Print Friendly and PDF

ON İKİNCİ SİFİR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSENİNCİ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla (Ruhanî Meselelerin Açıklama ve İzahı)

Bilmelisip ki (bir takım) iddialar, eskilerden ve yenilerden bu (ta­savvuf) yolunda muhakkik olmayan insanlar tarafından uzun uzadıya konuşulduğu için, tam tahkik sahibi Muhammed b. Ali Hakim Tirmizî, bazı sınama ve deneme konuları belirlemişti. Yüz elli beş tane olarak belirlenen bu sorular, ancak zevk ve tecrübe yoluyla cevaplana­bilir. Çünkü bu cevaplara teorik düşünme yoluyla veya aklın zorunlu yargılarıyla ulaşılamaz. Öyleyse bu cevaplar, sadece gaybî mertebedeki bir mazhar vasıtasıyla (ilahi) bir tecelliden öğrenilebilir. Söz konusu mazhar cisim olabileceği gibi bazen cismanî, bazen cesedi olabilir; ba­zen de ruhî, bazen ruhanî olabilir. Kitabın bu bölümü, o meselelerin izah ve açıklamasını hedefler. Bu bölümü de, Allah Teâlâ’nın izniyle onları açıklamanın yeri yaptık.

BİRİNCİ SORU

Velîlerin Kaç Menzili Vardır? Cevap:

Bilmelisin ki, velîlerin menzilleri, duyusal ve mânevî olmak üzere iki türlüdür. Duyusal menziller, yüz derece olan cennette bulunur. Dünyadaki duyusal menzilleri ise, kendileri için harikulade olayları meydana getiren halleridir. Onların bir kısmı bedeller (Ebdâl) ve ben­zerleri gibi, bu hallerde görünürken, bir kısmı adına bu haller gerçekle­şir, fakat üzerlerinde bunlardan hiçbir şey gözükmez. Bu gruptaki velîler, Melâmîler ve âriflerin büyükleridir. Bunlar, yüz on küsur men­zildir. Her menzil ise, pek çok alt menzili içerir. Bunlar, velîlerin dünya ve ahiretteki duyusal menzilleridir.

Velîlerin mârifetlerdeki mânevî menzilleri, iki yüz kırk sekiz bin (ulaşılmış anlamında) ‘gerçekleşmiş’ menzildir. Bu ümmetten önceki ümmederden hiç biri, onlara ulaşamamıştır, (çünkü) bu menziller bu ümmete özgüdür. Her menzilin farklı bir zevki olduğu gibi her zevkin de, sadece tadanın bilebildiği özel bir niteliği vardır. Bu sayı, dört ma­kamda sınırlıdır: Ledünnî bilgi makamı, nur bilgisi makamı, cem’ ve tefrika bilgisi (birleştirme ve ayrıştırma) ve ilahi yazım bilgisidir. Bu makamlar arasında aynı cinsten makamlar vardır, bunların sayısı ise, hepsi de velîlere ait olan yüz küsürdür. Her makamdan ise sayıları bel­li, fakat kitapta zikredilmeleri uzun sürecek pek çok makam meydana gelir. Ana makamları zikrettiğimde ise, o makamın sahibinin zevki öğ­renilir.

Ledünnî bilgi, ilahiyat meseleleri (metafizik) ve özel rahmeti elde etmeyi sağlayan hususlarla ilgilidir. Nur bilgisinin otoritesi, Âdem’in yaratılışından Rabbin günleriyle binlerce yıl önce Mele-i Â'lâ’da (Yüce Topluluk denilen melekler) ortaya çıkar. Cem’ ve tefrika bilgisi Levh-i mahfuz’un (Korunmuş Levha) bir parçası olduğu Bahr-ı muhittir (ku­şatıcı okyanus). İlk Akıl ondan bilgi aldığı gibi bütün Mele-i Â'lâ da ondan yardım alır. Bu ümmetin velîlerinden başka ümmetlerden hiç kimse ona ulaşamaz. Onun tecellileri, bu ümmetin velîlerinin gönülle­rinde altı bin iki yüz tür olarak çeşitlenir. Velîlerin bir kısmı, bu türle­rin hepsini elde etmiştir. Bunlara örnek olarak Ebu Yezid el-Bestâmi ve Sehl b. Abdullah gibilerini verebiliriz. Bazı velîler ise bir kısmını elde etmiştir. Diğer ümmetlerin velîleri, bu bilgilerden rû'daki (kalbin bir yönü) ruh nefeslerinden bir kısmına sahiptiler ve o bilgiyi ancak bu ümmet tamamlayabilmiştir. Bu hal, Peygamberleri, efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in konumu nedeniyle, onlara dönük bir şereflendirme ve ilgiden kaynaklanır.

Cem’ ve tefrika bilgisindeki asıl konumundaki gizli ilimlerden üç ilim bulunur: Birincisi ilahiyatia ilgiliyken İkincisi yüce ruhlar, üçüncü­sü ise doğal türeyenlerle ilgilidir. Bu ilimden ilahiyat ile ilgili kısım, değişmeyen tek bir tarzdadır, fakat onun ilgileri değişir. Yüce ruhlar ile ilgili kısım ise, başkalaşmaksızm değişir, türden türe girer. Doğal türe­yenlerle ilgili ilim ise türden türe girer ve (onların değişmesiyle) başka­laşır. Bu kısım, ‘Ömrün o en düşkün çağına, (insanın) bildiği şeyi de bilmez olduğu yaşa kadar264 diye ifade edilir. Çünkü bu bilgiden onun adına meydana gelen maddeler değişmiş, onlara ait bilgi de dolaylı olarak onlara katılmıştır.

Bu ilimde bulunan gizli ilimlerin asılları da üç ilimdir. Öyleyse velîler, bu ilimde üç tabakadır: Orta tabaka, yirmi üç bin alo yüz sek­sen yedi ana menzil içerir. Her biri ise -birbirlerine girdikleri içinvak­tin saymaya imkân vermeyeceği ve (öğrenilmelerinde) sadece zevk bir yarar sağlayabileceği için zikretmediğimiz pek çok alt menzili içerir. Kalan sayılar ise, (diğer) iki tabaka arasmda bölünmüştür. Bu ikisi, bü­yüklük örtüsü ve azamet izan (peştemal) ile ortaya çıkan menzillerdir. Şu var ki bu ikisi için büyüklük örtüsüyle (ortaya çıkan menzillerden) daha önce zikrettiğimize göre bin yirmi küsür fazla mertebe ortaya çı­kar. Bu menzillerin büyüklük örtüsünün menzillerinde bulunmayan özel bir niteliği vardır. Çünkü büyüklük (kibriya) örtüsünün mazharı ez-Zâhir isminden (meydana gelmiş) iken izar örtüsünün mazharı elBâtın isminden meydana gelir. Zâhir asıl iken bâtın sonradan meydana gelmiş bir bağdır (nispet). Sonradan meydana geldiği için de bu men­ziller ona aittir. Çünkü ferler, ürün yeridir ve bu nedenle ferde asılda bulunmayan şey meydana gelir ki, o da üründür. Bununla birlikte on­lara yardım asıldan -ez-Zâhir ismiulaşır, fakat hüküm değişir. Öyleyse Rab hakkındaki bilgimiz, nefs(’imiz) hakkındaki bilgimizden oluşur, çünkü nefis bir kanıttır. ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ Bununla birlikte nefsin varlığı, Rabbin varlığının sonucudur. Öyleyse Rabbin varlığı asıl, kulun varhğı ferdir. O halde bir mertebede Rabbin varlığı öne ge­çip el-Evvel ismini kazanmışken bir mertebede geride kalır ve ona ait isim el-Ahir olur. Binaenaleyh, özel bir bağ yönünden O’nun adına asıl hükmü verilirken başka bir bağ yönünden fer hükmü verilir. Teorik düşüncenin verisi, budur.

Zevkî bilginin verisine gelirsek, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ, bâtın olduğu yönden zâhir iken zâhir olduğu yönün aynısından bâtındır. Aynı za­manda O, ahir olduğu yönden evvel iken aynı şey el-Ahir ismi hakkın­da söylenebilir. O, rida (örtü) olduğu yönden izar (ön örtüsü) iken izar olduğu yönden de ridadır. Hakk, aklın fikir gücü yönünden düşün­düğü ve onayladığı gibi, hiçbir zaman iki farklı nispet ile nitelenmez. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ diye sorulduğunda, Ebu Said elHarraz şöyle yanıt verdi: ‘İki zıddı birleştirmesiyle.’ Sonra şu ayeti okudu: ‘O evveldir, ahirdir, zahirdir ve bâtındır.’265 Ebu Said’de iki farklı yönün bu bilgisi bulunmasaydı, ‘iki zıddı birleştirmesiyle’ demesi an­lamlı olmazdı.

İlk, son, zâhir, bâtın niteliklerinin Hakk ile ilişkilerindeki anlamla­rıyla âlem ile ilişkilerindeki anlamları bir olsaydı, (Hakkın böyle nite­lenmesi anlamında) bu durum ilahi mertebe adına bir övgü olmazdı.

A                                                                      .                                                                                                                            '

Arifler de, bu nispederi verirken isimlerin hakikatlerini yüceltmezlerdi. Bilakis kul Hakk ile özdeşleştiğinde zıdarı ve başka şeyleri değişmeyen tek hakikatten Hakka nispet mertebesine ulaşırdı. Kul için bu olayın gerçekleşmesi düşünülebildiğine (göre), Hakk için bunun olması daha layık ve yerindedir, çünkü Hakk zâtı bilinmeyendir. Böyle bir ilahi bil­giye ancak kendilerinden soru sorulan menzillerden ulaşılabilir.

Mârifederde menzillerin sayısının kendilerine ait olduğu velîlerin sayısına gelirsek, onlar üç yüz elli altı kişidir. Bu kişiler, Âdem, Nuh, İbrahim, Cebrail, Mikail ve İsrafil kalbi üzerinde bulunur. Onlar, üç yüz, kırk, yedi, beş, üç ve bir kişidir. Toplamları ise, üç yüz elli altıdır. Arkadaşlarımızdan çoğunluğun kabul ettiği sayı budur. Bunun nedeni ise, bu konudaki bir hadistir. Bizim yolumuza ve kuşkunun bulunma­dığı keşfin verisine gelirsek, bu sayı, sayılarını bölümün başında zikret­tiğimiz velîlerin toplamından ibarettir. Bu sayı ise, beş yüz seksen do­kuza ulaşır. Onlardan birisi, her zamanda bulunmaz. Söz konusu velî, Muhammedi (veliliğin) sonuncusudur (Hatem). Kalanlar ise -eksilme­den ve artmadanher zamanda bulunur. Muhammedi Hatem’e gelir­sek, işte onun zamanı, (yaşadığımız) bu zamandır. Biz de onu gördük, tanıdık. Allah Teâlâ onun muduluğunu tamamlasın! Ben onu beş yüz doksan beş yılında Fas kentinde tanımıştım.

Tasavvuf ehlinin görüş birliğine vardığı husus, velîlerin altı ana ta­bakada bulunduğudur. Kutuplar, imamlar, bedeller, nakîbler ve necîbler. Keşfte bunlara ilave yapanlara gelirsek, onlara göre sayıları belli ve her zamanda bulunan ricâlin (adamlar) tabakaları beş yüz otuz tabaka­dır. Bir ve iki Hatem’in mertebesi vardır. Fakat bu ikisi, her dönemde bulunmaz. Bu nedenle o ikisini her dönemde bulunan sabit tabakalara katmadık.

İKİNCİ SORU

Yakınlık Ehlinin Menzilleri Nerededir? Cevap:

Yakınlık ehlinin menzilleri, sıddîklık ile şeriat peygamberliğinin arasındadır. Buna göre Allah Teâlâ’ya yakın bir velî genel peygamberlikten şe­riat getiren bir peygamberin mertebesine ulaşmadığı gibi -o peygam­berin sözü nedeniyle depeygamberlerin uyanları olan sıdıklardan da değildir. Yakınlık mertebesi, Hakka yaklaşanların makamıdır. Hakk ise, onları iki şekilde kendisine yaklaştırır. Birincisi, çabaları olmaksızın, özel yönden yaklaştırmasıdır. Örnek olarak ahir zamandaki Kâim’i ve benzerlerini verebiliriz. Diğer yön ise, Hızır ve benzerlerinde olduğu gibi, çaba yolundan yaklaştırmasıdır. Makam birdir, fakat ona ulaşmak zikrettiğimiz şekildedir. Burada peygamber, nebiden ayrışır, hepsini ise bu makam kuşatır. Bu makam, Hakka yakın kimselerin ve Teklerin (Efrâd) makamıdır.

Bu makamda insan yüce topluluğa (Mele-i Â'lâ) katılır ve Haktan meydana gelen işlerde bu yakın kimseler adına tahsis (Hakkın seçimi) gerçekleşir. Makamın kendisi de, kesbe dâhildir. Bazen ise (kulun gay­reti olmaksızın Haktan bir) ihtisas yoluyla gerçekleşebilir. Bu nedenle Risalet hakkında cbu makam bir ihtisastır’ denilmiştir ki, doğrudur. Kul Haktan olan şeyi çabasıyla elde edemez. Binaenaleyh vuslatta ku­lun çabası vardır. Kavuşma esnasında Haktan o kimse adına meydana gelen şeyde ise çaba yoktur. Ledünnî bilginin kaynağı burasıdır. Allah Teâlâ bu bilgi hakkında kulu Hızır ile ilgili olarak ‘Ona katımızdan öğrettik ve katımızdan (ledün) rahmet verdik5266 demiştir. ‘Öğrettik’, ona rahmet verdik ve kendi katımızdan bilgi verdik demektir. Bu ise, dört makam­dan biridir. Dört makam, ilahi yazı bilgisi, cem’ ve tefrika bilgisi, nur bilgisi ve ledünnî bilgidir.

Bilmelisin ki, yakınlık ehlinin menzili, o insanların hayatlarının ahirete bitişmesini sağlar. Dolayısıyla, (dünyadan ahirete göçerken) ruhlara maşan bayılma hali onlara ulaşmaz. Onlar, Allah Teâlâ’nın şu ayette sözünü ettiği istisna kapsamına girenlerdendir: ‘Sura üflenir, Allah Teâlâ’nın di­lediklerinin dışında gökte ve yerde bulunan herkes bayılır/267 Bu menzil, Allah Teâlâ ehlinin nezdinde en özel ve üstün menzildir. İnsanlar, bu men­zilde üç tabakaya ayrılır: Bir kısmı, bütün olarak bu makamı elde et­miştir, onlar peygamberlerdir. Bunlar, birbirinden üstün olacak şekil­de, o makamda derece derecedir. Bir kısmı ise ikinci dereceyi elde et­miştir. Onlar, nebilerdir. Söz konusu kimseler, (peygamber olarak kimseye) gönderilmemişlerdir. Bilakis, kendilerine dayanan bir şeriatla ibadet eden insanlardır. Bu noktada onlara uyanlar da kendilerinden sayıhr. Bu nebilere uymayanlara ise Allah Teâlâ herhangi bir sorumluluk yüklemez. Bunlar, bu makamlarda birbirlerine göre derece derecedir. Üçüncü tabaka ise, bu ikisinin altındadır. O da, vahyini bir meleğin ge­tirmediği ‘mutlak nebilik’ derecesidir.

Bu tabakaların altında peygamberlere uyan sıddîklar bulunur. Sıddîkların altında, kendilerine zorunlu olmaksızın nebilere uyan sıddîklar, onların altında ise üçüncü tabakaya uyan sıddîklar vardır. Bunlara ‘yakın olanlar’ (mukarrebîn) adı verilir, yani üçüncü tabaka eh­lini kasdediyorum. Her tabakanın diğer tabakanın bilmediği kendine özgü bir bilgisi vardır. Bu nedenle Hızır, Musa’ya ‘bilgi (hubre) bakı­mından kuşatamadığın bir şeye karşı nasıl sabredeceksin?’268 dedi. Ayette geçen ‘hubre’ kelimesi zevktir ki o da hal ilmi demektir. Hızır Musa’ya şöyle der: Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahip olduğum gibi sen de Allah Teâlâ’nın sana öğrettiği ve benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin.

ÜÇÜNCÜ SORU

Askerleri Elde Edenler Neyle Elde Etmişlerdir? Cevap:

Öncelikle burada ‘askerler’ ve ‘onların askerleri elde etmesi’ denir­ken neyin kastedildiğini belirtelim, sonra neyle elde ettiklerini açıklaya­lım. Çünkü soru soran insan sözünü bir şekilde sınırlamaz ya da du­rum kanıtı söylemezse, cevap verenin terimsel olarak bu kelimenin gösterdiği anlamlarla cevap vermesi gerekir. O anlamlardan birini eksik bıraktığında ise, kelimeye hakkım vermemiş sayılır.

Bilmelisin ki, sûfiler askerler terimini çetin amelleri, niyetleri ve mücahedeleri anlatmak için kullanır. Nitekim şair şöyle der:

Onun aşkından askerdedir.

Kast edilen, zorluktur.

Bilmelisin ki, bu yol, Allah Teâlâ’nın isimleriyle ahlâklanmak esasma da­yanır. Böylelikle bu askerler, Allah Teâlâ’nın el-Melik ismiyle ahlâklanmak im­kânı bulmuştur. Çünkü el-Melik, askere sahip olma özelliğini haiz kim­sedir. El-Melik, eş-Şedid yani güçlü demektir. Güç ve sıkıntılara ise on­lardan daha çetin bir şeyle karşı konulabilir ve şöyle denilir: ‘Meliktü el-acîne, İzâ şeddettü acnuhu.’ Her ikisi de (şeddettü ve meliktü) ‘Ha­muru yoğurdum’ demektir. Kays ibnü’l-Hatîm mızrağını şöyle betim­ler:

Avucumla bastırdım (meliktü), kanını akıttım

Altında duran kişi ardını görür.

Mızrağımı şiddede sapladım demektir.

Allah Teâlâ ehli Allah Teâlâ’nın el-Melik ismiyle (ahlâklanırken) iki yoldan as­kerlere sahip olmuştur. Bu konuda karşılaştıkları güçlüklere gelirsek, bunlar, fiiller mertebelerinde Hakkın kendilerini durdurduğu ara yer­lerdir. Bu ise fiillerin bir yandan Allah Teâlâ’ya bir yandan kendilerine nispet edilmesi anlamına gelir. Onlara öyle bir hal görünür ki, bu halde fiilleri kendilerine nispet edemezler; öyle bir hal görünür ki bu kez fiilleri Allah Teâlâ’ya nispet edemezler. Onlar, gerçek ve saygı arasında yok olup gider­ler. Bu ara durumdan kurtulmak, ariflerin karşılaştığı en çetin iştir. Çünkü bu makamdan aşağıda olan kimse, iki uçtan birisini görür. Kar­şı koyan olmadığı için de rahattır. .

Bilmelisin ki, bu makam sahibi, Allah Teâlâ’nın askerlerini öğrettiği biri­dir. O askerleri Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbi­nin ordularım ancak 0 bilir.’269 Başka bir ayette ise ‘galip olan bizim or­dumuzdur270 der. Bu makam sahibini de, Allah Teâlâ’nın orduları bilir. Onlar, işlerini yaparken Allah Teâlâ’dan başka kimsenin üzerlerinde hüküm sahibi olmadığı kişilerdir ve bu nedenle de (Allah Teâlâ orduları diye) O’na nispet edilmişlerdir. Onlar, yenilgi bilmeyen galiplerdir. Şiddedi rüzgâr o or­dulardan biri olduğu gibi (fil suresinde anlatıldığı üzere) Tıl sahiplerine gönderilmiş kuşlar da’ o ordulardandır. Herhangi bir yaratılmışın etki­sinin bulunmadığı her asker, bu makam sahibinin bilgi bakımından ha­iz olduğu askerlerdendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, onlar hakkında şöyle der: ‘Saba rüzgârıyla bana yardım edildi.’ Başka bir hadiste ise ‘Bir aylık mesafeden düşmana korku salmak özelliğiyle bana yardım edildi’ der. Allah Teâlâ bu makam sahibine bu askerlerin bilgisini ihsan ettiğinde, düş­manların yüzlerine taş atar, onlar da hezimete uğrar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Huneyn savaşında düşmanlarına taş atmıştı. Burada ‘atmak’ fiili, Pey­gambere aittir. Onlar ise ancak Allah Teâlâ emriyle galip gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı271 buyurdu. O halde Allah Teâlâ’nın askeriyle yardım almış her kişi, Allah Teâlâ’nın kendisine ilgi gösterdiği­ne bir delildir. Söz konusu kişi de, sadece ilahi bildirim ile özel anlam­da askerlerle yardım gören olabilir. Bildirme olmaksızın Allah Teâlâ’nın yar­dım ettiği kişi, bu askerleri elde eden gruptan değildir. Ordulardan özel anlamda yardım alamaz. Öyleyse (bu tabakadan sayılmak için) bu konuda bir kastın (ve bilginin) bulunması şarttır.

Bu makam sahibi, arkadaşları için kavmin savaş yerlerini belirle­melidir. Nitekim Peygamber Bedir savaşında böyle yapmıştı. Çünkü Allah Teâlâ askerlerinden her bir şahıs, kime, ne zaman ve nerede musallat edildiğini bilir. Böylelikle bu ordular, söz konusu şahıs için kavmin sa­vaş yerleri olan mekânlarda somudaşır ve belirginleşir. Her biri öldürü­len kişi suretinde ve ismiyle belirginleşir. Bu makam sahibi onu görür ve şöyle der: ‘Bu falancanın öldürüldüğü yerdir.’ Bu makam, iki imamdan tek imamın makamıdır.

Bu makama ulaştıran en yakın şey, Allah Teâlâ yolunda nefret ve Allah Teâlâ yolunda sevgidir. Böylelikle bu tabakanın himmederi ve nefesleri, be­lirttiğimiz şekilde elde ettikleri askerler arasında sayılır. İşte bu, kararlı­lık ve doğrulukla, ‘Allah Teâlâ yolunda dosduk’ ve ‘Allah Teâlâ yolunda düşmanlık’ın sırrıdır. Bununla birlikte o insanlar, Allah Teâlâ’dan başkasını görmezler ve bu nedenle öfke ve öfkeyi sindirmekten sadece Allah Teâlâ’nın bildiği hu­susları bulurlar. Göz ise onları içlerinden korur: Acaba bir şeye Allah Teâlâ’dan başkası olarak mı bakacaklardır? Bu makama ulaştıklarında ise, Hakkın askerlerini elde ederler ki bunlar O’nun isimleridir. Çünkü O’nun isimleri O’nun zâtının askerleridir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın dilediği kimselere musallat ve sayelerinde dilediklerine merhamet ettiği askerle­ridir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın isimlerini öğrenen kimse, hiç kuşkusuz, ilahi as­kerleri de öğrenmiş demektir. İsimlere mensup bu askerlerin başkanı ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, el-Melik ismidir. el-Melik, bütün isimlere hakimdir. Diğer isimler ise onun bekçileri gibidir. Bu soruyla ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.

DÖRDÜNCÜ SORU

Onlar Nerede Sona Erer? Cevap:

Hiç kuşkusuz bu tabaka, söz ve akit ehlidir. Bu durum ‘Bir takım adamlar vardır ki, Allah Teâlâ’ya verdikleri söze bağlıdırlar, bir kısmı gereğini ye­rine getirmiş, bir kısmı ise beklemektedir, sözlerini değiştirmezler272 aye­tinde dile getirilir. Bu tabaka savaşlarında söylediğimiz şekilde bulun­duklarında ve cihatlarının yolunu tuttuklarında, vardıkları yer, verdik­leri sözün sorumluluğundan kurtulmak ve askerliklerini bitirmektir.

Dış varlıklar, bu askerlerin kendileri için asker oldukları ve Allah Teâlâ karşısında kendilerini izhar etmeye söz verdikleri şeylerdir. Sözünü et­tiğimiz askerleriyle birlikte bu varlıklara yöneldiklerinde ise, bu askerle­rin onlardaki etkisi onlarm dış varlığını meydana getirmek olur. Bu ise, ârifm askerlerden olan amacından farklıdır. Çünkü onun maksadı, söz konusu varlıkları yok etmek ve onları dış varhğı olmayan şeye katmak­tı. Halbuki (askerleri bilen ârif), hakikatlerin değişmediğini ve askerle­rin onlardaki etkisinin ‘varlık (var etmek)’ olduğunu anlamamıştır. Bu varlıklar adına yolduk, kendileri nedeniyle öne geçmiştir. Bu nedenle askerlerin onlardaki etkisi yokluk olmamıştır, yokluk onlara kendile­rinden dolayı aittir. Geride (etkinin yönü olarak) sadece varhk kalabi­lir. Böylelikle (bu askerlerle) ârifuı maksadından başka bir şey meydana gelir. Bu esnada ârif, bu dış varlıkların Hakkın mazharları olduğunu anlar. Bunlar, O’na varır ve O’ndan var olur. Allah Teâlâ’nın ötesinde ise, ula­şılacak bir amaç yoktur.

Şöyle denilebilir: ‘Alemlerden müstağni zât Allah Teâlâ’nın ardındadır.’ Buna şöyle yanıt veririz: İş zannettiğin gibi değildir. Allah Teâlâ, zâtın ardındadır. Allah Teâlâ’nın ardında ise, varılacak bir yer (ve hedef) yoktur. Çün­kü zât, kendi mertebesi olmak bakımından, her şeyde mertebeden önce gelir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın ardında bir hedef yoktur.

Arifler, askerleri elde edince, Allah Teâlâ hakkında daha önce birincil amaçla sahip olmadıkları bir bilgiye kavuşurlar. Başlangıçta onları bu bilgiden perdeleyen şey, (Hakka karşı duydukları) gayret ve duyarlılık idi. Bu gayretin konusu, Hakkın herhangi bir yaratılmışla bir halde ya da hakikatte ya da nispette ortak olmasıydı. Bu nedenle onların maksa­dı, dış varlıkları mutlak yokluğa katmak oldu. Bu ise, kendilerine ‘Allah Teâlâ vardır’ diyenlere yanıt olarak Bâtınîlerin şu sözleriyle işaret ettiği ma­kamdır: ‘O yok değildir.’ Onlara ‘Allah Teâlâ diridir’ denildiğinde ise ‘ölü değildir’ derler. ‘Allah Teâlâ kâdirdir’ denildiğinde ‘aciz değildir’ derler. On­lar, hiçbir zaman subûtî nitelikte (Hakk ile yaratıklar arasında) ortaklık anlamı taşıyan bir sözle cevap vermezler. Bunun yerine olumsuzlayarak cevap verirler. Bütün bunlar, gayret konusuyla ilgilidir. Bu tabaka, dış varlıkları olumsuzlamayı başaramaz. Bu nedenle, dış varlıkları yok et­me ve olumlama (subût) hükmünü onlardan gidermede bu askerlerden yardım isterler. Bu kez, bizzat (yardım istedikleri) askerlerin dış varlık­ları var ettiğini ve onlara varlık elbisesini giydirdiğini görürler. Onların Hakkın mazharları olduklarını gördüklerinde ise, onları ‘sabit varlıklar’ olarak bırakmaktan razı olur ve artık onları ‘mevcut5 diye görmezler. Onları görmek ise, kendilerinde Hakkın varlığına bakmak haline gelir. Onlarm Haktan kazandığı bir varlık yoktur. Bilakis onların varhk kar­şısındaki hükümleri, kendi hükümleridir, varhk değildir! Zuhur eden ise, (Haktan) ‘başka’ değildir. İşte bu, onlarm son durumudur. Bu du­rum,‘varış Rabbinedir273 ayetinde dile getirilir. Öyleyse onların vardığı yer, Rableridir.

Askerleri azimeder olan kimselere gelirsek, onların varış yeri, iki yoldan ruhsadardır: Birinci yol, (azimet ve ruhsat olmak üzere) her ikisinde muhabbetin birliği yoludur. Bu durumda onların varacağı yer, bu birliği görmektir. Bu makama Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ azimederin yerine getirilmesini sevdiği gibi ruhsaüarın yerine getirilmesini de se­ver’ sözüyle işaret eder. Bu müşahedeyle azimetiere sarılma bağı çözü­lür, çünkü (bütünüyle azimederi yerine getiren bir) insan ruhsadarı ye­rine getirmeyi kaçırdığı ölçüde Allah Teâlâ’yı bilmekten de yoksun kalır.

Diğer yol ise, onları Hakkın azimederdeki bulunuşunun ruhsat­lardaki bulunuşunun aynı olduğunu görmeye ulaştırır. Onların ise, azimet veya ruhsattan herhangi birisiyle ilişkileri yoktur. Bu durumda, bir çabaları olmaksızın, doğrudan bir şekilde, kendilerini bağladıkları şey çözülür (sözlerinin gereği yerine gelir). Bazıları, bu makamdan ha­reket ederek, Peygamberlerin bir kısmının diğerlerinden üstünlüğünün gerçekte olduğunu dile getirir. Nitekim bir ayette ‘peygamberlerin bir hışmını bir kısmına üstün yaptık274 denilir. Bu durum ise, onları üstünlü­ğün belirlenmesi hakkındaki sözlerinin aşılmasına sevk eder. Çünkü Allah Teâlâ ‘Peygamberlerden hiç birini ayırt etmeyiz5275 der. Kuşkusuz üs­tün tutan, ayırt etmiştir. İşin birliği olmasaydı, cem’ (birlik) farkın aynı olmazdı. Salik, Hanbeli ya da Hanefi ya da kendisiyle Allah Teâlâ’ya ibadet et­tiği bir mezhebe göre akşamlayabilir ve (bulunduğu mezhebe) muhale­fet ettiği görülmez. Bu müşahede ise onu -herhangi bir ayrım olmaksı­zınbütün mezhepler ile ibadet edebilecek şekilde sabahlamaya ulaştı­rır. Buradan nesih, bu kişide anlamsız Hakk gelir. Nesih, bir kez sabit olduktan sonra süresi dolmaksızın hükmün kalkması demektir.

Öyleyse, askerlerinin verdikleri (bilgiye) göre, onların varacakları yerler, zikrettiğimiz yerlerdir. Çünkü askerler değişik değişiktir. Rüz­gâr ordusu kuş ordusu olmadığı gibi kuş ordusu da düşmanların nefis­lerinde gerçekleşen korku ve ürperti gibi manevî ordular değildir. Her askerin varış yeri, kendisine yöneldiği fiilidir. O da, bir kalenin kuşa­tılması veya saffa saldırmak ve hücum etmek olabilir. Her askerin ger­çekte kendisini aşamadığı bir özelliği vardır. Allah Teâlâ kuşlar hakkın­da ‘Onlara taş atarlar276 derken rüzgâr hakkında ‘Değdikleri her şeyi çü­rümüş kemiğe çevirirler277 korku hakkında ‘Kalplerine korku salar, evleri­ni kendi elleriyle tahrip ederler5278 demiştir. Her askerin askeri olduğu kimsedeki etkisinin nereye vardığına dikkade bakınız! Hakk, sınırlan­maz, çünkü O, bütün sınırların ta kendisidir (tanım). İnsanlar ise perdeliiik ve perdesizlik arasındadır. Allah Teâlâ bizi perdede, perdenin kaldırılı­şında ve perdenin ardından kendisine ait şeyde Hakkın gösterildiği kimselerden eylesin.

BEŞİNCİ SORU

Yakınlık Ehlinin Menzillerinin Nerede Olduğunu Öğrendik. Askerlerin Nereye Ulaşacağını, Onları Elde Edenlerin Son Noktasını da Öğrendik. Peki, Meclis ve Söz Ehlinin Makamları Neresidir?

Cevap:

Sohbet edenlerin meclislerine gelirsek, onların meclisleri iniş ba­kımından en aşağı ve mukaddes makamın ardındadır. Onlarm altı mer­tebesi vardır. Birinci mertebede, sekiz meclisleri vardır. İkinci ve altıncı meclis ise, rahat mecüsleri diye isimlendirilir. Bunlar, bu hal sahibi kul­larına Allah Teâlâ’nın merhametidir. İki meclis ise -ki birincisi, dördüncü İkin­cisi sekizinci meclistirbu ikisi kul ve Rab arasındaki birliktelik meclis­leridir. İki tane de kul ile Rab arasmda ayrım meclisleri sayılan meclis­ler vardır ki, bunların mertebelerini açıklayacağım. Geride kalan dör­düncü meclisten (ve içerdiği mertebelerden) ise, farklı şekillerde söz edilecektir. Aynı şekilde ikinci mertebede ve dördüncü mertebede be­lirttiğimiz gibi, sekiz meclis vardır. Altıncı mertebede ise iki meclis, üçüncüsünde altı meclis, beşinci mertebede dört meclis vardır. Böylece sohbet ehlinin ana meclisleri -meclis olmaları yönünden değil‘Allah Teâlâ karşısmda konuşanlar’ olmaları bakımından zikredildi.

‘Sohbet edenler’ olmak bakımından değil, (Meclise katılanlar ol­maları bakımından) meclis ehline gelirsek, onlar müşahede sahipleridir.

Onlar, meclislerinde dört mertebede bulunur. Sohbet edenler, kendile­ri yönünden oturuşları bu perdenin ardındandır. Meclis ehli ise Hakkın kendileri için hazırladığı mertebeler yönünden (bu mertebelerde) bu­lunur. Bir kısmına Hakk minberler hazırlamışken bir kısmına sedirler, bir kısmına kürsüler, bir kısmana döşekler hazırlamıştır. Hepsi de -iki taraftan bir konuşma ve söz olmaksızınkendileriyle oturanı görür.

Önce söz ehlinin meclislerini zikredelim! Bunlar, otuz altı, Hakim Tirmizî’de ise kırk sekiz meclistir. Çünkü Tirmizî insanda doğasının hazzını da dikkate alarak on iki meclis daha ilave eder ki, bu doğrudur. Bazılarımız, insanın doğasını değil, ruhaniliğini dikkate almakla yeti­nir. Bu durumda sözü edilen meclisler, otuz altıdır. Bu nedenle bizim ile bu meclis ehlinin bilginleri arasmda görüş ayrılığı meydana gelmiş­tir. Bir kısmımız bunu dikkate alırken bir kısmımız almamıştır. Dikka­te alınması daha yerindedir.

Kul ile Rabbi biraraya getiren meclisler (birliktelik) ise, dört mec­listir. Kul bu mecliste Hakkın kendisiyle konuştuğu şeyi bilir: Acaba Allah Teâlâ’dan dolayı yarattıklarıyla nasıl konuşmalıdır? Allah Teâlâ’yı nasıl övmelidir? Ayrıca4Ateşte ve etrafında olanlar mübarek oldu279 ayetinin anlamını öğrenir. Bu mecliste ‘Size rızık olarak verdiği temiz ve helal şeylerden ya­rarlanırı’280 ayeti gibi ifadelerle onunla konuşur. Bu rızıkların nerede, neyle temizlendiğini, neyin karşılığında temizlenip onun adma temiz Hakk geldiğini öğrenir. el-Ahir isminin Hakk ile ilişkisinin mahiyetini öğrendiği gibi kulun bu isimden olan payını da öğrenir. Göklerde ve yerde ruh ve insanlardan oluşan her hangi bir yüce topluluğa uğradı­ğında, ne söyleyeceğini bilir. Allah Teâlâ ile ilişkisi bakımından tevhid tanık­lığını öğrendiği gibi meleklerle ilişkisi -düşünce yönünden değil müşa­hede yönündeninsanlar adma meydana gelen bilginlerle ilişkisi bakı­mından da tevhid tanıklığını öğrenir. Bu kişi, peygamberlerin menzil­lerini, kendilerine tahsis edilen özelliklerin nereden tahsis edildiğini, birbirlerinden neden ve hangi yönden üstün olduklarını ve hangi yön­den olmadıklarını öğrenir. Ayrıca hangi yönden Allah Teâlâ’ya mensup olduk­larını bilir.

Ayrım meclislerinde ise, bu meclislerde gerçekleşen şey, başka bir yönden ve başka bir zevkten gerçekleşir. Şu var ki (bu mecliste) karşı­lıklı oturma, insanın daha önce bilmediği bir takım ilahi isimleri görme derecesine ya da özel varlıkların hakikatleri yönünden ilahi isimleri görme derecesine ya da ilahi isimler ile irtibadı olmaksızın -ki gerçekte onlar ilahi isimler ile irtibadıdır, fakat onlar ile bu kul arasmda ince bir perde vardırözel varlıkların hakikatlerini görme derecesine ulaşmakla sonlanırsa, kişideki hal değişir.

Geride kalan dört meclis ise, bir takım mertebelere sahiptir. Bun­larda bulunanları ve bu altı mertebede olanları, sekizinci fasılda ‘onla­rın konuşmaları ve sohbeüeri nedir?’ sorusunu cevaplarken belirtece­ğim. Bu meclisler de, ikinci ve dördüncü mertebededir. Üçüncü mer­tebenin meclisleri ise altı tanedir. Beşinci mertebede dört, altıncı mer­tebede iki meclis vardır. Bütün bunlar, sohbet ehlinin meclisleridir. Bazı ariflere göre ise bunlar, müşahede meclisleridir. Çünkü (onlara göre) müşahede meclisleri, hayal perdesinin ardından tahayyül kaynaklı müşahede meclisi de olabilir.

Daha önce dile getirdiğimiz gibi, Tirmizî’nin mezhebine göre söz konusu kimselere ait on iki meclise gelirsek, bunlar kırk sekiz meclisi tamamlayan meclislerdir. Onların bu meclislerdeki konuşmalarını, Allah Teâlâ izin verirse, sekizinci fasılda otuz altı meclisi anlatılırken söz edece­ğiz. Çünkü o bölüm, onun yeridir.

ALTINCI SORU

Sayıları Kaçtır? Cevap:

Onların sayıları, Bedir (savaşına) katılanlarm sayısı kadardır. Onla­rın içinden sohbet ehli olanlar kırk kişiyken, kalanlar -sohbet olmaksı­zınmüşahede meclislerinin sahipleridir. Çünkü sohbet, konuşan ile değil, sözün verdiği ankun karşısında bir bilinç taşımayla ilgilidir. Ko­nuşan (konuşmada) dinleyicinin tahayyülüne göre bulunur ve dinleyi­ci, sohbet ve müşahedeyi birleştirir. Fakat burada söz konusu olan, zevk sahiplerinin arzuladığı müşahede değildir. Dolayısıyla ‘sen’ olman halamından (bulunduğun) sohbet esnasında, istifade etmek üzere soh­bette bulunman gerekir. Fakat kendi gözünle değil, sende zuhur etmesi yönüyle O’nun kulağıyla istifade etmen gerekir. Sen ‘mazhar’ olarak dinlerken, bir ‘göz’ (ve dış varlık) olman yönünden mazhar olursun.

Doğru sözlünün (peygamber) dili, bu sayıya ‘Kırk gün ihlaslı sabahlayanın kalbinden diline hikmet kaynaklan dökülür’ sözüyle işaret etti. Böyle bir insan, Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ’dan konuşan haline gelir. Sabah, kulun kendisi (ayn) olarak değil, mazhar olarak ortaya çıkmasıdır. Bu durumda kendisi mazharında gizlidir. Bu Hakk örnek olarak, gecenin sabahın varlığında gizlenişini verebiliriz. Kırk ise, bu kişilerin sayısına işarettir ve ‘sohbet ehli kırk kişidir5 deyişimizin ta kendisidir.

Sohbet ehlini dışta bırakırsak, meclis ehli iki yüz yetmiş üç kişi kalmıştır. Bu ise, (Bedir savaşına katılan) üç yüz on üç kişinin tamamı­dır. Onların oturması, istifade etmek üzere müşahede oturmasıdır. Bu ise, onların dış varlıklarının Hakkın gözünün mazharı olması yönündendir. Onlar, Hakkı Hakk vasıtasıyla görür ve bu mazharda onlar gayb halindedir. Onların bu tecellideki istifadeleri ise, gözlem sahiplerinin istifadesi gibidir. Gözlemler ise, onlara konuşmak olmaksızın, bilgiler verir. Fakat burada, açık deliller ile manevî bir konuşma vardır. Bu de­liller ise, harf ve işaretler ile harfler ve işaretler âlemindeki konuşmanın yerini alır. İster müşahede ister sohbet meclisi olsun, bu meclislerden gerçekleşen amaç, bu mazharda göz ya da duyma gibi nakşedilmiş bil­gilerin gerçekleşmesidir. Bunlar, Allah Teâlâ ehlinden değer verilen kimse­lerdir.

YEDİNCİ SORU

Onlar, Bunu Rablerine Neyle Zorunlu Kılmışlardır? Cevap:

Hakkın karşısındaki saygı, başka bir nedenin zorlamasıyla Allah Teâlâ’ya bir şeyi vâcip kılmamıza imkân vermez. Allah Teâlâ kendisine bir şeyi vâcip kıldığında ise, zorunlu kılan ve zorunlu kılınan kendisidir, başkası de­ğildir. Fakat ‘Rahmeti takva sahipleri adına (üzerime) yazacağım281 gibi ayetlerde geçen herhangi bir kimse adına Hakkın bir şeyi kendisine zo­runlu kılması, geniş rahmeti ifade eder. Böylelikle zorunluluk nedeniy­le rahmeti genelleştirdikten sonra daraltmıştır. Başka bir örnek olarak ‘Nefsine rahmeti yazdı2*2 ayetini verebiliriz.

Bütün bunlar mazharları yönünden midir? Yoksa bu, dış varlık olmaları yönünden değil, mazhar olmaları yönünden mazharlara ait zâtî bir zorunluluk mudur? Zorunluluk mazharlara ait ise, bu zorunlu­luğu Allah Teâlâ kendisi nedeniyle kendisine zorunlu yapmıştır. Dolayısıyla bu nitelikte vâdp olan şey, vâcip sınırı altına girmez. Çünkü bir şey kendini kınamaz. Vaciplik mazhar olmayı kabul edici dış varlıklara ait ise, vaciplik başkasından kaynaklanır. Çünkü dış varlıklar Ondan başka iken mazharlar O’nun hüviyetidir. Bu açıklamadan sonra cevap olarak istediğini söyleyebilirsin. Cevap ise, cevap verenin belirlemesine göre­dir.   ,

Allah Teâlâ ehli ise, bir yerde ‘takva sahibi olmaları ve zekât vermeleri283 yönünden rahmeti Hakka zorunlu kılmışlardır. Burada zekât, dil ve elindeki anlamıyladır. Onlar ‘Ayetlerimize inanan’28*, ‘Ümmi peygambere uyan, onu kendilerinde yazılı olarak bulan285 kimselerdir. Bunlar, belirli bir gruptur ki onlar Ehl-i kitap’tır. Ehl-i kitaptan olmayan ise, bu zo­runluluk kaydının dışına çıkar. Hakk ise, onlarda genel anlamda Rah­man olması yönünden kalır. Başka bir grup ise ‘Sizden kim bilgisizce kö­tülük işler ve sonra tövbe eder ve işini düzeltirse286 ayeti bakımından Rablerine rahmeti zorunlu kılar. Burada zorunluluk, bilgisizlik ile sınır­lanmıştır. İnsan bilmezse, bu sınırlılığın altına girmez. Onun hakkında rahmet, kayıtsız olarak kalır. Kul bu rahmeti varlığının kendisinden meydana geldiği ihsandan, başka bir ifadeyle kendisinden (dolayı) Hakkın mazharı olduğu ihsandan talep eder ki, yoklukla nitelenme ha­linde hakikati varhğı olmayan mutlak yokluktan ayrışabilsin. Dikkat ediniz! İblis Sehl etTüsterî’ye bu makamdayken şöyle demişti: ‘Sınır­lılık O’nun niteliği değil, senin niteliğindir.’ Hakk, bilgisizlik ve takva sınırlamasıyla, layık olduğu mutlakhktan perdelenmez. Dolayısıyla hiç­bir şekilde Hakk üzerinde zorunluluk yoktur. Öyleyse zorunluluğu gör­düğün her yerde, sınırlılığın ona eşlik ettiğini de bilmelisin!

Bazı kimseler ise, bu insanların Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında zikrettiği yönden (takva ve benzeri nedenler gibi) başka bir yönle rahmeti Rablerine zorunlu kıldıklarını görebilir. Onlar, söz konusu kimselerin ka­vuşma arzusu ve kendi inançlarında Rabbin mertebesini tercih ederek, artış zamanında binelderini feda ederek rahmeti Rablerine zorunlu kıl­dıklarını söylerler. Burada bir eksiklik olsa bile, bu gözetmeye göre o eksiklik, tam kemâldir. Bence böyle bir şey, şairin kendisini hapseden Ömer b. Hattab’a söylediği mısraları hatırlatır:

Yumuşak yavrular hakkında ne dersin Kızıl kursaklı; ne ağaç var ne su

Onları kazananı attın karanlık bir kuyuya

Bağışla -insanların sahibi sana hidayet etsinEy Ömer!

Seni başkan seçen insanlar seni tercih etmediler Hayır! Tercih ettikleri kendileri idi

Onlar, bunu zorunlu kılan ilahi bir taleple, bineklerini harcamış olsalardı, bu durum, birinci gibi olurdu. Çünkü Hakk kendisi hakkında bir zorunluluğu dile getirmemiş olsaydı, biz onu söylemezdik. Çünkü kölenin efendisine bir şeyi zorunlu kılması, saygısızlıktır.

Burada, bu meclisleri bilen âriflerin çoğunun fark edemediği ince bir sır vardır. Şöyle ki: Dış varlıklarımız için biz Hakkı talep etiğimiz gibi O da mazharlarının ortaya çıkması için bizi talep eder. Onun biz­den başka bir mazharı yoktur. Biz ise ancak O’nun vasıtasıyla zuhur eder, O’nunla kendimizi bilir ve O’nu biliriz. Bizim sayemizde İlah’ın Hakk ettiği şey ortaya çıkar:

O olmasaydı, biz olmazdık Biz olmasaydık, O olmazdı

Dersen ki, O’yuz biz Hakk ancak biz olurdu.

Bizi izhar etti ve O’nu gizledi O’nu izhar etti ve bizi gizledi.

Hakk var olanlar oldu Biz ise dış varlıklar olduk.

O zuhur etsin diye bizi izhar eder Gizlice ve sonra da açıkça

Bu insanlar kendilerinden ve başka varlıkların nefislerinden bu ha­kikatleri öğrendiklerinde, onların kendileri hakkında bilmediklerini bilmiş olmakla diğer insanlara karşı bir ayrıcalık kazanırlar. Hakk onla­rın kalplerini görüp ilahi inayet ve Rabbani kademin önceliğinin veri­sinden (o kalplere) yerleşen şeyleri görür. Bu durumda onlar, bu kırk sekiz meclisin ehli olmaları yönünden Rablerine (rahmeti) zorunlu kı­larlar.

SEKİZİNCİ SORU

Bu Meclislerin Ehli Kimdir? Onların Konuşmaları ve Sohbetleri Nedir? Cevap:

Bu sohbederin sözleri, sahiplerini o meclise yerleştiren isme göre değişir. Dolayısıyla onu belirlememiz gerekmez, fakat ilahi asıllar ko­runmuştur.

İlk mertebe ehlinin konuşması, kendi meclislerindedir. İki benzer arasmda bulunan birinci meclis, Allah Teâlâ’nın ez-Zâhir, el-Mu’ti, el-Bais ve dış varlıkların ortaya çıkmasını gerektiren bütün isimlerden kaynakla­nır. Hakk bu mecliste (zâdar ile) ruhların hayatının diliyle olduğu gibi berzahlardaki süflî heykellerin hayatının diliyle; duyu ve duyulurun, akıl ve akledilirin diliyle konuşur. Hakk, o mertebede yoldan uzaklaşıp düşüncesi kırılarak kaçırmaktan korktuktan sonra tekrar O’na yönele­nin diliyle konuşur. Bunun yanı sıra Hakk, ‘Her şeye yaratılışını verdi ve sonra hidayet etti287 (ayetinin) diliyle de konuşur. Ayette kast edilen, Hakk her şeye yaratılışını verdiğini açıkladı demektir.

Allah Teâlâ, peygamberine söylediği ‘Onlara katı davran,2aa ifadesi ile ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın, katı ve sert kalpli olsay­dın289 ifadelerini ayırmıştır. Allah Teâlâ Musa ve Harun’a şöyle der: ‘Ona yu­muşak söz söyleyin.’290 Bunun amacı Firavun’un katılığına yumuşaklıkla karşılık verip onun kırılmasını sağlamaktır. Halbuki Hz. Musa, Fira­vun’un katılığını alt edecek bir güce sahip değildi. Böylelikle onun et­kisi kendisine döner ve boğarak kendisini yok eder. Öyleyse Firavun, yumuşaklık ile helak oldu. Allah Teâlâ ise, vaktinde her şeye yaratılışını verdi. Böylelikle insanm yaratılışı yenilenir, insan ise bunu fark edemez. Bu durum, ‘bilmediğiniz şekilde sizi inşa ederiz5291 ayetinde dile getirilir. Kas­tedilen, her nefes inşa ve yaratılıştır. O halde her nefesle bizde Hakkın yeni bir yaratması gerçekleşir. Meseleyi bilmeyen kimse ‘yeniden yaratı­lış hakkında kuşkuya kapılır.’292 Çünkü duyu başkalaşmanın hissedilmediği suret ile perdelenir. Bununla birlikte her nefesle başkalaşmayı ka­bul etmek sabittir.

Hakk ilk mecüste mizaçta doğruluk talebi diliyle konuşur. Bunun amacı, akim düşüncesinin olduğu kadar, ulaştıkları şeyde duyuların mi­zacının ve akla ulaştırdıkları şeylerde iç güçlerin mizacının doğruluğu­nu sağlamaktır. Mizaç bozulduğunda idrak araçları sağlıklı veri akta­ramaz. Bu durumda ise, ulaştıkları şeye göre akla (veri) aktarırlar, bu nedenle kuşku ve yanılmalar ortaya çıkar. Böyle bir durumda ise, akıl bilgisizliği bilgi sayarken yokluğu varlığa çevirir.

Hakk bu mecüste işlerin açıklanması diliyle konuşur. Bunlar, karşı­lıklı yazışmayı ve karşılıklı kavuşmayı (haberleşme) engelleyen şeyler­dir. Birinci mertebede, zikrettiğimiz kısımlara benzeyen dört meclis vardır. Onlarm benzerleri ise ikinci ve dördüncü mertebede bulunur. Bu meclislerden üçüncü mertebede bulunanlar; üç, beşincide bulunan­lar iki, akıncıda bulunan ise, bu benzerliğe sahip olarak sadece bir ta­nedir. Her mertebede farklı fenler bulunur, fakat bunlar bu tarzın dışı­na çıkmaz.

Birinci, ikinci ve dördüncü mertebede bulunan rahat meclisleri altı tanedir. Onlarda müşahede kaynaklı mânevi sözler vardır. Nitekim şöyle denilir:

Gözlerimiz yüzlerde bizim adımıza konuşur Biz susarız, arzu konuşur.

Benzer anlamda biz de şöyle demiştik:

Arzu bizim aramızda bir söz taşır Dil olmadan, hoş bir söz!

Bunlar, iki zıt arasında bulunan meclislerdir. Bunlardan itimat ve keşf bilgisi topuktan meydana gelir. İki zıt arasında bulunan meclis ise, sıcak ile soğuk arasındaki ılık gibidir. Ayrıca o, alenen söylemek ile fı­sıltı arasındaki duyurma; gülme ile ağlama arasındaki tebessüme ben­zer. Her iki zıt arasında bir berzah, ara bölge vardır Ki, o rahat meclisi­dir. Olumlama ve olumsuzlama arasında ise, gerçek bir berzah yoktur. Onun sahibi, iki uçtan birisi nedeniyle içinde bulunduğu halde kesilir. Çünkü o rahat edeceği bir şey bulamaz. Kısaca, berzahlar rahat yerleri­dir. Dikkat ediniz! Allah Teâlâ uykuyu bir dinlence, yani rahatlık yaptı. Uyku iki zıt arasında, yani ölüm ve hayat arasındadır. Uyuyan insan ne diri­dir ne ölü! Bu insanlara söylenen ve fısıldanan bilgiler, işte böyle bilgi­lerdir. Üçüncü ve beşinci mertebede ise, her bir mertebede olmak üze­re bir meclis varken altıncı mertebede ise rahat meclislerinden bulun­maz.

Kul ve Rabbi ayıran meclislerden ise bu soruların dördüncüsün­den söz ederken kısmen söz etmiştik. Altıncı ve yedinci mertebeye ge­lirsek, bunların arasında meclis bulunmaz. Kul ve Rabbi ayıran ikinci ayrım meclisleri ise -yedincisi olmayanaltı meclistir. Her birinde bir meclis vardır ki, onunla kul ve Rab ayrışır. Bu ise, kulun kul, Rabbin Rab olması yönünden gerçekleşir. Kul ile Rab arasındaki birinci ayrım meclisleri ise, kulun Rabbe ait olması, Rabbin de onun Rabbi olması yönünden söz konusudur. Öyleyse bu meclis, vasıl içindeki fasıldır (ay­rımdaki birlik). Diğer meclisler ise, fasıldaki fasıldır (ayrımdaki ayrım). Bunlarda vasıl (birlik) yoktur. Öyleyse bu kişi için ilahi bilgiden bu tarzın benzeri meydana gelir. Çünkü sen bu bilgiyi kendinden bilebile­ceğin gibi kendini de ancak bu bilgiden bilebilirsin. Öyleyse bü bir döngüye benzer, halbuki döngü de yoktur. Bilakis buradaki kesin bir bilgidir.

Bu soruları soran Hakim Tirmizî’nin kabul ettiği on iki meclise gelirsek, bunlar ile kırk sekiz meclis tamamlanır. Çünkü ‘yüce ruhlar’ onları bilemez. Onların bu meclislerde Allah Teâlâ karşısında bir tecrübesi yoktur. Bunlar iddia nedeniyle bize aittir. Yüce ruhlar bedenlendiğinde bu bedenlenişi bir iddia takip eder ve bu nedenle iddia sahibi olurlar.

İddia ettiklerinde ise sınanırlar. Adem ve meleklerin hikâyesinde dile getirdiğimiz düşüncenin doğrulanışı vardır. Orada melekler, iddianın temizliklerinden götürdüğü kısmı telafi etmek üzere, Âdem’e secde etmekle sınanmışlardı. Melekler için bu durum, namaz kılan insanın namazındaki unutmasına benzer. Namaz kılana unuttuğu için secde etmek emredildiği gibi iddiada bulundukları için meleklere de secde etmek emredildi. Çünkü iddia, onlar için bir unutmaydı. Secde ise onlar için değiliddia için bir burun sürtmeydi. Nitekim namazdaki unutma secdemiz de, bizim için değil, bizim adımıza şeytanın burnu­nun sürtülmesidir. Bunu bilmelisin!

Bu on iki meclise gelirsek, bunların altı tanesi iki benzer arasındaki meclise katılırken, kalan altı tanesi kul olması yönünden kul ile Rab olması yönünden Rab arasında bulunan ayrım meclislerine katılır. Fa­kat bu konuda zevkler değişir.

Kur’an’da bu sorunun ayetleri şunlardır: ‘Güneş’e, aya yetişmek ya­raşmaz:293 ‘Aya menziller belirledik:294 ‘Akan yıldıza yemin olsun ki.’295 ‘Burç sahibi göğe yemin olsun ki296 Bu surenin sonuna kadarki kısım bu konuyla ilgilidir. Âlemin etrafında döndüğü şey, Kutub’dur.

Sekseninci kısım sona erdi, onu dokuzuncu soruyla seksen birinci kısım takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar