Print Friendly and PDF

OTUZ BİRİNCİ SİFİR 1.Bölüm

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

DÖRT YÜZ DOKSAN YEDİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Onların çoğu Allah Teâlâ’ya iman etmez, onlar müşrik­tir'1 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Şeriatı akıl ve iman kabul eder Aklın ölçüsü ve terazisi var

Allah Teâlâ katında bilgiler var, onları bilemez           .

Terazisi üstün derin akıllı bilir onları

Akıl ve iman var sadece, ortak olurlar tenzihte O zaman hüsrana uğramazlar        ,

İman bir tarafta tek başına kalır

Şeriata dayanarak varlıkların O’na benzediği hükmünü verir

Akıl, fikir gücü yönünden reddeder bu hükmü             ,

Burhan da teyit eder onu bu hükümde

Peygamberden başkası getirseydi o bilgiyi                                 ;

Hemen tekfir eder ve suçlar onu

Olması gerekenden başka bir şekilde tevil edilse o bilgi Söylediğim hakkında kesin bir delilim yok der

Allah Teâlâ’nın bir sırrı var ki om sadece Ferîd bilebilir ki o da insan

Allah Teâlâ yaratılışın suretini kemale erdirir Hakkın suretiyle; Kur’an furkandır

Hakikat bir, hüküm farklı

İki taraf için böyle; yok bir eksiklik

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İman eden ye salih amel işleyenler pek azdır (ma-hüm).’2 Ayette geçen ma edatı zait sayılırsa anlam böyledir. Az olanlar Allah Teâlâ’ya iman edenlerdir, çünkü Allah Teâlâ’yı birleyenler (gerçekte) O’nu O’nunla birleyenlerdir. Allah Teâlâ’yı -O’nunla değilnefislerine göre birleyenler tevhide şirk katanlardır. Bu düstur Allah Teâlâ’nın birliğine imanı vermez, fakat elest âlemindeki misakı müşahedeyi sağlar. Söz konusu misak ayette şöyle anlatılır: ‘Hani Rabbin Ademoğullarının zürriyetlerini bellerinden alarak kendilerine şahit tutmuş ve ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar evet demişlerdi.’3 Kastedilen tevhidi değil, varlığı ve (Allah Teâlâ’nın) melik olduğunu tasdiktir. Bu tasdik tevhidi de içerse bile, bu tevhidin nihayeti melikin (Hakk) birliği olabilir. Allah Teâlâ ‘Onların çoğu şirk koşmadan Allah Teâlâ’ya iman etmez4 der; dünya hayatına çıkaklarında! Çün­kü fıtrat onların Hakkın ve el-Melik’in varlığına iman etmeleridir, yoksa tevhide iman etmeleri demek değildir. Fıtratta tevhit bulunma­yınca, muvahhit olduklarım iddia edenlerin çoğunda şirk bulunmuştur. Bu itibarla insanı tevhide ancak yükümlülük sevk edebilir. Allah Teâlâ onları yükümlü tutunca, çoğu insan yükümlü tutuldukları amelleri ve işleri yerine getirebilmelerini sağlayan bir nefs gücüne sahip oldukları için yükümlü tutulduklarını zannetmiş, bu nedenle onlarda saf tevhit ger­çekleşmemiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın onları yükümlü tutmasının nedenini, nefislerine nispet ettikleri fiiller hakkında (bu fiiller bizimdir şeklinde­ki) iddialarıdır. Allah Teâlâ ise teklifle birlikte -müşahede ehlinin yaptığı gibi(fiilleri Allah Teâlâ’ya izafe ederek) Allah Teâlâ sayesinde -yoksa nefisleriyle değilfiilleri sahiplenmekten uzaklaşmalarını talep etmiştir.

Bu zikre devam eden zâkire zikir, iman esnasında -çünkü Allah Teâlâ onların Allah Teâlâ’ya iman ettiklerini bildirdi(amelleri kendilerine izafe etmek şeklinde) şirke düşen kullar, adına Allah Teâlâ katında mazeret bula­bilme imkânı verir. Bu iman, ‘Bâtıla iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler5 ayetinde söylenenleri derinden düşünenler için büyük bir iyilik ve ina­yettir. Onlar (şirke düşerken) varlığı olmayanı var saymış, var olanı kendi inançlarında ortadan kaldırmışlardır ki, o Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ bu durumu setr, yani örtmek diye isimlendirdi. Kendisini örttükleri ölçü­de Hakkın varlığı onlardan perdelenmiştir, çünkü Ö’nu tasavvur etme­den kendisini ‘örtmemişlerdir.’ Tasavvur ettikten sonra O’nu örtmüş ve kâfir (örten) olmuşlardır.

Hakkın bir özelliği tasavvur edildiği her yerde/durumda bir varlı­ğının bulunmasıdır. Tasavvur eden tasavvurundan dönse bile o varlık sürer. Yaratılmış öyle değildir: Onu tasavvur ettiğinde tasavvuruna bağlı varlığı ortaya çıkar; tasavvur ettiğin gibi olmadığı belli olunca, tasavvurun yok olmasıyla varlığı ortadan kalkar. Bu durum Allah Teâlâ ile yaratılmış arasındaki bir fark olduğu kadar aynı zamanda insanların çoğunun bilmediği ince bir bilgidir. Bu nedenle âlemde şirk gerçek­leşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bütün inançların suretlerini kabul edici, hatta bizzat o suretlerin kendisidir. Böyle olmasaydı zaten ilah olmazdı. Allah Teâlâ’nın varlığını bildiren vahyi duyan insan, rivayeti duyduğunda tasavvur ettiği şekilde O’na iman eder. Demek ki insan tasavvur ettiği­ne iman etmiştir. Allah Teâlâ ise her tasavvurda bulunurken o tasavvura aykırı bir tasavvurda da bulunur. O halde insanların çoğu Allah Teâlâ’ya iman ederken şirk katarak iman etmişlerdir. Bu durum onların Allah Teâlâ hak­kında elde ettikleri ilave bilgilerden kaynaklanır. Bununla birlikte her ilave bilgide Allah Teâlâ hakkındaki tasavvur bir öncekinden farklı olsa bile bütün tasavvurlarda sadece Allah Teâlâ vardır. Binaenaleyh Allah Teâlâ ayet-i ke­rimeyi insanların mazerederini ortaya koymak üzere zikretmiş ve tev­hide değinmemiştir. Tevhide değinmiş olsaydı, iman varken şirk koş­tuklarını belirten cümlenin anlamı olmazdı. Bu durum Allah Teâlâ’nın ayette tevhide iman etmeyi kastetmediğini gösterir: O sadece varlığa imanı kastetmiştir. Her kim adına ortaya çıkmışsa, tevhit, ikinci merhalede ortaya çıkmıştır.

Bu zikri düstur edinip de şirk koşarken âlemdekilerin mazerederi­ni bilmeyen insan, bu zikri yapanlardan değildir. Çünkü bu zikrin ehli, söylediğimiz kişidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’6

Menzili 'Allah Teâlâ’dan sakınan kimseler için Allah Teâlâ bir çıkış yolu yaratır, farkında olmadığı yönden nzıklandınr7 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Darlıkta ve genişlikte Allah Teâlâ’dan sakınan kimseye .

Rızık verir Allah Teâlâ beklemediği yerden

Hem manevi hem maddi rızıklar

Geceleyin yürütürken Rab olarak razı ol O’ndan

Hem zaman içinde ve hem zamanın dışında

Kendi tabiatı üzere yürüyen kimseye aldırış etme

Varlığım olmasaydı ve ed-Dehr olmasaydı bakmazdı

Benim gözlerim emir âleminden hiç kimseye

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız sizin için bir jurkan yaratır.’8 Bu ayet ‘Onun adına bir çıkış yaratır9 ayetiyle aynı anlamdadır. Böylece muttaki, içinde bulunduğu durumdan çıkar ve başka bir duruma geçer. Çünkü o yokluğa çıkmış değildir, sadece varlıktan yine varlığa çıkmış­tır. Var oluşunun ardından âlemin durumu budur. Var olduktan sonra bir daha yokluğa dönmesi imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bütün işler Allah Teâlâ’ya döner.’10 O Hakk Varlık’tır. Bu ayetin doğruluğuyla âleme bir iş sirayet etmiştir. Onu sadece hükmü olmayan nadir kimseler kabul eder. Varlığa yayılan bu durum, halinden razı kimseyi görmemen demektir. Bunun asıl bir illeti vardır o da Hakkın her nefes gününde (her anda) bir işte bulunmasıdır. İşte âlemi harekete geçiren şey, Hak­kın kendilerinde bulunduğu ilahi işlerdir. Bu nedenle âlem bulunduğu bir durumdan başka birine intikal etmek ister. Bununla birlikte az sayıda insan, intikal talep etseler bile, yine de içinde bulundukları hal­den ve intikal isteğinden razıdır. Hem içinde bulunduğu durumdan razı olup hem intikal talep eden insan, birleştirmek ve cem’ etmek isteyen biridir. Buna mukabil âlemin çoğunluğu içinde bulunduğu


halinden razı olmadığı için yer değiştirmek ve intikal etmek ister. O halde salih olsun veya olmasın, halinden memnun ve razı olan kimse bulamazsın! Bu durum âleme yayılmış bir özelliktir. Mesela her insa­nın yaşadığı devri kınayıp geçmişi övdüğünü görürsün! Hâlbuki onun zamanı bu yaratılışın kendisinde var olduğu halidir. Başka bir ifadeyle zamanı Âdem’in dünyada var olduğu andan itibaren içinde Âdemoğullarının bulunduğu bir vakittir. Hz. Âdem’in bile kendi diliyle şöyle dediği aktarılır:

Şehirler ve üzerinde yaşayanlar değişmiş

Yeryüzü çirkinleşmiş ve toza bulanmış                                    '

Yaşadığı günü kınayıp dünü överken insan hep aynı insandır: Dü­nü yaşarken de onu kınayıp bir önceki günü övmekteydi. Bu hep böyle devam eder. Bu kınama doğal bir durumdan kaynaklandığı gibi yer değiştirme ve intikal talebi de ilahi şe’nlerden kaynaklanır. Arifler için­de buluııdukları vakti kınamaksızın ilahi şe’nler nedeniyle intikal ister­lerken arif olmayanlar doğal bir şekilde içinde bulundukları vakti kına­yıp ilahi şe’n nedeniyle intikal etmek isterler. İlahi şe’n farkında olma­dıkları yönden kendilerini harekete geçiren sebeptir. Onun, yani intikal talebi ve içinde bulunulan halin kınanmasının başka bir sebebi daha vardır, şöyle ki: İnsan sıkıntıdan kaçıp rahadamak ve darlıktan çıkmak talebinde yaratılmıştır. Haricindeki her şeyde, içinde bulunduğu dar­lıktan rahatlamak ve genişleme imkânı bulunduğunu zanneder. Çünkü insan bir halde bulunduğunda, o hal kendisini ihata edip avucuna al­mıştır ve bu durumun böyle olması kaçınılmazdır. Bu nedenle insan kendini kuşatılmış bir halde görür ve kuşatılmışlığın dışındaki şeylerde genişlik ve rahadık bulunduğunu zanneder. Çünkü halinin haricindeki hali ve durumu belirli bir şey olmadığı için onu daraltmayacaktır. Bu nedenle üzerinde bulunduğu halin dışındaki hususlarda (zaman iş, hal vs.) bir genişlik arar. İçinde bulunduğu halin dışına çıktığında ise o mevhum genişlik gider ve geride bir hal ortaya çıkar. Bu kez insan o tek hal tarafından ihata edilir. Bu tek hal insanı ihata edip sınırladığı için onda da daralma görür ve birinci haldeki gibi yeni halinden de çıkmak ister. İnsan hep böyle hareketi sürdürür. Allah Teâlâ ise sürekli bir isimden başka bir isme çıkar. Her kim O’nu siper edinirse (takva sahi­bi olursa), Allah Teâlâ onu darlıktan çıkartır; yani darlığı kendisinden uzak­laştırır ve -herhangi bir isim belirlemeksizinAllah Teâlâ isminin gösterdiği manada genişlik ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘farkında olmadığı yönden’ kendisini rızıklandırır. Çünkü Allah Teâlâ ismi sınırlı olamadığı gibi vereceği rızık da sınırlı değildir. Binaenaleyh Hakkın kendisini yerleş­tirdiği her şey, ona ait olur ve Allah Teâlâ’nın verdiklerini ihata eder Hakk ge­lir. Böyle bir durumda sürekli ve daimi olarak genişlik takva sahibi kula aittir. Öyleyse intikal herkesi kuşatan genel bir durum iken (içinde bulunulan durum ve halden) razı olmak veya darlığa yol açan razı olmamak halinde yaratılmışlar derecelenir. Kim Allah Teâlâ karşısmda takva sahibi olursa, ‘Allah Teâlâ’ isminin genişliğine çıkar ve o ismin genişliğiyle birlikte genişler; bu genişliğin ardında darlık bulunmaz. Kim takva sahibi olmazsa, bir genişleme hükmünden başka bir hüküm görmez. Böyle bir insan darlıktan yine darlığa çıkar. (Takva sahibi olup olma­dığı hususunda) Kendini sınamak isteyip bu hususta işin özünü kav­ramak isteyen, rızkı hakkındaki bilgisine bakmalıdır: Rızkının ne ol­duğunu (kendine nereden geldiğini) bilmeyen insan, darlıktan genişli­ğe çıkmış kişidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ onu hesap etmediği yönden mıhlandırır11 ayetinde belirtilir. Şair bu konuda şu beyitleri söylemiş­tir:

Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa Allah Teâlâ onun adına yaratır Ayette buyurduğu üzere, zorluktan bir çıkış!

Hesap etm.aiği yönden rızık verir ona Darlığa düşerse bir kolaylık ihsan eder

Allah Teâlâ insanı sadece kendisine ibadet etsin diye yarattı. O dilediği yönden kendisini rızıklandırır. Bunun için rızık aramak uğruna kendi­sini meşgul etmemesi gerektiği kadar eceliyle de meşgul olmamalıdır. Her ikisi aynı hükümdedir ve bu konuda canlılar arasında ayrım yok­tur. Kendine gelen rızkını bilen insan, darlıkta kalmayı sürdürür, çün­kü insan razı olmamak özelliğinde yaratılmıştır. ‘Darlıkta kalmayı sür­dürür’ dedim, çünkü insan adına tespit edilen nimederde artış söz konusu değildir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir riva­yette belirtilir. Bu nedenle ölene kadar sıkıntı içinde acı çeker. Rızkının nereden geldiğini bilmeyen ise umut genişliği demek olan mevhum bir genişlik içinde gönlü hoş bir halde yaşar. Farkında olmadığı yönden rızkı kendisine gelirken, bilmediği bir işin hükmünü düşünmek onu, elindekini değerlendirmekten ah koyar. Böyle bir insan O’nun kabzasındayken bulunduğu haldeki darlıkla birlikte emeli hakkında bir ge­nişlik ve bast halindedir. Çünkü üzerinde hüküm veren O’dur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ DOKSAN DOKUZUNCU BÖLÜM

Menzili 'O'tıun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihî)'n Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Ayette kej harfi bazen zait sayılırken bazen sıfat kabul edilir. Bizim görüşümüz sıfat olmasıdır.

Varlıklar içinde hiçbiri O’ndan başka değil! Varlık O

Tek başıma ben söylediğime şahidim O’na şahit olmuşum ben

O’nun bir. benzeri yok O tek ve yegâne Varlık              -

Bu söylediğim sözde Hakk canibinden ilave yok

O bizde kastedilmiş olan.                                                     .

İrade eden de kendisi lâkin

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendinden başka ilah olmadığına şahitlik etti, melekler ve bilgi sahipleri de...’13 Allah Teâlâ’nın bir benzeri yoktur. Benzeri olsaydı, benzerin olumsuzlanması doğru olmazdı. Allah Teâlâ ayette -zatın benzerini değilmertebeyi olumsuzlamıştır. Benzerler arasında derecelenmeyi ise mertebeler belirler. Bu itibarla mertebeler ortadan kalkarsa, derecelenme de ortadan kalkar. Allah Teâlâ zatı bakımından suretleri kabul ederken mertebesi itibarıyla benzerleri kabul etmez. Bu nedenle Allah Teâlâ insanı halife veya halifeler diye isimlendirdi. Çünkü halifelik, görevlen­dirme ve vekâlet demektir. Bu itibarla halifelik bir Hakk ediş değildir. Daha doğrusu sürekli bir Hakk ediş söz konusu değildir. Onlar halife ve vekil olma görevini kabulü Hakk ederler. Bu itibarla halifeler, gerçekte Allah Teâlâ’ya ait mertebede ve görevde geçici olarak bulunurlar. Dolayısıyla zadarı varlığını sürdürürken görev ve rütbe kendilerinden alınır. Allah Teâlâ onlara -kendi rütbesi ve mertebesine göre değilzadarının suretlerinde tecelli eder. Rütbesinde onlara tecelli ederse, hepsi azledilir ve geride sadece O kalır. Binaenaleyh müşahedede mertebedeki benzerlik olumsuzlanırken zata benzerlik varlıkta olumsuzlanır.

Zatın benzerliği varlıkta olumsuzlanır *

Onun müşahedede yeri yok

Söylediğimizi iyice düşününüz!

Size.söyledik onu, eklemeyin ona bir şey

Çünkü O benzersiz Hakk

Biz ise O’nun karşısında kullar

Bize bakarsanız bulursunuz bizi:

O’ndah, O’na, O’nunla dönerken

Münezzehtir Allah Teâlâ ve hükümdar

O bizi var eden ve görülen/gören

O’nu gören kendisine yönelir

Bir eksiklik olmaz bizde

Hakk’tan istediğimiz bir şey irade eden de edilen de Hakk

O’nu ancak rab görebilirken aöcak kul bulabilir; bunun tersi de söylenebilir. Çünkü Allah Teâlâ kulun duyması (duyma gücü), görmesi ve bütün güçleridir. Bu durumda kuldan olumsuzlanması gereken haller olumsuzlanmışken kalması gerekenler kalmıştır. Bütün bunlar ayette geçen kef harfinin zait sayılması yorumunda geçerlidir. Bu durumda O’nun söylemiş olduğumuz olumsuzlamayı kabul etmesi gerekir. Kef harfi sıfat anlamına geldiğinde (aşağıda) söylediklerimiz kalır:

Benzer benzerden olumsuzlandı Benzer benzerle beraber bulunmadı

Benzer benimle O’nun adına sabit Bizim için de O’nunla sabit oldu

İş bu asıl üzere kurulu

Sayıda tekin bulunması gibi bir durum bu (Allah Teâlâ âlem ilişkisi)

Binaenaleyh Allah Teâlâ gibi olan bir şey yok! O’nun benzerinin benzeri olan bir şey de yok! Allah Teâlâ olumsuzlamış ve olumlamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ Adem'i kendi suretinde yarattı.’ İnsanın için­de ve bâtınında değişme bulunurken Zahiri sabittir. Zahirinde kendi­sinde bulunmayan bir organ ona eklenemeyeceği gibi insan bâtınında da bir halde kalamaz. Çünkü insanın özelliği değişme ve sabitliktir. Buna mukabil Allah Teâlâ ez-Zahir ve el-Bâtın diye nitelenmiştir: Zahir değişirken Bâtın sabittir. Binaenaleyh Hakkın bâtını (el-Bâtın ismi) insanın zahirinin aynı iken zahiri insanın bâtınının aynıdır. Bu yönüyle Hakk ile insan arasındaki durum, bilinen aynaya benzer: Aynaya bakar­ken sağ elini yükseltirsen aynadaki suret sol elini yükseltir. Senin sağın onun solu demek iken onun solu senin sağın demektir.

Ey ilahi surette yaratılmış insan! Senin zahirin O’nun bâtını senin bâtının O’nun zahiridir. Bu nedenle Hakk, kıyamette (bilinmeyen suret­lerde) tecelli ederken inkâr edilir ve tanınır, kıyamette halden Hakk girmek özelliğiyle nitelenir. Binaenaleyh sen O’nun ters çevrilmiş hali­sin ve sen O’nun tersi O da senin tersindir! cOnlar sizin elbiseniz, siz onların elbisesisiniz-’14 Ayet Bâtınî yorumu itibarıyla bu makamda ne kadar doğru ve yerinde bir ayettir!

O bizi giydirirken biz de O’nu giydiririz O bizimle olduğu gibi biz de O’nunlayız

Bizimle var olan şey olumsuzlanmış Teşbih eden O’nunla ikram etmiş

Bundan daha açık bir anlatım olamaz, çünkü bu alanda dolaşmak son derece güçtür. Yardım edecek Allah Teâlâ’dır, yardımcı da O’dur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Onlardan biri: O'nun dışında ben ilahım derse, onu cehennemle cezalandırırız'15 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Yani onu aslına döndürürüz. Onun aslı uzaklıktır. Dibi derin ol­duğu için cehennem (bi’ru cuhnam) denilir.

Ben ilahım diyen insan:

Hiç doğru olmayan bir sözü söyledi

Ya ben yaratılmışım diyen Ablaklanma hakikati nedeniyle

Her ikisi de onun adına bir günah Tahakkuk bilgisi böyle der

Ona ait olmayan şey ise Onun için taalluk halidir

Ona ait olan hal cem’ hali

Fark ona ait olduğu gibi (insan cem’ ve fark özelliğinde)

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kuşkusuz cehennem tuğyan sahiplerini gözetler...’16 Başka bir ayette ‘Rabbin gözetme yerindedir’17 denilir. İyice öğren ve düşün ki, gerçeğe ulaşasın! Başarıya erdirecek Allah Teâlâ’dır.

Onlar iddia ettikleri şeyin zıddını elde etmişlerdir, çünkü ayette geçen ‘tuğyan’ suyun yükselmesi anlamındaki ‘tağa’l-maü’ ifadesinden türetilmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Su yükseldiğinde sizi gemiye yerleştirdik.’18 Her kim ‘ben ilahım’ derse, kendisini kurbiyetin (yakınlık) zirvesine yerleştirmiştir. Allah Teâlâ ise böyle bir söz sahibinin cezasının muduluktan büsbütün uzaklaşmak olduğunu belirtir, çünkü onun cezası cehen­nemdir. Binaenaleyh ilahlık hakkında aşırı giden kişi, cehennemin dibini boylar. İlahlık er-Rahman ismiyle Arş’ın üzerinde istiva edene aittir.

Bilmelisin ki acıktığı, hasta olduğu veya hacet giderdiği halde, Firavun’dan başka bu sözü söyleyen birini bilmiyorum. Firavun kavmini hafife alarak ‘Ey topluluk! Benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyo­rum19 demişti. Ardından bu iddiayı kuşkudan sonra zanna veya ispata çevirerek şöyle demiştir: ‘Belki Musa’nın ilahına ulaşırım, onun yalancı­lardan olduğunu zannediyorum.’20 Allah Teâlâ’nın Meryemoğlu İsa olduğunu ileri sürenler ise iki nedenle bu ayette sözü edilen hükmün kapsamında değillerdir: Birincisi onların nasutilik (beşerilik) ile lahutiliği, yani beşeriliği ve ilahiliği ayırt etmiş olmalarıdır. ‘Ben ilahım’ diyen ise o ikisini ayırt etmez. İkincisi, bu ayet, o sözü kendiliğinden söyleyene işaret etmektedir, yoksa hakkında böyle iddiada bulunulan kişiye işaret etmez.

Bu zikir kendisini söyleyene iki durumdan birisini veya her ikisini kazandırır: Birincisi bu ilahlık hakkında söz söyleyenin mutlak birliği­dir. Bu durumda bütün âlem, bu zikri yapan için Hakkın kendisidir. Başka birisi ilahi isimlerin çokluğunun birliğini (bilirken) bu zikri yapan insan çokluğun birliğini bilir. Çokluk varlıkta/gerçekte değil, nispet ve hükümlerdedir. Ona göre bütün âlem, mümkünlerin sabit hakikatlerinden bu tek varlığa ilişen ve gerçekte (dışta) var olmayan arazlardan ibarettir. Diğer neden ise ayette geçen ‘O’nun dışında21 ifa­desinin Allah Teâlâ’ya ait mertebeden aşağıya işaret etmesidir. Bu durum ‘Onlara ancak bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ettik22 aye­tinde belirtilir. İbadet edilen varlık mertebe itibarıyla Allah Teâlâ’dan aşağıda olsa bile yine de kendisini benimseyene göre ilahtır. Bu sözü söyleyen böyle bir zikri düstur edinen kişiyse, Hakkın suretlerdeki tecellisinin âlemlerden müstağni iken olan tecellisinden daha aşağıda bulunduğu­nu bilir. Başka bir ifadeyle müstağnilikte tecelli gerçekleşmiş olsaydı, suretlerdeki tecelliden daha tam olurdu. Allah Teâlâ’nın âlemden müstağnilik derecesini düşünmelisin! Bazen bu söz Hakkı âlemin aynı olarak gören için gerçekleşebilir. Bu yorumda O’nun alameti bizzat hüviyeti olur. Binaenaleyh Allah Teâlâ kendi kendine delildir. Bu durum ‘senden sana sığı­nırım’ hadisinde dile getirilir. Allah Teâlâ’dan O’na sığınılır, çünkü zatından başka O’nun mukabili yoktur. Aziz kılan Allah Teâlâ olduğu gibi zelil kılan da O’dur.

Bu halin bilgiye veya zanna değil de söze bağlanması nedeniyle or­tada ilahi bir uyarı vardır! Bir insan şöyle diyebilir: Gerçeğin öyle ol­duğunu bildiğini zannetmiyoruz. Böylece kişi sözünün bilgisine muta­bık olduğunu zanneder. Böyle bir bilginin herhangi bir insandan ger­çekleşmesi imkânsızdır. Çünkü insan zelilliliğini, yoksulluğunu ve kusurunu bilir. Eksikliğini biliyorken böyle bir söz söylerse, kendisin­den dolayı cezalandırılmasına yol açmayacak şekilde onu söyler ve bu söze karşılık onun cezası ‘cehennem (uzaklık)’, yani diliyle söylediği sözden gerçekteki uzaklığı olur. Böyle bir ceza en hayırlı cezadır, çün­kü bir bilgidir. Bu durumda ‘Zalimleri böyle cezalandırırız23 ayetinde belirtilen ceza, seçilmişler arasından kitaba vâris olan zalimin cezası olur. Çünkü Allah Teâlâ vârislerin bir kısmına -Hakkın ehli olsa bile‘zalim’ adını vermiştir. Böylece zalim adı burada özel bir anlam kazanır. Nite­kim ‘Onlar imanlarına zulüm karıştırmadı24 ayetinde de böyle bir özel anlam kazanmıştır. Burada zulüm belirsiz gelmiş olmakla birlikte özel anlama sahiptir; demek ki o söyleyen için değil, duyan için belirsiz ve nekre gelmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu özel anlamıyla şirk olarak tefsir etmiştir. Böyle bir düstur, meydana getirdiği neticeye göre yorumlanır ve tevcih edilir, çünkü bu amaçla ortaya konulmuştur. Herkes o düsturdan nasibine göre bir yönü beğenir, çünkü o yöne uygundur!

Düsturlar içerisinde zikredilen her ayet yazıldığı üzere ve tarzda müstakil olarak alınır. Tahkik ehline göre (düsturun kaynağı) yüksek zirveye sahip olsa bile ayet denilen şeye, öncesinde veya ardında bazı özellikler gerekir. Kelamın kuvve halinden ayetin o özellikleri talep ettiği ortaya çıkar ve ayet onlarla tamamlanır. Kâmil adamlar meseleye böyle bakar. Allah Teâlâ’nın kelamını böyle derinden düşünen kişi büyük bir bilgi ve iyilik elde eder. Mesela besmele için ‘Rahman ve rahim Allah Teâlâ’nın adıyla25 ayetine müstakil ayet dersin, Nemi suresinde de ayetin bir parçası olduğunu söylersin. Onun ayederde kemali ziyadeyle gerçekle­şir. Her ecelin bir kitabı olduğu gibi her amelin bir karşılığı vardır. Bu itibarla söz bir ameldir vetonun cezası Allah Teâlâ’nın, söyleyen her dilde bulunmasıdır. Hatıralardan sonra, konuşmaktan daha hızlı bir amel yoktur. Başka bir ifadeyle söz amellerin en hızlısı olduğu kadar söz sahibinin hesabını hesaba çekenlerin en hızlısı verir. Çünkü amel sa­hiplerinin hesabını üsdenen ilahi isim o amele uygun isimdir. Bunu anlamalısın. ‘Allah Teâlâ her şeyi bilendir.’26

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ BİRİNCİ BÖLÜM

Menzili'Allah Teâlâ’dan başkasına mı dua ediyorsunuz, sadık iseniz'27 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Şeyhimiz Ebu Medyen’in düsturu bu ayetti.

Allah Teâlâ’dan başkasına dua eder mi sadık insan!

Allah Teâlâ’dan başkasıyla mı konuşur o?                    -

Hayır! Sadece Allah Teâlâ ile konuşur, başkasını aramaz Bu nedenle her durumda ve halde doğru söyler

Dua ettiğinde O’na dua eder yalnız

0                              başkasına katılmayan bir duacı

Yaratan yarattığını var eder Sürekli ve yeni bir şekilde

Keşke görebilseydin! O’nunla var olan hiçbir şey Yaratıcı değildir

Benzerlerin perdeleri engeller ,

O’nun her an yeniden yarattığı gerçeğini

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilakis O’na dua edersiniz, Allah Teâlâ dilerse dua ettikle­rinizi ortaya çıkartır ve şirk koştuğunuz şeyleri unutursunuz.’28 Yani şirki terk edersiniz. Bu zikir, bu ilahi şahitliği izhar eder. Hâkim şahidin aynı iken, geride hayret hali kalır: Hâkim bilgisine göre mi hüküm verecektir, ya da vermeyecek midir? Çünkü şahidik bilmek demektir. Hüküm ise bazen güçlü zan, bazen de bilgiden ortaya çıkar. Şahidik konusu ise ‘Bilakis O’na dua edersiniz29 ayetinde belirtilen husustur. Bu duayla birlikte ortak koştuğunuz ilahları unutursunuz. Bu durum ‘De­nizde size bir zarar iliştiğinde, O’ndan başka dua ettikleriniz kaybolur30 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette ‘Kendisine dua ettiğinde, zorda kalmı­şa karşılık verir’3' buyurur. Binaenaleyh Allah Teâlâ yükümlülük diyarı olan bu dünya hayatında önemli ve ciddi durumlarda kendisini birleyece­ğimiz hususunda şahidik etmiştir. Kerimi ancak günahkâr bilebileceği gibi Allah Teâlâ’dan daha kerem sahibi olan yoktur. Allah Teâlâ günahkârın dikka­tini ‘Hakkın keremi’ demeye çekmiştir. Bu itibarla günahkâr Allah Teâlâ’nın keremiyle O’nda hüküm sahibi olur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey insan! Seni kerim rabbine karşı kışkırtan nedir?’32 Allah Teâlâ böyle soruyor ki, insan ‘ke­remin, ya Rabbi!’ desin! Ayette ‘insan’ derken büyük günah sahibi kastedilir. Çünkü O’nun kereminin büyüklüğüne ancak büyük günahla karşılık verilir ve büyük günah karşısında Allah Teâlâ’nın kereminin genelliği ve gücü tezahür eder. Allah Teâlâ (hemen) mağfiret etmese bile, sonunda ilahi keremin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bununla birlikte büyük günah sahibi cehennemden çıkmaz, çünkü orası onun yeridir ve ateş­ten yaratılmıştır. Öyle ki ateşten çıkartılmış olsaydı, zarar görürdü. Onun için ateşte onun için yerleşik bir nimet vardır. Bu durumun farkına ise sadece Allah Teâlâ’yı bilenler varabilir.

Allah Teâlâ bilgisizlik ve körlük perdesini kaldırırsa, herkesin sıkıntı ha­linde ancak Allah Teâlâ’ya yakardığı görülür. Bununla birlikte insan rahatken güçlüklerin kendisine ulaşmasının bilhassa O’nun elinde bulunduğunu bilmeyebilir. İşte bu hal tevhit demektir ve onu ancak sıkıntı halindeki inanç izhar eder. Sıkıntı ve güçlük halinde müşrik, Allah Teâlâ’nın şahidiğiyle, muvahhittir. Bununla birlikte rahadıkta, müşrikte onun gerçek inancı olan tevhidin alamederi görünmezken zorda kaldığında Yaratıcısının birliği hakkındaki inancına döner; bu kez şirk alamederi onda görül­mez. Bütün bunlar yükümlülük diyarı olan dünyada gerçekleşirken şekilci âlimlerin çoğu bu ilahi ihsan ve cömertlikten habersizdir.

Bu zikir, Allah Teâlâ’nın keremi ve cömertliği hakkında öyle bir bilgi ka­zandırır ki, o bilgi aynı zikri düstur edinmemiş ve ona devam etmeyen­ler tarafından bilinemez. Yaşadığımız dönemde Becayeli şeyh Ebu Medyen -Allah Teâlâ kendisine merhamet etsingibi o makamda bulunan kimse duymadım. Dünya hayatında olduğu sürece bir insanda bazen tevhit, bazen -bâtınında tevhit bulunurkenşirk hali ortaya çıkabilir. Bununla birlikte tevhit onun asıl yaratılışında da bulunur ve can çeki­şirken dünyadan ayrılmazdan önce yine ona döner. Böyle bir durumda insanın tevhide geçen ömrü şirk ile geçen ömründen daha çok olur. Başka bir ifadeyle zaman bakımından bir karşılaştırma yapsaydık, fıt­ratta tevhidin bulunması ve insanın bâtınına inanç ve bilgi olarak tev­hidin sürekli eşlik etmesi nedeniyle, tevhit halinin daha baskın olduğu­nu görürdük. Güçlük ve sıkıntı anlarında tevhidin zuhuru şirk vakiderinden daha çoktur. İçinde bulunulan yerin hükmü, bu düstur hakkın­da ima ettiğimiz hususta seni perdelemesin, çünkü bu bilgi sana fayda verir. Sana fayda vermeyeceğini düşünsen bile, en azından vermez. Her durumda bu zikri söyle ve ona dayan! Allah Teâlâ müşrikler hakkında senin nezdinde şahidikte bulunurken haklarındaki şahidiğini reddeden­lerden sakın olma! Allah Teâlâ seni hakim yapmadan senin nezdinde şahidik yapmamıştır. Böylece hüküm verirken seni kendi yerine, kendisini şahit olmada senin yerine yerleştirmiştir. İfade ettiğimiz üzere hüküm vermezsen, adil olan Hakkın (el-Adl) şahitliğini reddetmiş olursun. Hâlbuki ‘Hakkın dışında dalaletten başka ne vardır? Nasıl da yüz çevirir­siniz?’33 Başka bir ayette ‘Size cahillerden olmamanızı tavsiye ediyorum’34, başka bir ayette ‘Doğru sözlü iseniz...’35 denilir. Yani doğru sözlü olur­sanız, güçlük ve sıkıntı vakitlerinde sadece Allah Teâlâ’ya dua ettiğiniz hakkındaki ifademi kendinizden bilir ve bunu saklamazsınız. O Allah Teâlâ, kalplerinizin bütünüyle kendisine yöneldiği zattır. Onlar hiç kuşkusuz bildikleri için doğru söylerler. Mesele şudur: Acaba sorulduğunda doğru söylerler mi, söylemezler mi?

Bazen doğru söylerler, bazen yalan Bazen bilirler, bazen bilmezler

Onların sözlerine kulak verme böbürlenirken onlar Onların maksadını biliyorum çünkü .

Asrın biriciği ol, bir kenara at Onların söylediği sözleri

. / ,

Çünkü haberdarım sözlerinden                                                 .

Onları biliyorum, hırslıdır onlar

Onları doğru sözlü diye bilseydim Söyledikleri sözlerde

Onların sözlerine kulak verirdim Onlar hissettikleri şeyi söylüyorlar

Onlar söylediklerini karanlıkta söylüyor Arş hakkında konuşurken iftira atarlar

Sözü tahrif ederler, onlara karşı onlardan yardım alın Onlara da yardım edilecek

ı

Yalancılığını bilmeyen biri yalan söylemesi nedeniyle cezalandırıl­maz; cezalandırılırsa, elde etmesi layık olan bir bilgi ile kurtulmasını ve

saadete ulaşmasını temin edecek bir davranışı elde etmedeki ihmalkâr­lığı nedeniyle cezalandırılır, yalan söylediği için değil! Öyleyse yalancı, doğru söylemekle yükümlü olduğu yerlerde bilerek yalan söylerse ceza­landırılır. Bir insan kendisinden doğru söylemesini talep ederken, kişi (bilerek) gerçeği inkâr ederse (cezalandırılır). Mesela Allah Teâlâ bu nitelik­teki birisi hakkında ‘İçlerinden doğru olduğuna inandıkları halde zulüm ve taşkınlık yaparak onu inkâr ettiler36 buyurur. Dedik ki, bilerek yalan söylemeyen biri gerçeği öğrenmesini sağlayacak bilgiyi elde etmek üzere çalışmadığı için cezalandırılır. Bu bilgi olmadığı için insan doğru olmadığına dair bilgisinin bulunmadığı bir hususta yalan/yanlış söyle­miştir. Demek ki (bilerek yalan söyleyen) yalancının cezalandırılması ile doğruyla yanlışı ve doğru sözlüyle yalancıyı tanıtacak bilgiyi elde etmede ihmalkârlık gösterenin cezalandırılması arasında fark vardır. Her şey kendi özelliğine göre yerli yerine yerleştirilir. Bunu yapacak kişiler insanlar arasında pek azdır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ye doğru yola ulaştırır.’ Allah Teâlâ bizi ve sizi her du­rumda amel eden âlimlerden etsin, bizimle sadıkların ve sıddîkların arasına perde koymasın. Bunu yapacak ve buna gücü yeten sadece Allah Teâlâ’dır. İzzeti hürmetine kabul buyursun!

BEŞ YÜZ İKİNCİ BÖLÜM

Menzili'Allah Teâlâ’ya ve resulüne ihanet etmeyiniz, bildiğiniz halde emanetlerinize ihanet etmeyin'37 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’ya ihanet etmeyin, O’nun için varsınız Emanetlere de ihanet etmeyiniz

Emaneti kendi kendine üstlenme sakın Cahil olursunuz, yardım edilmez size

Onları emirle taşıyan kişi güvendedir

Emanetler emniyet ve eman verir

Taşıyanları üzerinde bir Hakk bulunur

Onu göz sahibi olandan başkası bilemez

Bize buyurduğu gibi ulaştırır onları

Hakk kitapta buyurdu bize bunu Hakk: ‘Ol dedi ve oldu’

Allah Teâlâ’dır bu sözün sahibi                             .

Dilde, cennetlerde ve idraklerde

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tavsiye ederken şöyle buyurur: ‘Komutan (emir) olmak istemeyin! Siz istemezken size görev verilirse, size yardım edilir. Siz istediğinizde size verilirse yardım edilmez.’

Hıyanet üç türlüdür: Birincisi Allah Teâlâ’ya ihanet etmek, İkincisi pey­gambere, üçüncüsü emanedere ihanettir. Allah Teâlâ ayette hıyanederden söz ederken müminlere hitap ettiğine göre, -mümin isenbu ayetie muhatapsın. Hıyaneder içinde Allah Teâlâ’nın emanetine hıyanete, peygam­bere hıyanete ve emanedere hıyanete gelirsek, Allah Teâlâ izin verirse bunla­rın hepsini anlatacağım.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar emaneti taşımaktan kaçındı.’38 Bu emanet onlara emredilmemiş, sadece sunulmuştur (arz edilmiştir). Onlar emanetten çekindiler. ‘İnsan ise emaneti yüklendi, o zalim ve cahildir.’39 Allah Teâlâ insanın kendisine karşı zalim, taşıdığı emanetin değerini bilmeyen biri olduğunu söylemiştir. Emaneti bize yüklerken şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ size emanetleri sahiplerine vermenizi emreder.’40 Bütün yaratıkları içerisinde sadece insan emaneti yüklendiğine göre, onu ya arz veya zorla yüklenmiş olmalıdır. Arz (sunulma) yoluyla yüklenmişse, hiç kuşkusuz, kendini tehlikeye atmış­tır; zorla yüklenmişse her durumda emaneti sahibine ulaştırır.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın bize kendilerine emanederi ulaştırmamızı emrettiği emanet sahipleri söz konusu olduğunda, onları kimin verdiği dikkate alınmaz. Emanederin ehli emanetin ulaştırılacağı kimselerdir. Emanet verilen biri -kendisine verilmiş olması bakımındanemanetin ehlidir. Emanet ona başkasma ulaştırsın diye teslim edilmişse, o başka kişi emanetin ehlidir; bu durumda emanetin verildiği kişi ehil değildir. Emanete ehil olmanın anlamını sana açıklayacağım. Çünkü Hakk, onu Hakk edene aittir. Bunu bilip ona göre davranmalısın.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana kendisine ulaştırman üzere başka bir emanet verdiği gibi başkasma ulaştırman için de emanet vermiştir. O emaneti Allah Teâlâ’ya geri vermezsin. Böyle bir emanete misal olarak, pey­gamberlik emanetini verebiliriz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey peygamber! Sana rabbinden indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan görevini yerine getirmemiş olursun.'41 Başka bir ayette ‘Peygamberin görevi tebliğdir142 denilir. Allah Teâlâ’ya geri verilecek emanetler ise O’nun seni emanetçisi yaptığı bilgi­lerdir. Bu bilgiler sıradan insanlar arasında açıklanırsa, onları senden Hakkın kulağıyla dinlemeyenler sapıtır. Böyle bir bilgi senin adına meydana gelip Hakkın duyma, görme ve bütün güçleri olduğu birini bulup şendeki bilginin onda bulunmadığım görürsen, bilgiyi ona ulaş­tırmaksın. Çünkü o insan böyle bir bilgiyi senden Hakkın kulağıyla duyar. Bu esnada gerçekte duyan Hakk olduğu gibi sen de emaneti onu sana veren Allah Teâlâ’ya iade etmiş olursun. Bu vesileyle de Hakkın kulağı olduğu şahıs için daha önce bilmediği bir fayda meydana gelmiş olur. Fakat emanetin taşıyıcısı, bilgiyi ulaştırdığı insanın Hakkın duyma haline geldiği biri olduğunu bilmezse, ona bilgiyi ulaştırmaz. O’nun duyma gücü olmadığı birisine bilgiyi verirse, Allah Teâlâ’ya ihanet etmiş sayı­lır. Hâlbuki Allah Teâlâ kendisine ihaneti yasaklamıştır. Allah Teâlâ’ya ihanetin biri de âlemin varlığının Hakkın varlığı olduğunu öğrettiği bir insanın haddi aştığmı bilerek âlemde tasarruf ederken Allah Teâlâ’nın sınırlarını ve haddini aşmasıdır. Çünkü bu esnada Allah Teâlâ perdeli insanların nezdinde emanetin ta kendisidir; bu durumun din veya akla göre bilinip bilin­memesi birdir. Böyle bir insan kendi inancına göre haddi aşmakla Allah Teâlâ’ya ihanet etmiştir. ‘Kim Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşarsa, kendine zulmetmiş demektir.'43 ‘İnsan onu yüklendi. İnsan zalim ve cahildir.'44 Allah Teâlâ ehli hak­kında Allah Teâlâ’ya ihanet eden de gerçekte Allah Teâlâ’ya ihanet etmiş demektir. Senin mülkiyetin altında bulunup da Allah Teâlâ’nın geri vermeni istediği, fakat emri yerine getirmediğin her iş Allah Teâlâ’ya ihanetin bir parçasıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bütün iş O’na döner.'45

Allah Teâlâ’nın peygamberine hıyanet edenlerin hıyanetine gelirsek, bu durum, Allah Teâlâ’nın peygamber karşısındaki fiillerine dair öğrettiği edeple ilgilidir. Bu davranış emaneti peygambere ulaştırmanın ta kendisidir. Peygamberin karşısında (sana öğretildiği gibi) saygılı davranmadığın­da, emaneti ulaştırmamış, Allah Teâlâ’nın seni emin yaptığı bir işte Peygam­berine hıyanet etmiş olursun. Peygambere hıyanetin bir yönü de ehl-i beyt ve yakınlarını sevmek hakkındaki talebinde ortaya çıkar. Çünkü kendilerine dönük sevgimizde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile ehl-i beyt müsavidir: Ehl-i beyt’i sevmeyen, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i sevmemiştir, çünkü o da ehl-i beyt’in bir üyesidir. Bu itibarla ehl-i beyt sevgisi parçalanamaz, çünkü sevgi -onlardan birisine değilbütün aileye yöneliktir. Aklını bu konu­ya verip ehl-i beyt’in değerini iyice anlamalısın. Ehl-i beyt’e ihanet eden insan, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın peygamberine ihanet etmiş demek­tir. Kim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünnetine ihanet ederse, sünneti hususunda ona ihanet etmiş demektir.

Güvenilir olduğuna inandığım biri bana Mekke’de şöyle bir hadi­seden söz etmişti: ‘Mekke’deki şeriflerin insanlara yaptıkları davranışı kötü görüyordum. Bir gece rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kızı Hz. Fat­ma’yı gördüm. Benden yüz çevirmişti. Kendisine selam verdim ve yüz çevirmesinin sebebini sordum. Şöyle dedi: ‘Sen şerifler hakkında konu­şuyorsun.’ Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Efendim! Onların insanlara nasıl davrandıklarını görmüyor musunuz?’ Hz. Fatma şöyle cevap verdi: ‘Peki onlar benim çocuklarım değil mi?’ Ben de ‘evet’ dedim ve tövbe ettim. Fatma da bana döndü. Ardından uyandım.’

Sen ahlakınla ehl-i beyt’e denk olamazsın Ehl-i beyt efendilerdir

Onlar bir insanı sevmezse hüsrandır onun sonu Onları sevmek emin ol ki bir ibadettir ibadet

Allah Teâlâ’nın peygamberine hıyanetin bir yönü nebiler ve resuller ara­sında karşılaştırma yapmaktır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın onların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldığını biliriz. Bir ayette ‘Bazı peygamber­leri diğerlerinden üstün kıldık’46, başka bir ayette ‘Peygamberlerin bir kısmın t diğerlerinden üstün kıldık547 buyurur. Allah Teâlâ dilediği şekilde kulla­rını derecelendirirken onları derecelendirmek bizim yetkimiz dahilinde değildir. Biz dereceleri ancak O’nun bildirmesiyle bilebiliriz. Çünkü bu derecelenme Hakkın onlar hakkındaki bilgisine dönen bir durum iken Hakkın bilgisinde neyin bulunduğunu kimse bilemez. Hz. İsa ‘Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, Sen gaybı en iyi bilensin48 demiştir. Burada açık mertebeler nedeniyle bir zorlama ve müdahale yoktur. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’nın peygamberi nebiler arasında derecelendirme yapıp -Allah Teâlâ’nın bildirmesi olmaksızınkendisini diğer­lerinden üstün tutmayı bize yasaklamış, bu bağlamda Hz. Yunus ve diğer peygamberleri zikretmiştir. O halde Allah Teâlâ’nın bildirmesi olmaksı­zın bir peygamberi üstün sayan, Allah Teâlâ’nın peygamberine ihanet etmiş, onun belirlediği sınırı aşmış demektir:          .

Emanetlere hıyanete gelirsek, ‘Hikmeti ehlinden başkasma verme­yin, hikmete zulmetmiş olursunuz; ehline vermezlik etmeyin, onlara zulmetmiş olursunuz’ hadisi tam da konuyla ilgilidir. Hıyanet zulüm demek iken hikmet emanettir. Hikmete hıyanet etmek, ehli olmadığını bildiğin halde hikmeti ehli olmayana vermektir. Allah Teâlâ bilmeyenden yükümlülüğü kaldırmıştır. Bununla birlikte Allah Teâlâ işler hakkında bilgiyi elde etmek üzere insanın harekete geçmesini kendisine emretmiştir ve bu arayıştan geri kalmanın mazereti yoktur. Bilgi elde etmek üzere çalışırken içinde bulunduğu durumun kendisini ‘hıyanet5 denilen bu özel işi yapmaya çağırdığı insan cezalandırılmayacaktır. Böyle bir insan hıyanet nedeniyle veya bilgideki ihmali nedeniyle cezalandırılmayacak­tır. Çünkü o insan bilgi elde etmeye çalışırken içinde bulunduğu du­rum onun bir tasarrufta bulunmasını gerektirmiştir.

Kim bu zikrin sahibi olursa zikir onu hıyanetten korurken Allah Teâlâ da -zikrin inayetiylebütün emanederin ehillerini kendisine öğretir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Öyle bir sırra tahsis edildim ki bir ben bilirim

Bir de şeriatta uyduğumuz kişi bilir

Peygamber, yani Allah Teâlâ’nın peygamberi ve en hayırlı insan Şeriatta ona tabi oluruz hepimiz

BEŞ YÜZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Menzili'Onlara sadece dini Allah Teâlâ’ya tahsis etmeleri emre­dildi; haniflerden olsunlar, namazı kılıp zekâtı versinler, işte dosdoğru din budur'*9 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ biliyor ki O’nu bilmiyorum ben

Kendini bilmek, bilmemek demek olan nasıl bilinir ki?

Ben var olarak bildim O’nu, sınırlamaz

1                        Hiçbir nitelik Hakk diye veya halk tafsil etmez O’nu

O’nu bilmem O’na dair bir hayret

Elde ettiğimiz bilgi hakkında Hakk’tan delilimiz yok

Bir tek peygamberin getirdiği bilgi var iki halde de; iman ile kabul ederiz onu

Kur’an hakkında düşünürsen, görürsün Bazen tenzih edersin, bazen temsil edersin Hakkı

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dikkat ediniz, halis din Allah Teâlâ’ya aittir!’50 Benim mü­şahedemin kaynağı ve kökeni bu zikirdi. Çünkü Allah Teâlâ cinleri ve insan­ları sadece kendisine ibadet etsinler diye yaratmış, âlemin yaratıcısı başka bir sebep göstermemiştir. Kimsenin de yaratılmışın ibadetini kendisine veya O’ndan başkasına ait görüp Allah Teâlâ’nın onu kendisine tahsis ettiğini söylediğini bilmiyoruz. Hakkın ibadetteki ihlası talepteki sözünün doğruluğuna iman ettik. O ibadette ihlaslı olmayı istediğine göre ibadette kendisinden başkasına dönük bir nispetin bulunduğunu anladık. Bunu araştırınca, kendimizden başka kimse bulamadık. Bina­enaleyh biz Allah Teâlâ’ya ait bir işte iddia sahibiyizdir. Çünkü her şey O’na secde eder -ki secde bir ibadettir.Biz ise öyle değiliz. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘insanların çoğu51 demiş, insan dışında zikredilen türlerde bütünü zikredilmişken insan türünün bütünü zikredilmemiştir. Bakınız! Allah Teâlâ her peygamberi kavminin diliyle göndermiştir. Peygamberlik Allah Teâlâ’ya aitken kavminin diliyle o görevi yerine getirmek peygambere ait bir iştir.

Kur’an bilgisi nasıl iner

Benim varlığıma ve indirildiği kimseye

Zikir indirir onu

Her biri menzil olan kalplere

Her birinin bir kısmeti var Kur’an’da bir fazlalık yok

En kolay makam bize ait ondan Allah Teâlâ’nın makamı ise en yüce makam

Allah Teâlâ’nın sözüdür Kur’an, lafız ise bizim Yüce ve ayırıcı hüküm Kur’an’ın vasfı

Allah Teâlâ bize Hakkın hüviyetinin kulun duyma, görme ve bütün güç­leri olduğunu beyan buyurmuştur. Kul güçleri sayesinde kul olduğuna göre o, Hakk sebebiyle vardır. Onun zahiri sınırlanmış ve yaratılmış suret iken bâtını suret nedeniyle sınırlanmamış Hakkın hüviyetidir. Binaenaleyh kul da sureti itibarıyla Allah Teâlâ’yı tespih eden varlıklardan biriyken bâtını yönünden de söylediğimiz gibidir. O halde Hakk kendi­ni tespih eder. Toplam ise ince ve kapalı bir anlam ortaya çıkartır ki her birisi tek başına bu manayı veremez. Bu itibarla insanın suretine uyum, muhalefet, itaat, günah vb. izafe edilir ve bu nedenle onun yükümlü/mükellef olduğu söylenir. Namazın kul ile Allah Teâlâ arasında taksimi bu sayede mümkün olabilmiştir: ‘Kul namazda şunu söyler, Allah Teâlâ şunu söyler’ denilir. Kul ancak toplamla (zahir ve bâtınıyla) bir­likte kuldur. Kendisini kulun güçleri olmakla nitelediğinde Hakk adına meydana gelen duruma bakınız! Kul O’nun vasıtasıyla kul iken Hakk kulun vasıtasıyla kulun güçleridir. Kul adı ancak ‘toplama’ verilen bir addır. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ toplamın kim olduğunu bize bildirmiştir. Kul ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir’ der. Bu esnada Hakk, kulun dilidir ve aynı zamanda Hakk kulunu duyar. ‘Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ diyen ile o ifadeyi duyan kimdir? Allah Teâlâ ‘Kulum beni övmüştür’ der. Fakat o dilden başka bir dille söyler, daha doğrusu kendisine izafesi esnasında kula izafeden soyudanmış Hakkın hüviyetiyle söyler. Allah Teâlâ onun bütü­nünü dikkate alarak ‘kulum beni övdü’ demedi ve kul Allah Teâlâ’yı O’nun kelamıyla övebilir. Çünkü ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’ ifadesi O’nun kelamıdır. O halde bilinen manayla hamdin ifade edilmesi şu demektir: Ben hamdin benim katımdaki tarzıyla kendimi övdüm, ku­lum ise kendimi övdüğüm ifadeyi lafzıyla benden aktardı, bu esnada ben kendimi övmedim. Bize Allah Teâlâ’nın kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu’ dediği aktarılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ise müşrik hak­kında ‘Onu komşu edin ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun52 demiştir. Hâlbuki komşu edinilecek insan sadece vahyi ulaştıranın -peygambersesini duymuştu. Âlemdeki bütün sözlerin Allah Teâlâ’nın kelamı olduğunu biliyo­ruz, çünkü âlem, büyük ve kâmil insan demektir. Âlemin hükmü insa­nın hükmüyle birdir. Hakkın hüviyeti ise insanın bâtını ile onu kul yapan güçleridir. O halde Hakkın hüviyeti, âlemin güçleridir. Bu güç­ler sayesinde âlem, rabbini tespih eden bir kul ve büyük bir insan olur.

Dikkat edin! Varlıktaki her söz O’nun kelamı

İster nesir olsun ister nazım

Her varlığın kulağına yayılır bu söz

O’ndan çıkar O’na varır başı ve sonu

Söyleyenden başkası duymuyor

Açığında gizlisi saklanmış

Harfleriyle lafızlarımız örter onu

Ondaki ışık onun karanlığı

Onun ışığı hakkında ne zannedersiniz!

Görününce bulutu geniş havayı doldurur

Burada ‘Allah Teâlâ onlara buluttan gölgelerde gelir’ ayetine işaret vardır. İş gerçekte söylediğimiz gibi olunca, Allah Teâlâ ibadeti kendisine tahsis etmemizi istemiştir. Çünkü ibadet etmekle kul olduğumuz gibi O’nun hüviyetiyle kul olabiliriz. Bu nedenle ubudiyeti O’na tahsis ederiz. Ubudiyeti Allah Teâlâ’ya tahsis etmek şöyle dememizdir: ‘Sen bizim benliğimizsin. Sen benim benliğim içindesin. Senden başkası yok. Sen, rab ve kul denilensin.’ Gerçek böyle olmasaydı, ibadeti Allah Teâlâ’ya tahsis edemez­dik (ihlas). Binaenaleyh ibadette ihlas ancak toplamdan (insanın zahiri ve bâtını; Hakk ve kul) talep edildiği gibi ibadet de ancak toplamla var olur ve bir nispet olarak ortaya çıkar. Allah Teâlâ kendi başına âlemlerden müstağniyken, toplamla birlikte ‘Allah Teâlâ’ya borç veriniz53 der. Bu borcu ihsan özelliğiyle sınırlamış (karz-ı hasen), sonra bize ihsanın mahiyeti­ni açıklamıştır: İhsan, kıblede belirlenmiş ve sınırlanmış olanı görmek­tir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan aktaran Şâri’nin diliyle O’nu bilmek, aklî düşünceyle O’nu bilmekten farklıdır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı bilmenin iki yolu vardır. Daha doğrusu kendimizden hareketle Allah Teâlâ’yı bilmemizin iki yolu vardır. Dilersen üç yol vardır da diyebilirsin. Birinci yol Allah Teâlâ’yı teorik düşünce yönünden bilmemiz, İkincisi şeriattaki hitabı yönünden bilmemiz, üçüncüsü her iki yoldan bilmemizdir. Biliyoruz ki Allah Teâlâ’yı O’nun kendisini bildiği gibi bilemeyiz. Bu da Allah Teâlâ hakkmdaki hâdis bilginin sınırlanmasıdır.

Hakk kulun aynı, başkası değil

Hakk kuldan başkadır, sen görmezsin O’nu

Toplamı üzere O’na O’nunla bak!

O’nu ayırma, korusuna girersin

Apaçık hakikat bu! Allah Teâlâ için ihlaslı olun

İbadet senden çıkar, O karşılar

Yani bu ibadet O’na ulaşır. Bu ibadeti yalnız O’na tahsis ediniz! Dilersen, Allah Teâlâ’ya ait olan ibadet Allah Teâlâ’dandır ve onu kendisi alır diyebi­lirsin. Çünkü insan ibadeti O’nun vasıtasıyla yerine getirir. İbadeti Allah Teâlâ’ya O’ndan dolayı tahsis edebildin ve sen sadece ibadetin kendinde ortaya çıktığı bir yersin. Suret sana ait iken cevher O’nun hüviyetidir.

Nitekim çeşitli vesilelerle âlem denilen suretlerin mümkünlerin Hakkın varlığındaki hükümleri demek olduğunu açıklamıştık. Bu nedenle ‘Alem varlığını Haktan kazanmıştır’ denilir; Haktan varlık kazanmak hudûs (zaman içinde yaratılmış olmak) demektir.

ibadetin Allah Teâlâ’ya tahsisi hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Hakk bir açıdan ibadet eden bir açıdan ibadet edilen olur. Başka bir ifadeyle iki farklı nispede iki isim alır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Menzili'Allah Teâlâ de, sonra onları bırahfs* Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Şeyhimiz Ebu Medyen’in düsturu bu ayetti. Bazıları ayete ‘Daldık­ları işte oynasınlar55 kısmını ekler.

Varlığımızdan kaçarız Allah Teâlâ’ya Yüksekliğinde, O’nu arzularız bir tek

Bırak! Her şey kendi eğlencesinde oyalansın Başka bir mezhebimiz yok ki bizim

Sen gelirsen yaklaşmak üzere O’na Bütün yaratıklar O’nu arzular

Şaşıranı görürsen Allah Teâlâ’dan Benim istediğime ulaşmış olursun

Allah Teâlâ sana ve bize kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki, bu bölüm bir önceki bölüme yakındır. Çünkü Allah Teâlâ kendisini şa­şırmak, gülmek, sevinmek, neşelenmek gibi yaratılmışlara ait nitelikler­le nitelemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ kendisini ‘O’nun benzeri bir şey yoktur56 ayetinde benzersizlikle nitelemiştir. Başka bir ayette ‘Sen at­madın attığında, ancak Allah Teâlâ attı57 buyurur. Böylece ameli O’ndan (ala­rak) yine O’na tahsis ettik. Ayette bize ‘Allah Teâlâ’ deyip onları bırakmamı­zı, yani zamirlerini bırakmamızı söylemiştir. Yani ‘Allah Teâlâ’ deyip sonra ‘onlar’ zamirini bırakmamızı emretti. ‘Onlar (hüm)’ zamiri çoğul za­mirdir. Allah Teâlâ bize tekil zamir olan hüve’yi (o) bırakmamızı emretmedi. Çünkü biz ibadeti çoğuldan ayırıp Bir’e, yani O’na tahsis ederiz. Çün­kü toplam ibadette Allah Teâlâ ile kul arasındaki taksimi izhar etti. İbadet Allah Teâlâ sayesinde ortaya çıkan toplamı bakımından kula ait olsa bile, sureti bakımından kula değil Allah Teâlâ’ya aittir. Şeyh Ebu Medyen’in ayağı bu noktada derinleşmiş (rüsuh kadem olmuş), ayetin bu kısmını aş­mamıştır. Başka bazı kimseler ise ayeti tamamlayarak ‘Eğlencelerinde oynasınlar58 kısmını eklemişlerdir. Ebu Medyen ise ‘Ayetlerimize dalan­ları gördüğünde...’59 ayetiyle kalmıştır. Alemdeki her şey Allah Teâlâ’nın ayeti­dir, çünkü her şey O’na delildir. ‘Onlardan yüz çevir.’60 Ebu Medyen Allah Teâlâ’nın emrine uymuş, yüz çevirmiş, başkaları ise onları eğlencelerin­de oynamak üzere bırakmakla ilgili emre uymuşlardır. Biz Allah Teâlâ’nın emrine uyduk ve ‘onlar’ (zamirini) terk ettik. Gözlerimizden perde kalktı ve eğlenceye dalan ve oynayanın kim olduğunu müşahede ederek bildik. Aynı zamanda ‘hüm’, yani onlar (zamirini) ‘Bırak, eğlencelerinde oynasınlar61 ayetinde belirtilen çoğulun anlamını da öğrendik. Daha önce eserlerin ilahi isimlerden kaynaklandığı söylenmişti. Çoğul isim­leri bakımından Allah Teâlâ’ya ait iken tevhit, hüviyeti bakımından Allah Teâlâ’ya aittir.

Ne çoğul ne bir var

Hakk var sadece! Şahit ol ve bırak hepsini

Allah Teâlâ de ‘eğlencesinde oynasın’ demiş

Kaza ve kaderin hükmü böyle buyurur

Oynayan kimse göremezsin

Suretleri yöneten var sadece:                        

.                                                                       I                                              '

Yönetirken oynar suretlerle

Kader hüküm verdiğinde dilediği gibi

Onlar suretler, meydanları mı?

Varlığım, bu kürelerin tedbiri için                                 :

Atlar kendi meydanlarında koşar

Ruhlarının binekleri beşerde

Onlar bineklerin sırtlarında

Salim olsalar da tehlike köprüsünün üzerindedirler

‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ öldürdü.’62 Allah Teâlâ, hakkında böy­le bir isim gelmemiş olsa bile, O öldürendir. ‘Sen atmadın attığında, ancak Allah Teâlâ attı.’63 Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in suretiyle atandır. Fakat O’nun hakkında böyle bir isim gelmemiştir. ‘Onlara siccil’den taşlar atarlar.’64 Burada Allah Teâlâ kuş suretinde taş atar, fakat O’nun hakkında böyle bir isim de gelmemiştir. Elbiseler bizi sıcaktan korur. Gerçekte koruyaıi O’dur. Hâlbuki böyle bir isim Allah Teâlâ adına gelmemiştir.

Oyuna dalmanın bir türü budur, bunu bilmelisin

Oyuna dalanın kim olduğunu da anla!

Kesin hüküm ver, sen hüküm vermedin               ,

Sen hükmü boz, bozan O’dur

Korkağa söyle!

Ayağa kalk O’nunla

Ayağa kalkışından dolayı O’nu övmelisin

Onları siz öldürmediniz, öldüren Odur.

Oyun denilen şey kınamak ve eleştirmek üzere böyle adlandırıl­madı, çünkü oyun nefsi rahadatan bir şeydir. Fakat Allah Teâlâ oyun için birtakım yerler belirlemiştir. Kul o sınırları aştığında -oyun olduğu için değilbulunmaması gereken bir yerde bulunduğu için kınanır.

Sonra bilmelisin ki, işler/varlıklar, suret itibarıyla bir olsalar bile, maksat bakımından farklıdır. İnsanın ilk yaratılışındaki cimrilik, kor­kaklık, hırs, aç gözlülük gibi özelliklerinden söz ederken bu durumu açıklamıştık. Bunlar sıradan insanlara göre kötü özelliklerdir. Hâlbuki

Allah Teâlâ bu fıtrî özelliklere birtakım yerler belirlemiştir ki, o yerlerde kullanıldıklarında övülürler. Söz konusu özellikler zatları gereği övül­meye elverişli olmasalardı, Hakkın onlara tayin ettiği yerlerde de övülmezlerdi. Oyun da bu davranışlardandır. Allah Teâlâ bize oyun oynayanı eğlencesinde bırakmamızı emretti. Öte yandan Allah Teâlâ bize (insanlara) nasihat etmemizi, kötüyü iyiyle değiştirmemizi emretti. Kötüyü iyiyle değiştirmek, kötüde bulunan iyilik yönünü izhar edip ondan kötülük adını izale etmemiz demektir. Zaten gerçekte de o şey iyidir. Çünkü varlıkta kötü ve münker (fıtrata yabancı, belirsiz) adı verilecek herhan­gi bir şey yoktur. Çünkü her şahsı kendi şahsiyeti belirli Hakk getirirken varlıkta münker bir şey nasıl olabilir?

Sözümü anladığında sevinmelisin onunla Söz yaratılmışta Allah Teâlâ’nın sözü!

Söylediğimi anlayan kişi Haklarımı iade etmiştir bana

Sözün meydana getirdiği bir netice budur. Hal böyleyken amelin neticesi nasıl olabilir? Allah Teâlâ bize ‘Allah Teâlâ’ deyip sevinçli bir halde O’nun nezdinde bulunan her harfi terk etmemizi istemiştir. Beni başka bir işle sorumlu tutmamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ de, sonra onları eğlen­celerinde oynamak üzere bırak!’65 Yani basiretle hareket etsinler! Çünkü onlar bu eğlenceyi övmek ile inançlarına göre onu kınamak arasında gidip gelirler. Onu överlerse, Allah Teâlâ’nın her inanç sahibinin inancında bulunduğunu söylemiştik. O’nu tasavvur edenin tasavvurunda bulduk­larında, Allah Teâlâ kişinin başka bir tasavvura geçmesi nedeniyle bir önceki tasavvurdan ayrılmaz. Aksine Allah Teâlâ’nın her bir tasavvurda varlığı söz konusudur. Nitekim Allah Teâlâ kıyamette tecelli ederken bir suretten başka­sına geçerken kendisinden geçtiği bu suretteki varlığı da ortadan kalk­maz. Çünkü Allah Teâlâ hakkında öyle bir inanca sahip insan, O’nu o surette görecektir. Bu durum Allah Teâlâ’nın insanın gözünden perdeyi kaldırmasın­dan başka bir şey değildir. Binaenaleyh onlar oyunu/eğlenceyi kınamış olsalar bile, basirete sahiptirler. Onlar, kendileri için Hakkın başka bir surete intikal ettiği kimselerdir. O suretlerde onlar Hakkı (O’na dair sahip oldukları) alamete göre tanırlar. Bu itibarla onlar kınarken de basirete sahiptirler, çünkü Allah Teâlâ onları bu sebeple yaratmıştır. Nitekim her müçtehit içtihadına göre amel eder (her inançlı insan da inandığı surette Hakkı bulur); içtihat seviyeleri eşit iken bir müçtehidin başka bir müçtehidin içtihadına göre ibadeti haramdır. Taklitçi ise müçtehitlerin verdiği hükümlerde seçim hakkına sahiptir. Bu itibarla onun şeriatta geniş bir seçme alanı varken kendi deliliyle sınırlanmış olan müçtehit böyle bir hakka sahip değildir; isabet edip etmemesi durumu değiştirmez. Oyun ve eğlenceye dalanın niteliği de böyledir: Oyununu kınasa da övse de, her iki durumda basiret üzeredir. Bu nedenle Hakk onları oyunlarını oynamak üzere bırakmamızı bize emretti.

Bu zikrin yegâne faydası Allah Teâlâ’nın kullarına onların inançlarına gö­re tecelli edeceğini öğrenmek olsaydı, yine de yeterli olurdu. Allah Teâlâ hakkında nazarî düşünceyle bilgi edinen kişi nefsinde (zihninde) bir sureti yaratmış ve ona inanmış demektir. Başka bir ifadeyle insan dü­şüncesiyle yarattığı ilaha ibadet etmiş, ona ‘ol’ demiş, o da olmuştur. Bu nedenle insanlara (kendi inşa ettikleri zihnî suretlere değil) pey­gamberin getirdiği ve Kitabın buyurduğu Allah Teâlâ’ya kulluk etmeleri em­redildi. Kitabın tanıttığı İlah’a ibadet ederken yaratmadığın bir varlığa, daha doğrusu seni yaratana ibadet etmiş ve bizzat ibadete hakkını vermiş olursun. Çünkü Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ancak (peygamberi) taklitten ibaret olduğunda bilgi olabilir; nazarî delilden hareketle böyle bir bilginin gerçekleşmesi imkânsızdır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın zatı hak­kında düşünmemiz bize yasaklanmış, mertebeyi O’na tahsis etmemiz emredilmiştir. O’ndan başka ilah yoktur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'Rabbinin hükmüne sabret, gözlerimizin önünde­sin'66 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Bu menzilde bulunanlardan birisi arkadaşımız Merakeşli Mu­hammed el-Merakeşî idi.

Varlığın kalbi nedir? Benim varlığımdır o Müşahede de öyle! Benim müşahedemdir o

Kalp benim, hâkim olan benim kalbim O benim şah damarımın mesabesinde

O’nu sınırlamayın, duyduğunuz gibi O sınırdan ve kayıttan münezzeh

Beni gören O’nu görmüş demektir

Beni görmeyen secde farzını yapmamış demektir

Secde farzı kime düşer:

Hakkın varlığım olduğunu söyleyene

Şair ‘Kendini bilen rabbini bilir’ hadisine atıfta bulunmaktadır. Muhammed el-Merakeşî’yi Merakeş’te görmüştüm. Gece gündüz çok sohbet ederdik. Onun düsturu bu ayetti. Herhangi bir iş nedeniyle gönlünün daraldığını hiç görmemiştim. Karşılaştığı bütün güçlükleri ve sıkıntıları ferahlık ve tebessümle karşılar, sıkıntılar bize göre ondan uzaklaşır görünürdü; o ise bir sevinçten başkasına, bir mutluluktan başka bir muduluğa geçerdi. Kendisine ‘İnsan tabiatına nahoş gelen hadiselerin sana ulaşması hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorunca şöyle demişti: ‘Başlangıçta sabrettim. İlahi hüküm karşısında gösterdi­ğim sabır hakikati müşahede etmemi sağladı. Müşahede ise beni her türlü hükümden alıkoydu. Artık her şeyi Allah Teâlâ ile görüyorum. Daya­nağım O’dur ve sadece O’ndan istiyorum. Çünkü benim görüşüme göre belalar O’nunla bana iner. Siz belanın hükmünü görüyorsunuz, hâlbuki hepsi O’nun katından!’ Bu adam ibadet vakitlerini en düzenli


kollayan biriydi. Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, ondan sonra bu makamda kendisi gibi birisini görmedim. Onu bu şehirlerde bırakıp ayrılmam kendisine o kadar dokunmuştu ki, kardeşlerimden hiçbirisi kendisin­den ayrılırken o kadar üzülmemişti. Bana şöyle derdi: ‘Rabbani hük­mün bana nüfuz edişinden beni perdeleyen hakikati müşahedem olma­saydı, seninle birlikte yolculuk ederdim. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, beni senden ancak Hakkın benim için başka bir surette tecelli etmiş olması uzaklaştırıyor. Ben gaybet ve huzur halinde hep O’nu müşahede ede­rim.’ Bu zevk bilinmeyen bir zevktir. Edebi çoktu, konuşması da çok­tu. İnsanları Allah Teâlâ’ya yönlendirirken bazen neredeyse hiç susmazdı. Bu durum hatırlatıldığında şöyle derdi: ‘Ben konuşurken yükümlülüğümü yerine getiriyorum. Sen ise oturup oturmamada ve sözlerimi dinleyip dinlememede serbestsin! Ben bir sağırla konuşmuyorum, söyledikleri­mi duyan birisiyle oturuyorum.’

Bilmelisin ki, bu zikir rabbani hüküm karşısında sübut sahibi ol­mayı sağlar. Bunun nedeni, zikrin içerdiği maslahattır. Kul onun far­kında olmayıp onu bilmese bile, hüküm her ne olursa olsun gerçekte zikrin içerdiği şey bir maslahattır. Bu, ‘imanın farkı’ demek olan birinci ihsan makamıdır. Hükümlerin değişmesini sürekli müşahede bu ma­kamın gereğidir. Bu itibarla hükümlerin değişmesi kaçınılmazdır, çün­kü Allah Teâlâ her gün bir iştedir. Bir gayen bulunur ve (o gayeye aykırı olduğu için) hastalık ve acı hissedersen, sana acıyı verenden başkasına şikâyetten uzak durmalısın. Başka bir ifadeyle Hz. Eyyub gibi davran ve sana acı veren işi başkasına şikâyete etme! Acı ve sıkıntıda Allah Teâlâ’dan başkasına iltica etmemek, Allah Teâlâ’nın peygamberlerine ve nebilerine öğ­rettiği ilahi edep demektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın sana gayenle çelişecek bir işle acı vermesi ve sıkıntı çektirmesi, sadece acıyı kaldırması için O’na dua etmeni irade etmesinden kaynaklanır. Binaenaleyh gayeye yatkın olmama halini (acıyı) ve belayı hissederken Allah Teâlâ’ya şikâyette bulunma­yan kişi, hiç kuşkusuz, ilahi kahra karşı direnmiş demektir. Ebu Yezid el-Bestamî acıkıp ağlamaya başlamış; Sebebi sorulunca ‘Ağlayayım diye acıktırdı’ demiş. O halde edep, belayı kaldırması için -başkasına değilsadece Allah Teâlâ’ya şikâyette bulunmaktır ve bu şikâyete rağmen sabra de­vam edilir. Allah Teâlâ peygamberi Eyyub hakkında ‘Kuşkusuz onu sabırlı bulmuştuk67 der. Yani ıstırap esnasında sebeplere yönelirken de onu sabırlı bulmuştuk. Demek ki Hz. Eyyub sıkıntı esnasında Allah Teâlâ’dan başka bir sebebe yönelirken gerçekte -herhangi bir sebebe değilO’na yönelmişti. Çünkü insan, tabiatı gereği sıkıntı çekerken ve mizacı deği­şirken (sebeplere yönelir). Hallac-ı Mansur bütün bunları bildiği için, bu makam hakkındaki gayreti nedeniyle, kolları kesildiğinde yüzünü kana bulamıştır ki, insanların gözüne mizacının değiştiği gözükmesin! Bu halde iken Hallaç şöyle diyordu:

Her bir uzvum ve eklemim

Senin yâdını taşır                                                                                    -

Nefsin çektiği acılarda durum böyle değildir. Nefsin acı çekmesine yol açan hadiseler ortaya çıktığında, Allah Teâlâ’nın bazı kulları acıları karşılar ve zahirinde bir izi görünmez. Duyuyla idrak edilen bir acı veren hadi­seleri hissettiğinde ise tabii olarak hareket edilir. Bununla birlikte acıyı hissetmekten alıkoyan bir iş olursa, acıları hissetmeyebilir. Biz hisset­meden söz ediyoruz. Böylelerine misal olarak Hz. Eyyub ve Zünnun’u verebiliriz. Allah Teâlâ’nın selamı her ikisinin de üzerine olsun! Bu konuda herhangi bir gücü olmayanlara gelirsek, bu durum sıradan insanlarda yaygın olduğu gibi ‘sebeplerin kulları’ olan âlemdeki insanların çoğu­nun hali böyledir. Allah Teâlâ kulları arasından büyükler ise bu sebeplerle (gizlenerek) parmakla gösterilmeye karşı perdelenirler. ‘Rabbinin hük­mü karşısında sabret!’68 Bela veya afiyet içeren herhangi bir hüküm müessir olduğunda, Allah Teâlâ karşısında sağlam durmak budur. Gayeye ulaşarak sevinmek bela sahibinin sarsıntısından daha çok kişiyi sarsar, çünkü sevinme hareketi sahibini daha çok coşturur ve heyecanlandırır. Bunun istisnası kişinin sevinme varidinden daha güçlü bir Hakk sahip olmasıdır. Buna mukabil üzüntü ve tasa vb. haller, gayeye ulaşma se­vincini yaşayan birine kıyasla, durağanlık ve sabidik haline daha yalan­dır.

Bu zikir iyilik ve kötülüğü birlikte içeren bir zikirdir. Bunlar, iki haldir ve (biliniz ki) haller daima hüküm sahibidir. Hükme konu ola­nın da hüküm kendine uygulansın diye hâkimin zorlaması ve baskısı altında bulunması gerekir. Bu durum ise onun hareket etmesine yol açar. Çünkü insan tabiatının gereği, tabiatın karanlığı ve darlığını gör­düğünde sıkıntıdan genişliğe, rahadığa ve aydınlığa çıkmaktır; genişli­ği görünce bekleyemez. Bu nedenle insana ‘hüküm karşısında sabit of denilir, çünkü seni üzen veya Mutlu eden bir hükmün sende uygulan­ması kaçınılmazdır. Gelen hal seni üzerse, onu kaldırmak için bize doğru hareket etmelisin; muüu eden bir hal gelirse, onu baki kılmak için yine bize doğru hareket edip o Hakk karşı şükretmelisin. Biz de şükrüne karşılık olarak muduluğunu arttırırız, böylece sevincin azal­maz ve her durumda kazançlı çıkarsın. Biz sabrı ancak zorunlu bir ibadet olsun diye emrettik. Sabrederken bir vacibi yerine getirenin sevabını alır, sabredip rıza göstermen nedeniyle övülen-mecbur bir kul olursun. Serbest bıraksaydık ve sen yine de sabretmiş olsaydın, bu kez irade sahibi muhayyer bir kul olur; senin üzerinde hakim ve efendi oluşumuzu ‘zevk’ ederek öğrenemezdin. Çünkü muhayyer insan dile­diğinde bizi üzerinde veli yapar ve dilediğinde azleder, dilediğinde uzaklaştırır, dilediğinde uzaklaştırmaz. Binaenaleyh irade sahibiyken biz O’nun hükmüne bağlıyız. Zorunluluk halinde O’nun üzerinde hüküm sahibi olan biziz.

Allah Teâlâ’nın sana dönük rahmetine bakmalısın! Rabbinin hükmü kar­şısında sana sabrı emretmiş, sonra ‘Bizim gözlerimizin önündesin’ ifadesini buna eklemiştir. Yani seni üzse de üzmese de, bize göre senin hakkında en yararlı işle hüküm veririz. ‘Sen bizim gözlerimizin önün­desin’ ifadesiyle kastedilen budur. Yani sen bilmediğin ve unuttuğun bir haldesin. Artık hangi kul olmak istersen öyle ol! Maksadına göre değerlendirileceksin.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'Onlar tuzak kurdu, Allah Teâlâ da tuzak kurdu. Allah Teâlâ tuzak kuranların en hayırlısıdır'69 ve 'Onlar tuzak kurdu biz de tuzak kurduk, onlar farkında değil'70 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın yarattıklarında bir tuzağı var Onlar bilmez o tuzağı, habersizdirler

Onlardandır tuzak, onu bilen kişi Çift ve tek namazları kılandır

Zillet üzere ve huşu içinde münacat eder durur                                        '

Peş peşe gelir, aralıklı olarak ona                            ^

Bir müşahede gelir ki hakikatleri görür Güneş ve dolunay gibi üzerine doğarlar

Varlıkları orada görür

Açık ve gizli olarak bilgi vermek üzere

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Farkında olmadıkları yönden onları saptıracağız’71 Başka bir ayette ‘Bir tuzak kurduk, onlar farkında değil72 der. Tuzak fark edilirse, tuzak olmaktan çıkar zaten! Bunun istisnası Allah Teâlâ’nın tuzağını fark etmekle ilgili bir durumdur. Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği bir işteki tuzağının farkına varılıp sonra o işe yerleşmesi ve tuzağa düşül­mesi. Allah Teâlâ’nın bir mekri ve tuzağıdır. Misal olarak ‘Allah Teâlâ om bir bilgiye sahip olarak saptırdı73 ayetini verebiliriz. Bu ölçüyle tuzağı (mekr) bilmek gaybı bilmekten ayrışır, çünkü gayb âlemi bilindiğinde bilen için ‘gayb’ adını yitirir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın tuzağı olduğunu fark etmeden bir hal ve duruma yerleştirilen kişi için o Hakk yerleştirildiği sürece tuzağın adı kalkmaz. Aradaki bu ince fark olmasaydı gayb ile ilahi tuzak meselesi birbiriyle eşidenirdi.

Bazı ilahi tuzaklar kula zarar verme amacı taşırken bir türü kula zarar verme amacı taşımaz. Bu durumda Hakkın tuzağı kulun saadeti-


ni temin edecek başka bir hikmet nedeniyle ortaya çıkar. Çünkü gizli tuzak olmasaydı, teklif veya ceza talebi olmazdı. Allah Teâlâ’nın bu şekilde iyi amaçlı tuzağının bir tezahürü kişiyi amellerle yükümlü tutmak, yü­kümlü olduğu hususlarda emri dinlemesini ve emre uymasını sağla­maktır. Hakkın kula amelleri emretmesi kendiliğinde amellerin Allah Teâlâ tarafından yaratıldığının bilgisini verir. Fail kendisi iken, Allah Teâlâ kendi­sini yükümlü tutmaz. Bu durum bazı insanlarca fark edilmiştir. Onlar amelleri yerine getirmiş, iyilikleri sabırla işlemişlerdir.

Namazın kul ile Allah Teâlâ arasında ikiye ayrılması ilahi tuzağın bir yö­nüdür. Gerçekte hepsi Allah Teâlâ’ya aittir. Hiç kuşkusuz namazı bu taksimle kılan kişi namazını çift yapmış iken namazı ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya döner74 ayetine göre kılan insan namazı vitir (tek) olarak eda etmiş demektir. Namazı çift (ikiye bölünmüş halde) kılan kişi namazında huşu sahibiy­ken onu vitir (tek) olarak kılan kişi bir biTgiye sahiptir ve içinde huşu duygusuyla nitelenmez. Bununla birlikte onun dışında huşu duygusu görünse bile, bu durum amelin ondan ortaya çıkmasının bir gereğidir. Amel eden Allah Teâlâ’dır, o değildir! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ sizi ve amelleri­nizi yarattı.’75 Allah Teâlâ’nın tuzağının kendi tuzaklarından başka bir şey olmadığını düşünenler ise Allah Teâlâ’yı aldatmaya çalışanlardır. Allah Teâlâ’yı aldat­tıkları hakkındaki inançlarıyla onları aldatan ise bizzat Allah Teâlâ’dır. Bu itibarla Allah Teâlâ’yı ancak O’na dair tam bir cehalet içerisindeki kişi veya tam marifete sahip bir arif aldatmaya kalkabilir. Öyle bir marifet ki, yaratılmışın , ondan daha yetkin bir marifete ulaşması mümkün değil­dir. Bu noktada cehalet malumdur! Marifete gelirsek, Hz. Ömer şöyle der: ‘Allah Teâlâ hakkında bizi kandıran olursa, biz de O’nun için kanarız.’

Bu bilginin faydası, insanın aldatıldığını bilip O’nun için tuzağa düşmesidir. Aldatana ise tuzağa düştüğünü söylemez. Böyle bir insan öyle olmadığı halde saf olduğu zannedilen budala görünümlü kişiye benzer. Arif Allah Teâlâ’dan başka veren ve alan olmadığını görür. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya sığındığı gibi Allah Teâlâ’nın tuza­ğından yine O’na sığınır. Böyle yapmasının nedeni Allah Teâlâ’nın iradesine göre hareket etme niyetidir. Çünkü Allah Teâlâ âleme bir hüküm yerleştirdi­ğinde, bunun amacı, hükme konu olanda onun uygulanmasıdır. Hük­mün uygulanması irade edilmemiş olsaydı, anlamsız ve abes düşerdi.

Hükmün uygulanacağı ve onu yerine getirecek biri bulunmasaydı yine abes olurdu. Bir hükümle basiret üzere amel eden kişi, basiretsiz amel edenden üstündür. Bu nedenle bilenle bilmeyen bir değildir. Allah Teâlâ ise tuzak ve aldatmasıyla O’nu kandırdığını zannedenle birlikte yürür: İnsanın kurduğu bu tuzak bir grup hakkında Allah Teâlâ’nın onlara tuzağı şeklinde tezahür ederken başka bir grup hakkında Allah Teâlâ’nın onlara dö­nük inayeti şeklinde tezahür eder. Misal olarak ‘Dilediğini yap, seni bağışladım!’ ifadesini verebiliriz. Yani senden dolayı kendimi senden perdeledim ve başkasını bu nedenle cezalandırırken seni cezalandırma­yacağım. Çünkü senin adına katımızdan inayet takdir edilmiştir. Böy­lece mağfiret günahı öncelemiş, başka bir ifadeyle günah gerçekleşmezden önce mağfiret belirlenmiş ve takdir edilmiştir. Bu durum ‘sönra gelen76 ayetinde belirtilir. Böylece günah ‘bağışlanmış’, yani kendi­sinden meydana geldiği kişiyle arasındaki bir perdeyle örtülmüş halde gelir; o perde nedeniyle günah kişiye tesir edemez. Allah Teâlâ mekri ‘istidrac’ diye isimlendirdi. Bunun nedeni mekrin mertebelerde bir dereceden başka bir dereceye doğru basamak basamak yer değiştirmiş olmasıdır. Bu yer değiştirme olmasaydı, Allah Teâlâ ehli onunla nitelenmezdi, çünkü ilahi mekr, bu intikalle birlikte, övülen ve kınanan tüm ma­kam ve mertebeleri kuşatır. Böyle olmasaydı Allah Teâlâ kendini mekr ve istidrac (yapmak) fiiliyle nitelemezdi. Allah Teâlâ kendini nitelediği için ehli de onlarla nitelenir. Bu itibarla onlar da tuzak kurar ve tuzağa düşerler.

Bir rivayette Allah Teâlâ’nın bir kulunu kıyamet günü sorguda muvaffak kıldığı aktarılır. Bu adam Allah Teâlâ’nın huzurunda yapmadığı bir işi yaptı­ğını iddia eder, hâlbuki yalan söylemektedir. Allah Teâlâ ise onun yalanını bilmezlikten gelir. Öyle ki bu sözü söyleyen insan Allah Teâlâ’nın ona göre yalan olan görüşünü dikkate aldığını düşünür. Allah Teâlâ onun cennete götürülmesini emrederken melekler şöyle der: ‘Rabbimiz! Adam yalan söylüyor!’ Allah Teâlâ şöyle karşılık verir: ‘Yalan söylediğini biliyorum, fakat yaşlılığında kendisini tekzip etmekten utandım.’ Bu durum Allah Teâlâ’nın o kişinin sözüyle aldanışının bir tezahürüdür. Allah Teâlâ böyle ise O’nun ehli kendilerine böyle davranan kullara karşı pekâlâ böyle karşılık verirler. Biz de bu makama hakkıyla ulaşanlardan biriyiz. Bu hal (aldanmış görünmek) ilahi-güzel ahlakın en büyüklerinden biridir. Aldanmaya karşı koyabilecek gücü varken aldatıldığını izhar etmeyen biri, nefsine olabildiğince hâkim biridir, çünkü nefsin tabiatı iyiliklerinin bilinmesi­ni talep eder. Aldanma gibi bir iyilik ise yoktur. Böyle bir davranış gerçekte kudret varken bağışlamak demek olan hilmin benzeridir. Böyle yaparken insan kendine haksızlık edene onu cezalandırmayacak kadar aciz olduğunu gösterir; hâlbuki onu aciz olduğu için değil, gücü yeterken bağışlamıştır. Böyle bir davranış ancak tabiatının hükmüne karşı koyabilecek birinden meydana gelebilir. Allah Teâlâ bilenler için hilim (gücü yeterken bağışlayan), güç ve kuvvet sahibidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ YEDİNCİ BÖLÜM

Menzili'Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?'77 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın bizden bizi gördüğünü bilmez misin?

Varlık bizim adımıza şahit

Bize hayâ lazım ki görmesin bizi Allah Teâlâ

Yasakladığı yerde; biz ise O’nu görelim                           .

En garip iştir bence bu

Bize emreder ve O irade ettiğini yapar

Bana‘doğru ol’ der, benden günah irade eder

Günahı varlık destekler                                                                  ,

Ey kavim! Söylediğimi dinleyin

Mevla’dır O, biz O’na köle

Emir irade eder, memur değil, bakınız!

Genci ihtiyar yapan.bir hükme

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan hakkıyla hayâ ediniz.’ Ayette ise ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?78 buyrulur. Akılcılar iki yol arasında görüş ayrılığına düştükleri için Allah Teâlâ bunu kullarına öğretmiştir. Bir kısmına göre Allah Teâlâ bizi görürken bir kısmına göre biz O’nu görürüz. Mümin ise Allah Teâlâ’nın verdiği bilgiyle her durumda O’nun kendisini gör­düğünü bilir. Allah Teâlâ bu bilgiyi onlara ancak sınırlarını aşmayıp kendi­sinden hayâ etsinler diye öğretmiştir. Kim bu zikri düstur edinirse, Allah Teâlâ bu dünyada Hz. Musa’nın dağına tecelli ettiği gibi kendisine

tecelli eder fakat onu parçalamaz; parçalanmamanın sebebi bu zikre

' * . t'

devam etmesidir. Çünkü bu zikir ona sürekli Allah Teâlâ’yı zikretmekten kaynaklanan bir güç kazandırır. Allah Teâlâ ise -farkında olunmasa bileO’nu zikredenle beraber oturur. Kendisini içinden zikredene Allah Teâlâ’nın açtığı ilk bilgi O’nu kiminle zikrettiğini bildirmektir. Dolayısıyla zik­reden kişi Hakkın hüviyeti nedeniyle o kişiden Allah Teâlâ’yı tanır. Sonra kulağında da Hakkın hüviyeti bulunur. Aynı şekilde o kişi Allah Teâlâ’yı ken­disinden Allah Teâlâ’nın zikrettiğini müşahede eder. Nefsini bütünüyle Hakk olarak gördüğünde, Hz. Musa’nın dağı ve onun için meydana gelen tecelli onun için de meydana gelir, fakat bu esnada ne bayılır ne parça­lanır. Fani olsa bile, onu fani kılan şey, müşahede edilen tecellinin cemali ve güzelliğidir. Çünkü ‘Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Dolayı­sıyla Allah Teâlâ’nın kulun bâtınına güzellik giydirmesi gerekir. Öyle ki ken­dine tecelli ettiğinde ancak sevgi' ortaya çıkartacak şekilde tecelli eder. Bunun nedeni kendisinde sınırlanmış özel güzelliğin ve cemalin ortaya çıkmış olmasıdır; bu sınırlı güzellik o özel mahalde ortaya çıkabilir. Çünkü her mahallin kendine özgü ve başkasında bulunmayan bir gü­zelliği vardır. Allah Teâlâ âleme ancak kendisini güzelleştirip düzenledikten sonra bakar. Bu sayede herhangi bir yerin ve varlığın gelen tecelliyi kabulü kendi istidadının cemali ve güzelliği ölçüsüncedir. Bu yeni tecelli ise (daha önceden sahip olduğu) cemale cemal giydirir. Binaena­leyh her varlık, her nefes yeni bir yaratılışta bulunurken her tecellide de yeni bir cemaldedir. Allah Teâlâ bir insanın kalp gözünü açıp körlüğünü giderirse, zahirde ve bâtında sürekli halden Hakk girdiğini görür.

Bilmelisin ki âleme yerleştirilen bir takım sınırlar vardır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın aşmamızı bize emrettiği meşru sınırlar olduğu gibi bunların ardından Allah Teâlâ sınırlarını aştığımızda bize tatbik edilecek birtakım cezalar belirlemiştir. Bu sayede dünyada ve ahirette bizim ve O’nun için işin sınır demek olduğunu öğreniriz. Çünkü cezalar yoluyla temyiz meydana gelirken temyiz de bilgiyi meydana getirir. Bu fark olmasaydı, herhangi bir varlık ötekinden ayrılamayacağı gibi herhangi bir şey kesinlikle bilinemezdi. Demek ki bizim için, bizden dolayı ve bizim vasıtamızla ayrım gerçekleşmiştir. Nitekim biz de Allah Teâlâ için, Allah Teâlâ ile ve Allah Teâlâ’dan ayrıştık, bizim ve O’nun kim olduğumuzu öğ­rendik. Hal baskın geldiğinde, hal dili şöyle der:

İsteyen de ben

istenen de ben

Sınırların etkisi, ben ile O’nun kim olduğu arasındaki farkın bi­linmesinden bellidir. Bununla birlikte O kendisini arzulayan olabilir. O’nun kendisini arzulama hali -faildirarzulanıyor olmasıyla -mefiılbir değildir. Sınırlar halleri belirlediği kadar varlıkları (a’yan) da belir­ler ve birbirinden ayrılırlar. Bu husus hakikatin birliği hakkında ibare­nin ulaşamayacağı (dile gelmeyecek) bilgidir. Bununla birlikte hali birlemek mümkün değildir ve böyle bir şey söz konusu olmaz. Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında gerçeğe en yakın doğru ve mutlak birlikteki en yüce durum âlemin varlığının O’nun varlığı olması (hakkındaki bilgidir). Alem Haktan başka değildir. Malum olduğu üzere, âlemdeki suretler birbirlerinden farklı olduğu gibi ilahi isimler de birbirlerinden farklı­dır. Ortaya çıkan farklılık ve ihtilafın yegâne sebebi şunu öğrenmemizdir: (Varlıktaki) hadler/sınırlar olmasaydı, temyiz de olamazdı. Varlık bir hakikat olsa bile -ki Hakkın varlığıdır-, varlıklar ve aklî varlıklar birbirlerinden farklıdır. Allah Teâlâ peygamberinin diliyle, yeryüzünün işarederini, yani hadleri değiştireni lanedemiştir, çünkü benzerlik ortadan kalkacak şekilde belirsizleştiğinde, hayret ortaya çıkar ve sınırlar gizle­nir. Çünkü başka bir türün şahısları da had bakımından birbirine ben­zer iken şahıs bakımından birbirinden ayrıdırlar. Binaenaleyh had (ta­nım, sınır) itibarıyla benzeşenlerde bir ayrım bulunmalıdır. Bir şeyi başka bir şeyin benzeri yapmak, (fark bulunduğunu açıklamak üzere) yeterlidir.

Had bilinen her şeye eşlik eder

Haddin kendisine de düşüncede sınırlama eşlik eder

BEŞ YÜZ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Menzili'Allah Teâlâ iman edenlerin velisidir, onlan karanlıklardan nura çıkartır'79 Ayeti Olan Kutub'un Menzilinin Bilinmesi

Velayet olmasaydı karanlıklardaydım Rahman hareketlere tahsis etti beni

Nur aramak üzere, onlardan çıktım Beni ve dağınıklığımı nurda birleştirdi

Kendisi uğruna koştuğum hayatı gördüm

Onda vefatından sonra işimin nasıl olacağını öğrendim

insanda bütün faziletleri gördüm Derecelerde en kâmil olan bilgiydi

Allah Teâlâ’ya olan Onanımla bilgiye bilgi kattım O Allah Teâlâ, sıfatlar olmaksızın varlığın sahibi

Perdesinin ardından isimler ortaya çıktı Keşifle onları kendi ismim olarak gördüm

İnayet nurlarını aydınlattı Hayat boyu nur içinde koştum

Gözlerimizde nur bulunmasaydı

Ya da kalplerimizde; karanlıklar içinde koşardık

Allah Teâlâ en büyük! Büyük olan benim varlık ilkem Dünyada ve ölümden sonra

Hilafetin kemali burada!

Gelecek zamanda değil onun kemali

'\ '

Cennetlerde onun varlığının yarısı silinir Cehennem basamaklarında hükümler zail oldu diye

Zatının genel rahmetini görünce                         

Ahiret yaratılışında; bana göstermedi

Rahmeti yaratıklardan uzaklaştıracak bir sebep Öğrendim ondan, zatı gereği halifeliğini

Halifeliğimin kemalinde zuhur eden benim

Bütün ölümlüler bu durumu bilir                                        .

Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, bu zikre mahsus keşif, müminlerin birbirlerinin dösdarı (veli) olduklarını zevk yoluyla öğrenmektir. el-Mümin Allah Teâlâ’nın bir adı olduğu gibi insa­nın da adıdır: Allah Teâlâ bütün müminlerin velisidir. Bu yönüyle Allah Teâlâ kendilerini karanlıklardan nura çıkartmakla iman edenlerin velisidir. Bunun anlamı, onları kendilerini bilmekten Allah Teâlâ’yı bilmeye çıkartması­dır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen rabbini bilir’ buyurmuştur. Başka bir ifadeyle nefsinin Hakk olduğunu öğrenir. Böylece mümin ve arif, Hakkın kendisine ihsan ettiği velayet sayesinde, O’nu gayb karan­lığından müşahede nuruna çıkartarak kendisine gayb olanı müşahede ederken (bu müşahede) varlığını da ona gösterir. Bundan önce o şahıs­ta bu hüküm bulunmuyordu. Bu durum kul adına Hakkın el-Mümin olması nedeniyle bir velayettir. Nitekim Hakk mümin olması bakımın­dan kulunu dost edinir. Bir şahsın mümin olması onun karanlıklardan nura çıkartılmasının sebebidir. Bu durum Allah Teâlâ’nın mümin kullarına yardımı demektir. Bir mümin için diğer mümin, bir duvarda birbirini tutan taşlara benzer. Bu husus işaret yoluyla isimlerin hükmünü göste­rir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz O da size yardım eder.’80 Yani O’nun el-Mümin bizim de müminler olmamız itibarıyla yardım eder.

O’ndan bize dönük olan tevellî (dost edinmesi)

Bizden O’na dönük olan zillet ve kulluk

Böyle olmasaydı Yok olurdu her şey

Ben Allah Teâlâ’nın mülküyüm!

Allah Teâlâ’m! Sen sana ait olanı koru

Ben yoksulluğumu korudum O da benim malım burada

Dostum, bilmelisin ki! inkâr karanlığı en güçlü karanlıktır, çünkü o mutlak bilgisizlik demektir. Allah Teâlâ kulunu dost edindiğinde, onu ‘imkân’ demek olan bu cehalet karanlığından çıkartır. Bilgisizlik karan­lığı insanın kendisini dost edinene bakmak yerine kendine bakması demektir. Allah Teâlâ dost edinmekle insanı ‘imkân’ karanlığından O’nunla gerçekleşen varlığın zorunluluğu nuruna çıkartır. Bu durumda insan zorunlu diye nitelenendir ve Allah Teâlâ onu kendisi için onu imkândan çıkartır. Allah Teâlâ’ya ait zorunluluk hükmüyle kendisiyle sınırlandığımız zorunluluğumuzun hükmü arasındaki fark şudur: Allah Teâlâ kendisi nede­niyle zorunluyken biz O’nun nedeniyle zorunluyuz.

Zorunlulukta ortak olduk Kayıtlarda ayrıştık

Sonra varlığı elde ettik Bizim hadlerimiz yok

Varlığı elde ettiğimizde Bizim hadlerimiz yok

O’nu ilah diye isimlendiririz Kullar diye bize isim verdi O

En şerefli isimdir benim için kul ismi Ben O’nun kuluyum

-              işim böyle sürer Yakında ve uzakta

Hamd ederim rabbime . el-Hamid diye yakarırken

Bizim bu bilgimiz doğru:

Gayb’te ve şahitte

Sonra bunu inkâr edersem inkârım doğru olmaz benim için -

Bu nedenle dolunayım indi Mutluluk menzillerine

Zatımı gördüm ben İnerken ve çıkarken

Bunun için ben Mutlu diye adlandırılırım

Her ve kadar yaşlı olsam bile Bir çocuk aklına sahibim ben

Kulun rabbini dost edinmesi ve O’na yardımı ile rabbin kulu dost edinmesi ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, O da size yardım eder’81 ayetinde belirtilir. İki dosduk arasında ince bir fark vardır: Allah Teâlâ kendi yardımı­nı karşılık olarak nitelemişken meydana getirme mertebesini sana ver­miştir. Bunun bir benzeri olarak, (Kendini bilen rabbini bilir hadisin­de) Allah Teâlâ kendini bilmeni O’nu bilmenin bir öncülü yapmıştır. Bunun amacı bilginin nereden kaynaklandığını öğrenmeni sağlamaktır ve böylece O’nun seni nasıl bildiğini öğrenirsin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi sınayacağız ta ki öğrenelim.’82 el-Meşahidü’l-Kudsiye adlı eserimizde Hakkın bana şöyle hitap ettiğini belirtmiştik: ‘Sen asıl, ben fer'im!’ Bunun farklı yorumları vardır. Onlardan birisi Allah Teâlâ’nın bizi bilmesinin -O’ndan değilbizden kaynaklanmasıdır. Bu meseleyi düşünmelisin, burada oldukça kapalı bir sır vardır. Şöyle ki: Kelamcıların çoğuna göre Allah Teâlâ’nın bizi bilmesi, O’ndan kaynaklanır, bizden değil! Zaman içerisinde var olmamız onları böyle bir görüşe sevk etmiştir, hiç kuşku­suz. Keşif ise bizim söylediğimizi verir ve bilmememizin mümkün olmadığı hakikat budur. Mekke’de Hicaz müftüsü Ebu Abdullah Mu­hammed b. Ebi’s-Sayf el-Yemenî kendisine ‘Allah Teâlâ’yı bilmemiz kendimiz hakkındaki bilgimizin fer’idir, çünkü biz delilin kendisiyiz’ dediğimde, bana soru yöneltmiş ve ben de şöyle demiştim: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: Kendini bilen rabbini bilir.’ Bizim varlığımız da O’nun fer’idir ve O’nun varlığı asildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ bizim varlığımızda asıl iken kendisi hakkındaki bilgimizde fer’dir. Bu durum bu lafzın gösterdiği bir husustur. Müftü sözlerimden memnun kalıp mutluluğunu izhar etti. Bu da yukarıdaki cümlenin yorumlarından daha üstün bir yorum­dur. Fakat o mecliste bu yorumu kendisine söylemedik, çünkü müftü ne bunu kaldırabilir ne inkâr edebilirdi. Henüz iman kendisinde güç­lenmemiş olduğu gibi bilgisi veya sağlıklı düşüncesi de güçlenmemişti. Bu nedenle hayrete düşerdi. Biz ona aklının mizacına mülayim gelecek bir yorumu gösterdik. O yorum da doğrudur, çünkü Hakka dair her vecih doğrudur. Fazilet ise buna muttali olmaya bağlıdır. O halde Allah Teâlâ müminin olduğu gibi mümin de Allah Teâlâ’nın velisidir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Allah Teâlâ’nın velileri kimlerdir?’ diye sorulduğunda, şöyle demiştir: ‘Görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kişiler!’ Biz veli­leri gördüğümüzde Allah Teâlâ bilinir, hatırlanır ve müşahede edilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onların Allah Teâlâ’nın velileri olduğunu söylemiştir. Nitekim Allah Teâlâ da ‘İmarı edenlerin velisidir.83 O halde mümin, Hakka ‘eman’ verendir. Burada ‘eman’, Allah Teâlâ’nın kendisinin niteliği olduğunu söyle­mediği ve şanına yakışmayan zillet veya muhtaçlık gibi bir özelliği O’na izafe etmekten uzak durmaktır. Bu yönüyle kulun nitelenebilece­ği en üstün derece ‘mümin olmaktır’. Aynı zamanda mümin, haklarını kendilerine ulaştırmakla âlemdeki varlıkların nefislerine ‘eman’ veren­dir. İnsanlar emindir ki, mümin onların haklarını ihlal etmez. Hakları hususunda başkasına emniyet duygusu vermeyen biri mümin sayılmaz. O halde velayet Allah Teâlâ ile müminler arasında ortak bir özelliktir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'Hangi nafakayı verirseniz, Allah Teâlâ onu yerine getiriZ84 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

infak nafaka mertebesindendir Yaratılan her şeyde iki kapısı var

Rızık gayb kapısından gelir Bu kapı kapalı değildir

Sürekli açık, her durumda

O’nun ismi el-Fettah, kapalılık olmaz O’nun nezdinde

insan infak ettiğinde, Allah Teâlâ yerine getirir verdiğini Gecikir mi diye endişe etme! Vakit vakte bitişik

İnsan ikram kapısını kapatırsa Cömertliğin rabbi yine ihsan eder

İnsan hibe kapısını kapatırsa                   v

O da Hakkın o kapıyı kapatmasıdır

Allah Teâlâ dilerse kapıyı kapatır, emir O’nuri emri Alak suresinde böyle buyurmuş nitekim

Her durumda Rahman’a sığınırsan Felak suresinde söylendiği gibi sığın

Bir de Nas suresinde, ki nas süresi

Felak ile birlikte okunur, daha önce zikredilen

Mümin isen Allah Teâlâ’ya sığın sen

Kur’an’da söylendiği üzere, bak! Hakka sığın

Kur’an’da sığınma ‘rabbe’ diye zikredildi           .

Sen tabi ol, doğru söyleyenden başkasına da uyma


Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hayır! İnsan azgınlık yapar, kendini müstağni gö­rünce...85 İnsanın kalbinde fakirlik korkusu yaratılmış olduğu için, verme kapısmı üzerine kapatır. Verirse, aynı fakirlik (korkusu içindey­ken) bu kez kendini zengin görerek taşkınlığa kalkar. Müstağni kalma­sını sağlayan malı verirse fakirleşir, bu durumda zelil olur. Dolayısıyla zengin sürekli korku içindeyken fakir her daim talepkârdır. O halde umut fakirin işidir, çünkü zenginliği umar durur! Korku ise zengine aittir, çünkü fakirlikten korkar. Sadaka verdiğinizde, Allah Teâlâ hüviyetiyle onu yerine koyar. Çünkü insan bedel görmeden infakta bulunmaz. Bir deyimde ‘Yerine geleceğini gören, verirken cömert davranır (kaz gele­cek yerden tavuğu esirgemez)’ denilir. Herkes zengin olma umuduyla verir, çünkü kul zatı gereği fakir iken dolaylı olarak zengindir. Evla olan bizatihi zengin olmasıdır, çünkü insan tasarrufta bulunduğu şey mesela maltarafından yönetilir. Mal kendisinde tasarrufta bulunan şeye tesir eder. Çünkü tasarruf eden kişi (tasarrufta bulunduğu şeye) dair bilgisini aşamaz. Bilgisi ise bilinenden elde edilmiştir. Dolayısıyla o şeyde ancak zatından verdiği şeye göre tasarrufta bulunmuştur. Her kim seni kendi nefsi üzerinde hüküm sahibi kılarsa, seni kendisi hak­kında hüküm sahibi yapmada ‘hüküm sahibi’ olandır. Anla!

İlah varlığıma karşı cömert oldu Pek çok kimseden gizlediği ihsanıyla

Kuşkunun bulunmadığı bir bilgi verdi Zeki ve tecrübeli insanın kuşkusu yoktur

Bilmelisin ki, infakı ancak hâdis (zaman içinde yaratılan) kabul edebilir, çünkü infak yok etmek demektir ve ancak hâdis, yani zaman içinde var olan yok olabilir. ‘O’nun veçhinden başka her şey helak ola­cak.’86 Bir şeyi helak eden onu yitirmiş demektir. Onu yitirdiğinde, artık onu bulamaz. Bulamayınca bu kez Allah Teâlâ’yı orada bulur ve Allah Teâlâ onun yerini almıştır. Ayette geçen zamir de şeye döner. Hakk benzeri­nin yerini alabilir, söz konusu şey O’nun kendisi değildir. Binaenaleyh O olmayınca, yerini alma ve haleflik durumu ortaya çıkmış, Allah Teâlâ o şeyin varlığının yerini almıştır. Bu durum ‘Allah Teâlâ’yı onun yanında bulur’ sözümüzün anlamıdır. Sebepler ortadan kalktığında, Allah Teâlâ bulunur. ‘Denizde size bir zarar geldiğinde, sadece O’na dua edersiniz.’87 Ayette geçen ‘dalle’ kelimesi yok olmak demektir. Yok olduktan sonra, artık onu bulamazsınız. Sebebin yok olduğu yerde bulacağınız şey sadece Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir yolculukta dua ederken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Sen yolculukta sahibimiz, ailede halifemizsin.’ Allah Teâlâ’yı ailede halife bırakmak, kendisinin evde bulunmamasından kaynaklanır. Böy­lelikle Allah Teâlâ her şeyin vekili olur. Başka bir ifadeyle hüviyetiyle her şeyin yerini alır. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ onu yerine koyar’ demiştir. Sadaka veren adına verdiği sadakadan doğan eksilmeyi ve boşluğu kapatan zahirî veya bâtmî her şey, Hakkın hüviyetinden meydana gelmiş veya bizzat O’nun hüviyetidir. O boşluğu ve gediği kapatan sebep, kişinin verdiği sadaka (nafaka) nedeniyle bir zararın kendisine ulaşmasından emin olmasını ve bu sayede müstağni kalmasını sağlar.

Sufilere göre ‘hu (o)’ zamiri zikirlerin en kâmili, en üstünü ve en büyüğüdür. Bu zikir, havassü’l-havas, yani seçkinlerin seçkinlerinin zikridir. Onun ötesinde daha kâmil bir zikir yoktur. Hu zamirinin vermiş olduğu (bilgi) -Allah Teâlâ ismi de dâhil olmak üzereilahi isimlerden herhangi birinin verdiğinden daha büyüktür. Bu itibarla mesela Allah Teâlâ adı mertebeyi gösterirken hüviyet başka bir şeyi göster­memek üzere sadece zatı gösterir. Bu nedenle Allah Teâlâ lafzını unsurlarına ayrıştırdığımızda ‘hu’ zamirine ulaşırız. Çünkü Allah Teâlâ ehlinin bildiği bir yolla elif ve lam harflerini düşürürsen, ‘hu’ zamiri ortaya çıkar. Onu yaratıkların kendisine bağlanmasını sebebi sayarsan, zammeli okursun ve Hû der ve böylece (sebeplilik bildiren) illet vav’ını kullanmış olur­sun. zamirinde âlemlerden müstağnilik kokusu bulunurken illet (sebep) malulünü (sebepli) talep ettiği için nitekim malul de illetini talep ederaynı makamda değildir. Bu durumda sebeplilik bağının ağırlığını hafifletmek üzere fethayla harekelenir ve hüve dersin. Bu durum, herhangi bir yaratılmışın bilgisinin sınırlayamayacağı şekilde, gayb olduğuna delildir. Allah Teâlâ O’nu bildiğini iddia eden herkes için gayb kalır. Öyle ki Allah Teâlâ ilahi isimler için bile gayb olmuş, her ismi kendisi için konulan anlamla meşgul kılmıştır. Bu itibarla er-Rezzak ilahi isminin himmeti rızka taalluk ederken el-Mukît vakti belirlemeye, el-Âlim bilgiye, el-Hayy isminin himmeti de hayata taalluk eder. Başka bir ifadeyle her isim kendisi için konulduğu ve kendisini gösterdiği hükme taalluk eder ve bağlanır. Öyleyse isimler sübut ve yokluk halle­rinde mümkünler tarafından ortaya konulmuştur. İsimler mümkünle­rin hükümleridir. Hüviyet ise bu hükümler vasıtasıyla mümkünleri var eder. Bütün iş O’na -ki burada O, Hüve’dirdöner. O ki, (hakkında) ‘Dikkat edin. işler Allah Teâlâ’ya döner88 denilir. Yani bütün işler O’na döner. Burada Allah Teâlâ veya Hüve’nin dışında sarahade başka bir isim zikredilmemiştir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ ONUNCU BÖLÜM

Menzili 'Yeryüzünde haksız yere büyüklenenlere ayetle­rimden yüz çevirteceğim' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Varlık burhanlarından yüz çevirteceğim Secde mertebesine ulaşmayan kalpleri

Böbürlenerek ve kendini beğenerek dolaşanları Müşahede ve şuhud ehline karşı

Bilgilerden mahrum ettik o kalpleri, bir daha ulaşamazlar Hâlbuki Hakka yönelenler o bilgilere ulaşır

Allah Teâlâ sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, büyüklük Allah Teâlâ’nın bir sıfatıdır. Hakkı dikkate almadan büyüklenen bir yaratılmış gerçekte büyük değildir. Böyle bir durumda büyüklenme, sadece sahibinde varlığının bulunmadığı bir husustaki iddiadan ibarettir. Büyüklük birinde bulunup da iddiacı doğru sözlü olsaydı, bu durumda iddiacı sadece Hakk olabilirdi. Büyüklüğün sahibi sadece Hakk’tır. Büyüklüğün bulunmadığı bir kişide iddiası ortaya çıktığında kişi mütekebbir diye isimlendirilir. İddia doğru ise, iddiacının dili Hakkın dilidir. Bir riva­yette ‘Allah Teâlâ kulun görmesi (görme gücü) ve duymasıdır’ denilir.

-          Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bir kişiyi ayetlerinden yüz çevirtirse, onu işleri oldukları halde bilmekten uzaklaştırmış demektir. Kulun uzaklaştırıl­dığı ayeder, Allah Teâlâ’nın ufuklarda ve nefislerinde bazı kullarına -her kime göstermişsegösterdiği ayederdir. Bu sayede onlara kibirlenen kişinin sayesinde büyüklendiği Hakk olduğu ortaya çıkar. Öyleyse gökte değil, yeryüzünde Hakk vasıtasıyla olmaksızın kibirlenen biri cahillerin en cahilidir, çünkü o büyüklüğü kendi yerinin dışına koymuştur. Büyük­lenmenin (doğru olabilmesinin) iki şartı vardır: Birincisi yaratılmışın kabul ettiği Hakk iken İkincisi yüceliktir. Yeryüzünde Hakk nedeniyle büyüklenen kişi (bilir ki) Hakk zatı gereği yücelik ve yükseklik sahibi­dir, Allah Teâlâ böyle birisini ayetlerinden uzaklaştırmaz ve mahalli şereflen­dirmek üzere ayetlerini kendisine gösterir. O kişi ayederi gördüğünde, onun için Hakk/Hakk ortaya çıkar. Bu durumda insan ayederi Hakk vası­tasıyla görmüştür. ‘Hakk ile onu indirdik, Hakk ile indi.’89 ‘Biz o ikisini Hakk ile yarattık.’90 Allah Teâlâ bize her Hakk sahibine hakkını vermeyi emretti. Bu itibarla sadece Hakk sahibi olan varken Hakk bir şeyi koruyandır.

Burada ince bir sır vardır: Allah Teâlâ’nın kullarından talep ettiği bir hak­kı vardır. Sahih bir rivayette ‘Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirmek yaratıl­mışın hakkına göre daha önceliklidir’ denilir. Çünkü hakkın O’na nis­pet edilmesi yaratılmışa nispetinden daha kâmil ve yerindedir. Çünkü O’na Hakkın nispet edilmesi -insana bağlı değilzatî bir durum iken yaratılmışa nispeti ise (Hakk tarafından) tespit edilmiş (arızî) bir du­rumdur. Fakat yine Hakk yaratılmışa kendisinden ayrılamayacak şekilde nispet edilmiştir. O halde Mutlu insan haklarını ve sahiplerini bilip onları yerine getiren iken bedbaht insan hakları bilmediği gibi sahiple­rini de tanımayandır. Mutlu ve bedbaht arasında bulunan kişi ise hak­ları ve ehlini bilirken hem haklara hem ehline zulmedendir. Bu grupta­ki insanlar karanlıklar içindedir ve görmezler. Diğer taraf ise sağır, dilsiz ve kördür. Onlar gördüklerinde geri dönemez, duyduklarını anlayamazlar, konuştuklarında doğruyu söyleyemezler. Onlara Allah Teâlâ zulmetmemiştir; zalim olanlar bizzat kendileridir. Çünkü onlar haklara ve sahiplerine zulmetmişlerdir (hakkı sahibine vermemişlerdir). Onla­rın kendileriyle düşünebilecekleri ve anlayabilecekleri kalpleri vardır. Kendileriyle görebilecekleri gözleri, kendileriyle duyabilecekleri kulak­ları vardır. Böylece onlar kendilerini hayvan mesabesine, hatta daha aşağı bir yere indirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ hayvanlar için bu güçleri ya­ratmamıştır. Bu güçler göz sahibinin ibret almasını, kulağın duyduğu­nu anlamasını, kalp sahibinin de öğrenmesini sağlar. Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünenlerdir. Gördükleri ve duydukları şey­ler hakkında düşünmek ve hallerinin başkalaşması onlara şöyle söyletir : ‘Rabbimiz! Bunları batıl olarak yaratmadın. Sen münezzehsin.’91 Böyle demekle Allah Teâlâ’yı yaratma fiilinde sebepliliğin (illet) zorunluluğu altına girmekten tenzih etmekten tenzih ederler. Çünkü Allah Teâlâ yaratılışı bir hikmete bağlamıştır ve o hikmet yaratılışı Allah Teâlâ için zorunlu kılar; hâlbuki kendisine zorunlu kılmasının dışında Allah Teâlâ’yı zorlayacak bir sebep olamaz. Allah Teâlâ -vaadinin doğruluğu nedeniyleyaratıklarına bir ihsan olmak üzere bunu üzerine zorunlu kılmıştır. Burada bu bilgi ‘Bizi ateşin azabından koru92 ayetiyle tamamlanmıştır.

Dünya hayatında ateş doğadan (tabiat) başka bir şey değildir, çünkü doğa edilgenlik (infial) yeridir. Hakk karşısında doğa erkek karşı­sında dişi gibidir. Doğada yaratma, yani Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin yaratılışı gerçekleşir ve doğa aklî bir varlıktır. Doğanın otoritesini görüp de onun gücünü Hakkın onda yaratacağı şeylere elverişli ve kabiliyetli olmasından ibaret kaldığını bilmeyenler, yaratmayı doğaya izafe ve nispet etmiş, doğa nedeniyle Hakkı unutmuşlardır. Allah Teâlâ ise nefislerinin ayetlerinden onları yüz çevirterek nefislerini kendilerine unutturmuştur. Bu durum ‘Ayetlerimden yüz çevirteceğim93 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ onları nitelemiştir. Bu itibarla yaratılmışlar iki kısma ayrılır: Bir kısmı mutlak Hakka bakarken bir kısmı mutlak doğaya bakmıştır. Bu ikisinin arasında ise berzah ortaya çıkmış, bu berzahta ise o ikisinden herhangi biri olmayan bir âlem ortaya çıkmıştır. Bu âlem, Hakkın neyi Hakk ettiğini görmüş, O’na hakkını vermiştir; o hak­kı vermemiş bile olsaydı, yine de O’na aittir. Doğanın neyi Hakk ettiğini görmüş, ona da hakkını vermiştir; ona hakkını vermemiş olsaydı o Hakk da doğaya ait olacaktı. Çünkü doğa yaratılmış bir şey değildir, doğa zatı gereği -dışta değilakılda mevcut bir varlıktır. Buna mukabil Hakk zatı gereği hem dışta hem akılda mevcuttur. Doğa akılda Hakk ile bir araya gelirse, Hakk akıldan ayrılır, dışta bulunur. Çünkü Hakk hem dış varlığın hem aklî varlığın sahibidir. Doğa ise sadece aklî varlığın sahi­bidir, dış varlığı yoktur. Bunun böyle olması, yaratılışta hükmün varlık ve yokluk arasında bulunmasından kaynaklanır. Böylece yaratılan şey doğa bakımından yokluğu kabul ederken Hakk yönünden varlığı kabul eder. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey varlığı ve yokluğu kabul etmekle nitelenirken yokluğun kendisinde bir hükmü bulunduğu gibi varlığın da bir hükmü bulunur. İş söylediğimiz gibi olmasaydı, yara­tılmışın var olurken yokluğu kabul etmesi veya yolduğu esnasında varlığı kabul etmesi mümkün olmazdı.

Hakikatleri böyle bilmen gereldr ve onlara ancak ayetlerden yüz çevirmeden ulaşma imkânı bulabilirsin. Allah Teâlâ’nın haksız yere yeryüzün­de büyüklenenleri mahrum ettiği nimete bakınız! Bu zikrin sahibine ve benzerlerine kazandırmış olduğu bilgi budur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.594

Demek ki doğa kabul ederken Hakk verir ve (doğaya) tesir eder. Bu itibarla doğa âlemin büyük ve yüce annesidir. Alem onun eserlerini görebilir, kendisini değil! Nitekim Hakkın da eserleri görülür, kendisi değil! Çünkü gözler O’nu algılayamaz. Görmek ise gözle gerçekleşir. Allah Teâlâ O’ndan başka kimsenin bilmediği meçhul, herkesin bildiği ma­lumdur; bununla birlikte O’nu bilenler ne bildilderini bilemez.

Tabiat (doğa) ve Hakk arasında ' Yaratılış ortaya çıktı bizim için

Ne Hakk ne tabiattır yaratılan

Tabiat tabiattır, Hakk ise Hakk

Yaratma -bir düşünürsenvejke benzer

Bütün yaratılmışlar onu vejk olarak görür

Menzili'Allah Teâlâ’dan çekinirseniz, sizin için furkan yaratır>9S ve 'Allah Teâlâ’dan çekinin (takva), o size öğretir'96 Ayetleri Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Kim Allah Teâlâ’dan çekinirse ona verir Buyurduğu gibi; işi hakkında furkan

O furkandan hidayet ile dalaleti öğrenir Hidayet nuru rehber, yönlendirir

Doğusunda batıcı olarak görünür                                      .

Batısında aydınlık olarak doğar

Her bilgide üstünlük kazanır Furkan’ın verildiği bu muttaki

Parçalanan dürülür onun için Dürülen hidayet parçalanır (tafsil edilir)

Oğullan arasında taksim ederiz Onunla yücelere çıkar

Münacatlarında onu görür

Onun vasıtasıyla söyleyici olarak var olunca

Onu benzeri olarak inşa eder Âlemde onunla yaratıcı olur

Arzında onun besini gizlenir

O’nu yaratan ve rızık veren olarak tanır

Allah Teâlâ sana ve bize Ruhu’l-kuds ile yardım etsin, bilmelisin ki takva sahibi sadece takvasıyla furkana ulaşır. Çünkü fark edemeseydi takva gerçekleşmiş olmazdı.


İş övülen ve kınanan diye bölünmüş

İş sevilen ve nahoş bulunan diye bölünmüş

Her nahoş işte siper ol O’na

Her iyi işte size siper olur                           .

Her sevimli işte O’nu siper edin '

Tenzih ve teşbih arasında O’nunla olun

Hakkı tenzih eden bunu bilemez                                     .

Hakkı teşbih eden de bilmez

Kim tenzih ederse teşbih etmiştir

Benim söylediğim de budur zaten

Şöyle ki: İnsan mabudunu ya benzer veya zıt veya farklı olmak üzere herhangi bir tarzda kabul eder. Böyle bir durumda insan Allah Teâlâ ile âlem arasında fark görmüş demektir. Takvanın insana kazandırdığı farkın özel bir fark olması gerekir. Söz konusu fark Kur’an’daki (cem, toplam) furkan, yani cemdeki farktır. Çünkü (kelime anlamı toplamak demek plan) Kur’an özü gereği furkanı içerir. Bu furkana (kulun tak­vası tarafından) yaratılma özelliği nispet edilir, çünkü onu meydana getiren şey takvadır. Onun yaratılışı ise mesela sahibi adına ortaya çıkması olabilir. Bu durumda zuhurundan önce varlığını sürdürür. Veya daha önce yokken meydana gelir. Bu ise yaratma değil, zuhurdan ibarettir. Çünkü ayetin ardından ‘sizden örtecek97 ayeti nazil oldu. Örtmek zuhurun zıddıdır. Kul rabbine karşı takva sahibi olurken ken­dini O’na nispet edilen kötü işlere karşı Hakkın siperi yapar. Ya da sadece Allah Teâlâ’nın yardımıyla üsdenebileceği zorluklara karşı rabbini ken­dine siper edinir; onun Allah Teâlâ’nın verdiğinin dışında bir gücü ve kudreti yoktur. Bu durum ‘Ancak senden yardım dileriz98 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’ya sevimli olan fakat tabiat gereği nahoş sayılan bütün güçlükleri O’nunla karşılamalısın. Aynı şekilde kendini dine göre kınanmış fakat doğaya göre sevimli ve övülen bütün işlere karşı Allah Teâlâ’ya siper yapar ve onları Allah Teâlâ’dan uzaklaştırırsın.

Allah Teâlâ’nın senin için siper olması sana bütün güçlüklerin bilgisini kazandırır. Böylece Allah Teâlâ’nın en güzel isimleri, bütün tafsilatı ve türle­riyle birlikte tecelli eder ki fark bu demektir. Allah Teâlâ her iki durumda da seni över. Çünkü Allah Teâlâ bilgiyi ancak sevdiğine verirken hali hem sev­diğine hem sevmediğine verir, çünkü bilgi sabitken hal değişkendir. Takvada furkan bulunmasaydı, furkan meydana getiremezdi. Çünkü bir şey benzerini meydana getirebilir ve ancak böyle bir netice ortaya çıkabilirdi. Yine bu nedenle âlem Hakkın suretinde ortaya çıkmıştır. Kime doğası baskın gelirse babasından daha çok annesine benzerken kime aklı daha hakim olursa annesinden çok babasına benzer. Çünkü âlem doğa ile Hakk veya varlık ile yokluk arasındadır. Alem sırf varlık olmadığı gibi sırf yokluk da değildir. Bu yönüyle bütün âlem Hakk (ve hakikat) olmadığı halde sana Hakk imiş gibi görünen sihre benzer. Aym zamanda âlem halk (yaratılmış) olmadığı halde sana halkmış gibi gö­rünür. Çünkü âlem her bakımdan halk olmadığı kadar her yönüyle Hakk da değildir. Bu itibarla sihre maruz kalan insanın belirli bir şey gördüğü hakkında kuşkuya kapılmayız. Ortada görülen bir şey vardır. Nitekim ayette ‘Onlara yaptıkları sihirden dolayı ipler koşuyor geldi99 buyurur. Koşmak hiç kuşkusuz görülen bir iştir. Geride ise koşanın durumu kalmıştır. Çünkü ipler ve asa toprağın üzerine atılmıştı. Bura­dan kesin olarak şu husus ortaya çıkar: Halk (yaratılmış) Haktan so­yutlansa var olamaz. Buna karşılık Hakkın kendisi olsaydı bu kez halk olamazdı. Bu nedenle halk iki hükmü birden kabul ederken Hakk da iki hükmü kabul edicidir: Hakk dine göre hâdislik özelliklerini (gülme, tövbeyle sevinmek vb.) kabul ederken dine ve akla göre kadimlik öze­liklerini kabul eder. Bu durumda Hakk tenzih edilen ve teşbih edilendir. Halk da iki hükmü birden kabul edicidir. Bu iki hüküm Hakka tesir etmek özelliğiyle Hakkın kendisine tesir etmesini kendinde toplayabilmesidir. Yaratılmış olan daha önce pek çok vesileyle söylediğimiz üzere kendisi hakkındaki bilgiyi Hakka verirken O’na tesir eder. Hak­kın yaratılmışa tesiri ise daha önce bir şey değilken, yani mevcut değil­ken kendisini yaratmasıdır. O halde furkan gerçekte sürekli olan bir iştir, fakat herkes için bütün hallerde ortaya çıkmış değildir.

Her bir halde bir furkan bulunur

Şeriat ve burhan böyle söyler bunu                                   -

Takvanın meydana getirdiği bu furkan (bilgisi) sadece Allah Teâlâ’nın öğ­retmesiyle meydana gelebilir; nazarî düşüncenin ona ulaşma imkânı yoktur. Allah Teâlâ fikirle meydana gelen düşünceye isabet etme imkânı verse bile, bu da o özel bilgi değildir. Çünkü şeklen birbirine benzeyip de ‘zevk’ nedeniyle farklılaşan ilimleri ayrıştıran yöntem ve yoldur. Bununla birlikte ilimlerin konulan ise birbirine benzer.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru:yola ulaştırır

BEŞ YÜZ ON İKİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Derileri her olgunlaştığında başka derilerle değiş­tiririz'100 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Alevlerle deriler piştikçe ve olgunlaştıkça Allah Teâlâ azap karşısında derileri değiştirir

Allah Teâlâ’nın kazası bitene kadar böyle sürer gider Bir grup cehennemde ebedi kalır bu nedenle

Allah Teâlâ onlardan ve onların üzerinde yaratır Sual sona erince, bir şahitlik

Şahitlik yerine getirilince

Yeni ve büyük bir nimet elde ederler

Allah Teâlâ onlardan haber verirken şöyle demiştir: ‘Derilerine niçin aleyhimize şahitlik ettiniz diye sorduklarında, derileri onlara bizi Allah Teâlâ konuşturdu der.’1Ü1 Yani size karşı şahitiik yapmamızı isteyen bizzat Allah Teâlâ’dır. Onlar şahitlikleri kabul edilip sözleri Allah Teâlâ katında geçerligüvenilir şahiderdir. Deriler, dünyada yöneticileri ve amirleri mesabe­sindeki nefs-i nâtıka ve hayvani nefsin kendilerini kullandıkları işlerden razı değillerdi. Bu itibarla nefs-i nâtıka derilerin üzerinde olduğu gibi kulak, göz, dil, el, mide, cinsel organ, ayak ve kalp üzerinde de hüküm sahibi ve yöneticidir. Derilerin böyle adlandırılmış olması, dayanaklılı­ğından kaynaklanır. Çünkü onların zati özellikleri yaralanma, vurulma, yanma, ısınma, üşüme gibi bütün nahoş şeyleri hissetmektir. Duyu deriyle gerçekleşir ve deriler güçlükleri algılamada hayvanı nefsin yar­dımcısıdır. Bu itibarla insanda deriden daha dayanaklı bir kısım yoktur ve bu nedenle Allah Teâlâ onu deriyle örtmüştür. Derinin olgunlaşması ve pişmesi yükümlü nefsin azabının sebebiyken bu esnada deri duyulur azap içinde nimet görür. Bir âşık şöyle demiş:

Şöyle bir bela duydunuz mu?

Bir yönü iyi bir yönü hasta

Azap ederken nimet verir

Nimet verirken azap eder

Bu düstur Allah Teâlâ’nın tuzağından korkanların düsturudur. Onlar, bu­nunla kötülüğü emreden nefislerini engellerler ve nefsin geri duracağı umulur; hâlbuki yarık daha da genişlemek için diretir. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın kendinden zikretmiş olduğu üzere mağfiret ve azap arasında dilediğini seçebilme iradesidir. Demek Ki bu ikisinden herhangi birisi hakkında kesin bir hüküm yoktur. Sonra insan, ilahi isimlerin kendisi hakkında birbirinin mütekabili olduklarını görür. Görür ki ihsan isim­leri hem sayıca ve hem güç bakımından adalet ve intikam isimlerine baskın gelmektedir. İlahi isimlerin karşı karşıya geldikleri yer her şeyi kuşatan ilahi rahmet meydanıdır. Bu durum ise insanları işledikleri günahlar, sınırları aşmak, haramlara düşmek gibi davranışlarda cesaret­lendirir. Tövbe etmeksizin öldüklerinde kendilerinden ortaya çıkan günahlar nedeniyle cezalandırılacaklarından emin olsalardı -nitekim bir grup böyle düşünürEfendilerini memnun etmeyecek işlere kalkışmaz­lardı. Sonra dünya hayatında azap çektiklerini görürler: Allah Teâlâ’nın hük­müne karşı sabırsızdırlar ve tabiadarı gereği O’nun hükmünden kaçar­lar. Bu ilahi hükmü ancak zorla (cebir) kabul ederler. Böylece korkan insan ayeti kendisi için bir öğüt ve hatırlatma kabul ederken imanı güçlü ise tevile girişmeyip zahir (anlam) denizine dalarak ayeti bâtınî anlamlara taşımaz. Böyle biri öğütten fayda alır. Bu ve benzeri nitelik­ler kendisinde yok ise tevile kalkışır, uyduğu kimseden yüz çevirip arzularına uyanlardan olur. Bu nitelikteki birinin hali ‘yüz çevirmedir’. Binaenaleyh ayetteki öğüt o kişiye haller içerisinden korunmuşluğu verirken isimler arasından ez-Zahir ile el-Evvel isimlerini, marifetler­den ise müşahedenin marifetini ve Hakkın zahirî tecelli suretlerini kabul edebileceği bilgisini verir. Bu sayede kişi takvaya tam olarak ulaşmış olur. Neticesinde işe herkesin kendisine ulaşamayacağı meçhul bilgiyi elde eder. Söz konusu bilgi duyuyla algılananların sırları ile duyuların ve duduyla algılayanın (kim olduğunu) bilmektir. İnsanların çoğu söylediğimiz nedenle bu bilgiden mahrumdur. Çünkü nefisler bilinmezleri idrak etmek, hâzineleri ortaya çıkartmak, remizleri çöz­mek, kapalılıkları açmak, içlerin gizliliklerini ve hikmederin sırlarını araştırmayı sevmek özelliğinde yaratılmıştır ve bu nedenle de kendili­ğinden zahire yönelmezler. Çünkü onlara göre zahir sabah aydınlığın­dan daha açıktır; gün kimseye gizli değildir! Bu düstur sahibi ise zahirî işler hakkında kimsenin aklına gelmeyen bilgileri öğrenir. Başka bir ifadeyle hiç kimse o düstur sahibinin elde ettiği bilgilerin işin zahirinde ve suretinde bulunduğunu anlamaz. Bu bilginin ve keşfin sahibi öyle bilgilere dikkat çektiğinde, işin zahirinin değeri artar, hikmeti ortaya çıkar ve hayrı çoğalır. Bu esnada insanın kendine göre değersiz saydığı bir şeyin Allah Teâlâ katanda kıymedi olduğu anlaşılır. Bütün bunlar, işler hakkında öncelik sahibi olan Allah Teâlâ’nın ez-Zahir isminden ortaya çıkar; bütün iyilikler ve hayırlar önce olanlardadır.

Balanız! İlk düşünce hiçbir zaman yanılmayan ilahi-doğru düşün­cedir. Masumiyet ve geçerlilik ilk düşünceye ait olduğu gibi kader ve kaza onda ortaya çıkar. Aynı şey ilk bakış, ilk duyuş, ilk hareket için geçerlidir. İlk olan ‘zecr’ ilmini kazandıran bilgidir. Bu bilgiler hiçbir zaman yanılmayacağı gibi doğruluk onların yanılmaz özelliğidir. De­mek ki ilk olanlar öne geçmiş hakikatlerdir. İlk düşünceden sonra ge­len her şey, ilkin izini takip ederek gelmiş iç konuşmasıdır. Hazırlık ve ön değerlendirme ilk düşünceye aittir. İlk düşünce akıllara arkasında bulunan şeylere ulaşma coşkusu verir. Kavrayışlı ve derin zekâ, bütün hakikatlerini kavrayıp suretinin kendisine verdiklerini ve öğrenip ve en gizli sırlarını anlayana kadar kendisine gelen ilk ve açık durumdan ayrılmaz. Bir şeyin zahirinin verdiği bilgiyi tam olarak öğrendiğinde ise bâtın -ki zahirin izinde gelmiştirdemek olan kendisine gelen başka düşünceye geçer. Bu itibarla zahiri bilmeyen bâtını hiç bilmez, çünkü zahir, bâtının delilidir. Önce geleni öğrenmede ihmalkâr davranan kişi sonu öğrenmede daha ihmalkârdır, çünkü birinci düşünceyi öğrenme arzusu sonrakini meydana getirir. Binaenaleyh işin başı korkudur. Umut onu takip eder. Buna mukabil umut önce gelirse, korku yitirilir, çünkü geçmiş olan artık geriye çevrilemez. Öncelik korkuya aittir. Hâlbuki o kişi korkuyu yitirmiş, kaybetmiş ve korku ortadan kalkmış­tır. Artık onu geriye çevirecek kimse yoktur. Umut korkuyu barındır­maz. Hâlbuki mümin korkusu ve umudu eşit olandır, onlardan biri ötekine baskın gelmez, çünkü mümin her şeyi yerli yerinde kullanan­dır. İnsanın ilk yaratılışı zayıflıktır ve bu nedenle kendi hakkında korku önce gelir. Zayıflığın ardından insanda güç ortaya çıkar ve gücü nede­niyle de umudanır. Çünkü bilgiler ve teviller hakkındaki fikri güçlenir ve Hakkın mertebesine dair umudu artar. Fakat akıllı insan umudunu bulunmaması gereken bir yere/sınıra taşımaz. Bir insanın akima umudun gücü nedeniyleakıllı ve arif insanın korkuyu kullandığı yerde umudu kullanmayı gerektirecek düşünce gelirse, umut tek başma hü­küm vermekten azledilir ve korku kendisine ortak kılınır. Böyle bir insan mümindir ve kemale ulaşana kadar böyle devam eder. Söz konu­su kemal, Muhammedi devirde nebilik mirasından Allah Teâlâ’nın velilerinin ulaştığı kemaldir. O kemalde şeriat getirme ve hüküm koyma peygam­berliğinin kapısı kapanmış, ilahi ilimler ve sırlara tahsis edilmenin kapısı açılmıştır. Allah Teâlâ ehli o kapıdan girer. Oraya ilk giren kişi ise bu zikrin sahibidir. Allah Teâlâ bizi dünya hayatından can çekişme vaktine kadar korkusuyla umudu eşit olup can çekişme halinde ise umudu korkusuna baskın gelenlerden eylesin.

(Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'Kef ha, ya, ayn, sad! Rabbinin kulu Zekeriya'ya olan rahmetinin zikredilmesidir'102 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Rabbin rahmeti zikredince beni                                                ,

Rabbim! Muhammed’in rabbi! deyip dururum

O’nun rabbi ifadesinde pekiştirme var Her müşahedede bu zikirle yükselirim

Rahman yaratıkları için rahmet olarak gönderdi onu Her durumda hidayet eden ve hidayet edilen arasında

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’103 Allah Teâlâ peygamberi sövücü veya lanetleyici olarak değil, rahmet olarak gönderdiğini bildirdi. Kulu Hızır hakkında da şöyle demiştir: ‘Ona katımızdan bir rahmet verdik.’104 Burada Allah Teâlâ rahmeti bilgiyle öncelemiştir ve bu rahmet yaratılıştaki rahmettir. Sonra şöyle buyurur: ‘Ona katımızdan bilgi öğrettik.’105 Bu bilgi ona ‘bizim katımızdan’ demesi nedeniyle nahoş işlerdeki gizli rahmeti göstermiştir. Hz. Hızır bu rahmetle çocuğu öldürmüş, gemiyi yaralamışken birinci rahmetle du­varı onarmıştı. İki rahmet arasındaki farkı ancak bu zikrin sahibi ayırt edebilir, çünkü onu zikreden rahmettir, yoksa kendisi rahmeti zikret­miş değildir! Böylece bu zikir sayesinde rahmet kendisindeki hakikati o kişiye öğretir. Çünkü rahmet onun kendisine bağlanmasını ister. Bu­nun nedeni rahmetin ancak onun vasıtasıyla ortaya çıkabilecek olması­dır. Binaenaleyh rahmet böyle birine karşı haristir.

Bilmelisin ki bu zikir, kendilerini zikrettiği kullar hakkında rahme­tin hükmünün zorunluluğu hakkında ilahi bir bildirimdir. Ayette Zekeriya bilhassa zikredildiği için değil, sadece kul hakkında takdir edil­miş inayet nedeniyle zikredilmiştir. Rahmet ise onu bütün hallerinde Allah Teâlâ’ya kul olduğu için zikretmiştir. Allah Teâlâ hangi şahsı bu makama yerleştirirse, ona dönük rahmetiyle kendisini o makama yerleştirmiştir


ki, rabbinin rahmeti Allah Teâlâ’nın katında onu zikreder. Onun kulluk hali, kendisini zikretmiş olan rabbani rahmetin ta kendisiydi. Bu rahmet onu zikretmiş ve rabbinin o kulun nezdinde bulunduğunu bildirmiştir. Bu şahıstan meydana gelen herhangi bir iş Allah Teâlâ katında makbuldür. Bu makamdan ona kendine mahsus olup başkasına ait olmayan nimet­ler meydana gelir. Bu durum ona mahsus olan ve başkasından ayrışma­sını sağlayan bir iştir; çünkü Allah Teâlâ’ya yakın herkese mahsus özel bir halin ve durumun olması kaçınılmazdır.

Şeriat bu bildirime işaret ederek şöyle demiştir: ‘Her müminin yalnız başına rabbiyle münacat etmesi gerekir.’ Bu esnada rabbiyle arasında bir tercüman bulunmaz ve gölgeliğini kulun üzerine koyar. Bu durum Allah Teâlâ’nın ona yönelik genel rahmetidir kişi kendine mah­sus durumun meydana gelmesi için bir mahaldir. Bu hal gerçekleşti­ğinde kul adına kıyamet gerçekleşmiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın bazı kullarının kıyameti öne alınarak ahiret hayatında işinin neye varacağını görür. Bu ise dünyada mümin adına gerçekleşen bir müjdedir. Biz de kıyameti zevk yoluyla gördük. Bizim onda birtakım duraklarımız (mevakıf) vardır ki, mesela bir gecede yola çıkma-dönüş itibarıyla yüz durak vardır. O gece durakların sayısına taksim edilseydi, onları sığdıramazdı. Bu zevki 593’te Fas’ta görmüştüm. Her durakta kendisini dile getiremeyeceğim şekilde rahmetin genişlediğini görüyordum. Bunun nedeni rahmetin zikredişinin genişliğiydi (her şeyi zikretmesiydi). İş bu kadar genişken, Rahman’ın kulu zikretmesi nasıl olabilir? Rahman günahkârı zikrederken günahkâr olmayanda Rahman’ın zikri yaratıkla­rındaki rahmetidir. Allah Teâlâ onunla kâfir veya mümin, müşrik veya muvahhit bütün yarattıklarına merhamet eder; dünyada kullarını onunla rızıklandırır, onunla kullarına yardım eder, yağmur yağar, toprak berekedenir, elçiler çoğalır, iyilikler artar. O suçlarda bile müşahedeyle masum olandır. Böylece iki tarafta da, yani halk ve Hakta hüküm sahi­bi olan kaza ve kaderin hükmüyle ortaya çıkar.

Gerçeği anladıysan, bilirsin ki, sende ve senden ancak kendin orta­ya çıkarken Allah Teâlâ senin üzerinde senin verdiğin bilgiye göre hüküm verir.

Burada ayaklar kayar, onların ardından ise anlama yeteneği gider, vehimler rüyalarda hüküm sahibi olur. Vehim gücü tam ve sürekli hüküm sahibidir. Allah Teâlâ ancak kulunun O’nun hakkındaki zannındadır ve bu nedenle insan O’na karşı hüsnüzan beslemelidir. Zan vehmin hükmü olduğu gibi acil (dünyadaki) azabı ve nimeti veren de odur. İyi zanda bulunmak gerekliyken zannın bir kısmı günahtır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki zan olmasaydı hiçbir yaratılmış günah işlemezdi; hâlbuki yapmak veya terk etmekle ilgili Allah Teâlâ’nın hükmü demek olan günahın da olması gerekir. Demek ki zannın olması gerekir. Allah Teâlâ’nın yaratıkla­rına yönelik rahmetinin bir yönü de onlarda zannı yaratıp vehmin bir tezahürü kılmış olmasıdır. Herhangi bir konuda bilgi elde edebilmek, görmeyle değil, görülen hakkında verilen (zanna dayalı) hükümle ger­çekleşebilir, çünkü gördüğün şeyi yok etme gücüne sahip değilsin. Bütün güçlerin (konularına) ilişmeleri böyledir. Fakat idrak güçlerinin verileri hakkında geride şunu tespit kalır: Acaba bilgi gerçekleşmiş midir, zan mı vardır? Bu makam sahibi adına bilhassa zanla (bilgi) meydana gelirken başkası aynı hali zevk yoluyla bilmediği için onu bilgi sayar. İdrak gücünün verisi ile hakkında ‘zan mıdır yoksa bilgi midir’ şeklinde hüküm verilen arasında bir fark vardır. Buradaki du­rum, gerçekte delildeki kuşkudur. Öyle olmasaydı rab kuldan ve Hakk halktan ayrışmazdı. Anladıysan, bu zikrin kişiye kazandırdığı neticeler­den birisi bu bilgidir.                                                .

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ’ya tevekkül edene Allah Teâlâ yete/106 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

. Kim rabbine tevekkül ederse Yeter ona yaratılmışların ilahı

Bütün hallerinde Hakkı görür her daim                               -

Sürekli O’nunla beraber

Bu veli sürekli bir haldedir ki

Kalbinin ondan istediği haldedir

Allah Teâlâ sana ve bize kendinden bir ruh ile yardım, etsin, bilmelisin ki, bu zikir sahibine O olduğunu öğretir. Çünkü insan ancak Hakk ile yetinebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye yok­tur.’ Demek ki perde denilen şey seninle O’nun arasındadır, yoksa O’nun ardında değildir. Çünkü Allah Teâlâ Evvel (ilk), sen ahirsin (son) ve Allah Teâlâ senin kıblendir. Dolayısıyla senden O’nun adına meydana gele­cek şey, O’nunla karşı karşıya olmaktır. Sonra Allah Teâlâ kendisiyle senin arana sebep, nispet ve âdet perdelerini çekmiş, onları -senin fark etme­diğin yöndenkendisinin suretleri kılmıştır. Her kim ‘onlar O'dur’ derse doğru söylemiş; kim ‘onlar O değildir’ derse, suretlerde gördüğü farklılık nedeniyle yine doğru söylemiştir. Böyle bir durumda suretlerin farklılığı Allah Teâlâ’yı bilmekten onu perdelemiştir. Bir suretin veya bir sebebin öteki suret ve sebep olmadığını kesin olarak söylediği gibi aynı şekilde suretlerin Hakk olmadığını da kesin olarak söyler. Bunu derken de insan perdenin hakikatinden veya varlığından habersiz kalır. Bu itibarla suretler farklılaşmış olsa bile, sebep veya perde olmak bakımın­dan hepsi bir olduğu gibi onlar (bir yönden) Hakkın • aynıdır. Onlar farklı olsalar bile, gerçek böyle olmalıdır. Aksi halde Hakk ile senin aranda karşı karşıya olma hali gerçekleşmezdi. Bakınız! Gözleri gör­meyen birinin karşısına geçip yerleştiğinde ve konuştuğunda, onun âmâ olup sen onu görüyorken onun seni görmemesi, karşı karşıya bulunmanıza etki etmez. Bununla birlikte âmâ hiç kuşkusuz karanlığı görüyordur ve sen onun gördüğü karanlıktasın ve bu nedenle âmâ seni karanlık olarak algılar. O senin tam karşındayken şöyle der: ‘Bugün falanı yüz yüze gördüm.’ Bu sözünü söylerken -âmâ olsa biledoğru söylemektedir. Binaenaleyh (sen görmesen bile) Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye olmadığı gibi Allah Teâlâ için de senin ardında bir gaye yoktur. Çünkü ilahi suret seninle kemale ermiş, sende görülmüştür. Bu nedenle Allah Teâlâ sana yeter, sen de O’na yetersin. Bu nedenle sen son varlık ve ille mak­satsın. Madum (yok) olmasaydın, maksat olmazdın. Böylelikle zaman içinde var olduğun ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ seni madum olarak bilme­miş olsaydı, sen O’nu bilmek isteyemezdin. Varlıktaki en garip işler­den birisi, kendisi hakkmdaki bilgiyi sana (Hakka) verenin kendisini senin vasıtanla öğrenmiş olmasıdır. Çünkü mümkünler kendileri hakkındaki bilgiyi Hakka vermiş olsalar bile onlardan herhangi biri kendi­sini ancak Hakk vasıtasıyla bilebilir. Bu nedenle sana yeten Hakk’tır. Çünkü O kendisine varabileceğin gayedir. Sen de O’na yetersin, çünkü senden sonra herhangi bir şey geride kalmaz. Allah Teâlâ seni senden bilmiş­tir. O’nun dışında sadece imkânsız olan vardır. İmkânsız ise senin gölgesini giymiş olduğun muriak yokluktur. Sen imkânsızın gölgesini giydiğin kadar varlığın ışığını da giydin ve varlığınla birlikte iki tarafın tam karşısında bulundun. Sana yokluk nispet edilirse, üzerindeki ka­ranlık nedeniyle böyle bir nispet senin adına imkânsız değildir; varlık nispet edilirse, kendisi nedeniyle kendin için zuhur ettiğin varlığın ışığı sende bulunduğu için bu da imkânsız değildir. Dolayısıyla ona mevcut denilemez. Çünkü sende bulunan yokluk gölgesi bu isimlendirmeyi yokluğu kabul etmeyen Hakk gibihak etmene imkân tanımaz. Yokluk da denilemez, çünkü sende bulunan varlığın ışığı bu isimlendirmeyi, varlığı kabul etmeyen (imkânsız) gibi kabul etmene imkân vermez. İmkân ve cevaz denilen aklî bir mana nedeniyle sana mümkün ve caiz adı verilmiştir. Bu itibarla varlık denilen bir hakikat nedeniyle zatı gereği vacip ve zorunlu olana da mevcut denilir. Bu hakikat mevcudun ta kendisidir. Niteldin imkân da mümkün olması bakımından -yoksa herhangi bir mümkün olması halamından değilmümkünün aynıdır. Madum, yani yok ise, imkânsıza ad olarak verilmiştir. İmkânsız olan (muhal) mutiak yokluk -ki imkânsızdırdenilen bir hakikat nedeniyle zatı gereği varlığı kabul etmeyendir. Öyleyse sen, ey insan! İki ucu bir araya getiren, iki suretin mazharı olan ve iki hükmün taşıyıcısısın. Sen olmasaydın, imkânsız vacibe ve vacip imkânsıza tesir ederdi. Sen orta­dan kalkmayan ve aşılamayan bir sınırsın. Yolduğun bir dili olsaydı, senin onun suretinde olduğunu söyleyecekti, çünkü o sende kendi gölgesini görür. Buna mukabil Varlığın bir dili vardır ve senin O’nun suretinde olduğunu belirtmiştir, çünkü Varlık sende kendi suretini görmüştür. Varlık seni şendeki nuru nedeniyle bilmişken mutlak yok­luk şendeki gölgesi nedeniyle seni bilememiştir. Binaenaleyh sen malum-meçhul, bilinen-bilinmeyensin. Bu itibarla Hakkın sureti de öyle­dir. Sen suretin bakımından değil, merteben ve rütben bakımından bilinirsin. Suretinle bilinseydin, hiç kuşkusuz, Hakk da bilinmiş olurdu, hâlbuki O bilinemez. O halde sen de suretin bakımından bilinemezsin. Seni bilmek genel bir bilgiyle gerçekleşir, senin hakkındaki bilgi tafsilî bilgi değildir .

Bu zikrin Allah Teâlâ hakkında vermiş olduğu bilgiyi sana açıklamış ol­dum, bunu anlamalısın. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Dile­diklerini sırat-ı müstakime ulaştıran Allah Teâlâ’dır.

BEŞ YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Davud onu sınadığımızı zannetti, rabbinden bağışlanma diledi, rükûya kapandı ve secde etti'107 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Sınanmak bizzat bela demek Seni sınadığında hükmüne teslim ol

Secde ederek kerim rabbinden bağışlanma dile Sen O’nun ilminde belirlenensin     -

İnce düşünceden sakın O kendini anlayana verilir

Gerçek akıllarımızın ve gözlerimizin üzerinde İddiada bulunan akıldan uzaklaşır

Sınırlıyken akıl ‘bilgiler bende’ der Delilin kuluna nasıl ve ne kadar yeter

Şeriat onu kendi ölçüsüyle bölmüş Bu nedenle nasıl ve ne kadar dedim

Hz. Davud (as.) isminin de gösterdiği üzere oğulları arasında is­minin gösterdiği anlam itibarıyla Adem’e en çok benzeyen evlattır. Bu nedenle Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Adem’in olduğu gibi Davud’un yeryüzündeki halifeliğini nasla beyan buyurmuştur. Âdem isminin harfleri birbirine bitişik olmadığı gibi Davud isminin harfleri de öyledir. Bu­nunla birlikte iki isim arasında m (mim) harfinden kaynaklanan bir fark vardır ve m harfi kendinden önce veya sonra gelen harflere eklenebilir. Allah Teâlâ Âdem isminde onu sona getirmiştir ki, kendinden sonraki harf ona bitişmesin! Öncesini ise sonrasında gelen harfin kendisine bitiş­mediği altı harften birisi yapmıştır. Hz. Davud Hz. Âdem’den isimler­deki mertebesinin üçte ikisini aldığı gibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de üçte iki­sini almıştır; bu harfler mim ve dal (m d) harfleridir. Bununla birlikte Muhammed adı bütünüyle bitişik harflerden oluşurken kendisinden sonra gelen harfe bitişmeyen harf ismin sonunda gelmiştir. Böylece önce gelen harf bitişirken kendisi ardından gelen herhangi bir harfe bitişmez. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bir dost edinecek olsaydım, Ebu Bekir’i dost edinirdim, fakat arkadaşınız Allah Teâlâ’nın dostudur’ hadi­sinde dile getirilir. Böylece ona bitişilirken kendisi hiç kimseye bitişmemiştir. Bu yönüyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem iki bakımdan Hz. Âdem’le benzeşmiştir: Birincisi Âdem ismine göre kendi isminin bitişik harfler­den meydana gelmesiyle ortaya çıkan ters benzeşmedir. Âdem ismi ise Davud ismi gibi ayrık harflerden oluşur. Âdem ismindeki mim ise Muhammed ismindeki d (dal) harfine benzer. Her iki harf isimlerin sonunda gelmiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve Hz. Âdem arasındaki ikinci münasebet yönü ise benzerlik münasebetidir. Bu benzerlik Allah Teâlâ’nın ‘Adem’e bütün isimleri öğretmiş’10* olması ile Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e cevamiü’l-kelım özelliğinin verilmiş olmasında tezahür eder. Bunun yanı sıra Âdem’den zürriyeti çoğaldığı gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin de pey­gamberliği yayılmıştır. Başka bir ifadeyle bütün insanlar Hz. Âdem’in oğullarıyken geçmiş ve gelecek bütün insanlar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Çünkü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Âdem ile onun dışındaki bütün peygamberler sancağımın altındadır’ demiştir.

Hz. Âdem -(isimdeki benzerlik) hakkında söylediğimiz nedenlediğer çocuklarına değil de Hz. Davud’a bakmış, onun ömrünün az olduğunu görmüş, ömründen altmış seneyi Davud’a vermişti. O altmış sene Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ömrüne tekabül eder. Kendi ömründen is­mindeki mim harfine ulaştığında Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in suretini o mim’in içinde görmüş, Davud’dan vazgeçmiştir. Çünkü Âdem elif ile dal harf­lerinden uzaklaşmış, ömründen Davud’a vermiş olduğu ikramdan vazgeçmiş, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in sancağı altına girmiştir.

Bu bağlamda Allah Teâlâ Hz. Âdem ile Davud’un halifeliğini açıkça be­yan etmiş, Adem’in halifeliği hakkında ‘Yeryüzünde bir halife yarataca­ğım’109 demiş, Âdem’i ve oğullarım kastetmiş, sonra da meleklerine Âdem’e secde etmelerini emretmiştir. Hz. Davud hakkında ise ‘Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık110 buyurmuş, Âdem hakkında söylemediği bir sözü Davud için söyleyerek, ‘Arzuna uyma111 demiştir. Bunun nedeni onun isminde hiçbir bitişik harfin bulunmamasıdır. Başka bir ifadeyle onun isminde başka bir harfe bitişen harf yoktur. Allah Teâlâ Davud’un işinde dağınıklık bulunacağını bilir, çünkü her insanın isminden bir nasibi vardır. Bu yönüyle Hz. Davud’un isminden nasibi, isimdeki dağınıklıktı ve bunun için Allah Teâlâ -ismindeki her harf bağımsız olduğu içinona arzusuna uymamayı tavsiye ve emretmiştir. Sonra onun harekelerinde de ferdiyete bakan yönler bulunur ki bunlar üç harekedir. Harfleri ise beş tanedir. Bu itibarla Hz. Davud bütün yön­lerden tektir (fert). Hz. Davud Allah Teâlâ’nın kendisine, tavsiyede bulunduğu hususa yatkın olmasaydı, Allah Teâlâ ona böyle tavsiyede bulunmazdı. Allah Teâlâ’nın bu yasaklamayla dikkatini çekmesiyle Hz. Davud bu durumu öğrenmiştir: Allah Teâlâ onun dikkatini çekerken ‘arzuya uyma’ demiş, ‘ken­di arzuna’ dememiş, ‘sana işaret edecek herhangi bir kimsenin arzusu­na uyma, Hakkın sana vahyetmiş olduğu şeye göre hüküm ver’ demiş­tir. Çünkü heva ancak insana bitişikken tesir edebilir. Davud isminin harfleri ise bitişikliği gerektirmez ve böylece Allah Teâlâ özel bir yönden kendisini korumuş, kendisine tavsiyede bulunurken rabbinden ‘mağfi­ret5 dilemiştir. Başka bir ifadeyle saptırıcı heva ile arasına perde çekerek kendisini heva gücünden gizlemesini istemiştir. Heva ona ulaşmış olsaydı, Davud ona göre davranır ve heva peygamberlik görevini etki­lerdi. Davud ise hevaya karşı Allah Teâlâ’ya dönmüş, arzular kendisini düşürmezden önce kendi iradesiyle boyun eğmiştir. Arzular ona etki etseydi, ayakta duran bir duvarı yıkmış olurlardı. Hz. Davud’un rükü­şü nefsinden aslına dönmekti ve mağfiret dilerken kendisini talep ettiği örtünme ve gizlenme halindeydi. Heva geldiğinde ise mecrasından çıkartmak üzere etki edeceği dikili herhangi bir şey bulamamış, bu nedenle Davud’a isabet edemeden geriye dönmüş, Allah Teâlâ onu korumuş ve saklamıştı.

Sınama kulun Allah Teâlâ’nın katındaki derecesini belirleyen işlerden biri değildir. Aksine Allah Teâlâ kulları arasından erdemli ve en erdemli olanları da sınar. ‘Allah Teâlâ dilediklerini saptırır, dilediklerini hidayete ulaştırır.’112 Saptırma teville gerçekleşir. ‘Bu senin fitnendir, dilediğini saptırır, diledi­ğine hidayet edersin, Sen bizim velimizsin, bizi bağışla, bize merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın.’113 Nebilerin nefisleri bir nefistir. Allah Teâlâ’nın bazı kulları vardır ki, onları günahlara karşı gizler. Böylece günahlar onlara ulaşamaz ve onları göremezler. Bazı kullarını ise Allah Teâlâ günaha verilen cezadan gizler. Bu itibarla her birinin belli bir makamı vardır.

Davud hüküm verirken

Hevaya uysaydı sapardı kuşkusuz                                                   .

Fakat seçilmiş bir efendidir o

Allah Teâlâ onu kutsiyetinden seçmiş

Zatından açık bir ışığa sahiptir

Hemcinsleri üzerinde ışık görünür

Zilletle kapanmadı secdeye

Sadece aslına döndü secdede

Davud kelimesinde vdd (meveddet) harfleri var

Sevgisi güneş harflerinden

Davud hüznünde Yakub’a benzer

Yusuf a ise hapsedilmede benzedi

Bilmelisin Ki sınanma olmasaydı dileyen dilediğini söyleyebilirdi. Bu itibarla sınanmanın esası ve sebebi iddiadır. Sınanmanın bir kısmı son derece gizlidir. Bu kısma misal olarak ‘Onlar ateşe karşı ne kadar sabırlıdır5114 ayetini verebiliriz. Bir kısmı son derece barizdir. Misal olarak ‘Sizi sınayacağız ta ki mücahitleri ve sabredenleri öğrenelim’115 ayetini verebiliriz. Yani sizin durumlarınızı inceleyeceğiz. Böyle bir durumu ancak açığı ve gizliyi ve onların kaynağını bilen anlayabilir. Acaba kendi nedeniyle gizli olan var mıdır, yoksa bir şey göreceli ola­rak mı gizlidir? Çünkü biliyoruz ki ‘Allah Teâlâ’ya yeryüzünde hiçbir şey gizli kalmaz.’ Yani her şey O’nun tarafından bilinir. Bunlar, doğadaki sır­lardır ve onların suretleri ruhların arzıdır. ‘Gökteki her şey de’ Allah Teâlâ tarafından bilinir. Gökte bulunanlar doğa ile Amâ mertebesi arasmdaki ruhlarda bulunan her şeydir. Bunlar, ışıklarıyla yeryüzünü aydınlatan sebeplerdir, bunu bilmelisin.

Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ ON ALTINCI BÖLÜM

Menzili 'De ki babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşle­riniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından kork­tuğunuz ticaretiniz, beğendiğiniz evleriniz size Allah Teâlâ’dan, peygamberinden ve Allah Teâlâ yolundan savaşmaktan daha se­vimli geliyorsa, Allah Teâlâ’nın emrinin gelişine kadar bekleyiniz'116 ve 'Hepiniz Allah Teâlâ’ya kaçınız'117 Ayeti Olan Kutub'un

Halinin Bilinmesi                                                    '

Keşifle idrak ettiğin İlah Fikirle bildiğin ilah değil, unutma:

Çünkü fikir kendi mertebesini aşamaz

Bazen olur, fakat ‘ondadır onda olan (tarif yapar)’

Fikirle eşya hakkmda hüküm çelişik

Keşifle hükmün ise dayanakları bilinmez

Her inanç sahibi Hakkı keşfinde görür

•'      .  'V

Onun hiçbir manası inkâr edilmez

Allah Teâlâ münezzeh, hiçbir akıl kuşatamaz O’nu

Başkası bilemez O’nu, düşünün bir

Allah Teâlâ münezzeh; keşif ihata edemez O’nu

Hiçbir varlık kuşatamaz O’nu , ,

O bütün âlemde idrak edilen ,

Ancak tecellisi idrak edilir O’nun

O’na yönelen bir kula tenezzül ederse

Bu tenezzülde bilmediği bilgileri verir kula                         .

Her türlü hayır, bilgi ve marifet

Kim denk olabilir veya yakın olabilir O’na?

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile bize ve sana yardım, etsin, bilmelisin ki, bu şiirde yer alan hayır hikmet anlamındadır ki (ayette ifade edildi­ği üzere) ‘pek çok hayırdır'118.,Bilgi ise bileşildikten idrak ettiğin bilgiy­ken marifet tekiller hakkında elde ettiğin bilgidir. Bu ayet 586 senesin­de İşbiliyye’deki kabirlerde Cuma namazından sonra bize gelmişti. Sarhoş bir halde kalmıştım. Namazda, uyanıkken veya uyku esnasında üç yıl sürekli bu ayeti okudum. Ayette değeri takdir edilemeyecek bir haz ve tat bulmuştum. Bu ayet Allah Teâlâ ile yarattıklarını tam olarak ayrış­tıran ve temyiz eden zikirlerdendi. Bu ayrıştırma cem’deki fark (ayrı­lık), Kur’an’daki furkan idi. Bu zikir sayesinde kur’an ve. furkan cem’ edilir.         ,              ,

(Ayette geçen babaya gelirsek) Hangi türde ve surette olursa ol­sun, zahirde, bâtında, ilahi veya kevnî bir isim olmak üzere, doğumu­nun sebebi olan her şey senin babandır. Zahirde, bâtında, ilahi-kevnî bir isim olmak üzere herhangi bir türde ye surette doğumunun sebebi olduğun her şey senin oğlundur. Bu zikirde senin oğlun bizzat baban da olabilir ve bu durumda sen onun doğum sebebi olursun. O da senin doğum sebebindir. Bu makam Hallac’ın şu beytiyle işaret ettiği ma­kamdır:

Annem babamı doğurdu                                                                      .

Bu benim sırlarımdan biri

Senin dengin olan benzerler veya sana karışan, seninle mezcolan veya sana yakın olan her türdeş senin -fakat ez-Zahir isminden olmak üzerekardeşindir. Söz konusu varlık verasette senin dengindir: Öyle ki Kitaptan tevarüs edilen bilgide tartılmış olsaydmız, ne sen ona ne o sana ağır/baskın gelirdiniz. Öyleyse ikinizin babası zahirde birdir ve bâtın isminin burada bir hükmü yoktur. Çünkü el-Bâtın ismi bir baba­dan ve anneden doğan iki kardeş olmanızı imkânsızlaştırır. Çünkü bir mizaç varlıkta iki kişide bir araya gelmeyeceği gibi tecelliden de iki kişi meydana gelmez. Çünkü varlık buna imkân vermeyecek kadar geniştir. O halde herkesin bir annesi ve bir babası vardır. Başka bir ifadeyle tabiat ikiz doğurmayacağı gibi baba cinsel ilişkide rahme iki su atmaz. Aynı şekilde, âlemde de bir zamanda herhangi bir şeyin iki durumu olmaz. Varlığı seni ikileştiren ve senin iradenden etkilenen ve senin kendisinde yaratıcı konumunda bulunduğun şey ise senin tabiatın gereği kendisini sevdiğin zevcendir. Bu itibarla senden kaybolduğun­da, ona özlem duyarsın ve sizi bir rahmet ve sabit sevgi birleştirir. Sen onda o sende dinginlik bulursunuz. O sana kendisinde tahakküm etme imkânı verip senin iktidarın ve gücün onda tezahür eder. Sen onunla bir olursun ve o da senin dine göre mülkün haline gelir. (Ayette geçen aşirete gelirsek) İşlerinde kendilerinden güç aldığın ilahi isimler veya mukaddes ruhlar ile mukaddes akıllardan meydana gelip seni güçlükle­re karşı destekleyen, sana hediye ve ihsanlar getiren her şey ise senin aşiretin mesabesindedir. Başka bir ifadeyle sana yönelen ve sahip ol­mak üzere senin kendisine yöneldiğin her şey senin aşiretindir. (Ayette geçen mallara gelirsek) Senin kendisine ve onun da senin meylin nede­niyle sana yöneldiği, arzu divanında hazır bulunan her şey, malındır. Söz konusu mal senin sözün ve fiilinin sınırında durur, arzunun otori­tesi kendisinde hüküm verir, onu elde etmek üzere geceni gündüzüne katarsın. Bu mal, zahiri ve bâtını veya manevi ve mahsus mallardan kazandığın mülkündür. Misal olarak gayr-ı menkuller için akar, men­kuller için değerli mallan, altınları, paraları ve gümüşleri verebiliriz; menkul mallar bir yerde sabit kalmayanlardır. Bu itibarla sabit mallar makama benzerken sabit olmayan Hakk benzer. Hepsi de maldır: Çün­kü kendisi meylederken kendisinden ayrılıp uzaklaştıktan sonra (insan tabiatında) ona doğru meyil vardır. Fakat tekrar mala ulaştığında, bıraktığından başka bir tarzda olduğunu görürsün.

(Ayette geçen ticarete gelirsek) Sana göre kendisinden daha değer­li bir şeyi elde etmek üzere, kendisinden çıkmak istediğin her şey tica­rettir. Bu amaçla onunla çarşılarda dolaşır, zahirde ve bâtında bazen gider bazen gelir, bazen evlenir, bazen boşanırsın. Bozulmasından korktuğun ticaret bu demektir. Onun kötü gitmesinden korkar, altya­pısını hazırlar, araçlarını düzenler, bütün hazırlıklarını tamamlar, -tacir isenticaretini çoğaltmak üzere yolculuğa çıkarsın. Bu yolculuğun amacı, kendini acı bir azaptan kurtarıp kazanç ve büyük bir Hakk elde etmeni sağlamaktır.

(Ayette geçen meskenlere gelirsek) Mahal edinip yerleştiğin ve kendine harem kıldığın her yer, (ayette geçen) senin razı olduğun meskenin, kendisine varmak istediğin menzilindir. Allah Teâlâ güvenilir elçisiyle sana gönderdiği vahiyde şöyle der: Bütün bu zikredilenler ve zan gereği kendisine bağlandığın, kendisi değil de O’nun katından olduğunu bildiğin halde aradaki perde nedeniyle Hakkın davet ettiği zühde tercih ettiğin her iş (ayette geçen perdelerdir). Bilmelisin ki züht bir şeyde Hakkın yüzünü görmek demektir. Allah Teâlâ’nın zahit davranıp yüz çevirmeyi emrettiği işte senden talebinin onda O’nu bilmek oldu­ğunu bilmelisin. Hakkı kendisinde bildiğin bir şeyin hakikatini ve suretini seversin. Böyle bir durumda kendinden yüz çevirip kendini arzulamayı bir araya getirerek zahitlik yaptığın (küçümsediğin) o şey sana daha sevimli Hakk gelir. Çünkü el-Muti, el-Mani (veren, engelle­yen); ed-Darr, en-Nafı (zarar veren, fayda veren) Allah Teâlâ’dır. Bunun yanı sıra o şey, sana maksadına ulaşmanın önündeki perde ile kul ve mabud arasındaki örtüyü açıklayıcı olan peygamberden sevimli gelir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın seni kendisine ibadet etmen amacıyla yarattığını bilir, gördüğün ve yöneldiğin işe O’nu tercih edersin. Bu şey sana senin adına iki hayatı bir araya getiren Allah Teâlâ yolunda cihattan daha sevimli gelir. Artık ölümün tadını duymaz veya sınırlılığın hükmünü bilmez­sin. Bütün bunların ardından Allah Teâlâ’nın emri gelinceye kadar tehdit ve korkutma ifadesini bekleyiniz! O gelince iyiliği kötülükten, tadıyı acı­dan ayırırsınız.

Allah Teâlâ peygamberinin diliyle bu perdelerden Allah Teâlâ’ya kaçmayı ve Allah Teâlâ’dan gelen kitaplarda ve sahifelerde bulunan hususları düşünmeyi tavsiye etmiştir. Bununla birlikte ‘çadırlarda çekik gözlülerle kalmak’, ‘daha önce insanların ve cinlerin değmediği bakirelerle’ olmak için bıkkınlıktan rahata kavuşur; bu durumda o bilgiler içerisinde yeni marifetler elde edersin. O bilgileri hiç kimse betimleyemez, kimse onlara vakıf olamaz. Bunun nedeni onların en mukaddes ve en ulvi mertebeden gelmiş olmalarıdır. Bununla birlikte fikir ve tecelli idrak edileni ihata edememede eşittir ve bu yönden onlar benzerdir. Yine de aralarında belirli bir fark vardır. Çünkü fikir sahibi hükmünde itiraza açık olduğu kadar kuşkulara maruz kalması da mümkündür. Bunun yanı sıra dün itimat ettiği ve bağlandığı bir hükümden sonraki gün cayma ihtimali vardır. Arif için tecelli böyle değildir. O sürekli yenile­nen bir nimet içindedir. Yeniden yaratmayı müşahede eder ve ondan perdelenmiş değildir. Böyle biri haz almada dün ile bugünü birleştirir. Dolayısıyla ilahi bir suret nedeniyle mevcut bir lezzet içindedir. Bu müşahede ona bütün hazlardan uzaklaşmayı vermez. Çünkü onlar onun varlığı nedeniyle meydana gelmiş, müşahedesinde bir araya gel­mişlerdir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili' Yeryüzü bütün genişliğiyle onlara dar gelmiş, nefisleri de daralmış, Allah Teâlâ’dan başka sığınılacak kimse ol­madığını anlamışlardı/U9 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Bu, mecburi zikir ve sıkıntıdan çıkma zikridir.

Allah Teâlâ’nın arzı pek geniş

Kime dar ise bedbahttır o                        .

Darlığın sebebi hilaf

Sen O’nunla ol dönüş O’na                                       .  -

Duran ve O’na itiraz etmeyen Hakikati ellerinde bulur

Sorara tövbe etmek üzere O’na verir Bilgisinde ve ellerindeki her şeyi .

Varlığını fani kılınca

İki âlemde gayesi gelir kendisine

Cem’(birlik) halinde hakikat gelir ona Hükmü hükmünden olsun diyen

Âlemde her doğan çocuk                                                                         '

Bir yönden bizimle ilgili

Şeriata göre kardeş, sen onu kabul et

Keşif ile anne ve babadan                                                                        "

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Geride kalan üç kişi hakkında.. ,’120 Bir kişi olsaydı yeryüzü dar gelmeyecekti. Darlık ortakla beraber gerçekleşir ve bu nedenle Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Çünkü şirk koşmak kendine ait bir şey O’ndan almak (ve mülkünden) çıkarmak demektir. Bu nedenle müşrik Hakkı öfkelendirir. Öfke darlığa yol


açtığı için, müşrike dar bir mekân kazandırır, kendisi gibi müşriklerle beraber çarşılarda arkadaş olur. Demek ki yeryüzünün genişliği yeryü­zünde tek olan için geçerlidir. Buna mukabil yeryüzü üç kişi arasında ortak bir ölçüyle paylaşıldığında geniş alan daralır. Üçte ferdiyet (tek­lik) bulunmasaydı, hiç kuşkusuz, yok olurlardı. O halde onları kurta­ran şey, üçte bulunup ikiye eklenen tekliktir (ferdiyet). Onlar dört veya iki kişi olsalardı kurtulamazlardı ve Allah Teâlâ onların tövbesini kabul et­mezdi. Çünkü Allah Teâlâ tektir ve teki sever; üç de tektir. Binaenaleyh fer­diyet, onlarda Allah Teâlâ’nın tövbelerini kabul etmesini sağlayan muhabbeti geride bırakmıştır. Allah Teâlâ çifte merhamet ettiğinde, onun içerdiği birler vasıtasıyla merhamet eder. Bu sayede çift olan, tekleriyle bir olarak kalır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın rahmeti bire ulaşır. Bu itibarla Allah Teâlâ kulla­rına çift olarak merhamet etmemiş, ya ferdiyetteyken ve (mutlak birlik demek olan) ahadiyette merhamet etmiştir, bundan başka bir şey ola­maz! Ardından Allah Teâlâ dilediğini yapar.

Vakıadan söz etmekteyiz. Sayılar birleriyle çoğalmış ve çokluk or­taya çıkmıştır. Bu birler ortadan kalksaydı, âlemde çift veya sayı denen bir şey bulunmazdı. Bu nedenle bir veya iki şahısta tecelli kesinlikle tekrarlanmaz. Ayette üç dememiş olsaydı, üçün içindeki çift nedeniyle, genişlikte darlığın zevkini elde edemeyeceklerdi. Onlar rahmet nede­niyle tövbe ederek genişliği tadabilmişlerdir. Bunun nedeni üçte bulu­nan ve onun tek olmasını sağlayan birliktir. Üç ilk tek sayıdır ve ilk olmak ona aittir. Bu itibarla üç daha çok bire yakındır ve bu nedenle rahmet ona hızla ulaşır. Beş kişi olsalardı, birden daha uzak olacak, sayının içerdiği çift pekişmiş olacağı için daha darlık çekeceklerdi. Bu şekilde tek sayıların vardığı yere kadar böyle devam eder. Tek sayı cehennem ehlinin cehennem azabındaki müddetin çokluğunu izale eden şeydir. Onlar ferdiyette bulunan bütün çift sayıların sona erme­siyle varacakları yere ulaşırlar. Onların azapta kalış süreleri doksan sekiz dehirdir. Sonra er-Rahim ismi onların işini üstlenir. Onlar bed­bahtlık içinde doksan sekizden ikiye kadarki dehirlerde aradaki çift sayılar ölçüşünce kalırlar. Her tek sayıda kendisinden payı ve nasibi olan İtimseler için bir rahmet vardır ve o rahmete göre azaba ara veri­lir. Çift sayı mensuplarına gelirsek, onlarda azaba ara verilmez. Onlar

Allah Teâlâ’nın çift hakkında zikretmiş olduğu süreye kadar orda kalırlar. Bu süre ise doksan sekizdir.

Çiftten sonra gelen vitir, yani tek, önceki tek sayının öcünü alır, çünkü iki tek sayı arasında ortaya çıkan sayı onu çift yapmıştır. Mesela ilâ ile dört arasında ortaya çıkan üç ikinin çift yaptığı birin öcünü alır. Başka bir misal ise dört ile altı arasındaki beş sayısının dördün çift yaptığı üç sayısının öcünü almasıdır. Muhammedi şeriatın kendisiyle nazil olduğu Arapçada vitir, yani tek, intikam talebi demektir. Tüm fertler için bu durum böyledir ve böylece tek sayılar doksan dokuza ulaşır. Tekil sayılar burada Rahman isminde sınırlanınca, Allah Teâlâ en büyük ismiyle onu üstlenir, çünkü yüz, ism-i a’zam (en büyük isim) ile tamamlanarak cennetin derecelerini ve cehennemin derekelerini kuşa­tır. Tamamlayıcı ism-i a’zam, onu er-Rahman isminden devralmış ve üstlenmiştir. Öyleyse er-Rahman ismi hacibü’l-huccab, yani perdedarların perdedarıdır. İsm-i a’zam’m önünde itiraz edecek kimse bulun­maz. Bu nedenle yerleşenleri adına cennet ile cehennemin durumu genel rahmete varır. Allah Teâlâ’nın müşrikler hakkında söylediği ‘Biz onlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz121 ayeti onların arasından ferdiyet makamında bulunanlar arasında geçerlidir. ‘Çift olmak’ makamında bulunurken bu sözü söyleyen biri ise taptığıyla çift yaptığı Bir ile o çifti yönelişi esnasında tek yapan bir arasında münha­sır kaldığı için onu söylemiştir. Böyle bir çift yüzünü hangi yönden bir’e çevirse, sadece biri görür. Ardından kendine bakar ve mutlak birliğini görür ve ‘Biz onlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz122 der. Bu söz, ister çift ister tek (makamında bulun­sun), her müşrikin Allah Teâlâ’ya koştuğu ortak için söylenmiş bir sözdür.

‘Kuşkusuz Allah Teâlâ Mesih’tir123 veya‘Ben sizin adınıza kendimden başka ilah tanımıyorum124 diyenlere gelirsek, bu sözleri söyleyenler zahirde müşrik değillerdi. Onların şirke düşmesinin sebebi isimdir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine ‘De ki, onları isimlendirin125 buyurur. Çünkü onlar taptıklarını isimlendirdiklerinde bu isimle isimlenenin kim olduğunu anlayacaklardı. Bu itibarla onlar ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ Mesih’tir126 demişler­dir. Hâlbuki Mesih Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri değildir, çünkü böyle bir isim Allah Teâlâ olduğu iddia edilmezden önce Hz. İsa’nın adıydı. Binaena­leyh bu sözü söyleyenler isim nedeniyle müşrik olmuşlardı. Firavun ise sözüyle akidesi çeliştiği için müşrikti. Böylece onlar müşrik olmuşlardı.

Bu zikir sahibine öyle garip bir sırrı daha öğretir ki o sır doruklar­da gizlenmiş, satır aralarına ve içlerine yazılmış bir sırdır: Allah Teâlâ onları ‘geride kalanlar’ diye isimlendirmiştir. Bu itibarla ayrılan herkesin aile­deki vekili ve geride bıraktığı Allah Teâlâ’dır; kişinin Allah Teâlâ’yı halife yapıp yapmaması durumu değiştirmez. Öyleyse ailesinde onun yerini alan herkes, kendi vekili değil, Allah Teâlâ’nın vekilidir. Savaşa katılmayan üç kişiyi ez-Zahir ismi geride bırakmamıştı, çünkü şeriat onları savaşa davet etmiş, fakat Allah Teâlâ onları yerlerine çakılı olarak bırakmıştır. Bir kısmı­nın savaşa katılmasını Allah Teâlâ nahoş bulmuş ve evlerinde bırakmış, bir kısmını kerih görmeksizin yerlerinde bırakmıştır. Geri kalmakla onlar ailelerinde Hakkın yerini almış, Allah Teâlâ ise onların evlerinden çıkmalarını nahoş bularak el-Bâtın ismiyle ailelerinde onları kendi halifesi kılmış, böylece yaşanan hadiseler yaşanmıştı. Bunun ardından Allah Teâlâ onların tövbelerini kabul etmiş, tövbeleri derece derece olmuştu. Bir kısmı mazeretinde yalan söylemiş, fakat kerem-i ilahi onun mazeretini kabul etmiştir. Bir kısmı doğru söylemiş, fakat dünya hayatında bulunduğu için Allah Teâlâ ona burada doğruluğun acılığını tattırmış, bu sayede pey­gambere uyan ile topukları üzerine geri dönen arasındaki farkı öğre­nilmiştir, çünkü dünya hayatı imtihan yeridir. Allah Teâlâ ise hepsine mer­hamet etmiş, rahmetiyle hepsine dönmüştür (tövbelerini kabul etmiş­tir). Fakat burada da derecelenme gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ böyle yapmış ve bize bunu bildirmiştir ki, kullarına karşı biz de ilahi ahlaka uygun şekilde davranalım! Kim doğru söylerse, onun doğru söylediğini kabul etmeliyiz; kim bize yalan söylerse, yalanını açığa çıkartmayız ve yala­nından dolayı ona öfkelenmek yerine sözünü kabul ettiğimizi izhar ederiz. Çünkü onun sözü bir varlıktır ve biz onu kabul ettik; sözün gösterdiği şey ise yokluktur ve yokluğu kabul edecek kimse bulamadık. Bu nedenle yalancı beraat-i zimmet üzere kaldı. Çünkü madum (yok) tartışılabilecek bir şey değildir.

Bir insan bu zikri düstur edinmişken bu ahlaka sahip değilse, Allah Teâlâ’yı bu zikirle zikretmemiş demektir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili'Kalplerinden korku gidince, rabbiniz ne buyurdu derler; onlar da, Hakk olanı buyurdu derler; O Alî ve Kebîr'di/127 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Halinde baygın düşenin cezası

Kendini bayıltanı bilmemektir

Halinde sabit kalabilseydi                      .                     .

Tahkik ettiği âlemi anlamazdı

O vahyinin sınırladığadır

O kendini sınırlayanı mutlaklaştırandır

Ondan gelen sır ne kadar nurlu

Kalbe gelen nur ne kadar aydınlık

O kendi miktarı üzere muhkem

Kimse benzerinden onu bilemez

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki: Melekler nuranî ruhlar ve kanadı varlıklardır. Allah Teâlâ özel bir şekilde vahyi dile getirip kulakları vahye iliştiğinde -ki taş üzerine vuran yağ­mur sesine benzer bir ses çıkarırmelekler huşuyla o benzetme karşı­sında kanadarını çırpar ve bayılırlar. Allah Teâlâ onların kalplerinden korku­yu alana kadar baygın bir halde kalırlar. Korkunun kalplerinden gitme­si, onların ayılması anlamına gelir. Ardından birbirlerine ‘ne diyor’ diye sorarlar. Bir kısmı ‘Rabbiniz’ diyerek kelamının zatının aynı oldu­ğuna işaret eder. Bu sözü söyleyenler için bazı melekler şöyle der: ‘Hakk’, yani hakkı söylemektedir. ‘O el-Alî ve el-Kebîr'dir.’ Yani böyle bir teşbihe muhatap olmayacak kadar Müteal’dir.

Duymakla geldik varlığa

Duyma bizden ve bizde                          .


Kalp vahyediletıi çevirdi Gizli sırlı bir ilaca

Bu ondan değildi Anlayarak yağ çıkardı

Dinleyen herkes böyle Bütün müminler de

Kendini aslana çevirince Ben orman oldum

Kalbimden başkası sığdıramadı Kesin olarak böyle geldi

Bize gelen her suret

Bize selam verdi, selam verdik biz de

Ben onda izhar ettim Apaçık bir aydınlığı

O gerçekte Müstağni Hiçbir âleme yok ihtiyacı

Nefsimi gördüğünde Sağlam bir şey görmüş olurum

Başkasının adıyla görülmez                                                  .

Bakan insanların gözlerinde

Meleklerin kalpleri olduğunu veya kalplerinin mahiyetini bilenler, Allah Teâlâ’nın onları bayıltan vahiyde kendilerine uygun bir vahyi duyurdu­ğunu anlar. ‘O her gün bir iştedir’128, ‘Allah Teâlâ geceyi ve gündüzü değişti­rir.’129 Allah kimin kalbinden korkuyu alırsa, o kişi suretteki başkalaş­mayı ve Hakkın suretlerde halden Hakk girişini görür. Böyle bir insan bütün âlemin her nefeste başkalaştığını ve değiştiğini, bunun nedeni­nin de Hakkın kendilerinde bulunduğu şe’nler (işler) olduğunu anlar. Allah Teâlâ gece ve gündüz, kalbi halden Hakk sokandır. Bunun yanı sıra göğe vahyettikleriyle göğü, içinde takdir ettikleriyle yeryüzünü, ikisi­nin arasında bulunanlarda ise onlara ve bize indirdikleriyle değiştirir. Allah Teâlâ her nerede olursak olalım bizimledir. Biz de, Hakk halden Hakk girdiği için, halden Hakk gireriz, değiştiği için değişiriz. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi ed-Dehr’dir. Allah Teâlâ müstağni olduğu için biz de O’ndan dolayı müstağni oluruz. Bazı meleklerin Allah Teâlâ’yı bilmede diğer­lerinden üstün olduğunu biliriz. Kur’an-ı Kerim’de meleklerin birbirle­rine ‘Rabbiniz ne dedi?’ diye sordukları zikredilir. Meleklerdeki bu derecelenme ‘Her birimizin bir makamı vardır130 ayetinde belirtilir Ki kastedilen Allah Teâlâ’yı bilmek hakkındaki makamlardır. Onların birbirilerini itham etmeden birbirlerini tasdik etmeleri ve sahip oldukları Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi diğerlerine aktarmalarına gelirsek, bu durum ‘Hakk, dediler131 ayetinden anlaşılır. Onlar bu sözü doğrudan söylemiş, kendi­sine soru sorulan melek ‘Rabbiniz’ dediğinde tartışmaya girmemişler­dir. Onların makamı ‘O’nun benzeri bir şey yoktur132 olmuştur. Böylece melekler Allah Teâlâ’yı hüviyetinde görmüşlerdir; ilahi hüviyet tecelli ederken Hakk’tan gayb kalan yöndür. Başka bir ifadeyle hüviyet tecelli eden suretin ruhudur. Melekler hüviyete, yani ‘O'nun benzeri bir şey yoktur’ diye tavsif edilen ilahi hüviyete kayıt ve sınır altına girmeyecek kadar yüce ve büyük olmayı izafe etmişlerdir. Böylece melekler, keşfin bize verdiği bilgiye göre ise bizzat Allah Teâlâ ‘Rabbiniz ne dedi, dediler ki, Hakk133 demişlerdir. Burada meleklerin sözü bitmiştir. Bize buyurduğu üzere, el-Alî ve el-Kebîr olan Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri bir şey yoktur134 demiş, meleklerin sözünde geride kalan ifadeyi başa almış, ‘O duyan ve gören­dir135 derken de meleklerin sözlerinde önce gelen ifadeyi sona bırak­mıştır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın meleklere hitabının sonu bizim başlangı­cımız iken bize hitabıyla meleklerin kendisi hakkındaki sözlerinden aktardığı bilgi bizim nihayetimiz olmuştur.

Dedik, onların sözü gibi

Bizimki onlarda da var

Hakkın kelamını düşünün!                   '

Apaçık bir halde bulursunuz onu

Onunla bizi mesrur etti Hakk o kelamla bizi yüceltti

Onu bilmezsen sen Ona iman eden olmalısın

Onu bilmediğinde Bizi bilmiş olursun

Allah Teâlâ kendisini bilmekten acizlikte bizi ve melekleri ortak kılınca, ilahi surette (yaratılmış) olmamız nedeniyle onlara nazaran daha çok imkânımız oldu. Sonra, ahiret yaratılışında zahirimizde ortaya çıkan suretler nedeniyle zahirde de onlara katıldık. Dünyada ise bu suretler bâtınımızda ortaya çıkar. Binaenaleyh ahiret hayatında onların yaratılı­şına göre var oluruz; hâlbuki melekler için ahiret yoktur, çünkü onlar ölüp diriltilmezler, sadece bayılır ve ayılırlar! Bayılma ve ayılma dünya ve ahirette mümkünün icmali tecellideki sürekli durumudur; melekler­de icmal bize göre müteşabihe benzer. Bu nedenle vahyi taş üzerine düşen yağmur gibi duyarlar. Ayılma esnasında bizdeki muhkem ayetle­rin karşılığı olan tafsil gerçekleşir. Demek ki bizde ve meleklerde (vah­yi duyma ve tecelli anlamındaki) iş müteşabih ayeder ile muhkem ayeder arasında gider gelir, sınanma ve imtihan icmal ve müteşabih nedeniyle iki topluluğu kapsar. Bunlar Mele-i a’lâ ile Mele-i enzeldir (yukarı ve aşağı topluluk).

Bu zikir böyle bir bilgi meydana getirir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

Menzili 'Allah Teâlâ’ya ve peygamberine size hayat verecek bir işe çağırdıklarında icabet ediniz'136 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Çağrıldığında icabet et, çünkü seni çağıran Allah Teâlâ

Allah Teâlâ seni sana vermek için çağırmakta

Sen zenginsin, verilenden ihsan et!

Hakka muvafık olanı;'Rahman tilavet eder sana

Hakka aykırı her şeyi at bir yana bâtını yorumda

Çünkü fikir sana nida etmekte

Sakın deme ‘rabbimden değil’ ve atma :

İşin gerçeğini bilen getirir sana onu

Sen onu al, ölçüye vur, öğreneceksin!

Çünkü onun varlığındaki her şey sende                      ,

Bilmediğin bir şeyi atma bir yana

Yada sana uymayan hitabı reddetme

Allah Teâlâ bir grup hakkında mekr sahibidir

Manalar hakkında iyi düşün

Deme ki ‘bu akıl terazisine girmez’ .

Sen O’na uy, mükâfatını verir . . •

Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile bize ve sana yardım etsin, bilmelisin Ki: Kur’an-ıKerim’de Allah Teâlâ’nın ve Peygamber’in birlikte zikredilmesi ne­deniyle, insan-ı kâmil’in ilahi surete göre yaratılmış olduğunu yukarı­daki ayetten daha çok belirten bir delil yoktur. Allah Teâlâ müminlere hitap ederken Allah Teâlâ’nın ve peygamberin davetine uymalarını emretmiş, pey­gamber de Allah Teâlâ ile birlikte zikredilmiştir. Allah Teâlâ ve O’nun peygamberi bize hayat verecek bir hususa bizi davet eder ve biz de davet ettiklerin­de her halükarda O’na icabet ederiz, çünkü biz aıjcak O’ndan meydana


gelen bir halde bulunuruz ve bunun için davet ettiğinde Allah Teâlâ’ya icabe­timiz şarttır. Çünkü bizi hallerimize yerleştiren Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın dave­tiyle peygamberin daveti arasında ayrım yapılmıştır. Bunun amacı peygamberin kendisine göre yaratıldığı Hakkın suretini öğrenmemizi sağlamaktır. Her iki durumda da bizi davet eden Allah Teâlâ’dır, çünkü bizi Kur’an ile davet ettiğinde peygamber sadece tebliğci ve tercüman; davet ise Allah Teâlâ’nın davetidir. Biz de O’na icabet ederken O’nun pey­gamberini dinlemiş oluruz. Allah Teâlâ bizi Kur'an’ın dışında bir şeyle davet ettiğinde ise davet peygamberin davetidir ve biz peygamberin davetine uymuş oluruz. Bizim icabetimiz yönünden her iki davet arasında bir fark yokken davetçinin farklı olması nedeniyle her davet ötekinden ayrılır. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi bir hadiste şöyle der: ‘İçinizden biri koltuğuna uzanmışken, benden kendisine bir söz geldiğinde zinhar ‘Bana Kur'an'dan okuyun’ demesin. Çünkü benim sözüm Allah Teâlâ’ya ye­min olsun ki Kur’an gibidir ve onda bulunanları ve fazlasını içerir.’ ‘Fazlası’ demek Ebu Yezid el-Bestamî’nin ‘Benim tutuşum daha şiddet­lidir’ sözüne benzer. Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamını ister O’ndan ister pey­gamberden dinleyelim, her durumda O’nun kelamıdır. Allah Teâlâ kulunun diliyle peygamberinin tebliğ ettiğini söylediğinde ise -Ki peygamber arzusundan konuşmaz-, bu durumda peygamberin sözleri hiç kuşkusuz daha çoktur. Çünkü biz peygamberi çokluktan duyarız. Bu itibarla kelam peygamberden geldiğinde aramızdaki benzerlik nedeniyle kulak­larımıza daha münasip iken Allah Teâlâ’dan olduğunda hakikatlerimize daha yakındır; çünkü Allah Teâlâ bize peygamberden, hatta bize bizden yakındır. Çünkü Allah Teâlâ bize şah damarından daha yakındır. Peygamberin bize yakınlığının en ileri derecesi aramızda üçüncü bir şahsın bulunmayaca­ğı şekildeki mekân yakınlığıdır. Böylece peygamberde yakınlık (ve uzaklık) mekân itibarıyla ortaya çıkarken, tebliğ ettiği vahiyde mertebe ve değer halamından ortaya çıkar. Allah Teâlâ’dan ise mertebe halamından farklılaşırız, çünkü Allah Teâlâ bize bizden yakındır. Bir şeye kendinden daha yakın kimse olamaz! Binaenaleyh bu yakınlık, iman edeceğimiz fakat bilemeyeceğimiz ve hatta müşahede edemeyeceğimiz bir yakınlıktır. Müşahede edebilseydik, bilirdik.

Allah Teâlâ bizi davet ettiğinde, zorunlu bir şekilde O’nun vasıtasıyla davete icabet ederiz. Aramızdaki peygamberin diliyle davet ettiğinde ise -onun vasıtasıyla değilAllah Teâlâ vasıtasıyla peygambere icabet ederiz. Öyleyse biz her iki davette de Allah Teâlâ ile beraberiz. Başka bir ifadeyle hem Allah Teâlâ’ya ve hem de peygamberine Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla icabet ederiz. Bu itibarla davet edilen kimin vasıtasıyla davet edildiğini iyi inceleme­lidir. İnsan davette sahip olduğuna ilave ‘ilmi hayat’ bulur ve bizzat davette o hayatı yaşarsa, Allah Teâlâ’nın veya peygamberin davet ettiği kimse­nin bu davete icabeti vaciptir. Çünkü Allah Teâlâ hayat veren bir işe davet ettiğinde, davete icabeti emretmiştir; zaten Allah Teâlâ ve peygamberi insanı ! ona hayat verecek bir işe davet ederler. İnsan sahip olduğuna ilave ve yabancı hayatın tadını bulmazsa davetçiyi tanımamıştır ve bu nedenle icabet etme zorunluluğu ortaya çıkmamıştır. Bizden istenilen ise ken­disiyle hayat bulacağımız şeyin gerçekleşmesidir. Bu nedenle ‘duyduk ve itaat ettik’. Öyleyse davet edilen, icabetin varlık sebebi olan bu tesiri hissetmiş olmalıdır. Bu nitelikteki biri davete icabet ettiğinde, dinledi­ği vahiyde kalbinin kendisini yaşayacağı başka bir hayat bulur. Duy­muş olduğu vahiy amel etmesini gerektirir ve o da buna uyarsa, üçün­cü bir hayat ortaya çıkar. Demek ki kul Allah Teâlâ’nın ve peygamberin dave­tini duymadığında nasıl bir nimetten mahrum kalacağına bakmalıdır!

Varlık bütünüyle Allah Teâlâ’nın kelimeleriyken bütün varidat (gelen elçi­ler) O’ndan gelen elçilerdir. Allah Teâlâ’yı bilen arifler varlığı böyle görür. Onlara göre konuşan herkes Allah Teâlâ iken her söz ilahi bilgidir; sözün tarzı ise dinlemede ortaya çıkar. Bazı sözler dini bakımdan emre uy­mak anlamı taşırken bazı sözler sınama amaçlı olabilir. Öyleyse geride kalan, derecelenmenin sebebi olacak anlayıştır. Şekilci âlimler Allah Teâlâ’nın kelamını kendisine ‘Furkan’ ve ‘Kur'an’ denilen belirli kelam ile ve (elçiyi de) Muhammed denilen belirli bir peygamberle sınırlı kılmışken arifler duymayı bütün sözlere yaymış, Kur'an’ı ‘fiırkan’ olarak değil, Kur’an olarak dinlemiş, er-Resul ifadesindeki belirlilik takısını cins ve kapsam anlamında yorumlamış, bir peygamberle sınırlamamışlardır. Bu itibarla âlemdeki her davetçi gerçekte Allah Teâlâ’dan gelen bir peygam­berdir. Bununla birlikte davetçiler zahirde birbiriyle ayrışırlar. Allah Teâlâ’dan en çok uzaklaştırılmış kişi olan İblis’in durumuna bakınız! Ya da ondan sonra sihirbazların durumuna bakınız! Allah Teâlâ onların ‘elçilik’ yaptıklarına şahitlik etmiş ve ‘Onlar Allah Teâlâ’nın izni olmadıkça kimseye za­rar vermezler137 buyurmuştur. Peygamberliğin manası da böyle bir hükme sahip olmaktır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın iznine sahip olmak­tır. Allah Teâlâ elçiliğini tespit etmek üzere İblis’e ‘Git! onlardan sana tabi olanların cezası cehennem olacaktır’lSs demiştir. Ardından bize onun elçilik görevini bildirerek şöyle demiştir: ‘Onlardan gücün yettiği kimse­leri sesinle ayart, onları kendine çek, onların mal ve evlatlarına ortak ol, onlara vaatte bulun.’139 Bütün bu haller kendilerine kılıç kullanma yetki­si verilen kâmil peygamberlerin getirmiş oldukları hususlardır. Binae­naleyh arif şeytanın elçiliğini anlamakla saadete ulaşır ve onu nasıl karşılayacağını bilirken başkaları bu elçilik nedeniyle bedbaht olur; onlar böyle bir marifetten yoksun kalanlardır. Bütün müminler ve arifler ise peygamberlerin elçiliğini anlayarak saadete ulaşırlar. Bu elçi­likte belirtilenleri yapan kişi ise sözde iman edip davranışları ve sözüyle günahkâr olanlardan mutludur.

Alemde yer değiştiren her hareketli -her kim olursa olsunilahi bir peygamberdir, çünkü her zerre O’nun izniyle hareket eder. Arif hare­ket ederken her zerrenin getirdiği bilgiye bakar ve sahip olmadığı bil­giyi ondan kazanır. Bununla birlikte ariflerin elçilerden aldıkları bilgi­ler elçilerin değişmesine göre değişir. Bu itibarla delil sahibi olan pey­gamberlerden bilgi almalarıyla, kendileri farkında değilken ilahi izinle gelen elçilerden bilgi almaları bir değildir. Onlarm içinden bazıları şuurludur ve davet ettiği şeyi bilir. Misal olarak arkadaşına ‘kâfir ol’ diyen İblis’i verebiliriz. Arif bu sözü ondan ilahi bir ifade olarak alıp Hakkın kendisine emretmiş olduğu ‘gizlenme (küfür kelimesinin ikinci anlamı; örtmek, gizlemek)’ ve ‘örtünme’ anlamında yorumlayarak onu örter. Bu durumda Allah Teâlâ’dan kovulan şeytan elçi, O’ndan gelen bir uyarıcıya dönerken arif de kendini örtmekle saadete erer. Bu gizlenme kendisine vahyedilen şeytanın maksadı değildi. Arif olmayan kişi ise kendine ‘kâfir ol’ diyen şeytanın sözüne uyarak kâfir olur. Kâfir oldu­ğunda, bu kez şeytan ona ‘ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ der. Allah Teâlâ yükümlülük diyarında şeytanın âlemle­rin rabbinden korktuğuna ve kendisine inandığına şahidik etmiştir. Bu iki kişinin akıbeti kalıcı olmak üzere cehennemde kalmaktır, çünkü orası her ikisinin de yeridir. Şeytan ateşten yaratılmışken öteki insan ateş için yaratılmıştır. Bununla birlikte insanda da ateş unsuru bulu­nur. Böylece şeytan ve (ona uyan) arkadaşı, ehli olmak üzere ateşe yerleşir ve Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre cezalarını çekmek üzere azap gö­rürler.

Arife göre bütün âlem Allah Teâlâ’dan gelen bir elçi ve peygamberdir. O ve elçiliği, yani bütün âlem, arif için bir rahmettir, çünkü peygamber­ler rahmet olarak gönderilmiştir. Bela vesilesi olarak gönderilmiş olsa­lardı, yine de belanın içinde de ilahi rahmet bulunurdu, çünkü ilahi rahmet her şeyi kuşatmıştır ve ilahi rahmette bulunmayacak hiçbir şey yoktur. ‘Kuşkusuz senin rabbin mağfireti geniş olandır.’140 Sen de genişi daraltmamalışın, çünkü geniş daraltmaya elverişli değildir. Bir bedevi şöyle demiş: ‘Rabbim! Bana ve Muhammed'e rahmet eyle, bizimle birlikte bir başkasına değil!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözü duyunca şöyle demiş: ‘Sen geniş bir şeyi sınırladın.’ Yani sözün ve talebinle genişi daralttın. Arife göre böyle bir ifade de Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve onu özel rahmet içerisinde değerlendirir. Allah Teâlâ bedevideki bu sınırlı rahmet vasıtasıyla o sözü söyleyen kişiyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem arasında bir müna­sebet ve ilişki yaratır. Buna mukabil Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kendisiyle başkalarına da merhamet edeceği (genel) rahmete bedeviyi ortak kıl­mıştır. Hâlbuki başkalarının bu özel münasebetten nasibi yokken pey­gamberin ümmetinin her bir ferdiyle arasında münasebeti vardır. Ümmet bu münasebet nedeniyle kendisine iman etmiştir. Başka bir ifadeyle peygamber ümmetinden her birisiyle o müminin belirleyeceği üzere özel bir münasebet içindedir. Çünkü peygambere tabi olan her­kesin gerçekte bir menzili vardır ve o menzil sayesinde peygamber katında başkalarından ayrışır.

Bu zikir hakkındaki açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ .

Menzili'Duyan kimseler icabet edebilir'141 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Ben kalbime karşı kıskancım, isterim ki Hiçbir yaratılmış sıkıntı vermesin ona

Çünkü öyle bir kalbimiz var ki kendinden geçer Tenzih ve suretlerdeki her bir halde

Kalbimden Hakkın nidasını işitince

Başka bir hüküm veren olmadan icabet ederim O’na

‘Nedir bu?’ dedim, ‘Haktır’, dedi, dedim ki:

‘Ne istiyor?’ ‘Sakınmaktan sakın’, dedi

Hoş bir hayat yaşadım yaşadıkça Ne afetten ne zarardan korktum artık!

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ bize bu zikri Endülüs’ün İşbiliyye şehrinde 586 senesinde kullanma imkânı ihsan etti. Üç gün bu zikri yaptık ve o günlerde zik­rin bereketlerini gördük. Kâtipleri ise üç kişiydi: Ben, Abdullah enNezhunî -ki salih, güvenilir, anlayışlı bir kulduve o şehirden üçüncü bir şahıs vardı.

Allah Teâlâ icabetin illetini duymak kılmıştır. Duymadığı halde, duydu­ğunu söyleyenin icabet etmesi söz konusu değildir. Allah Teâlâ böyle insan­lardan olmamızı yasaklamaky babından bize şöyle der: ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler gibi olmayınız.’142 Bu zikirde ‘duyma’, idrak ettiği­ni anlamak demektir, icabet eden de bu vahyi aktarandan -ki vahyi aktaran, arzusundan konuşmayan peygamberdirdinler, duyduğunu öğrenince bilgisine göre davranır. Çünkü bilgi zorunlu olarak hüküm sahibi ve hükmünü uygulamada da zorlayıcıdır. Böyle olmayan bilgi, bilgi değildir. Binaenaleyh günah işlediğinde cezalandırılacağını bilen biri kesinlikle Allah Teâlâ’ya asi olmaz. Bu nedenle amelin ilahi hükümde


günah olduğunu bilmek şarttır ve bu da müminin payıdır. Bu bağlam­da iki insandan söz edebiliriz: Birincisi tövbe etmeksizin ölen bir gü­nahkâra cezanın uygulanacağını söylerken (mutezile) öteki kişi tövbe etmeksizin ölen günahkâra cezanın zorunlu olarak uygulanmayacağını söyler (Eş’ari). Ona göre böyle birinin durumu Allah Teâlâ’ya kalmıştır; diler­se bağışlar, dilerse cezalandırır! Burada üçüncü bir kişi yoktur. Bunun­la birlikte her ikisi de ölmediği sürece canlı bir şahsın cezalandırılaca­ğından habersizdir. Çünkü tehdidin uygulanacağını söyleyen kişi, töv­be etmeden ölen hakkında bu görüşü ileri sürmüştür. Böyle biri, öl­mediği sürece, tövbe edebileceği umulan kişidir ve dolayısıyla günah nedeniyle cezalandırmanın olup olmayacağı bilinmez. Çünkü tövbe ederek mi veya etmeden mi öleceğini bilmez. Tehdidin uygulanacağını kabul etmeyen ise Allah Teâlâ’nın iradesinde neyin bulunduğunu bilemez. Binaenaleyh sadece cezalandırma hakkında bilgisi olmayan (mümin) asi olabilir. Bazı insanlara ise kader gerçekleşmezden önce gösterilir. Böyle biri neyin lehinde ve neyin aleyhinde olduğunu bilir. Bu hal ve makama sahip birisi Allah Teâlâ’nın geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı biri olduğu gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’nın kendisine söylemiş olduğu ‘Dilediğini yap! Seni bağışladım’ sözünü iman ederek ve müşahedeyle duyanlardandır. Bu ifade dince sabittir.

Burada dikkatle düşünenin bulabileceği bir sır vardır, şöyle ki: Bilgisi olmayan kişi gerçekte Allah Teâlâ’ya asi olmamıştır, çünkü sadece mu­bah bir işi yapmıştır. İkincisi de günahları bağışlanandır. Mağfiret onun günahını geçmiş, dolayısıyla kişi günahını ona denk büyük bir hayırla silinmiş olarak görür. Her durumda yaptığı işe günah denilse de günahın hükmü kendine işlemez. Burada dikkate alınan husus, hükmün günahı yapana işleyip işlememesidir. Demek ki cezalandırıla­cağını bilen biri günah işlemez. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bizi kendisine ibadet edelim diye yarattı. Biz de O’nun sözünü duyduk, sözünü du­yunca da kendisine icabet ettik. Allah Teâlâ bizim bu durumumuzu ayette zikrederken, süratle gerçekleşme anlamı taşıyan ‘istifal’ kalıbını kul­lanmıştır (isticabet).

Bu zikirde Allah Teâlâ’nın rahmetinin bütün yaratıklarını kaplamasının (bilgisi) bulunur. Allah Teâlâ sadece duyanların icabet edebileceğini bildir­miştir. Bu itibarla ilahi davetin ulaşmaması nedeniyle mazur olan kişi gibi duymayan da mazurdur. Onun hükmü Allah Teâlâ’nın kendisine pey­gamber göndermemiş olduğu kimselerin hükmüyle birdir. Bu durum ‘Biz peygamber gönderinceye kadar azap etmeyiz143 ayetinde belirtilir. Bir peygamber davetini ulaştırmadığı sürece, gönderildiği kimseler üzerinde ‘resul’ değildir. Davetin ulaştırıldığı kişi peygamberin sözünü duyduğunda ona icabet eder; daha doğrusu peygamberin tebliği hak­kında Allah Teâlâ’nın bildirdiği üzere icabet şarttır. Peygamberin davetine icabet etmeyenleri gördüğümüzde, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle, o kişinin duymamış olduğunu anladık. Allah Teâlâ o kişi için peygamberleri bir araya toplayıp kendilerine ‘size nasıl karşılık verildi’ diye soracağı gün delil ve mazeret ortaya koymuştur. Peygamberler bu soruya ‘bilgimiz yok, Sen bilinmezleri en iyi bilensin’ diye cevap verecektir. Onların bu söz­lerinden davete icabeti bilmenin gaybın bilgisinden kaynaklandığını öğrendik. Aynı zamanda da duymanın da gayba (dayandığını) öğren­dik. Binaenaleyh davete kimin icabet edeceğini sadece hüviyeti gayb olan bilebilir ki, O da Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ kulları adına mazeret ortaya koyarken nefsinde onlara merhamet eder. Bu itibarla insanların bir kısmına sözünü duyurarak merhamet etmiş, onlar rablerinin davetine süratle icabet etmiş, O’nun kuluyla arasında ikiye böldüğü namazı dosdoğru kılmışlardır. Davetine icabet etmeyenler için de Allah Teâlâ ‘duy­mamışlar’ diyerek mazeret belirtmiştir. Bu durum davet edilen konu­nun aksine kullardan kimsenin karşı koyamayacağı ulûhetin gereği olan ilahi gayretin tezahürüdür. Allah Teâlâ onların duyup icabet etmeyecek­lerini söyleseydi, onları insanların gözlerinde yüceltmiş, kendisine karşı koyma makamına, daha doğrusu onların hakkında ortaya çıkan ezeli bilgiye karşı koyma makamına yerleştirmiş olurdu. Bu nedenle Allah Teâlâ onlar hakkındaki bilgisini ‘Duymadıkları halde ‘duyduk’ diyenler gibi olmayın144 diyerek gizlemiştir. Bunun anlamı şudur: Allah Teâlâ dileseydi onlara duyururdu. Allah Teâlâ ‘duyduk’ sözlerinde onları yalancı çıkarıp şöyle demiştir: ‘Sadece duyanlar icabet eder.’145 Duymuş olsalardı, sürat­le icabet edeceklerdi. Çünkü Allah Teâlâ herhangi bir yaratılmışın kendisine karşı koyamayacağı kadar güçlü ve yücedir!

Allah Teâlâ duymuş olan Hıristiyanlar hakkında şöyle der: ‘Onlar pey­gambere indirileni duyduklarında...’146 O Hıristiyanlar peygambere indi­rileni duymuş, Allah Teâlâ da kendilerini duymuş olmakla nitelemiş, sonra duymanın neticesinde kendilerinden meydana gelen davranışı zikrede­rek şöyle buyurmuştur: ‘Onların gözlerinin aşina oldukları hakikat nede­niyle yaşlandığını görürsün.’147 Allah Teâlâ onların iman ettiklerini bildirmiş, ayetlerde zikredilen hususlara iman etmelerine karşılık onları ödüllen­direceğini belirtmiştir. Demek ki, icabet etmeyen birisinin duymuş olduğunu iddia ederek, Allah Teâlâ’nın icabet etmeyenler hakkında verdiği haberle ters düşmemelisin. Allah Teâlâ davete icabet etmeyenlerde sağırlık bulunduğunu bildirmiş, onların ‘Kulaklarımızda ağırlık var5 dediklerini aktarmıştır. ‘Kulaklarımızda ağırlık var’ ifadesiyle Allah Teâlâ’nın onlar için buyurduğu ‘Sağırdırlar, duymazlar, geri dönmezler’ ifadesi aynı an­lamdadır. Çünkü onlar kulaklarının duyduğu sözü anlamamıştır, du­yanlar ise sadece bir çağrı ve ‘ey falan!’ şeklindeki bir nida duymuş, ' daha fazlasını duymamışlardır. Demek ki kendileri farkında değilken Allah Teâlâ’nın kullarına yönelik rahmeti çok büyüktür! Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği hakkında tartışan bir grup görmüştüm. Onlara göre rahmet belirli bir gruba mahsustu. Söz konusu insanlar Allah Teâlâ’nın genişletmiş olduğu bir şeyi daraltıp sınırlıyorlardı. Allah Teâlâ yarattıklarından herhangi birisine merhamet etmeyecek olsaydı, hiç kuşkusuz, rahmeti o sözü söyleyenden uzak olurdu, fakat Allah Teâlâ rahmetinin kapsayıcılığında ısrar eder. Bir kısmımız onu zorunluluk yoluyla elde eder -ki onlar takva sahibi, zekât veren ve peygambere uyan müminlerdir-, bir kısmımız ise ilahi ihsan ve cömerdikten elde ederiz.

VAllah Teâlâi! Ben Allah Teâlâ’nın kullarından intikam alınmasını ve onların ce­zalandırılmasını sevenlerden değilim. Bundan dolayı da Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Allah Teâlâ beni rahmet olarak yaratmış, hakkında ‘Seni âlemlere rah­met olarak gönderdik148 denilen peygamberin rahmetinin vârisi kılmış­tır; o rahmette mümin ile mümin olmayan ayrılmamıştır. Nitekim bu durumu ehl-i kitap hakkında cizyenin tespitinde görebilirsin. Ayetin indirilmesinin sebebi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Ra’l, Zekvan ve Useyye gibi müşrik kabilelere bedduasıydı. Allah Teâlâ bağışlamayacağını bildirdiği bir müşrik hakkında peygamberini uyarmışken -mümin olmasa bilemüş­rik olmayan biri hakkındaki durum nasıl olabilir? ‘Rabbim! Bilgimi ar­tır’’149 ayetini okurken anlayış gözünü açmalısın. Anlayışını arttıracak olan Allah Teâlâ’dır. Ayeti her okuduğunda, daha öncesinde sahip olmadığın bir bilgi kazanırsın. Düşünüp ibret aldıkça yine bilgin artar.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BEŞ YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Azıklarım, azığın en hayırlısı takvadır, ey akıl sa­hipleri, Ben'den korkun'150 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Ey akıl sahipleri! Allah Teâlâ’dan korkun Bilenlerinin helak olduğu bilgilerden

Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünme, bilinemez O Kapının ardından gördüğüne sarıl sen

Kendisiyle ortaya çıkan özellik ve sıfatlarla Onlar zatın perdesi ve perdenin ta kendisi

Fikri kabul eden bilemez hiçbir zaman Onlara ancak derin akılla ulaşılacağını

O’nu bildiğini ileri süren kişi Derin düşüncesinde sürekli hayrettedir

Allah Teâlâ bizi ve seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki; bu ifadenin bir benzeri ‘Takva elbisesi hayırlı olan elbisedir151 ayetidir. Elbise insanı zararlardan korumak üzere giyilen ve kıyafete ilave olan kısımdır. Bu itibarla elbisede veya azıkta takva kişiyi Allah Teâlâ’dan başkasından istemek­ten koruyacak şeydir. Nitekim elbiseyle de havanın sıcaklığından ve soğukluğundan korunur veya elbise avret mahallini örtebilecek unsur­lar içerir. Bu durum ‘Avret mahallinizi örter'152 ayetinde belirtilir. Kas­tedilen bakılmasının inşanı üzeceği bölgelerin örtülmesidir.

Bu zikir ‘azık’ kelimesiyle gelmiş, sonra emirle ifade edilmiştir. Buradan Allah Teâlâ bize şunu öğretmiştir: Bizler kış ve yaz yolculuklarında engelleri aşmak üzere nefislerle yolculuk yapanlarız. Yolculuğun gayesi besin elde etmek ve korkudan kendimizi uzak tutmaktır. Çünkü senin korunmana ilave kısım sana ait değildir, sana ait olmayanı ise taşımaz ve ondan dolayı kendini yormazsın; bu itibarla yorgunluğun en azı muhtaç olmadığın bir konuda hesaba çekilecek olmandır. Böyle bir şeyden dolayı niçin hesaba çekilesin ki? Kendine karşı samimi davra­nan akıllı bir insan bunu yapmaz. Bu bakımdan akıllı kimse de yoktur, çünkü sadece ihsanı elinde tutup cömerdiği engelleyenler vardır. Yolcu ise malını azaltır. Çünkü yolcunun katettiği her menzilde veya gideceği mesafede insan ve cinlerden ibaret olan yol kesiciler bulunur. (Manevi yolculukta) Cinler söz konusu olduğunda, nefs kaynaklı düşünceler ortaya çıkar ve bu düşünceler yolcunun yüce işlere ulaşmasını engeller. Mesafelerin en azı, en yakını ve en ağır geleni, iki nefes arasındaki mesafedir. Bu yönüyle her kimin mesafesi nefesleri ise o kişi en çetin yolculuk içindedir. Fakat başarıya ererse, kazancı büyüktür ve ticare­tindeki hüsrandan kurtulur; çünkü onlar acı bir azaptan kendilerini kurtaracak ticareti yapmaktadırlar. Onların mallan iman ve cihattır. Bu bakımdan iman kendisiyle korunmuş olduğu bütün değerleri içeren mal iken cihat kendisiyle Allah Teâlâ’nın bizi mücehhez kıldığı yükümlülük malıdır. Peygamberler ise alışverişteki aracılar, sayfalar ve indirilmiş kitaplar, alan ve satan arasında yazılan vesikalardır. Allah Teâlâ müminlerden canlarını satın aldığını buyurdu. Yani hayvani nefsler, Allah Teâlâ’nın imanla yükümlü nefs-i nâtıkadan satın aldığı maldır. Onların malları da alış­verişe konu olan şeylerdir. Müşteri malların karşılığında serbesttir. Mallar onun arzusuna uygunsa, alışveriş gerçekleşir ve sahih olur; maksadına uygun değilse müşteri serbesttir; dilerse alır, dilerse almaz. Yolculuk esnasında zayi olan mal -müşterinin değilsatanın sorumlu­luğundadır. Bu çarşı faal bir çarşıdır. Şu var ki yolu yol kesicilerin varlığı nedeniyle son derece tehlikelidir. Bu yönüyle makuller (akledilirler) alanındaki yolculukta yol kesiciler kuşkular iken dinî iş­lerdeki yolculukta yol kesiciler bilhassa müteşabih hükümlerde olmak üzere tevile kalkışmaktır. Yolcu bu iki yolda veya onlardan birisinde bulunur. Tevili veya kuşkusu olmayan kişi yolcu değildir. Öyle bir insan ayağını yola ilk atışından itibaren menzildedir ve yolcular ona uğrar durur. Yolcuların ona uğraması, Allah Teâlâ’nın kullarının hallerini kendisine bildirmesi demektir. Başka bir ifadeyle o kişi, her yönden malların kendisine geldiği dükkân sahibine benzer. Nitekim Mekkelilere bütün ürünler ve meyveler Allah Teâlâ katından bir rızık olmak üzere gelirken onların çoğu bunu bilmez. Dükkân sahibi azığa muhtaç de­ğildir, çünkü yolculuk ona doğru yapılır, kendisi yolculuğa çıkmaz. Dükkân sahipleri ariflerdir: Nefesler onlara gelir ve sonra nefesler kendilerinden çıkar. Arifler için nefesler, dükkân sahibine sunulan mallara benzer; dükkân sahibi o mallardan dilediğini alır, dilediğini bırakır. Nefesler de arife bazen övülmüş nefesler olarak gelirken bazen kınanmış olarak gelirler. Birinci kısım malın en hayırlısı ve en temizi olup herhangi bir ayıbın bulunmadığı mallara karşılık gelirler. Kötü olanlar ise ayıplı mallardır. Ayıp ne kadar azsa, mal o kadar değerlidir. Bu kısımdaki mallar, malların en kötüleri olan işlenmemiş ve yabani mallardır. Hangi tacir olmak istediğine dikkade bakmalısın!

Allah Teâlâ’nın azık edinmelerini emrettiği yolcularda yolculuğu tamam­lamakla birlikte geride bir şey kalmaz. Bu bakımdan mesafeye göre yolcular üç sınıftır: Kara yolculuğu yapanlar, deniz yolculuğu yapanlar ile yoluna göre kara ve deniz yolculuğu yapanlardır. Deniz yolculuğu yapanlar iki düşman arasında bulunur. Birinci düşman yolun kendisiyken diğeri yolda bulunanlardır. Kara yolculuğu yapanlar tek düşmanla karşılaşır. Kara ve deniz yolculuğu yapanlar ise üç düşman sahibidir. Deniz yolcusu makuller hakkında düşünenlerdir. Makuller hakkında düşünmenin bir yönü de dinî konular hakkında düşünmektir. Onlar şüphe düşmanıyla -ki o denizin ta kendisidirtevil düşmanı arasında­dırlar. Tevil düşmanı denizde yol kesen düşmandır. Kara yolcusu bil­hassa kendilerini şeriata teksif edenlerdir. Onlar zahir ehlidir. Kara ve deniz yolculuğunu birleştirenler ise cem’, vecd ve müşahede sahibi sufilerin muhakkikleridir. Onların üç düşmanı vardır: Karadaki düş­manları tecelli Suretleriyken, deniz düşmanları kendilerine dönük tecel­liyi anlamamaları veya tecelliyi tevile kalkışmalarıdır ki, böyle yapmala­rı zorunludur. Kim surî tecellinin hükmü ile daha fazla (bilgi edinme­yi) engelleyen eksik anlayıştan ve de kendilerine dönük tecelliyi tevil etmekten uzak kalırsa, hiç kuşkusuz, bu kişi düşmanlardan emin kal­mış, onun yolu övülmüş, ticareti kazanç getirmiş ve doğru yolu bul­muş biridir.

İşte böyle halleri insana kazandıran bu zikirdir ve o zikir iltibas (karışıldık) zikridir. Bunun nedeni takva zikrinde Allah Teâlâ’nın da takva sahibi olması hakkında bir tahayyülün bulunmasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ bize kendisinin takva sahibi olmasının mahiyetini açıklamış, kulun takvasıyla Allah Teâlâ’nın takvası arasındaki farla göstermiş, ayetin devamında ‘Benden korkun, ey akıl sahipleri!’153 buyurmuştur. Allah Teâlâ’nın takvası hak­kında onlara ‘sizin üzerinizde bir günah yoktur’ ifadesini bitiştirmiştir. Yani yolculuklarında azık edindikleri takvayı istemede yükümlülük kaldırılmıştır. Çünkü bu, asıl olan Allah Teâlâ’nın takvası üzerinde bir ilavedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbinizin ihsanını istemiş olmanızda bir günah yok­tur.’154 Kastedilen takva azığı olduğunu bilmekle birlikte ticarettir.

Söylenecek sözler çok olsa bile, bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Aüafr hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ ,

BEŞ YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

Menzili'Onlar mallarından infak ederler, kalpleri rablerine dönmeleri hususunda ürperir, onlar iyiliklere koşanlardıf155 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

İyilikler karşısında kalpler ürperir Onu elde edince utanırlar

Kul/köle Efendisini razı edecek işe koşar Çünkü insan aceleci yaratılmış

Tabiat hızlıdır, fikirler mutlu kılar onu

Görmez ki mühlet verilmiş ona

Öne geçmek adamların işidir

Birini geçen adamı geçmiş gitmiştir                                                   ;

Allah Teâlâ vârisler hakkında şöyle der: ‘Onların bir kısmı Allah Teâlâ’nın izniyle iyiliklerde öne geçmiştir, o büyük bir fazilettir.’156 ‘O’ zamiri özneyi gös­termek üzere cöne geçen’ kelimesine döner.

Bilmelisin ki onların korkuya kapılmalarının sebebi ‘Onlar ki verir­ler157 ayetinde geçen ifadedir. Ayette ‘ma’ edatı ‘ellezî’ anlamındadır. Sonra çoğul zamir gelmiştir. Allah Teâlâ’nın kelamı doğrudur. Bu nedenle onlar korkuya kapılmıştır, çünkü onlar yerine getirmiş oldukları itaat­lere dair içlerinde bir iddianın bulunacağından emindirler. Bu iddiaya karşı korkuya kapılıp ürperdiklerinde, Allah Teâlâ onlara (gerçeği bildiren) keşif ihsan etmiştir. Allah Teâlâ olumsuzluk anlamı taşıyan ma edatıyla bağ­lacı değiştirmiştir. Bu değiştirmelere misal olarak ‘Sen atmadın attığın­da, ancak Allah Teâlâ attı’158 ayetinde geçen olumsuzluk edatını verebiliriz. Böyle bir insanın verilenleri infak etmek hakkında korku nedeniyle keşfi böyledir. Fakat Allah Teâlâ onu yerine getirmiş, yaptıkları salih amel­lerde onları kendi makamına yerleştirmiştir.

Sonra onlar zikirlerinde sebebi incelemişlerdir. Bu durum ‘Onlar rablerine döneceklerdir159 ifadesinde belirtilir. Yani Allah Teâlâ onları infak işini yerine getirdiler diye nitelese bile, verdilderi sadakalarda Allah Teâlâ’ya dönerler. Onların kalplerinde ürpertiye yol açan bu sebebi ne kadar dikkade incelediklerine bakmalısın! Sonra Allah Teâlâ’nın öğrettiği gibi bu zikri tamamlamışlardır. Allah Teâlâ bu insanlara işaret etmek üzere ‘Onlar iyiliklere koşanlardır160 demiştir. Koşmak hızla giden insanın fiilidir. Onlar Hakk vasıtasıyla iyiliklere koşar ve iyilikler için yarışırlar. Başka bir ifadeyle iyiliklere koşarlar ve onlara doğru yönelirler. Bu itibarla iyililder üç kısma ayrılır: Bir kısmı, koşmanın ve yarışmanın kendile­rinde gerçekleştiği iyiliklerdir, ikinci kısımda koşma iyilikler vasıtasıyla gerçekleşir. Üçüncü kısım kendilerine doğru koşmanın gerçekleştiği iyiliklerdir. Bu kısma misal olarak ‘Mağfirete koşunuz161 ve ‘Rabbinizin mağfiretine koşunuz162 ayetleri verilebilir.

Yarışmada süratli olmak zorunludur, çünkü yarışma bunu gerekti­rir. Koşma hızlı yürümenin üzerinde bir yürüyüş tarzıdır. Onların hızla gelmesi ve yürümekten daha çoğunu yapmaları ilahi bir nitelik olmak üzere hervele (koşu) diye isimlendirilir. Bir nitelik sadece Allah Teâlâ’ya özgü ise kul o niteliği ödünç alır. Çünkü yaratılmış, Allah Teâlâ’nın kendine izafe ettiği bir nitelikte O’na ortak olamaz. Allah Teâlâ’ya izafenin zikredilmediği bir nitelikte ise insanın tasarruf imkânı vardır; dilerse onu Allah Teâlâ’ya, dilerse kendine izafe eder! Böyle bir niteliği Allah Teâlâ’ya izafe edersen, bir daha onu kendine izafe etmen doğru değildir, çünkü böyle bir özellik Hakkın kendine izafe ettiği özellikle aynı hükme sahiptir; bu izafenin doğrudan Allah Teâlâ tarafından yapılmasıyla kulun diliyle ifade edilmesi arasında fark yoktur. Çünkü Allah Teâlâ söylediği her sözde kulunun dilinde bulunduğu gibi, yaptığı işlerle de her nefis üzerinde kaim olandır. Binaenaleyh ‘Hakkı söyleyen kitap bizim katımızdadır163 ayetinde belirti­len kitap sensin. Sen söyleyensin, çünkü O senin tanımında ve haddin­de ayırıcı fasıldır. Ayette ne güzel denilmiştir: ‘Allah Teâlâ onlara zulmetmez.’164 Böylece bize hakkı söyleyen bir kitap olduğumuzu belirtmiştir. Bizim yegâne şerefimiz O’nun katında bulunmamızdır. ‘Allah Teâlâ’nın katın­da olan bakidir.’165 Biz Allah Teâlâ’nın bizi nitelemiş olduğu üzere hakkı söyleyici olmak özelliğiyle ve Allah Teâlâ’nın katında bulunmakla beka sahibiyiz. Çünkü biz Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşuruz. Allah Teâlâ kulunun diliyle kendisine söyletmiş olduğu sözleri söyler. ‘Hakk ile onu indirdi, Hakk ile indi.’166 Allah Teâlâ kimseyi ‘Yapamayacağıyla sorumlu tutmaz.’167 Sen yerin ve göğün kendisini sığdıramadığı Hakkı sığdırdın. Allah Teâlâ’yı hiçbir şey tartamaz. Allah Teâlâ herkesi yükümlü kılmıştır. Çünkü insan her durumda Hakkın celalinin mahallidir. Kul O’nunla konuşur, duyar, görür, koşar ve tu­tar! Öyleyse zaidi kabul bir teklifken vüsat her şeye hakkını vermede tebarüz eder.

Sen O’nunla ol ki, O olsun

Sen olmazsan O da olmaz

Sen de O’nu yaratansın Sen ‘ol’ sözüyle yaratılansın

Hâdis olan kimi sığdırır:

Mekâna yerleşen hâdisi tabii ki                                           -

Ona yerleşmiş olana ‘Mekâna girin’ denilen kimselerdir

İlah mekâna girenin sahibi O bizim için ne güzel mekândır

İhsanlarına karşı hamd Allah Teâlâ’ya aittir. Dünya ve ahirette hamd Allah Teâlâ’ya aittir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar