OTUZ BİRİNCİ SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
DÖRT
YÜZ DOKSAN YEDİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Onların çoğu Allah Teâlâ’ya iman etmez, onlar müşriktir'1
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Şeriatı akıl ve iman kabul eder Aklın ölçüsü ve terazisi
var
Allah
Teâlâ katında bilgiler var, onları bilemez .
Terazisi
üstün derin akıllı bilir onları
Akıl
ve iman var sadece, ortak olurlar tenzihte O zaman hüsrana uğramazlar ,
İman bir tarafta tek başına kalır
Şeriata dayanarak varlıkların O’na benzediği hükmünü verir
Akıl,
fikir gücü yönünden reddeder bu hükmü ,
Burhan da teyit eder onu bu hükümde
Peygamberden başkası getirseydi o bilgiyi ;
Hemen tekfir eder ve suçlar onu
Olması gerekenden başka bir şekilde
tevil edilse o bilgi Söylediğim hakkında kesin bir delilim yok der
Allah Teâlâ’nın bir sırrı var ki om
sadece Ferîd bilebilir ki o da insan
Allah Teâlâ yaratılışın suretini
kemale erdirir Hakkın suretiyle; Kur’an furkandır
Hakikat bir, hüküm farklı
İki taraf için böyle; yok bir
eksiklik
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İman
eden ye salih amel işleyenler pek azdır (ma-hüm).’2 Ayette geçen ma edatı
zait sayılırsa anlam böyledir. Az olanlar Allah Teâlâ’ya iman edenlerdir, çünkü
Allah Teâlâ’yı birleyenler (gerçekte) O’nu O’nunla birleyenlerdir. Allah Teâlâ’yı
-O’nunla değilnefislerine göre birleyenler tevhide şirk katanlardır. Bu düstur Allah
Teâlâ’nın birliğine imanı vermez, fakat elest âlemindeki misakı müşahedeyi
sağlar. Söz konusu misak ayette şöyle anlatılır: ‘Hani
Rabbin Ademoğullarının zürriyetlerini bellerinden alarak kendilerine şahit
tutmuş ve ‘Ben sizin rabbiniz
değil miyim?’ demiş, onlar evet demişlerdi.’3 Kastedilen tevhidi değil, varlığı ve
(Allah Teâlâ’nın) melik olduğunu tasdiktir. Bu tasdik tevhidi de içerse bile,
bu tevhidin nihayeti melikin (Hakk) birliği olabilir. Allah Teâlâ ‘Onların
çoğu şirk koşmadan Allah Teâlâ’ya iman etmez’4 der; dünya hayatına çıkaklarında!
Çünkü fıtrat onların Hakkın ve el-Melik’in varlığına iman etmeleridir, yoksa
tevhide iman etmeleri demek değildir. Fıtratta tevhit bulunmayınca, muvahhit
olduklarım iddia edenlerin çoğunda şirk bulunmuştur. Bu itibarla insanı tevhide
ancak yükümlülük sevk edebilir. Allah Teâlâ onları yükümlü tutunca, çoğu insan
yükümlü tutuldukları amelleri ve işleri yerine getirebilmelerini sağlayan bir
nefs gücüne sahip oldukları için yükümlü tutulduklarını zannetmiş, bu nedenle
onlarda saf tevhit gerçekleşmemiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın onları yükümlü
tutmasının nedenini, nefislerine nispet ettikleri fiiller hakkında (bu fiiller
bizimdir şeklindeki) iddialarıdır. Allah Teâlâ ise teklifle birlikte -müşahede
ehlinin yaptığı gibi(fiilleri Allah Teâlâ’ya izafe ederek) Allah Teâlâ
sayesinde -yoksa nefisleriyle değilfiilleri sahiplenmekten uzaklaşmalarını
talep etmiştir.
Bu zikre devam eden zâkire zikir,
iman esnasında -çünkü Allah Teâlâ onların Allah Teâlâ’ya iman ettiklerini
bildirdi(amelleri kendilerine izafe etmek şeklinde) şirke düşen kullar, adına Allah
Teâlâ katında mazeret bulabilme imkânı verir. Bu iman, ‘Bâtıla
iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler’5 ayetinde söylenenleri derinden
düşünenler için büyük bir iyilik ve inayettir. Onlar (şirke düşerken) varlığı
olmayanı var saymış, var olanı kendi inançlarında ortadan kaldırmışlardır ki, o
Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ bu durumu setr, yani
örtmek diye isimlendirdi. Kendisini örttükleri ölçüde Hakkın varlığı onlardan
perdelenmiştir, çünkü Ö’nu tasavvur etmeden kendisini ‘örtmemişlerdir.’
Tasavvur ettikten sonra O’nu örtmüş ve kâfir (örten) olmuşlardır.
Hakkın bir özelliği tasavvur edildiği
her yerde/durumda bir varlığının bulunmasıdır. Tasavvur eden tasavvurundan
dönse bile o varlık sürer. Yaratılmış öyle değildir: Onu tasavvur ettiğinde
tasavvuruna bağlı varlığı ortaya çıkar; tasavvur ettiğin gibi olmadığı belli
olunca, tasavvurun yok olmasıyla varlığı ortadan kalkar. Bu durum Allah Teâlâ
ile yaratılmış arasındaki bir fark olduğu kadar aynı zamanda insanların çoğunun
bilmediği ince bir bilgidir. Bu nedenle âlemde şirk gerçekleşmiştir. Çünkü Allah
Teâlâ bütün inançların suretlerini kabul edici, hatta bizzat o suretlerin
kendisidir. Böyle olmasaydı zaten ilah olmazdı. Allah Teâlâ’nın varlığını
bildiren vahyi duyan insan, rivayeti duyduğunda tasavvur ettiği şekilde O’na
iman eder. Demek ki insan tasavvur ettiğine iman etmiştir. Allah Teâlâ ise her
tasavvurda bulunurken o tasavvura aykırı bir tasavvurda da bulunur. O halde
insanların çoğu Allah Teâlâ’ya iman ederken şirk katarak iman etmişlerdir. Bu
durum onların Allah Teâlâ hakkında elde ettikleri ilave bilgilerden
kaynaklanır. Bununla birlikte her ilave bilgide Allah Teâlâ hakkındaki tasavvur
bir öncekinden farklı olsa bile bütün tasavvurlarda sadece Allah Teâlâ vardır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ ayet-i kerimeyi insanların mazerederini ortaya koymak
üzere zikretmiş ve tevhide değinmemiştir. Tevhide değinmiş olsaydı, iman
varken şirk koştuklarını belirten cümlenin anlamı olmazdı. Bu durum Allah
Teâlâ’nın ayette tevhide iman etmeyi kastetmediğini gösterir: O sadece varlığa
imanı kastetmiştir. Her kim adına ortaya çıkmışsa, tevhit, ikinci merhalede
ortaya çıkmıştır.
Bu zikri düstur edinip de şirk
koşarken âlemdekilerin mazerederini bilmeyen insan, bu zikri yapanlardan
değildir. Çünkü bu zikrin ehli, söylediğimiz kişidir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’6
Menzili 'Allah Teâlâ’dan sakınan kimseler için Allah Teâlâ bir çıkış
yolu yaratır, farkında olmadığı yönden nzıklandınr’7
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Darlıkta ve genişlikte Allah Teâlâ’dan sakınan kimseye .
Rızık verir Allah Teâlâ beklemediği yerden
Hem manevi hem maddi rızıklar
Geceleyin yürütürken Rab olarak razı ol O’ndan
Hem zaman içinde ve
hem zamanın dışında
Kendi tabiatı üzere
yürüyen kimseye aldırış etme
Varlığım olmasaydı
ve ed-Dehr olmasaydı bakmazdı
Benim gözlerim emir
âleminden hiç kimseye
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’dan sakınırsanız sizin için bir jurkan yaratır.’8 Bu ayet ‘Onun
adına bir çıkış yaratır’9
ayetiyle aynı anlamdadır. Böylece muttaki, içinde bulunduğu durumdan çıkar ve
başka bir duruma geçer. Çünkü o yokluğa çıkmış değildir, sadece varlıktan yine
varlığa çıkmıştır. Var oluşunun ardından âlemin durumu budur. Var olduktan
sonra bir daha yokluğa dönmesi imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bütün
işler Allah Teâlâ’ya döner.’10 O Hakk
Varlık’tır. Bu ayetin doğruluğuyla âleme bir iş sirayet etmiştir. Onu sadece hükmü
olmayan nadir kimseler kabul eder. Varlığa yayılan bu durum, halinden razı
kimseyi görmemen demektir. Bunun asıl bir illeti vardır o da Hakkın her nefes
gününde (her anda) bir işte bulunmasıdır. İşte âlemi harekete geçiren şey, Hakkın
kendilerinde bulunduğu ilahi işlerdir. Bu nedenle âlem bulunduğu bir durumdan
başka birine intikal etmek ister. Bununla birlikte az sayıda insan, intikal
talep etseler bile, yine de içinde bulundukları halden ve intikal isteğinden
razıdır. Hem içinde bulunduğu durumdan razı olup hem intikal talep eden insan,
birleştirmek ve cem’ etmek isteyen biridir. Buna mukabil âlemin çoğunluğu
içinde bulunduğu
halinden razı olmadığı için yer
değiştirmek ve intikal etmek ister. O halde salih olsun veya olmasın, halinden
memnun ve razı olan kimse bulamazsın! Bu durum âleme yayılmış bir özelliktir.
Mesela her insanın yaşadığı devri kınayıp geçmişi övdüğünü görürsün! Hâlbuki
onun zamanı bu yaratılışın kendisinde var olduğu halidir. Başka bir ifadeyle
zamanı Âdem’in dünyada var olduğu andan itibaren içinde Âdemoğullarının
bulunduğu bir vakittir. Hz. Âdem’in bile kendi diliyle şöyle dediği aktarılır:
Şehirler ve üzerinde yaşayanlar
değişmiş
Yeryüzü
çirkinleşmiş ve toza bulanmış '
Yaşadığı günü kınayıp dünü överken
insan hep aynı insandır: Dünü yaşarken de onu kınayıp bir önceki günü
övmekteydi. Bu hep böyle devam eder. Bu kınama doğal bir durumdan kaynaklandığı
gibi yer değiştirme ve intikal talebi de ilahi şe’nlerden kaynaklanır. Arifler
içinde buluııdukları vakti kınamaksızın ilahi şe’nler nedeniyle intikal isterlerken
arif olmayanlar doğal bir şekilde içinde bulundukları vakti kınayıp ilahi şe’n
nedeniyle intikal etmek isterler. İlahi şe’n farkında olmadıkları yönden
kendilerini harekete geçiren sebeptir. Onun, yani intikal talebi ve içinde
bulunulan halin kınanmasının başka bir sebebi daha vardır, şöyle ki: İnsan
sıkıntıdan kaçıp rahadamak ve darlıktan çıkmak talebinde yaratılmıştır.
Haricindeki her şeyde, içinde bulunduğu darlıktan rahatlamak ve genişleme
imkânı bulunduğunu zanneder. Çünkü insan bir halde bulunduğunda, o hal
kendisini ihata edip avucuna almıştır ve bu durumun böyle olması
kaçınılmazdır. Bu nedenle insan kendini kuşatılmış bir halde görür ve
kuşatılmışlığın dışındaki şeylerde genişlik ve rahadık bulunduğunu zanneder.
Çünkü halinin haricindeki hali ve durumu belirli bir şey olmadığı için onu
daraltmayacaktır. Bu nedenle üzerinde bulunduğu halin dışındaki hususlarda
(zaman iş, hal vs.) bir genişlik arar. İçinde bulunduğu halin dışına çıktığında
ise o mevhum genişlik gider ve geride bir hal ortaya çıkar. Bu kez insan o tek
hal tarafından ihata edilir. Bu tek hal insanı ihata edip sınırladığı için onda
da daralma görür ve birinci haldeki gibi yeni halinden de çıkmak ister. İnsan
hep böyle hareketi sürdürür. Allah Teâlâ ise sürekli bir isimden başka bir isme
çıkar. Her kim O’nu siper edinirse (takva sahibi olursa), Allah Teâlâ onu
darlıktan çıkartır; yani darlığı kendisinden uzaklaştırır ve -herhangi bir
isim belirlemeksizinAllah Teâlâ isminin gösterdiği manada genişlik ortaya
çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘farkında olmadığı yönden’ kendisini
rızıklandırır. Çünkü Allah Teâlâ ismi sınırlı olamadığı gibi vereceği rızık da
sınırlı değildir. Binaenaleyh Hakkın kendisini yerleştirdiği her şey, ona ait
olur ve Allah Teâlâ’nın verdiklerini ihata eder Hakk gelir. Böyle bir durumda
sürekli ve daimi olarak genişlik takva sahibi kula aittir. Öyleyse intikal
herkesi kuşatan genel bir durum iken (içinde bulunulan durum ve halden) razı
olmak veya darlığa yol açan razı olmamak halinde yaratılmışlar derecelenir. Kim
Allah Teâlâ karşısmda takva sahibi olursa, ‘Allah Teâlâ’ isminin genişliğine
çıkar ve o ismin genişliğiyle birlikte genişler; bu genişliğin ardında darlık
bulunmaz. Kim takva sahibi olmazsa, bir genişleme hükmünden başka bir hüküm
görmez. Böyle bir insan darlıktan yine darlığa çıkar. (Takva sahibi olup olmadığı
hususunda) Kendini sınamak isteyip bu hususta işin özünü kavramak isteyen,
rızkı hakkındaki bilgisine bakmalıdır: Rızkının ne olduğunu (kendine nereden
geldiğini) bilmeyen insan, darlıktan genişliğe çıkmış kişidir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ onu hesap etmediği yönden mıhlandırır’11 ayetinde belirtilir. Şair bu konuda
şu beyitleri söylemiştir:
Kim Allah Teâlâ’dan sakınırsa Allah
Teâlâ onun adına yaratır Ayette buyurduğu üzere, zorluktan bir çıkış!
Hesap etm.aiği yönden rızık verir
ona Darlığa düşerse bir kolaylık ihsan eder
Allah Teâlâ insanı sadece kendisine
ibadet etsin diye yarattı. O dilediği yönden kendisini rızıklandırır. Bunun
için rızık aramak uğruna kendisini meşgul etmemesi gerektiği kadar eceliyle de
meşgul olmamalıdır. Her ikisi aynı hükümdedir ve bu konuda canlılar arasında
ayrım yoktur. Kendine gelen rızkını bilen insan, darlıkta kalmayı sürdürür,
çünkü insan razı olmamak özelliğinde yaratılmıştır. ‘Darlıkta kalmayı sürdürür’
dedim, çünkü insan adına tespit edilen nimederde artış söz konusu değildir. Bu
durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir rivayette
belirtilir. Bu nedenle ölene kadar sıkıntı içinde acı çeker. Rızkının nereden
geldiğini bilmeyen ise umut genişliği demek olan mevhum bir genişlik içinde
gönlü hoş bir halde yaşar. Farkında olmadığı yönden rızkı kendisine gelirken,
bilmediği bir işin hükmünü düşünmek onu, elindekini değerlendirmekten ah koyar.
Böyle bir insan O’nun kabzasındayken bulunduğu haldeki darlıkla birlikte emeli
hakkında bir genişlik ve bast halindedir. Çünkü üzerinde hüküm veren O’dur.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ DOKSAN DOKUZUNCU BÖLÜM
Menzili 'O'tıun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihî)'n Ayeti
Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Ayette kej harfi
bazen zait sayılırken bazen sıfat kabul edilir. Bizim görüşümüz sıfat olmasıdır.
Varlıklar içinde hiçbiri O’ndan başka değil! Varlık O
Tek başıma ben söylediğime şahidim
O’na şahit olmuşum ben
O’nun bir. benzeri
yok O tek ve yegâne Varlık -
Bu söylediğim sözde Hakk canibinden
ilave yok
O bizde kastedilmiş olan. .
İrade eden de kendisi lâkin
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ kendinden başka ilah olmadığına şahitlik etti, melekler ve bilgi sahipleri
de...’13 Allah
Teâlâ’nın bir benzeri yoktur. Benzeri olsaydı, benzerin olumsuzlanması doğru
olmazdı. Allah Teâlâ ayette -zatın benzerini değilmertebeyi olumsuzlamıştır.
Benzerler arasında derecelenmeyi ise mertebeler belirler. Bu itibarla mertebeler
ortadan kalkarsa, derecelenme de ortadan kalkar. Allah Teâlâ zatı bakımından suretleri
kabul ederken mertebesi itibarıyla benzerleri kabul etmez. Bu nedenle Allah
Teâlâ insanı halife veya halifeler diye isimlendirdi. Çünkü halifelik, görevlendirme
ve vekâlet demektir. Bu itibarla halifelik bir Hakk ediş değildir. Daha doğrusu
sürekli bir Hakk ediş söz konusu değildir. Onlar halife ve vekil olma görevini
kabulü Hakk ederler. Bu itibarla halifeler, gerçekte Allah Teâlâ’ya ait
mertebede ve görevde geçici olarak bulunurlar. Dolayısıyla zadarı varlığını
sürdürürken görev ve rütbe kendilerinden alınır. Allah Teâlâ onlara -kendi
rütbesi ve mertebesine göre değilzadarının suretlerinde tecelli eder.
Rütbesinde onlara tecelli ederse, hepsi azledilir ve geride sadece O kalır.
Binaenaleyh müşahedede mertebedeki benzerlik olumsuzlanırken zata benzerlik
varlıkta olumsuzlanır.
Zatın benzerliği
varlıkta olumsuzlanır *
Onun müşahedede
yeri yok
Söylediğimizi iyice
düşününüz!
Size.söyledik onu,
eklemeyin ona bir şey
Çünkü O benzersiz Hakk
Biz ise O’nun
karşısında kullar
Bize bakarsanız
bulursunuz bizi:
O’ndah, O’na,
O’nunla dönerken
Münezzehtir Allah
Teâlâ ve hükümdar
O bizi var eden ve
görülen/gören
O’nu gören
kendisine yönelir
Bir eksiklik olmaz
bizde
Hakk’tan istediğimiz bir şey irade
eden de edilen de Hakk
O’nu ancak rab görebilirken aöcak kul
bulabilir; bunun tersi de söylenebilir. Çünkü Allah Teâlâ kulun duyması (duyma
gücü), görmesi ve bütün güçleridir. Bu durumda kuldan olumsuzlanması gereken
haller olumsuzlanmışken kalması gerekenler kalmıştır. Bütün bunlar ayette geçen
kef harfinin zait sayılması yorumunda
geçerlidir. Bu durumda O’nun söylemiş olduğumuz olumsuzlamayı kabul etmesi
gerekir. Kef harfi sıfat anlamına geldiğinde (aşağıda) söylediklerimiz kalır:
Benzer benzerden olumsuzlandı Benzer
benzerle beraber bulunmadı
Benzer benimle O’nun adına sabit
Bizim için de O’nunla sabit oldu
İş bu asıl üzere kurulu
Sayıda tekin bulunması gibi bir
durum bu (Allah Teâlâ âlem ilişkisi)
Binaenaleyh Allah Teâlâ gibi olan bir
şey yok! O’nun benzerinin benzeri olan bir şey de yok! Allah Teâlâ olumsuzlamış
ve olumlamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ
Adem'i kendi suretinde yarattı.’ İnsanın içinde ve bâtınında değişme
bulunurken Zahiri sabittir. Zahirinde kendisinde bulunmayan bir organ ona
eklenemeyeceği gibi insan bâtınında da bir halde kalamaz. Çünkü insanın
özelliği değişme ve sabitliktir. Buna mukabil Allah Teâlâ ez-Zahir ve el-Bâtın
diye nitelenmiştir: Zahir değişirken Bâtın sabittir. Binaenaleyh Hakkın bâtını
(el-Bâtın ismi) insanın zahirinin aynı iken zahiri insanın bâtınının aynıdır.
Bu yönüyle Hakk ile insan arasındaki durum, bilinen aynaya benzer: Aynaya bakarken
sağ elini yükseltirsen aynadaki suret sol elini yükseltir. Senin sağın onun solu
demek iken onun solu senin sağın demektir.
Ey ilahi surette yaratılmış insan!
Senin zahirin O’nun bâtını senin bâtının O’nun zahiridir. Bu nedenle Hakk,
kıyamette (bilinmeyen suretlerde) tecelli ederken inkâr edilir ve tanınır,
kıyamette halden Hakk girmek özelliğiyle nitelenir. Binaenaleyh sen O’nun ters
çevrilmiş halisin ve sen O’nun tersi O da senin tersindir! cOnlar sizin elbiseniz, siz onların
elbisesisiniz-’14 Ayet Bâtınî yorumu itibarıyla bu
makamda ne kadar doğru ve yerinde bir ayettir!
O bizi giydirirken biz de O’nu giydiririz O bizimle olduğu gibi biz de
O’nunlayız
Bizimle var olan şey olumsuzlanmış
Teşbih eden O’nunla ikram etmiş
Bundan daha açık bir anlatım olamaz, çünkü bu alanda dolaşmak
son derece güçtür. Yardım edecek Allah Teâlâ’dır, yardımcı da O’dur.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Onlardan biri: O'nun dışında ben ilahım derse, onu
cehennemle cezalandırırız'15
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Yani onu aslına döndürürüz. Onun aslı uzaklıktır. Dibi derin olduğu için cehennem (bi’ru cuhnam) denilir.
Ben ilahım diyen insan:
Hiç doğru olmayan bir sözü söyledi
Ya ben yaratılmışım diyen Ablaklanma
hakikati nedeniyle
Her ikisi de onun adına bir günah
Tahakkuk bilgisi böyle der
Ona ait olmayan şey ise Onun için taalluk halidir
Ona ait olan hal cem’ hali
Fark ona ait olduğu gibi (insan cem’ ve fark
özelliğinde)
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kuşkusuz cehennem
tuğyan sahiplerini gözetler...’16 Başka bir ayette ‘Rabbin
gözetme yerindedir’17
denilir. İyice öğren ve düşün ki, gerçeğe ulaşasın! Başarıya erdirecek Allah Teâlâ’dır.
Onlar iddia ettikleri şeyin zıddını
elde etmişlerdir, çünkü ayette geçen ‘tuğyan’ suyun yükselmesi anlamındaki
‘tağa’l-maü’ ifadesinden türetilmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Su yükseldiğinde
sizi gemiye yerleştirdik.’18 Her kim ‘ben ilahım’ derse, kendisini
kurbiyetin (yakınlık) zirvesine yerleştirmiştir. Allah Teâlâ ise böyle bir söz
sahibinin cezasının muduluktan büsbütün uzaklaşmak olduğunu belirtir, çünkü
onun cezası cehennemdir. Binaenaleyh ilahlık hakkında aşırı giden kişi,
cehennemin dibini boylar. İlahlık er-Rahman ismiyle Arş’ın üzerinde istiva
edene aittir.
Bilmelisin ki acıktığı, hasta olduğu
veya hacet giderdiği halde, Firavun’dan başka bu sözü söyleyen birini bilmiyorum.
Firavun kavmini hafife alarak ‘Ey topluluk!
Benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum’19 demişti. Ardından bu iddiayı
kuşkudan sonra zanna veya ispata çevirerek şöyle demiştir: ‘Belki
Musa’nın ilahına ulaşırım, onun yalancılardan olduğunu zannediyorum.’20 Allah Teâlâ’nın Meryemoğlu İsa
olduğunu ileri sürenler ise iki nedenle bu ayette sözü edilen hükmün kapsamında
değillerdir: Birincisi onların nasutilik (beşerilik) ile lahutiliği, yani
beşeriliği ve ilahiliği ayırt etmiş olmalarıdır. ‘Ben ilahım’ diyen ise o
ikisini ayırt etmez. İkincisi, bu ayet, o sözü kendiliğinden söyleyene işaret
etmektedir, yoksa hakkında böyle iddiada bulunulan kişiye işaret etmez.
Bu zikir kendisini söyleyene iki
durumdan birisini veya her ikisini kazandırır: Birincisi bu ilahlık hakkında
söz söyleyenin mutlak birliğidir. Bu durumda bütün âlem, bu zikri yapan için
Hakkın kendisidir. Başka birisi ilahi isimlerin çokluğunun birliğini (bilirken)
bu zikri yapan insan çokluğun birliğini bilir. Çokluk varlıkta/gerçekte değil,
nispet ve hükümlerdedir. Ona göre bütün âlem, mümkünlerin sabit hakikatlerinden
bu tek varlığa ilişen ve gerçekte (dışta) var olmayan arazlardan ibarettir.
Diğer neden ise ayette geçen ‘O’nun
dışında’21 ifadesinin
Allah Teâlâ’ya ait mertebeden aşağıya işaret etmesidir. Bu durum ‘Onlara
ancak bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ettik’22 ayetinde belirtilir. İbadet edilen
varlık mertebe itibarıyla Allah Teâlâ’dan aşağıda olsa bile yine de kendisini
benimseyene göre ilahtır. Bu sözü söyleyen böyle bir zikri düstur edinen
kişiyse, Hakkın suretlerdeki tecellisinin âlemlerden müstağni iken olan
tecellisinden daha aşağıda bulunduğunu bilir. Başka bir ifadeyle müstağnilikte
tecelli gerçekleşmiş olsaydı, suretlerdeki tecelliden daha tam olurdu. Allah
Teâlâ’nın âlemden müstağnilik derecesini düşünmelisin! Bazen bu söz Hakkı
âlemin aynı olarak gören için gerçekleşebilir. Bu yorumda O’nun alameti bizzat
hüviyeti olur. Binaenaleyh Allah Teâlâ kendi kendine delildir. Bu durum ‘senden
sana sığınırım’ hadisinde dile getirilir. Allah Teâlâ’dan O’na sığınılır,
çünkü zatından başka O’nun mukabili yoktur. Aziz kılan Allah Teâlâ olduğu gibi
zelil kılan da O’dur.
Bu halin bilgiye veya zanna değil de
söze bağlanması nedeniyle ortada ilahi bir uyarı vardır! Bir insan şöyle
diyebilir: Gerçeğin öyle olduğunu bildiğini zannetmiyoruz. Böylece kişi
sözünün bilgisine mutabık olduğunu zanneder. Böyle bir bilginin herhangi bir
insandan gerçekleşmesi imkânsızdır. Çünkü insan zelilliliğini, yoksulluğunu ve
kusurunu bilir. Eksikliğini biliyorken böyle bir söz söylerse, kendisinden
dolayı cezalandırılmasına yol açmayacak şekilde onu söyler ve bu söze karşılık
onun cezası ‘cehennem (uzaklık)’, yani diliyle söylediği sözden gerçekteki
uzaklığı olur. Böyle bir ceza en hayırlı cezadır, çünkü bir bilgidir. Bu
durumda ‘Zalimleri böyle cezalandırırız’23 ayetinde belirtilen ceza,
seçilmişler arasından kitaba vâris olan zalimin cezası olur. Çünkü Allah Teâlâ
vârislerin bir kısmına -Hakkın ehli olsa bile‘zalim’ adını vermiştir. Böylece
zalim adı burada özel bir anlam kazanır. Nitekim ‘Onlar
imanlarına zulüm karıştırmadı’24 ayetinde de böyle bir özel anlam
kazanmıştır. Burada zulüm belirsiz gelmiş olmakla birlikte özel anlama
sahiptir; demek ki o söyleyen için değil, duyan için belirsiz ve nekre
gelmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu özel anlamıyla
şirk olarak tefsir etmiştir. Böyle bir düstur, meydana getirdiği neticeye göre
yorumlanır ve tevcih edilir, çünkü bu amaçla ortaya konulmuştur. Herkes o
düsturdan nasibine göre bir yönü beğenir, çünkü o yöne uygundur!
Düsturlar içerisinde zikredilen her
ayet yazıldığı üzere ve tarzda müstakil olarak alınır. Tahkik ehline göre
(düsturun kaynağı) yüksek zirveye sahip olsa bile ayet denilen şeye, öncesinde
veya ardında bazı özellikler gerekir. Kelamın kuvve halinden ayetin o
özellikleri talep ettiği ortaya çıkar ve ayet onlarla tamamlanır. Kâmil adamlar
meseleye böyle bakar. Allah Teâlâ’nın kelamını böyle derinden düşünen kişi
büyük bir bilgi ve iyilik elde eder. Mesela besmele için ‘Rahman
ve rahim Allah Teâlâ’nın adıyla’25 ayetine müstakil ayet dersin, Nemi
suresinde de ayetin bir parçası olduğunu söylersin. Onun ayederde kemali
ziyadeyle gerçekleşir. Her ecelin bir kitabı olduğu gibi her amelin bir
karşılığı vardır. Bu itibarla söz bir ameldir vetonun cezası Allah Teâlâ’nın,
söyleyen her dilde bulunmasıdır. Hatıralardan sonra, konuşmaktan daha hızlı bir
amel yoktur. Başka bir ifadeyle söz amellerin en hızlısı olduğu kadar söz
sahibinin hesabını hesaba çekenlerin en hızlısı verir. Çünkü amel sahiplerinin
hesabını üsdenen ilahi isim o amele uygun isimdir. Bunu anlamalısın. ‘Allah
Teâlâ her şeyi bilendir.’26
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ BİRİNCİ BÖLÜM
Menzili'Allah Teâlâ’dan başkasına mı dua ediyorsunuz, sadık iseniz'27
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Şeyhimiz Ebu Medyen’in düsturu bu ayetti.
Allah Teâlâ’dan başkasına dua eder mi sadık
insan!
Allah Teâlâ’dan başkasıyla mı konuşur o? -
Hayır! Sadece Allah Teâlâ ile konuşur, başkasını aramaz Bu nedenle her durumda ve halde doğru
söyler
Dua ettiğinde O’na dua eder yalnız
0
başkasına katılmayan bir duacı
Yaratan yarattığını var eder Sürekli
ve yeni bir şekilde
Keşke görebilseydin! O’nunla var
olan hiçbir şey Yaratıcı değildir
Benzerlerin perdeleri engeller ,
O’nun her an yeniden yarattığı
gerçeğini
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilakis
O’na dua edersiniz, Allah Teâlâ dilerse dua ettiklerinizi ortaya çıkartır ve
şirk koştuğunuz şeyleri unutursunuz.’28 Yani
şirki terk edersiniz. Bu zikir, bu ilahi şahitliği izhar eder. Hâkim şahidin
aynı iken, geride hayret hali kalır: Hâkim bilgisine göre mi hüküm verecektir,
ya da vermeyecek midir? Çünkü şahidik bilmek demektir. Hüküm ise bazen güçlü
zan, bazen de bilgiden ortaya çıkar. Şahidik konusu ise ‘Bilakis
O’na dua edersiniz’29 ayetinde belirtilen
husustur. Bu duayla birlikte ortak koştuğunuz ilahları unutursunuz. Bu durum ‘Denizde
size bir zarar iliştiğinde, O’ndan başka dua ettikleriniz kaybolur’30 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette
‘Kendisine dua ettiğinde, zorda kalmışa karşılık
verir’3' buyurur. Binaenaleyh Allah Teâlâ
yükümlülük diyarı olan bu dünya hayatında önemli ve ciddi durumlarda kendisini
birleyeceğimiz hususunda şahidik etmiştir. Kerimi ancak günahkâr bilebileceği
gibi Allah Teâlâ’dan daha kerem sahibi olan yoktur. Allah Teâlâ günahkârın
dikkatini ‘Hakkın keremi’ demeye çekmiştir. Bu itibarla günahkâr Allah
Teâlâ’nın keremiyle O’nda hüküm sahibi olur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey
insan! Seni kerim rabbine karşı kışkırtan nedir?’32 Allah Teâlâ böyle soruyor ki, insan
‘keremin, ya Rabbi!’ desin! Ayette ‘insan’ derken büyük günah sahibi
kastedilir. Çünkü O’nun kereminin büyüklüğüne ancak büyük günahla karşılık
verilir ve büyük günah karşısında Allah Teâlâ’nın kereminin genelliği ve gücü
tezahür eder. Allah Teâlâ (hemen) mağfiret etmese bile, sonunda ilahi keremin
ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bununla birlikte büyük günah sahibi cehennemden
çıkmaz, çünkü orası onun yeridir ve ateşten yaratılmıştır. Öyle ki ateşten
çıkartılmış olsaydı, zarar görürdü. Onun için ateşte onun için yerleşik bir
nimet vardır. Bu durumun farkına ise sadece Allah Teâlâ’yı bilenler varabilir.
Allah Teâlâ bilgisizlik ve körlük
perdesini kaldırırsa, herkesin sıkıntı halinde ancak Allah Teâlâ’ya yakardığı
görülür. Bununla birlikte insan rahatken güçlüklerin kendisine ulaşmasının
bilhassa O’nun elinde bulunduğunu bilmeyebilir. İşte bu hal tevhit demektir ve
onu ancak sıkıntı halindeki inanç izhar eder. Sıkıntı ve güçlük halinde müşrik,
Allah Teâlâ’nın şahidiğiyle, muvahhittir. Bununla birlikte rahadıkta, müşrikte
onun gerçek inancı olan tevhidin alamederi görünmezken zorda kaldığında
Yaratıcısının birliği hakkındaki inancına döner; bu kez şirk alamederi onda
görülmez. Bütün bunlar yükümlülük diyarı olan dünyada gerçekleşirken şekilci
âlimlerin çoğu bu ilahi ihsan ve cömertlikten habersizdir.
Bu zikir, Allah Teâlâ’nın keremi ve
cömertliği hakkında öyle bir bilgi kazandırır ki, o bilgi aynı zikri düstur
edinmemiş ve ona devam etmeyenler tarafından bilinemez. Yaşadığımız dönemde
Becayeli şeyh Ebu Medyen -Allah Teâlâ kendisine merhamet etsingibi o makamda
bulunan kimse duymadım. Dünya hayatında olduğu sürece bir insanda bazen tevhit,
bazen -bâtınında tevhit bulunurkenşirk hali ortaya çıkabilir. Bununla birlikte
tevhit onun asıl yaratılışında da bulunur ve can çekişirken dünyadan
ayrılmazdan önce yine ona döner. Böyle bir durumda insanın tevhide geçen ömrü
şirk ile geçen ömründen daha çok olur. Başka bir ifadeyle zaman bakımından bir
karşılaştırma yapsaydık, fıtratta tevhidin bulunması ve insanın bâtınına inanç
ve bilgi olarak tevhidin sürekli eşlik etmesi nedeniyle, tevhit halinin daha
baskın olduğunu görürdük. Güçlük ve sıkıntı anlarında tevhidin zuhuru şirk
vakiderinden daha çoktur. İçinde bulunulan yerin hükmü, bu düstur hakkında ima
ettiğimiz hususta seni perdelemesin, çünkü bu bilgi sana fayda verir. Sana
fayda vermeyeceğini düşünsen bile, en azından vermez. Her durumda bu zikri
söyle ve ona dayan! Allah Teâlâ müşrikler hakkında senin nezdinde şahidikte
bulunurken haklarındaki şahidiğini reddedenlerden sakın olma! Allah Teâlâ seni
hakim yapmadan senin nezdinde şahidik yapmamıştır. Böylece hüküm verirken seni
kendi yerine, kendisini şahit olmada senin yerine yerleştirmiştir. İfade
ettiğimiz üzere hüküm vermezsen, adil olan Hakkın (el-Adl) şahitliğini
reddetmiş olursun. Hâlbuki ‘Hakkın dışında dalaletten başka ne
vardır? Nasıl da yüz çevirirsiniz?’33 Başka bir ayette ‘Size
cahillerden olmamanızı tavsiye ediyorum’34, başka
bir ayette ‘Doğru sözlü iseniz...’35 denilir. Yani doğru sözlü olursanız,
güçlük ve sıkıntı vakitlerinde sadece Allah Teâlâ’ya dua ettiğiniz hakkındaki
ifademi kendinizden bilir ve bunu saklamazsınız. O Allah Teâlâ, kalplerinizin
bütünüyle kendisine yöneldiği zattır. Onlar hiç kuşkusuz bildikleri için doğru
söylerler. Mesele şudur: Acaba sorulduğunda doğru söylerler mi, söylemezler mi?
Bazen doğru söylerler, bazen yalan
Bazen bilirler, bazen bilmezler
Onların sözlerine kulak verme
böbürlenirken onlar Onların maksadını biliyorum çünkü .
Asrın biriciği ol, bir kenara at
Onların söylediği sözleri
. / ,
Çünkü haberdarım sözlerinden .
Onları biliyorum, hırslıdır onlar
Onları doğru sözlü diye bilseydim
Söyledikleri sözlerde
Onların sözlerine kulak verirdim
Onlar hissettikleri şeyi söylüyorlar
Onlar söylediklerini karanlıkta
söylüyor Arş hakkında konuşurken iftira atarlar
Sözü tahrif ederler, onlara karşı onlardan yardım alın Onlara da
yardım edilecek
ı
Yalancılığını bilmeyen biri yalan
söylemesi nedeniyle cezalandırılmaz; cezalandırılırsa, elde etmesi layık olan
bir bilgi ile kurtulmasını ve
saadete ulaşmasını temin edecek bir
davranışı elde etmedeki ihmalkârlığı nedeniyle cezalandırılır, yalan söylediği
için değil! Öyleyse yalancı, doğru söylemekle yükümlü olduğu yerlerde bilerek
yalan söylerse cezalandırılır. Bir insan kendisinden doğru söylemesini talep
ederken, kişi (bilerek) gerçeği inkâr ederse (cezalandırılır). Mesela Allah
Teâlâ bu nitelikteki birisi hakkında ‘İçlerinden
doğru olduğuna inandıkları halde zulüm ve taşkınlık yaparak onu inkâr ettiler’36 buyurur. Dedik ki, bilerek yalan
söylemeyen biri gerçeği öğrenmesini sağlayacak bilgiyi elde etmek üzere
çalışmadığı için cezalandırılır. Bu bilgi olmadığı için insan doğru olmadığına
dair bilgisinin bulunmadığı bir hususta yalan/yanlış söylemiştir. Demek ki (bilerek
yalan söyleyen) yalancının cezalandırılması ile doğruyla yanlışı ve doğru
sözlüyle yalancıyı tanıtacak bilgiyi elde etmede ihmalkârlık gösterenin
cezalandırılması arasında fark vardır. Her şey kendi özelliğine göre yerli
yerine yerleştirilir. Bunu yapacak kişiler insanlar arasında pek azdır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ye doğru
yola ulaştırır.’ Allah Teâlâ bizi ve sizi her durumda
amel eden âlimlerden etsin, bizimle sadıkların ve sıddîkların arasına perde
koymasın. Bunu yapacak ve buna gücü yeten sadece Allah Teâlâ’dır. İzzeti
hürmetine kabul buyursun!
BEŞ
YÜZ İKİNCİ BÖLÜM
Menzili'Allah Teâlâ’ya ve resulüne ihanet etmeyiniz, bildiğiniz halde
emanetlerinize ihanet etmeyin'37
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’ya ihanet etmeyin, O’nun için varsınız Emanetlere
de ihanet etmeyiniz
Emaneti kendi kendine üstlenme sakın Cahil olursunuz, yardım
edilmez size
Onları emirle taşıyan
kişi güvendedir
Emanetler emniyet
ve eman verir
Taşıyanları
üzerinde bir Hakk bulunur
Onu göz sahibi
olandan başkası bilemez
Bize buyurduğu gibi
ulaştırır onları
Hakk kitapta
buyurdu bize bunu Hakk: ‘Ol dedi ve oldu’
Allah Teâlâ’dır bu sözün sahibi .
Dilde, cennetlerde
ve idraklerde
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem tavsiye ederken şöyle buyurur: ‘Komutan (emir) olmak istemeyin! Siz
istemezken size görev verilirse, size yardım edilir. Siz istediğinizde size
verilirse yardım edilmez.’
Hıyanet üç türlüdür: Birincisi Allah
Teâlâ’ya ihanet etmek, İkincisi peygambere, üçüncüsü emanedere ihanettir. Allah
Teâlâ ayette hıyanederden söz ederken müminlere hitap ettiğine göre, -mümin
isenbu ayetie muhatapsın. Hıyaneder içinde Allah Teâlâ’nın emanetine hıyanete,
peygambere hıyanete ve emanedere hıyanete gelirsek, Allah Teâlâ izin verirse
bunların hepsini anlatacağım.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz
emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar emaneti taşımaktan kaçındı.’38 Bu emanet onlara emredilmemiş,
sadece sunulmuştur (arz edilmiştir). Onlar emanetten çekindiler. ‘İnsan
ise emaneti yüklendi, o zalim ve cahildir.’39 Allah Teâlâ insanın kendisine karşı
zalim, taşıdığı emanetin değerini bilmeyen biri olduğunu söylemiştir. Emaneti
bize yüklerken şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ size emanetleri sahiplerine vermenizi emreder.’40 Bütün yaratıkları içerisinde sadece
insan emaneti yüklendiğine göre, onu ya arz veya zorla yüklenmiş olmalıdır. Arz
(sunulma) yoluyla yüklenmişse, hiç kuşkusuz, kendini tehlikeye atmıştır; zorla
yüklenmişse her durumda emaneti sahibine ulaştırır.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın bize
kendilerine emanederi ulaştırmamızı emrettiği emanet sahipleri söz konusu
olduğunda, onları kimin verdiği dikkate alınmaz. Emanederin ehli emanetin
ulaştırılacağı kimselerdir. Emanet verilen biri -kendisine verilmiş olması
bakımındanemanetin ehlidir. Emanet ona başkasma ulaştırsın diye teslim
edilmişse, o başka kişi emanetin ehlidir; bu durumda emanetin verildiği kişi
ehil değildir. Emanete ehil olmanın anlamını sana açıklayacağım. Çünkü Hakk,
onu Hakk edene aittir. Bunu bilip ona göre davranmalısın.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana kendisine
ulaştırman üzere başka bir emanet verdiği gibi başkasma ulaştırman için de
emanet vermiştir. O emaneti Allah Teâlâ’ya geri vermezsin. Böyle bir emanete
misal olarak, peygamberlik emanetini verebiliriz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey
peygamber! Sana rabbinden indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan görevini yerine
getirmemiş olursun.'41 Başka
bir ayette ‘Peygamberin görevi tebliğdir142
denilir. Allah Teâlâ’ya geri verilecek emanetler ise O’nun seni emanetçisi
yaptığı bilgilerdir. Bu bilgiler sıradan insanlar arasında açıklanırsa, onları
senden Hakkın kulağıyla dinlemeyenler sapıtır. Böyle bir bilgi senin adına
meydana gelip Hakkın duyma, görme ve bütün güçleri olduğu birini bulup şendeki
bilginin onda bulunmadığım görürsen, bilgiyi ona ulaştırmaksın. Çünkü o insan
böyle bir bilgiyi senden Hakkın kulağıyla duyar. Bu esnada gerçekte duyan Hakk
olduğu gibi sen de emaneti onu sana veren Allah Teâlâ’ya iade etmiş olursun. Bu
vesileyle de Hakkın kulağı olduğu şahıs için daha önce bilmediği bir fayda
meydana gelmiş olur. Fakat emanetin taşıyıcısı, bilgiyi ulaştırdığı insanın
Hakkın duyma haline geldiği biri olduğunu bilmezse, ona bilgiyi ulaştırmaz.
O’nun duyma gücü olmadığı birisine bilgiyi verirse, Allah Teâlâ’ya ihanet etmiş
sayılır. Hâlbuki Allah Teâlâ kendisine ihaneti yasaklamıştır. Allah Teâlâ’ya
ihanetin biri de âlemin varlığının Hakkın varlığı olduğunu öğrettiği bir
insanın haddi aştığmı bilerek âlemde tasarruf ederken Allah Teâlâ’nın
sınırlarını ve haddini aşmasıdır. Çünkü bu esnada Allah Teâlâ perdeli insanların
nezdinde emanetin ta kendisidir; bu durumun din veya akla göre bilinip bilinmemesi
birdir. Böyle bir insan kendi inancına göre haddi aşmakla Allah Teâlâ’ya ihanet
etmiştir. ‘Kim Allah Teâlâ’nın sınırlarını
aşarsa, kendine zulmetmiş demektir.'43 ‘İnsan onu yüklendi. İnsan zalim ve
cahildir.'44 Allah
Teâlâ ehli hakkında Allah Teâlâ’ya ihanet eden de gerçekte Allah Teâlâ’ya
ihanet etmiş demektir. Senin mülkiyetin altında bulunup da Allah Teâlâ’nın geri
vermeni istediği, fakat emri yerine getirmediğin her iş Allah Teâlâ’ya ihanetin
bir parçasıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bütün
iş O’na döner.'45
Allah Teâlâ’nın peygamberine hıyanet
edenlerin hıyanetine gelirsek, bu durum, Allah Teâlâ’nın peygamber karşısındaki
fiillerine dair öğrettiği edeple ilgilidir. Bu davranış emaneti peygambere
ulaştırmanın ta kendisidir. Peygamberin karşısında (sana öğretildiği gibi)
saygılı davranmadığında, emaneti ulaştırmamış, Allah Teâlâ’nın seni emin
yaptığı bir işte Peygamberine hıyanet etmiş olursun. Peygambere hıyanetin bir
yönü de ehl-i beyt ve yakınlarını sevmek hakkındaki talebinde ortaya çıkar.
Çünkü kendilerine dönük sevgimizde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile
ehl-i beyt müsavidir: Ehl-i beyt’i sevmeyen, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’i sevmemiştir, çünkü o da ehl-i beyt’in bir üyesidir. Bu itibarla ehl-i
beyt sevgisi parçalanamaz, çünkü sevgi -onlardan birisine değilbütün aileye
yöneliktir. Aklını bu konuya verip ehl-i beyt’in değerini iyice anlamalısın.
Ehl-i beyt’e ihanet eden insan, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın peygamberine
ihanet etmiş demektir. Kim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünnetine
ihanet ederse, sünneti hususunda ona ihanet etmiş demektir.
Güvenilir olduğuna inandığım biri
bana Mekke’de şöyle bir hadiseden söz etmişti: ‘Mekke’deki şeriflerin
insanlara yaptıkları davranışı kötü görüyordum. Bir gece rüyamda Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kızı Hz. Fatma’yı gördüm. Benden yüz
çevirmişti. Kendisine selam verdim ve yüz çevirmesinin sebebini sordum. Şöyle
dedi: ‘Sen şerifler hakkında konuşuyorsun.’ Bunun üzerine kendisine şöyle
dedim: ‘Efendim! Onların insanlara nasıl davrandıklarını görmüyor musunuz?’ Hz.
Fatma şöyle cevap verdi: ‘Peki onlar benim çocuklarım değil mi?’ Ben de ‘evet’
dedim ve tövbe ettim. Fatma da bana döndü. Ardından uyandım.’
Sen ahlakınla ehl-i beyt’e denk
olamazsın Ehl-i beyt efendilerdir
Onlar bir insanı sevmezse hüsrandır
onun sonu Onları sevmek emin ol ki bir ibadettir ibadet
Allah Teâlâ’nın peygamberine
hıyanetin bir yönü nebiler ve resuller arasında karşılaştırma yapmaktır.
Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın onların bir kısmını diğerlerinden üstün
kıldığını biliriz. Bir ayette ‘Bazı
peygamberleri diğerlerinden üstün kıldık’46, başka
bir ayette ‘Peygamberlerin bir kısmın t diğerlerinden
üstün kıldık547
buyurur. Allah Teâlâ dilediği şekilde kullarını derecelendirirken onları
derecelendirmek bizim yetkimiz dahilinde değildir. Biz dereceleri ancak O’nun
bildirmesiyle bilebiliriz. Çünkü bu derecelenme Hakkın onlar hakkındaki
bilgisine dönen bir durum iken Hakkın bilgisinde neyin bulunduğunu kimse
bilemez. Hz. İsa ‘Sen benim nefsimde olanı bilirsin,
ben senin nefsinde olanı bilmem, Sen gaybı en iyi bilensin’48
demiştir. Burada açık mertebeler nedeniyle bir zorlama ve müdahale yoktur. Hiç
kuşkusuz Allah Teâlâ’nın peygamberi nebiler arasında derecelendirme yapıp -Allah
Teâlâ’nın bildirmesi olmaksızınkendisini diğerlerinden üstün tutmayı bize
yasaklamış, bu bağlamda Hz. Yunus ve diğer peygamberleri zikretmiştir. O halde Allah
Teâlâ’nın bildirmesi olmaksızın bir peygamberi üstün sayan, Allah Teâlâ’nın
peygamberine ihanet etmiş, onun belirlediği sınırı aşmış demektir: .
Emanetlere hıyanete gelirsek,
‘Hikmeti ehlinden başkasma vermeyin, hikmete zulmetmiş olursunuz; ehline
vermezlik etmeyin, onlara zulmetmiş olursunuz’ hadisi tam da konuyla ilgilidir.
Hıyanet zulüm demek iken hikmet emanettir. Hikmete hıyanet etmek, ehli
olmadığını bildiğin halde hikmeti ehli olmayana vermektir. Allah Teâlâ
bilmeyenden yükümlülüğü kaldırmıştır. Bununla birlikte Allah Teâlâ işler
hakkında bilgiyi elde etmek üzere insanın harekete geçmesini kendisine
emretmiştir ve bu arayıştan geri kalmanın mazereti yoktur. Bilgi elde etmek
üzere çalışırken içinde bulunduğu durumun kendisini ‘hıyanet5
denilen bu özel işi yapmaya çağırdığı insan cezalandırılmayacaktır. Böyle bir
insan hıyanet nedeniyle veya bilgideki ihmali nedeniyle cezalandırılmayacaktır.
Çünkü o insan bilgi elde etmeye çalışırken içinde bulunduğu durum onun bir
tasarrufta bulunmasını gerektirmiştir.
Kim bu zikrin sahibi olursa zikir onu
hıyanetten korurken Allah Teâlâ da -zikrin inayetiylebütün emanederin
ehillerini kendisine öğretir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Öyle bir sırra tahsis edildim ki bir
ben bilirim
Bir de şeriatta uyduğumuz kişi bilir
Peygamber, yani Allah Teâlâ’nın
peygamberi ve en hayırlı insan Şeriatta ona tabi oluruz hepimiz
BEŞ
YÜZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Menzili'Onlara sadece dini Allah Teâlâ’ya tahsis etmeleri emredildi;
haniflerden olsunlar, namazı kılıp zekâtı versinler, işte dosdoğru din budur'*9 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ biliyor ki O’nu bilmiyorum ben
Kendini bilmek, bilmemek demek olan nasıl bilinir ki?
Ben var olarak bildim O’nu, sınırlamaz
1
Hiçbir nitelik Hakk diye veya halk tafsil etmez O’nu
O’nu bilmem O’na
dair bir hayret
Elde ettiğimiz
bilgi hakkında Hakk’tan delilimiz yok
Bir tek peygamberin getirdiği bilgi
var iki halde de; iman ile kabul ederiz onu
Kur’an hakkında düşünürsen, görürsün
Bazen tenzih edersin, bazen temsil edersin Hakkı
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dikkat
ediniz, halis din Allah Teâlâ’ya aittir!’50 Benim müşahedemin kaynağı ve kökeni
bu zikirdi. Çünkü Allah Teâlâ cinleri ve insanları sadece kendisine ibadet
etsinler diye yaratmış, âlemin yaratıcısı başka bir sebep göstermemiştir.
Kimsenin de yaratılmışın ibadetini kendisine veya O’ndan başkasına ait görüp Allah
Teâlâ’nın onu kendisine tahsis ettiğini söylediğini bilmiyoruz. Hakkın
ibadetteki ihlası talepteki sözünün doğruluğuna iman ettik. O ibadette ihlaslı
olmayı istediğine göre ibadette kendisinden başkasına dönük bir nispetin
bulunduğunu anladık. Bunu araştırınca, kendimizden başka kimse bulamadık. Binaenaleyh
biz Allah Teâlâ’ya ait bir işte iddia sahibiyizdir. Çünkü her şey O’na secde
eder -ki secde bir ibadettir.Biz ise öyle değiliz. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘insanların
çoğu’51 demiş,
insan dışında zikredilen türlerde bütünü zikredilmişken insan türünün bütünü
zikredilmemiştir. Bakınız! Allah Teâlâ her peygamberi kavminin diliyle
göndermiştir. Peygamberlik Allah Teâlâ’ya aitken kavminin diliyle o görevi
yerine getirmek peygambere ait bir iştir.
Kur’an bilgisi nasıl iner
Benim varlığıma ve indirildiği
kimseye
Zikir indirir onu
Her biri menzil olan kalplere
Her birinin bir kısmeti var
Kur’an’da bir fazlalık yok
En kolay makam bize ait ondan Allah
Teâlâ’nın makamı ise en yüce makam
Allah Teâlâ’nın sözüdür Kur’an,
lafız ise bizim Yüce ve ayırıcı hüküm Kur’an’ın vasfı
Allah Teâlâ bize Hakkın hüviyetinin
kulun duyma, görme ve bütün güçleri olduğunu beyan buyurmuştur. Kul güçleri
sayesinde kul olduğuna göre o, Hakk sebebiyle vardır. Onun zahiri sınırlanmış
ve yaratılmış suret iken bâtını suret nedeniyle sınırlanmamış Hakkın
hüviyetidir. Binaenaleyh kul da sureti itibarıyla Allah Teâlâ’yı tespih eden
varlıklardan biriyken bâtını yönünden de söylediğimiz gibidir. O halde Hakk
kendini tespih eder. Toplam ise ince ve kapalı bir anlam ortaya çıkartır ki
her birisi tek başına bu manayı veremez. Bu itibarla insanın suretine uyum,
muhalefet, itaat, günah vb. izafe edilir ve bu nedenle onun yükümlü/mükellef
olduğu söylenir. Namazın kul ile Allah Teâlâ arasında taksimi bu sayede mümkün
olabilmiştir: ‘Kul namazda şunu söyler, Allah Teâlâ şunu söyler’ denilir. Kul
ancak toplamla (zahir ve bâtınıyla) birlikte kuldur. Kendisini kulun güçleri
olmakla nitelediğinde Hakk adına meydana gelen duruma bakınız! Kul O’nun
vasıtasıyla kul iken Hakk kulun vasıtasıyla kulun güçleridir. Kul adı ancak
‘toplama’ verilen bir addır. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ toplamın kim olduğunu
bize bildirmiştir. Kul ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir’ der. Bu
esnada Hakk, kulun dilidir ve aynı zamanda Hakk kulunu duyar. ‘Allah Teâlâ’ya
hamd olsun’ diyen ile o ifadeyi duyan kimdir? Allah Teâlâ ‘Kulum beni övmüştür’
der. Fakat o dilden başka bir dille söyler, daha doğrusu kendisine izafesi
esnasında kula izafeden soyudanmış Hakkın hüviyetiyle söyler. Allah Teâlâ onun
bütününü dikkate alarak ‘kulum beni övdü’ demedi ve kul Allah Teâlâ’yı O’nun
kelamıyla övebilir. Çünkü ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’ ifadesi
O’nun kelamıdır. O halde bilinen manayla hamdin ifade edilmesi şu demektir: Ben
hamdin benim katımdaki tarzıyla kendimi övdüm, kulum ise kendimi övdüğüm
ifadeyi lafzıyla benden aktardı, bu esnada ben kendimi övmedim. Bize Allah
Teâlâ’nın kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu’ dediği
aktarılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ise müşrik hakkında ‘Onu komşu
edin ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun’52 demiştir. Hâlbuki komşu edinilecek
insan sadece vahyi ulaştıranın -peygambersesini duymuştu. Âlemdeki bütün sözlerin
Allah Teâlâ’nın kelamı olduğunu biliyoruz, çünkü âlem, büyük ve kâmil insan
demektir. Âlemin hükmü insanın hükmüyle birdir. Hakkın hüviyeti ise insanın
bâtını ile onu kul yapan güçleridir. O halde Hakkın hüviyeti, âlemin
güçleridir. Bu güçler sayesinde âlem, rabbini tespih eden bir kul ve büyük bir
insan olur.
Dikkat edin! Varlıktaki her söz
O’nun kelamı
İster nesir olsun ister nazım
Her varlığın kulağına yayılır bu söz
O’ndan çıkar O’na varır başı ve sonu
Söyleyenden başkası duymuyor
Açığında gizlisi saklanmış
Harfleriyle lafızlarımız örter onu
Ondaki ışık onun karanlığı
Onun ışığı hakkında ne
zannedersiniz!
Görününce bulutu geniş havayı
doldurur
Burada ‘Allah
Teâlâ onlara buluttan gölgelerde gelir’
ayetine işaret vardır. İş gerçekte söylediğimiz gibi olunca, Allah Teâlâ
ibadeti kendisine tahsis etmemizi istemiştir. Çünkü ibadet etmekle kul
olduğumuz gibi O’nun hüviyetiyle kul olabiliriz. Bu nedenle ubudiyeti O’na
tahsis ederiz. Ubudiyeti Allah Teâlâ’ya tahsis etmek şöyle dememizdir: ‘Sen
bizim benliğimizsin. Sen benim benliğim içindesin. Senden başkası yok. Sen, rab
ve kul denilensin.’ Gerçek böyle olmasaydı, ibadeti Allah Teâlâ’ya tahsis
edemezdik (ihlas). Binaenaleyh ibadette ihlas ancak toplamdan (insanın zahiri
ve bâtını; Hakk ve kul) talep edildiği gibi ibadet de ancak toplamla var olur
ve bir nispet olarak ortaya çıkar. Allah Teâlâ kendi başına âlemlerden
müstağniyken, toplamla birlikte ‘Allah
Teâlâ’ya borç veriniz’53 der. Bu borcu ihsan
özelliğiyle sınırlamış (karz-ı hasen), sonra bize ihsanın mahiyetini
açıklamıştır: İhsan, kıblede belirlenmiş ve sınırlanmış olanı görmektir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan aktaran Şâri’nin diliyle O’nu bilmek, aklî
düşünceyle O’nu bilmekten farklıdır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı bilmenin iki
yolu vardır. Daha doğrusu kendimizden hareketle Allah Teâlâ’yı bilmemizin iki
yolu vardır. Dilersen üç yol vardır da diyebilirsin. Birinci yol Allah Teâlâ’yı
teorik düşünce yönünden bilmemiz, İkincisi şeriattaki hitabı yönünden bilmemiz,
üçüncüsü her iki yoldan bilmemizdir. Biliyoruz ki Allah Teâlâ’yı O’nun
kendisini bildiği gibi bilemeyiz. Bu da Allah Teâlâ hakkmdaki hâdis bilginin
sınırlanmasıdır.
Hakk kulun aynı, başkası değil
Hakk kuldan başkadır, sen görmezsin
O’nu
Toplamı üzere O’na O’nunla bak!
O’nu ayırma, korusuna girersin
Apaçık hakikat bu! Allah Teâlâ için
ihlaslı olun
İbadet senden çıkar, O karşılar
Yani bu ibadet O’na ulaşır. Bu
ibadeti yalnız O’na tahsis ediniz! Dilersen, Allah Teâlâ’ya ait olan ibadet Allah
Teâlâ’dandır ve onu kendisi alır diyebilirsin. Çünkü insan ibadeti O’nun
vasıtasıyla yerine getirir. İbadeti Allah Teâlâ’ya O’ndan dolayı tahsis
edebildin ve sen sadece ibadetin kendinde ortaya çıktığı bir yersin. Suret sana
ait iken cevher O’nun hüviyetidir.
Nitekim çeşitli vesilelerle âlem
denilen suretlerin mümkünlerin Hakkın varlığındaki hükümleri demek olduğunu
açıklamıştık. Bu nedenle ‘Alem varlığını Haktan kazanmıştır’ denilir; Haktan
varlık kazanmak hudûs (zaman içinde yaratılmış olmak) demektir.
ibadetin Allah Teâlâ’ya tahsisi
hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Hakk bir açıdan ibadet eden bir açıdan
ibadet edilen olur. Başka bir ifadeyle iki farklı nispede iki isim alır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Menzili'Allah
Teâlâ de, sonra onları bırahfs* Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Şeyhimiz Ebu Medyen’in düsturu bu
ayetti. Bazıları ayete ‘Daldıkları işte oynasınlar’55
kısmını ekler.
Varlığımızdan kaçarız Allah Teâlâ’ya Yüksekliğinde, O’nu arzularız bir tek
Bırak! Her şey kendi eğlencesinde
oyalansın Başka bir mezhebimiz yok ki bizim
Sen gelirsen yaklaşmak üzere O’na
Bütün yaratıklar O’nu arzular
Şaşıranı görürsen Allah Teâlâ’dan Benim istediğime ulaşmış olursun
Allah Teâlâ sana ve bize kendinden
bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki, bu bölüm bir önceki bölüme yakındır.
Çünkü Allah Teâlâ kendisini şaşırmak, gülmek, sevinmek, neşelenmek gibi
yaratılmışlara ait niteliklerle nitelemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ
kendisini ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’56 ayetinde benzersizlikle
nitelemiştir. Başka bir ayette ‘Sen
atmadın attığında, ancak Allah Teâlâ attı’57 buyurur. Böylece ameli O’ndan (alarak)
yine O’na tahsis ettik. Ayette bize ‘Allah Teâlâ’ deyip onları bırakmamızı,
yani zamirlerini bırakmamızı söylemiştir. Yani ‘Allah Teâlâ’ deyip sonra ‘onlar’
zamirini bırakmamızı emretti. ‘Onlar (hüm)’ zamiri çoğul zamirdir. Allah Teâlâ
bize tekil zamir olan hüve’yi (o) bırakmamızı emretmedi. Çünkü biz ibadeti
çoğuldan ayırıp Bir’e, yani O’na tahsis ederiz. Çünkü toplam ibadette Allah
Teâlâ ile kul arasındaki taksimi izhar etti. İbadet Allah Teâlâ sayesinde
ortaya çıkan toplamı bakımından kula ait olsa bile, sureti bakımından kula
değil Allah Teâlâ’ya aittir. Şeyh Ebu Medyen’in ayağı bu noktada derinleşmiş
(rüsuh kadem olmuş), ayetin bu kısmını aşmamıştır. Başka bazı kimseler ise
ayeti tamamlayarak ‘Eğlencelerinde oynasınlar’58 kısmını eklemişlerdir. Ebu Medyen
ise ‘Ayetlerimize dalanları gördüğünde...’59 ayetiyle kalmıştır. Alemdeki her şey
Allah Teâlâ’nın ayetidir, çünkü her şey O’na delildir. ‘Onlardan
yüz çevir.’60 Ebu
Medyen Allah Teâlâ’nın emrine uymuş, yüz çevirmiş, başkaları ise onları
eğlencelerinde oynamak üzere bırakmakla ilgili emre uymuşlardır. Biz Allah
Teâlâ’nın emrine uyduk ve ‘onlar’ (zamirini) terk ettik. Gözlerimizden perde
kalktı ve eğlenceye dalan ve oynayanın kim olduğunu müşahede ederek bildik.
Aynı zamanda ‘hüm’, yani onlar (zamirini) ‘Bırak,
eğlencelerinde oynasınlar’61 ayetinde belirtilen çoğulun anlamını
da öğrendik. Daha önce eserlerin ilahi isimlerden kaynaklandığı söylenmişti.
Çoğul isimleri bakımından Allah Teâlâ’ya ait iken tevhit, hüviyeti bakımından Allah
Teâlâ’ya aittir.
Ne çoğul ne bir
var
Hakk var sadece! Şahit ol ve bırak
hepsini
Allah Teâlâ de ‘eğlencesinde
oynasın’ demiş
Kaza ve kaderin hükmü böyle buyurur
Oynayan kimse göremezsin
Suretleri yöneten
var sadece:
. I '
Yönetirken oynar suretlerle
Kader hüküm verdiğinde dilediği gibi
Onlar suretler,
meydanları mı?
Varlığım, bu kürelerin tedbiri için :
Atlar kendi
meydanlarında koşar
Ruhlarının
binekleri beşerde
Onlar bineklerin
sırtlarında
Salim olsalar da
tehlike köprüsünün üzerindedirler
‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah
Teâlâ öldürdü.’62 Allah
Teâlâ, hakkında böyle bir isim gelmemiş olsa bile, O öldürendir. ‘Sen
atmadın attığında, ancak Allah Teâlâ attı.’63 Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’in suretiyle atandır. Fakat O’nun hakkında böyle bir isim
gelmemiştir. ‘Onlara siccil’den taşlar atarlar.’64 Burada Allah Teâlâ kuş suretinde taş
atar, fakat O’nun hakkında böyle bir isim de gelmemiştir. Elbiseler bizi
sıcaktan korur. Gerçekte koruyaıi O’dur. Hâlbuki böyle bir isim Allah Teâlâ
adına gelmemiştir.
Oyuna dalmanın bir
türü budur, bunu bilmelisin
Oyuna dalanın kim
olduğunu da anla!
Kesin hüküm ver, sen hüküm vermedin ,
Sen hükmü boz,
bozan O’dur
Korkağa söyle!
Ayağa kalk O’nunla
Ayağa kalkışından
dolayı O’nu övmelisin
Onları siz
öldürmediniz, öldüren Odur.
Oyun denilen şey kınamak ve
eleştirmek üzere böyle adlandırılmadı, çünkü oyun nefsi rahadatan bir şeydir.
Fakat Allah Teâlâ oyun için birtakım yerler belirlemiştir. Kul o sınırları
aştığında -oyun olduğu için değilbulunmaması gereken bir yerde bulunduğu için
kınanır.
Sonra bilmelisin ki, işler/varlıklar,
suret itibarıyla bir olsalar bile, maksat bakımından farklıdır. İnsanın ilk
yaratılışındaki cimrilik, korkaklık, hırs, aç gözlülük gibi özelliklerinden
söz ederken bu durumu açıklamıştık. Bunlar sıradan insanlara göre kötü
özelliklerdir. Hâlbuki
Allah Teâlâ bu fıtrî özelliklere
birtakım yerler belirlemiştir ki, o yerlerde kullanıldıklarında övülürler. Söz
konusu özellikler zatları gereği övülmeye elverişli olmasalardı, Hakkın onlara
tayin ettiği yerlerde de övülmezlerdi. Oyun da bu davranışlardandır. Allah
Teâlâ bize oyun oynayanı eğlencesinde bırakmamızı emretti. Öte yandan Allah
Teâlâ bize (insanlara) nasihat etmemizi, kötüyü iyiyle değiştirmemizi emretti.
Kötüyü iyiyle değiştirmek, kötüde bulunan iyilik yönünü izhar edip ondan
kötülük adını izale etmemiz demektir. Zaten gerçekte de o şey iyidir. Çünkü
varlıkta kötü ve münker (fıtrata yabancı, belirsiz) adı verilecek herhangi bir
şey yoktur. Çünkü her şahsı kendi şahsiyeti belirli Hakk getirirken varlıkta
münker bir şey nasıl olabilir?
Sözümü anladığında sevinmelisin
onunla Söz yaratılmışta Allah Teâlâ’nın sözü!
Söylediğimi anlayan kişi Haklarımı iade
etmiştir bana
Sözün meydana getirdiği bir netice
budur. Hal böyleyken amelin neticesi nasıl olabilir? Allah Teâlâ bize ‘Allah
Teâlâ’ deyip sevinçli bir halde O’nun nezdinde bulunan her harfi terk etmemizi
istemiştir. Beni başka bir işle sorumlu tutmamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ de, sonra onları eğlencelerinde oynamak üzere bırak!’65 Yani basiretle hareket etsinler!
Çünkü onlar bu eğlenceyi övmek ile inançlarına göre onu kınamak arasında gidip
gelirler. Onu överlerse, Allah Teâlâ’nın her inanç sahibinin inancında
bulunduğunu söylemiştik. O’nu tasavvur edenin tasavvurunda bulduklarında, Allah
Teâlâ kişinin başka bir tasavvura geçmesi nedeniyle bir önceki tasavvurdan
ayrılmaz. Aksine Allah Teâlâ’nın her bir tasavvurda varlığı söz konusudur. Nitekim
Allah Teâlâ kıyamette tecelli ederken bir suretten başkasına geçerken
kendisinden geçtiği bu suretteki varlığı da ortadan kalkmaz. Çünkü Allah Teâlâ
hakkında öyle bir inanca sahip insan, O’nu o surette görecektir. Bu durum Allah
Teâlâ’nın insanın gözünden perdeyi kaldırmasından başka bir şey değildir.
Binaenaleyh onlar oyunu/eğlenceyi kınamış olsalar bile, basirete sahiptirler.
Onlar, kendileri için Hakkın başka bir surete intikal ettiği kimselerdir. O
suretlerde onlar Hakkı (O’na dair sahip oldukları) alamete göre tanırlar. Bu
itibarla onlar kınarken de basirete sahiptirler, çünkü Allah Teâlâ onları bu
sebeple yaratmıştır. Nitekim her müçtehit içtihadına göre amel eder (her
inançlı insan da inandığı surette Hakkı bulur); içtihat seviyeleri eşit iken
bir müçtehidin başka bir müçtehidin içtihadına göre ibadeti haramdır. Taklitçi
ise müçtehitlerin verdiği hükümlerde seçim hakkına sahiptir. Bu itibarla onun
şeriatta geniş bir seçme alanı varken kendi deliliyle sınırlanmış olan müçtehit
böyle bir hakka sahip değildir; isabet edip etmemesi durumu değiştirmez. Oyun
ve eğlenceye dalanın niteliği de böyledir: Oyununu kınasa da övse de, her iki
durumda basiret üzeredir. Bu nedenle Hakk onları oyunlarını oynamak üzere
bırakmamızı bize emretti.
Bu zikrin yegâne faydası Allah
Teâlâ’nın kullarına onların inançlarına göre tecelli edeceğini öğrenmek
olsaydı, yine de yeterli olurdu. Allah Teâlâ hakkında nazarî düşünceyle bilgi
edinen kişi nefsinde (zihninde) bir sureti yaratmış ve ona inanmış demektir.
Başka bir ifadeyle insan düşüncesiyle yarattığı ilaha ibadet etmiş, ona ‘ol’
demiş, o da olmuştur. Bu nedenle insanlara (kendi inşa ettikleri zihnî
suretlere değil) peygamberin getirdiği ve Kitabın buyurduğu Allah Teâlâ’ya
kulluk etmeleri emredildi. Kitabın tanıttığı İlah’a ibadet ederken
yaratmadığın bir varlığa, daha doğrusu seni yaratana ibadet etmiş ve bizzat
ibadete hakkını vermiş olursun. Çünkü Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ancak
(peygamberi) taklitten ibaret olduğunda bilgi olabilir; nazarî delilden
hareketle böyle bir bilginin gerçekleşmesi imkânsızdır. Bu nedenle Allah
Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmemiz bize yasaklanmış, mertebeyi O’na tahsis
etmemiz emredilmiştir. O’ndan başka ilah yoktur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Rabbinin hükmüne
sabret, gözlerimizin önündesin'66
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Bu menzilde bulunanlardan birisi
arkadaşımız Merakeşli Muhammed el-Merakeşî idi.
Varlığın kalbi nedir? Benim varlığımdır o Müşahede de öyle!
Benim müşahedemdir o
Kalp benim, hâkim olan benim kalbim
O benim şah damarımın mesabesinde
O’nu sınırlamayın, duyduğunuz gibi O
sınırdan ve kayıttan münezzeh
Beni gören O’nu
görmüş demektir
Beni görmeyen secde
farzını yapmamış demektir
Secde farzı kime
düşer:
Hakkın varlığım
olduğunu söyleyene
Şair ‘Kendini bilen rabbini bilir’
hadisine atıfta bulunmaktadır. Muhammed el-Merakeşî’yi Merakeş’te görmüştüm.
Gece gündüz çok sohbet ederdik. Onun düsturu bu ayetti. Herhangi bir iş
nedeniyle gönlünün daraldığını hiç görmemiştim. Karşılaştığı bütün güçlükleri
ve sıkıntıları ferahlık ve tebessümle karşılar, sıkıntılar bize göre ondan
uzaklaşır görünürdü; o ise bir sevinçten başkasına, bir mutluluktan başka bir
muduluğa geçerdi. Kendisine ‘İnsan tabiatına nahoş gelen hadiselerin sana
ulaşması hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorunca şöyle demişti: ‘Başlangıçta
sabrettim. İlahi hüküm karşısında gösterdiğim sabır hakikati müşahede etmemi
sağladı. Müşahede ise beni her türlü hükümden alıkoydu. Artık her şeyi Allah
Teâlâ ile görüyorum. Dayanağım O’dur ve sadece O’ndan istiyorum. Çünkü benim
görüşüme göre belalar O’nunla bana iner. Siz belanın hükmünü görüyorsunuz,
hâlbuki hepsi O’nun katından!’ Bu adam ibadet vakitlerini en düzenli
kollayan biriydi. Allah Teâlâ’ya
yemin ederim ki, ondan sonra bu makamda kendisi gibi birisini görmedim. Onu bu
şehirlerde bırakıp ayrılmam kendisine o kadar dokunmuştu ki, kardeşlerimden
hiçbirisi kendisinden ayrılırken o kadar üzülmemişti. Bana şöyle derdi:
‘Rabbani hükmün bana nüfuz edişinden beni perdeleyen hakikati müşahedem olmasaydı,
seninle birlikte yolculuk ederdim. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, beni senden
ancak Hakkın benim için başka bir surette tecelli etmiş olması uzaklaştırıyor.
Ben gaybet ve huzur halinde hep O’nu müşahede ederim.’ Bu zevk bilinmeyen bir
zevktir. Edebi çoktu, konuşması da çoktu. İnsanları Allah Teâlâ’ya
yönlendirirken bazen neredeyse hiç susmazdı. Bu durum hatırlatıldığında şöyle
derdi: ‘Ben konuşurken yükümlülüğümü yerine getiriyorum. Sen ise oturup
oturmamada ve sözlerimi dinleyip dinlememede serbestsin! Ben bir sağırla
konuşmuyorum, söylediklerimi duyan birisiyle oturuyorum.’
Bilmelisin ki, bu zikir rabbani hüküm
karşısında sübut sahibi olmayı sağlar. Bunun nedeni, zikrin içerdiği
maslahattır. Kul onun farkında olmayıp onu bilmese bile, hüküm her ne olursa
olsun gerçekte zikrin içerdiği şey bir maslahattır. Bu, ‘imanın farkı’ demek
olan birinci ihsan makamıdır. Hükümlerin değişmesini sürekli müşahede bu makamın
gereğidir. Bu itibarla hükümlerin değişmesi kaçınılmazdır, çünkü Allah Teâlâ her
gün bir iştedir. Bir gayen bulunur ve (o gayeye aykırı olduğu için) hastalık ve
acı hissedersen, sana acıyı verenden başkasına şikâyetten uzak durmalısın.
Başka bir ifadeyle Hz. Eyyub gibi davran ve sana acı veren işi başkasına
şikâyete etme! Acı ve sıkıntıda Allah Teâlâ’dan başkasına iltica etmemek, Allah
Teâlâ’nın peygamberlerine ve nebilerine öğrettiği ilahi edep demektir. Çünkü Allah
Teâlâ’nın sana gayenle çelişecek bir işle acı vermesi ve sıkıntı çektirmesi,
sadece acıyı kaldırması için O’na dua etmeni irade etmesinden kaynaklanır.
Binaenaleyh gayeye yatkın olmama halini (acıyı) ve belayı hissederken Allah
Teâlâ’ya şikâyette bulunmayan kişi, hiç kuşkusuz, ilahi kahra karşı direnmiş
demektir. Ebu Yezid el-Bestamî acıkıp ağlamaya başlamış; Sebebi sorulunca
‘Ağlayayım diye acıktırdı’ demiş. O halde edep, belayı kaldırması için
-başkasına değilsadece Allah Teâlâ’ya şikâyette bulunmaktır ve bu şikâyete
rağmen sabra devam edilir. Allah Teâlâ peygamberi Eyyub hakkında ‘Kuşkusuz
onu sabırlı bulmuştuk’67 der. Yani ıstırap
esnasında sebeplere yönelirken de onu sabırlı bulmuştuk. Demek ki Hz. Eyyub
sıkıntı esnasında Allah Teâlâ’dan başka bir sebebe yönelirken gerçekte
-herhangi bir sebebe değilO’na yönelmişti. Çünkü insan, tabiatı gereği sıkıntı
çekerken ve mizacı değişirken (sebeplere yönelir). Hallac-ı Mansur bütün
bunları bildiği için, bu makam hakkındaki gayreti nedeniyle, kolları
kesildiğinde yüzünü kana bulamıştır ki, insanların gözüne mizacının değiştiği
gözükmesin! Bu halde iken Hallaç şöyle diyordu:
Her bir uzvum ve eklemim
Senin yâdını taşır -
Nefsin çektiği acılarda durum böyle
değildir. Nefsin acı çekmesine yol açan hadiseler ortaya çıktığında, Allah
Teâlâ’nın bazı kulları acıları karşılar ve zahirinde bir izi görünmez. Duyuyla
idrak edilen bir acı veren hadiseleri hissettiğinde ise tabii olarak hareket
edilir. Bununla birlikte acıyı hissetmekten alıkoyan bir iş olursa, acıları
hissetmeyebilir. Biz hissetmeden söz ediyoruz. Böylelerine misal olarak Hz.
Eyyub ve Zünnun’u verebiliriz. Allah Teâlâ’nın selamı her ikisinin de üzerine
olsun! Bu konuda herhangi bir gücü olmayanlara gelirsek, bu durum sıradan
insanlarda yaygın olduğu gibi ‘sebeplerin kulları’ olan âlemdeki insanların
çoğunun hali böyledir. Allah Teâlâ kulları arasından büyükler ise bu sebeplerle
(gizlenerek) parmakla gösterilmeye karşı perdelenirler. ‘Rabbinin
hükmü karşısında sabret!’68 Bela veya afiyet içeren herhangi bir
hüküm müessir olduğunda, Allah Teâlâ karşısında sağlam durmak budur. Gayeye
ulaşarak sevinmek bela sahibinin sarsıntısından daha çok kişiyi sarsar, çünkü
sevinme hareketi sahibini daha çok coşturur ve heyecanlandırır. Bunun istisnası
kişinin sevinme varidinden daha güçlü bir Hakk sahip olmasıdır. Buna mukabil
üzüntü ve tasa vb. haller, gayeye ulaşma sevincini yaşayan birine kıyasla,
durağanlık ve sabidik haline daha yalandır.
Bu zikir iyilik ve kötülüğü birlikte
içeren bir zikirdir. Bunlar, iki haldir ve (biliniz ki) haller daima hüküm
sahibidir. Hükme konu olanın da hüküm kendine uygulansın diye hâkimin
zorlaması ve baskısı altında bulunması gerekir. Bu durum ise onun hareket
etmesine yol açar. Çünkü insan tabiatının gereği, tabiatın karanlığı ve
darlığını gördüğünde sıkıntıdan genişliğe, rahadığa ve aydınlığa çıkmaktır;
genişliği görünce bekleyemez. Bu nedenle insana ‘hüküm karşısında sabit of
denilir, çünkü seni üzen veya Mutlu eden bir hükmün sende uygulanması
kaçınılmazdır. Gelen hal seni üzerse, onu kaldırmak için bize doğru hareket
etmelisin; muüu eden bir hal gelirse, onu baki kılmak için yine bize doğru
hareket edip o Hakk karşı şükretmelisin. Biz de şükrüne karşılık olarak
muduluğunu arttırırız, böylece sevincin azalmaz ve her durumda kazançlı
çıkarsın. Biz sabrı ancak zorunlu bir ibadet olsun diye emrettik. Sabrederken
bir vacibi yerine getirenin sevabını alır, sabredip rıza göstermen nedeniyle
övülen-mecbur bir kul olursun. Serbest bıraksaydık ve sen yine de sabretmiş
olsaydın, bu kez irade sahibi muhayyer bir kul olur; senin üzerinde hakim ve
efendi oluşumuzu ‘zevk’ ederek öğrenemezdin. Çünkü muhayyer insan dilediğinde
bizi üzerinde veli yapar ve dilediğinde azleder, dilediğinde uzaklaştırır,
dilediğinde uzaklaştırmaz. Binaenaleyh irade sahibiyken biz O’nun hükmüne
bağlıyız. Zorunluluk halinde O’nun üzerinde hüküm sahibi olan biziz.
Allah Teâlâ’nın sana dönük rahmetine
bakmalısın! Rabbinin hükmü karşısında sana sabrı emretmiş, sonra ‘Bizim
gözlerimizin önündesin’ ifadesini buna eklemiştir. Yani seni üzse de üzmese de,
bize göre senin hakkında en yararlı işle hüküm veririz. ‘Sen bizim gözlerimizin
önündesin’ ifadesiyle kastedilen budur. Yani sen bilmediğin ve unuttuğun bir
haldesin. Artık hangi kul olmak istersen öyle ol! Maksadına göre
değerlendirileceksin.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Onlar tuzak kurdu, Allah Teâlâ da
tuzak kurdu. Allah Teâlâ tuzak kuranların en hayırlısıdır'69 ve 'Onlar tuzak kurdu biz de tuzak
kurduk, onlar farkında değil'70 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın yarattıklarında bir
tuzağı var Onlar bilmez o tuzağı, habersizdirler
Onlardandır tuzak, onu bilen kişi
Çift ve tek namazları kılandır
Zillet üzere ve huşu içinde münacat eder durur '
Peş peşe gelir, aralıklı olarak ona ^
Bir müşahede gelir ki hakikatleri
görür Güneş ve dolunay gibi üzerine doğarlar
Varlıkları orada
görür
Açık ve gizli
olarak bilgi vermek üzere
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Farkında
olmadıkları yönden onları saptıracağız’71 Başka
bir ayette ‘Bir tuzak kurduk, onlar farkında
değil’72 der.
Tuzak fark edilirse, tuzak olmaktan çıkar zaten! Bunun istisnası Allah
Teâlâ’nın tuzağını fark etmekle ilgili bir durumdur. Allah Teâlâ’nın kendisine
yerleştirdiği bir işteki tuzağının farkına varılıp sonra o işe yerleşmesi ve
tuzağa düşülmesi. Allah Teâlâ’nın bir mekri ve tuzağıdır. Misal olarak ‘Allah
Teâlâ om bir bilgiye sahip olarak saptırdı’73 ayetini verebiliriz. Bu ölçüyle
tuzağı (mekr) bilmek gaybı bilmekten ayrışır, çünkü gayb âlemi bilindiğinde
bilen için ‘gayb’ adını yitirir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın tuzağı olduğunu fark
etmeden bir hal ve duruma yerleştirilen kişi için o Hakk yerleştirildiği sürece
tuzağın adı kalkmaz. Aradaki bu ince fark olmasaydı gayb ile ilahi tuzak
meselesi birbiriyle eşidenirdi.
Bazı ilahi tuzaklar kula zarar verme
amacı taşırken bir türü kula zarar verme amacı taşımaz. Bu durumda Hakkın
tuzağı kulun saadeti-
ni temin edecek başka bir hikmet
nedeniyle ortaya çıkar. Çünkü gizli tuzak olmasaydı, teklif veya ceza talebi
olmazdı. Allah Teâlâ’nın bu şekilde iyi amaçlı tuzağının bir tezahürü kişiyi
amellerle yükümlü tutmak, yükümlü olduğu hususlarda emri dinlemesini ve emre
uymasını sağlamaktır. Hakkın kula amelleri emretmesi kendiliğinde amellerin Allah
Teâlâ tarafından yaratıldığının bilgisini verir. Fail kendisi iken, Allah Teâlâ
kendisini yükümlü tutmaz. Bu durum bazı insanlarca fark edilmiştir. Onlar
amelleri yerine getirmiş, iyilikleri sabırla işlemişlerdir.
Namazın kul ile Allah Teâlâ arasında
ikiye ayrılması ilahi tuzağın bir yönüdür. Gerçekte hepsi Allah Teâlâ’ya
aittir. Hiç kuşkusuz namazı bu taksimle kılan kişi namazını çift yapmış iken
namazı ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya döner’74 ayetine göre kılan insan namazı vitir
(tek) olarak eda etmiş demektir. Namazı çift (ikiye bölünmüş halde) kılan kişi
namazında huşu sahibiyken onu vitir (tek) olarak kılan kişi bir biTgiye
sahiptir ve içinde huşu duygusuyla nitelenmez. Bununla birlikte onun dışında
huşu duygusu görünse bile, bu durum amelin ondan ortaya çıkmasının bir
gereğidir. Amel eden Allah Teâlâ’dır, o değildir! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı.’75 Allah Teâlâ’nın tuzağının kendi
tuzaklarından başka bir şey olmadığını düşünenler ise Allah Teâlâ’yı aldatmaya
çalışanlardır. Allah Teâlâ’yı aldattıkları hakkındaki inançlarıyla onları
aldatan ise bizzat Allah Teâlâ’dır. Bu itibarla Allah Teâlâ’yı ancak O’na dair
tam bir cehalet içerisindeki kişi veya tam marifete sahip bir arif aldatmaya
kalkabilir. Öyle bir marifet ki, yaratılmışın , ondan daha yetkin bir marifete
ulaşması mümkün değildir. Bu noktada cehalet malumdur! Marifete gelirsek, Hz.
Ömer şöyle der: ‘Allah Teâlâ hakkında bizi kandıran olursa, biz de O’nun için
kanarız.’
Bu bilginin faydası, insanın
aldatıldığını bilip O’nun için tuzağa düşmesidir. Aldatana ise tuzağa düştüğünü
söylemez. Böyle bir insan öyle olmadığı halde saf olduğu zannedilen budala
görünümlü kişiye benzer. Arif Allah Teâlâ’dan başka veren ve alan olmadığını
görür. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan Allah
Teâlâ’ya sığındığı gibi Allah Teâlâ’nın tuzağından yine O’na sığınır. Böyle
yapmasının nedeni Allah Teâlâ’nın iradesine göre hareket etme niyetidir. Çünkü Allah
Teâlâ âleme bir hüküm yerleştirdiğinde, bunun amacı, hükme konu olanda onun
uygulanmasıdır. Hükmün uygulanması irade edilmemiş olsaydı, anlamsız ve abes
düşerdi.
Hükmün uygulanacağı ve onu yerine
getirecek biri bulunmasaydı yine abes olurdu. Bir hükümle basiret üzere amel
eden kişi, basiretsiz amel edenden üstündür. Bu nedenle bilenle bilmeyen bir
değildir. Allah Teâlâ ise tuzak ve aldatmasıyla O’nu kandırdığını zannedenle
birlikte yürür: İnsanın kurduğu bu tuzak bir grup hakkında Allah Teâlâ’nın
onlara tuzağı şeklinde tezahür ederken başka bir grup hakkında Allah Teâlâ’nın
onlara dönük inayeti şeklinde tezahür eder. Misal olarak ‘Dilediğini yap, seni
bağışladım!’ ifadesini verebiliriz. Yani senden dolayı kendimi senden
perdeledim ve başkasını bu nedenle cezalandırırken seni cezalandırmayacağım.
Çünkü senin adına katımızdan inayet takdir edilmiştir. Böylece mağfiret günahı
öncelemiş, başka bir ifadeyle günah gerçekleşmezden önce mağfiret belirlenmiş
ve takdir edilmiştir. Bu durum ‘sönra
gelen’76
ayetinde belirtilir. Böylece günah ‘bağışlanmış’, yani kendisinden meydana
geldiği kişiyle arasındaki bir perdeyle örtülmüş halde gelir; o perde nedeniyle
günah kişiye tesir edemez. Allah Teâlâ mekri ‘istidrac’ diye isimlendirdi.
Bunun nedeni mekrin mertebelerde bir dereceden başka bir dereceye doğru basamak
basamak yer değiştirmiş olmasıdır. Bu yer değiştirme olmasaydı, Allah Teâlâ
ehli onunla nitelenmezdi, çünkü ilahi mekr, bu intikalle birlikte, övülen ve
kınanan tüm makam ve mertebeleri kuşatır. Böyle olmasaydı Allah Teâlâ kendini
mekr ve istidrac (yapmak) fiiliyle nitelemezdi. Allah Teâlâ kendini nitelediği
için ehli de onlarla nitelenir. Bu itibarla onlar da tuzak kurar ve tuzağa
düşerler.
Bir rivayette Allah Teâlâ’nın bir
kulunu kıyamet günü sorguda muvaffak kıldığı aktarılır. Bu adam Allah Teâlâ’nın
huzurunda yapmadığı bir işi yaptığını iddia eder, hâlbuki yalan söylemektedir.
Allah Teâlâ ise onun yalanını bilmezlikten gelir. Öyle ki bu sözü söyleyen
insan Allah Teâlâ’nın ona göre yalan olan görüşünü dikkate aldığını düşünür. Allah
Teâlâ onun cennete götürülmesini emrederken melekler şöyle der: ‘Rabbimiz! Adam
yalan söylüyor!’ Allah Teâlâ şöyle karşılık verir: ‘Yalan söylediğini
biliyorum, fakat yaşlılığında kendisini tekzip etmekten utandım.’ Bu durum Allah
Teâlâ’nın o kişinin sözüyle aldanışının bir tezahürüdür. Allah Teâlâ böyle ise
O’nun ehli kendilerine böyle davranan kullara karşı pekâlâ böyle karşılık
verirler. Biz de bu makama hakkıyla ulaşanlardan biriyiz. Bu hal (aldanmış
görünmek) ilahi-güzel ahlakın en büyüklerinden biridir. Aldanmaya karşı
koyabilecek gücü varken aldatıldığını izhar etmeyen biri, nefsine olabildiğince
hâkim biridir, çünkü nefsin tabiatı iyiliklerinin bilinmesini talep eder.
Aldanma gibi bir iyilik ise yoktur. Böyle bir davranış gerçekte kudret varken
bağışlamak demek olan hilmin benzeridir. Böyle yaparken insan kendine haksızlık
edene onu cezalandırmayacak kadar aciz olduğunu gösterir; hâlbuki onu aciz
olduğu için değil, gücü yeterken bağışlamıştır. Böyle bir davranış ancak
tabiatının hükmüne karşı koyabilecek birinden meydana gelebilir. Allah Teâlâ
bilenler için hilim (gücü yeterken bağışlayan), güç ve kuvvet sahibidir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ YEDİNCİ BÖLÜM
Menzili'Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?'77 Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın bizden bizi
gördüğünü bilmez misin?
Varlık bizim
adımıza şahit
Bize hayâ lazım
ki görmesin bizi Allah Teâlâ
Yasakladığı yerde; biz ise O’nu görelim .
En garip iştir bence bu
Bize emreder ve O irade ettiğini
yapar
Bana‘doğru ol’ der, benden günah
irade eder
Günahı varlık
destekler ,
Ey kavim! Söylediğimi dinleyin
Mevla’dır O, biz O’na köle
Emir irade eder, memur değil,
bakınız!
Genci ihtiyar yapan.bir hükme
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan hakkıyla hayâ ediniz.’ Ayette ise ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?78 buyrulur. Akılcılar iki yol arasında
görüş ayrılığına düştükleri için Allah Teâlâ bunu kullarına öğretmiştir. Bir
kısmına göre Allah Teâlâ bizi görürken bir kısmına göre biz O’nu görürüz. Mümin
ise Allah Teâlâ’nın verdiği bilgiyle her durumda O’nun kendisini gördüğünü
bilir. Allah Teâlâ bu bilgiyi onlara ancak sınırlarını aşmayıp kendisinden
hayâ etsinler diye öğretmiştir. Kim bu zikri düstur edinirse, Allah Teâlâ bu
dünyada Hz. Musa’nın dağına tecelli ettiği gibi kendisine
tecelli eder fakat onu parçalamaz;
parçalanmamanın sebebi bu zikre
' * . t'
devam etmesidir. Çünkü bu zikir ona
sürekli Allah Teâlâ’yı zikretmekten kaynaklanan bir güç kazandırır. Allah Teâlâ
ise -farkında olunmasa bileO’nu zikredenle beraber oturur. Kendisini içinden
zikredene Allah Teâlâ’nın açtığı ilk bilgi O’nu kiminle zikrettiğini
bildirmektir. Dolayısıyla zikreden kişi Hakkın hüviyeti nedeniyle o kişiden Allah
Teâlâ’yı tanır. Sonra kulağında da Hakkın hüviyeti bulunur. Aynı şekilde o kişi
Allah Teâlâ’yı kendisinden Allah Teâlâ’nın zikrettiğini müşahede eder. Nefsini
bütünüyle Hakk olarak gördüğünde, Hz. Musa’nın dağı ve onun için meydana gelen
tecelli onun için de meydana gelir, fakat bu esnada ne bayılır ne parçalanır.
Fani olsa bile, onu fani kılan şey, müşahede edilen tecellinin cemali ve
güzelliğidir. Çünkü ‘Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Dolayısıyla Allah
Teâlâ’nın kulun bâtınına güzellik giydirmesi gerekir. Öyle ki kendine tecelli
ettiğinde ancak sevgi' ortaya çıkartacak şekilde tecelli eder. Bunun nedeni
kendisinde sınırlanmış özel güzelliğin ve cemalin ortaya çıkmış olmasıdır; bu
sınırlı güzellik o özel mahalde ortaya çıkabilir. Çünkü her mahallin kendine
özgü ve başkasında bulunmayan bir güzelliği vardır. Allah Teâlâ âleme ancak
kendisini güzelleştirip düzenledikten sonra bakar. Bu sayede herhangi bir yerin
ve varlığın gelen tecelliyi kabulü kendi istidadının cemali ve güzelliği
ölçüsüncedir. Bu yeni tecelli ise (daha önceden sahip olduğu) cemale cemal
giydirir. Binaenaleyh her varlık, her nefes yeni bir yaratılışta bulunurken
her tecellide de yeni bir cemaldedir. Allah Teâlâ bir insanın kalp gözünü açıp
körlüğünü giderirse, zahirde ve bâtında sürekli halden Hakk girdiğini görür.
Bilmelisin ki âleme yerleştirilen bir
takım sınırlar vardır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın aşmamızı bize
emrettiği meşru sınırlar olduğu gibi bunların ardından Allah Teâlâ sınırlarını
aştığımızda bize tatbik edilecek birtakım cezalar belirlemiştir. Bu sayede
dünyada ve ahirette bizim ve O’nun için işin sınır demek olduğunu öğreniriz.
Çünkü cezalar yoluyla temyiz meydana gelirken temyiz de bilgiyi meydana
getirir. Bu fark olmasaydı, herhangi bir varlık ötekinden ayrılamayacağı gibi
herhangi bir şey kesinlikle bilinemezdi. Demek ki bizim için, bizden dolayı ve
bizim vasıtamızla ayrım gerçekleşmiştir. Nitekim biz de Allah Teâlâ için, Allah
Teâlâ ile ve Allah Teâlâ’dan ayrıştık, bizim ve O’nun kim olduğumuzu öğrendik.
Hal baskın geldiğinde, hal dili şöyle der:
İsteyen de ben
istenen de ben
Sınırların etkisi, ben ile O’nun kim
olduğu arasındaki farkın bilinmesinden bellidir. Bununla birlikte O kendisini
arzulayan olabilir. O’nun kendisini arzulama hali -faildirarzulanıyor olmasıyla
-mefiılbir değildir. Sınırlar halleri belirlediği kadar varlıkları (a’yan) da
belirler ve birbirinden ayrılırlar. Bu husus hakikatin birliği hakkında ibarenin
ulaşamayacağı (dile gelmeyecek) bilgidir. Bununla birlikte hali birlemek mümkün
değildir ve böyle bir şey söz konusu olmaz. Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında
gerçeğe en yakın doğru ve mutlak birlikteki en yüce durum âlemin varlığının
O’nun varlığı olması (hakkındaki bilgidir). Alem Haktan başka değildir. Malum
olduğu üzere, âlemdeki suretler birbirlerinden farklı olduğu gibi ilahi isimler
de birbirlerinden farklıdır. Ortaya çıkan farklılık ve ihtilafın yegâne sebebi
şunu öğrenmemizdir: (Varlıktaki) hadler/sınırlar olmasaydı, temyiz de olamazdı.
Varlık bir hakikat olsa bile -ki Hakkın varlığıdır-, varlıklar ve aklî
varlıklar birbirlerinden farklıdır. Allah Teâlâ peygamberinin diliyle,
yeryüzünün işarederini, yani hadleri değiştireni lanedemiştir, çünkü benzerlik
ortadan kalkacak şekilde belirsizleştiğinde, hayret ortaya çıkar ve sınırlar
gizlenir. Çünkü başka bir türün şahısları da had bakımından birbirine benzer
iken şahıs bakımından birbirinden ayrıdırlar. Binaenaleyh had (tanım, sınır)
itibarıyla benzeşenlerde bir ayrım bulunmalıdır. Bir şeyi başka bir şeyin benzeri
yapmak, (fark bulunduğunu açıklamak üzere) yeterlidir.
Had bilinen her şeye eşlik eder
Haddin kendisine de düşüncede
sınırlama eşlik eder
BEŞ YÜZ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Menzili'Allah Teâlâ iman
edenlerin velisidir, onlan karanlıklardan nura çıkartır'79
Ayeti Olan Kutub'un Menzilinin Bilinmesi
Velayet olmasaydı
karanlıklardaydım Rahman hareketlere tahsis etti beni
Nur aramak üzere, onlardan çıktım Beni ve dağınıklığımı
nurda birleştirdi
Kendisi uğruna koştuğum
hayatı gördüm
Onda vefatından sonra işimin nasıl olacağını
öğrendim
insanda bütün faziletleri gördüm
Derecelerde en kâmil olan bilgiydi
Allah Teâlâ’ya olan Onanımla bilgiye
bilgi kattım O Allah Teâlâ, sıfatlar olmaksızın varlığın sahibi
Perdesinin ardından isimler ortaya
çıktı Keşifle onları kendi ismim olarak gördüm
İnayet nurlarını aydınlattı Hayat
boyu nur içinde koştum
Gözlerimizde nur bulunmasaydı
Ya da kalplerimizde; karanlıklar
içinde koşardık
Allah Teâlâ en büyük! Büyük olan
benim varlık ilkem Dünyada ve ölümden sonra
Hilafetin kemali burada!
Gelecek zamanda değil onun kemali
'\ '
Cennetlerde onun varlığının yarısı
silinir Cehennem basamaklarında hükümler zail oldu diye
Zatının genel
rahmetini görünce
Ahiret yaratılışında; bana
göstermedi
Rahmeti yaratıklardan uzaklaştıracak
bir sebep Öğrendim ondan, zatı gereği halifeliğini
Halifeliğimin kemalinde zuhur eden
benim
Bütün ölümlüler bu durumu
bilir .
Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile sana ve
bize yardım etsin, bilmelisin ki, bu zikre mahsus keşif, müminlerin
birbirlerinin dösdarı (veli) olduklarını zevk yoluyla öğrenmektir. el-Mümin Allah
Teâlâ’nın bir adı olduğu gibi insanın da adıdır: Allah Teâlâ bütün müminlerin
velisidir. Bu yönüyle Allah Teâlâ kendilerini karanlıklardan nura çıkartmakla
iman edenlerin velisidir. Bunun anlamı, onları kendilerini bilmekten Allah Teâlâ’yı
bilmeye çıkartmasıdır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini
bilen rabbini bilir’ buyurmuştur. Başka bir ifadeyle nefsinin Hakk olduğunu
öğrenir. Böylece mümin ve arif, Hakkın kendisine ihsan ettiği velayet
sayesinde, O’nu gayb karanlığından müşahede nuruna çıkartarak kendisine gayb
olanı müşahede ederken (bu müşahede) varlığını da ona gösterir. Bundan önce o
şahısta bu hüküm bulunmuyordu. Bu durum kul adına Hakkın el-Mümin olması
nedeniyle bir velayettir. Nitekim Hakk mümin olması bakımından kulunu dost
edinir. Bir şahsın mümin olması onun karanlıklardan nura çıkartılmasının
sebebidir. Bu durum Allah Teâlâ’nın mümin kullarına yardımı demektir. Bir mümin
için diğer mümin, bir duvarda birbirini tutan taşlara benzer. Bu husus işaret
yoluyla isimlerin hükmünü gösterir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’ya yardım ederseniz O da size yardım
eder.’80 Yani
O’nun el-Mümin bizim de müminler olmamız itibarıyla yardım eder.
O’ndan bize dönük
olan tevellî (dost edinmesi)
Bizden O’na dönük
olan zillet ve kulluk
Böyle olmasaydı Yok olurdu her şey
Ben Allah Teâlâ’nın
mülküyüm!
Allah Teâlâ’m! Sen
sana ait olanı koru
Ben yoksulluğumu korudum O da benim
malım burada
Dostum, bilmelisin ki! inkâr
karanlığı en güçlü karanlıktır, çünkü o mutlak bilgisizlik demektir. Allah
Teâlâ kulunu dost edindiğinde, onu ‘imkân’ demek olan bu cehalet karanlığından
çıkartır. Bilgisizlik karanlığı insanın kendisini dost edinene bakmak yerine
kendine bakması demektir. Allah Teâlâ dost edinmekle insanı ‘imkân’ karanlığından
O’nunla gerçekleşen varlığın zorunluluğu nuruna çıkartır. Bu durumda insan
zorunlu diye nitelenendir ve Allah Teâlâ onu kendisi için onu imkândan
çıkartır. Allah Teâlâ’ya ait zorunluluk hükmüyle kendisiyle sınırlandığımız
zorunluluğumuzun hükmü arasındaki fark şudur: Allah Teâlâ kendisi nedeniyle
zorunluyken biz O’nun nedeniyle zorunluyuz.
Zorunlulukta ortak olduk Kayıtlarda
ayrıştık
Sonra varlığı elde ettik Bizim
hadlerimiz yok
Varlığı elde ettiğimizde Bizim
hadlerimiz yok
O’nu ilah diye isimlendiririz Kullar
diye bize isim verdi O
En şerefli isimdir benim için kul
ismi Ben O’nun kuluyum
-
işim böyle sürer Yakında ve uzakta
Hamd ederim rabbime . el-Hamid diye
yakarırken
Bizim bu bilgimiz
doğru:
Gayb’te ve şahitte
Sonra bunu inkâr edersem inkârım
doğru olmaz benim için -
Bu nedenle dolunayım indi Mutluluk
menzillerine
Zatımı gördüm ben İnerken ve
çıkarken
Bunun için ben Mutlu diye
adlandırılırım
Her ve kadar yaşlı olsam bile Bir
çocuk aklına sahibim ben
Kulun rabbini dost edinmesi ve O’na
yardımı ile rabbin kulu dost edinmesi ‘Allah
Teâlâ’ya yardım ederseniz, O da size yardım eder’81
ayetinde belirtilir. İki dosduk arasında ince bir fark vardır: Allah Teâlâ
kendi yardımını karşılık olarak nitelemişken meydana getirme mertebesini sana
vermiştir. Bunun bir benzeri olarak, (Kendini bilen rabbini bilir hadisinde) Allah
Teâlâ kendini bilmeni O’nu bilmenin bir öncülü yapmıştır. Bunun amacı bilginin
nereden kaynaklandığını öğrenmeni sağlamaktır ve böylece O’nun seni nasıl
bildiğini öğrenirsin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi
sınayacağız ta ki öğrenelim.’82 el-Meşahidü’l-Kudsiye adlı
eserimizde Hakkın bana şöyle hitap ettiğini belirtmiştik: ‘Sen asıl, ben
fer'im!’ Bunun farklı yorumları vardır. Onlardan birisi Allah Teâlâ’nın bizi
bilmesinin -O’ndan değilbizden kaynaklanmasıdır. Bu meseleyi düşünmelisin,
burada oldukça kapalı bir sır vardır. Şöyle ki: Kelamcıların çoğuna göre Allah
Teâlâ’nın bizi bilmesi, O’ndan kaynaklanır, bizden değil! Zaman içerisinde var
olmamız onları böyle bir görüşe sevk etmiştir, hiç kuşkusuz. Keşif ise bizim
söylediğimizi verir ve bilmememizin mümkün olmadığı hakikat budur. Mekke’de
Hicaz müftüsü Ebu Abdullah Muhammed b. Ebi’s-Sayf el-Yemenî kendisine ‘Allah Teâlâ’yı
bilmemiz kendimiz hakkındaki bilgimizin fer’idir, çünkü biz delilin kendisiyiz’
dediğimde, bana soru yöneltmiş ve ben de şöyle demiştim: ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: Kendini bilen rabbini bilir.’ Bizim varlığımız da
O’nun fer’idir ve O’nun varlığı asildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ bizim
varlığımızda asıl iken kendisi hakkındaki bilgimizde fer’dir. Bu durum bu
lafzın gösterdiği bir husustur. Müftü sözlerimden memnun kalıp mutluluğunu
izhar etti. Bu da yukarıdaki cümlenin yorumlarından daha üstün bir yorumdur.
Fakat o mecliste bu yorumu kendisine söylemedik, çünkü müftü ne bunu
kaldırabilir ne inkâr edebilirdi. Henüz iman kendisinde güçlenmemiş olduğu
gibi bilgisi veya sağlıklı düşüncesi de güçlenmemişti. Bu nedenle hayrete
düşerdi. Biz ona aklının mizacına mülayim gelecek bir yorumu gösterdik. O yorum
da doğrudur, çünkü Hakka dair her vecih doğrudur. Fazilet ise buna muttali
olmaya bağlıdır. O halde Allah Teâlâ müminin olduğu gibi mümin de Allah
Teâlâ’nın velisidir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e ‘Allah Teâlâ’nın velileri kimlerdir?’ diye sorulduğunda, şöyle
demiştir: ‘Görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kişiler!’ Biz velileri
gördüğümüzde Allah Teâlâ bilinir, hatırlanır ve müşahede edilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onların Allah Teâlâ’nın velileri olduğunu
söylemiştir. Nitekim Allah Teâlâ da ‘İmarı
edenlerin velisidir. ’83 O halde mümin, Hakka
‘eman’ verendir. Burada ‘eman’, Allah Teâlâ’nın kendisinin niteliği olduğunu
söylemediği ve şanına yakışmayan zillet veya muhtaçlık gibi bir özelliği O’na
izafe etmekten uzak durmaktır. Bu yönüyle kulun nitelenebileceği en üstün
derece ‘mümin olmaktır’. Aynı zamanda mümin, haklarını kendilerine ulaştırmakla
âlemdeki varlıkların nefislerine ‘eman’ verendir. İnsanlar emindir ki, mümin
onların haklarını ihlal etmez. Hakları hususunda başkasına emniyet duygusu
vermeyen biri mümin sayılmaz. O halde velayet Allah Teâlâ ile müminler arasında
ortak bir özelliktir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Hangi nafakayı
verirseniz, Allah Teâlâ onu yerine getiriZ84 Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
infak nafaka mertebesindendir
Yaratılan her şeyde iki kapısı var
Rızık gayb kapısından gelir Bu kapı kapalı değildir
Sürekli açık, her durumda
O’nun ismi el-Fettah, kapalılık olmaz O’nun nezdinde
insan infak ettiğinde, Allah Teâlâ
yerine getirir verdiğini Gecikir mi diye endişe etme! Vakit vakte bitişik
İnsan ikram kapısını kapatırsa
Cömertliğin rabbi yine ihsan eder
İnsan hibe kapısını
kapatırsa v
O da Hakkın o kapıyı kapatmasıdır
Allah Teâlâ dilerse kapıyı kapatır,
emir O’nuri emri Alak suresinde böyle buyurmuş nitekim
Her durumda Rahman’a sığınırsan
Felak suresinde söylendiği gibi sığın
Bir de Nas suresinde, ki nas süresi
Felak ile birlikte okunur, daha önce
zikredilen
Mümin isen Allah Teâlâ’ya sığın sen
Kur’an’da söylendiği üzere, bak!
Hakka sığın
Kur’an’da sığınma
‘rabbe’ diye zikredildi .
Sen tabi ol, doğru söyleyenden
başkasına da uyma
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hayır!
İnsan azgınlık yapar, kendini müstağni görünce... ’85
İnsanın kalbinde fakirlik korkusu yaratılmış olduğu için, verme kapısmı üzerine
kapatır. Verirse, aynı fakirlik (korkusu içindeyken) bu kez kendini zengin
görerek taşkınlığa kalkar. Müstağni kalmasını sağlayan malı verirse
fakirleşir, bu durumda zelil olur. Dolayısıyla zengin sürekli korku içindeyken fakir
her daim talepkârdır. O halde umut fakirin işidir, çünkü zenginliği umar durur!
Korku ise zengine aittir, çünkü fakirlikten korkar. Sadaka verdiğinizde, Allah
Teâlâ hüviyetiyle onu yerine koyar. Çünkü insan bedel görmeden infakta
bulunmaz. Bir deyimde ‘Yerine geleceğini gören, verirken cömert davranır (kaz
gelecek yerden tavuğu esirgemez)’ denilir. Herkes zengin olma umuduyla verir,
çünkü kul zatı gereği fakir iken dolaylı olarak zengindir. Evla olan bizatihi
zengin olmasıdır, çünkü insan tasarrufta bulunduğu şey mesela maltarafından
yönetilir. Mal kendisinde tasarrufta bulunan şeye tesir eder. Çünkü tasarruf
eden kişi (tasarrufta bulunduğu şeye) dair bilgisini aşamaz. Bilgisi ise
bilinenden elde edilmiştir. Dolayısıyla o şeyde ancak zatından verdiği şeye
göre tasarrufta bulunmuştur. Her kim seni kendi nefsi üzerinde hüküm sahibi
kılarsa, seni kendisi hakkında hüküm sahibi yapmada ‘hüküm sahibi’ olandır.
Anla!
İlah varlığıma karşı cömert oldu Pek
çok kimseden gizlediği ihsanıyla
Kuşkunun bulunmadığı bir bilgi verdi
Zeki ve tecrübeli insanın kuşkusu yoktur
Bilmelisin ki, infakı ancak hâdis
(zaman içinde yaratılan) kabul edebilir, çünkü infak yok etmek demektir ve
ancak hâdis, yani zaman içinde var olan yok olabilir. ‘O’nun
veçhinden başka her şey helak olacak.’86 Bir şeyi helak eden onu yitirmiş
demektir. Onu yitirdiğinde, artık onu bulamaz. Bulamayınca bu kez Allah Teâlâ’yı
orada bulur ve Allah Teâlâ onun yerini almıştır. Ayette geçen zamir de şeye
döner. Hakk benzerinin yerini alabilir, söz konusu şey O’nun kendisi değildir.
Binaenaleyh O olmayınca, yerini alma ve haleflik durumu ortaya çıkmış, Allah
Teâlâ o şeyin varlığının yerini almıştır. Bu durum ‘Allah Teâlâ’yı onun yanında
bulur’ sözümüzün anlamıdır. Sebepler ortadan kalktığında, Allah Teâlâ bulunur. ‘Denizde
size bir zarar geldiğinde, sadece O’na dua edersiniz.’87
Ayette geçen ‘dalle’ kelimesi yok olmak demektir. Yok olduktan sonra, artık onu
bulamazsınız. Sebebin yok olduğu yerde bulacağınız şey sadece Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir yolculukta dua ederken şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’m! Sen yolculukta sahibimiz, ailede halifemizsin.’ Allah Teâlâ’yı ailede
halife bırakmak, kendisinin evde bulunmamasından kaynaklanır. Böylelikle Allah
Teâlâ her şeyin vekili olur. Başka bir ifadeyle hüviyetiyle her şeyin yerini
alır. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ onu yerine koyar’ demiştir. Sadaka veren adına
verdiği sadakadan doğan eksilmeyi ve boşluğu kapatan zahirî veya bâtmî her şey,
Hakkın hüviyetinden meydana gelmiş veya bizzat O’nun hüviyetidir. O boşluğu ve
gediği kapatan sebep, kişinin verdiği sadaka (nafaka) nedeniyle bir zararın
kendisine ulaşmasından emin olmasını ve bu sayede müstağni kalmasını sağlar.
Sufilere göre ‘hu (o)’ zamiri
zikirlerin en kâmili, en üstünü ve en büyüğüdür. Bu zikir, havassü’l-havas,
yani seçkinlerin seçkinlerinin zikridir. Onun ötesinde daha kâmil bir zikir
yoktur. Hu zamirinin vermiş olduğu (bilgi) -Allah Teâlâ ismi de dâhil olmak
üzereilahi isimlerden herhangi birinin verdiğinden daha büyüktür. Bu itibarla
mesela Allah Teâlâ adı mertebeyi gösterirken hüviyet başka bir şeyi göstermemek
üzere sadece zatı gösterir. Bu nedenle Allah Teâlâ lafzını unsurlarına
ayrıştırdığımızda ‘hu’ zamirine ulaşırız. Çünkü Allah Teâlâ ehlinin bildiği bir
yolla elif ve lam
harflerini düşürürsen, ‘hu’ zamiri
ortaya çıkar. Onu yaratıkların kendisine bağlanmasını sebebi sayarsan, zammeli
okursun ve Hû der ve böylece (sebeplilik bildiren) illet vav’ını kullanmış olursun.
Hû zamirinde âlemlerden müstağnilik
kokusu bulunurken illet (sebep) malulünü (sebepli) talep ettiği için nitekim
malul de illetini talep ederaynı makamda değildir. Bu durumda sebeplilik
bağının ağırlığını hafifletmek üzere fethayla harekelenir ve hüve dersin.
Bu durum, herhangi bir yaratılmışın bilgisinin sınırlayamayacağı şekilde, gayb
olduğuna delildir. Allah Teâlâ O’nu bildiğini iddia eden herkes için gayb
kalır. Öyle ki Allah Teâlâ ilahi isimler için bile gayb olmuş, her ismi kendisi
için konulan anlamla meşgul kılmıştır. Bu itibarla er-Rezzak ilahi isminin
himmeti rızka taalluk ederken el-Mukît vakti belirlemeye, el-Âlim bilgiye,
el-Hayy isminin himmeti de hayata taalluk eder. Başka bir ifadeyle her isim
kendisi için konulduğu ve kendisini gösterdiği hükme taalluk eder ve bağlanır.
Öyleyse isimler sübut ve yokluk hallerinde mümkünler tarafından ortaya
konulmuştur. İsimler mümkünlerin hükümleridir. Hüviyet ise bu hükümler
vasıtasıyla mümkünleri var eder. Bütün iş O’na -ki burada O, Hüve’dirdöner. O
ki, (hakkında) ‘Dikkat edin. işler Allah Teâlâ’ya
döner’88
denilir. Yani bütün işler O’na döner. Burada Allah Teâlâ veya Hüve’nin dışında
sarahade başka bir isim zikredilmemiştir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ ONUNCU BÖLÜM
Menzili 'Yeryüzünde haksız
yere büyüklenenlere ayetlerimden yüz çevirteceğim'
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Varlık burhanlarından
yüz çevirteceğim Secde mertebesine ulaşmayan kalpleri
Böbürlenerek ve kendini beğenerek dolaşanları Müşahede ve
şuhud ehline karşı
Bilgilerden mahrum ettik o kalpleri,
bir daha ulaşamazlar Hâlbuki Hakka yönelenler o bilgilere ulaşır
Allah Teâlâ sana ve bize yardım
etsin, bilmelisin ki, büyüklük Allah Teâlâ’nın bir sıfatıdır. Hakkı dikkate
almadan büyüklenen bir yaratılmış gerçekte büyük değildir. Böyle bir durumda
büyüklenme, sadece sahibinde varlığının bulunmadığı bir husustaki iddiadan
ibarettir. Büyüklük birinde bulunup da iddiacı doğru sözlü olsaydı, bu durumda
iddiacı sadece Hakk olabilirdi. Büyüklüğün sahibi sadece Hakk’tır. Büyüklüğün
bulunmadığı bir kişide iddiası ortaya çıktığında kişi mütekebbir diye
isimlendirilir. İddia doğru ise, iddiacının dili Hakkın dilidir. Bir rivayette
‘Allah Teâlâ kulun görmesi (görme gücü) ve duymasıdır’ denilir.
-
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ bir kişiyi ayetlerinden yüz çevirtirse, onu işleri oldukları
halde bilmekten uzaklaştırmış demektir. Kulun uzaklaştırıldığı ayeder, Allah
Teâlâ’nın ufuklarda ve nefislerinde bazı kullarına -her kime
göstermişsegösterdiği ayederdir. Bu sayede onlara kibirlenen kişinin sayesinde
büyüklendiği Hakk olduğu ortaya çıkar. Öyleyse gökte değil, yeryüzünde Hakk
vasıtasıyla olmaksızın kibirlenen biri cahillerin en cahilidir, çünkü o
büyüklüğü kendi yerinin dışına koymuştur. Büyüklenmenin (doğru olabilmesinin)
iki şartı vardır: Birincisi yaratılmışın kabul ettiği Hakk iken İkincisi yüceliktir.
Yeryüzünde Hakk nedeniyle büyüklenen kişi (bilir ki) Hakk zatı gereği yücelik
ve yükseklik sahibidir, Allah Teâlâ böyle birisini ayetlerinden uzaklaştırmaz
ve mahalli şereflendirmek üzere ayetlerini kendisine gösterir. O kişi ayederi
gördüğünde, onun için Hakk/Hakk ortaya çıkar. Bu durumda insan ayederi Hakk
vasıtasıyla görmüştür. ‘Hakk ile onu indirdik, Hakk ile indi.’89 ‘Biz o ikisini Hakk ile yarattık.’90 Allah Teâlâ bize her Hakk sahibine
hakkını vermeyi emretti. Bu itibarla sadece Hakk sahibi olan varken Hakk bir
şeyi koruyandır.
Burada ince bir sır vardır: Allah
Teâlâ’nın kullarından talep ettiği bir hakkı vardır. Sahih bir rivayette ‘Allah
Teâlâ’nın hakkını yerine getirmek yaratılmışın hakkına göre daha önceliklidir’
denilir. Çünkü hakkın O’na nispet edilmesi yaratılmışa nispetinden daha kâmil
ve yerindedir. Çünkü O’na Hakkın nispet edilmesi -insana bağlı değilzatî bir
durum iken yaratılmışa nispeti ise (Hakk tarafından) tespit edilmiş (arızî) bir
durumdur. Fakat yine Hakk yaratılmışa kendisinden ayrılamayacak şekilde nispet
edilmiştir. O halde Mutlu insan haklarını ve sahiplerini bilip onları yerine
getiren iken bedbaht insan hakları bilmediği gibi sahiplerini de tanımayandır.
Mutlu ve bedbaht arasında bulunan kişi ise hakları ve ehlini bilirken hem
haklara hem ehline zulmedendir. Bu gruptaki insanlar karanlıklar içindedir ve
görmezler. Diğer taraf ise sağır, dilsiz ve kördür. Onlar gördüklerinde geri
dönemez, duyduklarını anlayamazlar, konuştuklarında doğruyu söyleyemezler.
Onlara Allah Teâlâ zulmetmemiştir; zalim olanlar bizzat kendileridir. Çünkü
onlar haklara ve sahiplerine zulmetmişlerdir (hakkı sahibine vermemişlerdir).
Onların kendileriyle düşünebilecekleri ve anlayabilecekleri kalpleri vardır.
Kendileriyle görebilecekleri gözleri, kendileriyle duyabilecekleri kulakları
vardır. Böylece onlar kendilerini hayvan mesabesine, hatta daha aşağı bir yere
indirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ hayvanlar için bu güçleri yaratmamıştır. Bu
güçler göz sahibinin ibret almasını, kulağın duyduğunu anlamasını, kalp
sahibinin de öğrenmesini sağlar. Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
düşünenlerdir. Gördükleri ve duydukları şeyler hakkında düşünmek ve hallerinin
başkalaşması onlara şöyle söyletir : ‘Rabbimiz!
Bunları batıl olarak yaratmadın. Sen münezzehsin.’91 Böyle demekle Allah Teâlâ’yı yaratma
fiilinde sebepliliğin (illet) zorunluluğu altına girmekten tenzih etmekten
tenzih ederler. Çünkü Allah Teâlâ yaratılışı bir hikmete bağlamıştır ve o
hikmet yaratılışı Allah Teâlâ için zorunlu kılar; hâlbuki kendisine zorunlu
kılmasının dışında Allah Teâlâ’yı zorlayacak bir sebep olamaz. Allah Teâlâ
-vaadinin doğruluğu nedeniyleyaratıklarına bir ihsan olmak üzere bunu üzerine
zorunlu kılmıştır. Burada bu bilgi ‘Bizi
ateşin azabından koru’92
ayetiyle tamamlanmıştır.
Dünya hayatında ateş doğadan (tabiat)
başka bir şey değildir, çünkü doğa edilgenlik (infial) yeridir. Hakk karşısında
doğa erkek karşısında dişi gibidir. Doğada yaratma, yani Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şeyin yaratılışı gerçekleşir ve doğa aklî bir varlıktır. Doğanın
otoritesini görüp de onun gücünü Hakkın onda yaratacağı şeylere elverişli ve
kabiliyetli olmasından ibaret kaldığını bilmeyenler, yaratmayı doğaya izafe ve
nispet etmiş, doğa nedeniyle Hakkı unutmuşlardır. Allah Teâlâ ise nefislerinin ayetlerinden
onları yüz çevirterek nefislerini kendilerine unutturmuştur. Bu durum ‘Ayetlerimden
yüz çevirteceğim’93 ayetinde belirtilir. Allah
Teâlâ onları nitelemiştir. Bu itibarla yaratılmışlar iki kısma ayrılır: Bir
kısmı mutlak Hakka bakarken bir kısmı mutlak doğaya bakmıştır. Bu ikisinin
arasında ise berzah ortaya çıkmış, bu berzahta ise o ikisinden herhangi biri
olmayan bir âlem ortaya çıkmıştır. Bu âlem, Hakkın neyi Hakk ettiğini görmüş,
O’na hakkını vermiştir; o hakkı vermemiş bile olsaydı, yine de O’na aittir.
Doğanın neyi Hakk ettiğini görmüş, ona da hakkını vermiştir; ona hakkını
vermemiş olsaydı o Hakk da doğaya ait olacaktı. Çünkü doğa yaratılmış bir şey
değildir, doğa zatı gereği -dışta değilakılda mevcut bir varlıktır. Buna
mukabil Hakk zatı gereği hem dışta hem akılda mevcuttur. Doğa akılda Hakk ile
bir araya gelirse, Hakk akıldan ayrılır, dışta bulunur. Çünkü Hakk hem dış
varlığın hem aklî varlığın sahibidir. Doğa ise sadece aklî varlığın sahibidir,
dış varlığı yoktur. Bunun böyle olması, yaratılışta hükmün varlık ve yokluk
arasında bulunmasından kaynaklanır. Böylece yaratılan şey doğa bakımından
yokluğu kabul ederken Hakk yönünden varlığı kabul eder. Bu nedenle Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şey varlığı ve yokluğu kabul etmekle nitelenirken
yokluğun kendisinde bir hükmü bulunduğu gibi varlığın da bir hükmü bulunur. İş
söylediğimiz gibi olmasaydı, yaratılmışın var olurken yokluğu kabul etmesi
veya yolduğu esnasında varlığı kabul etmesi mümkün olmazdı.
Hakikatleri böyle bilmen gereldr ve
onlara ancak ayetlerden yüz çevirmeden ulaşma imkânı bulabilirsin. Allah
Teâlâ’nın haksız yere yeryüzünde büyüklenenleri mahrum ettiği nimete bakınız!
Bu zikrin sahibine ve benzerlerine kazandırmış olduğu bilgi budur. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.594
Demek ki doğa kabul ederken Hakk
verir ve (doğaya) tesir eder. Bu itibarla doğa âlemin büyük ve yüce annesidir.
Alem onun eserlerini görebilir, kendisini değil! Nitekim Hakkın da eserleri
görülür, kendisi değil! Çünkü gözler O’nu algılayamaz. Görmek ise gözle gerçekleşir.
Allah Teâlâ O’ndan başka kimsenin bilmediği meçhul, herkesin bildiği malumdur;
bununla birlikte O’nu bilenler ne bildilderini bilemez.
Tabiat (doğa) ve Hakk
arasında ' Yaratılış ortaya çıktı bizim için
Ne Hakk ne tabiattır
yaratılan
Tabiat tabiattır, Hakk
ise Hakk
Yaratma -bir düşünürsenvejke benzer
Bütün yaratılmışlar onu vejk olarak
görür
Menzili'Allah Teâlâ’dan
çekinirseniz, sizin için furkan yaratır>9S ve
'Allah Teâlâ’dan çekinin (takva), o size öğretir'96
Ayetleri Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Kim Allah Teâlâ’dan
çekinirse ona verir Buyurduğu gibi; işi hakkında furkan
O furkandan hidayet ile dalaleti öğrenir Hidayet nuru
rehber, yönlendirir
Doğusunda batıcı olarak görünür .
Batısında aydınlık
olarak doğar
Her bilgide üstünlük kazanır
Furkan’ın verildiği bu muttaki
Parçalanan dürülür onun için Dürülen
hidayet parçalanır (tafsil edilir)
Oğullan arasında taksim ederiz
Onunla yücelere çıkar
Münacatlarında onu
görür
Onun vasıtasıyla
söyleyici olarak var olunca
Onu benzeri olarak inşa eder Âlemde
onunla yaratıcı olur
Arzında onun besini
gizlenir
O’nu yaratan ve
rızık veren olarak tanır
Allah Teâlâ sana ve bize Ruhu’l-kuds
ile yardım etsin, bilmelisin ki takva sahibi sadece takvasıyla furkana ulaşır.
Çünkü fark edemeseydi takva gerçekleşmiş olmazdı.
İş övülen ve
kınanan diye bölünmüş
İş sevilen ve nahoş
bulunan diye bölünmüş
Her nahoş işte
siper ol O’na
Her iyi işte size siper olur .
Her sevimli işte
O’nu siper edin '
Tenzih ve teşbih
arasında O’nunla olun
Hakkı tenzih eden bunu bilemez .
Hakkı teşbih eden
de bilmez
Kim tenzih ederse
teşbih etmiştir
Benim söylediğim de
budur zaten
Şöyle ki: İnsan mabudunu ya benzer
veya zıt veya farklı olmak üzere herhangi bir tarzda kabul eder. Böyle bir
durumda insan Allah Teâlâ ile âlem arasında fark görmüş demektir. Takvanın
insana kazandırdığı farkın özel bir fark olması gerekir. Söz konusu fark
Kur’an’daki (cem, toplam) furkan, yani cemdeki farktır. Çünkü (kelime anlamı
toplamak demek plan) Kur’an özü gereği furkanı içerir. Bu furkana (kulun takvası
tarafından) yaratılma özelliği nispet edilir, çünkü onu meydana getiren şey
takvadır. Onun yaratılışı ise mesela sahibi adına ortaya çıkması olabilir. Bu
durumda zuhurundan önce varlığını sürdürür. Veya daha önce yokken meydana
gelir. Bu ise yaratma değil, zuhurdan ibarettir. Çünkü ayetin ardından ‘sizden
örtecek’97 ayeti
nazil oldu. Örtmek zuhurun zıddıdır. Kul rabbine karşı takva sahibi olurken kendini
O’na nispet edilen kötü işlere karşı Hakkın siperi yapar. Ya da sadece Allah
Teâlâ’nın yardımıyla üsdenebileceği zorluklara karşı rabbini kendine siper
edinir; onun Allah Teâlâ’nın verdiğinin dışında bir gücü ve kudreti yoktur. Bu
durum ‘Ancak senden yardım dileriz’98 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ’ya
sevimli olan fakat tabiat gereği nahoş sayılan bütün güçlükleri O’nunla
karşılamalısın. Aynı şekilde kendini dine göre kınanmış fakat doğaya göre
sevimli ve övülen bütün işlere karşı Allah Teâlâ’ya siper yapar ve onları Allah
Teâlâ’dan uzaklaştırırsın.
Allah Teâlâ’nın senin için siper
olması sana bütün güçlüklerin bilgisini kazandırır. Böylece Allah Teâlâ’nın en
güzel isimleri, bütün tafsilatı ve türleriyle birlikte tecelli eder ki fark bu
demektir. Allah Teâlâ her iki durumda da seni över. Çünkü Allah Teâlâ bilgiyi
ancak sevdiğine verirken hali hem sevdiğine hem sevmediğine verir, çünkü bilgi
sabitken hal değişkendir. Takvada furkan bulunmasaydı, furkan meydana
getiremezdi. Çünkü bir şey benzerini meydana getirebilir ve ancak böyle bir
netice ortaya çıkabilirdi. Yine bu nedenle âlem Hakkın suretinde ortaya
çıkmıştır. Kime doğası baskın gelirse babasından daha çok annesine benzerken
kime aklı daha hakim olursa annesinden çok babasına benzer. Çünkü âlem doğa ile
Hakk veya varlık ile yokluk arasındadır. Alem sırf varlık olmadığı gibi sırf
yokluk da değildir. Bu yönüyle bütün âlem Hakk (ve hakikat) olmadığı halde sana
Hakk imiş gibi görünen sihre benzer. Aym zamanda âlem halk (yaratılmış)
olmadığı halde sana halkmış gibi görünür. Çünkü âlem her bakımdan halk
olmadığı kadar her yönüyle Hakk da değildir. Bu itibarla sihre maruz kalan
insanın belirli bir şey gördüğü hakkında kuşkuya kapılmayız. Ortada görülen bir
şey vardır. Nitekim ayette ‘Onlara yaptıkları sihirden dolayı
ipler koşuyor geldi’99 buyurur.
Koşmak hiç kuşkusuz görülen bir iştir. Geride ise koşanın durumu kalmıştır.
Çünkü ipler ve asa toprağın üzerine atılmıştı. Buradan kesin olarak şu husus
ortaya çıkar: Halk (yaratılmış) Haktan soyutlansa var
olamaz. Buna karşılık Hakkın kendisi olsaydı bu kez halk olamazdı. Bu nedenle
halk iki hükmü birden kabul ederken Hakk da iki hükmü kabul edicidir: Hakk dine
göre hâdislik özelliklerini (gülme, tövbeyle sevinmek vb.) kabul ederken dine
ve akla göre kadimlik özeliklerini kabul eder. Bu durumda Hakk tenzih edilen
ve teşbih edilendir. Halk da iki hükmü birden kabul edicidir. Bu iki hüküm
Hakka tesir etmek özelliğiyle Hakkın kendisine tesir etmesini kendinde
toplayabilmesidir. Yaratılmış olan daha önce pek çok vesileyle söylediğimiz
üzere kendisi hakkındaki bilgiyi Hakka verirken O’na tesir eder. Hakkın
yaratılmışa tesiri ise daha önce bir şey değilken, yani mevcut değilken
kendisini yaratmasıdır. O halde furkan gerçekte sürekli olan bir iştir, fakat
herkes için bütün hallerde ortaya çıkmış değildir.
Her bir halde bir
furkan bulunur
Şeriat ve burhan böyle söyler bunu -
Takvanın meydana getirdiği bu furkan
(bilgisi) sadece Allah Teâlâ’nın öğretmesiyle meydana gelebilir; nazarî
düşüncenin ona ulaşma imkânı yoktur. Allah Teâlâ fikirle meydana gelen
düşünceye isabet etme imkânı verse bile, bu da o özel bilgi değildir. Çünkü
şeklen birbirine benzeyip de ‘zevk’ nedeniyle farklılaşan ilimleri ayrıştıran
yöntem ve yoldur. Bununla birlikte ilimlerin konulan ise birbirine benzer.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru:yola ulaştırır
BEŞ
YÜZ ON İKİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Derileri her
olgunlaştığında başka derilerle değiştiririz'100
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Alevlerle deriler piştikçe ve olgunlaştıkça Allah
Teâlâ azap karşısında derileri değiştirir
Allah Teâlâ’nın kazası bitene kadar böyle sürer gider Bir grup
cehennemde ebedi kalır bu
nedenle
Allah Teâlâ onlardan ve onların
üzerinde yaratır Sual sona erince, bir şahitlik
Şahitlik yerine
getirilince
Yeni ve büyük bir
nimet elde ederler
Allah Teâlâ onlardan haber verirken
şöyle demiştir: ‘Derilerine niçin aleyhimize şahitlik
ettiniz diye sorduklarında, derileri onlara bizi Allah Teâlâ konuşturdu der.’1Ü1
Yani size karşı şahitiik yapmamızı isteyen bizzat Allah Teâlâ’dır. Onlar
şahitlikleri kabul edilip sözleri Allah Teâlâ katında geçerligüvenilir
şahiderdir. Deriler, dünyada yöneticileri ve amirleri mesabesindeki nefs-i
nâtıka ve hayvani nefsin kendilerini kullandıkları işlerden razı değillerdi. Bu
itibarla nefs-i nâtıka derilerin üzerinde olduğu gibi kulak, göz, dil, el,
mide, cinsel organ, ayak ve kalp üzerinde de hüküm sahibi ve yöneticidir.
Derilerin böyle adlandırılmış olması, dayanaklılığından kaynaklanır. Çünkü
onların zati özellikleri yaralanma, vurulma, yanma, ısınma, üşüme gibi bütün
nahoş şeyleri hissetmektir. Duyu deriyle gerçekleşir ve deriler güçlükleri
algılamada hayvanı nefsin yardımcısıdır. Bu itibarla insanda deriden daha
dayanaklı bir kısım yoktur ve bu nedenle Allah Teâlâ onu deriyle örtmüştür.
Derinin olgunlaşması ve pişmesi yükümlü nefsin azabının sebebiyken bu esnada
deri duyulur azap içinde nimet görür. Bir âşık şöyle demiş:
Şöyle bir bela duydunuz mu?
Bir yönü iyi bir yönü hasta
Azap ederken nimet verir
Nimet verirken azap eder „
Bu düstur Allah Teâlâ’nın tuzağından
korkanların düsturudur. Onlar, bununla kötülüğü emreden nefislerini engellerler
ve nefsin geri duracağı umulur; hâlbuki yarık daha da genişlemek için diretir.
Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın kendinden zikretmiş olduğu üzere mağfiret ve azap
arasında dilediğini seçebilme iradesidir. Demek Ki bu ikisinden herhangi birisi
hakkında kesin bir hüküm yoktur. Sonra insan, ilahi isimlerin kendisi hakkında
birbirinin mütekabili olduklarını görür. Görür ki ihsan isimleri hem sayıca ve
hem güç bakımından adalet ve intikam isimlerine baskın gelmektedir. İlahi
isimlerin karşı karşıya geldikleri yer her şeyi kuşatan ilahi rahmet
meydanıdır. Bu durum ise insanları işledikleri günahlar, sınırları aşmak,
haramlara düşmek gibi davranışlarda cesaretlendirir. Tövbe etmeksizin
öldüklerinde kendilerinden ortaya çıkan günahlar nedeniyle cezalandırılacaklarından
emin olsalardı -nitekim bir grup böyle düşünürEfendilerini memnun etmeyecek
işlere kalkışmazlardı. Sonra dünya hayatında azap çektiklerini görürler: Allah
Teâlâ’nın hükmüne karşı sabırsızdırlar ve tabiadarı gereği O’nun hükmünden
kaçarlar. Bu ilahi hükmü ancak zorla (cebir) kabul ederler. Böylece korkan
insan ayeti kendisi için bir öğüt ve hatırlatma kabul ederken imanı güçlü ise
tevile girişmeyip zahir (anlam) denizine dalarak ayeti bâtınî anlamlara
taşımaz. Böyle biri öğütten fayda alır. Bu ve benzeri nitelikler kendisinde
yok ise tevile kalkışır, uyduğu kimseden yüz çevirip arzularına uyanlardan
olur. Bu nitelikteki birinin hali ‘yüz çevirmedir’. Binaenaleyh ayetteki öğüt o
kişiye haller içerisinden korunmuşluğu verirken isimler arasından ez-Zahir ile
el-Evvel isimlerini, marifetlerden ise müşahedenin marifetini ve Hakkın zahirî
tecelli suretlerini kabul edebileceği bilgisini verir. Bu sayede kişi takvaya
tam olarak ulaşmış olur. Neticesinde işe herkesin kendisine ulaşamayacağı
meçhul bilgiyi elde eder. Söz konusu bilgi duyuyla algılananların sırları ile
duyuların ve duduyla algılayanın (kim olduğunu) bilmektir. İnsanların çoğu
söylediğimiz nedenle bu bilgiden mahrumdur. Çünkü nefisler bilinmezleri idrak
etmek, hâzineleri ortaya çıkartmak, remizleri çözmek, kapalılıkları açmak,
içlerin gizliliklerini ve hikmederin sırlarını araştırmayı sevmek özelliğinde
yaratılmıştır ve bu nedenle de kendiliğinden zahire yönelmezler. Çünkü onlara
göre zahir sabah aydınlığından daha açıktır; gün kimseye gizli değildir! Bu
düstur sahibi ise zahirî işler hakkında kimsenin aklına gelmeyen bilgileri
öğrenir. Başka bir ifadeyle hiç kimse o düstur sahibinin elde ettiği bilgilerin
işin zahirinde ve suretinde bulunduğunu anlamaz. Bu bilginin ve keşfin sahibi
öyle bilgilere dikkat çektiğinde, işin zahirinin değeri artar, hikmeti ortaya
çıkar ve hayrı çoğalır. Bu esnada insanın kendine göre değersiz saydığı bir
şeyin Allah Teâlâ katanda kıymedi olduğu anlaşılır. Bütün bunlar, işler
hakkında öncelik sahibi olan Allah Teâlâ’nın ez-Zahir isminden ortaya çıkar;
bütün iyilikler ve hayırlar önce olanlardadır.
Balanız! İlk düşünce hiçbir zaman
yanılmayan ilahi-doğru düşüncedir. Masumiyet ve geçerlilik ilk düşünceye ait
olduğu gibi kader ve kaza onda ortaya çıkar. Aynı şey ilk bakış, ilk duyuş, ilk
hareket için geçerlidir. İlk olan ‘zecr’ ilmini kazandıran bilgidir. Bu
bilgiler hiçbir zaman yanılmayacağı gibi doğruluk onların yanılmaz özelliğidir.
Demek ki ilk olanlar öne geçmiş hakikatlerdir. İlk düşünceden sonra gelen her
şey, ilkin izini takip ederek gelmiş iç konuşmasıdır. Hazırlık ve ön
değerlendirme ilk düşünceye aittir. İlk düşünce akıllara arkasında bulunan
şeylere ulaşma coşkusu verir. Kavrayışlı ve derin zekâ, bütün hakikatlerini
kavrayıp suretinin kendisine verdiklerini ve öğrenip ve en gizli sırlarını
anlayana kadar kendisine gelen ilk ve açık durumdan ayrılmaz. Bir şeyin
zahirinin verdiği bilgiyi tam olarak öğrendiğinde ise bâtın -ki zahirin izinde
gelmiştirdemek olan kendisine gelen başka düşünceye geçer. Bu itibarla zahiri
bilmeyen bâtını hiç bilmez, çünkü zahir, bâtının delilidir. Önce geleni
öğrenmede ihmalkâr davranan kişi sonu öğrenmede daha ihmalkârdır, çünkü birinci
düşünceyi öğrenme arzusu sonrakini meydana getirir. Binaenaleyh işin başı
korkudur. Umut onu takip eder. Buna mukabil umut önce gelirse, korku yitirilir,
çünkü geçmiş olan artık geriye çevrilemez. Öncelik korkuya aittir. Hâlbuki o
kişi korkuyu yitirmiş, kaybetmiş ve korku ortadan kalkmıştır. Artık onu geriye
çevirecek kimse yoktur. Umut korkuyu barındırmaz. Hâlbuki mümin korkusu ve
umudu eşit olandır, onlardan biri ötekine baskın gelmez, çünkü mümin her şeyi
yerli yerinde kullanandır. İnsanın ilk yaratılışı zayıflıktır ve bu nedenle
kendi hakkında korku önce gelir. Zayıflığın ardından insanda güç ortaya çıkar
ve gücü nedeniyle de umudanır. Çünkü bilgiler ve teviller hakkındaki fikri
güçlenir ve Hakkın mertebesine dair umudu artar. Fakat akıllı insan umudunu
bulunmaması gereken bir yere/sınıra taşımaz. Bir insanın akima umudun gücü
nedeniyleakıllı ve arif insanın korkuyu kullandığı yerde umudu kullanmayı
gerektirecek düşünce gelirse, umut tek başma hüküm vermekten azledilir ve
korku kendisine ortak kılınır. Böyle bir insan mümindir ve kemale ulaşana kadar
böyle devam eder. Söz konusu kemal, Muhammedi devirde nebilik mirasından Allah
Teâlâ’nın velilerinin ulaştığı kemaldir. O kemalde şeriat getirme ve hüküm
koyma peygamberliğinin kapısı kapanmış, ilahi ilimler ve sırlara tahsis
edilmenin kapısı açılmıştır. Allah Teâlâ ehli o kapıdan girer. Oraya ilk giren
kişi ise bu zikrin sahibidir. Allah Teâlâ bizi dünya hayatından can çekişme
vaktine kadar korkusuyla umudu eşit olup can çekişme halinde ise umudu
korkusuna baskın gelenlerden eylesin.
(Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Kef ha, ya, ayn,
sad! Rabbinin kulu Zekeriya'ya olan rahmetinin zikredilmesidir'102
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Rabbin rahmeti
zikredince beni ,
Rabbim! Muhammed’in rabbi! deyip dururum
O’nun rabbi ifadesinde pekiştirme var Her müşahedede bu
zikirle yükselirim
Rahman yaratıkları
için rahmet olarak gönderdi onu Her durumda hidayet eden ve hidayet edilen
arasında
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’103 Allah Teâlâ peygamberi sövücü veya
lanetleyici olarak değil, rahmet olarak gönderdiğini bildirdi. Kulu Hızır
hakkında da şöyle demiştir: ‘Ona
katımızdan bir rahmet verdik.’104 Burada Allah Teâlâ rahmeti bilgiyle
öncelemiştir ve bu rahmet yaratılıştaki rahmettir. Sonra şöyle buyurur: ‘Ona
katımızdan bilgi öğrettik.’105 Bu bilgi ona ‘bizim katımızdan’
demesi nedeniyle nahoş işlerdeki gizli rahmeti göstermiştir. Hz. Hızır bu
rahmetle çocuğu öldürmüş, gemiyi yaralamışken birinci rahmetle duvarı
onarmıştı. İki rahmet arasındaki farkı ancak bu zikrin sahibi ayırt edebilir,
çünkü onu zikreden rahmettir, yoksa kendisi rahmeti zikretmiş değildir!
Böylece bu zikir sayesinde rahmet kendisindeki hakikati o kişiye öğretir. Çünkü
rahmet onun kendisine bağlanmasını ister. Bunun nedeni rahmetin ancak onun
vasıtasıyla ortaya çıkabilecek olmasıdır. Binaenaleyh rahmet böyle birine
karşı haristir.
Bilmelisin ki bu zikir, kendilerini
zikrettiği kullar hakkında rahmetin hükmünün zorunluluğu hakkında ilahi bir
bildirimdir. Ayette Zekeriya bilhassa zikredildiği için değil, sadece kul hakkında
takdir edilmiş inayet nedeniyle zikredilmiştir. Rahmet ise onu bütün
hallerinde Allah Teâlâ’ya kul olduğu için zikretmiştir. Allah Teâlâ hangi şahsı
bu makama yerleştirirse, ona dönük rahmetiyle kendisini o makama
yerleştirmiştir
ki, rabbinin rahmeti Allah Teâlâ’nın
katında onu zikreder. Onun kulluk hali, kendisini zikretmiş olan rabbani
rahmetin ta kendisiydi. Bu rahmet onu zikretmiş ve rabbinin o kulun nezdinde
bulunduğunu bildirmiştir. Bu şahıstan meydana gelen herhangi bir iş Allah Teâlâ
katında makbuldür. Bu makamdan ona kendine mahsus olup başkasına ait olmayan
nimetler meydana gelir. Bu durum ona mahsus olan ve başkasından ayrışmasını
sağlayan bir iştir; çünkü Allah Teâlâ’ya yakın herkese mahsus özel bir halin ve
durumun olması kaçınılmazdır.
Şeriat bu bildirime işaret ederek
şöyle demiştir: ‘Her müminin yalnız başına rabbiyle münacat etmesi gerekir.’ Bu
esnada rabbiyle arasında bir tercüman bulunmaz ve gölgeliğini kulun üzerine
koyar. Bu durum Allah Teâlâ’nın ona yönelik genel rahmetidir kişi kendine mahsus
durumun meydana gelmesi için bir mahaldir. Bu hal gerçekleştiğinde kul adına
kıyamet gerçekleşmiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın bazı kullarının kıyameti
öne alınarak ahiret hayatında işinin neye varacağını görür. Bu ise dünyada
mümin adına gerçekleşen bir müjdedir. Biz de kıyameti zevk yoluyla gördük.
Bizim onda birtakım duraklarımız (mevakıf) vardır ki, mesela bir gecede yola
çıkma-dönüş itibarıyla yüz durak vardır. O gece durakların sayısına taksim
edilseydi, onları sığdıramazdı. Bu zevki 593’te Fas’ta görmüştüm. Her durakta
kendisini dile getiremeyeceğim şekilde rahmetin genişlediğini görüyordum. Bunun
nedeni rahmetin zikredişinin genişliğiydi (her şeyi zikretmesiydi). İş bu kadar
genişken, Rahman’ın kulu zikretmesi nasıl olabilir? Rahman günahkârı
zikrederken günahkâr olmayanda Rahman’ın zikri yaratıklarındaki rahmetidir. Allah
Teâlâ onunla kâfir veya mümin, müşrik veya muvahhit bütün yarattıklarına
merhamet eder; dünyada kullarını onunla rızıklandırır, onunla kullarına yardım
eder, yağmur yağar, toprak berekedenir, elçiler çoğalır, iyilikler artar. O
suçlarda bile müşahedeyle masum olandır. Böylece iki tarafta da, yani halk ve
Hakta hüküm sahibi olan kaza ve kaderin hükmüyle ortaya çıkar.
Gerçeği anladıysan, bilirsin ki,
sende ve senden ancak kendin ortaya çıkarken Allah Teâlâ senin üzerinde senin
verdiğin bilgiye göre hüküm verir.
Burada
ayaklar kayar, onların ardından ise anlama yeteneği gider, vehimler rüyalarda
hüküm sahibi olur. Vehim gücü tam ve sürekli hüküm sahibidir. Allah Teâlâ ancak
kulunun O’nun hakkındaki zannındadır ve bu nedenle insan O’na karşı hüsnüzan
beslemelidir. Zan vehmin hükmü olduğu gibi acil (dünyadaki) azabı ve nimeti
veren de odur. İyi zanda bulunmak gerekliyken zannın bir kısmı günahtır. Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki zan olmasaydı hiçbir yaratılmış günah işlemezdi;
hâlbuki yapmak veya terk etmekle ilgili Allah Teâlâ’nın hükmü demek olan
günahın da olması gerekir. Demek ki zannın olması gerekir. Allah Teâlâ’nın
yaratıklarına yönelik rahmetinin bir yönü de onlarda zannı yaratıp vehmin bir
tezahürü kılmış olmasıdır. Herhangi bir konuda bilgi elde edebilmek, görmeyle
değil, görülen hakkında verilen (zanna dayalı) hükümle gerçekleşebilir, çünkü
gördüğün şeyi yok etme gücüne sahip değilsin. Bütün güçlerin (konularına)
ilişmeleri böyledir. Fakat idrak güçlerinin verileri hakkında geride şunu
tespit kalır: Acaba bilgi gerçekleşmiş midir, zan mı vardır? Bu makam sahibi
adına bilhassa zanla (bilgi) meydana gelirken başkası aynı hali zevk yoluyla
bilmediği için onu bilgi sayar. İdrak gücünün verisi ile hakkında ‘zan mıdır
yoksa bilgi midir’ şeklinde hüküm verilen arasında bir fark vardır. Buradaki durum,
gerçekte delildeki kuşkudur. Öyle olmasaydı rab kuldan ve Hakk halktan
ayrışmazdı. Anladıysan, bu zikrin kişiye kazandırdığı neticelerden birisi bu
bilgidir. .
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Allah
Teâlâ’ya tevekkül edene Allah Teâlâ yete/106 Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
. Kim rabbine tevekkül ederse Yeter ona yaratılmışların
ilahı
Bütün hallerinde Hakkı görür her daim -
Sürekli O’nunla beraber
Bu veli
sürekli bir haldedir ki
Kalbinin ondan istediği haldedir
Allah Teâlâ sana ve bize kendinden
bir ruh ile yardım, etsin, bilmelisin ki, bu zikir sahibine O olduğunu öğretir.
Çünkü insan ancak Hakk ile yetinebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye yoktur.’ Demek ki perde denilen
şey seninle O’nun arasındadır, yoksa O’nun ardında değildir. Çünkü Allah Teâlâ
Evvel (ilk), sen ahirsin (son) ve Allah Teâlâ senin kıblendir. Dolayısıyla
senden O’nun adına meydana gelecek şey, O’nunla karşı karşıya olmaktır. Sonra Allah
Teâlâ kendisiyle senin arana sebep, nispet ve âdet perdelerini çekmiş, onları
-senin fark etmediğin yöndenkendisinin suretleri kılmıştır. Her kim ‘onlar
O'dur’ derse doğru söylemiş; kim ‘onlar O değildir’ derse, suretlerde gördüğü
farklılık nedeniyle yine doğru söylemiştir. Böyle bir durumda suretlerin
farklılığı Allah Teâlâ’yı bilmekten onu perdelemiştir. Bir suretin veya bir
sebebin öteki suret ve sebep olmadığını kesin olarak söylediği gibi aynı
şekilde suretlerin Hakk olmadığını da kesin olarak söyler. Bunu derken de insan
perdenin hakikatinden veya varlığından habersiz kalır. Bu itibarla suretler
farklılaşmış olsa bile, sebep veya perde olmak bakımından hepsi bir olduğu
gibi onlar (bir yönden) Hakkın • aynıdır. Onlar farklı olsalar bile, gerçek
böyle olmalıdır. Aksi halde Hakk ile senin aranda karşı karşıya olma hali
gerçekleşmezdi. Bakınız! Gözleri görmeyen birinin karşısına geçip
yerleştiğinde ve konuştuğunda, onun âmâ olup sen onu görüyorken onun seni
görmemesi, karşı karşıya bulunmanıza etki etmez. Bununla birlikte âmâ hiç
kuşkusuz karanlığı görüyordur ve sen onun gördüğü karanlıktasın ve bu nedenle
âmâ seni karanlık olarak algılar. O senin tam karşındayken şöyle der: ‘Bugün
falanı yüz yüze gördüm.’ Bu sözünü söylerken -âmâ olsa biledoğru söylemektedir.
Binaenaleyh (sen görmesen bile) Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye olmadığı gibi Allah
Teâlâ için de senin ardında bir gaye yoktur. Çünkü ilahi suret seninle kemale
ermiş, sende görülmüştür. Bu nedenle Allah Teâlâ sana yeter, sen de O’na
yetersin. Bu nedenle sen son varlık ve ille maksatsın. Madum (yok) olmasaydın,
maksat olmazdın. Böylelikle zaman içinde var olduğun ortaya çıkmıştır. Allah
Teâlâ seni madum olarak bilmemiş olsaydı, sen O’nu bilmek isteyemezdin.
Varlıktaki en garip işlerden birisi, kendisi hakkmdaki bilgiyi sana (Hakka)
verenin kendisini senin vasıtanla öğrenmiş olmasıdır. Çünkü mümkünler kendileri
hakkındaki bilgiyi Hakka vermiş olsalar bile onlardan herhangi biri kendisini
ancak Hakk vasıtasıyla bilebilir. Bu nedenle sana yeten Hakk’tır. Çünkü O
kendisine varabileceğin gayedir. Sen de O’na yetersin, çünkü senden sonra
herhangi bir şey geride kalmaz. Allah Teâlâ seni senden bilmiştir. O’nun
dışında sadece imkânsız olan vardır. İmkânsız ise senin gölgesini giymiş
olduğun muriak yokluktur. Sen imkânsızın gölgesini giydiğin kadar varlığın
ışığını da giydin ve varlığınla birlikte iki tarafın tam karşısında bulundun.
Sana yokluk nispet edilirse, üzerindeki karanlık nedeniyle böyle bir nispet
senin adına imkânsız değildir; varlık nispet edilirse, kendisi nedeniyle kendin
için zuhur ettiğin varlığın ışığı sende bulunduğu için bu da imkânsız değildir.
Dolayısıyla ona mevcut denilemez. Çünkü sende bulunan yokluk gölgesi bu
isimlendirmeyi yokluğu kabul etmeyen Hakk gibihak etmene imkân tanımaz. Yokluk
da denilemez, çünkü sende bulunan varlığın ışığı bu isimlendirmeyi, varlığı
kabul etmeyen (imkânsız) gibi kabul etmene imkân vermez. İmkân ve cevaz denilen
aklî bir mana nedeniyle sana mümkün ve caiz adı verilmiştir. Bu itibarla varlık
denilen bir hakikat nedeniyle zatı gereği vacip ve zorunlu olana da mevcut
denilir. Bu hakikat mevcudun ta kendisidir. Niteldin imkân da mümkün olması
bakımından -yoksa herhangi bir mümkün olması halamından değilmümkünün aynıdır.
Madum, yani yok ise, imkânsıza ad olarak verilmiştir. İmkânsız olan (muhal)
mutiak yokluk -ki imkânsızdırdenilen bir hakikat nedeniyle zatı gereği varlığı
kabul etmeyendir. Öyleyse sen, ey insan! İki ucu bir araya getiren, iki suretin
mazharı olan ve iki hükmün taşıyıcısısın. Sen olmasaydın, imkânsız vacibe ve
vacip imkânsıza tesir ederdi. Sen ortadan kalkmayan ve aşılamayan bir
sınırsın. Yolduğun bir dili olsaydı, senin onun suretinde olduğunu
söyleyecekti, çünkü o sende kendi gölgesini görür. Buna mukabil Varlığın bir
dili vardır ve senin O’nun suretinde olduğunu belirtmiştir, çünkü Varlık sende
kendi suretini görmüştür. Varlık seni şendeki nuru nedeniyle bilmişken mutlak
yokluk şendeki gölgesi nedeniyle seni bilememiştir. Binaenaleyh sen
malum-meçhul, bilinen-bilinmeyensin. Bu itibarla Hakkın sureti de öyledir. Sen
suretin bakımından değil, merteben ve rütben bakımından bilinirsin. Suretinle
bilinseydin, hiç kuşkusuz, Hakk da bilinmiş olurdu, hâlbuki O bilinemez. O
halde sen de suretin bakımından bilinemezsin. Seni bilmek genel bir bilgiyle
gerçekleşir, senin hakkındaki bilgi tafsilî bilgi değildir .
Bu zikrin Allah Teâlâ hakkında vermiş
olduğu bilgiyi sana açıklamış oldum, bunu anlamalısın. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Dilediklerini
sırat-ı müstakime ulaştıran Allah Teâlâ’dır.
BEŞ
YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Davud onu
sınadığımızı zannetti, rabbinden bağışlanma diledi, rükûya kapandı ve secde
etti'107
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Sınanmak bizzat bela demek Seni sınadığında
hükmüne teslim ol
Secde ederek kerim rabbinden bağışlanma dile Sen O’nun
ilminde belirlenensin -
İnce düşünceden sakın O kendini anlayana verilir
Gerçek akıllarımızın ve gözlerimizin
üzerinde İddiada bulunan akıldan uzaklaşır
Sınırlıyken akıl ‘bilgiler bende’
der Delilin kuluna nasıl ve ne kadar yeter
Şeriat onu kendi ölçüsüyle bölmüş Bu
nedenle nasıl ve ne kadar dedim
Hz. Davud (as.) isminin de gösterdiği
üzere oğulları arasında isminin gösterdiği anlam itibarıyla Adem’e en çok
benzeyen evlattır. Bu nedenle Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Adem’in olduğu gibi
Davud’un yeryüzündeki halifeliğini nasla beyan buyurmuştur. Âdem isminin
harfleri birbirine bitişik olmadığı gibi Davud isminin harfleri de öyledir. Bununla
birlikte iki isim arasında m (mim)
harfinden kaynaklanan bir fark vardır ve m harfi kendinden önce veya sonra
gelen harflere eklenebilir. Allah Teâlâ Âdem isminde onu sona getirmiştir ki,
kendinden sonraki harf ona bitişmesin! Öncesini ise sonrasında gelen harfin
kendisine bitişmediği altı harften birisi yapmıştır. Hz. Davud Hz. Âdem’den
isimlerdeki mertebesinin üçte ikisini aldığı gibi Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem de üçte ikisini almıştır; bu harfler mim ve dal
(m d) harfleridir. Bununla birlikte Muhammed adı bütünüyle bitişik
harflerden oluşurken kendisinden sonra gelen harfe bitişmeyen harf ismin
sonunda gelmiştir. Böylece önce gelen harf bitişirken kendisi ardından gelen
herhangi bir harfe bitişmez. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Bir dost edinecek olsaydım, Ebu Bekir’i dost edinirdim, fakat arkadaşınız Allah
Teâlâ’nın dostudur’ hadisinde dile getirilir. Böylece ona bitişilirken kendisi
hiç kimseye bitişmemiştir. Bu yönüyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
iki bakımdan Hz. Âdem’le benzeşmiştir: Birincisi Âdem ismine göre kendi isminin
bitişik harflerden meydana gelmesiyle ortaya çıkan ters benzeşmedir. Âdem ismi
ise Davud ismi gibi ayrık harflerden oluşur. Âdem ismindeki mim ise Muhammed
ismindeki d (dal) harfine
benzer. Her iki harf isimlerin sonunda gelmiştir. Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem ve Hz. Âdem arasındaki ikinci münasebet yönü ise benzerlik
münasebetidir. Bu benzerlik Allah Teâlâ’nın ‘Adem’e bütün
isimleri öğretmiş’10* olması ile Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e cevamiü’l-kelım özelliğinin verilmiş olmasında tezahür eder.
Bunun yanı sıra Âdem’den zürriyeti çoğaldığı gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin de peygamberliği yayılmıştır. Başka bir ifadeyle bütün insanlar
Hz. Âdem’in oğullarıyken geçmiş ve gelecek bütün insanlar Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Çünkü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘Âdem ile onun dışındaki bütün peygamberler sancağımın altındadır’
demiştir.
Hz. Âdem -(isimdeki benzerlik)
hakkında söylediğimiz nedenlediğer çocuklarına değil de Hz. Davud’a bakmış,
onun ömrünün az olduğunu görmüş, ömründen altmış seneyi Davud’a vermişti. O
altmış sene Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ömrüne tekabül eder.
Kendi ömründen ismindeki mim harfine ulaştığında Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’in suretini o mim’in içinde görmüş, Davud’dan vazgeçmiştir.
Çünkü Âdem elif ile dal harflerinden
uzaklaşmış, ömründen Davud’a vermiş olduğu ikramdan vazgeçmiş, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in sancağı altına girmiştir.
Bu bağlamda Allah Teâlâ Hz. Âdem ile
Davud’un halifeliğini açıkça beyan etmiş, Adem’in halifeliği hakkında ‘Yeryüzünde
bir halife yaratacağım’109 demiş,
Âdem’i ve oğullarım kastetmiş, sonra da meleklerine Âdem’e secde etmelerini
emretmiştir. Hz. Davud hakkında ise ‘Ey
Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık’110 buyurmuş, Âdem hakkında söylemediği
bir sözü Davud için söyleyerek, ‘Arzuna
uyma’111
demiştir. Bunun nedeni onun isminde hiçbir bitişik harfin bulunmamasıdır. Başka
bir ifadeyle onun isminde başka bir harfe bitişen harf yoktur. Allah Teâlâ
Davud’un işinde dağınıklık bulunacağını bilir, çünkü her insanın isminden bir
nasibi vardır. Bu yönüyle Hz. Davud’un isminden nasibi, isimdeki dağınıklıktı
ve bunun için Allah Teâlâ -ismindeki her harf bağımsız olduğu içinona arzusuna
uymamayı tavsiye ve emretmiştir. Sonra onun harekelerinde de ferdiyete bakan
yönler bulunur ki bunlar üç harekedir. Harfleri ise beş tanedir. Bu itibarla
Hz. Davud bütün yönlerden tektir (fert). Hz. Davud Allah Teâlâ’nın kendisine,
tavsiyede bulunduğu hususa yatkın olmasaydı, Allah Teâlâ ona böyle tavsiyede
bulunmazdı. Allah Teâlâ’nın bu yasaklamayla dikkatini çekmesiyle Hz. Davud bu
durumu öğrenmiştir: Allah Teâlâ onun dikkatini çekerken ‘arzuya uyma’ demiş,
‘kendi arzuna’ dememiş, ‘sana işaret edecek herhangi bir kimsenin arzusuna
uyma, Hakkın sana vahyetmiş olduğu şeye göre hüküm ver’ demiştir. Çünkü heva
ancak insana bitişikken tesir edebilir. Davud isminin harfleri ise bitişikliği
gerektirmez ve böylece Allah Teâlâ özel bir yönden kendisini korumuş, kendisine
tavsiyede bulunurken rabbinden ‘mağfiret5 dilemiştir. Başka bir
ifadeyle saptırıcı heva ile arasına perde çekerek kendisini heva gücünden
gizlemesini istemiştir. Heva ona ulaşmış olsaydı, Davud ona göre davranır ve
heva peygamberlik görevini etkilerdi. Davud ise hevaya karşı Allah Teâlâ’ya
dönmüş, arzular kendisini düşürmezden önce kendi iradesiyle boyun eğmiştir.
Arzular ona etki etseydi, ayakta duran bir duvarı yıkmış olurlardı. Hz.
Davud’un rüküşü nefsinden aslına dönmekti ve mağfiret dilerken kendisini talep
ettiği örtünme ve gizlenme halindeydi. Heva geldiğinde ise mecrasından
çıkartmak üzere etki edeceği dikili herhangi bir şey bulamamış, bu nedenle
Davud’a isabet edemeden geriye dönmüş, Allah Teâlâ onu korumuş ve saklamıştı.
Sınama kulun Allah Teâlâ’nın
katındaki derecesini belirleyen işlerden biri değildir. Aksine Allah Teâlâ
kulları arasından erdemli ve en erdemli olanları da sınar. ‘Allah
Teâlâ dilediklerini saptırır, dilediklerini hidayete ulaştırır.’112 Saptırma teville gerçekleşir. ‘Bu
senin fitnendir, dilediğini saptırır, dilediğine hidayet edersin, Sen bizim
velimizsin, bizi bağışla, bize merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın.’113 Nebilerin nefisleri bir nefistir. Allah
Teâlâ’nın bazı kulları vardır ki, onları günahlara karşı gizler. Böylece
günahlar onlara ulaşamaz ve onları göremezler. Bazı kullarını ise Allah Teâlâ
günaha verilen cezadan gizler. Bu itibarla her birinin belli bir makamı vardır.
Davud hüküm
verirken
Hevaya uysaydı sapardı kuşkusuz .
Fakat seçilmiş bir
efendidir o
Allah Teâlâ onu
kutsiyetinden seçmiş
Zatından açık bir
ışığa sahiptir
Hemcinsleri
üzerinde ışık görünür
Zilletle kapanmadı
secdeye
Sadece aslına döndü
secdede
Davud kelimesinde
vdd (meveddet) harfleri var
Sevgisi güneş
harflerinden
Davud hüznünde
Yakub’a benzer
Yusuf a ise
hapsedilmede benzedi
Bilmelisin Ki sınanma olmasaydı
dileyen dilediğini söyleyebilirdi. Bu itibarla sınanmanın esası ve sebebi
iddiadır. Sınanmanın bir kısmı son derece gizlidir. Bu kısma misal olarak ‘Onlar
ateşe karşı ne kadar sabırlıdır5114 ayetini
verebiliriz. Bir kısmı son derece barizdir. Misal olarak ‘Sizi sınayacağız
ta ki mücahitleri ve sabredenleri öğrenelim’115 ayetini
verebiliriz. Yani sizin durumlarınızı inceleyeceğiz. Böyle bir durumu ancak
açığı ve gizliyi ve onların kaynağını bilen anlayabilir. Acaba kendi nedeniyle
gizli olan var mıdır, yoksa bir şey göreceli olarak mı gizlidir? Çünkü
biliyoruz ki ‘Allah Teâlâ’ya yeryüzünde hiçbir şey gizli kalmaz.’ Yani her şey
O’nun tarafından bilinir. Bunlar, doğadaki sırlardır ve onların suretleri
ruhların arzıdır. ‘Gökteki her şey de’ Allah Teâlâ tarafından bilinir. Gökte
bulunanlar doğa ile Amâ mertebesi arasmdaki ruhlarda bulunan her şeydir.
Bunlar, ışıklarıyla yeryüzünü aydınlatan sebeplerdir, bunu bilmelisin.
Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ ON ALTINCI BÖLÜM
Menzili 'De ki babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz
ticaretiniz, beğendiğiniz evleriniz size Allah Teâlâ’dan, peygamberinden ve
Allah Teâlâ yolundan savaşmaktan daha sevimli geliyorsa, Allah Teâlâ’nın
emrinin gelişine kadar bekleyiniz'116 ve 'Hepiniz Allah Teâlâ’ya kaçınız'117 Ayeti Olan
Kutub'un
Halinin Bilinmesi '
Keşifle idrak ettiğin İlah Fikirle bildiğin ilah değil, unutma:
Çünkü fikir kendi mertebesini aşamaz
Bazen olur, fakat ‘ondadır onda olan
(tarif yapar)’
Fikirle eşya
hakkmda hüküm çelişik
Keşifle hükmün ise
dayanakları bilinmez
Her inanç sahibi
Hakkı keşfinde görür
•' . 'V
Onun hiçbir manası
inkâr edilmez
Allah Teâlâ
münezzeh, hiçbir akıl kuşatamaz O’nu
Başkası bilemez
O’nu, düşünün bir
Allah Teâlâ
münezzeh; keşif ihata edemez O’nu
Hiçbir varlık
kuşatamaz O’nu , ,
O bütün âlemde
idrak edilen ,
Ancak tecellisi
idrak edilir O’nun
O’na yönelen bir
kula tenezzül ederse
Bu tenezzülde bilmediği bilgileri verir kula .
Her türlü hayır,
bilgi ve marifet
Kim denk olabilir
veya yakın olabilir O’na?
Allah
Teâlâ kendinden bir ruh ile bize ve sana yardım, etsin, bilmelisin ki, bu
şiirde yer alan hayır hikmet anlamındadır ki (ayette ifade edildiği üzere) ‘pek
çok hayırdır'118.,Bilgi ise bileşildikten idrak
ettiğin bilgiyken marifet tekiller hakkında elde ettiğin bilgidir. Bu ayet 586
senesinde İşbiliyye’deki kabirlerde Cuma namazından sonra bize gelmişti.
Sarhoş bir halde kalmıştım. Namazda, uyanıkken veya uyku esnasında üç yıl
sürekli bu ayeti okudum. Ayette değeri takdir edilemeyecek bir haz ve tat
bulmuştum. Bu ayet Allah Teâlâ ile yarattıklarını tam olarak ayrıştıran ve
temyiz eden zikirlerdendi. Bu ayrıştırma cem’deki fark (ayrılık), Kur’an’daki
furkan idi. Bu zikir sayesinde kur’an ve. furkan cem’ edilir. , ,
(Ayette geçen babaya gelirsek) Hangi
türde ve surette olursa olsun, zahirde, bâtında, ilahi veya kevnî bir isim
olmak üzere, doğumunun sebebi olan her şey senin babandır. Zahirde, bâtında,
ilahi-kevnî bir isim olmak üzere herhangi bir türde ye surette doğumunun sebebi
olduğun her şey senin oğlundur. Bu zikirde senin oğlun bizzat baban da olabilir
ve bu durumda sen onun doğum sebebi olursun. O da senin doğum sebebindir. Bu
makam Hallac’ın şu beytiyle işaret ettiği makamdır:
Annem babamı doğurdu .
Bu benim sırlarımdan biri
Senin dengin olan benzerler veya sana
karışan, seninle mezcolan veya sana yakın olan her türdeş senin -fakat ez-Zahir
isminden olmak üzerekardeşindir. Söz konusu varlık verasette senin dengindir:
Öyle ki Kitaptan tevarüs edilen bilgide tartılmış olsaydmız, ne sen ona ne o
sana ağır/baskın gelirdiniz. Öyleyse ikinizin babası zahirde birdir ve bâtın
isminin burada bir hükmü yoktur. Çünkü el-Bâtın ismi bir babadan ve anneden
doğan iki kardeş olmanızı imkânsızlaştırır. Çünkü bir mizaç varlıkta iki kişide
bir araya gelmeyeceği gibi tecelliden de iki kişi meydana gelmez. Çünkü varlık
buna imkân vermeyecek kadar geniştir. O halde herkesin bir annesi ve bir babası
vardır. Başka bir ifadeyle tabiat ikiz doğurmayacağı gibi baba cinsel ilişkide
rahme iki su atmaz. Aynı şekilde, âlemde de bir zamanda herhangi bir şeyin iki
durumu olmaz. Varlığı seni ikileştiren ve senin iradenden etkilenen ve senin
kendisinde yaratıcı konumunda bulunduğun şey ise senin tabiatın gereği
kendisini sevdiğin zevcendir. Bu itibarla senden kaybolduğunda, ona özlem
duyarsın ve sizi bir rahmet ve sabit sevgi birleştirir. Sen onda o sende
dinginlik bulursunuz. O sana kendisinde tahakküm etme imkânı verip senin
iktidarın ve gücün onda tezahür eder. Sen onunla bir olursun ve o da senin dine
göre mülkün haline gelir. (Ayette geçen aşirete gelirsek) İşlerinde
kendilerinden güç aldığın ilahi isimler veya mukaddes ruhlar ile mukaddes
akıllardan meydana gelip seni güçlüklere karşı destekleyen, sana hediye ve
ihsanlar getiren her şey ise senin aşiretin mesabesindedir. Başka bir ifadeyle
sana yönelen ve sahip olmak üzere senin kendisine yöneldiğin her şey senin
aşiretindir. (Ayette geçen mallara gelirsek) Senin kendisine ve onun da senin
meylin nedeniyle sana yöneldiği, arzu divanında hazır bulunan her şey,
malındır. Söz konusu mal senin sözün ve fiilinin sınırında durur, arzunun otoritesi
kendisinde hüküm verir, onu elde etmek üzere geceni gündüzüne katarsın. Bu mal,
zahiri ve bâtını veya manevi ve mahsus mallardan kazandığın mülkündür. Misal
olarak gayr-ı menkuller için akar, menkuller için değerli mallan, altınları,
paraları ve gümüşleri verebiliriz; menkul mallar bir yerde sabit
kalmayanlardır. Bu itibarla sabit mallar makama benzerken sabit olmayan Hakk
benzer. Hepsi de maldır: Çünkü kendisi meylederken kendisinden ayrılıp
uzaklaştıktan sonra (insan tabiatında) ona doğru meyil vardır. Fakat tekrar
mala ulaştığında, bıraktığından başka bir tarzda olduğunu görürsün.
(Ayette geçen ticarete gelirsek) Sana
göre kendisinden daha değerli bir şeyi elde etmek üzere, kendisinden çıkmak
istediğin her şey ticarettir. Bu amaçla onunla çarşılarda dolaşır, zahirde ve
bâtında bazen gider bazen gelir, bazen evlenir, bazen boşanırsın. Bozulmasından
korktuğun ticaret bu demektir. Onun kötü gitmesinden korkar, altyapısını
hazırlar, araçlarını düzenler, bütün hazırlıklarını tamamlar, -tacir
isenticaretini çoğaltmak üzere yolculuğa çıkarsın. Bu yolculuğun amacı, kendini
acı bir azaptan kurtarıp kazanç ve büyük bir Hakk elde etmeni sağlamaktır.
(Ayette geçen meskenlere gelirsek)
Mahal edinip yerleştiğin ve kendine harem kıldığın her yer, (ayette geçen)
senin razı olduğun meskenin, kendisine varmak istediğin menzilindir. Allah
Teâlâ güvenilir elçisiyle sana gönderdiği vahiyde şöyle der: Bütün bu
zikredilenler ve zan gereği kendisine bağlandığın, kendisi değil de O’nun
katından olduğunu bildiğin halde aradaki perde nedeniyle Hakkın davet ettiği
zühde tercih ettiğin her iş (ayette geçen perdelerdir). Bilmelisin ki züht bir
şeyde Hakkın yüzünü görmek demektir. Allah Teâlâ’nın zahit davranıp yüz
çevirmeyi emrettiği işte senden talebinin onda O’nu bilmek olduğunu
bilmelisin. Hakkı kendisinde bildiğin bir şeyin hakikatini ve suretini
seversin. Böyle bir durumda kendinden yüz çevirip kendini arzulamayı bir araya
getirerek zahitlik yaptığın (küçümsediğin) o şey sana daha sevimli Hakk gelir.
Çünkü el-Muti, el-Mani (veren, engelleyen); ed-Darr, en-Nafı (zarar veren,
fayda veren) Allah Teâlâ’dır. Bunun yanı sıra o şey, sana maksadına ulaşmanın
önündeki perde ile kul ve mabud arasındaki örtüyü açıklayıcı olan peygamberden
sevimli gelir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın seni kendisine ibadet etmen
amacıyla yarattığını bilir, gördüğün ve yöneldiğin işe O’nu tercih edersin. Bu
şey sana senin adına iki hayatı bir araya getiren Allah Teâlâ yolunda cihattan
daha sevimli gelir. Artık ölümün tadını duymaz veya sınırlılığın hükmünü bilmezsin.
Bütün bunların ardından Allah Teâlâ’nın emri gelinceye kadar tehdit ve korkutma
ifadesini bekleyiniz! O gelince iyiliği kötülükten, tadıyı acıdan ayırırsınız.
Allah Teâlâ peygamberinin diliyle bu
perdelerden Allah Teâlâ’ya kaçmayı ve Allah Teâlâ’dan gelen kitaplarda ve
sahifelerde bulunan hususları düşünmeyi tavsiye etmiştir. Bununla birlikte
‘çadırlarda çekik gözlülerle kalmak’, ‘daha önce insanların ve cinlerin
değmediği bakirelerle’ olmak için bıkkınlıktan rahata kavuşur; bu durumda o
bilgiler içerisinde yeni marifetler elde edersin. O bilgileri hiç kimse
betimleyemez, kimse onlara vakıf olamaz. Bunun nedeni onların en mukaddes ve en
ulvi mertebeden gelmiş olmalarıdır. Bununla birlikte fikir ve tecelli idrak
edileni ihata edememede eşittir ve bu yönden onlar benzerdir. Yine de
aralarında belirli bir fark vardır. Çünkü fikir sahibi hükmünde itiraza açık
olduğu kadar kuşkulara maruz kalması da mümkündür. Bunun yanı sıra dün itimat
ettiği ve bağlandığı bir hükümden sonraki gün cayma ihtimali vardır. Arif için
tecelli böyle değildir. O sürekli yenilenen bir nimet içindedir. Yeniden
yaratmayı müşahede eder ve ondan perdelenmiş değildir. Böyle biri haz almada dün
ile bugünü birleştirir. Dolayısıyla ilahi bir suret nedeniyle mevcut bir lezzet
içindedir. Bu müşahede ona bütün hazlardan uzaklaşmayı vermez. Çünkü onlar onun
varlığı nedeniyle meydana gelmiş, müşahedesinde bir araya gelmişlerdir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler
ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili' Yeryüzü bütün
genişliğiyle onlara dar gelmiş, nefisleri de daralmış, Allah Teâlâ’dan başka
sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı/U9
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Bu,
mecburi zikir ve sıkıntıdan çıkma zikridir.
Allah Teâlâ’nın arzı pek geniş
Kime dar ise bedbahttır o .
Darlığın sebebi hilaf
Sen O’nunla ol dönüş O’na .
-
Duran ve O’na itiraz etmeyen
Hakikati ellerinde bulur
Sorara tövbe etmek üzere O’na verir
Bilgisinde ve ellerindeki her şeyi .
Varlığını fani
kılınca
İki âlemde gayesi
gelir kendisine
Cem’(birlik) halinde hakikat gelir
ona Hükmü hükmünden olsun diyen
Âlemde her doğan çocuk '
Bir yönden bizimle
ilgili
Şeriata göre
kardeş, sen onu kabul et
Keşif ile anne ve babadan "
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Geride
kalan üç kişi hakkında.. ,’120 Bir kişi olsaydı
yeryüzü dar gelmeyecekti. Darlık ortakla beraber gerçekleşir ve bu nedenle Allah
Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Çünkü şirk koşmak kendine ait bir
şey O’ndan almak (ve mülkünden) çıkarmak demektir. Bu nedenle müşrik Hakkı
öfkelendirir. Öfke darlığa yol
açtığı için, müşrike dar bir mekân
kazandırır, kendisi gibi müşriklerle beraber çarşılarda arkadaş olur. Demek ki
yeryüzünün genişliği yeryüzünde tek olan için geçerlidir. Buna mukabil yeryüzü
üç kişi arasında ortak bir ölçüyle paylaşıldığında geniş alan daralır. Üçte
ferdiyet (teklik) bulunmasaydı, hiç kuşkusuz, yok olurlardı. O halde onları
kurtaran şey, üçte bulunup ikiye eklenen tekliktir (ferdiyet). Onlar dört veya
iki kişi olsalardı kurtulamazlardı ve Allah Teâlâ onların tövbesini kabul etmezdi.
Çünkü Allah Teâlâ tektir ve teki sever; üç de tektir. Binaenaleyh ferdiyet,
onlarda Allah Teâlâ’nın tövbelerini kabul etmesini sağlayan muhabbeti geride
bırakmıştır. Allah Teâlâ çifte merhamet ettiğinde, onun içerdiği birler
vasıtasıyla merhamet eder. Bu sayede çift olan, tekleriyle bir olarak kalır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın rahmeti bire ulaşır. Bu itibarla Allah Teâlâ kullarına
çift olarak merhamet etmemiş, ya ferdiyetteyken ve (mutlak birlik demek olan)
ahadiyette merhamet etmiştir, bundan başka bir şey olamaz! Ardından Allah
Teâlâ dilediğini yapar.
Vakıadan söz etmekteyiz. Sayılar
birleriyle çoğalmış ve çokluk ortaya çıkmıştır. Bu birler ortadan kalksaydı,
âlemde çift veya sayı denen bir şey bulunmazdı. Bu nedenle bir veya iki şahısta
tecelli kesinlikle tekrarlanmaz. Ayette üç dememiş olsaydı, üçün içindeki çift
nedeniyle, genişlikte darlığın zevkini elde edemeyeceklerdi. Onlar rahmet nedeniyle
tövbe ederek genişliği tadabilmişlerdir. Bunun nedeni üçte bulunan ve onun tek
olmasını sağlayan birliktir. Üç ilk tek sayıdır ve ilk olmak ona aittir. Bu
itibarla üç daha çok bire yakındır ve bu nedenle rahmet ona hızla ulaşır. Beş
kişi olsalardı, birden daha uzak olacak, sayının içerdiği çift pekişmiş olacağı
için daha darlık çekeceklerdi. Bu şekilde tek sayıların vardığı yere kadar
böyle devam eder. Tek sayı cehennem ehlinin cehennem azabındaki müddetin
çokluğunu izale eden şeydir. Onlar ferdiyette bulunan bütün çift sayıların sona
ermesiyle varacakları yere ulaşırlar. Onların azapta kalış süreleri doksan
sekiz dehirdir. Sonra er-Rahim ismi onların işini üstlenir. Onlar bedbahtlık
içinde doksan sekizden ikiye kadarki dehirlerde aradaki çift sayılar ölçüşünce
kalırlar. Her tek sayıda kendisinden payı ve nasibi olan İtimseler için bir
rahmet vardır ve o rahmete göre azaba ara verilir. Çift sayı mensuplarına
gelirsek, onlarda azaba ara verilmez. Onlar
Allah Teâlâ’nın çift hakkında
zikretmiş olduğu süreye kadar orda kalırlar. Bu süre ise doksan sekizdir.
Çiftten sonra gelen vitir, yani tek,
önceki tek sayının öcünü alır, çünkü iki tek sayı arasında ortaya çıkan sayı
onu çift yapmıştır. Mesela ilâ ile dört arasında ortaya çıkan üç ikinin çift
yaptığı birin öcünü alır. Başka bir misal ise dört ile altı arasındaki beş
sayısının dördün çift yaptığı üç sayısının öcünü almasıdır. Muhammedi şeriatın
kendisiyle nazil olduğu Arapçada vitir, yani tek, intikam talebi demektir. Tüm
fertler için bu durum böyledir ve böylece tek sayılar doksan dokuza ulaşır. Tekil
sayılar burada Rahman isminde sınırlanınca, Allah Teâlâ en büyük ismiyle onu
üstlenir, çünkü yüz, ism-i a’zam (en büyük isim) ile tamamlanarak cennetin
derecelerini ve cehennemin derekelerini kuşatır. Tamamlayıcı ism-i a’zam, onu
er-Rahman isminden devralmış ve üstlenmiştir. Öyleyse er-Rahman ismi
hacibü’l-huccab, yani perdedarların perdedarıdır. İsm-i a’zam’m önünde itiraz
edecek kimse bulunmaz. Bu nedenle yerleşenleri adına cennet ile cehennemin
durumu genel rahmete varır. Allah Teâlâ’nın müşrikler hakkında söylediği ‘Biz
onlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’121 ayeti onların arasından ferdiyet
makamında bulunanlar arasında geçerlidir. ‘Çift olmak’ makamında bulunurken bu
sözü söyleyen biri ise taptığıyla çift yaptığı Bir ile o çifti yönelişi
esnasında tek yapan bir arasında münhasır kaldığı için onu söylemiştir. Böyle
bir çift yüzünü hangi yönden bir’e çevirse, sadece biri görür. Ardından kendine
bakar ve mutlak birliğini görür ve ‘Biz
onlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’122 der. Bu söz, ister çift ister tek
(makamında bulunsun), her müşrikin Allah Teâlâ’ya koştuğu ortak için söylenmiş
bir sözdür.
‘Kuşkusuz Allah Teâlâ Mesih’tir’123 veya‘Ben sizin adınıza kendimden
başka ilah tanımıyorum’124
diyenlere gelirsek, bu sözleri söyleyenler zahirde müşrik değillerdi. Onların
şirke düşmesinin sebebi isimdir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine ‘De ki,
onları isimlendirin’125
buyurur. Çünkü onlar taptıklarını isimlendirdiklerinde bu isimle isimlenenin
kim olduğunu anlayacaklardı. Bu itibarla onlar ‘Kuşkusuz
Allah Teâlâ Mesih’tir’126
demişlerdir. Hâlbuki Mesih Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri değildir, çünkü
böyle bir isim Allah Teâlâ olduğu iddia edilmezden önce Hz. İsa’nın adıydı. Binaenaleyh
bu sözü söyleyenler isim nedeniyle müşrik olmuşlardı. Firavun ise sözüyle
akidesi çeliştiği için müşrikti. Böylece onlar müşrik olmuşlardı.
Bu zikir sahibine öyle garip bir
sırrı daha öğretir ki o sır doruklarda gizlenmiş, satır aralarına ve içlerine
yazılmış bir sırdır: Allah Teâlâ onları ‘geride kalanlar’ diye
isimlendirmiştir. Bu itibarla ayrılan herkesin ailedeki vekili ve geride
bıraktığı Allah Teâlâ’dır; kişinin Allah Teâlâ’yı halife yapıp yapmaması durumu
değiştirmez. Öyleyse ailesinde onun yerini alan herkes, kendi vekili değil, Allah
Teâlâ’nın vekilidir. Savaşa katılmayan üç kişiyi ez-Zahir ismi geride
bırakmamıştı, çünkü şeriat onları savaşa davet etmiş, fakat Allah Teâlâ onları
yerlerine çakılı olarak bırakmıştır. Bir kısmının savaşa katılmasını Allah
Teâlâ nahoş bulmuş ve evlerinde bırakmış, bir kısmını kerih görmeksizin
yerlerinde bırakmıştır. Geri kalmakla onlar ailelerinde Hakkın yerini almış, Allah
Teâlâ ise onların evlerinden çıkmalarını nahoş bularak el-Bâtın ismiyle
ailelerinde onları kendi halifesi kılmış, böylece yaşanan hadiseler yaşanmıştı.
Bunun ardından Allah Teâlâ onların tövbelerini kabul etmiş, tövbeleri derece
derece olmuştu. Bir kısmı mazeretinde yalan söylemiş, fakat kerem-i ilahi onun
mazeretini kabul etmiştir. Bir kısmı doğru söylemiş, fakat dünya hayatında
bulunduğu için Allah Teâlâ ona burada doğruluğun acılığını tattırmış, bu sayede
peygambere uyan ile topukları üzerine geri dönen arasındaki farkı öğrenilmiştir,
çünkü dünya hayatı imtihan yeridir. Allah Teâlâ ise hepsine merhamet etmiş,
rahmetiyle hepsine dönmüştür (tövbelerini kabul etmiştir). Fakat burada da
derecelenme gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ böyle yapmış ve bize bunu bildirmiştir
ki, kullarına karşı biz de ilahi ahlaka uygun şekilde davranalım! Kim doğru
söylerse, onun doğru söylediğini kabul etmeliyiz; kim bize yalan söylerse,
yalanını açığa çıkartmayız ve yalanından dolayı ona öfkelenmek yerine sözünü
kabul ettiğimizi izhar ederiz. Çünkü onun sözü bir varlıktır ve biz onu kabul
ettik; sözün gösterdiği şey ise yokluktur ve yokluğu kabul edecek kimse
bulamadık. Bu nedenle yalancı beraat-i zimmet üzere kaldı. Çünkü madum (yok)
tartışılabilecek bir şey değildir.
Bir insan bu zikri düstur edinmişken
bu ahlaka sahip değilse, Allah Teâlâ’yı bu zikirle zikretmemiş demektir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili'Kalplerinden korku
gidince, rabbiniz ne buyurdu derler; onlar da, Hakk olanı buyurdu derler; O Alî
ve Kebîr'di/127
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Halinde baygın düşenin cezası
Kendini bayıltanı bilmemektir
Halinde sabit
kalabilseydi . .
Tahkik ettiği âlemi anlamazdı
O vahyinin sınırladığadır
O kendini sınırlayanı
mutlaklaştırandır
Ondan gelen sır ne
kadar nurlu
Kalbe gelen nur ne
kadar aydınlık
O kendi miktarı
üzere muhkem
Kimse benzerinden onu
bilemez
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki: Melekler nuranî ruhlar ve kanadı
varlıklardır. Allah Teâlâ özel bir şekilde vahyi dile getirip kulakları vahye
iliştiğinde -ki taş üzerine vuran yağmur sesine benzer bir ses çıkarırmelekler
huşuyla o benzetme karşısında kanadarını çırpar ve bayılırlar. Allah Teâlâ
onların kalplerinden korkuyu alana kadar baygın bir halde kalırlar. Korkunun
kalplerinden gitmesi, onların ayılması anlamına gelir. Ardından birbirlerine
‘ne diyor’ diye sorarlar. Bir kısmı ‘Rabbiniz’ diyerek kelamının zatının aynı
olduğuna işaret eder. Bu sözü söyleyenler için bazı melekler şöyle der: ‘Hakk’,
yani hakkı söylemektedir. ‘O el-Alî ve el-Kebîr'dir.’ Yani böyle bir teşbihe
muhatap olmayacak kadar Müteal’dir.
Duymakla geldik
varlığa
Duyma bizden ve bizde .
Kalp vahyediletıi çevirdi Gizli
sırlı bir ilaca
Bu ondan değildi Anlayarak yağ
çıkardı
Dinleyen herkes böyle Bütün müminler
de
Kendini aslana çevirince Ben orman
oldum
Kalbimden başkası sığdıramadı Kesin
olarak böyle geldi
Bize gelen her
suret
Bize selam verdi,
selam verdik biz de
Ben onda izhar ettim Apaçık bir
aydınlığı
O gerçekte Müstağni Hiçbir âleme yok
ihtiyacı
Nefsimi gördüğünde Sağlam bir şey
görmüş olurum
Başkasının adıyla görülmez .
Bakan insanların
gözlerinde
Meleklerin kalpleri olduğunu veya
kalplerinin mahiyetini bilenler, Allah Teâlâ’nın onları bayıltan vahiyde
kendilerine uygun bir vahyi duyurduğunu anlar. ‘O
her gün bir iştedir’128, ‘Allah Teâlâ geceyi ve gündüzü değiştirir.’129 Allah kimin kalbinden korkuyu
alırsa, o kişi suretteki başkalaşmayı ve Hakkın suretlerde halden Hakk
girişini görür. Böyle bir insan bütün âlemin her nefeste başkalaştığını ve
değiştiğini, bunun nedeninin de Hakkın kendilerinde bulunduğu şe’nler (işler)
olduğunu anlar. Allah Teâlâ gece ve gündüz, kalbi halden Hakk sokandır. Bunun
yanı sıra göğe vahyettikleriyle göğü, içinde takdir ettikleriyle yeryüzünü,
ikisinin arasında bulunanlarda ise onlara ve bize indirdikleriyle değiştirir. Allah
Teâlâ her nerede olursak olalım bizimledir. Biz de, Hakk halden Hakk girdiği
için, halden Hakk gireriz, değiştiği için değişiriz. Çünkü Allah Teâlâ’nın
isimlerinden birisi ed-Dehr’dir. Allah Teâlâ müstağni olduğu için biz de O’ndan
dolayı müstağni oluruz. Bazı meleklerin Allah Teâlâ’yı bilmede diğerlerinden
üstün olduğunu biliriz. Kur’an-ı Kerim’de meleklerin birbirlerine ‘Rabbiniz ne
dedi?’ diye sordukları zikredilir. Meleklerdeki bu derecelenme ‘Her
birimizin bir makamı vardır’130 ayetinde belirtilir Ki kastedilen Allah
Teâlâ’yı bilmek hakkındaki makamlardır. Onların birbirilerini itham etmeden
birbirlerini tasdik etmeleri ve sahip oldukları Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi
diğerlerine aktarmalarına gelirsek, bu durum ‘Hakk,
dediler’131
ayetinden anlaşılır. Onlar bu sözü doğrudan söylemiş, kendisine soru sorulan
melek ‘Rabbiniz’ dediğinde tartışmaya girmemişlerdir. Onların makamı ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’132
olmuştur. Böylece melekler Allah Teâlâ’yı hüviyetinde görmüşlerdir; ilahi
hüviyet tecelli ederken Hakk’tan gayb kalan yöndür. Başka bir ifadeyle hüviyet
tecelli eden suretin ruhudur. Melekler hüviyete, yani ‘O'nun benzeri bir şey
yoktur’ diye tavsif edilen ilahi hüviyete kayıt ve sınır altına girmeyecek
kadar yüce ve büyük olmayı izafe etmişlerdir. Böylece melekler, keşfin bize
verdiği bilgiye göre ise bizzat Allah Teâlâ ‘Rabbiniz
ne dedi, dediler ki, Hakk’133 demişlerdir. Burada meleklerin sözü
bitmiştir. Bize buyurduğu üzere, el-Alî ve el-Kebîr olan Allah Teâlâ ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’134 demiş,
meleklerin sözünde geride kalan ifadeyi başa almış, ‘O duyan
ve görendir’135 derken
de meleklerin sözlerinde önce gelen ifadeyi sona bırakmıştır. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın meleklere hitabının sonu bizim başlangıcımız iken bize hitabıyla
meleklerin kendisi hakkındaki sözlerinden aktardığı bilgi bizim nihayetimiz
olmuştur.
Dedik, onların sözü gibi
Bizimki onlarda da var
Hakkın kelamını
düşünün! '
Apaçık bir halde bulursunuz onu
Onunla bizi mesrur etti Hakk o
kelamla bizi yüceltti
Onu bilmezsen sen Ona iman
eden olmalısın
Onu bilmediğinde Bizi bilmiş olursun
Allah Teâlâ kendisini bilmekten
acizlikte bizi ve melekleri ortak kılınca, ilahi surette (yaratılmış) olmamız
nedeniyle onlara nazaran daha çok imkânımız oldu. Sonra, ahiret yaratılışında
zahirimizde ortaya çıkan suretler nedeniyle zahirde de onlara katıldık. Dünyada
ise bu suretler bâtınımızda ortaya çıkar. Binaenaleyh ahiret hayatında onların
yaratılışına göre var oluruz; hâlbuki melekler için ahiret yoktur, çünkü onlar
ölüp diriltilmezler, sadece bayılır ve ayılırlar! Bayılma ve ayılma dünya ve
ahirette mümkünün icmali tecellideki sürekli durumudur; meleklerde icmal bize
göre müteşabihe benzer. Bu nedenle vahyi taş üzerine düşen yağmur gibi
duyarlar. Ayılma esnasında bizdeki muhkem ayetlerin karşılığı olan tafsil
gerçekleşir. Demek ki bizde ve meleklerde (vahyi duyma ve tecelli anlamındaki)
iş müteşabih ayeder ile muhkem ayeder arasında gider gelir, sınanma ve imtihan
icmal ve müteşabih nedeniyle iki topluluğu kapsar. Bunlar Mele-i a’lâ ile Mele-i
enzeldir (yukarı ve aşağı topluluk).
Bu zikir böyle bir bilgi meydana getirir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır
Menzili 'Allah Teâlâ’ya ve peygamberine size
hayat verecek bir işe çağırdıklarında icabet ediniz'136 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Çağrıldığında icabet et, çünkü seni
çağıran Allah Teâlâ
Allah Teâlâ seni sana
vermek için çağırmakta
Sen zenginsin, verilenden
ihsan et!
Hakka muvafık
olanı;'Rahman tilavet eder sana
Hakka aykırı her şeyi at bir yana bâtını yorumda
Çünkü fikir sana nida etmekte
Sakın deme ‘rabbimden değil’ ve atma :
İşin gerçeğini bilen getirir sana onu
Sen onu al, ölçüye vur, öğreneceksin!
Çünkü onun varlığındaki
her şey sende ,
Bilmediğin bir şeyi atma bir yana
Yada sana uymayan hitabı
reddetme
Allah Teâlâ bir grup hakkında mekr sahibidir
Manalar hakkında iyi düşün
Deme ki ‘bu akıl terazisine girmez’ .
Sen O’na uy, mükâfatını verir . . •
Allah
Teâlâ Ruhu’l-kuds ile bize ve sana yardım etsin, bilmelisin Ki:
Kur’an-ıKerim’de Allah Teâlâ’nın ve Peygamber’in birlikte zikredilmesi nedeniyle,
insan-ı kâmil’in ilahi surete göre yaratılmış olduğunu yukarıdaki ayetten daha
çok belirten bir delil yoktur. Allah Teâlâ müminlere hitap ederken Allah
Teâlâ’nın ve peygamberin davetine uymalarını emretmiş, peygamber de Allah
Teâlâ ile birlikte zikredilmiştir. Allah Teâlâ ve O’nun peygamberi bize hayat
verecek bir hususa bizi davet eder ve biz de davet ettiklerinde her halükarda
O’na icabet ederiz, çünkü biz aıjcak O’ndan meydana
gelen
bir halde bulunuruz ve bunun için davet ettiğinde Allah Teâlâ’ya icabetimiz
şarttır. Çünkü bizi hallerimize yerleştiren Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın
davetiyle peygamberin daveti arasında ayrım yapılmıştır. Bunun amacı
peygamberin kendisine göre yaratıldığı Hakkın suretini öğrenmemizi sağlamaktır.
Her iki durumda da bizi davet eden Allah Teâlâ’dır, çünkü bizi Kur’an ile davet
ettiğinde peygamber sadece tebliğci ve tercüman; davet ise Allah Teâlâ’nın
davetidir. Biz de O’na icabet ederken O’nun peygamberini dinlemiş oluruz. Allah
Teâlâ bizi Kur'an’ın dışında bir şeyle davet ettiğinde ise davet peygamberin
davetidir ve biz peygamberin davetine uymuş oluruz. Bizim icabetimiz yönünden
her iki davet arasında bir fark yokken davetçinin farklı olması nedeniyle her
davet ötekinden ayrılır. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi bir hadiste şöyle
der: ‘İçinizden biri koltuğuna uzanmışken, benden kendisine bir söz geldiğinde
zinhar ‘Bana Kur'an'dan okuyun’ demesin. Çünkü benim sözüm Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki Kur’an gibidir ve onda bulunanları ve fazlasını içerir.’ ‘Fazlası’
demek Ebu Yezid el-Bestamî’nin ‘Benim tutuşum daha şiddetlidir’ sözüne benzer.
Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamını ister O’ndan ister peygamberden dinleyelim, her
durumda O’nun kelamıdır. Allah Teâlâ kulunun diliyle peygamberinin tebliğ
ettiğini söylediğinde ise -Ki peygamber arzusundan konuşmaz-, bu durumda
peygamberin sözleri hiç kuşkusuz daha çoktur. Çünkü biz peygamberi çokluktan
duyarız. Bu itibarla kelam peygamberden geldiğinde aramızdaki benzerlik
nedeniyle kulaklarımıza daha münasip iken Allah Teâlâ’dan olduğunda
hakikatlerimize daha yakındır; çünkü Allah Teâlâ bize peygamberden, hatta bize
bizden yakındır. Çünkü Allah Teâlâ bize şah damarından daha yakındır.
Peygamberin bize yakınlığının en ileri derecesi aramızda üçüncü bir şahsın
bulunmayacağı şekildeki mekân yakınlığıdır. Böylece peygamberde yakınlık (ve
uzaklık) mekân itibarıyla ortaya çıkarken, tebliğ ettiği vahiyde mertebe ve
değer halamından ortaya çıkar. Allah Teâlâ’dan ise mertebe halamından
farklılaşırız, çünkü Allah Teâlâ bize bizden yakındır. Bir şeye kendinden daha
yakın kimse olamaz! Binaenaleyh bu yakınlık, iman edeceğimiz fakat
bilemeyeceğimiz ve hatta müşahede edemeyeceğimiz bir yakınlıktır. Müşahede
edebilseydik, bilirdik.
Allah
Teâlâ bizi davet ettiğinde, zorunlu bir şekilde O’nun vasıtasıyla davete icabet
ederiz. Aramızdaki peygamberin diliyle davet ettiğinde ise -onun vasıtasıyla
değilAllah Teâlâ vasıtasıyla peygambere icabet ederiz. Öyleyse biz her iki
davette de Allah Teâlâ ile beraberiz. Başka bir ifadeyle hem Allah Teâlâ’ya ve
hem de peygamberine Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla icabet ederiz. Bu itibarla
davet edilen kimin vasıtasıyla davet edildiğini iyi incelemelidir. İnsan
davette sahip olduğuna ilave ‘ilmi hayat’ bulur ve bizzat davette o hayatı
yaşarsa, Allah Teâlâ’nın veya peygamberin davet ettiği kimsenin bu davete icabeti vaciptir.
Çünkü Allah Teâlâ hayat veren bir işe davet ettiğinde, davete icabeti
emretmiştir; zaten Allah Teâlâ ve peygamberi insanı ! ona hayat
verecek bir işe davet ederler. İnsan sahip olduğuna ilave ve yabancı hayatın
tadını bulmazsa davetçiyi tanımamıştır ve bu nedenle icabet etme zorunluluğu
ortaya çıkmamıştır. Bizden istenilen ise kendisiyle hayat bulacağımız şeyin
gerçekleşmesidir. Bu nedenle ‘duyduk ve itaat ettik’. Öyleyse davet edilen,
icabetin varlık sebebi olan bu tesiri hissetmiş olmalıdır. Bu nitelikteki biri
davete icabet ettiğinde, dinlediği vahiyde kalbinin kendisini yaşayacağı başka
bir hayat bulur. Duymuş olduğu vahiy amel etmesini gerektirir ve o da buna
uyarsa, üçüncü bir hayat ortaya çıkar. Demek ki kul Allah Teâlâ’nın ve
peygamberin davetini duymadığında nasıl bir nimetten mahrum kalacağına
bakmalıdır!
Varlık
bütünüyle Allah Teâlâ’nın kelimeleriyken bütün varidat (gelen elçiler) O’ndan
gelen elçilerdir. Allah Teâlâ’yı bilen arifler varlığı böyle görür. Onlara göre
konuşan herkes Allah Teâlâ iken her söz ilahi bilgidir; sözün tarzı ise
dinlemede ortaya çıkar. Bazı sözler dini bakımdan emre uymak anlamı taşırken
bazı sözler sınama amaçlı olabilir. Öyleyse geride kalan, derecelenmenin sebebi
olacak anlayıştır. Şekilci âlimler Allah Teâlâ’nın kelamını kendisine ‘Furkan’
ve ‘Kur'an’ denilen belirli kelam ile ve (elçiyi de) Muhammed denilen belirli
bir peygamberle sınırlı kılmışken arifler duymayı bütün sözlere yaymış,
Kur'an’ı ‘fiırkan’ olarak değil, Kur’an olarak dinlemiş, er-Resul ifadesindeki
belirlilik takısını cins ve kapsam anlamında yorumlamış, bir peygamberle
sınırlamamışlardır. Bu itibarla âlemdeki her davetçi gerçekte Allah Teâlâ’dan
gelen bir peygamberdir. Bununla birlikte davetçiler zahirde birbiriyle
ayrışırlar. Allah Teâlâ’dan en çok uzaklaştırılmış kişi olan İblis’in durumuna
bakınız! Ya da ondan sonra sihirbazların durumuna bakınız! Allah Teâlâ onların
‘elçilik’ yaptıklarına şahitlik etmiş ve ‘Onlar Allah Teâlâ’nın izni olmadıkça kimseye zarar vermezler’137 buyurmuştur. Peygamberliğin manası da
böyle bir hükme sahip olmaktır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın iznine sahip
olmaktır. Allah Teâlâ elçiliğini tespit etmek üzere İblis’e ‘Git! onlardan sana tabi olanların cezası
cehennem olacaktır’lSs
demiştir. Ardından bize onun elçilik görevini bildirerek şöyle demiştir: ‘Onlardan gücün yettiği kimseleri sesinle
ayart, onları kendine çek, onların mal ve evlatlarına ortak ol, onlara vaatte
bulun.’139 Bütün bu haller kendilerine kılıç kullanma
yetkisi verilen kâmil peygamberlerin getirmiş oldukları hususlardır. Binaenaleyh
arif şeytanın elçiliğini anlamakla saadete ulaşır ve onu nasıl karşılayacağını
bilirken başkaları bu elçilik nedeniyle bedbaht olur; onlar böyle bir
marifetten yoksun kalanlardır. Bütün müminler ve arifler ise peygamberlerin
elçiliğini anlayarak saadete ulaşırlar. Bu elçilikte belirtilenleri yapan kişi
ise sözde iman edip davranışları ve sözüyle günahkâr olanlardan mutludur.
Alemde
yer değiştiren her hareketli -her kim olursa olsunilahi bir peygamberdir, çünkü
her zerre O’nun izniyle hareket eder. Arif hareket ederken her zerrenin
getirdiği bilgiye bakar ve sahip olmadığı bilgiyi ondan kazanır. Bununla
birlikte ariflerin elçilerden aldıkları bilgiler elçilerin değişmesine göre
değişir. Bu itibarla delil sahibi olan peygamberlerden bilgi almalarıyla,
kendileri farkında değilken ilahi izinle gelen elçilerden bilgi almaları bir
değildir. Onlarm içinden bazıları şuurludur ve davet ettiği şeyi bilir. Misal
olarak arkadaşına ‘kâfir ol’ diyen İblis’i verebiliriz. Arif bu sözü ondan
ilahi bir ifade olarak alıp Hakkın kendisine emretmiş olduğu ‘gizlenme (küfür
kelimesinin ikinci anlamı; örtmek, gizlemek)’ ve ‘örtünme’ anlamında yorumlayarak
onu örter. Bu durumda Allah Teâlâ’dan kovulan şeytan elçi, O’ndan gelen bir
uyarıcıya dönerken arif de kendini örtmekle saadete erer. Bu gizlenme kendisine
vahyedilen şeytanın maksadı değildi. Arif olmayan kişi ise kendine ‘kâfir ol’
diyen şeytanın sözüne uyarak kâfir olur. Kâfir olduğunda, bu kez şeytan ona
‘ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ der. Allah
Teâlâ yükümlülük diyarında şeytanın âlemlerin rabbinden korktuğuna ve
kendisine inandığına şahidik etmiştir. Bu iki kişinin akıbeti kalıcı olmak
üzere cehennemde kalmaktır, çünkü orası her ikisinin de yeridir. Şeytan ateşten
yaratılmışken öteki insan ateş için yaratılmıştır. Bununla birlikte insanda da
ateş unsuru bulunur. Böylece şeytan ve (ona uyan) arkadaşı, ehli olmak üzere
ateşe yerleşir ve Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre cezalarını çekmek üzere
azap görürler.
Arife
göre bütün âlem Allah Teâlâ’dan gelen bir elçi ve peygamberdir. O ve elçiliği,
yani bütün âlem, arif için bir rahmettir, çünkü peygamberler rahmet olarak
gönderilmiştir. Bela vesilesi olarak gönderilmiş olsalardı, yine de belanın
içinde de ilahi rahmet bulunurdu, çünkü ilahi rahmet her şeyi kuşatmıştır ve
ilahi rahmette bulunmayacak hiçbir şey yoktur. ‘Kuşkusuz senin rabbin mağfireti geniş
olandır.’140 Sen de genişi daraltmamalışın, çünkü geniş
daraltmaya elverişli değildir. Bir bedevi şöyle demiş: ‘Rabbim! Bana ve
Muhammed'e rahmet eyle, bizimle birlikte bir başkasına değil!’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözü duyunca şöyle demiş: ‘Sen geniş bir şeyi
sınırladın.’ Yani sözün ve talebinle genişi daralttın. Arife göre böyle bir
ifade de Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve onu özel rahmet içerisinde değerlendirir.
Allah Teâlâ bedevideki bu sınırlı rahmet vasıtasıyla o sözü söyleyen kişiyle Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem arasında bir münasebet ve ilişki yaratır.
Buna mukabil Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kendisiyle
başkalarına da merhamet edeceği (genel) rahmete bedeviyi ortak kılmıştır.
Hâlbuki başkalarının bu özel münasebetten nasibi yokken peygamberin ümmetinin
her bir ferdiyle arasında münasebeti vardır. Ümmet bu münasebet nedeniyle
kendisine iman etmiştir. Başka bir ifadeyle peygamber ümmetinden her birisiyle
o müminin belirleyeceği üzere özel bir münasebet içindedir. Çünkü peygambere
tabi olan herkesin gerçekte bir menzili vardır ve o menzil sayesinde peygamber
katında başkalarından ayrışır.
Bu zikir hakkındaki açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’ .
Menzili'Duyan
kimseler icabet edebilir'141 Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Ben kalbime karşı kıskancım, isterim
ki Hiçbir yaratılmış sıkıntı vermesin ona
Çünkü öyle bir kalbimiz var ki kendinden geçer Tenzih ve
suretlerdeki her bir halde
Kalbimden Hakkın
nidasını işitince
Başka bir hüküm
veren olmadan icabet ederim O’na
‘Nedir bu?’ dedim,
‘Haktır’, dedi, dedim ki:
‘Ne istiyor?’
‘Sakınmaktan sakın’, dedi
Hoş bir hayat yaşadım yaşadıkça Ne
afetten ne zarardan korktum artık!
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki; Allah Teâlâ bize bu zikri Endülüs’ün
İşbiliyye şehrinde 586 senesinde kullanma imkânı ihsan etti. Üç gün bu zikri
yaptık ve o günlerde zikrin bereketlerini gördük. Kâtipleri ise üç kişiydi:
Ben, Abdullah enNezhunî -ki salih, güvenilir, anlayışlı bir kulduve o şehirden
üçüncü bir şahıs vardı.
Allah Teâlâ icabetin illetini duymak
kılmıştır. Duymadığı halde, duyduğunu söyleyenin icabet etmesi söz konusu
değildir. Allah Teâlâ böyle insanlardan olmamızı yasaklamaky
babından bize şöyle der: ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler
gibi olmayınız.’142 Bu zikirde ‘duyma’,
idrak ettiğini anlamak demektir, icabet eden de bu vahyi aktarandan -ki vahyi
aktaran, arzusundan konuşmayan peygamberdirdinler, duyduğunu öğrenince
bilgisine göre davranır. Çünkü bilgi zorunlu olarak hüküm sahibi ve hükmünü
uygulamada da zorlayıcıdır. Böyle olmayan bilgi, bilgi değildir. Binaenaleyh
günah işlediğinde cezalandırılacağını bilen biri kesinlikle Allah Teâlâ’ya asi
olmaz. Bu nedenle amelin ilahi hükümde
günah olduğunu bilmek şarttır ve bu
da müminin payıdır. Bu bağlamda iki insandan söz edebiliriz: Birincisi tövbe
etmeksizin ölen bir günahkâra cezanın uygulanacağını söylerken (mutezile)
öteki kişi tövbe etmeksizin ölen günahkâra cezanın zorunlu olarak
uygulanmayacağını söyler (Eş’ari). Ona göre böyle birinin durumu Allah Teâlâ’ya
kalmıştır; dilerse bağışlar, dilerse cezalandırır! Burada üçüncü bir kişi
yoktur. Bununla birlikte her ikisi de ölmediği sürece canlı bir şahsın
cezalandırılacağından habersizdir. Çünkü tehdidin uygulanacağını söyleyen
kişi, tövbe etmeden ölen hakkında bu görüşü ileri sürmüştür. Böyle biri, ölmediği
sürece, tövbe edebileceği umulan kişidir ve dolayısıyla günah nedeniyle
cezalandırmanın olup olmayacağı bilinmez. Çünkü tövbe ederek mi veya etmeden mi
öleceğini bilmez. Tehdidin uygulanacağını kabul etmeyen ise Allah Teâlâ’nın
iradesinde neyin bulunduğunu bilemez. Binaenaleyh sadece cezalandırma hakkında
bilgisi olmayan (mümin) asi olabilir. Bazı insanlara ise kader gerçekleşmezden
önce gösterilir. Böyle biri neyin lehinde ve neyin aleyhinde olduğunu bilir. Bu
hal ve makama sahip birisi Allah Teâlâ’nın geçmiş ve gelecek günahlarını
bağışladığı biri olduğu gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’nın kendisine söylemiş
olduğu ‘Dilediğini yap! Seni bağışladım’ sözünü iman ederek ve müşahedeyle
duyanlardandır. Bu ifade dince sabittir.
Burada dikkatle düşünenin
bulabileceği bir sır vardır, şöyle ki: Bilgisi olmayan kişi gerçekte Allah
Teâlâ’ya asi olmamıştır, çünkü sadece mubah bir işi yapmıştır. İkincisi de günahları
bağışlanandır. Mağfiret onun günahını geçmiş, dolayısıyla kişi günahını ona
denk büyük bir hayırla silinmiş olarak görür. Her durumda yaptığı işe günah
denilse de günahın hükmü kendine işlemez. Burada dikkate alınan husus, hükmün
günahı yapana işleyip işlememesidir. Demek ki cezalandırılacağını bilen biri
günah işlemez. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bizi kendisine ibadet edelim diye
yarattı. Biz de O’nun sözünü duyduk, sözünü duyunca da kendisine icabet ettik.
Allah Teâlâ bizim bu durumumuzu ayette zikrederken, süratle gerçekleşme anlamı
taşıyan ‘istifal’ kalıbını kullanmıştır (isticabet).
Bu zikirde Allah Teâlâ’nın rahmetinin
bütün yaratıklarını kaplamasının (bilgisi) bulunur. Allah Teâlâ sadece
duyanların icabet edebileceğini bildirmiştir. Bu itibarla ilahi davetin
ulaşmaması nedeniyle mazur olan kişi gibi duymayan da mazurdur. Onun hükmü Allah
Teâlâ’nın kendisine peygamber göndermemiş olduğu kimselerin hükmüyle birdir.
Bu durum ‘Biz peygamber gönderinceye kadar
azap etmeyiz’143
ayetinde belirtilir. Bir peygamber davetini ulaştırmadığı sürece, gönderildiği
kimseler üzerinde ‘resul’ değildir. Davetin ulaştırıldığı kişi peygamberin
sözünü duyduğunda ona icabet eder; daha doğrusu peygamberin tebliği hakkında Allah
Teâlâ’nın bildirdiği üzere icabet şarttır. Peygamberin davetine icabet
etmeyenleri gördüğümüzde, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle, o kişinin duymamış
olduğunu anladık. Allah Teâlâ o kişi için peygamberleri bir araya toplayıp
kendilerine ‘size nasıl karşılık verildi’ diye soracağı gün delil ve mazeret
ortaya koymuştur. Peygamberler bu soruya ‘bilgimiz yok, Sen bilinmezleri en iyi
bilensin’ diye cevap verecektir. Onların bu sözlerinden davete icabeti
bilmenin gaybın bilgisinden kaynaklandığını öğrendik. Aynı zamanda da duymanın
da gayba (dayandığını) öğrendik. Binaenaleyh davete kimin icabet edeceğini
sadece hüviyeti gayb olan bilebilir ki, O da Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ
kulları adına mazeret ortaya koyarken nefsinde onlara merhamet eder. Bu
itibarla insanların bir kısmına sözünü duyurarak merhamet etmiş, onlar
rablerinin davetine süratle icabet etmiş, O’nun kuluyla arasında ikiye böldüğü
namazı dosdoğru kılmışlardır. Davetine icabet etmeyenler için de Allah Teâlâ
‘duymamışlar’ diyerek mazeret belirtmiştir. Bu durum davet edilen konunun
aksine kullardan kimsenin karşı koyamayacağı ulûhetin gereği olan ilahi
gayretin tezahürüdür. Allah Teâlâ onların duyup icabet etmeyeceklerini
söyleseydi, onları insanların gözlerinde yüceltmiş, kendisine karşı koyma
makamına, daha doğrusu onların hakkında ortaya çıkan ezeli bilgiye karşı koyma
makamına yerleştirmiş olurdu. Bu nedenle Allah Teâlâ onlar hakkındaki bilgisini
‘Duymadıkları halde ‘duyduk’ diyenler gibi olmayın’144 diyerek gizlemiştir. Bunun anlamı
şudur: Allah Teâlâ dileseydi onlara duyururdu. Allah Teâlâ ‘duyduk’ sözlerinde
onları yalancı çıkarıp şöyle demiştir: ‘Sadece
duyanlar icabet eder.’145 Duymuş olsalardı, süratle icabet
edeceklerdi. Çünkü Allah Teâlâ herhangi bir yaratılmışın kendisine karşı
koyamayacağı kadar güçlü ve yücedir!
Allah Teâlâ duymuş olan Hıristiyanlar
hakkında şöyle der: ‘Onlar peygambere indirileni
duyduklarında...’146
O Hıristiyanlar peygambere indirileni duymuş, Allah Teâlâ da
kendilerini duymuş olmakla nitelemiş, sonra duymanın neticesinde kendilerinden
meydana gelen davranışı zikrederek şöyle buyurmuştur: ‘Onların
gözlerinin aşina oldukları hakikat nedeniyle yaşlandığını görürsün.’147 Allah Teâlâ onların iman ettiklerini
bildirmiş, ayetlerde zikredilen hususlara iman etmelerine karşılık onları
ödüllendireceğini belirtmiştir. Demek ki, icabet etmeyen birisinin duymuş
olduğunu iddia ederek, Allah Teâlâ’nın icabet etmeyenler hakkında verdiği
haberle ters düşmemelisin. Allah Teâlâ davete icabet etmeyenlerde sağırlık
bulunduğunu bildirmiş, onların ‘Kulaklarımızda ağırlık var5
dediklerini aktarmıştır. ‘Kulaklarımızda ağırlık var’ ifadesiyle Allah
Teâlâ’nın onlar için buyurduğu ‘Sağırdırlar, duymazlar, geri dönmezler’ ifadesi
aynı anlamdadır. Çünkü onlar kulaklarının duyduğu sözü anlamamıştır, duyanlar
ise sadece bir çağrı ve ‘ey falan!’ şeklindeki bir nida duymuş, ' daha
fazlasını duymamışlardır. Demek ki kendileri farkında değilken Allah Teâlâ’nın
kullarına yönelik rahmeti çok büyüktür! Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği
hakkında tartışan bir grup görmüştüm. Onlara göre rahmet belirli bir gruba
mahsustu. Söz konusu insanlar Allah Teâlâ’nın genişletmiş olduğu bir şeyi
daraltıp sınırlıyorlardı. Allah Teâlâ yarattıklarından herhangi birisine
merhamet etmeyecek olsaydı, hiç kuşkusuz, rahmeti o sözü söyleyenden uzak
olurdu, fakat Allah Teâlâ rahmetinin kapsayıcılığında ısrar eder. Bir kısmımız
onu zorunluluk yoluyla elde eder -ki onlar takva sahibi, zekât veren ve
peygambere uyan müminlerdir-, bir kısmımız ise ilahi ihsan ve cömerdikten elde
ederiz.
VAllah Teâlâi! Ben Allah Teâlâ’nın
kullarından intikam alınmasını ve onların cezalandırılmasını sevenlerden
değilim. Bundan dolayı da Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Allah Teâlâ beni rahmet
olarak yaratmış, hakkında ‘Seni âlemlere rahmet olarak
gönderdik’148 denilen
peygamberin rahmetinin vârisi kılmıştır; o rahmette mümin ile mümin olmayan
ayrılmamıştır. Nitekim bu durumu ehl-i kitap hakkında cizyenin tespitinde
görebilirsin. Ayetin indirilmesinin sebebi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Ra’l, Zekvan ve Useyye gibi müşrik kabilelere bedduasıydı. Allah
Teâlâ bağışlamayacağını bildirdiği bir müşrik hakkında peygamberini uyarmışken
-mümin olmasa bilemüşrik olmayan biri hakkındaki durum nasıl olabilir? ‘Rabbim!
Bilgimi artır’’149 ayetini okurken
anlayış gözünü açmalısın. Anlayışını arttıracak olan Allah Teâlâ’dır. Ayeti her
okuduğunda, daha öncesinde sahip olmadığın bir bilgi kazanırsın. Düşünüp ibret
aldıkça yine bilgin artar.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BEŞ
YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Azıklarım, azığın
en hayırlısı takvadır, ey akıl sahipleri, Ben'den korkun'150
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Ey akıl sahipleri! Allah Teâlâ’dan korkun Bilenlerinin helak olduğu
bilgilerden
Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünme, bilinemez O Kapının
ardından gördüğüne sarıl sen
Kendisiyle ortaya çıkan özellik ve
sıfatlarla Onlar zatın perdesi ve perdenin ta kendisi
Fikri kabul eden bilemez hiçbir
zaman Onlara ancak derin akılla ulaşılacağını
O’nu bildiğini ileri süren kişi
Derin düşüncesinde sürekli hayrettedir
Allah Teâlâ bizi ve seni başarıya
erdirsin, bilmelisin ki; bu ifadenin bir benzeri ‘Takva
elbisesi hayırlı olan elbisedir’151 ayetidir. Elbise insanı zararlardan
korumak üzere giyilen ve kıyafete ilave olan kısımdır. Bu itibarla elbisede
veya azıkta takva kişiyi Allah Teâlâ’dan başkasından istemekten koruyacak
şeydir. Nitekim elbiseyle de havanın sıcaklığından ve soğukluğundan korunur
veya elbise avret mahallini örtebilecek unsurlar içerir. Bu durum ‘Avret mahallinizi
örter'152
ayetinde belirtilir. Kastedilen bakılmasının inşanı üzeceği bölgelerin
örtülmesidir.
Bu zikir ‘azık’ kelimesiyle gelmiş,
sonra emirle ifade edilmiştir. Buradan Allah Teâlâ bize şunu öğretmiştir:
Bizler kış ve yaz yolculuklarında engelleri aşmak üzere nefislerle yolculuk
yapanlarız. Yolculuğun gayesi besin elde etmek ve korkudan kendimizi uzak
tutmaktır. Çünkü senin korunmana ilave kısım sana ait değildir, sana ait
olmayanı ise taşımaz ve ondan dolayı kendini yormazsın; bu itibarla yorgunluğun
en azı muhtaç olmadığın bir konuda hesaba çekilecek olmandır. Böyle bir şeyden
dolayı niçin hesaba çekilesin ki? Kendine karşı samimi davranan akıllı bir
insan bunu yapmaz. Bu bakımdan akıllı kimse de yoktur, çünkü sadece ihsanı
elinde tutup cömerdiği engelleyenler vardır. Yolcu ise malını azaltır. Çünkü
yolcunun katettiği her menzilde veya gideceği mesafede insan ve cinlerden
ibaret olan yol kesiciler bulunur. (Manevi yolculukta) Cinler söz konusu
olduğunda, nefs kaynaklı düşünceler ortaya çıkar ve bu düşünceler yolcunun yüce
işlere ulaşmasını engeller. Mesafelerin en azı, en yakını ve en ağır geleni,
iki nefes arasındaki mesafedir. Bu yönüyle her kimin mesafesi nefesleri ise o
kişi en çetin yolculuk içindedir. Fakat başarıya ererse, kazancı büyüktür ve
ticaretindeki hüsrandan kurtulur; çünkü onlar acı bir azaptan kendilerini
kurtaracak ticareti yapmaktadırlar. Onların mallan iman ve cihattır. Bu
bakımdan iman kendisiyle korunmuş olduğu bütün değerleri içeren mal iken cihat
kendisiyle Allah Teâlâ’nın bizi mücehhez kıldığı yükümlülük malıdır. Peygamberler
ise alışverişteki aracılar, sayfalar ve indirilmiş kitaplar, alan ve satan
arasında yazılan vesikalardır. Allah Teâlâ müminlerden canlarını satın aldığını
buyurdu. Yani hayvani nefsler, Allah Teâlâ’nın imanla yükümlü nefs-i nâtıkadan
satın aldığı maldır. Onların malları da alışverişe konu olan şeylerdir.
Müşteri malların karşılığında serbesttir. Mallar onun arzusuna uygunsa,
alışveriş gerçekleşir ve sahih olur; maksadına uygun değilse müşteri
serbesttir; dilerse alır, dilerse almaz. Yolculuk esnasında zayi olan mal
-müşterinin değilsatanın sorumluluğundadır. Bu çarşı faal bir çarşıdır. Şu var
ki yolu yol kesicilerin varlığı nedeniyle son derece tehlikelidir. Bu yönüyle
makuller (akledilirler) alanındaki yolculukta yol kesiciler kuşkular iken dinî
işlerdeki yolculukta yol kesiciler bilhassa müteşabih hükümlerde olmak üzere
tevile kalkışmaktır. Yolcu bu iki yolda veya onlardan birisinde bulunur. Tevili
veya kuşkusu olmayan kişi yolcu değildir. Öyle bir insan ayağını yola ilk
atışından itibaren menzildedir ve yolcular ona uğrar durur. Yolcuların ona
uğraması, Allah Teâlâ’nın kullarının hallerini kendisine bildirmesi demektir.
Başka bir ifadeyle o kişi, her yönden malların kendisine geldiği dükkân
sahibine benzer. Nitekim Mekkelilere bütün ürünler ve meyveler Allah Teâlâ
katından bir rızık olmak üzere gelirken onların çoğu bunu bilmez. Dükkân sahibi
azığa muhtaç değildir, çünkü yolculuk ona doğru yapılır, kendisi yolculuğa
çıkmaz. Dükkân sahipleri ariflerdir: Nefesler onlara gelir ve sonra nefesler
kendilerinden çıkar. Arifler için nefesler, dükkân sahibine sunulan mallara
benzer; dükkân sahibi o mallardan dilediğini alır, dilediğini bırakır. Nefesler
de arife bazen övülmüş nefesler olarak gelirken bazen kınanmış olarak gelirler.
Birinci kısım malın en hayırlısı ve en temizi olup herhangi bir ayıbın
bulunmadığı mallara karşılık gelirler. Kötü olanlar ise ayıplı mallardır. Ayıp
ne kadar azsa, mal o kadar değerlidir. Bu kısımdaki mallar, malların en
kötüleri olan işlenmemiş ve yabani mallardır. Hangi tacir olmak istediğine
dikkade bakmalısın!
Allah Teâlâ’nın azık edinmelerini
emrettiği yolcularda yolculuğu tamamlamakla birlikte geride bir şey kalmaz. Bu
bakımdan mesafeye göre yolcular üç sınıftır: Kara yolculuğu yapanlar, deniz
yolculuğu yapanlar ile yoluna göre kara ve deniz yolculuğu yapanlardır. Deniz
yolculuğu yapanlar iki düşman arasında bulunur. Birinci düşman yolun
kendisiyken diğeri yolda bulunanlardır. Kara yolculuğu yapanlar tek düşmanla
karşılaşır. Kara ve deniz yolculuğu yapanlar ise üç düşman sahibidir. Deniz
yolcusu makuller hakkında düşünenlerdir. Makuller hakkında düşünmenin bir yönü
de dinî konular hakkında düşünmektir. Onlar şüphe düşmanıyla -ki o denizin ta
kendisidirtevil düşmanı arasındadırlar. Tevil düşmanı denizde yol kesen
düşmandır. Kara yolcusu bilhassa kendilerini şeriata teksif edenlerdir. Onlar
zahir ehlidir. Kara ve deniz yolculuğunu birleştirenler ise cem’, vecd ve
müşahede sahibi sufilerin muhakkikleridir. Onların üç düşmanı vardır: Karadaki
düşmanları tecelli Suretleriyken, deniz düşmanları kendilerine dönük tecelliyi
anlamamaları veya tecelliyi tevile kalkışmalarıdır ki, böyle yapmaları
zorunludur. Kim surî tecellinin hükmü ile daha fazla (bilgi edinmeyi)
engelleyen eksik anlayıştan ve de kendilerine dönük tecelliyi tevil etmekten
uzak kalırsa, hiç kuşkusuz, bu kişi düşmanlardan emin kalmış, onun yolu
övülmüş, ticareti kazanç getirmiş ve doğru yolu bulmuş biridir.
İşte böyle halleri insana kazandıran
bu zikirdir ve o zikir iltibas (karışıldık) zikridir. Bunun nedeni takva zikrinde
Allah Teâlâ’nın da takva sahibi olması hakkında bir tahayyülün bulunmasıdır. Bu
nedenle Allah Teâlâ bize kendisinin takva sahibi olmasının mahiyetini
açıklamış, kulun takvasıyla Allah Teâlâ’nın takvası arasındaki farla göstermiş,
ayetin devamında ‘Benden korkun, ey akıl sahipleri!’153 buyurmuştur. Allah Teâlâ’nın takvası
hakkında onlara ‘sizin üzerinizde bir günah yoktur’ ifadesini bitiştirmiştir.
Yani yolculuklarında azık edindikleri takvayı istemede yükümlülük
kaldırılmıştır. Çünkü bu, asıl olan Allah Teâlâ’nın takvası üzerinde bir
ilavedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbinizin
ihsanını istemiş olmanızda bir günah yoktur.’154 Kastedilen takva azığı olduğunu
bilmekle birlikte ticarettir.
Söylenecek sözler çok olsa bile, bu
kadar açıklama yeterlidir. ‘Aüafr hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’ ,
BEŞ
YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
Menzili'Onlar
mallarından infak ederler, kalpleri rablerine dönmeleri hususunda ürperir,
onlar iyiliklere koşanlardıf155 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
İyilikler karşısında kalpler ürperir Onu elde edince
utanırlar
Kul/köle Efendisini razı edecek işe koşar Çünkü insan
aceleci yaratılmış
Tabiat hızlıdır, fikirler mutlu kılar onu
Görmez ki mühlet verilmiş ona
Öne geçmek adamların işidir
Birini geçen adamı geçmiş gitmiştir ;
Allah Teâlâ vârisler hakkında şöyle
der: ‘Onların bir kısmı Allah Teâlâ’nın
izniyle iyiliklerde öne geçmiştir, o büyük bir fazilettir.’156
‘O’ zamiri özneyi göstermek üzere cöne geçen’
kelimesine döner.
Bilmelisin ki onların korkuya
kapılmalarının sebebi ‘Onlar ki verirler’157 ayetinde geçen ifadedir. Ayette ‘ma’ edatı ‘ellezî’
anlamındadır. Sonra çoğul zamir gelmiştir. Allah Teâlâ’nın kelamı doğrudur. Bu
nedenle onlar korkuya kapılmıştır, çünkü onlar yerine getirmiş oldukları itaatlere
dair içlerinde bir iddianın bulunacağından emindirler. Bu iddiaya karşı korkuya
kapılıp ürperdiklerinde, Allah Teâlâ onlara (gerçeği bildiren) keşif ihsan
etmiştir. Allah Teâlâ olumsuzluk anlamı taşıyan ma
edatıyla bağlacı değiştirmiştir. Bu değiştirmelere misal olarak ‘Sen
atmadın attığında, ancak Allah Teâlâ attı’158
ayetinde geçen olumsuzluk edatını verebiliriz. Böyle bir insanın verilenleri
infak etmek hakkında korku nedeniyle keşfi böyledir. Fakat Allah Teâlâ onu
yerine getirmiş, yaptıkları salih amellerde onları kendi makamına
yerleştirmiştir.
Sonra onlar zikirlerinde sebebi
incelemişlerdir. Bu durum ‘Onlar rablerine döneceklerdir’159 ifadesinde belirtilir. Yani Allah
Teâlâ onları infak işini yerine getirdiler diye nitelese bile, verdilderi
sadakalarda Allah Teâlâ’ya dönerler. Onların kalplerinde ürpertiye yol açan bu
sebebi ne kadar dikkade incelediklerine bakmalısın! Sonra Allah Teâlâ’nın
öğrettiği gibi bu zikri tamamlamışlardır. Allah Teâlâ bu insanlara işaret etmek
üzere ‘Onlar iyiliklere koşanlardır’160 demiştir. Koşmak hızla giden insanın
fiilidir. Onlar Hakk vasıtasıyla iyiliklere koşar ve iyilikler için yarışırlar.
Başka bir ifadeyle iyiliklere koşarlar ve onlara doğru yönelirler. Bu itibarla
iyililder üç kısma ayrılır: Bir kısmı, koşmanın ve yarışmanın kendilerinde
gerçekleştiği iyiliklerdir, ikinci kısımda koşma iyilikler vasıtasıyla
gerçekleşir. Üçüncü kısım kendilerine doğru koşmanın gerçekleştiği
iyiliklerdir. Bu kısma misal olarak ‘Mağfirete
koşunuz’161 ve ‘Rabbinizin
mağfiretine koşunuz’162 ayetleri verilebilir.
Yarışmada süratli olmak zorunludur,
çünkü yarışma bunu gerektirir. Koşma hızlı yürümenin üzerinde bir yürüyüş
tarzıdır. Onların hızla gelmesi ve yürümekten daha çoğunu yapmaları ilahi bir
nitelik olmak üzere hervele (koşu)
diye isimlendirilir. Bir nitelik sadece Allah Teâlâ’ya özgü ise kul o niteliği
ödünç alır. Çünkü yaratılmış, Allah Teâlâ’nın kendine izafe ettiği bir
nitelikte O’na ortak olamaz. Allah Teâlâ’ya izafenin zikredilmediği bir
nitelikte ise insanın tasarruf imkânı vardır; dilerse onu Allah Teâlâ’ya,
dilerse kendine izafe eder! Böyle bir niteliği Allah Teâlâ’ya izafe edersen,
bir daha onu kendine izafe etmen doğru değildir, çünkü böyle bir özellik Hakkın
kendine izafe ettiği özellikle aynı hükme sahiptir; bu izafenin doğrudan Allah
Teâlâ tarafından yapılmasıyla kulun diliyle ifade edilmesi arasında fark
yoktur. Çünkü Allah Teâlâ söylediği her sözde kulunun dilinde bulunduğu gibi,
yaptığı işlerle de her nefis üzerinde kaim olandır. Binaenaleyh ‘Hakkı
söyleyen kitap bizim katımızdadır’163 ayetinde belirtilen kitap sensin.
Sen söyleyensin, çünkü O senin tanımında ve haddinde ayırıcı fasıldır. Ayette
ne güzel denilmiştir: ‘Allah Teâlâ onlara zulmetmez.’164 Böylece bize hakkı söyleyen bir
kitap olduğumuzu belirtmiştir. Bizim yegâne şerefimiz O’nun katında
bulunmamızdır. ‘Allah Teâlâ’nın katında olan
bakidir.’165 Biz Allah
Teâlâ’nın bizi nitelemiş olduğu üzere hakkı söyleyici olmak özelliğiyle ve Allah
Teâlâ’nın katında bulunmakla beka sahibiyiz. Çünkü biz Allah Teâlâ vasıtasıyla
konuşuruz. Allah Teâlâ kulunun diliyle kendisine söyletmiş olduğu sözleri
söyler. ‘Hakk ile onu indirdi, Hakk ile indi.’166 Allah Teâlâ kimseyi ‘Yapamayacağıyla
sorumlu tutmaz.’167 Sen
yerin ve göğün kendisini sığdıramadığı Hakkı sığdırdın. Allah Teâlâ’yı hiçbir
şey tartamaz. Allah Teâlâ herkesi yükümlü kılmıştır. Çünkü insan her durumda
Hakkın celalinin mahallidir. Kul O’nunla konuşur, duyar, görür, koşar ve tutar!
Öyleyse zaidi kabul bir teklifken vüsat her şeye hakkını vermede tebarüz eder.
Sen O’nunla ol ki, O olsun
Sen olmazsan O da olmaz
Sen de O’nu yaratansın Sen ‘ol’
sözüyle yaratılansın
Hâdis olan kimi sığdırır:
Mekâna yerleşen
hâdisi tabii ki -
Ona yerleşmiş olana ‘Mekâna girin’
denilen kimselerdir
İlah mekâna girenin sahibi O bizim
için ne güzel mekândır
İhsanlarına karşı hamd Allah Teâlâ’ya aittir. Dünya ve
ahirette hamd Allah Teâlâ’ya aittir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar