerine peygambere inanır, onu doğrular ve kendisi için belirlediği hususlarda ona uyar. Bunun so­nucunda Allah Teâlâ kendisini sever, kalbine keşf verir, melekûtun sırlarını ona öğretir. Nefsinin cevherine âlemdeki her şey nakşedilir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’dan kendisini uzaklaştıran ve kendisini perdeleyen ‘her şey­den yolculuk ederek’ Allah Teâlâ’ya kaçar. En sonunda Allah Teâlâ’yı her şeyde görür. Her şeyde O’nu gördüğünde ise, yolculuk asasmı bırakır. Yolcu adını kaybedince, Rabbi ona işin dünya ve ahirette sonsuz olduğunu ve dün­yadaki gibi her zaman yolcu olacağmı bildirir. Binaenaleyh insanın ka­rar kılacağı bir yer yoktur. Alemin tabakalarında bir varlıktan diğerine sürekli yolculuk ederek, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’510 mertebesine ulaşır. Bir menzilden diğerine intikal ederek, unsurdan oluşan yabancı cisme yerleşir. Bu cisim ile gece gündüz yolculuğu sürdürür. Öyle ki, ömrünün menzillerini aşarak, ‘ölüm’ denilen menzile ulaşır. Sonra, yol­culuk yine sürer. Berzah menzillerini aşarak, ‘diriliş’ denilen bir menzile ulaşır. Burada kıymetli bir şekilde bileşik Hakk getirilir. Bu bileşiklik ve terkip, seni mutluluk diyarına götürür. Orada bu diyar ile beyaz misk Kesib’i arasmda gidip gelmeyi sürdürürsün. Yolculuk sonsuza dek böy­le sürer. İşte bedeninle yaptığın yolculuğun budur.

Mârifederdeki yolculuk da (bedenle yaptığın yolculuğun) benzeri­dir. Öte yandan, bedenî ameller ve nefeslerle -yükümlülük sürdüğü sü­recebir amelden diğerine intikal edersin. Yükümlülük süresi bitince, özü gereği yolculuğun sürer. Artık O’na -emrettiği için değilözü gere­ği ibadet edersin: ‘Kulunu geceleyin yürüten Allah Teâlâ münezzehtir.’5'1 Onunla yolculuk eder. ‘Mescid-i haram’dan etrafım mübarek kıldığımız Mescid-i aksa’ya, ayetlerimizi kendisine gösterelim diye.’5'2 Biz bu seferi, el-Esfar an netaici’l-esfar isimli risalemizde açıkladık. Allah Teâlâ yolculuk hakkında ‘Gök­lerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?’5'3 der. Başka bir ayette ise ‘Yer­yüzünde yürümezler mi?’514, başka bir ayette ise ‘O’na döndürülecekleri gün5'5 der. Yolculuk, budur.

YÜZ DOKSAN BİRİNCİ BÖLÜM

Yolculuğun ve Yolun Bilinmesi

Bu, kalbin yolcu olduğu sürece zikir vasıtasıyla azimederle ruhsadarla değilşeriatın kurallarından Allah Teâlâ’ya yönelmesidir.

Kalp zikirlerle yolculuk eder

Allah Teâlâ’nın dininin adetleri üzere

Gerçekte kalp yolculuktadır

Buna delil ve burhanlar vardır

Yolculuk yapma özelliğindeki kimsede

Rahatlık değil, haller otoritedir

Rab Arş’tan yakın feleğe iner

Vahiy ve Kuran bildirdi bunu

Sadece sana iner, diğer yaratıklara değil!

Aleme inişinde farklılık var

Bize ve sûretine duyduğu sevgiyle iner

Onu benden çağırırsın, kimse seni perdelemez

Sen Haksin O da Hakk

Bir mazhara indir O’nu, rükünler sınırlasın

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, yolculuk, yolcunun halidir. Yol ise, üzerinde yürünülen ve davranışlar, makamlar, haller ve mârifeder ile aşılan şeydir. Çünkü mârifet ve hallerde, yolcuların ahla­kından, âlemin mertebelerinden, isim ve hakikatlerin menzillerinden yolculuklar vardır. Bu nedenle, bu lakabı Hakk etmiştir. Daha önce, sâlik ve sülük hakkında yeterli açıklamaları yapmıştık. İnsan, âlemin bir top­lamı ve ilahi mertebenin özetidir. Söz konusu mertebe zat, nitelikler ve fiillerden ibarettir. Bu nedenle insan, sülûkun gerçekleşeceği ve kendi­sinde yolculuk edeceği bir yola muhtaçtır. Böylelikle sırları görür, bil­gileri ve sırları elde eder. Çünkü bu, bir ‘ticaret yolculuğudur.’ Yolu be­lirleyen Şâri, yol ise şeriattır. Yolda yürüyen insan, hakikate ulaşır.

Bu bağlamda Hakk ile yolculuk edenler ve halk ile yolculuk edenler vardır. Hakk ile yolculuk iki türlüdür: Birincisi zat, diğeri ise nitelik yol­culuğudur. Kamil insan, bütün yolculuklarla yolculuk yaparak ilahi bir keşf ve gerçek beraberlikle Rabbiyle yolculuk eder. Bu yolculukta o, Hakk ile beraberdir. Nitekim Hakk, her nerede olursak, bizimle beraber­dir. Allah Teâlâ şanına layık bir takım yerler belirleyerek o yerlerde kendisini tereddüt göstermekle nitelemiştir. Kul O’nunla yolculuk yaptığında, şunu öğrenir: Kul odur ve o değildir. Rabbani yolculuk, Amâ’dan Arş’a doğrudur. Arş’ta er-Rahman ismiyle zuhur eder. Sonra, O’nunla erRab ismiyle her gece yakın semaya iner. Sonra, İlah ismiyle yeryüzüne iner. Sonra hüviyet ile bütün varlıklara eşlik eder. Sonra, O’nunla bir­likte âlemin yolculuğunda yolculuk eder. Sonra, (yolculuktayken) ailede yerine bırakarak Hakkı vekil edinir. Sonra, Allah Teâlâ’nın sıfan olması bakı­mından Kuran’ın arkadaşlığıyla yakın semaya yolculuk eder. Sonra, yirmi üç yıl kendisine eşlik eder. Sonra, ilahi isimlere âlemdeki yolcu­luklarında eşlik eder. Sonra, oluş ve yokluktan varlığa gelişinde kendisi­ne eşlik eder. Sonra, yolculuklarında nebilere eşlik eder. Cennetten yer­yüzüne olan seferinde Âdem’e eşlik eder. Yedi yüz umre ve üç yüz hac­daki seferinde Âdem’e eşlik eder. İdris’e yüce mekandan sefer ederken eşlik eder. Nuh’a kurtuluş gemisinden Cudi’ye gelirken eşlik eder. İbra­him’e bütün yolculuklarında eşlik ettiği gibi diğer nebi ve meleklere de eşlik eder. Örnek olarak Cebrail’in bütün nebi ve resullere yolculuğunu erebiliriz. Başka bir örnek Mikail ve meleklerin yükseliş ve inişteki yol­culukları, seyahatçi meleklerin yolculukları, yıldızların kendi seyirlerin­deki yolculukları, unsurların ve feleklerin başkalaşmalardaki yolculukla­rı, tecellinin sûretlerdeki yolculuğunu verebiliriz. Bütün bunların hakikatlerine, kendinden bir zevk olarak, vakıf olur. Artık kuşku duymaz ve tereddüde kapılmaz. Her yolculukta o yolculuğun sahibine uygun olan hakkı veya yaratıklara uygun şeyi zatından bırakır. İşte bu, âriflerin yol­culuğu ve Allah Teâlâ’yı bilen derin alimlerin yollarıdır.

YÜZ DOKSAN İKİNCİ BÖLÜM

Halin Bilinmesi

Hal, Rahman’ın ihsanlarından bir vergi                                        ,

Bir inayet O’ndan, çaba ve talep olmadan Nitelik değişmesi buna kanıt

Sen sabit dur, çünkü hal başkalaşır Deme ki hal daima süreklidir

Sûfiler benim görüşümde zaten Ebu îkal İmam Seyyid bu görüşteydi Ki onun halinde bir sır vardı Olgunluk vaktine kadar o halde kaldı

Günlerce sürdü, perdelenmeden Musa’nın dağda kalma sözleşmesi de uzadı Kitaplar da böyle bildirmiştir zaten Sûfilere göre hal, bir çaba veya zorlama olmaksızın, kalbe gelen şeydir. Böylelikle sahibinin nitelikleri, ondan dolayı başkalaşır. Sûfiler, halin sürekliliği hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı, sürekli olduğunu söylerken bir kısmı -bunu imkânsız sayarakvar olduktan sonra sürekliliği olmadığını ileri sürmüştür. Bu anlamda hal, kelamcılardaki araza benzer. Sonra, onu benzerleri takip eder. Bu nedenle de onun sürekli olduğu zannedilir ki, doğru değildir. Hal, art arda gelir ve arada bir boşluk olmaksızın benzerleri (kaybolanların) yerini alır. Bir kısmı halin hulul (yerleşmek) kelimesinden türediğini söyler. Bunlar, onun sürekliliğini ileri sürenlerdir. Onlar, hali yok olmayan sürekli bir nitelik saymışlardır. Yok olduğunda, hal olmaz. Bu, halin sürekliliğini savunanların görüşüdür. Bir sûfı şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın beni kırk yıldan be­ri yerleştirdiği hiç bir hali kerih görmedim.’ Burada, rıza halinin sürek­liliğine işaret eder. Rıza, hallerden biridir. Fakat İmam’ın söylediği ih­timal dahilindedir, fakat Allah Teâlâ yolunda bu, uzak (bir ihtimaldir). Bu efendinin sözü hakkında söylenmesi uygun şey şudur: Allah Teâlâ onu kırk seneden beri -bâtınında değilzâhirinde dince kınanmış bir Hakk yerleştirmemiştir. Onun bütün vakideri itaatler ve Allah Teâlâ’yı razı edecek işlerle korunmuştur. Ebu Yezid Bestami’nin kademi üzerinde olan hal sahibi dürüst bir şahısla karşılaşmıştım. Bu durum, onun edebinde bir naz meydana getirmişti. Bir gün bana şöyle dedi: ‘Elli küsür senedir içim­den şeriatın nahoş karşılayacağı hiçbir düşünce geçmemişti.’ İşte bu, ilahi korumadır. Hal hakkında görüş söyleyen efendinin sözü de, bu kapsamdadır. Haller, kazanılmış değil, vergilerdir.

Bilmelisin ki, hal, -varlıklarına yönelmesi ve fiilleri bakımındanilahi bir niteliktir. Hal, hakikati bakımından tektir ve kendisine ilave bir şey düşünülmez. Allah Teâlâ kendisi hakkında ‘O her gün bir iştedir516 buyu­rur. Günün en kısası, bölünmeyi kabul etmeyen birim zamandır. Allah Teâlâ bu zamanda âlemin parçalarının sayısı kadar kendi işindedir. Her parça, bu şarta göre, bölünmezdir. Allah Teâlâ, âlemdeki her parça karşısında bir iş­te bulunur. Bu şe’nler (işler), yaratılmışların işleri olduğu gibi onlar bu şenlerin var olduğu yerlerdir. Allah Teâlâ onlarda bu işleri sürekli yaratır. Do­layısıyla halin iki zamanda kalması mümkün değildir. İki anda baki ol­saydı, halin sürekli olduğu kimsede Hakkın Yaratıcı olması mümkün olamayacağı gibi o şeyin Hakka muhtaç olması da mümkün olmaz, Allah Teâlâ’dan müstağni kalırdı. Mümkünün Allah Teâlâ’dan müstağni kalması, im­kânsızdır. Bir imkânsızlığa yol açan her şey, imkânsızdır. İşte bu, ‘Araz iki anda baki kalmaz’ diyenlerin görüşene benzer ve bu, doğrudur. Hal­ler, Allah Teâlâ’dan varlıklara ilişen arazlardır. Allah Teâlâ onları yaratıklarında meydana getirmiştir. Bu haller, dünya ve ahirette Hakkın bulunduğu ‘şe’n’ diye ifade edilir. İlahiyat bahislerinde hallerin kendisine döndüğü ilke budur.

Allah Teâlâ hali yarattığında, onun tek yeri kendisinde yarattığı kimseydi. Hal var olunca, o yere yerleşir. Bu nedenle halin ‘yerleşmek’ anlamın­daki hululden geldiğini söyleyenler, meseleyi böyle yorumlamıştır. Hu­lul, bir yere yerleşmektir ve hal orada var olur. Hal, iki zamanda baki kalmaz. Öyleyse var olduktan sonraki ikinci anda kendisi nedeniyle yok olur. Hal, kendisinde yokluğu var eden bir fail nedeniyle yok olmaz, çünkü yokluk, bir failin fiiliyle gerçekleşmez (edilgen olmaz). Çünkü o, var olan bir şey değildir. Ya da, şartının yok olmasıyla veya zıddıyla yok olmaz. Bütün bunlar imkânsız durumlardır. Onun özü gereği yok ol­ması gerekir. Başka bir ifadeyle, var olma zamanından sonraki ikinci zamanda yokluk, halin (ve arazın) ayrılmaz özelliğidir. (Halin kendi­sinde var olduğu) yerin ise hal veya benzeri veya zıddı olmaksızın bir sürekliliği yoktur. Öyleyse yer, her an bekasında (kendisinde hal yarata­cak) Rabbine muhtaçtır. Allah Teâlâ, onun adına (yok olan) halin benzerleri­ni veya zıdarını var eder. Benzerleri var ettiğinde, öncekinin aslı üzere kaldığı zannedilir ki, gerçek öyle değildir. ‘Hakk her gün bir iştedir.’517 Her iş, ilahi bir teveccüh ve yönelişten meydana gelir. Hakk, bize kendisinin sûretlerde halden Hakk girdiğini bildirmiştir. Her şeni ilahi bir sûrete göre yaratır. Bu nedenle âlem, Hakkın sûretine göre var oldu. Buradan şöyle deriz: Hakk, kendini bilmiş, buradan âlemi de bilmiştir. Böyle bir yaklaşım, hali (başkalaşmak anlamındaki) ‘tahavvül’den türetenlerin gö­rüşüdür. Söz konusu kişiler, halin sürekli olamayacağını ileri sürmüştür. Dolayısıyla âlem, Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı andan ahirete kadar sürer. Varlık ise onun hallerinde peş peşe gelir ve Allah Teâlâ ilahi teveccühlerle on­ları sürekli yaratır. Bu teveccühlere ‘ol (kün)’ diye ifade edilen ‘merte­benin sözü’ eşlik eder. Öyleyse irade, daima ona ilişir ve ona teveccüh edilir. Kün de süreklidir, dolayısıyla yaratma süreklidir. Hakk ve halk (âlem) olarak, işin kendiliğindeki durumu budur.

Sûfıler bazen hal’i kullanır ve onunla kulun yaratmada Hakkın nite­liğiyle zuhur edip eserlerin O’nun himmetinden var olması kastedilir. Bu durum ‘isimlerle ahlaklanmak’ diye ifade edilen Allah Teâlâ’ya benzemedir. Zamanımızdaki insanların ‘hal’ diye ifade ettikleri şey budur. Biz de bu görüşteyiz, fakat onun eserini kabul etmiyoruz. Bunun yerine şöyle de­riz: ‘Kul halde temkin sahibi olur. Öyle ki, onun zuhurunu dilerse, kendisi vasıtasıyla zuhur eder. Fakat saygı onu böyle yapmaktan alıkoyar. Çünkü kul, kulluğunu hakkıyla yerine getirmek ve ibadetiyle per­delenmek ister. Herhangi bir hal onun hakkında yadırganmaz. Son de­rece zayıf bir halde görülse bile, görülmesi vesilesiyle Allah Teâlâ hatırlanır. Böyle biri, bize göre velidir. Söz konusu kişi âlemde rahmet olarak bu­lunur. Bu durum, Peygamberin Allah Teâlâ’nın velileri hakkında söylediği ‘Gö­rüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir onlar5 hadisinde dile ge­tirilir. Belaya ve Allah Teâlâ’nın onlara dönük imtihanlarına karşı sabırlarıyla Allah Teâlâ hatırlanır. Onlar, hallerinde başlarını Allah Teâlâ’dan başkasına kaldır­mazlar. Bu nitelikteki bir insan görülünce, Allah Teâlâ hatırlanır, çünkü Allah Teâlâ, onu kendisi için seçmiştir. Söylediğimiz meseleyi bilmeyen, görül­düğünde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı hal sahibi velinin yaratma, himmet gü­cüyle etki, âlemde tahakküm, kahır ve otorite sahibi olduğunu zanne­der. Bütün bunlar Hakkın nitelikleridir, veliler ise görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir.’ Bu (velinin yaratma vs. sahibi olduğu), gerçekleri bilmeyenlerin sözüdür. Şâri’nin dediği ise, bizim kastettiği­mizdir. Diğer görüşe gelirsek, âlemde bazen Allah Teâlâ nezdinde değeri ol­mayan kimse de himmet gücüyle hüküm sahibi olabilir. Söz konusu ki­şinin (Allah Teâlâ nezdinde) değeri olmadığı gibi veli de değildir. Peygambe­re soru sorulmuş, o da Allah Teâlâ’nın velilerinden haber vermiştir. Ona ‘Allah Teâlâ’nın velileri kimdir?’ diye sorulmuş, o da ‘Görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir’ demiştir. Onları belalar ve sıkıntılar kuşattığın­da, sarsılmazlar, Allah Teâlâ’dan başkasına sığınmazlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın üzerle­rinde uyguladığı ve onlar adına dilediği şeyden razıdır. Sıradan insanlar böyle bir sabır, rıza ve (sıkıntılarını) yaratıklara şikayet etmeyiş halinde kendilerini gördüklerinde, Allah Teâlâ’yı hatırlar, Allah Teâlâ’nın o insanlara dönük bir inayeti olduğunu anlarlar. (Keramet gibi) Eser sahipleri, bazen veli olabilir, bazen alemdeki bu etkiler, belli ölçülerden ortaya çıkabilir. Bunlar, bizce ve nefslerin himmederini ve güçlerini, âlemin cisimlerinin onlardan etkilenişini bilenlerce bilinen ölçülerdir. Büyücülerle içli dışlı olup da onların Hakkın razı olduğu işlerden mahrum iken himmet gü­cüyle öldürebildikleri, azledebildiklerini ve himmederinin güçleri nede­niyle hükümran olabildiklerini görür. Aynı şekilde, âlemde eserlerin kendisinden meydana geldiği bir takım isimlerin özellikleri vardır. Bu özellikleri bilenler, o etkileri gerçekleştirebilir. Bununla birlikte bu etki­yi gerçekleştiren şahıs Allah Teâlâ’ya şirk koşabilir. Öyleyse alemde tesir, Allah Teâlâ’nın velilerinin özelliklerinden değildir. O halde (âlemde) tesir, zikret­tiğimiz şekilde olabilir.

YÜZ DOKSAN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Makamın Bilinmesi

Makam amellerden kazanılır Çalışma ve gayretle elde edilir

Ariflerin kemali makama bağlıdır

Onlara makamdan gelen gizli ve perdeli değildir

Makam süreklidir, gaybte bir sır yok Hüküm, ayrım ve menduplük ona aittir

Makam sondur, haller ona bağlı

Onu elde eden şey gayretler ve çalışmadır

Peygamberin ayakları şişerdi şükür için Yorulurdu ve gayret ederdi

Bilmelisin ki, makamlar, dince belirlenmiş vazifeleri yerine getir­mekle elde edilir. Kul, vakitlerini yükümlü olduğu muamele, mücahede ve riyazederle tam olarak doldurur. Şâri’, bunları yerine getirmesi için kendisine emretmiş; bunların niteliklerini, zamanlarını, tamlık ve sıhhat şartı olan kemal şardarını belirlemiştir. Bu durumda insan, makam sa­hibi olabilir ve emredildiği şekilde makamın sürerini inşa eder. ‘Namazı dosdoğru kılımz-K>l> Onlar da bu emre uyarak namazı kâmil bir sûrette meydana getirirler. Ondan ise uçan bir ruh ve melek meydana gelir. Onun Haktan başka duracağı bir yeri yoktur. Kul başka bir makama geçerek, onun da suretini inşa etmek ister. Bu durumda kul, ‘yaratan’ haline gelir. Makamın anlamı da budur. Allah Teâlâ ehli makamın -yok olma­yıpsabit olduğunda görüş ayrılığına düşmemişken hal hakkında görüş ayrılığı vardır. Bize göre, genel anlamda durum söyledikleri gibi değil­dir. Aksine, bu konuda bir açıklama gerekir. Bunun nedeni, makamla­rın hakikatlerinin farklılığıdır, çünkü onlar, tek bir hakikate sahip değil­dir.

Makamların bir kısmı şarta bağlıyken şart ortadan kalktığında ken­disi de kalkar. Örnek olarak vera makamını verebiliriz. Vera mahzurlu veya kuşkulu şeyde olabilir. Bunlardan birisi veya her ikisi olmadığında ise, vera olmaz. Korku, ümit, soyudanma da -ki o sebepleri ortadan kaldırmaktır ve sıradan insanlar nezdinde tevekkülün zâhiridirböyle­dir. Makamların bir kısmı, insana ölüme kadar eşlik eder ve sonra orta­dan kalkar. Örnek olarak, tövbeyi ve meşru yükümlülükleri gözetmeyi verebiliriz. Bazı makamlar ise, kula cennete ilk girme anına kadar ahirete değin eşlik eder. Örnek olarak, korku ve ümit gibi şart koşulan makamları verebiliriz. Bazı makamlar ise cennete girene kadar insana eşlik eder. Örnek olarak, üns, bast ve cemal nitelikleriyle görünmeyi ve­rebiliriz. Makam, kul için kendisinde yerleşme ve sebatın bulunduğu her şeydir. Kul sürekli ondadır. Makam şartlı ise ve şartı yerine gelmiş­se, o vakit, şartının varlığı nedeniyle onu ortaya çıkartır, çünkü şartı var olmuştur ve şart onun hazırlayıcısıdır. Bu nedenle makamın sabit oldu­ğu söylenmiştir, yoksa her vakitte kullanılır demek değildir. Bunu bili­niz!

YÜZ DOKSAN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Mekanın Bilinmesi

Makamın olumsuzlanması mekandır

Ahzab suresinde, Yesribli’ye aittir o

Onda olan tanınmayandır

Çünkü kimse perdesiz ulaşmadı ona

Mekanın Rabbi dua edilendir

Sevenlerin efendisiyle (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) adamlar dua edince

Vesile ona ait, başkasına değil

Akıl sahiplerinin önderidir o

İmamdır, ona uyan ise

Perdedarların hacibi ve mutasarrıfıdır

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey Yesribliler, makamınız yoktur*'9 İdris hakkında ise ‘Onu yüce bir mekana çıkardık*20 buyrulur. Mekan, genel ve özel için, ilahi bir niteliktir. Genel hakkında ilahi nitelik olması, ‘Rahman Arş üs­tüne istiva etti*2' ayetinde dile getirilirken özel hakkında ‘Mümin kulu­mun kalbi beni sığdırdı’ hadisinde dile getirilir. Genelin genelinde me­kan, ‘bulunulan her yerde Allah Teâlâ’nın bulunması’, şeklinde dile getirilir. Allah Teâlâ ‘Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir522 buyurur. Bu ayette Allah Teâlâ, mekanı zikretmiştir. Zatlar için mekan, mertebeler için mekanet (mer­tebe) gibidir. Sûfı grubuna göre makam ve haller, celal ve cemal (nite­liklerini) aşan kemal sahiplerine ait olan ‘yaygıdaki’ bir menzildir. Bun­ları aştıkları için, nitelikleri, özellik ve makamları yoktur. Bu kemal sa­hiplerine örnek olarak, Ebu Yezid’i verebiliriz.

Bilmelisin ki, makam ve halleri geçmek, Muhammedîlerin özelliklerindendir. Bu özellik, Hakk karşısında sürekli bir ünsiyet ile birlikte ‘heybet yaygısı’ üzerinde oturan edeplilere ait olabilir. Bu ünsiyet sahip­leri itidal, sebat ve sükun sahibidir. Bununla birlikte her nefes, bâtınla­rında hızla gerçekleşen hareketleri vardır. Böylelikle (onların durumu şu ayette anlatılan Hakk benzer) ‘Dağları donuk zannedersin, onlar bulutlar gibi akar. Bu, her şeyi sağlam yapan Allah Teâlâ’nın fiilidir. 0 yaptıklarınızdan ha­berdardır.’523 Hakk belli bir sûrette onlara tecelli ederse, başlarını öne eğerler. Başlarını öne eğerken, Hakkı kendilerine tecelli ettiği sûretten başka bir sûrete hallerini çevirirken görürler. Başlarını öne eğmek onla­ra ‘sınırlama ve mudaklık’ arasında bir anlayış kazandırır. Üzerlerinde hükümran olacak bir makamları yoktur, çünkü (artık) bir makam yok­tur. Öyleyse onlar, yaratılış yaygısı üzerindeki mekan sahipleridir. On­lar, ‘yerleşmenin olmayışında’ mekanet (mertebe) sahipleridir. Onlar, mertebeleri bakımından türlü türlü iken mekan bakımından ise sabittir­ler. Onlar, özü gereği mekanlarındadır. Mertebelerinde (mekanet) ise, ilahi isimlerle bulunurlar. Öyleyse ilahi isimlerden onlar adına gerçekle­şen şey, tanıklık, ziyaret ve konukluk gününde ‘makam-ı mahmûd’ ve ‘yakınlık mertebesi’dir. Zartan onlar adına gerçekleşen şey, sınırlı ma­kam, varılmak istenilen mana, müşahedede süreklilik ve durağanlıkta, ezilme halinde bütün varlıklarda Hakkı görmektir. Onlar Hakkı Amâ’da (Arş’a) istiva halinde gördükleri gözle müşahede ederler. İsti­vada ise yakın semaya tenezzülünde kendisini gördükleri gözle görürler. Burada ise, yeryüzünde gördükleri gözle Hakkı görürler. Yeryüzünde ise, (her yerde yaratıklarıyla olduğu) beraberlikte Hakkı gördükleri gözle görürler. Beraberlikte ise, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur524 ayetinde gördükleri gözle Hakkı görürler. Bütün bunlar, mekanın özelliklerindendir.

Söz konusu insanların mertebe (mekanet) bakımından özelliklerine gelirsek, nispetlerin farklılığı nedeniyle onların görmeleri de değişir.

Hakkı bir yerde gördükleri göz başka bir yerde kendisini gördükleri gözden farklıdır. Bununla birlikte her gözde görülen ve her gözden gö­ren ise, birdir. Bakış ise bakılanın değişmesiyle değişir. Bu bağlamda bir kısmımız bakılanın değişmesiyle bakışın değiştiğini görürken bir kıs­mımız bakışın değişmesiyle bakılanın değiştiğini görür. Herkesin belli bir tecrübesi ve zevki vardır. O halde mekan Rabbin ‘fariğ olmasını’ ta­lep ederken mertebe ‘O her gün bir iştedir525 ayetini talep eder. Ayette ‘Sizin için boşaltacağız526 buyrulur. Burada, kimin muhatap alındığını ve kimin kastedildiğinin belirtmek için insanlar ve cinler (sakaleyn, ağır olanlar) zikredilmiştir. Biz, ağır ve hafif (parçalardan) bileşiğiz. Hafif olan mertebeye ait iken ağır mekana aittir. ‘Rahman Arş üstüne istiva et­ti527 Rahmet sabit ve sürekli olmuş, yakın semaya inmeye tesir etmiştir. (İşin esası rahmet olunca) Allah Teâlâ azabını tattırmak için inmemiş, sadece tövbeyi kabul etmek, dua edene karşılık vermek, bağışlanma isteyeni bağışlamak ve isteyene vermek üzere inmiştir. Hakk bütün bunları zik­rederken kahrı hiçbir şekilde zikretmemiştir. Çünkü Hakk, rahmet Arş’ından tenezzül etmiştir. O halde mekan, her yerde rahmettir. Çün­kü onda cisimler ‘yer değiştirme’ yorgunluğundan (kurtularak) yerleş­me imkanı bulurlar. Bakınız! Allah Teâlâ insanları (cehennemde) azaptayken derilerinin değişmesi (intikal) özelliğiyle nasıl nitelemiştir? Değişme, bir intikaldir. Bu durum, Mikat bitene kadar sürer. Gerçek emir ve iş, mertebeye (mekanet) aittir, çünkü varlıkta bir hal üzere kalmak, imkan­sızdır. Öyleyse mekan, mertebede sabit olmaktır. Nitekim (aynı kökten gelen) temkin halinin de ‘telvinde temkin (değişmede sebat, sürekli de­ğişim)’ olduğunu söylemiştik. Yoksa biz, hakikatler hakkında bilgisi olmayanların söylediği gibi, temkinin telvinin zıddı olduğunu söyleme­yiz. Temkin, Allah Teâlâ izin verirse, bir sonraki bölümde gelecektir.

Şatahatın Bilinmesi

Şatahat, nefslerdeki doğal bir iddia Arzunun izlerinin kalıntısıdır

Bir emir yoksa, akıl sahiplerine göre Doğru bile olsa şatahat budur

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, şatahat kişinin mertebesini ki onu kendi nezdinden veren Allah Teâlâ’dıraçıklamak amacıyla bir gerçeği iddia eden sözdür. Kişi herhangi bir ilahi emir olmaksızın, fakat övün­me amacıyla mertebesini açıklar. Mertebesini açıklaması emri verildi­ğinde ise, ilahi bir emir ile makamını bildirmek üzere -yoksa övünme

A

amacı taşımazşatahat söyler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ben Ademoğullarının efendisiyim, övünmem.’ Yani, bunu bildirirken size karşı ifti­harı amaçlamadım. Bunu öğrenmedeki menfaaderiniz nedeniyle onu si­ze bildirdim. Bu sayede, nezdinde peygamberinizin mertebesi nedeniyle Allah Teâlâ’nın size dönük ihsanım öğrenirsiniz. Şatahat, kendilerine emir ve­rilmediği sürece, muhakiklerin zellesidir (sürçme). Emir verilirse, pey­gamberin söylediği gibi, (mertebelerini açıklamak üzere) şatahat söyler­ler. Bu nedenle Peygamber ‘bana övgü yoktur’ der. Çünkü, tıpkı sizin gibi, Allah Teâlâ’nın bir kulu olduğumu bilirim. Kul ise -efendi tek isediğer kula karşı böbürlenmez. Nitekim Hz. İsa da böyle diyerek, kul olduğu­nu söyleyerek söze başlamıştı. Bu ifade Peygamberin ‘bana övgü yok­tur’ sözüne benzer. Ardından Hz. İsa annesinin masumluğu hakkmda söylediklerini söylemişti. Hz. Isa istidadındaki nebilik nurundan hak­kında ‘Allah Teâlâ’nın oğlu’ denileceğini öğrenerek ‘Allah Teâlâ’nın kuluyum*2* demiş­tir. Böylelikle İsa, âdet olduğu üzere, insanın kendini tanıtırken ve hak­kında tanıklık yaparken benzer bir sözün söylenmediği bir ifadeyle söze başlamış, ‘ben herhangi birinin oğlu değilim’ demiştir, sonra eklemiştir: Annem, temiz ve iffetlidir. Ben, Allah Teâlâ’nın oğlu değilim. O’nun bir eşi olamayacağı gibi oğlu da olamaz. Ben, tıpkı sizin gibi, bir Allah Teâlâ kulu­yum. ‘Allah Teâlâ, bana kitap verdi ve peygamber yaptı.*29 Böylelikle İsa, kendi­ne göre nebiliğini vaktinde dile getirmiş iken orada bulunanlar için vak-


tinin dışında dile getirmiştir. Risalet vaktinde peygamberin nebiliğini biliyor olması, Allah Teâlâ’nın önceki nebilerdeki âdetidir. Nebiler, kendilerin­de gözüken her şeyi ilahi emirle yapanlardır. Peygamberlerde gözüken hususlardan birisi de, Allah Teâlâ katındaki yüce mertebelerini ve hemcinsle­rinden farklılıklarını gösteren doğru iddialarıdır. ‘Beni mübarek kıldı’5Yani, beni sizin nezdinizdeki iyilik ve hayırların artmasının bir alameti ve yeri yaptı. ‘Her nerede olursam olayım’53', bütün hallerde benden do­layı size gelen bereket, herhangi bir halle sınırlanmaz.

Hz. İsa, bütün bunları geçmiş zaman kipiyle anlatmış, fakat şimdi­ki ve gelecek zamanı kastetmiştir. Onun şimdiki zamanda söylediği söz, annesinin masumluğu hakkındaki tanıklığıydı. Bu tanıklıkla ise kendisi hakkında ‘Allah Teâlâ’nın oğlu’ demeyi amaçlayanları uyarmak ve bilgilendir­mek isteyerek, Allah Teâlâ’yı tenzih etmişti. Allah Teâlâ’nın bu tenzihi, annesinin kendisiyle ilişkilendirilen iftiradan masumluğun bir benzeridir. Öyleyse bu tanıklık, Hakkın nezdinde tenzih iken annenin nezdinde temize çı­kartmaktır. ‘Her neredeysem531 ifadesindeki geçmiş zaman lafzı ise bu bildirmenin Allah Teâlâ’dan olduğunu gösterir. Aynı durum ‘Adem toprak ile su arasındayken ben peygamberdim’ diyen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adına geçer­lidir. Burada Peygamber, Adem’in henüz bedensel sûreti var olmamış iken, Allah Teâlâ nezdindeki mertebesini bildirmiştir. İsa ise geçmiş zaman kipiyle Allah Teâlâ’nın kendisine kitap verdiğini, yükümlülük ve şeriat diyarın­da olduğu sürece namaz ve zekâtı yerine getirmeyi tavsiye ettiğini söy­lemiştir. Bu durum ‘yaşadığım sürece533 ifadesinde dile getirilir. Burada, duyanlar için zâhirde ‘yükümlülük hayatını’ kasteder. Bize göre ise, hem bunu hem başka bir şeyi kasteder. Başka şey, Allah Teâlâ’nın İsa hakkında söylediği ‘Allah Teâlâ’nın kelimesidir’ ifadesidir ve kelime harflerin toplamıdır. Bu konu, nefes bölümünde daha sonra ele alınacaktır. Ardından Hz. İsa, ‘Allah Teâlâ’nın kendisine kitap verdiğini’ bildirmiş ve İncil’i kastetmiştir. Öte yandan, ‘kelime’ olması yönünden ise, varlığının makamını kaste­der. Kitap bir kelime ortaya çıkartmak için yazılı harflerin bir araya gelmesi veya bir anlamın kendisini gösteren harfin sûretine eklenme­sinden ibarettir. Böylelikle kelimede terkip kaçınılmazdır. Bu nedenle İsa Allah Teâlâ’nın ona kitap verdiğini zikretmiştir. Allah Teâlâ’nın ona kitap vermesi, ‘Her şeye yaratılışını verdi534 ayetinin bir benzeridir.

Hz. İsa ‘namaz ve zekâtı tavsiye etti’ derken ibadeti kasteder. Nite­kim bunlar amele delalet ederken ibadete delalet etmede daha açıktır, çünkü ibadet oluşunda açıklamaya ihtiyaç yoktur. Amel kastedildiğinde ise, amelin belirlenmesine ve nasıl yapılacağına açıklanmasına gerek vardır. Bu sayede yükümlü insan, onun yapısını izhar eder. Kastedilen ibadet olunca, her nerede olursa olsun yaşadığı sürece onun sürmesini gerektirir. İnsan bedeni ölümle terk etmiş olsa bile, hayat kendisine eş­lik eder, çünkü hayat, onun için nefsani bir niteliktir. Bilhassa da Allah Teâlâ onu ‘Allah Teâlâ’nın ruhu’ yapmıştır. Sonra, annesine iyilik yaptığını, yani ona ihsanda bulunduğunu zikretmiştir. Allah Teâlâ’nın ilk ihsanı, Meryem’e isnat edilen iftiradan kendisini temizlemekti. Allah Teâlâ onu İsa’nm doğru söyle­diğinden insanların kuşku duymayacağı bir halle temizlemiş, ardından sözünü tamamlayarak şöyle demiştir: ‘Beni bir zorba yapmadı.’535 Çünkü ceberut -ki azamet demektirkullukla çelişir. Bu durum ‘O Allah Teâlâ’nın ku­ludur536 ayetinde dile getirilir. ‘Zorba537 derken, kitap, namaz ve zekâtın gönderildiği ümmeti zorlamayacağım demek ister. Ben bir tebliğciyim,

o  kadar! ‘Sen onlarm üzerine bir zorba değilsin.’53* Bir zorba gibi onları zorlayan kişi olmam. Ben Allah Teâlâ’dan tebliğ ederim. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ey peygamber! Sana indirileni tebliğ et539 buyurur. Başka bir ayette ise ‘Pey­gambere düşen tebliğdir’540, başka bir ayette ‘Sen zorba değilsin, hatırlatan­sın541 buyrulur. Hatırlatmak, unutan kişiye yapılır. Böyle olmasaydı, ha­tırlatan değil, öğreten olurdu. Bu durum, peygamberin insanlara (Elest âleminde) Rablerinin üzerlerindeki rabliğini kabul etmiş olduklarını ha­tırlattığını gösterir. Allah Teâlâ, zürriyetini Adem’in sırtından ilk misakta alınca, bunu kendilerine göstermiştir.

Hz İsa şöyle der: ‘Doğduğum gün üzerime selam olsun.’542 Yani, Allah Teâlâ’nın kulu olduğumu söyleyerek selamete erdim. Böylece, varlığımın bir cinsel birleşmeye veya ilişkiye dayandırılmasından salim oldum. ‘Öl­düğüm gün de...’543 Böylece, öldürülmenin gerçekleşmesinden uzak ve sa­lim kaldım. Yani, beni öldürdüğünü iddia edenlerle ilişkilendirilen öl­dürülme fiilinin gerçekleşmesinden uzağım. Bu ise, İsrailoğullarınm ‘Mesih Meryem oğlu İsa’yı öldürdük544 ifadelerinde dile getirilir. Allah Teâlâ ise onları yalanlayarak şöyle der: ‘Onu öldürmediler, asmadılar, fakat benzet­tiler.’545 Allah Teâlâ onlara şöyle der: Öldürülmeden salim bir halde, öleceği gün İsa’ya selam olsun! Çünkü öldürülmüş olsaydı bile, şehit olarak öl­dürülecekti. Şehit ise diridir, ölü değildir. Bu konudaki yasaklama ne­deniyle, şehide ‘ölü’ denilemez. İş böyle devam edecektir. Allah Teâlâ onun öleceğini, (fakat) öldürülmeyeceğini bildirir. Allah Teâlâ ‘Öldüğü gün ona se­lam olsun’ demiş, sonra ‘diri olarak’, yani kıyamette ‘diriltileceğim gün ona selam olsun’ der. Burası, nebi ve inayete mazhar olan kimseler gibi, masumların her türlü kötülükten esenlikte olacağı yerdir. İsa bütün bu yerlerde selamettedir. Üçüncü bir yer ise yoktur: sadece dünya hayatı ve ahiret hayatı, ikisinin arasında ise ölüm vardır. Bütün bunlar ilahi bir emre binaen söylenmeseydi, bu sözler, sahibinden ‘şatahat’ olarak orta­ya çıkardı. Çünkü bunlar, Allah Teâlâ nezdinde benzerler ve hemcinslere karşı övünme tarzında mertebe gösteren ifadelerdir. Allah Teâlâ ehlinin ise benzer­lerinden ayrışması veya onlara karşı iftihar etmesi düşünülemez. Bu ne­denle ‘şatahat’ nefsin kibri sayılmıştır, çünkü o, hiçbir zaman bir mu­hakkikten çıkmaz. Çünkü muhakkik, Rabbinden başkasmı müşahede etmez. Rabbine karşı iddiada bulunmaz ve iftihar etmez. Muhakkik, Rabbine kulluğa bağlanmış, kendisine gelecek emirlere hazırlanmış ola­rak bekleyen ve hızla emirlere koşan kişidir. Bunun yanı sıra, âlemdeki herkesi bu mesabede görür. Bir muhakkik şatahat söylerse, yaratılış se­bebinden perdelenir ve Rabbini ve kendini bilemez. İddia ettiği bütün güç ondan ortaya çıksa ve böylece hayat verse, öldürse, görevlendirse, görevden alsa, onun Allah Teâlâ nezdinde bir mertebesi yoktur. Böyle bir in­sanın durumu, ishal eden veya kabız yapan bir ilaca benzer. O, Allah Teâlâ nezdinde bir derece sahibi değildir, aksine halin özelliğiyle etkindir. Ni­tekim sihirbaz da görenlerin gözünde sanatını uygular, onların gözleri­ni yaptıkları işteki gerçeği görmekten alır. Şatahat söyleyen herkes, gaf­letinden şatahat söyler. Allah Teâlâ nezdinde veli olduğu halde, büyüklük duygusuyla kendisinden şatahat çıkan birinin muhtaçlığını izhar edip zeülleşmemesini ve aslına dönmemesini ne duyduk ne gördük. Onu sarsan böyle bir taşkınlığın kendisinden gitmesi kaçınılmazdır. Şatahat halinin durumu budur. Doğruyu söylerken bile şatahat kınanmış ise, bir yalancıdan çıktığında durumu nasıl olabilir?

Şöyle denilebilir: kendisinden bir etki ve eser ortaya çıkmış iken, şatahat halinde yalancının durumu nasıldır? Şöyle deriz: Evet! Sordu­ğun soru bu konuda yalancının” durumudur. Allah Teâlâ ehli, Allah Teâlâ ehli ol­duklarında sadece doğru hali yeğlerler. Onlara göre, ilahi bir emir ken­disine bitişmediği sürece, şatahat denilen şey budur. Nitekim nebilerde bu emir vardır. İnsanların bir kısmı, isimlerin özelliklerini bilir. Âlem­deki garip işler ve geçerli etkiler, bu isimler sayesinde ortaya çıkar. Bu kişiler, bu durumun bildiği isimlerden kaynaklandığını söylemez. Onu görenlere göre bu durum, kişinin halinin gücünden, Allah Teâlâ nezdindeki mertebesinden ve dürüst veliliğinden kaynaklanır. Halbuki söz konusu kişi, bütün bu hususlarda yalancıdır. Böyle bir hal ‘şatahat’ diye isimlendirilmediği gibi sahibi de ‘şatahat söyleyen’ değildir. Aksine böyle bir hal, bütünüyle yalan ve aldatmadır. Binaenaleyh şatahat, doğru bir sözdür ve nefsin kibrinden kaynaklanır. Bu kişinin üzerinde doğanın kalıntısı vardır ve bu iz görülür, o esnada kişiyi Allah Teâlâ’dan uzaklaştırır.

Şatahatın öğrenilmesi hakkında bü kadar açıklama yeterlidir.

YÜZ DOKSAN ALTINCI BÖLÜM

Tavali'in (Kalbe Doğanlar) Bilinmesi

O’nun nurunun tavali’ine (doğanlar) bakma!

Tevhidin tavali’i görülmeyen şeylerdir

Onları görseydin, şirk sabit olurdu Akillı-deneyimli, hayrete düşer onunla

İşleri tecrübe eden kimse

Onun sevinciyle ilgilenir, etkiye kapılmaz

Onun sevinci llah’ın yardımı

Onunla O’nu görür, gözüyle görmez Batış hükmün kalkmasıdır, gidişi değil Varlıktır o, Onun dışında mazhar vardır

Sûfilerin ıstılahında göre tavali, ariflerin kalplerine doğarak diğer nurları söndüren tevhit nurları demektir. Bu sönen nurlar, nebevi-keşfi delillerin nurları değil, teorik kanıtların nurlarıdır. Bu bağlamda tavali, keşfin nurlarını da söndürür. Allah Teâlâ’nın kullarından talep ettiği ve araştı­rılmasını vacip kıldığı amaçlanan tevhit, mertebenin tevhididir. Bu, özellikle Allah Teâlâ’nın ilah olması ve başka ilah olmamasıdır. Açık delil bunu gösterir. Bazı akıllarda aklın olan güçlerinin verdiği bir fazlalık vardır. Bazı mizaçlarda ise mizacın bileşikliği insana bu fazlalığı verebilir ve söz konusu fazlalık, insanı (mertebeyi birlemekle yetirmek yerine) Allah Teâlâ’nın zatı üzerinde düşünmeye sevk eder. Şeriat Allah Teâlâ’nın zatı hakkında dü­şünmeyi yasakladığı için, bu konudaki araştırmasında akıl sürçer ve haddini aşarak kendine haksızlık yapar. Böylelikle kendi inancına göre kanıdar ortaya koyar -ki bunlar, tavali nurlarıdırve bu deliller, İlah’ın zatının şöyle veya böyle olmaması gerektiğini gösteren delillerdir. Böy­lelikle, yaratılmışlarla ilişkilendirilen bütün özellikler, O’ndan olumsuz­lanır. Öyle ki, bu delillerin nezdinde İlah (yaratıklardan) ayrışır. Deliller O’nu sınırlar ve nurlarının gösterdiği üzere mudaklıktan çıkartır (çünkü tenzih de bir sınırlamadır). Ardından, O’nun nitelikleri hakkında ko­nuşmaya döner. Bu konuda da onların nurlarının ışınları farklılaşır. Bu­rada, ilm-i nazar bahsinde zikredildiği üzere, delillerdeki yöntemleri kastetmekteyim. Sonra, Allah Teâlâ’nın fiillerini araştırmaya yönelirler, bu ko­nuda da ışıklarının farklılığına göre, görüş ayrılığına düşerler. Bunlar, kitaplarda zikredilmiş ve yazılmış görüş ayrılıklarıdır. Bu kitap, fikirle­rin delillerinin verilerinin inceleneceği bir yer değildir. Bu kitap, ilahi keşfin verilerinin incelendiği bir kitaptır. Bu nedenle, ehlinin kendi ki­taplarında ortaya koyduğu şekilde, söz konusu görüş ayrılıklarını ele almadık.

Akılcılar, semiyyat bahislerini de incelemişlerdir. Bu bahis, zahirde, kendisine itimat ettiğimiz bilgimizdir. Biz, takvayla amel etme vesilesiy­le, Haktan gelen keşfi alırız. Allah Teâlâ da, tecellisiyle öğretim işimizi üstienir. Bu durumda, akılların fikirleriyle idrak edemedikleri şeyi, vahyin dile getirmesiyle görürüz. Akıl, onu imkansız saymış, müminin aklı te­vil etmiş, sırf mümin olan ise onu Allah Teâlâ’ya bırakmıştır. Bunun üzerine keşf nurları, hakkında düşünmenin yasaklandığı zatı bildirmiştir. Biz de, O’nun aklın ortaya koyduğu delillere aykırı olduğunu gördük. Keşf sahibi, Hakkın sağ eli, eli, iki eli, gözü ve kendisiyle ilişkilendirilen göz­leri, ayağı, ve yüzü olduğunu görür. Sonra, sevinmek, şaşırmak, gül­mek, sûretten surete girmek gibi niteliklerini öğrenir. Keşf sahipleri bü­tün bunları müşahede ederler. Öyleyse müminlerin ve Allah Teâlâ ehlinden müşahede sahiplerinin ibadet ettikleri Allah Teâlâ; Allah Teâlâ’nın zatı hakkında dü­şünenlerin ibadet ettiği Allah Teâlâ değildir. Onlar, Allah Teâlâ’nın zatı hakkında te­fekkür ettikleri için, bilgiden mahrum kalmıştır. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyle ilgili yasaklarında Allah Teâlâ’ya ve peygamberine asi olmuş, kelamın ve O’nun tek ilah olmasını incelemenin sınırını aşa­rak, gereksiz konuları incelemeye varmışlardır. Allah Teâlâ’ya yönelenlerin bir kısmı da, bunu yapmıştır. Örnek olarak, Ebu Hamid ve benzerlerini ve­rebiliriz. Burası, ayakların kaydığı bir yerdir. Gerçi Ebu Hamid, bunu kendisi için bir perde yapmış (olabilir), çünkü o, bazı yerlerde ortaya koyduğu bu düşünceden farklı görüşler dile getirmiştir. Kısaca, böyle bir davranış, saygısızlıktır. Nefsi üzerinde fikrini ve teorik araştırmasını hakim kılıp aklını bu konudaki araştırmasının otoritesi altına sokup araştırmasında Rabbinden gelen bir nura sahip olduğunu zanneden kimsenin gözleri, delillerinin nurları tarafından körleştirilir ve müşahe­de ve keşf sahiplerinin getirdiği nurları göremez. Bunun yanı sıra, pey­gamberden ve nebiden Kitap ve Sünnette gelen ifadeleri de görmezler. Teorik nur sahipleri -imanlarında dürüst iselerpeygamberin ifadelerini tevil ederler. Fakat kendisine itimat ettiği fikrin nuruyla araştırmadan geri durmazlar. Söz konusu kişi, içinde teorik gücüne yaraşır şekilde kendisine ibadet ettiği bir Rab inşa etmiştir. Öyleyse o, gerçekte aklına ibadet etmektedir. Öte yandan bu (tevil işinde), aklın eksikliği nedeniy­le yaratılmış cisimlere teşbihin yerine yaratılmış anlamlara teşbihi koy­muştur. Öyleyse tevil yapan insan, bir yaratılmıştan başka bir yaratılmı­şa geçmiştir. Böyle bir insan, müminlere ve işi bulunduğu hal üzere müşahede edenlere göre, ‘zamanın rezilidir.’ Bütün bunların kökü ise, bu tevilin Allah Teâlâ’ya karşı işlenen bir günahın neticesi olmasıdır. Çünkü kendi arzusundan konuşmayan peygamber, Allah Teâlâ’nın zatı hakkında dü­şünmeyi yasaklamış, akılcı ise bu yasağa uymamıştır. Allah Teâlâ bizi ve sizi müşahede ve vecd ehli etsin! Keşke mümin, müşahede ehli olmadığın­da, Allah Teâlâ’nın o konudaki bilgisine havale etseydi ve haddini aşmasaydı. Böyle bilgiler peygamber olmayanlardan gelince, aklıyla hareket eden şahıs, bilgiyi getireni tekfir eder ve onu zındık ilan eder, bilgisizlikle suçlar. Halbuki Peygamber aynı bilgiyi getirdiğinde, ona inanmıştı. Bundan daha büyük perde olabilir mi? O kişi, kendisine ‘gerçek böyle­dir’ diyor, bu adam ise ‘bu inançsızlıktır’ diyor! ‘Bu benim sözüm değil, peygamberden gelen sahih hadiste böyle deniliyor’ dersen, susar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den geldikten sonra, onun incelenmesi gereken bir tevili ol­duğunu ileri sürer ve onu kabul etmez. Böyle bir insan, gerçeklikten ne kadar uzaktır!

Bazen arkadaşlarımız, ‘tavali’ derken teorik delillerin nurlarını sön­düren müşahede nurlarını kastederler. Bu durumda insan mücerret ak­lın olumsuzladığını döner, keşf yoluyla ispatlar. Teorik nurun onun ak­lında bir varlığı ya da izi ya da kişinin üzerinde bir otoritesi kalmaz. Tavali’in anlamı budur.

YÜZ DOKSAN YEDİNCİ BÖLÜM

Zihab'ın (Gidiş) Bilinmesi

Aşıkların kalplerinin gidişleri var (zihab)

Görmediğini müşahede ederken

En garip işlerden biridir o

Görürüz O’nu da, gördüğümüzde görmeyiz

Delilim ‘kulum attı’ ifadesidir Şaşırma! Atan O’ndan başkası mı?

Kuran nassı böyle gelmiş

Sevgili peygamberi hakkındaki bir işte

Zihab (gidiş) hali, sûfilere göre, sevileni müşahedeyle kalbin duyu­lurları hissetmekten habersiz kalmasıdır. Dostum! Arifin kalbinde ve bâtınında kendisinde sevgilisini müşahede etmediği bir halin veya nefe­sin bulunması mümkün değildir. Peki aşık nasıldır? Arif, kalbinin ve varlığının gözüyle sevgilisini müşahede eder. Öyleyse tek perde, duyu­lurlan idrak etmesi nedeniyle duyuda kalır. Ârif onlarm sevgilisinin aynı olmadığını görür, perdelenir ve bu perde nedeniyle de kavuşmayı ister. Uyuyan için duyular ortadan kalktığı gibi, duyulurlar sevenin duyusun­dan da silinir. Bu durumda ise, duyu hayale yönelir. Orada sevgilisinin misalini hayalinde ve kalbine yakın bir halde görür. Bu kez, onu misal­siz görür. Çünkü hayal ile mana arasında bir vasıta veya derece olmadı­ğı gibi hayal ile duyulur arasında da bir vasıta ve derece yoktur. Öyleyse bağlanma vasıtası hayalin kendisidir. Mana ona indiği gibi duyulur da ona yükselir. Öyleyse hayal, özü gereği, iki uca da (mana ve duyu) ve­rir. Ârif veya seven, duyulur olandan hayale intikal ettiğinde, sevilenin manasına yaklaşarak onu hayalde sûret sahibi bir misal olarak görür ve müşahede eder. O ise, hayaldedir. Bakışıyla hayal mertebesine komşu olan manalar mertebesine dönünce, manayı misal ve sûretten soyut­lanmış olarak görür. Sonra, misale ve duyulur olana bakar. O manayı duyulurda tasavvur etseydi, bütün duyulurların suretlerinin onun sûreti olacağını anlardı. Bu durumda müşahede sahibi, duyulur her şeyin sev­gilisinin sürerinden farklı olarak görme halinden uzaklaşır. Duyulurlar, sevgilisinin süreridir ve bu böyle olmalıdır. Artık ârif, duyulurun sürerini sevgilisinin sürerinden başka bir şey olarak görmez ve sevgilisi­ni her şeyde görmeye başlar. İşte ‘gidiş (zihab)’ bu demektir. Yol anla­mındaki mezhep de bu kelimeden türetilerek, kendisinde gidildiği için ‘mezhep’ diye isimlendirilmiştir. Seven de, sevgilisinin süreridirler diye, bütün duyulurların sûretlerinde ‘gidendir.’ Öyleyse o, sürekli duyu, ha­yal aleminde ve manalar mertebesinde ‘ittisal’ halindedir. Bütün bu mertebelerde bir gidişi vardır ve bu mertebeler onun ‘mezhebidir (git­tiği yol).’ Öyleyse onun kendisi de, bu sûreterden birisidir. Bu nedenle şöyle der:

Ben sevdiğimim Sevdiğim de ben.

Biz de bu konuda bir kaside de şöyle dedik:

Ben sevenim, ben sevgiliyim Benfetayım, ben (sevilen kadm) fetayım

Aynı kasidenin bir bölümünde de şöyle dedik:

Ben kendimden başkasına aşık olmadım Ayrılığım vuslatımın ta kendisi!  .

YÜZ DOKSAN SEKİZİNCİ BÖLÜM

Nefesin Bilinmesi

Var olanların nefesi O’nun nefesinden

Zil sesinde Hakkın vahyidir bu

Hakkın kelamını gör

Nefesinden oluşta eserini

Onu görmezden önce Musa

Ateş almayla meşguldü

Rahatlığın kaynağı ondadır

Ona bakan ve gözeten için

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, insanlardan korunmuş olduğunu öğrenmezden önce -ki cAllah Teâlâ seni insanlardan koruyacaktır546 ayetinde dile getirilir bu durumbir yere yerleştiğinde, ‘Bu gece bizi kim koruyacak?’ derdi. Bu­nunla birlikte o, ‘her şeyi koruyanın Allah Teâlâ olduğunu547 biliyordu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, muhaliflerden gördüğü güçlükler şiddetlenince, ‘Rahman’ın nefesi bana Yemen yönünden gelmektedir’ demişti ve Rahman’ın nefesi (Medineli müslümanlar anlamındaki) Ensar olmuştu. Bilmelisin ki, varlıklar, Allah Teâlâ’nın tükenmeyen kelimeleridir. Allah Teâlâ, Hz İsa’nın varlığı hakkında ‘Meryem’e aktardığı kelimesidir548 demişti. Hal­buki o, İsa idi. Bu nedenle ‘varlıklar Allah Teâlâ’nın kelimeleridir’ dedik. Bu durum, vahiy deliliyle söylenmiştir. Semî delili (vahiy) kullanmamızın nedeni, keşf veya ilahi bildirim yoluyla iddia ettiğimiz her hususta, her­kesin bizi doğrulamayacak olmasıdır. Örfte bilinen kelimeler, harflerin düzenlenişinden ortaya çıkar. Harfler ise mahreçlerde kesilen nefesten meydana gelir. Bu kesiderde harflerin varlıkları, belirli bir ölçüyle ger­çekleşir ve kelimeler var olur. Bu hususa dikkatini çektikten sonra, şim­di de aklını bu bölümde ortaya koyacağımız meseleye ver!

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ, Arş’a Rahman ismiyle yerleşmiştir. Bunun amacı, yaratmadaki amacının var olanlara merhamet olduğunu bildir­mektir. Allah Teâlâ, (istiva ederken) başka bir ismi zikretmediği gibi, cisimler aleminde en kuşatıcı varlık olan Arş’a istivayı zikretmiştir. Çünkü acıla­rın yeri, bileşik varlıktır ve basitler özleri gereği, bir mananın kendile­rinde bulunmasını kabul etmezler -onlar mananın kendisidir.Allah Teâlâ’nın (cisimler aleminin en büyüğü olan) Arş’a Rahman ismiyle yerleşmesi, rahmetin tüm alemi kapsadığını gösterir. Bela gibi arızî şeyler ortaya çıksa bile, o da bir rahmettir. Nitekim daha önce tatsız ilacın içilmesin­de bir rahmet olduğunu söylemiştik. Burada amaç, onu içene bir azap vermek veya ona eziyet etmek değildir. İlacm kullanımında maksat, kul­lanımla hastaya dönecek afiyet ve iyiliktir.

Sonra, bilmelisin ki, Hakk ez-Zâhir ve el-Bâtın diye isimlendirilmiş­tir. Zahir Hakkın halden Hakk girdiği sûretlere ait iken bâtın başkalaş­mayı ve suretlerde zuhuru kabul eden manaya aittir. Öyleyse Hakk, bâtın olması yönünden gaybı bilirken zâhir olması yönünden şehadeti bilir. Alemin Hakkın sûretinde yaratılmış ilahi bir nüsha olduğunu be­lirtmiştik. Bu nedenle, Allah Teâlâ’nın eşyayı bilmesinin kendisini bilmesi ol­duğunu söyledik ve yine bu nedenle O’nun hakkında sûret (sahibi diye) hüküm verdik. Nitekim ilahi isimler de böyle gelmiştir. Sahih bir riva­yette, Allah Teâlâ’nın Adem’i kendi sûretine göre yarattığı bildirilir. Adem, ya­ratılmışıyla ve kadimiyle oluşun bütün hakikatleriyle ortaya çıkan insan-

1   kamildir. Allah Teâlâ, nefesi bildirdiği ve ortaya koyduğumuz bir durum nedeniyle, kalpten çıkartmışur. Teneffüs eden kişi konuşmayı amaçladı­ğında, nefes mahreçlere uğrarken konuşma amacı yoksa özel olarak ‘hâvî’ (sadece nefesin çıkmasıyla oluşan harf) harfi çıkartır ki, bize göre o, bir harf değildir. Bu ise, kendinden kaynaklanarak, üç mertebeye dü­şer: Birincisi, Elif diye isimlendirilir ve kârilere göre o, hâvî harftir. Dü­şerken ulvi ruhlara uğradığında ise, ondan illet Vav’ı meydana gelir. Bu ise, havanın nefes alıp verenden uzamasıdır. Süfli doğal cisimlere uğra­dığında ise, ondan illet Ya’sı meydana gelir. Bu ise, havanın nefes alıp verenden harfin hafzından (kesre) uzamasıdır. Bu hafz, hareketinin işbaıdır, çünkü hafz, süfli ve aşağı alemdendir. Bu nefesin düşmesi esna­smda bu üç mertebeden daha fazla mertebesi yoktur. Meleğin elçiliği, öncesindeki harfin zammeli olduğu Vâv ile gerçekleşir. İnsanın elçiliği ise, kendisinden önceki harfin kesre olduğu Ya ile gerçekleşir. Elif ise, asıl üzerinde, Allah Teâlâ’dandır. Ö, bütün sebeplerin sebebidir.

Allah Teâlâ, kendisinden söz ederken, ez-Zâhir, el-Bâtın olduğunu, keli­me ve kelamının bulunduğunu söyleyince, Rahman isminden bir nefesi olduğunu da zikretmiştir. Bu isim ile Allah Teâlâ, Arş üstüne istiva etmiştir.

‘Haberdar olarak onu sor.’549 Kastedilen, peygamber ve diğerleri gibi, Allah Teâlâ’nın dilediği ariflerdir, çünkü Allah Teâlâ, ‘Hikmeti dilediğine verir550 buyu­rur. Burada iş, belirsiz gelmiş ve onu belirli yapmamıştır. Gerçekte bu­radaki ‘dilediği’, belirlide belirsizdir ve onu -başkası bilemezO bilir. Çünkü işler, O’nun nezdiiıde belirli ve ayrıntılıdır. Onların hakkında bir kapalılık olmadığı gibi belirsizlik de yoktur. Bununla birlikte Allah Teâlâ, hakkında işin belirsiz ve kapalı olduğu kimse hakkında kapalıyı da bilir. Hakkın bir nefesi vardır. O, el-Bâtın’dır, kelamı vardır ve bütün varlık­lar O’nun kelimeleridir. Buradan, Allah Teâlâ’nın bütün bunları bize işlerin hakikatlerini öğrenelim diye bildirdiğini anladık. Çünkü biz, ilahi sûrete göre var olduk. Böylelikle peygamberlerinin dillerinde ve indirilmiş ki­taplara göre ulûhiyetin O’na nispet ettiği her şeyi kabul ederiz. Allah Teâlâ insanda konuşma gücünü varlığın en yetkin şekliyle var etmiş, insanın konuşması için nefesine ait yirmi sekiz mahreç belirlemiştir. Her mah­reçten diğerinin aynı olmayan belli bir harf çıkar. Mahreç nefesten farklı olmamakla birlikte, harfleri ayrıştırır. Öyleyse burada birlik nefeste, çokluk mahreçlerdedir. Allah Teâlâ onları yirmi sekiz yaptı, çünkü alem, yir­mi sekiz menzile dayalıdır. Gezegenler, alemi ve aleme uygun olan şey­leri meydana getirmek için onlarda ve burçlarında dolaşır. Bunlar, burç­larm dairesel felekteki mekanlarıdır ve nefesin mahreçlerine benzerler.

Mahreçleri üç kısma taksim etmiştir: Birincisi, uzak, diğeri orta, diğeri ise uçtaki mahreçlerdir. Birinci uzak, ‘boğaz harfleri’ diye isim­lendirilir. Bunlar mutbik harflerdir (tı, zı, sâd, dat). İkinci uzak, dudak harfleridir. Bunların arasında ise orta harfler bulunur. Çünkü ilahi mer­tebe, üç mertebedir: bâtın, zâhir ve vasat. Vasat, zâhirin bâtından ay­rışmasını ve farklılaşmasını sağlayan şeydir. Vasat, (ikisi arasmda) ber­zahtır. Bir yönü bâtına bakarken diğer yönü zâhire bakar ve hatta bölünmez olduğu içinonun aynıdır. Vasat, insan-ı kamildir. Allah Teâlâ onu Hakk ile halle (alem) arasında bir berzah olarak yerleştirmiştir. İlahi isim­ler ile zuhur eder, Hakk olur, imkanın hakikatiyle zuhur eder ve halk (alem) olur. Allah Teâlâ, onu üç mertebeye sahip olarak yarattı: akıl, duyu bu ikisi iki uçturve hayal. Bu ise, mana ve duyu arasmda vasıta olan berzahtır. Allah Teâlâ, bize el-Bâtın ve ez-Zâhir olduğunu, nefese, kelime ve kelimelere sahip olduğunu bildirdi. Bundan zuhur edip zatına nefesin nispet edilmediği kimseye ve kendisinden ortaya çıkan şeye baktık. Gördük ki (Hakk için) nefes, Amâ imiş! Çünkü nefes alıp verenin anla­tılmak istenilen nefesi, rüzgar konumunda değil, buhar konumundaki şeydir. Nefesin -her neredeysehakikati budur. Amâ da onun bir tarzı­dır. Nitekim (bulut anlamındaki) amâ, unsurların yaşlıklarının buharla­rından meydana gelmiştir. Bu buhar yükselerek yukarı doğru çıkar, on­dan önce bulut meydana gelir, ardından kesifleşir, hava onu taşır, rüz­gar onu sürükler. Öyleyse amâ -havanın kendisi değilbuhardır. Bu ne­denle, alemi yaratmazdan önce Rabbimizin bulunduğu Amâ, ‘altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ’ diye nitelenmişti. Böylelikle onun bir üstünün olduğu söylendi. Üst, Hakkın onda bulunmasıdır. Amâ’nın bir de altı vardır. Bu ise, alemin kendisinde bulunmasıdır. Öyleyse or­tada Hakkın nefesinden başka bir şey yoktur. Hava da, hafif esinti ile fırtına arasında, onda sürüklenir. Bunlar, sert ve yumuşak harflerdir. Bu nefesten ise -açık söylenen harflere benzeyengök gürültülerinin sesleri ile mırıldanan harfler konumundaki nesim esintileri ortaya çıkar. Ayrıca feleklerde tabakalar, insanın kasıtlı konuşmasını sağlayan teneffüsünden tabaka tabaka olan harflerin çıkması gibi ortaya çıkar. Bunun ilahi mer­tebedeki karşılığı -ki kendisini dile getirmek istersek‘ol’ kelimesidir. Öyleyse ilahi mertebede tam harfler, yedi kat göğün varlığı ile alemde kat kat meydana gelen her şeyin varlığıdır, ilahi nefeste, yaratmayla var­lığı (alem) açmıştır. ‘Allah Teâlâ vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yok­tu.’ Onları (alemin sûretlerini) nefes alıp verende ortaya çıkan harfler gibi yapmıştır. Alemi var ettiğinde, onun sûretini Amâ’da açtı. Amâ, kendisiyle alemin mertebelerinin ve varlıklarının yaratıldığı Hakk olan nefestir. Allah Teâlâ, alemin menzillerini de izhar etmiştir. Cisimler alemini, aşağı harfler gibi ortaya çıkartmıştır. Çünkü onlar, doğa yönündendir ve o karanlık oluşun sınırıdır. Ruhlar alemini yarattı. Bunlar, teneffüs sahibinin nefesle ortaya çıkarttığı üst harflerdir. Bütün bunlar, alemin kelimeleridir. İnsanda ise tek tek bulunduklarında harf, bileşikken ‘ke­lime’ diye isimlendirilirler. Aynı şekilde, varlıklar da tek tek harf, karı­şımları bakımından kelimelerdir. Allah Teâlâ, yaratıklara rahmeti yönünden yaratmanın illetini ilahi nefeste meydana getirmiştir. Böylelikle onları yokluk kötülüğünden varlık iyiliğine çıkartır. Bu ise, ‘hâvî’ harf ile ger­çekleşir.

Sonra, onlara mutluluğa sevk eden şeyin varlığını melek ve insan peygamberler gönderip açıklamıştır. Bu gönderme de, merhamet amacı taşır. Bunlar, insanın nefesindeki ‘yumuşak harfler’ gibidir. Sonra, vahiy yoluyla içeriden dışarıya çıkarken bu nefeste sesi meydana getirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, vahyi taş üzerindeki yağmur sesine benzetti. Bunun benze­ri ise, insanın teneffüsünde safîr (ince sesli) harflerin gerçekleşmesidir. Sonra, ilahi nefes, alemin sabit hakikatlerine -ki onların varlığı yokturyayılır. Bunun bir benzeri, insan sözündeki ‘nefeşî’ harflerdir. Sonra, var olanlar iddia ve tahakküm özeliğiyle ilahi nefese doğru yönelirler. Çüiıkü onlar, çoğalmış ve artmıştır, artık tek hakikat değillerdir. Bunun insan nefesindeki karşılığı, mustatîl harftir. Bu harf, yalnızca Daftır, çünkü o, uzamış, Lam’ın mahrecine ulaşmıştır. Sonra, bu ilahi nefes, şeriadarı var ederken doğru bir yol ve bu belirli yolun dışında kalan bir yol belirlemiştir. Yoldan çıkma ‘tahrif diye isimlendirilir. Bu durum ‘Arıladıktan sonra onu tahrif ederler551 ayetinde dile getirilir. Bununla bir­likte, çoğalsa bile ‘bütün iş O’na döner5552 buyurur. Çoğalsa bile, nefes onu içerir. Nefes alıp veren insanın nefesinde bu tahrif, ‘bozuk harf di­ye isimlendirilir ve harflerin çoğuna bulaşmıştır. Bu harf, Lam harfidir ve bu mertebeye ait başka harf yoktur. O, şeriatların kendisinde hemfi­kir oldukları bazı hükümlere benzer. Sonra, ilahi nefeste suretlerde mi­saller ortaya çıkar ve ayrışma gerçekleşmez. Bu durumda, bir tekrar ol­duğu zannedilir. Gerçek ise, tekrarın olmadığını bildirir. Beşeri harfler aleminde de tekrarlanan (mükerrer) harf ortaya çıkar. Bu ise, Ra’dır. Nefes kokuları taşır ve onun burna çıkışı anlaşılır. Bunun insanın ko­nuşmasındaki harflerde benzeri, ‘gunne harfleri’dir, çünkü onlar geniz­den gelir.

Harf mertebeleri tamamlanmıştır, Allah Teâlâ’ya hamd olsun.

Yüz on sekizinci kısım sona erdi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar