[FÜTÛHÂTl MEKKİYYE'NİN] YÜZ ON ALTINCI KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah
Teâlâ’nın Adıyla
YÜZ YETMİŞ dokuzuncu
bolum
Dostluk Makamının Bilinmesi
Kevnirı dostluğuyla ihtiyaçlar karşılanır Hakkın dostluğuyla ise kerem göster ona
Hakkın niteliği ve elçileri rehberdir Yaratıklar
arasında yoktur bir benzeri
Yaratıkların nefsleri ondan aciz kalırsa Sen O’nun
âleminden O’nunla kaim ol
Dosduk
ilahi bir niteliktir. Şair şöyle der:
Bende ruhun yolunu tuttun
Bu nedenle Halil ‘Halil’ diye
isimlendirildi
Hallac’ın
ve Züleyha’mn halleri bu ifadeyi destekler. Züleyha’nın kanı yere düşünce, yere
‘Yusuf diye yazılmışken Hallac’ın kanı yere düştüğünde ‘Allah Teâlâ, Allah
Teâlâ’ diye yazılmıştı. Hallaç şu şiiri okumuştu:
Hareket eden her organ ve eklemimde Sizin zikriniz
bulunur
Allah Teâlâ’yı bilmek, ârifin bileşik
parçalarına yayılınca, ondaki her cevher-i ferde Rabbinin bilgisi yerleşir, o
da içerdiği her parçasıyla Allah Teâlâ’yı bilen haline gelir. Böyle olmasaydı,
parçaları nizam bulmaz, bileşik yapısı ortaya çıkmaz, ruhaniliği doğasına
bakmazdı. Mana, duyu ve hayalde işler Allah Teâlâ vasıtasıyla nizama kavuşur,
insan hayalinin şekilleri de sonsuzdur ve onlardan meydana gelebilecek her
düzenli şekil, Allah Teâlâ vasıtasıyla gerçekleşebilir. Bu şekillerin bu
mertebede Allah Teâlâ’yı bilmedeki hükümleri, duyulur ve ruhani surette
(yukarıda) zikrettiğimiz şekildedir. Bütün varlıklarda da durum böyledir.
İnsan bu zikrettiğimizi hissedip vecd ve müşahede olarak onunla özdeşleşirse,
dost haline gelir. Bu makama ulaşanın âlemdeki hali, Hakkın özelliğine sahip
olmaktır. Nankörlük görse bile, Allah Teâlâ onun vasıtasıyla rızık verir. Allah
Teâlâ nanköre günahı artsın diye mühlet verir. Günah arttığında ise, mağfiretin
büyüklüğü, affın ve bağışlamanın otoritesi ortaya çıkar.
, HİKAYE
Hz İbrahim’in dininden olmayan birisi
kendisine misafir geldiğinde, İbrahim ona şöyle
demiş: ‘Allah Teâlâ’yı birle ki, sana ikramda bulunayım, seni konuk edeyim.’
Adam ‘Bir lokma yemek uğruna mı dinimi ve atalarımın dinini terk edeceğim?’
diyerek ayrılıp gitmiş, Allah Teâlâ İbrahim’e şöyle vahyetmiş: ‘İbrahim! Adam
doğru söyledi! Adam yetmiş senedir bana şirk koşuyor iken ben onu
rızıklandırdım. Sen bir lolona uğruna dinini ve atalarının dinini terk etmesini
istiyorsun.’ İbrahim hemen adama yetişerek, özür dilemiş, kendisine yemek
yedirmek üzere geri dönmesini rica etmiş. Müşrik ‘Sana ne oldu?’ diye sorunca,
İbrahim şöyle karşılık verdi: ‘Rabbim beni senden dolayı azarladı ve bana şöyle
dedi: ‘Ben beni inkar etmesine rağmen yetmiş yıldır kendisini
rızıklandırıyorum, sen bir lokma uğruna dinini ve atalarının dinini terk
etmesini istiyorsun.’ Bunun üzerine müşrik şöyle demiş: ‘Benim gibi bir adam
için mi bütün bunlar oldu? Öyle birine ibadet etmek gerekir.’ Sonra müslüman
olarak İbrahim ile birlikte geri dönmüş. Sonra, İbrahim’in cömertliği yanına
gelen Allah Teâlâ’nın bütün yaratıklarına yayılmıştı. Bu konuda kendisine soru
soranlara ‘Ben cömerdiği Rabbimden öğrendim, gördüm ki, Rabbim düşmanlarını
bile zayi etmiyor, ben de onları zayi etmedim’ demiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ
İbrahim’e ‘Sen benim gerçek dostumsun’ diye vahyetti.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Kişi dostunun dini üzeredir, her biriniz kiminle dostluk yaptığına
baksın’ buyurur. Şair şöyle der:
Kişiyi sorma,
dostum sor Her dost arkadaşına uyar
Bir kavim içindeyken, en hayırlısıyla arkadaş ol
Bayağıyla arkadaşlık etme, seni de bayağılaştırır
Birisine ‘En çok hangi insanı
seversin?’ diye sorulunca, şöyle demiş: ‘Kardeşim! Dostun alameti, imkânı
ölçüsünde arkadaşının gediğini kapatmaktır. Gücü yetmezse, sıkıntısını
paylaşır.’ Şair şöyle der:
Dostum, üzüntülerimi bölüşendir Düşmanıma düşmanlık
eder
Başka bir şair şöyle der:
Ben, beni arzulayana aidim Dostumu beni gördüğü gibi
görmekteyim
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey iman
edenler, düşmanımı ve düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlara sevgi göstermeyin.’466 Şöyle dedik: Dost, dostunun dini
üzeredir. ‘Allah Teâlâ’nın düşmanları’ diye nitelenen bu insanların bu davranışı,
-Allah Teâlâ kendilerine iyilik yapıyor olsa bileonların Allah Teâlâ’yı
bilmemelerinden kaynaklanır. Onların gözlerinde Allah Teâlâ’yı örten ‘sebep
perdeleri’ vardır. Dolayısıyla, ancak gördüklerini bilirler. Bu makamı elde
etmek ve Rahman’a dost olmak isteyen kimse ‘Benim
ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin’467 ayetini dikkate alır. Bununla birlikte
Allah Teâlâ’ya düşman olanlar, ihsan ve iyiliğin Allah Teâlâ’dan geldiğini ve
düşmanlıklarına karşı Allah Teâlâ’nın onlara iyilik yaptığını bilmez. Onların
kalplerinde bu konuda bir bilinç yaratılmamıştır. Öyleyse dostluk makamını
talep eden insan, kafıriyle-müminiyle, itaatkârıyla-günahkârıyla Allah
Teâlâ’nın bütün yaratıklarına iyilik yapmalıdır. Bunun yanı sıra, Hakk
insanlara nasıl davranmışsa öyle davranmalıdır, gücü yetse bile (haksızlık
yapmamalıdır). Hakk, insanların hepsine merhamet ve lütufla davranır.
Böylelikle Allah Teâlâ’nın dostu, bilmedikleri yönden, kendilerine iyilikleri
ulaştırır, insanlara böyle davranan kimse -ki bu kolay bir yoldur, çünkü ben
bu makama girdim ve onu tattım, ondan daha kolayını ve daha latifini görmedim,
onun lezzetinin üzerinde de bir lezzet yoktubu Hakk ulaşınca, onun adına ‘dostluk’
mümkün olabilir. Kul imkân bulamadığı için yardıma güç yetiremezse bile,
bâtınıyla onlara yardım eder, Rabbinin huzurunda içinden onlara dua eder. İşte
dostun hali böyledir. Öyleyse dost, serapa rahmettir! İlahi rahmet olmasaydı, Allah
Teâlâ ‘Barışa yönelirlerse, onlara kanat aç5468
ve ‘Cizye verene kadar onlarla savaşın’ demezdi. Bütün bunlar, onları korumak
değil mi? Hakkın takdiri öne geçmeyip bilinene aykırı bir işin gerçekleşmesi
imkânsız olmasaydı, âlemdeki hiçbir zerre acı duymazdı. Fakat ilahi hükmün
işlemesi kaçınılmazdır. Soiıra, herkes, her şeyi kuşatan rahmete varır, insan,
nankörlük etmesine rağmen dünyada rızıklanır ve merhamet görür, iman ve
mârifetin bulunduğu ahirette durumu nasıl olacaktır? Ahirette insan, (Elest
bezminde) belinden Âdemoğullarının alınıp Allah Teâlâ’ya şahit
tutulduklarındaki gibi keşf sahibidir. Öyleyse onların azap görmesi, bir
temizlenme ve arınmadır. Bu durum, iman etmiş olmalarına rağmen müminlerin
dünya hayatında karşılaştıkları belaların, hastalıkların ve kötülüklerin onlar
için temizleyici olmasına benzer. Büyük günah işleyenlerin bir kısmı -mümin ve
birleyen ikenşefaatle çıkmak üzere cehenneme girer. Sonra, Hakk cehennemden
hiçbir iyilik işlememiş olanları bile çıkartır. Öte yandan cehennemde yerleşik
olanların orada kendisinden tat aldıkları bir halleri vardır. Bu nedenle
‘azap’ (tat) anlamında ‘azap’ diye isimlendirilmiştir. Öyleyse dost, dostunun
adetine göre davranır! Bu durum Peygamberin ‘kişi dostunun dini üzeredir’
hadisinde dile getirilir. Başka bir ifadeyle ‘âdetine göre davranır:’ Şair
İmru’l-Kays şöyle der:
Ke dînike min Ümmi’l-Hüveyris kabileha
(Ümmü’l-Hüveyris’ten senin dinin/adetin gibi onu kabul
etti)
Komşusu ise Ümmü’r-Rebab Me’seVdedir
Şiirde geçen din, âdetin demektir.
Bir insan Allah Teâlâ’nın yaratıklarına Allah Teâlâ’nın onlara davrandığı gibi
davranırsa, ‘dost’ adını almayı Hakk eder.
Allah Teâlâ yaratıklarına cömert ve
lütufkâr ihsanlarıyla davranır, onlara bol nimetlerini yayar ve onları
birbirlerine sevdirir. Böylelikle âlemde öfke, bozgunculuk ya da düşmanlık
ortaya çıkmaz, dosduğun nüfuz etmediği bir düşmanlık kalmaz. Söz konusu kişinin
dost adını Hakk etmesi, onun gereğini yerine getirmesi ve şardarını tamamlamasından
kaynaklanır. Allah Teâlâ’nın rahmetinin her şeyi kapsayışındaki en büyük ümit
şu ayettir:
‘Rahman Arş üzerinde istiva etti.’469 Rahmet âlemin bütün cisimlerini kuşatan
Arş’a yerleşince, onunla çelişen ya da kendisini ortadan kaldırmak isteyen isim
ve nitelikler süreklilikte kökleri olmayan geçici şeyler haline gelir. Çünkü
hüküm, istila edene aittir ki, o da Rahman ismidir. Öyleyse işin bütünü O’na
döner. Sen de İbrahim’in niteliklerini araştır ve onları yerine getir ki,
belki Allah Teâlâ seni onun bereketiyle rızıklandırır. Çünkü İbrahim dosduk
nedeniyle bu niteliklere ulaşmıştı, yoksa nitelikler dosduğu zorunlu
kılmamıştı. Bu nedenle sana ‘Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmayı’ salık
verdik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Güzel ahlakı tamamlamak üzere
gönderildim’ buyurur. Bunun anlamı -ahlakı güzel ve bayağı diye kısımlara
ayırdığındagüzel ahlakın nebi ve resullere gelen şeriadarda ortaya çıktığıdır.
Değersiz ahlak ise, hepsinin nezdinde güzel ahlaktan farklılaşır. Alemde delilin
gösterdiğine ve keşf ve mârifetin verisine göre, Allah Teâlâ’nın ahlakından
daha güzeli yoktur. O’nun tüm ahlakı güzeldir. O halde ‘bayağı ahlak’ diye bir
şey yoktur. Peygamber ‘toplayıcı kelime’ ile bütün insanlara gönderilmiş, ona
cevamiü’l-kelim (bütün hakikatleri kendinde toplamak) özelliği verilmiştir.
Daha önce özel bir şeriada gönderilen her peygamber, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘güzel ahlakı tamamlamak üzere’ gönderildiğini bildirdi,
çünkü güzel ahlak, Allah Teâlâ’nın ahlakıdır. Hakk ondan söz ederken ‘güzel
ahlak’ ile ‘bayağı ahlak’ dememiştir. Öyleyse tümü güzel ahlakur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem -şeriatm maksadını bilen kimseler içingenel olarak
âlemde ‘bayağı ahlak’ (diye bilinen) hiçbir şeyi ihmal etmeden, hepsini nerede
kullanacağımızı açıkladı. Örnek olarak hırs, haset, açgözlülük, cimrilik,
korkaklık ve kınanmış tüm nitelikleri verebiliriz. Peygamber bize bu huylar
için kullanım yeri göstermiştir. Onları bu yerlerde kullandığımızda ise ‘güzel
ahlak’ haline gelirler ve kınanmışlık özelliğini kaybederler. Böylece hepsi
‘övülen nitelik’ haline gelir.
Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ile güzel ahlakı tamamladı. Öyleyse Hakkın zıddı olmadığı gibi
peygamberin de zıddı yoktur. Alemdeki her şey,
O’nun/onun ahlakıdır. Öyleyse bütün
huylar, güzel ahlaktır, fakat bu durum bilinmez. Allah Teâlâ’nın bazı şeylerden
uzak durulmasını emretmiş olması, insanlarm onların ‘kötü ahlak’ diye
inanmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ ise peygamberine dikkaderi uyarılsın diye
bunların kullanım yerlerini göstermiştir. Bazımız bunu bilirken bir kısmımız
bilmez. İşte ‘Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’ hadisinin anlamı
budur. Bu nedenle peygamber son peygamber olmuştur.
YÜZ
SEKSENİNCİ BÖLÜM
Şevk ve İştiyak Makamının Bilinmesi -bu
da sevenâşıkların niteliğidir.-
Şevk vuslat ile kaybolur İştiyak ise vuslatla sürer
Tahayyül kavuşma esnasmda Ayrılığı sürdürür, sahibi de
aldanmıştır
‘Güçlüğü kolaylaştı’ diyene, deriz ki Varlıkta
kolaylaşmayan her güçlük
Aşkın nitelikler indendir, başkası değil!
Aşk kalplerdeki gizli hastalık
O niteliğin hükmü sadece dünyadadır Orada varlığı gider
ve açığa çıkar
Bir âşık şöyle der:
Uzaklaşırlarsa, özleyerek ağlarım Yakın olurlarsa,
ayrılırlar diye ağlarım
Şevk, kavuşmayla birlikte dinginleşir,
çünkü o, kalbin uzaktakine duyduğu özlemdir. Uzaktaki gelince dinginleşir.
İştiyak ise, sevenin sevgilisiyle bir araya geldiğinde duyduğu sevinç hissidir.
Seven, ondaki vecdinin nihayete ulaşmasını sağlayamaz. Ulaşırsa dinginleşir.
Çünkü seven, sevgilisine doymaz, çünkü his, nefste sevgiliye duyulan sevgiyi
ifade edemez. Öyleyse sevgiliye kavuşmuş insanın durumu, tuzlu suyu içen bir
adamın haline benzer. Ne kadar içerse, susuzluğu o kadar artar! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘iki kişi doymaz: Bilgi talibi ve dünya
talibi.’ Kastedilen, her birisinin dünya ya da bilgiyi elde etmeyi sevmesidir.
Bilginin ulaşılabilecek bir sonu yoktur ve bu nedenle bilginin peşindeki insan
doymaz. Dünya da öyledir, çünkü dünya nefslerin arzu duyduğu şeydir. Şehvet onu
ister. Arzu duyulan bu nesne, ‘dünya’ denilene benzer bir surette ortaya
çıkar. Böylelikle şehvet ona bağlanır. Sonra, bu arzu nesnesi ahirete göçer ve
şehvet de arkasından gider. Dolayısıyla hiç bir zaman bu şehvet doymaz, çünkü
o, süresi bitmeyen bir surettir. Şehvet olmasaydı, cennet beğenilmezdi. O halde
şevk (özlem) sona ererken iştiyak (sevgiliyle kavuşma sevinci) geride kalır. Bu
konuda şu mısraları yazdım:
Arzuyu tadan kişinin hayatı duru olmaz Aşık olduğu
kişiye kavuşmadan
Onu gördüğünde, sakinleşir Onu sarsan ve sıkan mana
O bir
manadır, hükmü değişir Hangi ismi verdiğim bilen kimsede
Sevgi, daha önce muhabbet bahsinde
söylediğimiz gibi, sadece var olmayana ilişebileceği gibi şevk de bulunana
değil, o esnada görülmeyen uzaktakine ilişebilir. Bu nedenle şevk, muhabbetin
bir niteliğidir ve bunun için de süreklidir ve tersi de doğrudur. Seven herkes
özlem duyan iken özlem duyan herkes de sevendir. Özlem duymayan insan seven
olmadığı gibi sevmeyen de özlem duymaz. Güvenilirliği hakkında bilgimin
olmadığı bir rivayet gelmiştir: Allah Teâlâ kendisine özlem duyanları
zikrederek kendisinin onlara daha çok özlem duyduğunu belirtmiştir. Bu özlem,
O’nun şanına yaraşır şekildedir. Allah Teâlâ’nın onlara duyduğu özlem, özlem
duydukları kimseye kavuşturarak onları rahata erdirmektir. Halbuki değişmeyecek
olan takdir edilmiş vakit, henüz gelmemiş, dolayısıyla Hakkın özlem duyduğu
şeyin gerçekleşmesi de gecikecektir. Bu rivayet doğru ise, yorumu böyledir.
Fakat keşf veya sahih bir rivayet yoluyla bu konuda bir bilgim yoktur. Fakat
rivayet zikredilen meşhur bir rivayettir. Cennet Ali, Selman, Ammar ve Bilal’i
özlemekle nitelenmiştir. insanlar bu isimlerin kök anlamlarından hareketle,
yorumlar getirmiştir. Bunlar ulüvv (yücelik), ümran (imar etmek), selamet ve
istiblaldir (iyileşmek). Fakat bu da kesin bir yorum değildir. Çünkü özlem,
tecrübeye bağlıdır. Cenneti gördüğümde, bu rivayet aklıma gelseydi,
-başkalarına değil deniçin bu isimlere özlem duyduğunu kendisine sorardım.
Cennet, bu dört isme özlem duymaya kendisini sevk eden nedeni daha iyi bilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’i de defalarca (rüyamda) gördüm ve kendisine bazı
şeyleri sordum. Aklıma cennetin bu kişilere duyduğu özlemin (sebebini) sormak
gelmedi. Daha önemli şeyler, her defasında bu konuyu sormaktan alıkoydu. Özlem,
zevk bilgisidir ve özlem duyan herkes onu kendinden bilir.
YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM
Şeyhlere Hürmet Makamı
Şeyhe hürmet Allah Teâlâ’ya hürmettir
Onu Allah Teâlâ
karşısında Allah Teâlâ için ve O’nunla yerine getir
Onlar nazlılardır,
yakınlık kendilerini destekler Allah Teâlâ’ya delil olmada güçlü bir şekilde
Bütün peygamberlerin
varisidir onlar Sözleri sadece Allah Teâlâ’dandır
Nebiler gibi
mihraplarında görürsün onları Allah Teâlâ’dan O’ndan başkasını istemezler
Şeriatla çelişen hal
gözükürse Bırak onları, Allah Teâlâ ile baş başa
İzlerini sürme,
eserlerini takip etme Çünkü Allah Teâlâ’ta Allah Teâlâ’nın serbest kullarıdır
Fakat şeriata
uymayana, uyulmaz Allah Teâlâ’dan haber getirse bile
Devrimizde
müritlerin şeyhlerin mertebeleri hakkındaki bilgisizliklerini görünce, şu
mısraları söyledik:
Şeyhlerin kıymetini
bilemedi Gençler ve yaşlılar
Lafızları küçümsendi
Derin iken, bilgisizce
Şeyhler
-kendi dönemlerinde peygamberler Hakkın vekilleri oldukları gibiâlemde Hakkın
vekilleridir. Hatta onlar, şeriat ilmini peygamberlerden tevarüs eden
varislerdir. Fakat şeyhler, şeriat koyamaz. Dolayısıyla onlar, insanların
geneli hakkında -şeriat koymak değil‘şeriatı korumak’ yetkisine sahiptirler.
Onlar, kalpleri korur. Seçkinlerde ise, adabı gözetmek ve kalpleri korumak
(imkânları) vardır. Allah Teâlâ’yı bilenler karşısında onlar, doğa bilgini
karşısında doktora benzerler (umumhusus ilişkisi). Doktor özellikle insanın
bedenini yönetmesi bakımından doğayı bilirken, doğa bilimci -doktor olmasa
bilegenel anlamda doğayı bilir. Şeyh, bazen her iki durumu bir araya getirir.
Fakat Allah Teâlâ’yı bilmekteki şeyhliğin payı, insanların davranışlarının
kaynağını ve sebeplerini bilmek, iyisiyle kötüsüyle düşünceleri bilmek, -kınanmış
düşüncenin övülen bir tarzda ortaya çıkması gibidüşüncelere katışan karışıklık
noktalarını bilmek, nefesleri ve bakışı (nazar) bilmek gibi hususlardır. Bunun
yanı sıra şeyhler, nefesleri ve bakışı bilirler, nefese ve bakışa ait olan ve
onların içerdiği Allah Teâlâ’yı razı eden iyilikler ile Allah Teâlâ’yı kızdıran
kötülükleri bilirler. Şeyhler, hastalıkları ve ilaçlarını, zamanları,
mekanları, mizacı, gıdaları, mizacı düzelten ve bozan şeyleri, hayali keşf ile
gerçek keşf arasındaki farkı, tecelliyi, terbiyeyi, müridin çocukluktan
gençliğe, oradan yaşlılığa intikalini bilirler. Onlar, müridin doğasma hükmetmenin
bırakılıp aklına hükmetme vaktinin ne zaman geldiğini bilirler. Onlar, müridin
düşüncelerinin tasdik edileceği zamanı, nefse ve şeytana ait hükümleri,
şeytanın kudreti altındaki hususları bilirler. Şeyhler, insanın şeytanın
kalbine verdiği vesveseden korunmasını sağlayan perdeleri de bilir. Onlar,
müridin nefsinin sakladığı ve onun bile farkında olmadığı şeyleri bilir. Onlar,
müridin bâtınında ortaya çıktığında ‘ruhanî fetih’ ile ‘İlahî fethi’ ayırt
etmeyi bilir. Onlar, ‘yola’ uygun olanlar ile olmayanları kokularından ayırt
eder. Onlar, ‘Hakkın gelinleri’ olan müriderin nefslerini güzelleştiren süsleri
bilirler. Hakk karşısında onlar, gelini süsleyen bir hizmetçiye benzer. Onlar,
Allah Teâlâ’nın edipleri, mertebenin edebini ve onun Hakk ettiği saygıyı
bilenlerdir.
Şeyhlik
makamının esası şudur: Şeyh, sâlik-müridin terbiye, sülük ve şeyhlik için
ehliyete varıncaya kadar keşfinde ihtiyaç duyduğu her şeyin (bilgisini)
kendinde toplayan kimsedir. Bunun yanı sıra, düşüncesi veya kalbi ortaya çıkan
bir kuşku nedeniyle hastalandığında -ki mürit onun doğrusuyla yanlışını ayırt
edemez-, muhtaç olduğu şeyleri bilir. Nitekim ‘kalp secdesi’ hakkında benzer
bir durum gerçekleşmiştir. Başka bir örnek ise, bizim şeyhimiz için
gerçekleşmiştir. Ona ‘Sen İsa b. Meryem’sin denilmiş’, şeyhi kendisini gerekli
şekilde tedavi etmiştir. Başka bir örnek, -içinden değil-, bir haramı işlemeyi
emreden veya vacibi yasaklayan Hakkın sesini duymayı verebilir. Şeyh böyle bir
insanı bu sınanmadan kurtararak, günaha düşmesini engeller. Bununla birlikte,
içinde bulunduğu makam doğrudur. Öyleyse şeyhler, Allah Teâlâ’nın dininin
doktorlarıdır.
Terbiyede
muhtaç olunan bir şeyin (bilgisinin) eksik olduğu kimse, şeyhlik makamına
oturamaz, çünkü böyle bir insan, düzelttiğinden daha çoğunu bozar ve fitneye
düşürür. Öyle biri, sahte doktor gibidir! Sahte doktor, sağlıklıyı hasta
ederken hastayı öldürür. Bu dereceye varan kişi, Allah Teâlâ yolunda
‘şeyhtir.’ Her müridin böyle bir şeyhe saygı göstermesi, hizmet etmesi,
kurallarına uyması, Allah Teâlâ’nın bildiği hiçbir şeyi ondan gizlememesi
gerekir. Mürit, hürmeti devam ettiği süre şeyhine hizmet etmelidir. Kalbinden
hürmet düşerse, artık onun yanında bir an bile kalmamalıdır, çünkü bu durumda
mürit, şeyhten yararlanamaz, aksine ondan zarar görür. Çünkü sohbet, saygıyla
birlikte fayda sağlayabilir. Tekrar şeyhe hürmet kalbine döndüğünde ise, şeyhe
hizmet eder ve ondan yararlanır. Çünkü şeyhler iki haldedir: Birincisi Kitabı
ve Sünneti bilen, zahirlerinde onu dile getiren, içlerinde bu hükümleri
hakkıyla yerine getiren âriflerdir. Onlar, Allah Teâlâ’nın sınırlarını gözeten,
verdikleri sözü tutan, şeriatın kurallarını yerine getiren, (şüphelilerden
kaçınmak anlamındaki) vera’da tevile kaçmayan, ihtiyatı benimseyen, karıştıranlardan
uzak duran, ümmete karşı şefkatli olan, hiçbir günahkârı cezalandırmayan, Allah
Teâlâ’nın sevdiğini seven, O’nun kızdığına -Allah Teâlâ kızdığı içinkızan
kimselerdir. Allah Teâlâ yolunda kınayanın kınaması, onları bağlamaz. İyiyi
emreder, hakkında görüş birliğine varılmış kötülükten sakındırırlar. Onlar,
iyiliklere koşar, insanları bağışlar, büyüğe saygı gösterir, küçüğe merhamet
eder. Allah Teâlâ’nın ve insanların yolunda eziyet veren şeyi temizlerler.
Onlar, iyilik (yapmak için) zordakini ve en zorda kalanı ararlar. Hakları
ehline teslim ederler. Kardeşlerini, hatta bütün insanları mazur görürler.
Cömertliği tanıdıklarıyla sınırlamazlar. Cömerdikleri herkese dönüktür. Büyük
onlar için baba, denk onlar için arkadaş ve kardeş, küçük olan, evlat gibidir.
Bütün halk, onların gözünde ihtiyaçlarını karşıladıkları bir aile gibidir. Allah
Teâlâ’ya itaat ederlerse, onları itaate muvaffak kılanın Hakk olduğunu
düşünürler. Günah işlerlerse, hemen tövbe ederler ve Allah Teâlâ’dan
utanırlar, kendilerinden ortaya çıkan davranışlar nedeniyle kendilerini
kınarlar. Onlar, günahlarında kaza ve kadere sığınmazlar. Böyle bir şey, Allah
Teâlâ’ya karşı saygısızlıktır. Onlar, kolaylaştıran, yumuşak davranan ve
şefkatli insanlardır. ‘Onlar
aralarında merhametlidir. Onları secde ve rükû ederken görürsün.’470 Onların bakışlarında Allah Teâlâ’nın kullarına karşı
merhamet vardır. Sanki onlar, ağlar gibidir. Onların üzerinde sevinçten daha
çok üzüntü gözükür. Bunun nedeni, yükümlülük diyarının gerekleridir. Böyle
insanlar, kendilerine uyulan ve hürmet edilmesi zorunlu kimselerdir. Onlar,
görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir.
Şeyhlerden
bir grup daha vardır. Onlarda bir savrukluk vardır ve bu şekilde (hükümlere
karşı) koruyucu değillerdir. Onların halleri kendilerine bırakılır ve
kendileriyle arkadaşlık yapılmaz. Onlarda harikulade vb. umulabilecek olaylar
gözükse bile, şeriat karşısında saygısızlık var iken, buna itimat edilmez.
Çünkü Allah Teâlâ’ya giden yegâne yolumuz, O’nun şeriatıdır. Allah Teâlâ’nın
şeriatından başka Allah Teâlâ’ya giden bir yol olduğunu iddia eden insanın
sözü yalandır. Binaenaleyh hali doğru olsa bile, edebi olmayan şeyhe uyulmaz.
Bununla birlikte, ona da hürmet edilir.
Bilmelisin
ki, Hakka hürmet, şeyhe hürmetten geçtiği gibi Hakka saygısızlık şeyhe
saygısızlıktan geçer. Onlar, Hakkın perdedarlarıdır. Onlar, müritlerin
kalplerindeki halleri korur. Öyleyse uyulması gereken şeyhlerden birine eşlik
edip ona hürmet etmeyen kimsenin cezası, kalbinde Hakla bulmaktan mahrumiyet, Allah
Teâlâ’dan gaflet ve konuşmasında da edepsizliğin gözükmesidir. Hakkın kalpte
bulunması, sadece edepliler için mümkündür. Bu kapı, edeplilerin dışındakilere
kapalıdır. Bir mürid için şeyhe hürmetsizlikten daha büyük bir mahrumiyet
yoktur. Allah Teâlâ ehlinden birisi, Allah Teâlâ ehlinin meclisleri hakkında
şöyle demiştir: ‘Bir insan Allah Teâlâ ehlinin meclisinde bulunup onların
ulaştıkları halleri inkâr ederse, Allah Teâlâ iman nurunu kalbinden çekip
alır.’ Öyleyse Allah Teâlâ ehliyle oturmak tehlikelidir. Onlarla oturan kimse,
tehlikededir. Arkadaşlarımız, kendi şeyhinden başka bir şeyh karşısında
müridin durumu hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba onun bu şeyh
karşısındaki hali kendi şeyhinin karşısındaki hali gibi mi olmalıdır, yoksa
farklı mı olmalıdır? Bütün arkadaşlarımız, o şeyhe de hürmet etmenin gerekliliğinde
görüş birliğindedir. Bu nokta, onların görüş birliğine vardıkları yerdir. Bunun
dışındaki hususlarda ise, bir kısmı ‘müridin başka bir şeyh karşısındaki durumu
kendi şeyhinin karşısındaki durumuyla birdir’ demiştir. Bir kısmı ise, iki
şeyhi ayırarak şöyle demiştir: İki şeyhe gösterilen saygının aynı olması,
müridin diğer şeyhin Allah Teâlâ yolunda uyutanlardan olduğunu öğrenmesinden
sonra olabilir. Bunu bilmiyorsa, İlcisine aynı tarzda davranamaz. Birinci
görüşün haklı yönü olduğu gibi diğerinin de haklı yönü vardır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir kadına şöyle demiştir: ‘Sabır belanın ille
geldiği andadır.’ Kadın onun Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğunu bilmiyordu
(bu nedenle ona gerekli saygıyı göstermemişti). Mürit Hakkı amaçlar. Maksadı
her nerede ortaya çıkarsa, onu alır ve benimser. Çünkü adamlar hakikat ile
tanınır, yoksa hakikat onlarla tanınmaz. İşin esası şudur: Alem iki ilah,
insanın yükümlü olduğu şeriatlar farklı iki peygamber veya bir kadın iki koca
arasında bulunamayacağı gibi mürit de -terbiye müridi iseiki şeyh arasında
bulunamaz. Terbiye olmaksızın, sohbet söz konusu ise, bütün şeyhlerle sohbet
müride zarar vermez, çünkü o bunların hükmü altında değildir. Bu sohbet ‘bereket
sohbeti’ diye isimlendirilir. Şu var ki Allah Teâlâ yolunda bundan bir adam
gelmez. Öyleyse hürmet, kurtuluş için esastır.
YÜZ SEKSEN
İKİNCİ BÖLÜM
Sema' Makamının bilinmesi
Şefkatli bir
insanm nasihatidir sana, bak!
Sema’
‘mutlak sema’dır’ (duymak)
Sema’da sınırlamaktan sakın
Çünkü o, yok olucu bir sözdür muhakkik
nezdinde
Sema’ Kitaptan nedir, bilir misin?
Her bildiricinin ve çalgıcının
bildiğidir
Kuran’ı teganniyle (okumak)
sema’ımızdır
Hakk her konuşanda dile gelendir
Allah Teâlâ kulunun ne dediğini duyar
Onun sema’ı (duyma) tahakkukla
gerçekleşir
Varlığın aslı ‘kün (ol)’ sözünü
duymaktır
Onunla var olduk, biz söylenenin
aynıyız
Ayetlerde onun öne geçişine bak!
Yüce ve kıymetli bir bilgiyi öğren
Duymak arifin tahakkuk ettiği en şerefli
şeydir
İlgi, ahlak ve tahakkuk olarak!
Allah Teâlâ şöyle der: ‘O,
Duyan (Semi’) ve bilendir:471 Başka bir ayette ise ‘Duyan
ve Görendir’472 buyurur. Bu
ifade, bilginin önüne getirilmiştir. Görme Haktan öğrendiğimiz ilk şeydir ve
bizden O’na ilişmiştir. Söz O’ndan iken duyma bizdendir. Böylelikle varlık,
O’ndan meydana geldi. Aynı şekilde, kendisinden vecd, ondan ise vücud (varlık)
meydana gelmeyen sema’, bu yolda sema’ değildir. İşte Allah Teâlâ ehlinin
kendisine döndükleri ve duydukları sema’ın mertebesi budur. Allah Teâlâ bir
şeye dışta var olmazdan önce şöyle der: ‘Bizim
irade ettiğimiz şeye sözümüz ‘ol (kün)’ demektir, o da olur.’473 Sema’ ehlinin konuşanın sözünde
duydukları şey de budur. Var olması için ‘ol’ sözünü duyanın (olmak için) hazırlanması
ise, sema’daki vecde benzer. Sonra dıştaki vücudu ‘ol’ sözünden meydana gelir.
Allah Teâlâ ‘ol’ der, ‘o da olur’ sözü, sema’ ehlinin kalplerinde buldukları Allah
Teâlâ’ya dair bilgi gibidir. Bu bilgiyi onlara vecd halinde sema’ vermiştir.
Öyleyse varlık (vücud) sema’ım duymamış kimse, sema’ etmemiştir. Bu nedenle
sûfıler, vücudu vecdden sonra zikretmiştir. Vücud, yani âlemin vücudu Allah
Teâlâ’dan gelen söz ile var olduğunda -ki sema’ da âlemdendirmuduluk
yollarının varlığı ile bedbahtlık yollarının farkı ortaya çıkmaz. Muduluğa
ulaştıran yollar ile bedbahtlığa ulaştıran yollar, ancak ilahi söz ve kevni
duyma (sema’) ile öğrenilir. Böylelikle bütün peygamberler, Kuran, Zebur,
İncil ve sahifeler ile sözü getirmişlerdir. Öyleyse, sadece ‘söz’ ve sema’
(duyma) vardır, başkası yoktur. Söz olmasaydı, irade sahibinin bizden neyi
isteyeceği bilinmezdi. Duyma olmasaydı, bize söylenen sözü öğrenemezdik. Biz
söz ile tasarruf ederiz ve duymakla birlikte sözden dolayı tasarruf ederiz.
Duyma ve söz birbirine bağlıdır. Biri olmaksızın diğerinin bağımsız kalması
mümkün değildir. Bu ikisi iki nispettir. O halde söz ve duymayla Hakkın
nefsinde olan şeyi öğreniriz. Çünkü bizim yegâne bilgimiz onun işittirmesine
bağlıdır. Sözde veya duymada araç şart değildir. Bazen araç ile bazen araç
olmaksızın duyulabilir. Sözün aracı dil, duymanın aracı kulaktır. Sema’ın
varlıktaki mertebesini ve diğer nispetlerden farklılığını öğrenince, şunu
bilmelisin ki: Allah Teâlâ ehli nezdinde sema’, mutlak (sınırsız) ve mukayyet
(sınırlı) diye ikiye ayrılır. Mutlak sema’, Allah Teâlâ ehlinin benimsediğidir.
Fakat onlar bu konuda ölçüler hakkında güçlü bir bilgiye muhtaçtırlar.
Böylelikle ‘sınanma’ sözüyle bağlanmayı (gerektiren) sözü ayırt ederler. Bunu
ise, herkes ayırt edemez. Bir ölçü olmaksızın, bu konuda serbest hareket eden,
sapıtır ve başkasını da saptırır. Sınırlı sema’ ise güzel seslerle sınırlanmış
nağmelerdir. Doğa, kendilerini algılayışına göre, bu nağmeler nedeniyle
harekete geçer. Sema’ derken (insanların genelinin) kast ettikleri şey,
genellikle budur, yoksa mutlak sema’ değildir.
Bu tanıma göre sema’ üçe ayrılır:
İlahi sema’, ruhani sema’ ve doğal sema’. İlahi sema’, (kalbin özel gücü olan)
sırlar ile duyulur. Bu sema’, her şeyde, her şeyden ve her şey vasıtasıyla
(Hakkın sözünü) duymadır. Bütün varlık onlara göre Allah Teâlâ’nın tükenmez
kelimeleridir. Bu kelimelerin karşılığında, onların tükenmeyen kulakları
vardır. Bunlar, onlar adına kelimelerin meydana gelişiyle onların sırlarında
duymayı sağlar. ‘Onlara rablerinden hadis bir zikir
(yeni bir ihtar) geldiğinde, onu duyarlar’474 ayetinde bu hususa işaret vardır.
Bir kısmı duyduktan sonra yüz çevirirken bir kısmı duyduğu nezdinde kalır. Bu,
herkesin bilemeyeceği bir makamdır. Varlıkta sadece O vardır. Fakat bilinmez
ve tanınmaz. Sema’, çok olan Allah Teâlâ’nın isimleriyle ilgilidir. Her ismin
bir dili, her dilin bir sözü, her sözün bizde bir kulağı vardır. Duyandan ve
söyleyenden hakikat ise birdir. Olumlu karşılık verdiğimiz ve bağlandığımız
bir nida olursa, bu nida, Allah Teâlâ’nın bize ‘Bana
dua edin size karşılık vereyim’475 buyurmasından kaynaklanır. Biz de
söz söyleme gücünü yaratınca, emrini duyduk. Bu durumda Allah Teâlâ (bizim
sözümüzü) duyar. İçimizden bazıları bunu kabul eder. Nitekim hadiste şöyle
denilir: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu’ der.’
Bu makam sahibi, bütün sözleri vekalet yoluyla söylemiştir. Bir kısmımız ise,
kendi zanmnca nefsiyle konuşur. Halbuki gerçekte öyle değildir. Allah Teâlâ her
konuşanın dilindedir. Varlıkta sadece Allah Teâlâ olduğu gibi O’ndan başka
söyleyen ve duyan da yoktur. Konuşmamızı ‘Allah Teâlâ ile konuşan’ ve ‘kendi
başına konuşan’ diye ikiye ayırdığımız gibi duymayı da Rabbiyle duyan ki ‘ben
onun kendisiyle duyduğu kulağı olurum’ hadisinde dile getirilmiştirve -kendi
zannınca, halbuki gerçek öyle değildir‘kendi nefsiyle duyan’ diye ayırırız.
İşte ilahi sema’ budur ve bütün duyulan her şeye yayılmıştır. .
Ruhani sema’ ise, başkalaşma ve
değişmeden korunmuş varlık levhasında ilahi kalemlerin cızırtılarıyla
ilgilidir. Bütün varlık açılmış bir sayfa, âlem ise yazılmış bir kitaptır.
Kalemler, dile gelir, akılların kulakları duyar, kelimeler yazılır ve görülür Hakk
gelirler. Onları görmek, bir ilave olmaksızın, onları anlamaktır. Bu duymayı
bir seviyeye ulaşmış akıllar ulaşabilir. Sema’ bir dördüye dayalıdır: zat,
nispet, teveccüh ve söz. Bu nedenle varlık ilahi sema’ vasıtasıyla ortaya çıktığı
gibi ruhani sema’ da zat, el, kalem ve cızırtıdan meydana gelir. Böylelikle
nefs-i natıka için vücud (varlık veya vecd), söz konusu kalemlerin ‘kalp
levhalarına’ değiştirme ve tasarruf yazılarını duyarken ortaya çıkar. Öte
yandan doğal sema’ da dört gerçek duruma dayanır: Çünkü doğa, iki fail, iki
edilgen olmak üzere akledilir dört unsurdan oluşur. Böylelikle doğa, dört
unsuru meydana çıkartır. Bu durumda doğanın yapısı dört karışıma ve dört güce
dayalı ortaya çıkar. Bu yaratılış onlara dayalıdır. Her bir karışım, özü
gereği, onu ve hükmünü baki kılmak üzere kendisini hareket ettireni arar, çünkü
durağanlık, yokluktur. Kalemlerin cızırtısını duymak, alimlerin nefslerinde bu
doğal yaratılışı harekete geçirmeye elverişli hali meydana getirmiştir. Onlar
için dört nağme ortaya koymuşlardır. Karışımlardan her birinin belli bir
alette bir nağmesi vardır. Bunlar, musikide -ki ‘ses ve ölçü bilgisi’
demektirbûn, zîr, müsenna ve müselles diye adlandırılır. Nağmelerden her biri
sevinç, ağlama ve farklı hareketlerde karışımlardan her birini harekete
geçirir. Bu hareket, ruhaniliği yönünden değil, doğası bakımından nefse aittir.
Çünkü hareket, doğal yaratılışa aittir. Doğal sema’ ile birlikte hiç bir zaman
bilgi meydana gelmez. Onun sahibi, bu nağmeleri söz konusu araçlardan veya
okuyucuların seslerinden duyduğunda, nefsinde bir sevinç veya hüzün bulur,
fakat bilgi bulamaz. Çünkü bilgi, -doğanın kendisini aradığı hal ve vecd doğru
bile olsadoğal sema’ın nasibi değildir. Günümüzde insanların sema’ı böyledir.
Ruhani sema’ ile genelde, maddelerin dışında marifet ve bilgi gerçekleşir.
İlahi sema’a ise hem maddelerin hem maddenin dışında genel ilgisi olan bilgi ve
mârifetler eşlik eder. Kişi (genel olan) bu bilgiyi doğal ve ruhani sema’da
‘bulur’, fakat (doğal veya ruhani duymayla ile değil) doğaya ve özellikle akla
özgü ilahi sema’ vasıtasıyla bulur. Sema’ sahiplerinin (duyanlar) bir kısmı onu
bilirken bir kısmı -onu sema’ında bulsa ve bulduğunu inkara güç yetiremese bilemahiyetini
bilemez. O halde Hakkın sema’ı, tıpkı varlığı gibi mutlaktır ve onun ayırt
edilmesi, güçtür. İlahi kelamda nağmelerin ve sözün dayandığı bir asıl vardır
ki o asılların en güçlüsüdür. Bu nedenle, doğalarda tesir ve güç (imkânı) ona
aittir. Nağmeler gelip duyulduğunda, yani çalgı sesi veya bunun duyandaki
etkisi mahalline ulaştığında, hiç kimse onun etkisini kendinden
uzaklaştıramaz. Öyleyse onun otoritesi güçlüdür. Bunun nedeni ise dayandığı
aslın gücüdür. Çünkü ilahi isimler, tek bir hakikate ait olsalar bile, Allah
Teâlâ ehlinin bildiği üzere, isimler arasında farklılık vardır. İsimlerde
farklılık bulunduğu ‘akledilir’ iken bu durum onların eserlerinden öğrenilir.
Bu nedenle, nağmelerin dayandığı ilahi hakikatlerin kelamın dayandığı
hakikatten güçlü olduğunu öğrendik. Şöyle ki: Bir okuyucu veya şiir söyleyeni
duyarız. Bu esnada içimizde bundan dolayı bir hareket bulamayız, hatta belirli
vakiderde hareket bile etmeyiz. Çünkü şiir, doğal veznin dışında okunmuştur.
Aynı ayeti ya da şiiri nağmeyle ve ölçüyle okuyandan duyduğumuzda ise, vecde
gelir ve harekete geçeriz. Bu durumda daha önce bulmadığımız bir hali
kendimizde buluruz. Bu nedenle doğal nağmelerin dayandığı asıl ile sözün
dayandığı aslı ayırt ettik. İşte bu, duyulur terazidir. Bu konuda aklın
terazisini öğrenmek için, âlemdeki ilahi tertibin hikmetine bakılır. İnsan
ilahi sema ehlinden ise, ilahi isimlerin tertibini araştırır. Onun sema’ının
aslı bu isimlerdir. Ruhani sema ehli ise isimlerin yüce ve aşağı âlemdeki
etkilerinin tertibini araştırır. Böylelikle duyulan her şeyde onu bulur. Çünkü
bütün duyulanlar, onun nezdinde nağmedir. Bunların bir kısmı duyulur şekilde
hareket ederken bir kısmında hareket olmaz. Ruhani harekete gelirsek, bu,
zorunludur.
Allah Teâlâ’nın ruhani hareketlerden
ilahi hareketlere çıkan bir gurubu vardır. Bu durum, Cüneyd’in ‘onları donuk
görürsün, dağlar bulutlar gibi akar3 (ayetiyle) ilgili yorumunda
dile getirilir. Fakat onların hareket etmesi, kendilerini donuk zannettiğin
haldedir. Böylelikle hareketin o şahısla ilişkisi, kulunun tövbesiyle sevinmenin
ve evine gelen kişiden dolayı mutlu olmanın yüce mertebeyle ilişkisiyle birdir.
Bunlar inanılması zorunlu olan ilahi hallerdir. Onların niteliğini ise sadece Allah
Teâlâ’nın (bu bilgiyi) nasip ettiği kimseler bilebilir. Böyle birinin sema’daki
hareketi ilahidir. Sema’ın keyfiyeti, ulaşılan fakat söylenemeyen ilimlerdendir.
Allah Teâlâ’nın her gece yakın semaya indiğini belirten rivayet, (sema’daki)
sevince ya da neşeye benzemez. Çünkü bu sevinme, âleme ait bir sebepten
kaynaklanır. Yakın semaya inmek ise, gerçekleşen bir işten değil, umulan bir
durumdan kaynaklanır. Birincisi sema’ bahsine katılırken İkincisi ona katılmaz.
Bunu bilmelisin.
Sema’ı kendisi için zorunlu bir bahse
bağlayarak inceledik. Sema’ ile ilgili söylenmesi gereken her hususu, burada
öğrenilsin diye, özet ve veciz bir şekilde dile getirdik. Sema’ ile ilgili
hikayeler ise burada zikredilmesine gerek olmayacak kadar çoktur. Çünkü bizim
kitabımız, hikayelere değil, işlerin esaslarını incelemeye dayanır.
Hikayelerle ilgili kitaplar çoktur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya
ulaştırır.’
YÜZ
SEKSEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Sema'm Terki Makamının Bilinmesi
Allah
Teâlâ Allah Teâlâ! Akıl yok ki,
O’nu tasvir ede
Vehim, beşer sûretinde tapar O’na
Şeriata bir vakit sınırlar, bir vakit
mutlaklaştırır
Oluş (kevn) sûretlerde O’nu ispatlar
Sema’ın terki anlaşılmayacak bir makam
Onu ancak haberde güçlüler anlar
‘OV demişse, kime söylemiştir? Hakikat
bir
Eserde ve dışta O’ndan başkası yok ki
Bu söz nezdinde ‘ol’ nedir ki?
Ol sözü -iyice incelersenmeydana gelmemiştir
Sözü duymayı feta’dan başkası
söylemedi
Ayet ve sûretlerin anlamlarını tam
bilen feta
Kelam olmasaydı sema’ da olmayacaktı
Kelam gelmiştir, sen de tetikte ol
Mutlak sema’ın terki mümkün değildir.
Büyüklerin terk ettiği sema’, bilinen-sınırh sema’dır ki, o tegannidir.
Efendimiz Ebu’s-Suud eşŞibli el-Bağdadi’ye ‘Sema’ hakkında ne dersin?’
denilince, şöyle demişti: ‘Sema’ tasavvufa yeni katılana haram, sonra gelene
gereksizdir.’ ‘Sema’ kimin içindir?’ denilince, şöyle demiş: ‘Sema ‘kalp
sahibi’ orta derecedeki topluluk içindir.’ Bir kadın Peygambere gelerek ‘Allah
Teâlâ’nın peygamberi! Senin huzurunda def çalacağımı adadım’ deyince,
Peygamber ‘Adadıysan, yap, yoksa olmaz!’ demiştir. Def çalmak, mubah olsa bile,
büyüklere göre ondan uzak durmak daha uygundur. Ebu Yezid elBestami def çalmayı
kerih görür ve kabul etmezdi. Rivayete göre İbn Cüreyc’e bu konu sorulunca,
şöyle demiştir: ‘Keşke sema’dan baş başa çıkabilseydim: Ne zararım ne kârım
olsun.’
Bizim bu konudaki görüşümüze
gelirsek, nefsi hakkında temkin sahibi, onu istemez. Bulunduğunda ise ondan
dolayı (meclisi) terk etmez. Bize göre def çalmak, genel anlamda caizdir,
çünkü haramlığı hakkında peygamberden bir rivayet gelmemiştir. Bir insan Rabbi
karşısında kalbini sınırlı sema’da buluyorsa, onun sema’ı terk etmesi zorunludur.
Çünkü bu, gizli-ilahi bir tuzaktır. Kalbini, sema’da olduğu gibi sema’ dışında
ve her durumda buluyor, fakat nağmelerde daha fazla ‘buluyor’ ise, böyle bir
insanın sema’ meclisinde bulunması haramdır. Burada sadece şiirde dinlenen
nağmeleri kastetmiyorum, nağmenin şiirde ve şiirin dışında bulunuşunu
kastediyorum. Buna okuyanın güzel sesi nedeniyle ‘kalbini bulup’ sesi güzel
olmayan birisinden aynı ayeti dinlediğinde kalbini bulamadığı Kur'an-ı Kerîm
okuma da dahildir. Böyle bir vecde güvenilemeyeceği gibi bu esnada (kişinin
kendinde bulduğu) ilahi mertebeyle ilgili rikkate de itimat edilemez. Çünkü o
nedenlidir ve böyle bir rikkat ve incelik, doğadan kaynaklanır. Ayrıntıyı bilip
ilahi, ruhani ve doğal şema’ı ayırt eden insan ise, böyle bir karıştırmaya
maruz kalmaz ve (söz gelişi) doğal sema’ esnasında Allah Teâlâ vasıtasıyla
sema’ ettiğini (duyduğunu) söylemez. İşte böyle birine sema’ yasaklanmasa bile
yine de onu terk etmesi daha yerindedir. Özellikle kişi uyulan şeyhlerden
birisiyse, sema’ı terki daha uygundur. Böylelikle yalancı-iddiacı veya yalan
niyeti olmasa bile halini bilmeyen kimse, onunla perdelenir.
YÜZ
SEKSEN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kerametler Makamının Bilinmesi
Bazı
adamlar kerametleri sayar,
Makamlara ulaşmanın gerçek delili
Kerametler müjdenin ta kendisi, onları getirdi zira
el-Müheymin’in elçileri göklerin üzerinden
Bizde ise -bilirsenbu hususta tafsilat
var: ,
Cemaat kerametler ile sevinmez
Aldatma ona eşlik ederken nasıl
sevinilir?
Bilgisiz ve afet
sahibi bir grup hakkında
Onlar gerçekte bilmediklerini bilmez
Cehaletin en büyüğü de odur
Keramet bir korumadır
Sözde, fiilde ve niyetlerde koruma
Bu keramete karşılık isteme
Kerametlerin dürülüşünde tuzaktan
sakın
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmesin ki, Haktan keramet, O’nun elBirr isminden, iyi kulları (Ebrar) için
uygun bir karşılık olarak gerçekleşir. Çünkü münasebet onu gerektirir. Gerçi
kerametin üzerinde gözüktüğü kimsenin bir talebi olmayabilir.
Kerametler ikiye ayrılır: Duyusal ve
manevi kerametler. Sıradan insanlar, kerameti düşünceyi okumak, geçmiş,
gelecek ve şimdiki zamanda bilinmeyenleri bildirmek, su üzerinde yürümek,
havayı yarmak, yeri dürmek, gözlere görünmemek, duaya hemen karşılık vermek
gibi iuyusal tarzda anlarlar. Başka bir ifadeyle sıradan insanlar, keramederi
böyle sayar. Manevi keramederi ise Allah Teâlâ’nın seçkin kulları tanır ve
bilir, sıradan insanlar bilemez. Manevi kerametler, şeriat adabının korunması,
güzel ahlakı yerine getirmeye ve kötü ahlaktan uzaklaşmaya muvaffakiyet, genel
olarak vakitlerinde farzları yerine getirmek, hayırlara koşmak, insanlara karşı
kin ve nefreti gönlünden çıkartmak, haset ve kötü zandan kalbi temizlemek,
kalbi bütün kötü niteliklerden arındırarak her nefes murakabeyle onu süslemek,
Allah Teâlâ’nın haklarını kendinde ve eşyada gözetmek, Rabbinin kalbindeki
eserlerini gözetmek, çıkarken ve girerken nefesleri gözetmektir. Kendisine
gelirken onları edeple karşıladığı gibi, onlara (Hakkın karşısmda olduğunun
bilinci anlamındaki) ‘huzur’ elbisesi giydirir. Bütün bunlar, bize göre,
aldatma ve tuzağın giremediği velilerin manevi kerametleridir. Aksine bunlar,
sözleri tutmanın, niyetin doğruluğunun, dilek gerçekleşmediğinde ve nahoş
bulunan bir iş ortaya çıkağında, kaza ve kadere rızanın delilidir. Bu
keramederde insana sadece Allah Teâlâ’ya yakın melekler ve O’nun seçilmiş
hayırlı ehli ortak olabilir.
Şıradan insanların bildiğini
söylediğimiz keramederin hepsinde gizli bir tuzak olabilir. Onları ‘keramet5
saydığımızda, bir istikametin neticesi olmaları veya istikametin onları ortaya
çıkartması gerekir. Aksi halde keramet olamazlar. Keramet istikametin
neticesiyse Allah Teâlâ onu amelin payı ve fiilinin karşılığı yapmıştır.
Keramet fiilden önceyse, seni ondan dolayı Allah Teâlâ hesaba çekebilir. Sözü
geçen manevi keramedere gelirsek, onlarda belirttiğimiz tuzak yoktur, çünkü
bilgi onlara eşlik eder. Bilginin gücü ve değeri, tuzağın keramete girmemesini
sağlar. Çünkü şer’î sınırlar ‘ilahi aldatma’ için konulmuş tuzak değildir,
onlar, mutluluğa ulaşmadaki açık yollardır. Bilgi seni amelin nedeniyle övünmekten
korur. Çünkü bilginin değeri, seni kullanmasıdır. Seni kullandığında ise,
amelinden seni soyutlayarak o ameli Allah Teâlâ’ya izafe eder, senden ortaya
çıkan itaat veya Allah Teâlâ’nın sınırlarını korumanın (kendinden dolayı değil)
Allah Teâlâ’nın tevfik |Ve hidayetiyle gerçekleştiğini sana öğretir. Sıradan
insanların kerametlerinden biri ortaya çıktığında bilgili insan, bundan Allah
Teâlâ’ya sığınır ve alışkanlıklar vasıtasıyla böyle keramederden gizlenmek ister
-bilgiden başkaparmakla gösterilecek şekilde sıradan insanlardan ayrışacağı bir
özelliğin kalmamasını diler. Çünkü bilgi, istenilen şeydir ve bütün yaralar
onun sayesinde gerçekleşir. Bilgisiyle amel etmese bile, ‘bilenler ile
bilmeyenler eşit değildir.’ Öyleyse bilenler, (gerçek ile yanlışı)
karıştırmazlar. Allah Teâlâ’nın kullarına yönelik kerameti, Hakkın onlardaki
yüzünü göremedikleri için, yaratıklardan ve kendilerinden soyudanarak Allah
Teâlâ’ya yönelenler için gerçekleşir. Allah Teâlâ’nın onlara ihsan ettiği en
büyük keramet, bilhassa bilgidir, çünkü dünya, bilginin yeridir. Bunun
dışındaki harikulade olaylara gelirsek, dünya onların yeri değildir. Öyle bir
şeyin keramet olması, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle mümkündür, yoksa kendisi
nedeniyle keramet olamaz. Bir şey Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle keramet ise,
buradaki keramet de, bilgi demektir. O halde Hakkın kullarına dönük kerameti,
onlara ihsan ettiği bilgidir.
Ebu Yezid5e yeryüzünün
dürülmesi sorulunca, şöyle demiş: ‘Bu da ne ki? İblis bile bir anda doğudan
batıya gidebilir. Halbuki onun Allah Teâlâ nezdinde hiç bir değeri yoktur.’
Havanın yarılması sorulunca, şöyle demiş: ‘Kuşlar havayı yarıp geçer. Mümin Allah
Teâlâ’nın nezdinde kuşlardan üstündür. Öyleyse kuşların ortak olduğu bir iş
nasıl keramet sayılır?’ Bütün zikrettiğimiz şeylere böyle nedenler gösterdikten
sonra, şöyle demiştir: ‘İlahi! Bir topluluk seni talep etmektedir. Taleplerini
zikrettiklerinde, sen onları meşgul ettin ve kendilerini söylediklerine ehil
yaptın. Allah Teâlâ’m! Beni bir şeye ehil yaptığında, sana ait şeylerden
birisine ehil yap!’ Burada Ebu Yezid, bilgiyi dilemiştir. Bilgi, en büyük
hediye ve en üstün keramettir. Aleyhine delil bilgiyle ortaya çıksa bile,
(suçunu) itiraf etmeni sağlayan ve (Allah Teâlâ’ya) karşı delil getirmeni
engelleyen de bilgidir. Çünkü sen, lehinde olanı, aleyhinde olanı ve Allah
Teâlâ’ya ait olanı (bilgi sayesinde) bilirsin. Allah Teâlâ, peygamberine sadece
bilginin fazlasını istemesini emretti, çünkü bütün iyilik, bilgidedir.
Binaenaleyh bilgi, en büyük keramettir. Bilgi var iken amel yapmamak, amel
yaparken bilgisiz olmaktan iyidir. Bilginin gerçekleşme araçları pek çoktur.
‘Bilgi’ derken, Allah Teâlâ’yı, ahiret hayatını ve dünya hayatının Hakk ettiği
ve niçin yaratıldığı ve ortaya konulduğunu bilmeyi kastediyorum. Acaba dünya
niçin yaratılmıştır? Bu bilgi sayesinde insan bulunduğu her yerde bir basiret
kazanarak kendisini ve hareketlerini bütünüyle bilir. Bilgi, kuşatıcı ve ilahi
bir nitelik, Allah Teâlâ’nın en üstün ihsanıdır. Allah Teâlâ ‘Ona
katımızdan’ -bizden bir rahmet olarak‘bilgi verdik’476 buyurur.
Bilmelisin ki bilgi, rahmet
kaynağındandır. Sana kerametin mahiyetini ve sana Allah Teâlâ’nın hediye
ettiği şeyin O’nun bildirimiyle keramet olabileceğini söyledik. Bu keramet,
ahiretteki nasibini eksiltmeyeceği gibi amelinden bir şeyin karşılığı da
değildir. O, sadece senin Hakka gelişin (için bir hediyedir). Çünkü O’na
gelmen, O’nu bilmeyişinden kaynaklanır, çünkü sen, O’nu ille adımında
görmemişsindir. Ebu Yezid Hakkı aramak uğruna Bestam’dan ilk kez çıktığında,
böyle bir halle karşılaşmış. Bir adam karşısına çıkarak ‘Ne arıyorsun?’ demiş.
Ebu Yezid ‘Allah Teâlâ’yı’ deyince, adam ‘Aradığını Bestam’da bırakmışsın!’
demiş. Bunun üzerine Ebu Yezid O’nu nasıl arayacağının farkına varmış. Bu durum
‘Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir’477 ayetinde dile getirilir. Öyleyse ne
bilgi var ne iman! Allah Teâlâ seni kendisini müşahedenin bilgisinden mahrum
bırakırsa, O’na imandan daha azı yoktur burada. Bu nedenle O’na gelen,
bilgisizliğinden dolayı O’na gelmiştir. Bu gurubun (sûfılerinin) bütün niyederi
Allah Teâlâ’ya yönelmiştir ve O’nu ararlar. Onlar, Allah Teâlâ’ya yönelmiş, Allah
Teâlâ ise onlara dilediği ihsanlan vermiş, bunun da özellikle ‘konukluk
hediyesi’ olduğunu bildirmiştir. Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bunu
öğrenmedikleri sürece, bu konuda Hakkın tuzağından ya da ahiretteki paylarının
eksilmesinden korkulur. Böyle bir durumda ahirette keşke dünyada kendilerine
hiçbir şey verilmemiş olsaydı diye temenni ederler.
YÜZ SEKSEN BEŞİNCİ
BÖLÜM
Kerametin Terki Makamının Bilinmesi
Kerametin
terki delil olmaz Sözümü
dinle, en doğru sözdür o
Kerametin varlığı bazen
İkram edenin payıdır, sonra kötü bir
yol tutar
Seni yükümlü tutanı bilmede hırslı ol llah’ın yerine
bedel arama
Kerameti örtmek bir zorunluluk Adamlar nezdinde,
başarısız olma
Peygamberlerde gözükmesi ise farzdır Vahiy böyle
inmiştir
Ayetleri (mucize) ve kerametleri
izhar, iddiaları nedeniyle peygamberler için zorunlu iken peygambere uyan
velinin onları gizlemesi vaciptir. İşte sûfilerin yolu budur. Çünkü veli bir
iddiada bulunmadığı gibi iddiada (bulunması) da gerekmez, çünkü o, şeriat
getiren biri değildir. Artık şeriat terazisi âlemde ortaya konulmuştur.
Şekilci alimler ki onlar fetva verenlerdirAllah Teâlâ’nın dini hakkında o
teraziye göre hüküm vermişlerdir. Onlar, cerh ve tadil ehlidir. Veli ise,
yükümlü olmasını gerektiren aklı var iken ortaya konulmuş şeriat terazisinin
dışına çıkarsa, hali kendisine bırakılır. Bunun nedeni, Rahman’ın nefesinde
onun hakkındaki ihtimaldir. Bu bırakma da meşru terazide vardır. Şeriatın
zâhirinde cezayı gerektiren ve hakim nezdinde sabit bir durum veliden ortaya
çıkarsa, o ceza veliye uygulanır. Gerçekte onun için söz konusu olan ihtimal bu
cezadan kendisini kurtaramaz. Bu ihtimal, başkalarına şeriatça yasaklanmış
şeylerin mubah kılındığı ve kendilerini cezalandırmadığı kimselerden olması
ihtimalidir. Fakat bu durum, ahiret hayatında böyledir. Allah Teâlâ Bedir
savaşçıları hakkında (başkasma yasaklanmış) fiillerin onlara mubah olduğundan
söz etmiştir. Bir rivayette de ‘Dilediğini yap, seni bağışladım’ buyurur.
Halbuki ‘dünya hayatında senden cezayı kaldırdım’ dememiştir. Cezanın
uygulandığı kişi, gerçekte günahkâr değil ise, sevap alır. Örnek olarak Hallaç
ve yolundan gidenleri verebiliriz.
Kerameti terk, bazen Allah Teâlâ’nın
bildirmesiyle olabilir. Çünkü Allah Teâlâ, O’nun nezdinde kullarının
büyüklerinden biri olsa bile, veliye bundan bir şeyi vermeyebilir. Kastettiğim,
Allah Teâlâ’ya dair bilgi değil, görünen harikulade olaylardır. Bazen veliye Allah
Teâlâ, kendiliğinde bu konuda bir imkân verebilir, o ise, bütün bunları Allah
Teâlâ için terk eder ve üzerinde keramet gözükmez. Bu yolda bu özellikteki bir
grup gördük. Efendimiz Ebu’s-Suud b. Şibl’e -ki zamanın âkili idihalini gizlemeyen
birisi kendisine ‘Allah Teâlâ sana tasarruf gücü vermiş midir -ki o
keramederin aslıdır-’ diye sorduğunda, şöyle demişti: ‘On beş seneden beri,
bize o güç verildi de, Hakk bizim adımıza tasarruf etsin diye nezaketen onu
bıraktık.’ Ebu’s-Suud Allah Teâlâ’yı vekil edinirken O’nun emrine bağlandığını
kasteder. Bunun üzerine soru soran kişi ‘peki ne kaldı geride?’ dediğinde,
şöyle demiştir: ‘Beş vakit namaz kılmak ve ölümü beklemektir, insan çırpınan
bir kuşa benzer: Dolu bir ağız ve yürüyen bir ayak!’ Ebu’s-Suud şöyle derdi:
‘Bana söylenen sözlerden en hoşuma gideni şuydu:
Ölüm döşeğine ayağım koydu
Sonra ona dedi ki ‘haşir sana yaklaştı’
Adam dediğin budur! Böyle olmayan
biri, adamlık iddiasında bulunmamalıdır. Kitabın bu bölümünü yazarken, Hakk
bana sırr’ımda şöyle hitap etti: ‘Beni kim vekil edinirse, beni dost
edinmiştir (işlerinde vekil yapmıştır). Beni vekil yapan, beni hesaba
çekebilir ve beni vekil yaptığı konuda soru sorabilir. Böylece iş, tersine
döner ve mertebeler değişir.’ Allah Teâlâ’nın razı olduğu ve seçtiği kullarına
karşı davranışı böyledir. Bu ihsanın üzerinde ise, himmetin kendisini arayacağı
bir ihsan yoktur. Bu mertebe, muhakkik kulu kendi değerini bilmekten
uzaklaştırmaz. Allah Teâlâ’yı ise ‘Hakkın güçleri ve organları olduğu kimse’
vekil edinebilir. Çünkü hakikatlerin değişmesi imkânsızdır. Hakk Hakk, halk
halk, kul kuldur.
Böyle birinde gözüken harikulade,
bizce keramet değildir, çünkü keramet, üzerinde gözüktüğü kimseye döner. Makamı
böyle olan birisi için böyle şeyler tesadüf edebilir. Nitekim beş yüz seksen
altı yılında bulunduğumuz bir mecliste bizim için de benzer bir şey
gerçekleşmişti. Müslümanların kabul ettiği şekilde nebiliği inkâr eden bir
filozof, yanımıza geldi. O, nebilerin getirdiği mucizeleri de inkâr ediyor, hakikatlerin
değişmeyeceğini iddia ediyordu. Hava soğuktu ve kış mevsimiydi. Önümüzde ateşle
dolu bir mangal vardı. Münkir şöyle diyordu: ‘Avam diyor ki, İbrahim ateşe
atıldı fakat ateş onu yakmadı. Ateş doğal cisimleri yakar. İbrahim kıssasında
zikredilen ateş, Nemrut’un kin ve öfkesiydi. O ateş, öfke ateşiydi. İbrahim’in
ona atılması ise Nemrut’un öfkesine muhatap olması, ateşin onu yakmaması,
zalim Nemrut’un gazabının ona işlemeyişiydi. Bunun nedeni ise ‘ışıkların
kaybolması’ hakkında ortaya koyduğu kanıdarla İbrahim’in kendisini yenmesiydi.
Bu kanıdara göre, ışıklar ilah olsaydı, kaybolmayacaklardı. İbrahim buradan (Allah
Teâlâ’nın varlığına) delil oluşturdu.’ Sözünü bitirdiğinde, bu makama ve güce
ulaşmış kimselerden birisi şöyle demişti: ‘Sana Allah Teâlâ’nın ateşin İbrahim’i
yakmadığı ve onu İbrahim için soğuk ve selametli yaptığı hakkında söylediği
sözün doğruluğunu gösterebilirim. Burada onu savunmak için -yoksa kendim için
bir keramet olsun diye değilsenin karşında İbrahim’in yerini alacağım.’ Münkir
filozof ‘Böyle bir şey olamaz’ deyince, adam şöyle dedi: ‘Şu gördüğün ateş,
yakıcı değil mi?’ O da ‘Evet5 diye cevap verince, veli ‘onu
gözlerinle görüyorsun değil mi?’ diye sordu, sonra mangaldaki ateşi inkârcının
üzerine döktü. Bir süre ateş elbisesinin üzerinde kaldı, eliyle onları
çeviriyordu. Ateşin kendisini yakmadığını gören münkir şaşırmıştı. Veli, ateşi
mangala geri koyup şöyle dedi: ‘Şimdi ateşe elini yaklaştır.’ Münkir elini
yaklaştırınca, ateş elini yaktı, bunun üzerine veli şöyle dedi: ‘İbrahim’in
durumu da böyleydi. Ateşe emir verilmiştir; emirle yakar ve emirle yakmayı
bırakır. Aynı şekilde, Allah Teâlâ dilediğini yapandır.’ Bunun üzerine münkir,
teslim olmuş ve tövbe etmiştir. Böyle bir şey, kerametleri terk eden kimse üzerinde
gözükebilir. O insan, kerametleri kendi devrinde (daha önce) doğruluğuna delil
olacak mucize ve ayet gösteren peygamberin vekili olarak gösterir. Böylelikle
keramet, Şâri’nin ve dinin doğruluğuna delil olsun diye ortaya koyar, yoksa
onunla veli olduğunu göstermeyi amaçlamaz. Kerametlerin terki bu demektir.
Kerametin terkinin adamları vardır.
Onlar, Melamilerdir. Sûfiler ise, keramet gösterir. Kerametler, zikrettiğimiz
tarzda olmadıkça, büyük adamlara göre nefslerin büyüklenme duygusunun bir
tezahürüdür.
YÜZ SEKSEN
ALTINCI BÖLÜM
Harikuladeler (Adeti Aşmak, Keramet)
Makamının Bilinmesi
Harikuladeler kısımlara bölünmüş Teorik düşünce onları
böyle sınıflar
Bir kısmı Hakk tarafından açıklanmış Peygamberlere
tahsis edilen mucizeler gibi
Diğer kısımdakiler ise ihtimalli Onu belirlemede kesin
bir bilgi yok
Hepsi Allah Teâlâ’nın kitabında açıklanmıştır Araştır,
yazılı bulursun onları Kitapta
Müjde, sihir, aldatma ve onun alameti Hepsi zikredilir
Kitapta
Bunlar beş kısımla sınırlı İnceleyenler varlıklarda
bulur onları
Bilmelisin ki, harikuladeler makamı,
pek çok tarzdadır. Bir kısmı nefsin güçlerinden meydana gelir, çünkü âlemin
cisimleri, nefsin himmet güçleri karşısında edilginleşir. Allah Teâlâ onları
böyle yaratmıştır. Bazen bilinen-doğal bir yöntemden meydana gelirler. Örnek
olarak, Gökbilimcilerin kullandığı yöntemleri ve benzerlerini verebiliriz.
Bunun tarzı, uzmanlarının nezdinde bellidir. Bazen harfin nazmından meydana
gelir. Bu tarz, gök bilimcilere aittir. Bazen zikredenin söylediği bir takım
isimlerden meydana gelirler. Bu isimlerden görenin gözünde -gerçekte
değil‘harikulade’ diye imlendirilen fiil ortaya çıkar. Bazen ismin kuvvetinin
gücüyle gerçekleşir. Bütün bunlar Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla yaratılmış
kudrete dahildir. Bazı harikulade olaylar, ilahi mertebeye özgüdür. Onlarda
kulun çaba ve gayreti yoktur. Allah Teâlâ onları kulda izhar eder ya da Allah
Teâlâ’nın emri ve bildirmesiyle kuldan ortaya çıkarlar. Bunlar, mertebe
mertebedir. Bir kısmı ‘mucize’ diye isimlendirilirken bunların bir takım şartları
ve özel nitelikleri vardır. Bir kısmı, ‘ayet5 veya ‘mucize’ diye
isimlendirilmez. Bir kısmı ise, ‘keramet5, bir kısmı ‘destek’, bir
kısmı ‘uyarıcı5 ve ‘teşvik edicidir.5 Bir kısmı, (amele)
karşılıktır. Bir kısmı, aldatma ve tuzaktır. Bütün bunların Allah Teâlâ ehli
nezdinde alametleri vardır. Bununla birlikte Allah Teâlâ ehlinin -ilk sınıftan
farklı olarak bu konuda bilgileri yoktur. İlk sınıf (peygamberler),
kendilerinden ortaya çıkan şeyler hakkında bilgiye sahiptir. Sözünü ettiğimiz
ve ameli Allah Teâlâ5a izafe edilen ikinci sınıftan meydana gelen
her şey ihtimale açıktır: Acaba o, bir inayetten mi gerçekleşmiştir yoksa
böyle değil midir? Mucize ve ayet ise, böyle değildir. Çünkü onlar, kesinlikle
inayetten meydana gelmiştir ve onlar doğrudur. Destek de, böyledir. Bu ikisinin
dışındakiler daha önce de söylediğimiz gibi ihtimale açıktır.
Konumuza dönersek: Yolumuz şöyle
hüküm vermiştir: Velilerde harikulade, kendiliğinde hakikatinin verdiği hükmün
dışına âdeti çıkartan kişide ortaya çıkabilir. Bu ise, onun mubahlardaki
tasarrufu veya haram işlemek veya bir vacibi bırakmak gibi şeytanın süslediği
vesvesedir. Kim kendiliğinde âdeti aşarsa, Allah Teâlâ da düşünceyi okumak
veya havada yürümek veya herhangi bir şekilde isimlendirilen bir harikulade olay
onun adına meydana getirir. Keramet türlerini, mertebelerini ve onlardan ortaya
çıkan hususları Mevakiu’n-nücum’da. zikrettik.
Bu konuda bilebildiğim kadarıyla bizden önce gelen yoktur. Kastettiğim, kitabın
içerdiği konuları bilmek değil, onun sıralamasıdır. Mevakiu’nnücum yöntemi
doğru, faydası çok, hacmi küçük bir kitaptır. Onu (âlemdeki karşılıklı)
ilişkileri dikkate alarak yazdık. Çünkü karşılıklı ilişki, âlemin varlığının
esasidir. Harikulade de, âlemin bir parçasıdır. Allah Teâlâ âlemdeki ayetlerini
alışık olunan ve olunmayan şekilde yaratmıştır. Alışık olunmayanları ise, ‘Allah
Teâlâ’dan anlayan’ kimseler yorumlayabilir. Başkaları, Allah Teâlâ’nın bu
fiillerde neyi amaçladığını bilemez. Allah Teâlâ Kuran’ı alışık ayederle
doldurmuştur. Örnek olarak gece ile gündüzün peş peşe gelmesi, bitkilerin
çıkması, yağmur ağması, denizde büyük gemilerin yüzmesi, dillerin ve renklerin
farklılığı, geceleyin uyumak, gündüz Allah Teâlâ’nın ihsanını aramak gibi
hususları zikredebiliriz. Kuran’da ‘akleden’, ‘duyan’, ‘anlayan’, ‘iman eden’,
‘bilen’, ‘takva sahibi’, ‘tefekkür edenler için ayet’ diye zikredilen her şey,
bu kısma girer. Bununla birlikte hiçbir insan, onları kendiliğinden kaldıramaz.
Bunun istisnası, Allah Teâlâ’nın seçkinleri ve Allah Teâlâ ehlidir-ki onlar
Kur'an-ı Kerîm ehlidir-.
Alışık olunmayan ayeder (mucizeler)
ise, harikulade olaylardır. Bunlar sıradan insanların nefslerine etki eden
olaylardır. Örnek olarak zelzeleler, sarsıntılar, güneş tutulması, hayvanın
konuşması su üzerinde yürümek, havayı yarmak, gelecekte olacakları -haber
verildiği gibi gerçekleşmek üzerebildirmek, düşünceleri söylemek, az yemeğin
pek çok insanı doyurması gibi hadiseleri verebiliriz. Bunu özellikle sıradan insanlar
önemser. İstikametten meydana gelmeyen ya da Allah Teâlâ’ya dönmeye uyarıcı
veya teşvik edici olmayan ve kişinin gayretinin bulunmadığı harikulade,
aldatma ve bilinmeyen yönden bir tuzaktır. Böyle bir şey, itaatsizlik yaparken
Allah Teâlâ’nın kuluna verdiği ‘sağlam bir tuzaktır.’ Burada âriflere ait garip
bir sır vardır. Bu sırrın açıklanmasında genel adına zarar bulunmasaydı,
söylerdik. Bilinen her şey, söylenemez.
‘Harikulade (âdeti aşan)’, ilk
gerçekleştiğinde harikuladedir. İkinci kez gerçekleşirse, bu kez âdet haline
gelir. Gerçekte ise her şey sürekli yenilenir. Öyleyse tekrarlanan bir şey
olmadığı gibi harikulade de yoktur. Olan şey, bir şeyin kendisinin değil,
benzerinin ortaya çıkmasıdır. Bir şey yinelenmemiştir, dolayısıyla âdet de
değildir. Yinelenseydi, âdet haline gelirdi. İnsanlar bu gerçekten perdelenmiştir.
Söylediğimi anladıysan, sana gerçeği açıklamış oldum. Ulûhiyet, (varlıkta)
tekrar olmayacak kadar geniştir. Fakat benzerler körlerin gözlerini perdeler.
Onlar, ‘dünya hayatının zahirini bilirler. Ahiretten ise
habersizdirler.’4™ Kastedilen, ikinci benzerin
varlığıdır. ‘Onlar yeni yaratmadan kuşku içindedir.*479 Mümkünler sonsuzdur ve kudret
işlemiştir. Hakk ise sürekli yaratıcıdır.
Öyleyse tekrar nerede kalmıştır? Hâlbuki
sadece yinelenme bilinir ve bu ise ‘âdetin aşılmasıdır.’
YÜZ SEKSEN YEDİNCİ
BÖLÜM
Mucize Makamının Bilinmesi. Mucize,
Hakkında Mucize Olduğu Kimsede Halin Değişmesi
Nedeniyle Nasıl Keramet Sayılır.
Mucize
yol yok, sonsuza dek Bir daha gözükmesine imkân yok
Ne veli
ne başkası adına
Sözümü incelersen, doğrudan
ayrılmazsın
Yaratıklar onu aşarsa, onun yalanı yoktur Yakında ve
uzakta öne geçenin doğruluğu
Bu nedenle nebilerde değişti Kimsede bir izi görülmedi
Bir nebiye ait mucizenin veli için
keramet olup olamayacağı hakkında görüş ayrılığına düşülmüştür. Çoğunluk,
bunun mümkün olduğunu söylemiştir. Ebu İshak İsferayînî ise böyle düşünmez.
Biz de o görüşteyiz. Fakat biz, bu konuda üstadın zikretmediği bir şart ileri
sürmekteyiz. Bu şart, velinin onu (kendi adına) ‘keramet’ olarak değil,
peygamberi doğrulamak üzere ortaya koymasıdır. Böyle bir şey, bize göre
gerçekleşebilir, hatta bizzat ona tanık olduk. Bu durumda, söylediğimiz
şekilde, bir peygamber için ‘mucize’ olan şey, veli adına gerçekleşir. Bu
husus üstada sorulsaydı, o da bu görüşü benimser ve konunun dışına çıkmadığı
içinonu yadırgamazdı. Görüş ayrılığının gerçekleştiği nokta, onun (peygamberin
mucizesi) veli adına keramet olup olamayacağıdır? O, velinin kerameti olmaz.
Bunu mümkün görenler ise, peygamberin elinde ortaya çıkıp ‘mucize’ diye
isimlendirilmesini sağlayan tarzda velide ortaya çıkamayacağını şart saymıştır.
Onlar, velinin veli olduğu hakkında bir meydan okuması durumunda, Allah
Teâlâ’nın onun adına âdeti aşabileceğini mümkün görmüşlerdir. Yalancı da yalancı
olduğu hakkında -ki yalancı olduğunu söylerken doğru söylermeydan okursa, Allah
Teâlâ âdeti onun yalancı olduğunu (göstermek üzere) aşabilir. Onlara göre (bu
ikisini) ayıran vardır ve o da söylenen bir yöndür. Doğrusu, üstadın görüşüdür
ve teorik kanıt da bu görüşü verir. Şu var Ki Peygamber, meydan okuma anında
veya özellikle hayatı süresince (gösterdiği mucizenin başkası adına) imkânsız
olduğunu belirtmiş ise durum farklıdır. Böyle bir fiil, şart koşulan süresi
dolduktan sonra başkası için ‘keramet’ olarak gerçekleşebilir. Peygamber (bir
zaman belirtmeden) genel olarak bunun imkânsızlığını söylemişse, üstadın
söylediğine imkân olmaz. Zikrettiğimiz bu açıklamayı, her iki grup için teorik
delil gerektirir. Bilebildiğimiz kadarıyla, bu konuya dikkat çekeni veya bunu
söyleyeni görmedik. ‘En iyisini bilen Allah Teâlâ’dır.’
Aciz bırakma iki şekilde gerçekleşir:
Birincisi, insanın gücünde olmayan bir şeyin getirilmesidir ki, bunu Allah
Teâlâ yapabilir. Böyle bir şeye, yani onun bilgisine ulaşmak, Allah Teâlâ’dan
başkası için mümkün değildir. Buna örnek olarak, ölüyü diriltmeyi verebiliriz.
Buna Allah Teâlâ’dan başkası güç yetiremez. Fakat bilgi yoluyla onun canlı
olduğuna ulaşmak, güçtür. Çünkü biz, Musa’nın asasının yılan olduğunu ve
sihirbazların asalarının yılan olduklarını gördük. Sıradan insanlar, iki
yılanı ayırt edemez. Bu nedenle ‘onun bilgisine ulaşmak güçtür’ dedik. Diğer
yön ise, (insanın kendisine ulaşmasına) daha yakın olandır. O da ‘yüz
çevirmektir (engellemek)’ Peygamber şöyle der: Adeten sizin güç
yetirebileceğiniz bir şeyi ben iddiamı doğrulamak üzere getirdiğimde, beni
gönderen kimse, onu yapma imkânını sizden alır, ona karşı koymaya güç
yetiremezsiniz. Onu yapabilecek herkes, o esnada kendinde bir acizlik bularak
iddiadan önce güç yetirebildiği bir şeyi yerine getiremez. Bu tarz, ilkine göre
karışıklıktan daha uzaktır. Zaten mucize’nin (aciz bırakan) anlamı da budur.
Bununla birlikte o, gerçekleşmiş ve onun mucize olduğu anlaşılmıştır. O
mucizeyi getiren peygamberin doğruluğunu araştıran kişi nezdinde (onun
peygamber olduğu hakkında) bilgi gerçekleşmiş, fakat kendisine iman nasip
olmamış, içlerinden doğru olduğunu inansalar bile zulüm ve taşkınlıkları
nedeniyle onu inkâr etmişlerdir.
Buradan delilin imanı iktiza
etmediğini anlarsın, iman, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarının kalplerine
attığı bir nurdur. Bazen bu nur delilin ardından gerçekleşebilirken bazen
hiçbir şekilde delil olmayabilir. Nitekim Allalı ‘Fakat
onu bir nur yaptık, dilediğimiz kullarımıza hidayet ederiz™0 demiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler
ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar