Print Friendly and PDF

OTUZ DÖRDÜNCÜ SİFİR 2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


Kalp bir ev, bilgi onun sakini                                                    

Bilgiyle hayat bulur, bilgiden başka bir şey istemem

Hakkın ihsan ettiği bilgi nedir?

Anlayış sahibine tahsis, edilen kitaptır

Bütün ilimler onda ortaya çıkar

Hikmetleri elde etmiş selim kalpler için

Veya önder ve doğru yoldaki adil imam için

Kurtuluş isteyen vehimden de ayrılmayan

Kurtuluş itaatkâr bir kavme gelir                                                    ' .

Bir kavme de gelir fakat onlara rağmen

Allah Teâlâ’nın öyle adamları vardır ki, Allah Teâlâ onları binekli veya yaya olarak sürükleyerek cennete götürür. 

Bunun nedeni ezeli inayetiyle

gerçekleşmiş ve doğrulanmış hükmüdür. Onların kalpleri bilgisizlik nedeniyle göğüslerinde ölmüştür. Bununla beraber onlara saadete erdiklerinde ‘Merhaba, hoş geldiniz, güçlük, sıkıntı, huzursuzluk, niza yoktur artık’ denilir. Bunlar nerede, üç şube sahibi olan gölgeye gide­cekler nerede? Söz konusu olan gölge değildir ve ateşe karşı bir fayda vermez. Onlara rızık hesap etmedikleri yerden gelir. Allah Teâlâ onları çağı­rır, onlar da davete icabet eder ve perdelenmezler.

Bunlardan birisi de yüz yirmi altıncı bölümden gizli ve açık imti­hanların sırrıdır: Sırların ortaya çıktığı gün güç ve yardımcı nerede­dir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onun gücü ve yardımcısı yoktur.’384 Sonra çoğula yemin ederek şöyle demiştir: ‘Geriye dönen göğe yere yemin olsun kİ, o ayırıcı bir sözdür, şaka değildir.385 sabırlı ile sabırsız, dayanıklı ile daya­nıksız ayrışsm ve belli olsun diye cihada görünenler sınandığı gibi kıyamette de (o görünen kısımların içindeki) sırlar ortaya çıkar. Bela ve fitnelerdeki veya onların içerdiği sıkıntı ve güçlüklerdeki en sırlı iş, hikmetli kitapta belirtilen ‘Sizi imtihan edeceğiz ta ki öğrenelim386 aye­tinde yer alır. Allah Teâlâ kullarından meydana gelecek işleri bilendir. Ki­min bileceğini anla! Anlayınca gizle; öğrendiğinde anla; anladığında gizle; gizlediğinde ise öyle devam et, geride kal ve öne çıkma! One çıkınca haşir günü pişman olmaktan sakın! Soru sorulduğunda ‘bilmi­yorum’, ‘Sen gaybleri en iyi bilensin387 de! Âlemde bazı vakiderde bil­meyen ve görmezden gelen cahiller ile gafil olan cahiller vardır. Böyle bir hususta derecelenme gerçekleşir. Allah Teâlâ gafil değildir, O her yerde bizimle beraberdir. Hal böyleyken nereye gidiyorsunuz? Bu kitap sadece bir öğüt! Verdiği haberlerin doğruluğunu biraz sonra öğrene­ceksiniz. Aleni olan yayılmış olandır; sır ise ortaya çıkmış olandır. Surdan daha gizli olan ise bilinmeyendir. O da sadece Allah Teâlâ’yı bilmek­tir. Burası hayrete düşüp ‘vah’ diyenin menzilidir. Kendinden geçene kadar vah dememiş, kendinden geçince ilahlık iddia etmiştir. Aklı hayrete düşmüş, nakil kendisine fayda sağlamamıştır. Birbirinden farklı sözler söylenmiş, suretler ile haller zıdaşmıştır. Bir teşbih ayeti­nin karşısında tenzih ayeti bulunur. Bazen fayda elde etmek isteyen için bir ayetteki hüküm onları birleştirir. Böyle bir ayete misal olarak ‘O’nun benzeri bir şey yoktur388 ayetini verebiliriz. Bu ayet, Hakka yakın, yüzü parlak, akıllı, uyanık kimseler için tenzihi ve teşbihi birleş­tirir ve ihata eder. Böyle bir insan es-Semi’ ve el-Basir’e yönelirse, hiç kuşkusuz, el-Habir’e ulaşır. Kalp ve baş gözlerine göre fitne, haber edinmek ve araştırmak demektir. Fitnenin konusu ise duyulur ve aklî olmak üzere iki kısımdır. Varlık ile aklın delilleri kendisine bunu ver­miştir. Dilerse mevhum -ki muhayyer demektirde diyebilirsin; mu­hayyer olan işin üzerinde bulunduğu durumdur.

İş mevhum ve makul olmak üzere iki kısım Ecir gibi; verilmiş ve aktarılmışla sınırlı ecir

Ben onun inşa ettiği isimlerde değilim Yüz sahibi gibi yönelmiş bir yüz

O’nun idrakinde bıkkınlık yok Hevanın hakkı için! O bıkan değil

Göz ibret almak için bakarken kalp gözü hayrete düşer. Kalp gö­zünün hayrete düşmesi gayret hakkında hakka’l-yakin öğrendiği bilgi nedeniyle O’ndan başkasını gördüğünde gerçekleşir. Sana müşahede ihsan edilip vecd ve vücud yoluyla o makama erdiğinde, bunu görür­sün. Onu görmek karışık rüyalardan sayılır. Bu rüyalar mertebeyle sahih-müjdeli rüyalar arasında perde teşkil eder. Bu konuda sure ve ayederde -Kur’an’ı değilfurkanı dile getiririz. Bu kadar açıklama yeterlidir çünkü bu açıklama şifa verici bir ilaçtır.

Bunlardan birisi de yüz yirmi yedinci bölümden iradenin ve âde­tin hükmünün değişmesindeki sırdır: İrade murad, yani irade edilenin değişmesiyle değişir ve âdetin aşıldığı durumda âdete göre hüküm verir. el-Âlim’in kulu için -Kadim’in iradesinin değişmesinin dışındaşaşılacak bir iş yoktur. O iradesini lev (ise) edatına bağlamıştır. Bir değişir ve farklılaşırsa, bir olmaz. Hâlbuki zaid bir durumun olması, hatta pek çok durum kaçınılmazdır. Gerçeği anlayan için durum böyledir. Bu hususun içerdiği bilgi idrak edilemeyecek kadar gizlidir. ‘Allah Teâlâ şöyle dileseydi’ denilir, hâlbuki öyle bir şey dikmemiştir! ‘Di­lemiş olsaydı, hiç kuşkusuz ki, irade edilen gerçekleşirdi. Lev edatı imkânsızhğa dayanan bir imkânsızlığı bildirir. Hal böyleyken güç yetirilemeyen bir şeye nasıl güç yetirirsin? Çeşitlenme ve değişme sahih olursa, cins ortaya çıkardı; böyle bir durum kutsiyetin gerektir­miş olduğu duruma aykırı olduğu kadar aynı zamanda aklın delilinin nefse verdiği hükme de aykırıdır. İradenin hakikati, adette yerleşik olan şeydir. Bu itibarla âdetin aşılması söz konusu olduğunda, o da, irade edilen bir durumdur. Binaenaleyh şahıs bakımından bakmaman gerekir. Yine de onu incelemen ve araştırman gerekir! Araştırdığında onda zuhur edeni daha doğrusu nassa vakıf olursun.

İbret alanlar, basiret gözüyle bakanlardır. Fakat burada ağyarın (varlığının) hükmünün bulunması gerekir. (Dünya ile ahiret arasında­ki) nehir olmasaydı, iki dünya fırkasının hükmü olmayacağı gibi geliş ve gidiş de olmayacaktı. Toprak tektir ve kendisine ilave bir şey yok­tur! Nehir gelmiş, toprağı (iki âleme) ayırmıştır. Ayırmamış olsaydı, birleşme olmazdı. Fakat nehir akarken toprağı örtmüştür. Bu söz uydurma bir söz değildir. Aksine kendisine nail olacak kimseler için güneşten daha açık bir ifadedir; yükseklik ve aşağılık ehli onu bilir, çünkü ancak yeryüzü/toprak üzerinde karar kılınır. Demek ki yeryüzü (nehrin) aşağısından bitişik bir haldeyken göz ayrımı ve bölünmeyi görür. Ayrımdan geçerek bitişikliğe varmak lazımdır! Bu nedenle işlerin başkalaşıp değiştiğini söyledik. Suyun toprağa işleyip onun üzerinden akması, kendisinde bulunmayan bir hükmü ortaya çıkartır ve bu hüküm ancak toprağa dayanır. Tümsekler ortadan kalksa ve su kaybolsaydı mesafe de kaybolur. Bunun yanı sıra gözün gördüğünü bilgi doğrular. Değişse bile iradeyi dikkate almalısın, parçalanmış olsa bile adetten uzaklaşmaman gerekir.

Bunlardan birisi de yüz yirmi sekizinci bölümde tecellinin her zaman biriminde varlıklardaki neticeleridir: İlahi tecellinin varlıklarda zamanlara göre değişen hükümleri vardır. Şekil ve suretlerin değişme­si de hallerin değişmesinden kaynaklanır. Hakk suretler sebebiyle çoğa­lır, zaman sayesinde ise ‘başka’ ortaya çıkar. Zamanın isimlerinden birisi de ed-Dehr’dir ve İlâhî gayret Allah Teâlâ’nın ed-Dehr olduğunu söy­lemiştir. Bu itibarla sadece kendisine muhtaç olunan vardır ve bunun İçin de kendi katında bulunsa bile Allah Teâlâ’nın âlemin aynı olduğunu söy­ledik. Allah Teâlâ feleğin suretinde tecelli etmiş, felek dönmüş, güneşin suretinde tecelli etmiş ve güneş aydınlatmıştır; gecenin suretinde te­celli etmiş, gece kararmış, yukarıda ve aşağıdaki varlıklarda tecelli etmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ ancak kendisinin aynı olana tecelli etmiş, O’nu kendi varlığından başka bir göz idrak etmemiştir. Allah Teâlâ kendini kendisiyle idrak etmiştir. O mukaddes ve münezzeh olmakla birlikte akıl ve duyu için (tecelli etmiştir). Yaratılmışlık ise bilgide sabit olma­yan bir hükmü ortaya çıkartmıştır. Çünkü akılların delili, rivayeüe gelen bilginin doğru dediğiyle bazen çelişir. (Böyle bir durumda) naklin bilgisini kabul etmeyi akıl eleştirirken nakli terk etmeyi ve bir kenara bırakmayı da vahiy kınar. Gözler kendisine şahitlik etmese bile, akıl naklin getirdiği öyle bir bilgiyi iman sayesinde kabul edebilir. O halde gayb hakkındaki bilgide kuşkunun ortadan kalkması, eksiklikten ve kalpte bulunan kuşkudan uzaklaşmak ve arınmak demektir.

Ey akıllı kişi! Müteşabihe uyma, ona ancak kalbi eğri olan kişi uyar. Onu tevile kalkmamak kâmil ve yetkin akıl sahibinin özelliğidir. Müteşabihin bilgisi ona Rabbinden gelirse, bu bilgi şifa demek iken o kişi de mustafa, yani seçilmiş kişidir. Seçilmiş olanlar, nasla belirlendi­ği üzere, akıl sahiplerine göre üç kişidir: Birincisi hemcinsleri arasında kendine zulmeden, İkincisi ölçülü olan; itimat edilen budur. Böyle bir insan cezalandırılmaktan uzak olduğu kadar içinde bulunduğu anın hakimidir. Üçüncü kişi, iyiliklerle iyiliklere koşanlardır. ‘Onlarda huri­ler vardır.’389 Başka bir ayette ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız390 denilir. Rabbimizin nimetlerinden hiçbirini yalanlamayız. Nasıl yalan­larız ki? O’nun nimederi içerisinde halden Hakk gireriz. Bunu öğren ve ona göre davran!

Bunlardan birisi de yüz yirmi dokuzuncu bölümden ikna ve ya­rarlanmayı sağlayan şeylerin sırrıdır: İkna ortadan kalkmak ve yük­selmek demekken fayda onunla gerçekleşir. Kim burada ‘ikna’ olursa, huşu kazanırken ahirette ise ancak huşu sahipleri ikna olur. Onlar her şeyi verenin karşısında zelil olarak huşu duyanlardır. Bununla birlikte gözlerini gizleyerek her şeye hükmeden Allah Teâlâ’ya bakarlar. Dünya haya­tında O’nu murakabe etmiş olsalardı, ahirette O’ndan emin olurlardı. Akıllı insanlar dünya hayatında kani olurlarken kanaatle çelişen huşu özelliğiyle nitelenirler. Bu nedenle Allah Teâlâ ahiret hayatında onlara izzet verir, onların huşu ve korkuları ahiretteki bu makamları meydana getirir. Kim yükselirse düşer ve buradan karıştırma ortaya çıkar. Düşme bilinmez.

Ey insan! Başını yukarıya kaldırıp cennetlere bakmaksın. Rahman Allah Teâlâ, kardeşlerin arasını düzeltir. Siz de birbirinizin arasını düzelti­niz. Allah Teâlâ şahitlerin gözlerinin önünde gerçekleşecek şahitlik gününde kulların arasını düzeltir. Hayır ve iyilikler zarardan emniyet bulanda meydana gelebilir. Ahiret hayatında ikna bazen izzet sahipleri için meydana gelebileceği gibi en iyi elbiseler giyinen kimseler, bazen zalim, kendinden geçen ve hayrete düşen adına da meydana gelebilir. Özelhkler sayesinde pişmanlık gününde ve kaçacak bir yerin bulun­madığı vakitte şahıslar ayırt edilir. O makamın korkularından Allah Teâlâ’ya sığınmalısınız. O makam ve yer, hayalleri bile anlamsız Hakk getirir. Akıl nakle iman eden kimseyi ‘akılsız’ saysa bile, kendisinde bir sefih­lik yoktur. Fakat insana hakim bir özellik vardır; bu özellik onun suretine hakim olan heva, yani arzu gücüdür. Sınanma ve imtihan bu nedenle ortaya çıkmışken sefıhliğin kaynağı odur. Aklı sefıhlikten bütünüyle tenzih eden kimse seni yanıltmasın, onun sözünü bir kena­ra bırak! Böyle biri uyanıp dikkati çekilene kadar akılk sayılmaz. Bu­nunla beraber akıllı insan bazen vahye hakim olmasını istediği için aklını tam olarak kullanmaktan gafil kalabilir. Arzusu kendisine hakim olan bir insan arzusunu razı ve memnun etmek için çalışır. Akıl ise o esnada evinde hapsedilmiştir. Göz keskinleşip perde kalktığında ve de ihsanlar geldiğinde, heva ve arzu sahibi aklını çağırır, nakh bırakır. İzzet sahibi Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki! Bu çağırma artık ona fayda ver­mez. Aklını ona hakim olan arzusuna bırakır. Bu durum arzu gücü­nün ektiğini biçmesi demektir.

Bunlardan birisi de yüz otuzuncu bölümden yeşil makamda kır­mızı ölümün sırrıdır: Nefislerin kurban edilmesi, bedenlerin kurban edilmesinden acıdır. Görüşlere karşı çıkmak, düşmanla savaşmaktan çetin, arzulardan uzaklaşmak hastalıkların en ileri derecesidir. Nefse muhalefet edebilen kimse kutsiyet mertebesine yerleşir. Nefsini arzu­sundan ayıran, Me’va cennetine kavuşur. Bununla beraber nefsin ar­zusundan ancak Rabbinin makamından korkan uzak kalabilir. O kişi günahının neticesinden korkar, vefaya bağlanır, safa ehli içerisinde farklılaşır. Bunun yanı sıra yükümlü olduğu işleri yerine getirir, onu kabul eder, yüz çevirmez.

Bu gece vakıamda bir hadise gördüm. Gördüğüm hadise beni yaşlandırdı. Gördüğüm rüyayı manzum olarak yazdım, bu bölüme kaydettim. Uykuda şöyle dedim:

Korkusuz olmaz, şiddet de Hem zulüm hem üzüntü olmalı

Halep’te, zalimin hükmünden Yaratıklarında bu hüküm işler

Kalesinden inerek

Bir yumuşaklık ve merhamet olmaksızın

Sanki kendi hükmünde Haccac gibi Baskıyla ve zorlamayla hüküm verir

 Hükümleriyle yaratıklara zulmeden Elifi Eliften ayırt eder

Rahman kalbinden çekip almış Rahmetini; yetmiş bu

Haccac’ın suretinde görürüm onu Haccac’ın ta kendisi o

Tek olan Rahman’a sığın Rahman’a sığınan mağlup olmaz

Fakat umulur ki Allah Teâlâ kudretini ilhad ehlinden olan inatçıların üzerine salar. Üzerinde kırmızı bir örtü vardı, bir sarhoş gibi yalpala­yarak yürüyordu. Fazileti nedeniyle onun adil olmasını umut ediyor­dum. Elinde bir asa bulunduğu halde yaya olarak gelmişti. Allah Teâlâ’nın emrine muhalif olup karşı çıkanlara karşı kendisinden yardım istenir­di. Allah Teâlâ bu rüyaya doğru-sadık bir tevil nasip etti, onu hakkı söyle­yen ve konuşan bir dil yaptı. Biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in emir buyurdu­ğu üzere gördüğümüz rüyanın şerrinden Allah Teâlâ’ya sığındık, O’nun bil­dirdiği gibi uykudaki halimizi değiştirdik.

Bunlardan birisi de yüz otuz birinci bölümden zorda kalmanın yoksulluk olmasının sırrıdır: Zorda kalmak yaratılmışın bir niteliğidir ve bu durumda üzerindeki sorumluluklar düşer. Başka bir ifadeyle onun yükümlülüğü yok, hakları vardır, kendisine bakılmaz! Bu du­rumda işleri kudret elinde tutup gönüllerdeki her şeyi bilen Hakka yönelir. Göklerin ve yerin anahtarları O’nun elinde olduğu gibi yük­seltme ve alçaltma terazisi O’nun elindedir. Allah Teâlâ bu sayede dilediğine mülkü verir, dilediğinden mülkü çekip alır, dilediğini izzetli dilediğini zelil kılar. Hayır ve iyilik O’nun elindedir. O her şeye güç yetirendir. (Bu konuyu ifade eden ayette) kötülük Allah Teâlâ’ya izafe edilmemiştir. Allah Teâlâ hakim ve habirdir! ‘O’nun benzeri bir şey yoktur, duyan ve gören­dir391 O’nun katında söz değişmez ve kendisi hakkında böyle hüküm vermiştir. Zorda kalan (muztar), aç ve çıplağı doyuranı tanır; kastedi­len zorda kalmak (muztarr), yoksa cebr değildir! Yaratılmış seçiminde mecbur, zorunluluk halinde muhayyer ve seçim sahibidir. Bu itibarla tereddüt olmasaydı zorlanma ortaya çıkmazdı. Bununla beraber muh­taçlık sahibi üzerinde hükmünü izhar etmemiş olabilir. Her zorda kalmışlığa yoksulluk eşlik etmez. Muhtaçlık bir dayanak talep eder ve kimse aksini söylememiştir. Zorda kalanın hükmü bilgisindeki ezeli hükme göre gerçekleşir. Dolayısıyla adil olduğunda hüküm dayatmış değil, bilhassa töhmet kalktığında, olmak üzere bildiğine göre hüküm vermiştir. Bilgi O’nun sıfatıyken adalet düsturudur. Bilgiyle hüküm vermiş olmak, hükümde zorda kalanın durumudur. Varlıkta sadece bilgi vardır, fakat geride anlayış kalmıştır. Zalim zulmettiğini bilirse, cahil veya gafil sayılmaz. O ancak var olana göre hüküm verir, gördü­ğünü uygular; geride İlâhî hüküm olduğuna inanmak veya inanma­mak kalmıştır! Bu sayede yollar ayrışır, mezhepler farklılaşır. Bazıları esaslardaki İlâhî hükme bakarken, bazıları aktarılan şeriattaki İlâhî hükme bakar. Her biri kendi yolunda deliliyle yürür, inanç ve sözünü ayrıştırır. Bazıları kendi sözünü söylerken, bazı kimseler yöntemini dile getirir, insanlar ise haller arasmda gider gelirler.

Bunlardan birisi de yüz otuz ikinci bölümden efendiliğin kulluk demek olmasıdır: Efendi hizmetkârdır. Bu itibarla efendi de kendi kulluğunu yerine getirendir ve bu sayede efendiler birbirinden ayrışır. Kul irade edilen ve irade sahibini dile getiren kişidir. Efendi başkasına göre bu adı almaya daha layıktır. Çünkü bütün hayırlar onun elinde olduğu gibi onun hükmü ve maksadı işler. İşin başında ve sonunda emir O’na aittir. Kulu hakkında kulu adına hüküm verir. Kulu için hüküm veren O’dur. Kendisi için hüküm vermiş olsaydı kutsiyetinde kalırdı. Hal böyleyken kulluk karşısında efendilik nerededir?

Her efendim dediğinde

‘Benim sahibim sensin’ dedi bana

VAllah Teâlâi! kulumun varlığı engel oldu

Yollarımın üzerinde

Bizi O’ndan kimse çevirtemez

Bütün idrak edilenlerde

Ne aynıyım ben O’nun

Ne de ortağım'fiiline

O öyle bir sahip ki

Malik olduğunu iddia etmez

Ben hizmetkârım

Kölelerine inayet eden biri

Dedim ki: Ey Rabbim!

Tehlike yollarından koru beni

‘Duydum’ dedi ‘Benim yanımdasın’

Korunmuş kimselerdensin

Gıpta edilen bir mutluluk içerisinde                                                     -

İdrak ehlinden biri!

Hükümdar olma! Çünkü hükümdar köle ve memlûk olduğu ka­dar aynı zamanda onun güneşi de batıcıdır. Salik mücahede edenlere ve yol ehline katılmış olması itibarıyla sülukuyla aldanır. Sen kimin elini tutarsan (kimin kölesi olursan, sana hizmet ederken) onun alnı terler. Kim efendi olursa, yorulur ve işleri artar. Allah Teâlâ onu sürekli bir kedere ve daimi bir endişe haline yerleştirmiş demektir. Çünkü hü­kümdar hakimdir ve kölesi üzerinde ancak onun haline göre hüküm verir. Binaenaleyh hükümdar güçlü halde zayıf, katı iken yumuşak, zayıflık içinde güçlü olandır. Efendi kölesine (ve yönettiklerine) hiz­met etmeyi terk ederse, görevinden düşer ve efendilik mertebesine haksızlık edenlerden olur. Binaenaleyh efendi hemcinslerine hizmet ediyor görünürken sadece kendisine hizmet etmiştir.

Bunlardan birisi de yüz otuz üçüncü bölümden latifeleşmenin salâbet ve katılık olmasının sırrıdır: Mizah yaptığında onu az yapıp sıkıntıya yol açma! Mizah yaparken doğruyu söyleyen (hakka uyan) kişi kendi kurtuluşu için çalışmış demektir. Hz. Ali’nin maruz kaldığı durum ancak latifeleşmesi ve şaka yapmasından kaynaklanmıştı. Ebu Hureyre topuğuna (şakayla) bir taş attığında müstağni bir üslupla Hz. Ali’ye şöyle demiştir: ‘Bu nedenle seni geride bıraktılar da emir yapmadılar.’ Doğruysa bu rivayet yeterlidir. Yaşlılarla ve hali değişen­lerle şaka yapabilirsin, fakat her durumda doğruyu ve iyiyi söylemeli­sin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı ve görevi onu yaşlılarla şakalaşmaktan alıkoymamış ve şöyle demiştir: ‘Yaşlılar cennete giremeyecektir.’ Yani Allah Teâlâ’nın kendisinin üzerindeki ihsanını öğrenmeden cennete gireme­yecektir. Allah Teâlâ onu gençlik haline döndürecek, gençlik elbiseleri giydi­recektir. Mizah böyle yapılmazsa insana eziyet olurken asil bir insanın başkasına eziyet etmesi uygun değildir. Bu söze bir halle ulaşmak mümkün değildir. Dindeki salâbeti ve katılığı olmasaydı, mizah yap­mazdı. Çünkü mizah gözleri hakikatten perdeliler nezdinde saygınlığı ve vakarı ortadan kaldırır. Hünnad kıssasında Allah Teâlâ’nın fiiline bakınız? Allah Teâlâ o kişiyi ateşten çıkartıp sınadığında, adam en sonunda ‘Sen âlemlerin Rabbiyken benimle alay mı ediyorsun?’ diyerek Rabbini güldürmüştür. Allah Teâlâ zaten onun böyle bir söz söylemesini istemiş, bu nedenle kendisini helak etmemiş, ona mal ve mülk vermiş, sahip kıl­mıştır. Bu olgu ve hakikat her yola nüfuz etmiş, her düsturda ve ah­lakta ortaya çıkmış, varlığa yayılmış, gören ve görülen üzerinde hü­küm vermiştir. Nimederden birisi olmasaydı, onunla nimetlenmek mümkün olmaz, saygın peygamber böyle bir ahlakla nitelenmez, yara­tılmış ve k'adimde hükmü Ortaya çıkmazdı.

Ey insan! Terazide haksızlık yapma, eksik ölçme! Adil ve dengeli ölç, tartıyı bozma, makamında dur ve oradan ayrılma!

Bunlardan birisi de yüz otuz dördüncü bölümden gevşemenin bir perde olmasının sırrıdır: Gözde bulunan katı tabaka zayıfladığında, zararlar ortaya çıkar. Binaenaleyh gevşemek bir perde olduğu kadar katılıkta aşırıya gitmemen ve uygun bir sertlikte karar kılman lüzum eder. Mutluluk ve saadet -sapmada değileşitliktedir. İki benzerin birbirinin zıddı olduklarını söyleme. Her makamın bir sözü olduğu gibi her bilginin adamları, her meşrebin bir hali vardır. Bir su tuzlu­dur, bir su içilebilir ve tatlıdır. Sertlik ve gevşeklik rüzgârda da ortaya çıkar. Rüzgârın sert ve şiddedi olması, fırtınadır. Bu itibarla fırtına şeklindeki rüzgâr verimsizken zayıf ve hafif rüzgâr cömerttir, vadileri ihya etmek üzere eser, neticede memnun edicidir. Ondan bir rahatlık ve gevşeklik ortaya çıkar. Ulaştığı yere musibet ve felaket isabet et­mez. Bu itibarla dinde yumuşaklık, dinin bir gereğidir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberini yumuşak insanların arasından seçmekle (insanla­ra) lütufta bulunmuş, ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın392 demiş, onlara böylece ihsan etmiştir. Hz, Peygamber davranış ve fiillerinde katı ve sert olsaydı, insanlar etrafından dağılırlardı. Onlar kendilerine gösterilen yumuşaklığa ve bağışlayıcılığa rağmen, vahyi kabul etmezlerken katılık ve sertlikle sadece daha çok yüz çevirirlerdi.

Ne çok acı olup dışlan ne yumuşak olup istismar edil! Yılana benze! İlacından hayır umulurken vereceği zarardan çekinilir. Çünkü o köp­rücük kemiğine kadar çıkmış olsa da nefesi geri döndüren ilaçlardan biridir. (Terak kelimesinden ayete telmihle) ‘Denilir ki kimdir kurta­ran, ayak ayağa karışır.’ Bu iyiliğe ve içermiş olduğu zarara bakınız! Onun hayrı kötülüğüyle var olmadığı gibi tadı da acılığıyla gitmez. Her halin bir mekânı, zamanı olmalı, kardeşler bulunmalıdır. Zaman geçmiş-gelecek ve şimdiki zaman diye taksim edilir. Mesela anlayış sahiplerinin nezdinde hüküm itibarıyla semâ böyledir. Sesleri dinle­mek bir mekâna, zamana, imkâna ve ihvana ihtiyaç duyar. Bunlar dört unsurdur. Mekân lütfün kendisinde görüldüğü yer iken imkân ihsan edilebilecek olanlar, ihvan da kendilerinden zarar gelmeyeceğine ina­nılan kimselerdir. Zaman hükümdarın kendisinde eman bulduğu şeydir. Bu itibarla eman bulduğun vakit senin zamanındır. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır. Tahkik sahibinin duası budur. Sen sözde tahkik ehli olanın tavsiyesinden uzak dur.

Bunlardan birisi de yüz otuz beşinci bölümden hayat sahibinde diriltmenin ve yakınlıkta vefanın sırrıdır: Yağmur nimetin sahibinden gelen rahmetin neşrini ve yayılmasını sağlayan yardımcıdır. Allah Teâlâ’nın rahmetinden ancak yoldan sapıp dalalete düşenler umut keser. Dirilticilik özelliğine sahip olduğu için canlılar sudan hayat bulmuştur. Allah Teâlâ her şeyi sudan canlı kılmışken kendi arşı istivadan önce suyun üzerindeydi. Sonra onun üzerine istiva etmiş, kendisine izafe ederek onu ihata etmiştir. Allah Teâlâ basit veya bileşik her şeyi ihata edendir. Baş­ka bir ifadeyle Allah Teâlâ veciz, basit ve vasati bilgiyle her şeyi ihata eden­dir. Rahman ismi onun üzerine istiva etmiş, onun hükmü insanları ve cinleri kuşatmıştır. Kiliderin ardından ve perdelerin ardından gizlenen ve zuhur eden O’dur. Allah Teâlâ en yüce mertebede ve en güzel tecelligahta tecelli edendir. ‘Olmasaydı’ ifadesi olmasaydı, en uygunu ve öncelikli olan ortaya çıkmazdı. Ayette şöyle denilir: ‘Bu azap sana layık, evet layıktır sana layık393 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘İnsan başıboş bırakılacağını mı zanneder.’394 Kim düşünür ve doğruyu bulur ve hidayeti elde etmek üzere dalaleti satarsa, düşmanların tahakkü­münden bu hayatta kurtulur.

Bunlardan birisi de yüz otuz altıncı bölümden ölülerden ve diri­lerden utananın özelliğidir: Haya eden öldüren ve hayat vermeyen kişidir. Haya, hayâ meydana getirir, çünkü haya (hayat ile hayâ ara­sındaki anlam ilişkisiyle) hayattâkilerin niteliklerindendir, fakat bu durum hayâ sahibi için böyledir. Allah Teâlâ haktan (dolayı) hayâ etmez. Bu anlamda hayâ yaratılmışların niteliklerinden değildir; sadece irade ettiği şeyin gerçekleştiği kimse kullardan hayâ etmez; belirli bir du­rumda kullardan hayâ etmiş olsa, bir isminin isimlendirileni gerektir­mesi nedeniyle hayâ etmiş sayılır. Allah Teâlâ el-Ali olduğu gibi aynı za­manda el-Muhyiu’dur (hayâ eden). Ölülerde hayâ en şaşılacak özellik­lerden biridir. Hayâ sayesinde (göz) uçları kısalır, harf vasıtasıyla mana gizlenir. Hayâ yaratıkların gözleri kendilerine ulaşmasın diye çekik gözlüleri çadırlarda hapsetmek demektir. el-Gayûr İlâhî ismi olmasaydı, binalar ve köşkler edinmez, teklif olmasaydı iffedinin üs­tünlüğü ortaya çıkmazdı. Kuvvet latife mahsus iken kesif onu nasıl perdeleyebilir ki? Ruhların kuvveti olmasaydı bedenler hareket etmez, bedenlerin hareketleri olmasaydı ruhlar da maksatlarına ulaşamazlardı. Bu itibarla her harekette bir genişlik ve rahatlık bulunur.

Bunlardan birisi de yüz otuz yedinci bölümden refakat ve yumu­şaklığın sırrıdır: En uygunu Refık-i a’lâ’ya (en yüce dost) arkadaşlık­tır. ‘Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.’395 Allah Teâlâ kuluna karşı yumuşak ve pek şefkadidır. İnsanlar içinde kalpleri en yumuşak olan­lar, Yemenlilerdir. Onlar ümmi-âlimlerin efendileridir. Allah Teâlâ’ya giden yolu açıklayan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Refik’i tercih etmiştir ki, ihsana ve hayra en layık olan odur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (dost ve arkadaş olarak) Allah Teâlâ’yı tercih etmiş, bizden ayrılmış, ezeli ve kadime katılmak üzere yürümüş, ardından gelenler de O’nunla beraber yürümüşlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir araya gelmenin ve cem’in kaçınılmaz olduğunu bildiği için, darlıktan genişliğe çıkmayı arzulamıştır. Bakınız! Yunus pey­gamber karanlıklar içinde O’na nida etmiş, henüz ölmemiş olduğu halde yitmekten ve kaybolmaktan ürkerek şöyle dua etmişti: ‘Allah Teâlâ’m! Senden başka ilah yoktur.’ Benim bulunduğum her yerde sen varsın. Allah Teâlâ onun bu duasına karşılık vermiş, kendisini gamdan kur­tarmış, balık karnından sahile atmış, kendisini sineklerden korumak üzere üzerine iki yaprak bitirmişti. İşte bu da Allah Teâlâ’nın rikkat ve şefka­tinin neticesiydi.

Bunlardan birisi de yüz otuz sekizinci bölümden köle olmayı red­detmekle müstehak olmanın sırrıdır: Hür insan kerem ehli olunca, nimetler onu köleleştirir; himmet sahipleri ancak böyle bir iş için çalışır. İnsan ihsanın, daha doğrusu iyilik sahibinin kulu ve kölesidir. İlleder ve sebepler bir kişiyi kendine köle ederse, yürüyüşünde aksak­lık ortaya çıkar. Kulluk acısını tadan insan hürriyetten acı duyar. Bu itibarla hürriyet bir ziynet ve süs iken kulluk/kölelik her halükarda sermayedir. Rab rabdir, kul da kuldur! Bununla birlikte sözleşmede ortaktırlar. Zamiri dikkate alarak ‘ne kötü hatiptir’ deme! Aydınlatan bir kandil olan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ikisini bir araya getirmiş, biz de kendi­sine uyup yolundan gittik. ‘Kim peygambere itaat ederse, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’396 Varlıkta hakikat itibarıyla Allah Teâlâ’dan başkasının bulunmadığı sabittir. Varlık görürken çoğalsa bile varlık itibarıyla mutlak bir birlik vardır. Birin birle çarpılması bir şeyin kendi kendi­siyle çarpılması anlamına gelir ve o da kendinden başka bir şeyi mey­dana getirmez. Onu kendisinden başka biriyle çarparsan, varlığında kendisine izafe ettiğin şeyle de artmaz.

Bunlardan birisi de yüz otuz dokuzuncu bölümden ‘hâdisi zikre­den hadislerden emin olur5 bahsidir: Yaratılmışın zikredilmesi kadim değildir. Onun zikri ezelde sabit olsaydı, yokluğu imkânsız Hakk gelir­di. Binaenaleyh hâdis, yani yaratılmış hâdislerden yoksun kalamaz. Hâdise kadim zikir yerleşmiş olsaydı, mücessimenin (cisimleştiriciler) görüşü caiz olurdu. Kadim bir yere yerleşmez ve (hâdisin yerleştiği) bir yer de değildir. Yer olsaydı, (hâdis) kendisine yerleşirdi. Bu itibar­la kadim kendi niteliğinden başka bir özellikle nitelenemez. Miski ancak onu koklayan bilebileceği gibi mana da ancak kendi harfine eklenir. Kur’an-ı Kerim’in zikri bir emniyettir ve ona iman etmek zorunludur. Başka bir ifadeyle dilde harfleri parça parça gelip kalem­lerle bu harfler sıralı bir şekilde yazılsa bile, Rahman’ın kelamı oldu­ğuna iman etmek zorunludur. Böylece (kelamın yazıldığı) levhalar, kalemler hâdis iken ilâhı kelam hâdis olmamıştır. Buna mukabil ve­himler, anlayış gücünün idrakteki yetersizliği nedeniyle, akıllar üze­rinde hüküm vermiş (kelamın hâdis olduğunu ileri sürmüşlerdir). İlham vasıtasıyla İlâhî kelamın (kadimliğini) öğrenen insan ise hiç kuşkusuz ki allame olur.

Bunlardan birisi de yüz kırkıncı bölümden ‘onun mizacı tesnîm pınarındandır’ bahsidir: Kadim zikir yaratılmışın sözünü bile aktarsa Hakkın zikridir. Buna mukabil yaratılmışın zikri de Hakk kelamı söylese bile yaratılmış olanın söylediği sözdür. Manayla hareket eden zorluk çekmez: Hakk kulun dili olduğunda zikir kadim iken onun kulla mizacı ve karışımı ‘tesnîm’den ortaya çıkar. Hakk el-Ali ve el-A’lâ iken kula tenezzül etmesi yerindedir. Tesnîm Hakka yakın insanların kendisin­den içtikleri pınardır ve içen kişi onunla her surette halden Hakk girer. İçen kişi en hoş içecekten içmiş olur ve ‘Misk kokusu bırakan mühür­lenmiş saf içecekten içerler.’397 Bu durum yaratılmışın kadimin niteliğiy­le ortaya çıkmasıdır. Ona dair konuşur ve ondan söz eder ve söyler. Artık dilediğini söyle! Ancak Allah Teâlâ’nın dilediğini dileyebilirsin. İhsan ve lütuf Allah Teâlâ’nın olduğu gibi güç ve kudret de O’nundur. Zorunlu bir iş (doğrudan uzaklaşırsa) meyleder. Hakkı ancak O’nun güçleri oldu­ğu kimse bilebilir. Onun güçleri ancak Hakkın güçlerinden meydana gelir. Zevk ederek alt ve üst yönlerinin Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edildiği öğrenilebilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ yönlerden olduğu gibi kuşkulara yol açacak her durumdan münezzehtir.

Bunlardan birisi de yüz kırk birinci bölümden gözlerin görmesi ve ibret almanın sırrıdır: Duyular olmasaydı kıyas olmaz, göz olma­saydı ibret almak mümkün olmazdı. İbret bir yerden başka bir yere, bir varlıktan başka bir varlığa, bir olgudan başka bir olguya, yokluk­tan -mutlak yokluk değilvarlığa geçiş ve intikal demektir. İbret ve itibar, ilâhî kudret karşısında şaşırma ve hayret halidir. Dönen felek sayesinde dehir ve asırlar ortaya çıkarken güneş vesilesiyle gece ile gündüz kapalı işleri ortaya çıkartır, nehirlerde ve denizlerde med-cezir gerçekleşir. Med-cezir aydan mı kaynaklanır, yoksa başka bir şeyden mi? Onun durumu nedir? O da diğer varlıklar/işler gibi memur bir kuldur. Med hali gölgeyi uzatırken ve inmesi de yağmur ve fırtınaları yağdırır. Hiç kuşkusuz varlıklar bir sebeple meydana gelirken onun keyfiyeti meçhuldür. Buna mukabil nefisler Allah Teâlâ’yı bilmek talebi üze­rinde yaratılmıştır. İllederi bilmek O’na mahsustur ebediliğin aslı da ezeldendir.

Bunlardan birisi de yüz kırk ikinci bölümden fikirlerin başkalarla ilgili olmasının sırrıdır: Birbirine benzeyen şeyler yaratıklar üzerinde tefekkür edenlere yerleşir ve (onları karışıldığa düşürür). Bu itibarla aklın hüküm vermesi için delil ile medlûl arasında birleştirici bir yön bulunmalıdır. Allah Teâlâ delil vasıtasıyla idrak edilmediğinde, O’nun bi­linmesine bir yol yoktur. Hâlbuki Allah Teâlâ bizi kendisini bilmeye çağır­mıştır. Demek ki bizi ancak kendi niteliğine davet etmiştir. Binaena­leyh Allah Teâlâ’ta marifetin konusu olacak bir sıfat bulunmalıdır. Akılda ise Allah Teâlâ hakkında sadece tenzih sıfatı varken vahiyde tenzih sıfatıyla birlikte teşbih sıfatı bulunur. Teşbihe göre veya birinci için tenzihe göre olursa Hakk halden Hakk girmezken ötekine göre her durumda halden Hakk girer. ‘Dilediği her surette seni terkip eder.’398 Buna mukabil inançta da sen O’nu dilediğin surette terkip edersin. Allah Teâlâ inanç sure­tinde ortaya çıkar, seni kınamaz. Tecelli Allah Teâlâ’ya ait iken Kadim’in sıfatıyla nitelenmek ve süslenmek de sana aittir. O halde başkaların varlığı fikirlerde ortaya çıkarken zikirlerle onların eserleri silinir, ışık­ları söner.

Bunlardan birisi de yüz kırk üçüncü bölümden ‘Feta/futüvvet ehli (yiğit, delikanlı) ne zaman diye sormaz?’ bahsidir. Feta cezalandırıl­maktan korkar ve vaktin oğlu olur (ibnu’l-vakt). O mekânla sınırlan­madığı gibi zamanla da sınırlanmaz. ‘Hadi, bismillah’ dediğinde ‘ne­reye?’ diye soranla arkadaşlık etme. Feta’nın zamanı şimdiki zaman­dır; yok olan bir şeyle kendini sınırlamazken sürekli varlık, başka bir ifadeyle şimdiki zaman ona aittir. ‘Yiğit Ali'dir’ denilmiştir, çünkü o vasidir ve velidir. Fütüvvet ehli manevi mekânların başkanlarıdır ve mekânlar onlara aittir. Susturucu delil, otorite ve burhan onlara aittir.

Varlığın sütunları onların üzerinde durur. Onlar sır ilminde Huzeyfe kademindedirler. Temyiz ve eleştiri onların işiyken hal ve akid ehli de onlardır. Onların hükmünde bir çelişki olmadığı gibi çelişkilerini uzlaştıracak kimse de bulunmaz. Veciz konuşurlarsa aciz bırakırlar, tafsilata girerlerse, yorarlar. İstinatgah onlar iken itimat da onlara edilir.

Bunlardan birisi de yüz kırk dördüncü bölümden feta olduğunu iddia eden kimsenin yaşlanmayacağı bahsidir: Feta’da fetih ve futûhât sahibidir, onda serkeşlik bulunmaz. Arzusunu kendisine itaat ettirmiş ve boyun eğdirmiştir. Bununla beraber azıklanan kimseyle azıkla veya azıkşız olarak beraberdir. Feta Kelîm, yani Hz. Musa’dır. Allah Teâlâ’nın onunla konuşmasının mertebesi nerede, bilgi öğretsin diye Hızır’a tabi olmasının mertebesi nerede? Buradaki inSafa ve kendisine tahsis edilen niteliklere bakınız! Hz. Musa dinçliğini yitirmemiş ve serkeş olmamıştı. Bu nedenle kendisine feta demek doğru ve sahih bir isim­lendirmeydi. Kelamda yaratıkların dillerini görmemiş olsaydı, bir yaratılmışla konuşmaz ve kendisinden bilgi öğrenmek amacıyla ona tabi olmazdı. Hz. Musa orada bulunanı biliyordu ve ona aşkla bağ­lanmış ve şöyle demişti: ‘Senin bildiklerini bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim? ‘Sen bana sabredemezsin’ dedi. Bilmediğin bir şey hakkmda nasıl sabırlı olabilirsin ki?399 Yani sen Hakkın benim dilimdeki hitabmj, ‘zevk’ etmedin ve O’nu benim varlığımda görmedin ki!

Bunlardan birisi de yüz kırk beşinci bölümden nazari düşüncede­ki aldanışı idrak etmek bahsidir: Feraset riyaset demektir. Feraset sahibi olup da buna göre hüküm veren insan şaşırmaz ve zalim olmaz. Böyle bir insan sahip olduğu nurlarla gizlilikleri ortaya çıkartır, suyu suda tanır, yeryüzünde veya gökteki hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. İz süren değildir, ariftir. Engeller ve zorlamaları getirse bile, arif ve zorlayıcı değildir! Her şeyde ilki bilir. Böyleyken kapalı her şeyi orta­ya çıkartır. Işık onun gözünden parlar, kaybolmaz. Ferasetle bakan insan imanla ve onun hükmüyle bağlıyken ferasetin şartı da imandır. el-Mümin olan Allah Teâlâ isimlerinden dilediğiyle kendisine haber verirken imdat eder. Bu durumda gecikme veya yanılma olmadan hüküm verir.

Hükmü nüfuz eder ve geçerlidir; dilerse hükmünü uygular, dilerse tutar. Dilerse uygular, dilerse uygulamaz. Olan iş onun hükmüne göre ortaya çıkar. Onun nuru yardıma muhtaç değildir. Yardımında kesinti olmadığı gibi kimsenin basiretine muhtaç değildir. Onun Kur’an’dan suresi ‘De ki o Allah Teâlâ birdir, sameddir, doğurmadı, doğurulmadı, kimse O’na denk değildir400 suresidir. İhlâs suresinden başka bir suresi yoktur.

Bunlardan birisi de yüz kırk altıncı bölümden ‘Hulk/halk -ahlaklanma değiltahakkuk demektir’ bahsidir: Güzel ahlak asalete ve soyluluğa delildir. Tasavvuf ahlak demekken marifet tahakkuk demek­tir. Bu itibarla sufi rabbaniyken arif vahdanî, alim İlâhî, vakıf (duran, bekleyen) talep eden, hakim de naspedendir. Yüce ahlak öfkesini tu­tandadır. Dal rüzgâr kendisini hareket ettirince meylederken vüsatini aşacak şekilde kaba ekleme yapılırsa dökülür ve dışına taşar. İnsan faydasına olan işi görünceye kadar rahadamaz. Her kim samimi dav­ranır ve öğüt verirse, beyan eder, en üstün makama delil olur. Tarttı­ğında adil ol, görevli olduğunda asil davran!

Biz beşeriz iyi davran bize Ne dağız ne demir

Yumuşaklık tadılık demekken başkalarına davranırken insanın güzelliği bu özellikle ortaya çıkar. Kim (yaratıklara) rabbine davran­dığı gibi davranırsa, kendi kalbinde ve insanların kalbinde kimin bu­lunduğunu anlamış olur.

Bunlardan birisi de yüz kırk yedinci bölümden ‘Varlıklar olma­saydı kıskançlık ortaya çıkmazdı’ bahsidir: Gayûr, yani kıskanç kişi süratle uzaklaşır ve bu nedenle isabet etmekten daha çok hata eder. O’nun özelliği her işin (ona) çetin ve güç olmasıdır. Bütün isimleri haiz olduğundan kendisinden ‘taşkınlık’ ve taaddî ortaya çıkar. Kul­lardan birisi olsa bile ilave ve ziyadeliğe tahammül edemez. Allah Teâlâ’nın yakınlığının ‘şah damarı’ yakınlığına benzetildiğini duyunca, kendin­den geçer ve tükenir. Onun makamı birliktir; süresi uzasa bile Hakkin sıfatlarından kaçar, çünkü yaratılmış olduğunu bilir. Karışık bir nutfeden yaratılmış olsa dahi (Hakk ile arasındaki) karışımdan ve neti­ceden söz etmez. O bir cam gibi şeffaf ve nemamdır (dedikoducu). Ruhlar esintilerinde sevgililerine yaklaştırmak üzere onu meylettirir­ler. O ise buna direnir. Melekler makamının gerektirmediği veya ken­di görüşünün vermediği şekilde onun üzerinde hüküm sahibi olurlar. Zorunluluk halinde -irade halinde değilsürekli kaderin akışlarına maruzdur. İradeye gelirsek, ‘Rabbin dilediğini seçer ve irade eder.’ Kıskancın hayrete düştüğünü görürsün. Şaşırdım! Allah Teâlâ’nın daha kıs­kanç olduğu malum! Hal böyleyken nasıl cezalandırmaz? Allah Teâlâ’nın taşkınlıkları yasaklaması O’nun kıskançlığının bir neticesidir. Bunlar şaşırtıcı hakikatlerdir. İki benzeri bir araya getirmemen gerektiği gibi rızası hakkındaki sözüyle iki meyli bir araya getirmemelisin.

Allah Teâlâ nikâh ile zinayı birbirinden ayırmıştır ki, ruhlar birbirinden farklılaşsın. Bu anahtarın hükmü bedenlerin birleşmesinde ortaya çıkar. Bu itibarla zinanın gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu fiili işleyene ‘onu gizle’ demiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ onu bilir, görür. Aynı zamanda onu takdir etmiş, gerçekleşeceğine hükmetmiş, bunun­la beraber onu yasaklamıştır. İnsan hemcinslerinden bir fiili gizleyebi­lirken ona kendisinden daha yakın olandan gizleyemez. Allah Teâlâ bütün yasaklanan davranışların yaratıcısıyken bütün bu fiiller kendisine dö­ner. Allah Teâlâ kulu kötü fiillerden vazgeçip tövbe edince sevindiği halde kulunu o kötülüklerden nasıl temiz tutmaz ki? Allah Teâlâ kulunu Mutlu ve mesrur eden işleri yaratır. Günahlar kendisine zarar vermediği gibi itaatler de Allah Teâlâ’ya fayda vermez. Bu bilgiyle beraber gördüğüm her âlim, onu ayırır ve birleştirir.

Bunlardan birisi de yüz kırk sekizinci bölümden ‘başkayı görmek ne iyiliktir ne nimettir’ bahsidir: Başkayı terk edende ne hayır ne ni­met vardır. ‘Başka’ denilenin Allah Teâlâ’dan başka bir dayanağı yoktur ve dolayısıyla sürekli gözlerini dikmiştir. Ayette ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’401 denilmemiştir diyen insan iftiracıdır. Keşke O’nun kimi gördü­ğünü bilmiş olsaydın? Acaba aslı hayır olan ‘başka’dan gayrı ne göre­bilir ki? ‘Aslı hayırdır’ dedik, çünkü onun aslı Haktır ve O’ndan mey­dana gelmiş, Allah Teâlâ onu suretinde yaratmış, kendi özelliğine göre var etmiştir. Âlemde ortaya çıkmış en kuvvetli doğruluk yaratılmışın Hakkın üzerinde hüküm vermesidir. Yaratılmış olan O’nun üzerinde kendisine verdiği bilgiye göre hüküm verirken bilgisinin gereğini uygular. Allah Teâlâ da yaratılmışta (onun kendisine verdiği bilgiye göre) hükmünü uygular ve (onu yaratması) sevgiden kaynaklanır. Malum olduğu üzere, basiret ehli yaratılmışta (sadece) muhtaçlığın veya zo­runluluğun veya ihtiyarın bulunmadığını bilirler; gerçekte yaratılmış olduğu hal üzere kalıp O’nun kereminden kendisine izafe edilenleri kabul eder. Bu itibarla ilâhı isimler, tasarrufta bulunmak üzere ısrar ederken yaratılmış varlıklar ‘zerafet’ göstermek üzere ısrar edip İlâhî isimlere kendilerine tesir imkânı verirler. Bununla birlikte var olmala­rıyla İlâhî isimlere cömertlik ettiklerini zannederler. Hâlbuki akıl ve duyularının ortaya çıkması nedeniyle kendi kendilerine cömertlik ettiklerini bilmezler. Yaratılmışlar keremli olmasaydı, Hakkın karşı­sında ‘edilgin (münfail)’ olmazlardı. Yaratılmış cömert ve kerim bir asla sahip olduğu için, el-Hakim onlarda hüküm vermiş, onları zatına tercih etmiş, sıfat ve isimlerinin hükmü yaratılmışlarda ortaya çıkmış­tır. Binaenaleyh yaratılmış olan (halk), var olmak üzere ‘edilgen’ ol­ması itibarıyla cömertliğin aslıdır. Edilgen olduğunda ise mevcut olmak vasfı kazanırlar. Bu durumda iktidar kendisinde ortaya çıkmış­ken aynı zamanda zorunluluk ve muhtaçlık özelliğiyle nitelenmiş, isimlerin kendisine muhtaç ve ona dayandıklarını görünce (âlem) zerafet gereği bu niteliği kabul etmiştir. Akılcılara göre işin doğrusu açıkladıklarımızın tersine olsa bile kesin gerçek-hakikat, bizim ifade ettiğimiz ve açıkladığımızdır.

Bu bilgi olabilecek en mükemmel bilgiyken bir şeye ‘ol’ denilip de onun olmasını sağlayan bilgi de budur. Var olan her şey bu bilgiyle meydana gelmiştir.

Bunlardan birisi de yüz kırk dokuzuncu bölümden Hakkın dost edinmesinin (İlâhî tevelli) sebepleridir: Biz Allah Teâlâ’nın sebepleri ve ihsan­ları olduğumuz gibi Ö’nun düşmanları ve sevdikleri aramızdan çıkar. Kim sıkıntılı ve yüzü kararmış bir halde çıkarsa, o kişi apaçık düş­mandır; öyle biri konuşunca yeminle konuşur. Kim de dingin ve ita­atkâr bir halde çıkarsa, işin bütününü elde eder. Öyle biri (Beled sure­sinde geçen) emin şehir olduğu gibi en güzel surette yaratılmış ve Kadim’in suretiyle zuhur edendir. Alemin iki kabzada (Hakkın iki eli veya iki eliyle tutuşu) var olması, iki diyarın yaratılması, iki yolun belirlenmesinin sebebi budur: İki yoldan gidenler ya şükredici veya kâfir ya gazaba maruz kalan ve zorlanan veya sabırlı ve razı olandır. Allah Teâlâ mülkünü izhar etmek ve yolunda yürümesi için âlemi izhar etmiştir. Bu esnada 'en güzel isimleriyle âlemin velisi olur, onu en yüce mertebeye yerleştirir. Allah Teâlâ âleme yakınlığını ‘yayın iki ucu veya daha yakın’ kılmıştır. Yaratılmışların Hakka en yakın olduğu nokta bu noktadır. Buna mukabil kullarına dönük yakınlığını ise şah damarı yakınlığına benzetmiştir. Hakkın yaratılmışlara yakınlığının en ileri derecesi budur. Demek ki iş iki yakınlık arasındadır. Allah Teâlâ kimsenin içine iki kalp yerleştirmemiş olsa bile her kalp için iki yön belirlemiş­tir. O her şeyi çift yaratmış, çokluğu çifte bina etmiş, onun tekliği çokluğun birliğinden ibaret olmuştur. Aydınlatıcı kitap bunu beyan etmiştir. O’ndan başkası şahidi olmadığı gibi yaratılmışların hiçbiri de O’nun korusuna girememiştir, öyle bir şey de yakışık almazdı! O’nun vechinin dışında her şey helak olucuyken O’ndan başka bir şey yoktur ki kendisine ‘başka’ denilebilsin! Hakikat tektir, hükümler eksik ve fazla! İşaret ettiğim üzere talep edersen bir fayda elde edebilirsin. Bunlar sırlar, daha doğrusu üzerinde toz bulunmayan nurlardır. Bünunla beraber gözler onları görmeyebilir ve ibret almak üzere bakılsa da idrak edilemeyecek kadar yüce olabilirler. ‘Ne güzel yerdir orası’ ifadesi buna işaret eder. Sen bir yer iken yer de üzerindedir.

Bunlardan birisi de yüz ellinci bölümden insanın velayetinin zara­rın ta kendisi olduğu bahsidir: ‘Ben yeryüzünde bir halife yar atacağım.,40Z Her korkudan onun vasıtasıyla eman bulunur. Allah Teâlâ insana itaat edicilik özelliği vermiş, bölgelere hakim kılmış, yakın ve uzakta hüküm verdirmiş, onu varlığın kendisi yapmış, kendisine secde ettir­mekle ikramda bulunmuştur. İnsan-halife, pak bir ruh ve yönetici imamdır. Bir onunla çift olmuş, dıştaki var oluşu çokluğu ortaya çı­kartmıştır. Alemdeki her parça delalet itibarıyla onun benzeri olsa bile insan bir gölge değildir ve bu nedenle halifelik insana mahsus kalmış, peygamberlik özelliğiyle ayrıcalık kazanmış, şeriat olan hükümleri şeriat kılmış, tabi olmuş ve kendisine tabi olunmuştur. Bu özellikleriy­le insan kendisiyle akdin gerçekleştiği kimse olduğu gibi emanetin ve ahdin taşıyıcısı olmuştur. O hüküm vermiş, insanları hükmünü uygu­lamak üzere zorlamış, bu sayede fayda ve zarar ortaya çıkmış, ilk zarar gören ise daha önce belirtildiği üzere bizzat kendisi olmuş, zarar sınır­lı kalmamış, Hakka eziyet ve hakaret etmiştir. Sonra kalbini vermiş, O’nun kendisinin rabbi olduğunu bilmiş, O’nu sevmiş; kendisiyle niza ettiğinde veya gıpta ettiğinde, O’nu kızdırmış ve öfkelendirmiş, ar­dından Allah Teâlâ ona hidayet etmiş, razı olmuş, onu seçmişti. İlahi suretin gücü olmasaydı insan inayete mazhar olmayacağı kadar Hakka dönü­şü nedeniyle de ‘feta’ diye isimlendirilmezdi'.'İnsan arzu ve gayesini izale etmek üzere (İlâhî) cömertlik vasıtasıyla zuhur etmiş, gayesinin ortadan kalkmasıyla hastalığı iyileşmiş, iş nizama kavuşmuş, ay yö­rüngesine yerleşmiştir. ‘Topuk topuğa sarılmış, o gün dönüş Rabbinedir.’403 Allah Teâlâ Kur’an vasıtasıyla saptırmadığını hükümdar vasıtasıyla saptırır. Çünkü hükümdar konuşan ve yaratan (natık-halık) iken Kur’an konuşan-susandır. Onun hükmü ölünün hükmüyle birdir; kendisinden korkulmaz, bir şey umulmaz, bir şeye sözü geçmez veya bir şeyi engelleyemez. Sadıkların ona istinat etmelerinin veya mümin­lerin ona itimat etmelerinin sebebi sadece içindeki şeyin doğruluğu­dur. Bu yönüyle Kur’an hükümdara göre saygıya daha layık olandır,, çünkü o ‘önünden veya ardından bâtılın giremediği, Hakim ve Hamid tarafından indirilmiş404 saygın kelamdır. Onun emrini geriye çevirecek olmadığı gibi hükmünü engelleyecek kimse de yoktur. Konuşurken doğru söyler, her şeye hakkını verir. Kur’an her zaman nur iken hü­kümdar bazen zalim (ve karanlık) olabilir.

Bunlardan birisi de yüz elli birinci bölümden feleğin hareketinde meleğin yardımının bulunduğu bahsidir: Feleklerin hareketleri, me­lekleri meydana getirmek üzere, hamile sayılırlar. Gökyüzü dürülmüş, onun dürülmesi uygun olmuştur. İçine doğru batmış, bu da kendisi için uygun olmuştur. Onda bir kayıt olmadığı gibi bir karış yer de yoktur. Feleklerde bulunan her yer Rabbine secde eden ve O’na hamd eden melekle doludur. Melekler feleklerin içerisinde bulunurken un­surların içlerinde cinler bulunur ve zaten bu nedenle ‘cin’ diye isim­lendirilmişlerdir. Onlar Allah Teâlâ ölüleri diriltene kadar unsurların içeri­sinde teşbih edici olarak bulunanlardır. Bu esnada onların doğumu gerçekleşir, şehadet âlemine çıkarlar. Onlar, insan olmayan bazı canlı­lara benzetilmişlerdir. Bu itibarla doğarlar ve kendi gününe kadar annesinin karnına dönerler. Bu özellik sayesinde Cebrail vb. melekler gibi kavminden farklılaşırlar. Bunlar hayır ve zararı indiren melekler­dir. Onlar parçalanmayla doğarlar ve tesadüfen varlıkları ortadan kalkar. Böylece yeryüzü değişirken gök ise ancak perde kalktığında değişir.

Bunlardan birisi de yüz elli ikinci bölümden haberler içindeki ha­berler bahsidir: Haberler sırlardan öğrenilirken haberler mümin için iman ve iftira şeklinde şahitlik ederler. Delil Süleyman’a verdiği ha­berde Hüdhüd’ün haberidir. Şöyle demiştir: ‘Bakacağız! Doğru mu söyledin, yalancı mı oldun?405 Gözler şahitlik eder veya insanın içinden gelen zorunlu bilgi şahidik ederse iman gerçekleşirken onu tekzip ederse iftiraya ve yalana katılır. Haberler anlatır ve bildirirken doğru eserler ve aydınlatıcı ışıklar onlara şahitlik eder. Tek başına iman saa­deti sağlamış olsaydı, bâtıla iman eden de en büyük kullardan biri olurdu. Bâtılın ‘bâtıl’ olduğuna iman eden kişi, atıl olmayan bir halde en genel saadete, en tam ve bol bilgiye sahip kişidir. Çünkü bir şeyi bilmek ona iman etmeyi zorunlu kılmadığı gibi her şeyi bilmeyi de gerektirmez. Bakınız! Allah Teâlâ bilgi hususunda emirle hüküm vererek ‘Rabbim! Benim bilgimi arttır406 diye emretmiştir. Ayette ‘ilave’ derken kastedilen bilineni kendinde bulunduğu durumda bilmek ve onu hakka’l-yakîn öğrenmektir.

Bunlardan birisi de yüz elli üçüncü bölümden insanın haberinin Rahman’ın kelamı olması bahsidir: ‘Rahman Kur’an’ı öğretti.’407 Bilgi insanda nereye yerleşir? Nefsine mi, içine mi? ‘İnsanı yarattı, ona beya­nı öğretti.’408 Beyan Furkan demektir. ‘Güneş ve ay bir hesaba göredir.’409

Bunun nedeni bir halde sabit kalan ile eksilme ve artışı kabul edeni bir araya getirmektir. ‘Ağaçlar ve otlar secde eder.’ Bu ikisi köklü bitki­lerdir. İki ayak böyle hüküm vermiştir. ‘Göğü yükseltti.’ Varlıklarda hüküm sahibi ve yönetici olduğu için göğün binası ve yapısı yüksel­tilmiştir. Bu yönüyle gök, rükünler üzerinde yükseltilmiş çatıdır. Ek­siklik ve fazlalık için ‘Teraziyi koydu, terazide taşkınlık yapmaym diye.’ Yani lehinize fazla aleyhinize eksik tartarak ölçüyü ihlal etmeyin diye teraziyi yerleştirdi. ‘Adaletle ölçüyü uygulayın.’ Kastedilen tera­zinin iki kefesinin de dengede ve eşit olmasıdır. Tartıda haksızlık yapmayın.’ Kastedilen ölçülenlerdir. ‘Yeryüzünü canlılar için yarattı.’ Yani üzerinde uyusunlar ve yürüsünler diye! ‘Orada meyveler ve salkımlı hurmalar vardır.’ Menfaatlerin gerçekleşmesi acıların ortadan kalkmasını sağlarlar. ‘Yapraklı daneler ve hoş kokulu bitkiler vardır.’ Bunlar insanın ve canlıların besleneceği besinlerdir. ‘Böyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız, ey insan ve cinler?’ Allah Teâlâ’nın nimet ve ihsanı sizleri kuşatmıştır. ‘İnsanı pişmiş bir çamurdan yarattı, cinle­ri ateşten yarattı.’ İnsan görünmeyen yönüyle iftihar eder. Kastedilen en güzel surette yaratılmış olana dönük bir övgüdür. Böylece insan temizlik ve nezaheti üzerinde kalır, onun ‘salsal’ olan kısmını İblis alır. Onun aslı kendisine geçer, zulmeder, vebali üzerinde kalır. Dallar kökleri üzerinde büyür, yıldızlar feleklerinde tespih eder ve akar. ‘İki doğunun rabbidir,’410 Kastedilen iki yaratılışın zahirindedir. İki suretin bâtınında da ‘İki batının Rabbidir.’411 ‘Ey insanlar ve cinler! Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız.’412

Bunlardan birisi de yüz elli dördüncü bölümden ruhların haberle­ri hakkındaki anahtarın sırrıdır: Ruhlar ‘tecerrüd’ ve soyutlanma müj­deleriyle el-Fettah’tan gelerek bedenlerde hapsedilmiş kardeşleri olan (tikel) ruhlara inerler. Bu itibarla acele hareket eden, fikir veya akıl gücüyle soyutlanırken bir kısmı sahip olduğu ve bildiği vahye/nakle göre amel ederek keşfiyle soyudanır ve tecerrüt eder. Bu iki sınıfın dışındaki insan ve cinler ise bedenlerinde hapis ve rehin bir şekilde kalakalırlar. Ta ki ruhları kabzeden melek (Azrail) anahtar ile gelir. Bu durumu anlatmak üzere fasih diller ‘istirahat5 tabirini kullanmışlardır.

Hâlbuki istirahat nerede kalmıştır ve rahat nasıl düşünülür ki? Artık (ölümle birlikte) ruh, nurdan bir boynuz olan suretler hapishanesine girer. Çünkü o cisimler vasıtasıyla cisimlerin karanlığından kaçmış, suretlerde süratle başkalaştığı için de alışılagelmiş durumda kalmak özelliğini yitirmiştir. Dolayısıyla duyuda sürekli bir surette mahpus­tur. Bunun nedeni ruhun başkan, yönetici ve idareci olmasıdır. Saade­te ermiş mudulardan veya varis âlimlerden veya peygamberlerden birisi olan insan ise bedenlerde ve cisimlerde -tıpkı insanın uykuda gördüğü rüyadaki durumu gibitam bir tecerrüde ve serbestliğe sa­hiptir. İnsan bir kişi olduğu halde uykusunda kendisini farklı mekân­larda görebilir. Buna mukabil akıllar bir cismin iki mekânda bulunabi­leceğini imkânsız sayar. Böyle bir şey nasıl olabilir ki? Hayal ise bu­nun olabileceği hükmünü verir. Yaratılmış bir şey olan hayal akim imkânsız saydığı bir güce ve imkâna sahip iken o yaratılmışı yaratan hakkında ne düşünürsün? Yaratan bir olan Hakk’tır. Allah Teâlâ suretlerde tecelli eder, tanınır ve (bazı suretlerde) inkâr edilir. Bununla beraber inkâr edildiği surette de O’dur, başkası değildir! O’nu gören O’nu görmek isteyendir. O’nu bildiğini bilseydi, kendisini görmek istemez­di. Çünkü ancak O’nu müşahede edebilir. O olduğunu bilseydi, ar­dından ‘O değildir’ demezdi. İnsan arzusuna ve umut ettiği şeye gi­der.

Bunlardan birisi de yüz elli beşinci bölümden yolları açıklamak üzere peygamberleri göndermenin sırridır: Peygamberler yolları açık­lamak üzere gelmiştir. Bu itibarla kalbin gözüne cihat yoluyla gösteri­lebilecek yollar vardır. Cihad görmekten meydana gelirse hiç kuşku­suz arzu ve gaye gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ takva sahipleriyle bera­ber olduğu gibi ihsan sahipleriyle de beraberdir. O’nun yüzünü göre­ceksek (bilmeliyiz ki) her şeyde O’nun bir yüzü vardır. cAllah Teâlâ takva sahipleriyle beraberdir.’413 Takva sahipleri O’na yakındır. ‘Onlar iyilik yapanlardır (Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet edenlerdir).’414 Allah Teâlâ baki olan ha­kikatin sahibidir. İhsan görmek demek iken bir hadiste de ^görür gibi olmak’ diye nitelenir. Bu anlamda ihsan hayaldir. İnsan da’ o hayali elde etmek maksadıyla çalışir. cUğrumuzda cihad edenleri yollarımıza ulaştırırız.’415 O’nu müşahede ederek emelimize ulaşırız ve bilgimiz tamamlanır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yolu üç kısma ayırmıştır; ihsan, iman ve İslam! Hadiste muallim soru soran iken, muhatap konuşandı. Bu itibarla onun gizli bilgisi, açıktan söylediğidir ve Cebrail onu Rabbinin katından peygamberin kalbine indirmiştir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İslam’la başlamış, bedenlerin amelini ona bitiştirmiştir. ‘Bedenle­rin ameli’ ile kastedilen Allah Teâlâ’ya ve peygambere imanın lafzen söylen­mesi, namaz, zekât, hac, oruç gibi ibadederdir. Ardından iman zikre­dilmiştir: İman insanın derununun Allah Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, hayır ve şerriyle birlikte kadere, ahiretteki yaratılışa ve oradan hayat diyarına geçmeye inanmak demektir. Hadiste zikredi­len üçüncü unsur ihsandır: İhsan ruhanî mananın gözle görülecek şekilde duyulur (mahsûs) mesabesine yerleştirilmesi demektir. Bu da varlığı zorunlu, mümkün, imkânsız ve hakikati olan her şeyde hüküm sahibi olan hayal âlemi demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e böyle cevap verirken orada bulunanlar bir delil olmaksızın Cebrail’in tasdi­kine şaşırıyor, getirdiği meseleleri bilemedikleri gibi soru soranın kim olduğunu da bilmiyorlardı. Ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem soru soranın ve sorulanın mahiyetini onlara söylemiş, hayal suretinde gerçekleşen sorularla bilgilenmesi talep edilenlerin kendileri olduklarını onlara bildirmiştir.

Bunlardan birisi de yüz elli altıncı bölümden insan türünün diğer suretlerden üstünlüğünün sırrıdır: İnsan üzerinde yaratılmış olduğu (İlâhî) suret nedeniyle (diğer varlıklardan) üstün ve faziletli olduğu kadar zalim olup da adil davranmadığında ise aşağı inmiş ve süflileşmiştir. Böylelikle ahirette ve dünyada en yakın makamı elde etmiştir. Ulvi ve yüce olan ‘Razı olasın diye sana aceleyle geldim416 derken daha üstün olana ise ‘Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın417 denilir. Üstün olan ‘Rabbim gönlümü aç, işimi kolaylaştır418 diye dua ederken daha üstün olana verilen nimetler ikrar edilmiş ve ‘Rabbim senin gönlü­nü açmadı mı? Senden yükünü kaldırdık, o yük sana sıkıntı veriyordu419 denilir. Üstün olan ‘Rabbim benim adıma sonrakilerde doğru bir dil bırak’ derken daha üstün olana ‘Senin ismini yücelttik420 denilir ki,

Hakka yakın olanların nezdinde yükselttik demektir. En aşağıdaki ve süfli olan ise (kendisinden yaratılmış olduğu) toprak ve kokuşmuş su nedeniyle aşağıların aşağısında bulunur. Bununla beraber hepsi unsurî yaratılışta, sağlam bir yere yerleşmeleri, yaratılışlarında tavırdan tavra geçmeleri ve de bütün, parça, sağlamlık, yıkılmak, bozulmak gibi özelliklerle ‘surların’ ardında sınırlı kalmaları itibarıyla eşit ve ortaktır­lar. Hepsi hakkında da övücü söz söylenmiştir. Bu itibarla (her biri) övülmüş, kınanmış, (bir kısmı) geri bırakılmış, (bir kısmı) öne alın­mıştır. Kadim ise en güzel şekilde yaratılana ihsanda bulunmuştur. O âlim hatta her şeyi bilen ‘allam’, karanlıkların lambası, günleri belirle­yen, imam ve imamın oğludur. Cevâmiü’l-kelim ona verildiği gibi bütün isimler ve kelam da kendisine verilmiştir. Allah Teâlâ kendisine beya­nı öğretince, fasih konuşmuş ve beyan etmiştir (ayrıştırmıştır). Onun için terazi konulmuş, terazi ve ölçülere sokulmuş, ölçmüş fakat haksız­lık yapmamıştır. Mele-i a’lâ’ya onun toprağı ve tîneti görününce, de­ğeri bilinmemiş, Mele-i a’lâ zıdâra bakmış, bozgunculuğu ve fesadı dile getirmiş, ‘beyaz avuçtan’ habersiz kalmıştır, isimlerin bilgisi ken­disine verildiği için, (Hakkı gerçekte) öven tek kişi olmuş, Mele-i a’lâ suretin kendisine verdiği ayırıcı özelliği fark etmemiş ve duymamıştır. Bu özellikleriyle insan yeryüzünde kendisinden önce yerleşenlerin üzerinde halifelik görevini üsdenmiştir. Hâlbuki Mele-i a’lâ onun Hakkın halifesi olduğunu anlasaydı, kulak verir, teslim olur, itiraz etmez ve konuşmazdı. Sonra Mele-i a’lâ’nın kendisi hakkında söyle­dikleri sözler Adem’in oğullarında ortaya çıkmıştır.

Bunlardan birisi de yüz elli yedinci bölümden meleklerin karan­lıklar içerisinde feleklerden inmesinin sırrıdır: Yıldızlar ellerindeki anahtarlar nedeniyle gökyüzünün lambaları sayılmışladır. Her lamba bir anahtarken her anahtarın açıcı-ilâhî ismi vardır. Anahtarlar, artla­rındaki hakikatleri izhar etmek üzere kapalı şeyleri/işleri açarlarken ışıklar da karanlıkların örttüğü şeyleri gözlere gösterirler. Bunun böy­le olması varlıktaki ortaklıktan kaynaklanır ve bu nedenle ‘lamba anah­tardır’ dedik. Melekler zahitlerin ve abidlerin kalplerine indiklerinde ise onlara ilhamlar verirler. İlhamlar sahih olunca, yağmurlarını yağdı­rırlar. Bir kısmı akşam bir kısmı kuşluk (vaktinin nuru) gibiyken en yüce şerefe ulaşanlar berzah ehlidir. Onlar beden ve ruhlara ait akşam ve sabah arasında bulunanlardır. Bu itibarla gece ulaşmak ve elde etmek zamanıyken gündüz gayret vaktidir. Kendini beğenmenin hükmü sabah ve akşamda ortaya çıkar: Sınırlı hareketler, sayılı nefes­ler, rahadamış gönüller, açılmış kapılar! Kapıların ihata ettiklerini ancak O’nun huzurunda duran bilebileceği gibi kendi katında olanı verdiğinde ise ona itimat edilir, ona kuşku girmez. Böyle biri gaybı bildiği söylenen kişidir. Meleklerin ‘çocukları’ vardır: Onlar ilk ‘baba­ların’ öğrencileri konumundaki meleklerdir. Onların mertebesi nere­de, bu mertebe nerede? Oğulların sahip olduğu bilgi Mele-i a’lâ’nın babalarından elde edip de anlayışlarına göre kendilerine ulaştırdıkları bilgilerdir. Bu itibarla Mele-i a’lâ bizimle babamız arasındaki bağlar ve vasıtalardır. Demek ki (Yusuf suresinde kabın sahibine döndürülmesi hadisesine atıfla) ‘bizim kabımız bize döndürülmüş’, melekler bize onu indirmişlerdir. Başka bir ifadeyle bizim elimizde baba malından başka bir şey yoktur. Mele-i a’lânın ise emaneti yerine getirme ecirleri ve emanete hıyanet etmedikleri için de başka bir ecirleri daha vardır. Onlar masum ve babamızdan rahmet elde etmiş kimselerdir. Bu geri çekilme ve kaba itiraz nerede, (Hz. Âdem’in davranışındaki) o gizli lütuf ve yalın ayaklı-tebliğcinin yetkin açıklaması nerede! Hamd nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya mahsustur.

Bunlardan birisi de yüz elli sekizinci bölümden başkaları başka­lardan terkin sırrıdır: Terkler -var olmayan şeyler olsalar bilebirta­kım niteliklerdir. Binaenaleyh sen sükûtu benimse! Bir şeyi emretmek onun zıddını yasaklamaktır ki o da terk demektir. Bu ise (Hakka) yaklaşmak kastıyla terkin ortaklığıdır ve sevenlerin niteliğidir. Terk fiilinde terk edilen mülk yapılmıştır. Demek ki sen bir köle olsan bile (terk ediş fiilinde) malik sayılırsın. Başkasını terk eden, hiç kuşkusuz, onu ‘başka’ olarak görmüş demektir; hâlbuki başka denilenin gerçek bir varlığı yoktur. Böyle bir durumda insan, âlemi bilmediği hakkında aleyhine şahidik etmiş demektir. Bir cahil olduğu sabit ise başka da bulunmalıdır. Bu durumda ise bir hal ve akit, rab ve kul bulunmalıdır.

Binaenaleyh çokluk sabit olmuş ve çift ortaya çıkmıştır. ‘Başka’ denilenleri ancak başka olanlar (ağyar) terk edebilirken Hakk ise yaratılmışı terk etmez; terk etmiş olsaydı, onu kim korur, varlığını kim ayakta tutar ve onu kim gözetirdi? Hakkın isimleriyle ahlaklanmanın bir neticesi de Allah Teâlâ ve yaratılmışla meşguliyettir. ‘Başka’ denilenleri terk edersen, hiç kuşkusuz, haberlerin bildirdiği teklifi terk etmiş, teklifi terk edersen teklifi bildiren Hakkın emri karşısında inatçı, asi veya inkarcı olursun. Sen sadece yaratıkları karşısında yapabileceğin bir işle yükümlü tutuldun. Yaratılmışın fiili onun adına ‘sübût’u zorunlu kılar. Çünkü Hakkın yaratması ihtiyar ve seçimle gerçekleşirken yara­tılmışın yükümlü olduğu bir şeyi yerine getirmesi ve yapması ise zo­runluluktur. Bu ‘fihi-ma-fih’, yani tam ve kâmil açıklama demektir. Onu hakkıyla inceleyene kâfidir.

Bunlardan birisi de yüz elli dokuzuncu bölümden yardımın şöh­ret olmasının sırrıdır: Yardım inadaşmak, dolayısıyla ilhad demektir. Güçlüye yardım imkânsızdır. Hal böyleyken ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz O da size yardım eder421 ayetini düşünmelisin. Allah Teâlâ güçlü olduğu gibi aynı zamanda sizin sayenizde metanet kazanandır. Siz de hareketleri­nizde Allah Teâlâ sayesinde güçlü olursunuz, yoksa sizde metanet yoktur. Binaenaleyh siz emanet sahibisiniz. Allah Teâlâ’ya yardım etmezseniz, başarı­sızlığa uğratır; başarısız kıldığında size kim yardım edebilir? Allah Teâlâ’nın yardımı sizinle yaptığı sözleşme ve ahideşmenin bir yönüdür. Ey söz­leşme yapanlar! ‘Akiderinizi yerine getiriniz.’ Allah Teâlâ’nın size kendisine yardım etmenizi emretmesinin nedeni ise emrine ortak olmanızdır. ‘Benim kudretim ve iktidarım yoktur’ diyen, hiç kuşkusuz, haberleri reddetmiş, yalan söylemiş ve Hakkın teklifini abesle iştigal saymış demektir. Hâlbuki Allah Teâlâ yaratıklarından yardım talep etmiş, onu yara­tıklarının üzerinde bir vecibe kılmış, kendi katında dosdarının ve sev­diklerinin bulunduğunu bildirmiş, bizde yarattığı özellikle bizi bize yönlendirmiştir. Biz de ‘Bu karşıdığın dayanağı nerededir?’ diye sor-, duk, onun isimlerde bulunduğunu gördük: Hakkın her isminin bir hükmü olduğu gibi isimlerinde de bir karşıtlık ve tekabüliyet vardır. Başka bir ifadeyle İlâhî isimlerde benzerlik yoktur, farklılık vardır ve

bu farklılıkla birlikte bir uzlaşma ve bir aradalığm olması da kaçınıl­mazdır. Binaenaleyh yardım eden, sınırlanmış ve sınırlamıştır. Sen de Allah Teâlâ’nın sizden talep ettiği yardımda O’ndan yardım talep edersin. Bu varsayımdan ise sizin birbirlerinden meydana gelen tohumlar olduğu­nuz sabit olur. Kimse kuvvet ve iktidarda müstakil ve yegâne değildir. ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur’ ifadesiyle birlikte elVahid ve el-Kahhar’ın (kullardan yardım istemek üzere) tenezzülüne bakınız! Allah Teâlâ’nın yardım talebiyle kendisiyle (kulları arasında) benzer­lik ortaya çıkar ve sabit olur.

Başka bir konu ise yüz altmışıncı bölümden ‘İnsanların yardımı­nın başka denilenin varlığını gerektirdiği’ hakkındadır: Allah Teâlâ seni yarattığına karşı O’na yardım et diye yarattı. Söz konusu kişi O’nun hakkında nazarî düşünce sahibidir. Bunun yanı sıra kudret sahibi olması nedeniyle senin O’nun yardımını kabulünü de iyice anlamalı­sın! O’nun otoritesi seninle sabittir. Bu itibarla en güçlü yardım var olmayandan (madum) meydana gelen yardımdır, çünkü el-Hayy ve el-Kayyum’a yardım edilmiştir. Yok olandan yardım alan, kuvve ha­linde bir kademinin ve ayağının bulunmadığım olumlamış ve ispat etmiştir. Kulun Hakka yardımının bir mevcuda birlikte düşünülmesi daha yerinde ve daha gerçektir. Başka bir ifadeyle mevcuda yardım, daha uygun ve yerindedir. ‘Kâfir kavme karşı bize yardım et/’422 dediği­mizde, hiç kuşkusuz, var olan birinden, yani âlemlerin rabbinden yardım talep etmiş oluruz. Burada anlayış sahibinin bilebileceği bir sır vardır: Yarattığı bir şeyle sana yardım eden, seninle ve senin için sana yardım etmiştir. Demek ki her şey sana dayanırken kuvvet ve güç O’na aittir ve ihsan ve lütuf da O’ndan meydana gelir. Sorumlu tutul­duğunda sabit dur; sana hitap ettiğinde ve sana dönük hitabı bilince sus! Kuşkusuz ibret alanlar, bu perdelerin açılması karşısında hayrete düşmüşlerdir.

Bunlardan birisi de yüz altmış birinci bölümden meleğin feleğin hareketine yardım etmesinin sırrıdır: Meleğin yardımı ile felek kay­naklı eserin ortaya çıkmasıyla yardım gerçekleşmiş, isteksizlik düş­manlara dönmüş, Hayzûm (kabilesi) el-Hay ve el-Kayyum’un dinine yardım etmek maksadıyla öne atılmıştır. Bu yardımda gaybe iman edenler için kalplerin desteklenmesi söz konusudur. Bununla beraber gayb ehlinin ‘iman’ ederek kabul ettiği şeyi müşrikler (Bedir savaşında karşılarında gördükleri melek ordularıyla) gözle görmüş, bu görmek de onları başarısızlığa uğratmıştır. ‘Onları siz öldürmediniz, Allah Teâlâ onları öldürdü.’423 Allah Teâlâ onları göğe vahyettiği emir sebebiyle melekle öl­dürmüş, onu feleğin hareketine yerleştirmiştir. Bu yardım müminden onun zayıflığı nedeniyle perdelenmediği gibi müşrike de onun güçlü olması nedeniyle görünmüş değildir. Allah Teâlâ’nın müşriklere meleklerin yardımını göstermesinin maksadı, onların korkup savunma güçlerinin ve saflarının dağılmasını sağlamaktır. Bu yardım mutlak-İlâhî yardı­mın bir yönüyken Allah Teâlâ onunla belirli mümin kullarına yardım etmiş­tir. Çünkü Allah Teâlâ söz konusu kullarına yardım etmeyi üzerine vecibe kılmış, onlar için kâfir topluluğu geri püskürtmüş, hepsi hezimete uğramışlardır. Ayette ‘Müminlere yardım etmek bizim üzerimizde vazife­dir424 denilir. Aynı zamanda el-Mümin Hakk İlah’tır ve hiç kuşkusuz yaratılmış müminler de O’na yardım etmişlerdir.

Bunlardan birisi de yüz altmış ikinci bölümden ‘En doğru söz halle söylenen sözdür’ bahsidir: Övgülerin ve hamdlerin en doğrusu, marifet ehline göre, sıfat övgüsüdür. Her vasıf onlardandır ve bu nedenle öğrenilinceye kadar delile ihti\ »ç duyar. Sıfatın vasfı kesin ve sağlam bilgidir ve o da her dil ve sözde hal övgüsü anlamına gelir. Birisi kendisini ‘cömert’ diye överse, sözü duyan kişi cömerdiği gö­rünceye kadar bekler; cömerdik ortaya çıktığında ise perde kalkar. Haller el-Vahib’in vergileridir. Sana ait bir şeyi üzerinde taşıyan birisi sana onu verirse, verdiği şey onda ‘emanet’ olarak bulunmuş ve ema­neti sahibine vermiş demektir. Kim sana senin Hakk ettiğin bir şeyi verir de verileni kendinde ‘ödünç verilmiş’ sayarsan, o kişi verdiği hakkında zulmetmiş demektir. Binaenaleyh perdeyi kaldır, belki haki­kat ortaya çıkar! Allah Teâlâ insana kendisini halife kıldığı şeylerden infak etmeyi emretmiştir. Vekâlet talebi nerede, halife yapmak nerede! Allah Teâlâ ‘O’nu vekil edinin425 diye emrettiği gibi ‘Sizi halife kıldığı şeylerden infak ediniz426 buyurur. Allah Teâlâ bizden vekâlet talep ederken perdelenir­ken bu ayette zuhur etmiştir. Neye güveneceğiz ve neyi umacağız? Aralarındaki inatlaşma ve çekişme nedeniyle zıtların güçleri beni ken­dilerine çekmiştir. Yorgunluğa ancak mümin kullar maruz kalabilir, çünkü Allah Teâlâ gelen bütün hususlara, yani görülen ve görülmeyenlere iman etmelerini istemiştir. Biz şimdi ve gelecekte hallerin hükmü altındayızdır. Hal sürekli varlık sahibidir ve o ‘sabit hüküm’ demektir; onun dışındaki ise varlıkta bir ayağı ve payı olmayan yokluktur.

Bunlardan birisi de yüz altmış üçüncü bölümden insanın haberi­nin Rahman’ın haberleri olması bahsidir: Allah Teâlâ söz söyleyen herkes (vesilesiyle) konuşandır. ‘Ben bana yaklaşan kulumun kendisiyle duy­duğu kulağı, kendisiyle konuştuğu dili olurum’ hadisinin farkına var­malısın. Duyularla idrak edilen şey sözü söyleyenin konuşan olduğu­dur ki o da insandır; hâlbuki imanla (bakılınca konuşan) Rahman’dır. Görüneni yalanlayanın imanı güçlüyken kim imanında tereddüt eder­se gördüğü hakkında da tereddüde düşer. Öyle birinde ne iman, ne görme vardır; mekân sahibi olmadığı gibi imkân sahibi de değildir. Gördüğünü tasdik edip imanı kabul eden ise/eman ve emniyettedir. İş değişkendir ve birbirine zıt değillerdir diyen ise keşif ve burhan sahi­bidir.

Dil insanın derununun tercümanıdır. Parmaklar da öyledir ve hepsi birlikte insandır. İnsanın içi Rahman’ı sığdırmıştır ve bu itibarla O’nun mekânı gibidir. Rabbi sığdıran kalptir. Sen bütün yaratılmışla­ra Hakkın tercümanısın. Konuşan olarak sadece Hakk-Halık var iken yalan nerede kalmıştır? Allah Teâlâ kitabı söylemiştir ki o da O’nun konuş­masıdır. Kur’an-ı Kerim (belirli bir zamanda zuhur etmesi anlamında) meydana gelmiş olduğu için hâdis bir sözdür.

Bunlardan birisi de yüz altmış dördüncü bölümden ruhların ha­berlerinin bir soluk alma ve koklama olduğudur: Ruh vasıta, yani beşer peygamber ile gönderen arasındaki bağ ve rabıtadır. Vahiy ken­disine geldiğinde melek onu peygambere ulaştırır. Vahyi cem’ eder­ken, yani toplarken peygambere meleğe karşı edebe riayetkâr olması emredilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vahyi keşfetmeksizin aceleyle okumaz, onu bilmeden ise söyleyemezdi. Bunun üzerine kendisine ‘(vahyi bildiğin hakkındaki) sırrını içinde gizle’ diye emredildi. İçinde gizle­yince melek getirmiş olduğu yükümlülük ve haklarla ilgili vahyin mahiyetini bilememiş, sen de edepli davranmış olursun. Bu itibarla Hakka ancak edeple birlikte yaklaşırsın. Yaygıda oturanlar edep sahip­leriyken sırların sahipleri ise emin olanlardır (ümena). Sufilerden birisi ‘Döşekte otur fakat yayılmaktan sakın’ demiş! Bu sözü söyleye­nin gerçeğe dair haberi yoktur veya katında bulunanları elde etmek üzere O’nun önünde yayılmış döşekte de herhangi bir vakit durma­mıştır. İlahi döşek zatı gereği heybetlidir! Hal böyleyken insan nereye bakabilir ve yönelebilir ki? Orası hataların bulunduğu bir yer olmadığı gibi afetler de oraya yerleşemez. Orada engelleme ye verme yoktur, sadece sakinlik ve hareketsizlik vardır! Orada rızıkları elde etmek ve müşahedeleri zevk etmek, hendekler mesabesindedir. Bu esnada insan, gören-görülen ve vaat edilmiş günün hükmü olmasaydı, kendinden habersiz olurdu. Tutuşmuş bir ateşin kenarında hendek sahipleri onu öldürmemiştir. Onlar ateşin başında oturuyorlardı. Hal böyleyken derilerin olgunlaşması nerede kalmıştır?

Bunlardan birisi de yüz altmış beşinci bölümden elçi ve haber göndermenin bir vesile edinmek olmasıdır: Elçilik ve haberleşme kapısını açan, kavuşmayı kast ve irade etmiştir. Kim onun kutsiyetine gelirse, sadece kendisini kınamalıdır. Peygamber gönderen hemcinsi değilken kişi nasıl kendisini kınar ki? Ünsiyet hemcinsle olabilirken sual ve istek de insanlarda peygamberle gerçekleşir. Çünkü peygamber gönderilenlerle hemcinstir. Bu nedenle ona itimat edilir, görülmeyin­ce özlenir. Peygamberin ve elçinin güzel suretli olması, peygamber gönderilenlere yönelik bir işaret, mertebe ve suretin güzelliğini bil­dirme amacı taşır. Bu itibarla Cebrail’in (sahabenin yakışıklılarından) Dıhye’nin suretinde gelmesiyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için müjde gerçekleş­miş, gaye ortaya çıkmıştır. Çünkü elçinin sureti gönderildiği kimsenin nezdinde onu gönderenin suretini bildirir. Bu nedenle peygamber önünde hazır olunca bu durumu fark eder, gördüğüne göre de amel eder. Bu, uydurulmuş bir haber değildir. Malik’in sureti nerede, Rıd­van’ın sureti nerededir? Cennet nerede, cehennem nerededir? Rahatlık

nerede, hüzün nerededir? Yağmuru tutmak nerede, bulutu gönder­mek nerede? Sevinç nerede, neşe nerededir? Çirkin ve güzel arasında ne kadar fark vardır. Binaenaleyh hal diliyle anlatmak, en açık ve anla­şılır anlatımdır. Fakat ne zaman? Gönderen hikmet sahibi ve gönderi­len bilgili olunca, hal dili en iyi anlatım aracıdır. Her gönderici hik­met sahibi olmadığı gibi kendisine elçi gönderilen herkes de bilgili değildir.

Bunlardan birisi de yüz altmış altıncı bölümden Ruh’un nefesinin rav’daki yetkinliğidir: Rav’daki nefes Ruh’tandır ki o da, el-Kuddûs ve es-Subbûh’un vahyinden ibarettir. O mertebeden gelir ve varlığı orada ortaya çıkar. Bu nefes kelam vahyi veya işaret ve ibarenin vahyi değil, ilhamın ta kendisidir. Bu noktada sadece ilham edilen vardır ki,

o   da düşüncedir (hatır). Düşünce yağan yağmurdan gelir ve sadece birinci düşünceye itimat edilir. Çünkü o apaçık doğru ve yalanı olma­yan gerçektir. Bu düşüncenin özelliği ise zorlayıcı olmasıdır. Bu ne­denle isabet eder ve yanılmaz; söylediği uygulanır, bir gecikme olmaz. İstek ve duada bir gecikme olursa, onun sahibi o adamlardan değildir. Binaenaleyh dileğin vakti istenilen hakkında verilen hükmün vaktiyle birdir. Böylece söylediği gerçekleşir. Başka bir zamana sarkan gecikme olursa, onun hali bozulur, sözü doğru olmaz; doğru olursa tesadüfendir. Tesadüfle gerçekleşen ise bu yolu bilenlere göre ilk düşünce­deki kadar hakiki değildir. Nefeste duraklama olmaz: Onun gelişi intikaliyle bir olduğu kadar ulaşması yok olmasıyla birdir.

Bunlardan birisi de yüz altmış yedinci bölümden meleğin meleğe inmesidir: Melek bir meleğin hizmet ettiği kimsedir. Bu itibarla melek öğretici olarak değil, öğretilmiş bir halde iner, çünkü Kur’an’ı öğreten Rahman’dır ve O ortaklıktan münezzehtir. Meleklerin niçin indiğini öğrenmiş oldun! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben bana vahy edilene uy arım427 der. Oiıu melek ancak vahyedilen kimseyi zikretmek üzere indirir. O da melektir, çünkü o mülk kapsamındadır. Melek yoksul değildir. Bu nedenle horlanmaz, o yardım edilen ve desteklenendir. Bütün işler etrafında döner. O baskın gelendir. Bunu talep etmekten gafil olsa t bile talep edilen kendisidir, çünkü o sahiptir. İsimler gibi, çocuklar da

onu talep eder. Her İlâhî isim ona konuktur, her kevnî haber ona ulaşır ve gelir. Mülkteki bulunan eserlere vakıf olur, onlardaki sırları izhar eder. O, nurların nuru ve feleğin etrafında döndüğü noktadır. Vahid ve Kahhar’ın ahlakıyla ahlaklanır, haberlerde gelendir. İki hali­feye biat edildiğinde, aralarında gerçekleşebilecek kavga nedeniyle, ötekini öldürünüz!

Bunlardan birisi de yüz altmış sekizinci bölümden sıddıklık ve peygamberlik arasındaki nebiliğin sırrıdır: Çocuk ciğer parçasıdır ve hiç kuşkusuz daha önce kendisinde olduğu için babanın sırrı olmuş­tur. Çocuk sıddık ile peygamber arasındaki en yakın manevi menzil­dedir; ne sıddık, ne nebidir, fakat velidir! Bunun insanlardaki delili, ayederde zikredildiği üzere, Hz. Musa ile Hızır’ın hikâyesidir. Bu itibarla bilen bilmemiş, hüküm verdiği makamdan hüküm vermiş, kadem sahibi olan kendi bilgisini söylemiş, Hz. Musa ona ‘Bana öğ­ret5, demişken Allah Teâlâ’nın sevgilisi ‘Benim için mağfiret dile5 demiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem5deki kemale ve bu yüce mertebeye nasıl dikkat çekti­ğine bakınız! En büyük makam budur. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün insanlara gönderilmiştir. Buradan ulaşılmaz perdenin ve yüce örtünün şeriatlarda bulunamayacağı öğrenilir. Hiç kuşkusuz getirdikleri farz ve sünnet gibi hükümlerde ortaklık olsa bile, pey­gamberlerin bir kısmı ötekilerden üstündür. Binaenaleyh fazilet ve üstünlük ilave bir durumdan kaynaklanabilir. O ise Hatem veya Ferd’in veya İmam5ın bilebileceği ilave bir husustur, o bilgi bunların dışındaki kimselerden perdelenmişlerdir. Bununla birlikte her şahsın bir gayesi ve madubu vardır. Bunların dışındaki kimseler onun haki­katini ve aydınlığını bulamaz, onun ateşine ulaşamaz veya onun ışıkla­rını göremezler; aksine duyduklarında inkâr ederler ve topladıkları arasında onu elde edemezler. Onu kendilerine gösteren olsa, onu gösterenin yüzüne fırlatırlar ve ‘bu şeytanın bir süslemesidir5 derler.

' Bunlardan birisi de yüz altmış dokuzuncu bölümden ‘Tartışan ki­şi hasımlaşma olduğunda tartışır ve delil getirir5 bahsidir: One geçmiş bir hususla sana karşı delil getiren, hiç kuşkusuz, doğru bir işle delil getirmiştir. Bununla beraber o delil, sahibine fayda vermeyen bir delil iken taşıyıcısı da masum değildir. Yine de fayda vermese bile duyulur ve söylenir. Kendi şeriatında Allah Teâlâ bir hükümden vazgeçse bile ‘Yaptı­ğından dolayı sorumlu tutulamaz, onlar sorumlu olacaklardır.*2* Fakat insanların çoğu bunu bilmez. Böyle bir mesele işaretle ifade edilebilir, dolayısıyla açıkça söylenmez. Açıkça söylenmiş olsaydı bilgi olur, hüküm ortaya çıkar, bir anlayışa yol açar, her durumda kalpte netice meydana getirirdi. Onunla düşünen herkes düşünür, perdeler kendisi­ni örter, kapısı kilididir. Onu ifadeye çalışmak kapalılığı arttırırken açıklamak belirsizleştirir. Onun dışında sadece bütün ümmetlerin doğruluğu hakkında görüş birliğinde olduğu yoldan uzaklaşmaya yol açan işler ve yanlış yollar vardır. Bununla beraber kerim rabbin kendi­sinde bulunduğu sırat-ı müstakim hayır ve şerri, fayda ve zararı, gü­nah ve iyiliği içerir. ‘Her canlının perçeminden tutan O’dur, benim Rab­bim dosdoğru yol üzerindedir.’*29 Allah Teâlâ el-Berr ve er-Rahim’dir.

Bunlardan birisi de yüz yetmişinci bölümden (Kur’an’ı okurken) teğanni yapan kişi müstağnidir bahsidir: Kur’an okurken nağme yapa­rak okuyan, yani teğanni yapan kişi bizden değildir. Kur’an-ı Kerim’in hayrete düşürdüğü kişi, hiç kuşkusuz, büyük makam elde etmiştir. İbn-i Ümm Abd gibi Kur’an’a göre yaşayan kişi ise ne güzel kuldur! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona kulak vermiş, bu davranışı nedeniyle övmüş, geceleyin Kur’an-ı Kerim’i teğanni yaparak okuduğu için methetmiştir. Teheccüde kalkan kula ne mutlu! O sahabi zaviyesinde rabbine ibadet eder, kelamını okur, cezasından korkar, O’nun ayetlerini teren­nüm eder, kıyamet günü korkularını sayar. Bunun yanı sıra Hakkı önünde kabul ettiği için O’nun ayetlerinden haberdardır. Böyle bir kul bilgiyle dolmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ona dua etmiş ve onun adına mağfiret etmiştir. Bize ise kitabın menzilini ve mertebesini kendisi bildiği için Kur’an’ı kendisinden almamızı emretmiştir. Niçin o şahıs olmayalım ki? Öyle olursak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in nassı ve sözü bizi de kuşatır. Onu söyleyen kişi dünyadan ayrılmış olsa bile taşıyıcısı ve kabul edeni ayrılmamıştır. Bu ümmetin içinden böyle bir himmete sahip her şahıs, bu övgünün muhatabı ve mazharıdır. Bunun için müminler bütün gayrederini bu hususta harcamalı, aynı ciddiyete sahip olmalıdırlar. Demek ki Allah Teâlâ’nın cömertlik esintilerine hücum etmeniz lazımdır! Böyle yapınca Allah Teâlâ inayet ehli kullarına tahsis ettiği ihsanları size de tahsis eder.

Bunlardan birisi de yüz yetmiş birinci bölümden Tekellüf sahibi sufı değildir’ bahsidir: Tekellüf beden bakımından olursa, gayeye yarmaya tesir etmezken kalp yönünden olunca Rabbe karşı gevşeklik anlamına gelir. Hâlbuki Allah Teâlâ, (iyiler anlamındaki) Ebrar’a ve Hakka yakın kullara göre, gece ibadetine, gündüzü oruçla geçirmeye tercih edilmede herkesten daha layıktır. Bu itibarla Allah Teâlâ’ya tekellüf üzere ibadet eden kişi tasavvuf ehli değildir. Tasavvuf ahlak demekken sufı olmayan ahlaklanma, Allah Teâlâ’yı bilen ise tahakkuk (hakka’l-yakîn bilmek) peşindedir. Binaenaleyh sıfadari itibarıyla ahlak kendisine ait iken zatını müşahede etmek nedeniyle de hakka’l-yakîn öğrenir (tahakkuk). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i rüyasında gören, hiç küşkusuz, onu görmüş sayılır ve böyle bir rüyada görülen peygamberdir, başkası değildir! Hal böyleyken izzetin rabbi ve zorbaları zelil kılan rabbin hakkında ne düşü­nürsün? Allah Teâlâ’nın isimleri arasında el-Aziz, el-Kerim, el-Hakim vardır. İlahi sureti haiz olan ise en güzel surette yaratılmış Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem­dir. Böyleyken taşlanmış şeytan onun suretine nasıl girecektir? Şeytan surette tecelli ettiğinde, zikredilen söz sahih ve doğru olur. Kastedilen Hakkın var olanların aynısı olmasıdır, çünkü Hakk varlığın kendisidir. O’nun hükmü ise yüce makam nedeniyle peygamberin hükmünden farklıdır (Şeytan Hakkın suretinde gözükür fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in suretinde gözükemez). İtimat edilecek görüş budur. Bu konuda Allah Teâlâ’nın rahmetinin mevcut ve madum her şeyi kuşatmış olması ifadesi üzerindeki tevilleri bir yana atmalısın.                                                                                                   .

Bunlardan birisi de yüz yetmiş ikinci bölümde katıştırma ve telfıkin tahkikin bir parçası olmasıdır: Telfik âlemde yeni bir suret meydana getirmek maksadıyla bir varlığı diğerine katmaktır. Unsurlar birbirine katışmış olmasaydı, madenler, bitkiler ve hayvanlar ortaya çıkmazdı. Rahman Hakk, hayvanlık özelliğine konuşma-düşünme özel­liğini katmış, buradan insan-ı kâmil olduğu kadar nakıs demek olan hayvan insan meydana gelmiştir. Rahman’ın telfiki budur. Allah Teâlâ insam önüne almış, halifelik ve imamlık vermiş, onu haberdar, bilgili Hakk getirmiş, isimlerini tahsis etmiş, gökten yeryüzüne indirmiştir. Bu süreçte insanı toprakta bir bitki gibi bitirmiş, onun yaratılışında ölü ve diri (kısımlar) meydana getirmiştir. Bu itibarla insanda duyu sahibi olan kısım canlıyken hissiz kısım ölüdür. Bu evin niteliği böyledir. Allah Teâlâ onu güçlerle mamur kılmış, akıl ve hevayı ona yerleştirmiş, sonra da ‘Arzuna uyma’ demiş, insan ise arzusuna uymuştur: ‘Adem Rabbine asi olmuş, taşkınlık yapmış, sonra Rabbi onu seçmiş, tövbe ettirmiş ve hidayet etmiştir.’430 Allah Teâlâ Adem’i başıboş bırakmamıştır. Onunla düşmanlarını kızdırmış, meleklerini sevindirmiştir. Âdem Rabbinden kelimeler almış, kelimeler Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği en yüce hibe­ler olmuştur. Âdem muhabbetin hakikatlerini hakka’l-yakîn idrak etmiş, daha önce sahip olduğu mertebeye ve yakınlığa dönmüştür. Bu da zürriyetine de sirayet eden bir hükümdür ve bunu ortaya çıkartan onun yapısıdır. O halde ancak üzülen ve sıkılan vardır. Bununla bir­likte onun varlığı en yetkin varlıktır. Öğreneceksen bunu öğrenmeli­sin!

Bunlardan birisi de yüz yetmiş üçüncü bölümden hikmetin nimet olması bahsidir: Kime hikmet verilmişse çok iyilik verilmiş demektir. Allah Teâlâ ona karşı lütufkâr ve (durumundan) haberdardır. Latif olması, onu kendisinin bilmediği bir yönden bilmesi ve ona bilgi öğretmesin­den ibarettir. Bununla beraber o kişi öğretenin Allah Teâlâ olduğunu bil­mez. Perdeler onun bilgisinde ve öğrenişinde ortaya çıkar. Bu itibarla Allah Teâlâ kalemle kendisini perdelemiş, kalem suretinde kendisine tecelli ederek şöyle der: ‘Oku! Rabbin kerem sahibidir.’431 Allah Teâlâ onu sınamış, (sınayarak bilgi edindiği için) el-Habir olmuştur. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ her şeye güç yetiren anlamında el-Kadir’dir. Hikmeti isteyen nimet istemiş demekken kime hikmet verilmişse ona rahmet de veril­miş demektir. Buna sahip olan birisi üzerinde azap ebedi olursa, o kişi rahmetin varlığını kuşattığı birisi olmadığı gibi keşif ve vecd ehline göre hikmet ehli de değildir. Ona dönmeyi söyleyip onların ve rahme­tin hakkında böyle hüküm veren er-Raûf ve er-Rahim diye isimlendi­rilen el-Hakim ve el-Alim’dir. O cezalandırması şiddetli olan eş-

Şedidü’l-ikâb’dır. Bu konudaki şiddeti nedeniyle de bunun ardından cehennemliklere güzel bir varış yeri ihsan eder.

Bunlardan birisi de yüz yetmiş dördüncü bölümden mütehassısı için kimya ilminin takdir ve ölçmek anlamına gelmesidir: Nicelik mevcut veya mevhum (bir şeyi) ölçmek ve takdir etmek demektir, iksirin bilgisine ulaşan insan varlıkları ve olguları değiştirmenin bilgi­sine ulaşıp ruhlar ve bedenler âleminde dilediği şekilde hüküm verebi­lir. Öyle biri tedbir ve takdir ilmini haiz ‘iksîr’in sahibi, bir kelimeyle karanlık cisimleri aydınlatan biridir. Bu itibarla varlıkta ‘ol’ kelimesi­nin tesirine bakmalısın! Ol kelimesi madumu (yok olanı) mevcuda nasıl katar! Buna mukabil var olanı yok etmek özelliğine sahip değil­dir. Çünkü onun bir şeyi yolduğa çevirme özelliği yoktur: ‘Ol’ kelime­si rububiyetin ve ubudiyetin talep ettiği gerçek-var olan bir kelimedir. Onunla varlıklar dışta ve âlemde ortaya çıkar, bunun için yok olan hakkında ‘var oldu’ denilir. Yok olan için yokluk kendinden kaynakla­nırken varlık İlâhî ihsan ve cömerdikten ibarettir. Bazı kelamcılar bu taksimlerde kendisi nedeniyle -cisimlerin değilarazın yok olduğunu ileri sürmüşlerdir. Böyle söylemelerinin nedeni Allah Teâlâ’nın sürekli yaratı­cı olmasıdır. Sofisder ise her bir zamanda varlıkların tümünün yeni­lendiğini dile getirmiş, herhangi' bir varlığı veya olguyu ayırt etmeksi­zin hepsi hakkında bu hükmü vermişlerdir. Bütün mekânlıların araz­lardan meydana geldiğini bilen (arif) ise bütün bu görüş ve niyederi uzlaştırır.

Bunlardan birisi de yüz yetmiş beşinci bölümden talebin edebin bir parçası olmasındaki sırdır: Allah Teâlâ’nın karşısında hakkıyla edep sahibi olmak talebin anlamını hakkıyla bilinde bulunabilir. Allah Teâlâ seni O’ndan iste ve talep et diye yarattı. Sen son derece yoksul ve zelil bir varlık olduğun için, Allah Teâlâ’dan izzeti ve zenginliği istemelisin ki her yönüyle övgüyü elde edebileşin! Allah Teâlâ’nın seni kendisiyle övdüğü her iş iyi bir övgüdür. Bu itibarla sen zelil, yoksul ve yitirmiş olduğun kadar başka bir açıdan izzedi, zengin ve övülensin. Demek ki sana nispetle bir kınama söz konusu olmadığı gibi Hakkın sana vermiş olduğu sıkıntı veya cefa yoktur. Allah Teâlâ kendinden şöyle söz eder: ‘Ben cefa eden bir rab değilim.’ Bu söz yeterlidir. Allah Teâlâ’nın yüce şanına (O’nun) el-Aziz ve el-Hamid (diye isimlendirilmesinden) daha layık bir övgü yoktur. Öyle ki kulu kendisiyle övdüğü bütün ifadeler bu isimlere denk olamaz. Bu itibarla kul kendisiyle övülen veya kınanan bütün isinılere göre genel övgünün sahibiyken övgüler içinden özel övgü Hakka aittir. Nitekim naslar böyle bildirmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın eli kapalıdır’ diyenler, yanlış bir söz söylemiş, ‘Allah Teâlâ fakirdir’ diyenler kâfir olmuş­tur. Bununla beraber bu ifade kul adma bir övgü olabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ varlık itibarıyla mükemmel olandır. Bunun yanı sıra övgü olan bir söz ve ifade söyleyenin inancına ve niyetine göre kınama anlamı taşıyabilir. Söyleyenin maksadıyla kötü olan durumlara misal olarak, din işinde ve malda cimrilik etmek, geçiciyi talep ederken hırslı dav­ranmak, ahiret hayatında insana azap getirecek bilgi ve amel peşinden koşmayı verebiliriz. Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği ve lütfettiği hususları iyice düşünmelisin!

Bunlardan birisi de yüz yetmiş altıncı bölümden teşvikin edep olmasıdır: Teşvik tesir ve izdir. Edep ise izi takip etmektir. Arzusuna tabi olan insan gayesine ulaşamaz. Bununla beraber arzusuna uysa da gayesine ve emeline ulaşması kaçınılmazdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti geniştir ve her şeyi şamildir; hiçbir yer ve diyar ilâhı rahmetin üzerin­de hüküm sahibi olmadığı gibi herhangi bir duruma da mahsus değil­dir. Bütün varlıklar rahmetin çocuklarıyken onun binasını nasıl tahrif edebilir ki? Binaenaleyh sadece rahmetin iyilik ve nimetleri vardır. Rahmet bir anadır ve oğullarını terbiye edişine nimetlerini sığdırmıştır. Bu itibarla rahmete rağmen (Hakkın) cezalandırması, alimlerin dışında rahmetin çocuklarının farkına varamayacağı bir edep ve terbi­ye tarzıdır. Öyleyse imanın genelliği nedeniyle eman ve emniyet için­de olmalısın! iman geneldir, çünkü naslarda bâtıla iman yer aldığı gibi Hakka iman da yer almıştır. Demek ki her müminin hali iyidir, hiçbiri bâtıl değildir! ‘Maminlere yardım etmek üzerimize bir haktır.’432 Yakın gelene kadar rabbine ibadet etmelisin. Yakîne ulaşınca kime iman ettiğini öğrenirsin. Edep (sofra anlamındaki) me’debe’den türetildiği için bütün hayır ve iyilikleri kendinde toplar. Onunla nimedenen en üstün kişi ‘Zor bir günde yakın yetimi ve yoksulu (doyuran)’*33 kişidir.

Bunlardan birisi de yüz yetmiş yedinci bölümden ‘Sevilenlerin en azizi arkadaşlardır’ bahsidir: Şöyle denilir: Sana göre en sevimli kişi ve senin gözünde en izzetli insan kimdir? Şöyle der: ‘Arkadaşım ve dos­tum olunca kardeşimdir! Öyle biri bulunduğum her durumda ve hal­de refıkimdir.

Benim arkadaşım tasa ve endişelerime karşı yardım eden kişidir Bana saldırana karşı beni savunandır arkadaşım .

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in (a.s.) arkadaşları hem dünyada hem ahirette yüce makamı elde eden kimselerdir. Başka bir ifadeyle onlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e sahabe olmak sayesinde imanda Allah Teâlâ’ya yakınlık derece­lerinin en üstününü elde etmişlerdir. Hiç birimizin onların derecesine veya onun yarışma ulaşması onların vasfıyla nitelenmesi mümkün değildir. Biz ihvan, yani kardeşleriz; bize ait olan ‘emandır’. Onlar ise sahabedir, dolayısıyla onlar sevilenlerdir (ahbab). Sahabe, olmak ile ittiba, yani uymayı aynı anlamda kabul eden hakikat ehli, sonrakini öncekine katar. Bu meyanda önce gelen sahabenin mümeyyiz vasfı, maksat gerçekleşmiş olduğu için, görmenin dünyada gerçekleşmesidir. Bununla birlikte görmek, saadete ulaştırmada tek başına yeterli değil­dir. Delil bu hükmü verirken yol da bunu ortaya koyar ve doğrular. Pek çok insan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i görmüş, fakat iman etmediği için bedbaht olmuştur. Ona ittiba etmeyen kimse (sadece görmek nede­niyle saadete) ulaşamaz. Başka bir ifadeyle Peygamber’i görmek her­kesi gayeye ulaştırmamış, arzularına ulaşmaktan mahrum kalmıştır. İşin esası Peygamber’e uymak ve tabi olmak iken insanı saadete ulaştı­racak şey hidayettir. Sahabe nimete dünya hayatında nail olmuştur. Böyle bir insan yakınların yakınıdır.

Bunlardan birisi de yüz yetmiş sekizinci bölümden ‘Akrabaların en izzedisi mukaribdir’ bahsidir: ‘Mukarib’ Rahman’dan gelen bir şefkate sahiptir, çünkü o akrabalardandır. Bu sebebe ilgi göstermemi­zin nedeni, Rahman’ın ortaya koymuş olduğu nesep ve bağ olmasıdır. Allah Teâlâ bizimle arasında nesep yarattığını, onun ise takva olduğunu bize bildirince, biz de takvayı ‘sebep’ edindik, Allah Teâlâ’dan O’nun vasıtasıyla sakındık. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’m! Senden sana sığınırım’ demiştir, biz de kendisine ‘bunu senden aldık!’ deriz. O hüccet sahibidir ve delili bize getiren odur. Hüccet-i beyza (apaçık delil) ve şaşırtıcı delil onundur. Onun ümmeti ise tertemiz kimselerdir. Aynı zamanda nur kuşanmış kimselerdir. Nur kuşanmış olmaları delillerinden kaynakla­nır. Böyle bir temizlenme niteliği başkalarına tahsis edilmiş olsaydı, ümmet-i Muhammed’e böyle bir şey tahsis edilmezdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Muhammed ümmeti diğer ümmetler içinden sahip olduğu nur saye­sinde ayrışır’ buyururken buna dikkat çekmiştir. Ayet ve hadisler (abdest organları gibi) belirli uzuvların temizliğine dikkat çekmişken biz de onların temizliğini pekiştiririz. Allah Teâlâ onu bizim için nur kılmış, nuru bize giydirmiştir. Böylece bu farklılık ve bildirmeyle birlikte en değerli makam, en şerefli makam ve şeref onlara mahsus olmuştur. Kim temizliğini tamamlar ve kemale erdirirse, Allah Teâlâ onun nurunu kemale erdirir; kim abdest alırken organları iki veya üç kere yıkarsa, bir kere temizleyene göre daha çok rahatlık ve ferah kazanır. Bir kere temizleyen mukarib (yaklaşmaya çalışan), ekleme yapmaksızın, iki ile üç kere temizleyen ise daha yakın olan anlamında ‘akarib’ sayılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün insanlara gönderilmiş olduğu için bütün suretlerle zuhur etmiştir. Onların arasında kazanan, zarar eden ve bu hususta yukarıda veya daha aşağıda bulunanlar vardır.

Bunlardan birisi de yüz yetmiş dokuzuncu bölümden ‘Birleyen kimse ilhada düşer’ diyen arifin sözünün anlamıdır. Bir yoruma göre, ‘birleyen kimse (men-vahhade) ilhada düşer’, cümledeki men (kimse) edatından dolayı söylenmiştir. O edat çokluğu ve sayıyı talep eden bir edattır. Bu yorumu edatın kısım ve parça (teb’îz) bildirmek amacıyla kullanılıyor olması destekler. Bu cümlenin doğruluk oturağında söy­lenmiş doğru ve hakiki bir ifade olduğundan kuşkuya düşmeyiz. Çün­kü birleyen kişi, Hakka yönelmiş, O’nu birlemiştir. İlhada düşen an­lamındaki mülhit de Arapça’da meyleden ve yönelen anlamına gelir.

Kul bu anlamıyla ilhada düşüp (Hakka) meylettiğinde, tüm emelleri­ne ulaşmış olur. Makbul sözlerden birisinde de ‘İlhada düşen kişi ebedileşir’ denilir. Fakat burada da ilhadın sözlük anlamı dikkate alınmıştır. İşin böyle olması kaçınılmazdır ve hiçbir yaratılmış bundan kaçınamaz. Araftakilere bakınız! Onlar bu ölçüde nitelenme derecesi­ne ulaşamadıkları için, cennet ile cehennem arasında kalmışlardır. Binaenaleyh onlar kötülerle beraber olmadıkları gibi seçilmişhayırlılarla da beraber değillerdir. Onlar yerleşme yurduna veya azap yurduna tahsis edilmemiş insanlardır. Bu karıştırma olmasaydı, kötü­lük ile iyilik arasında bulunmazlardı. Ebrar için ahiret yurdu ne güzel bir yer iken günahkârlar için ceza yurdu ne kötü bir yerdir! Onların terazilerinin kefeleri denk olmuştur ve onların özelliği budur. Allah Teâlâ yaratıklarını kıyamet günü yükümlü tutacağı secdeyle onlara ihsanda bulunmamış olsaydı, bu hal üzere kalırlardı. Secde ediciler secde ettik­lerinde, terazide iyiliklerin bulunduğu kefe ağır basar, kişi saadete ulaşır, (cennet ile cehennem arasındaki) surdaki esaretten kurtulur, saadet yurduna erer.

Bunlardan birisi de yüz sekseninci bölümden ‘Şirk koşan maliktir’ bahsidir: Ulûhiyete ortak getirmek ve şirk koşmak kınanmış bir iş iken bunu yapan da mahrumdur. Kulların niteliğinde, şirk kınanmış ve övülmüş işler arasındayken onunla nitelenen insan merhamet edi­len ile mahrum bırakılan arasında bulunur. İşi ve hakikati bilene göre Hakk’tan başkasına ait bir ad yoktur. Bu itibarla yaratılmışların isimleri Hakkın isimleridir. Öyleyse tahakkuk ederek neyle ahlaklamlacaktır? Allah Teâlâ biliyor ki, O’na iftira etmedim, herhangi bir şeyi nispet etme­dim, O’nu bir vasıfla nitelemediğim gibi manasını da bir harfe sok­madım. Allah Teâlâ kendisini bizim için isimlendirdiği gibi isimlendirmiştir. Bütün isimler nihayette Allah Teâlâ’ya dayanır. Allah Teâlâ sevinmiş, neşelenmiş, öfkelenmiş, bıkmamış, şaşırmış; kısaca kullarının gittiği her yoldan ve her yana gitmiştir. Allah Teâlâ kadim, ben hâdisim! Ortaya çıkmış yeni bir isim yok!

Bunlardan birisi de yüz seksen birinci bölümden ‘Yolculuğa çıkan yerleşir’ bahsidir: Varlık O’nun varlığıdır. Bu nedenle kullar O’ndan ve O’na doğru yolculuk eder ve yerleşirler. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın seçtiği kimsenin yolculuğu, Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ’ta gerçekleşir. Kerim Rab dosdoğru yol üzerindedir. Burada Allah Teâlâ üzerinde bulunduğu durumu ortaya koymuş, fakat O’ndan başka kimse yoktur. Allah Teâlâ’ya kimin ulaşacağını düşünmelisin! Allah Teâlâ senin afiyetini dilediği için elini alnına yerleştirmiştir ki, bu da, O’nun kereminin ve ezeli lütfunun bir parçasıdır. Binaenaleyh doğrunun dışında bir yol olmadığı kadar her­kes sağlam bir yol ve yöntem üzeredir, çünkü herkes el-Kerim’in eli­nin altındadır. Hiç kuşkusuz büyük bir nasibe nail oldun: ‘Ey insan! Seni kerim Rabbine karşı kışkırtan nedirT*34 Burada delili zikrederken karşı delili de açıklamış, bu sayede insan ‘senin keremin beni kışkırt­mıştır’ diyebilmiştir. Kerim ise kendisine zarar vermez, çünkü Allah Teâlâ ismi hakkında kıskanç olduğu gibi kulunun kalbinde ve bedeninde o ismi baki kılar.

Bunlardan birisi de yüz seksen ikinci bölümden ‘Yerleşen kişi ay­rılmamıştır’ bahsidir: Hal yer değiştiren ve değişen demektir. Kim kendine inzal olunanı sürekli tekrar ederse, onun başlangıcıyla sonu birdir ve bu sayede O’nun bütün isimlerini (ahlaklanma yoluyla) elde eder. Demek ki yerleşen ayrılan kişi olduğu kadar ancak ayrılan kişi yerleşir. Onun ayrılması yerleşmesi demek iken yerleşmesi de ayrılma­sı ve başkalaşmasıdır. Hepsi O’nun yoludur. Bu durum ancak harfler­de geçerli olabilir ki harfler ‘zarf demektir. Okuma ve tilavet esnasın­da mananın tekrarlandığını düşünen kimse okuduğunu hakkıyla oku­mamış demek iken bu durum onun bilgisizliğine delildir. Kimin okuması kendisine daha çok bilgi kazandırır ve her defasında yeni bir hikmet ortaya çıkartırsa, böyle bir insan gerçek okuyucudur. Allah Teâlâ’nın kuluna dönük inayetine bakmalısın! Allah Teâlâ tilavet ederken -kadim ol­masına rağmenkuluyla münacat ettiğini ve onunla karşılıklı konuş­tuğunu bildirmiştir. Kul ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya mahsustur5435 deyince Allah Teâlâ ‘Kulum beni övdü’ diye karşılık verir. Burada Allah Teâlâ kulu kelamını okurken kendisini ‘tali’, yani kulunu takip eden mesabe­sine yerleştirmiştir. Sonra Allah Teâlâ işi kuluyla arasında taksim etmiş, varlığını kulun varlığından ayrıştırmıştır. Bazı insanlar varlıkta mutlak birliği dile getirmiş olsa bile Allah Teâlâ ayrıştırmış, farklılaştırmıştır.

Bunlardan birisi de yüz seksen üçüncü bölümden, ayrılış esnasın­da topuktan ortaya çıkan şeyin ne olduğu bahsidir: Topuğun açılması, şiddet ve güçlüğü bildirirken aynı zamanda hükmün süresinin sürade gerçekleşmesini de ifade: eder. Her sıkıntıyla beraber bir kolaylık var­ken güçlüklerin sona ermesiyle rahadık ortaya çıkar. Kim izzetli olursa zayıflar; kim muhtaç olursa, borca girer. Onun gevşekliği ve zayıflığı küçümseyerek ve zahit olarak terk etmesi demektir. Daha doğrusu kaşıdı olarak talebini terk demektir. Bir ihtiyacı olmaksızın borçlanan, nakıs himmetlidir. Kimin marifeti kendisinin üzerinde hüküm verirse, hiç kuşkusuz, borç almayacak şekilde müstağni olsa bile, himmeti eksiktir. Bilginin öne geçmiş olması, onu borç mesabesine yerleştir­miş, ezeli bilgisinin otoritesi ve gücü nedeniyle onun hükmü altına girmiştir. ‘Her şeyin hâzineleri katımızdadır,’436 Borçluluk bir şeydir ve Allah Teâlâ O’nun hazinedarıdır. Bu nedenle onun eserinin kullarda tezahür etmesi gerekir ki vahiyde de böyle bildirilmiştir. ‘Keşf-i sâk (topuğun açılması)’ tabiri ‘keşefet el-harb an sakiha’ deyiminden gelir. Çatışma ve kalkışma şiddetlendiği için, yükümlülük artmıştır. Rabbin de me­leklerle beraber buluttan gölgeler içerisinde gelir. Rab (hakları) ayır­mak, hüküm vermek ve hükmünü uygulamak maksadıyla gelir, sorgu şiddetlenir, sıkıntılar çoğalır, herkes toplanır. ‘Bir grup cennete, bir grup ateşe!’437 En nihayetinde her şey nimete varır.

Bunlardan birisi de yüz seksen dördüncü bölümden zatı ve sıfatı bilmek ve tanımak bahsidir. Maruf olan zat iken malum olan sıfatlar­dır. ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Kalp tanımadığı rabbini sığdıramaz. Bilgi alamet vasıtasıyla bir şey hakkında elde edilen bilgiyken âlem ‘alamet’ kelimesinden türetilmiştir. Dolayısıyla zat -kendisi mutlak ve sınırsız olsa bilemukayyet, yani sınırlı olarak bilinebilir. İşte ben eşyayı böyle öğrendim ve hakkıyla tanıdım! Mutlaklık Rab ve kul için sınırlama demekken tahdit, yani sınırlama ise karıştırma ve elbisedir; karıştırma sınırlamada tezahür eder. Öyleyse karıştırmaktan sakınman gerekir, nefiste gerçekleşen en gizli karıştırma budur. el-Mürid’in bilgisi karşısında insanlar nerededir! Onlar ‘yeniden yaratma’ hakkın­da kuşkuya ve karışıklığa düşmüş olanlardır. Kastedilen her nefeste gerçekleşen yaratmadır. Allah Teâlâ da her nefeste suretten surete girer. Bunun farkına insanların pek azı varabilir. Marifet kaynağın birliği demekken bilgi müşahede edilenin ikiliğidir (bilen ve bilinen). Bu itibarla bilgi İlah ile ilgiliyken marifet Rable ilgilidir ve benzerliği ortadan kaldırır. Marifet sayesinde ortaklık kalkarken kuşku da onda gerçekleşir. Zat meçhuldür, dolayısıyla O’nun illet veya malûl olduğu söylenemeyeceği kadar hakiki bir hakka ait olduğu da söylenemez; herhangi bir meşruta ait şart olduğu veya herhangi bir delilin medlulü olması da söylenemez. Delilin yönü delili medlûle bağlarken zat her­hangi bir şeye bağlı değildir. Şardardan söz eden başarısız kalmış, hataya düşmüştür.

Bunlardan birisi de yüz seksen beşinci bölümden ‘muhabbet menzilinde sevenlerin mertebeleri’ bahsidir: Sevenler mahbûbun, yani sevilenin erbabı ve kapının ardmda bulunanlardır. Seven bir iddia sahibidir ve bu nedenle sınanmaya müstehaktır. Muhabbet iddiası olmasaydı, yükümlülük gerçekleşmezdi. Muhabbet olmasaydı sevilen el-Latiften bir karşılık talep etmezdik; dilerse vuslat, dilerse ayrılık olur! Bir kişi O’nu sevdiğini iddia ederse el-Latif kendisini sınar. De­mek ki seven imtihan edilirken sevilen başkalarından korunmuş ve uzak kalmıştır. Bu nedenle gözler O’nu idrak edemezken O gözleri idrak eder. Sevenlerin muhabbette bir menzili vardır: Yakın sevenler varken uzak sevenler de vardır. Seven uzak olunca, yakınlık kazana­maz. Uzak değilse yakındır. Sevgilinin yakınlığı nitelikteki ortaklıkla gerçekleşirken uzaklığı nitelikte ortaklığın bulunmayışı anlamına gelir. Marifet bu hükmü ve bilgiyi vermiştir. ‘Bana ancak bana ait olmayan bir şeyle yaklaşabilirsin.’ Bu söz kendisine yaklaşmak isteyen bir veliye Allah Teâlâ’nın söylediği sözdür. Allah Teâlâ’ya ait olmayan özellik zillet ve muhtaç­lık iken bu itibarla Allah Teâlâ el-Gani, el-Aziz ve el-Cebbar’dır. Mütekebbir de evin kapısının ardında bulunur. Ortaklık ve iddianın ortaya çıkart­tığı hususlara bakmalısın. O bedenden, akıl ve ruhtan soyudanmıştır ve bu nedenle bu nitelikteki birisine ancak el-Kuddûs ve es-Subbûh tecelli eder. Mutlak hakikati tenzih eden kimse varlıkta bir ortaklıktan söz etmez.

Bunlardan birisi de yüz seksen altıncı bölümden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. Halil’e katılma tarzının ve yolunun izahıdır: Salâvat geti­rirken ‘Allah Teâlâ’m! Âlemlerde İbrahim’e salât (merhamet) ettiğin gibi Muhammed’e salât eyle!’ deriz. Hz. İbrahim’e yönelik salât ve mer­hamet, bu Hakk sahip Ebrar ve Hakka yakın kullarca bilinir. Hâlbuki bu salâvattaki ifade nerede, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu ‘Kıyamet günü insanların efendisiyim’ hadisi nerededir! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her bir ümmet ve grup adına şefaat kapısını açacak kimsedir; içlerinde Halil İbrahim’in bulunduğu diğer peygamberler o kapıyı açamaz. Hâlbuki Hz. İbrahim’e bu değerli ve üstün makam tahsis edilmiştir. Hz. Âdem’e secde edilmişken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e müşahede makamında makam-ı mahmûd (hamd makamı) verilmiştir. Acaba dosduk bütün dinleri şamil olan genel dini getiren ve bütün delillerin yöntemlerini kendinde toplayan cevamiü’l-kelîm’in verildiği Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğiyle mi gerçekleşir? Dostluğa ancak eksikliğini gideren (kemale eren) kimse ulaşabilir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem cennette vesile ma­kamının sahibiyken bu makama ancak ümmetinin duasıyla ulaşır. Buna rağmen onun ümmetinin fazileti nerede, peygamberin fazileti nerededir? Yine de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin duasıyla vesile maka­mına ulaşmış, kendisi için dua edilen, dua edenden üstün olmuştur. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e getirilen salâvatın Hz. İbrahim’e getirilen salâvata niçin benzetildiğini iyice öğrenmeli ve idrak etmelisin! Biz (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğine) iman eden müminler, onun efendiliğini ve kulluğundaki özel durumunu bilen kimseleriz. Makam­ı mahmûd nerede, (Hz. Âdem’e ait) ‘secde edilme makamı’ nerededir? Hakka yakın kullar ve Ebrar, taştan ve topraktan yapılmış bir binaya ‘secde ederler’. Demek ki en üstün ve değerli makam ve yüksek şeref, makam-ı mahmûd’a tahsis edilen Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir.

Bunlardan birisi de yüz seksen yedinci bölümden âşıklara mahsus şevk ve iştiyaktır: Şevk kavuşmayla sakinleşirken iştiyak uzaklıkla bir­likte artar ve pekişir. Onu ancak âşıklar bilebilir. Kavuşmak nedeniyle ıstırabı dinen biri, hakikatleri bilenlere göre, gerçek âşık değildir. Elbisesine ateş düşen biri nasıl sakin kalabilir ki? Böyle biri temkin ehli olabilir mi? Ateşin alevi ve bir gücü vardır. Bu nedenle o kişinin hareket etmesi kaçınılmazdır. Hareket ise darlık ve sıkıntı demektir. Demek ki her kim sakin ise o kişi âşık değildir! Nasıl sakin olunabilir ki? Yoksa aşkta gizlilik mi vardır? Hayır! Aşk bütünüyle aşikâr iken onun makamı ortaya çıkmak ve yayılmak demektir. Âşık iradesiyle hareket edemeyeceği gibi sevdiğinin hükmünün altında da değildir; o sadece aşkın hükmü altındadır. Muhabbet ancak böyle davranmayı gerektirir. Seven herkes kendini sevmiştir veya her âşık kendi mana veya duyusuna âşıktır. Bu nedenle âşıklar ayrılık sebebiyle acı duyar, kavuşmakla gerçekleşecek hazzı talep ederler; hâlbuki onlar nefisleri­nin hazları peşinde koşanlardır! Söz konusu kimseler âşıklar içerisin­deki en üstün kimselerdir. Onlar işleri ve Hakkın perde ardında sak­lamış olduğu hususları bilenlerdir. Binaenaleyh sevenin sevgilisine karşı minneti yoktur, çünkü o matlubuyla birliktedir. Onun madubu ve gayesi, gözünün kendisiyle aydınlanıp varlığının sevinç dolduğu şeydir, başka bir gayesi ve peşinden gittiği yoktur. Bu itibarla seven sevgilinin arzu ettiği uzaklığı talep etmiş olsaydı, bu istekle emir ara­sında helak olur, sevmek hakkındaki iddiası sahih olmayacağı gibi sevenlerden birisi olamazdı. Bunu iyi düşün ki, anlayabilesin!

Bunlardan birisi de yüz seksen sekizinci bölümden haşmet ve hürmet bahsidir: Hürmet olmaksızın bir menfaat meydana gelmeye­ceğine göre sen de hürmetli olmalısın! Hibe ancak haşmetli olandan gelirse fayda verebilir. Sen de haşmetliye saygı göstermelisin! Hizmeti yerine getirirken hürmet ve saygıyı bir yana atan kimse, hiç kuşkusuz, başarısız kalmış, kurtuluşa ermemiş, zarara maruz kalmış, kâr etme­miştir. Hizmet eden şımarmaz ve zelilâne bir şekilde davranır. Hiz­metkâr soru sormaz, nazlı davranmaz. Hizmet eden (efendi karşısın­da) yıkayıcının elindeki ölü gibi kendini bırakmazsa, efendiden hiçbir fayda elde edemez. Hizmetçi hizmet edilenin huzuruna girip de itiraz ederse, kalbinde hastalık var demektir. ‘Allah Teâlâ onların hastalıklarını art­tırır, onlar için yalanlamalarına karşılık şiddetli bir azap vardır.’438 Onlar bunu fark etmez ve bilmezler. Kalbin kime karşı saygısını yitirirse, o senin efendin değildir; tekrar kendisine karşı hürmet duygusu kazanmcaya kadar ona hizmet etme ve onun sohbetinde bulunma! Kal­binde tekrar saygıyı bulduğunda, kendisine dönersin. Allah Teâlâ ehlinin benimseyip itimat ettiği görüş budur. Kuşeyri eserinin ‘şeyhlere hür­met’ bahsinde bu hususu zikretmiştir. Bütün görüşlere ve mezheplere göre, insan hürmetle arzularını elde eder, gayesine ulaşır. Kim bir taş hakkında hüsnü zan sahibi olursa, kendi yolunda ve görüşünde, on­dan faydalanır.

Bunlardan birisi de yüz seksen dokuzuncu bölümden semâ nede­niyle hareket etmek bahsidir: (Hareket dediğimiz) ika esas itibarıyla ölçüler demektir. Allah Teâlâ teraziyi ortaya koymuştur ve bütün varlık ölçülmüştür. Aldanma ve mahrum kalma! Allah Teâlâ her şeyi belli bir öl­çüyle indirmiştir ki, o da anlaşılan ölçü ve tartıdır. Hâdis işlerde ve kadimde el-Hakim ismi Allah Teâlâ’ya aittir. Terazi hüküm verici olduğu gibi taksimler onun vasıtasıyla ortaya çıkar. Bunlardan birisi de semâ ne­deniyle hareket etmektir. Semâ sahibinin hareketi mülk âleminden dürüst bir şekilde fenaya erdiğinde feleklerin hareketi tarzmdadır. Hareketi nefs kaynaklı olduğunda ise kutsî değildir. Bunun alameti elbiselerle işaret, arkaya veya öne doğru yürümek, bir yönden başka bir yöne sallanmak, giden ve dönenin arasında hareket etmektir. Böy­le birisi semâ etmediği gibi onda bulunduğu yerde gerçekleşen sesle­rin de tesiri olmamıştır. Böyle bir insanın kardeşlerinin arasından uzaklaştırılması ve mahrum bırakılmasında şeyhler görüş birliğine varmıştır. Semâda sesleri duyduğunü iddia edip de vecd/vücûd sahibi olmayan biri perdelidir; perdeli ise kovulmuştur. ‘Ol’ sözünden varlık­tan başka ne çıkabilir ki? Bu durum bütün varlıklara yayılmıştır ve bu nedenle ‘yok etme’ irade ve meşiyete bağlanmıştır. Sen de (ayların yerini değiştirmek anlamındaki) nesi ile alış veriş yapma!

Bunlardan birisi de yüz doksanıncı bölümden hakkında görüş bir­liğinin gerçekleştiği semânın mahiyetidir: Hakkında görüş birliğinin gerçekleşmiş olduğu semâ, rabbani söz veya ilâhı tesirden meydana gelmediği gibi öyle bir semâ örfte bilinen nağmelerle de sınırlı da

değildir. Semâyı öyle anlamak tam bir cehalettir. Bütün oluş ve varlık semâdır, fakat bu durum kulağı olan için böyledir. Sağırlık bulunan biri herhangi bir gün hayretten rahadamayacağı gibi ondan bir iş ve fiil de meydana gelmez. Kalbiyle ve organıyla semâ edene göre gece düne benzemez; sen gece o dündür! Böyle bir şeyi yitirdiği için yük­sek sesi nasıl olabilir ki? Onun azabı nispederin yokluğuyken meşguli­yeti de bu nispetlerden dolayı eğlenmek ve neşelenmekle sınırlanma­dır. Nispeder İlâhî ve rabbani kimseler adına yakınlık anlamına gelir. Mutlak semâ Hakk ile tahakkuk eden için olabilir. Öyle biri ol (kürı) sözünü herhangi bir varlığa tahsis etmediği gibi belirli bir varlığa özel olarak yönelmez. Her varlık kendi haline ve durumuna göre o sözü duymuştur. Semâ’yı ölçülerle ve taksim edilmiş naiğmelerle sınırlayan kimse -kül, -yani bütün değilparça sahibidir. Efendisi üzerinde ise bütündür (kül). Efendi onun hakkındaki ilk ‘zahittir’ ve bu nedenle onu seçmez. Hakk ile tahakkuk eden biri mutlakı nasıl ifade eder ki? Kimin sınırlayışı varlığa sirayet ederse (kim varlığı sınırlı idrak eder­se), onun imanı, bilgisi sahih olur, tecrid ve tevhidi ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de yüz doksan birinci bölümden Allah Teâlâ’nın isimle­rinde velilerine olan ikramları bahsidir: Allah Teâlâ’nın isimlerinde tasarrufeden kişi O’nun velilerindendir. İsimler kulların hükmüne bağlıdır ve bu nedenle varlıkta onlarla ahlaklanmak, hatta maksadı teşkil eden tahakkuk mümkün olabilmiştir. Muammayı çözen kişi, kendisiyle ahlaklanma mümkün olmadığı için -belki onunla tahakkuk edilebilirisimlere delalet ettiklere şey bakımından bakmaz. İsimlerin iki tür delaleti var olduğu gibi iki de taallukları vardır: Birincisi bütün isim­lerin tek bir isimlendirilene delil teşkil etmeleridir. O isimlendirilen, herhangi bir ilave durum olmaksızın, bütün isimlerin kendisinde bir­leştikleri hakikattir. Matlup olan delalet ise isimlerin -lafız ve yapı itibarıyla ayrıştıkları gibikendilerine mahsus özel anlamları hakkındaki delalederidir. Bahsedilen yapıdaki farklılığa misal olarak Alim, Alîm, Allam isimlerini verebileceğimiz gibi lafızdaki farklılığa da bu isimlerin yanı sıra Halik, Kâdir gibi hükümleri de farklı olan isimleri verebiliriz. İsimlerdeki bu kısımları incelemelisin! Onları öğrendiğin­de, bütün yaratıkların önüne geçip saygın meleklerin önünde duran imam olursun. Baban Adem’in ilmi isimlerin bilgisiydi. Gıdan o ol­sun, ondan mahrum kalmayacaksın! Binaenaleyh kıyamette kendisine ulaşamayacağın herhangi bir ikram ve keramet ikram sayılmaz. Bu konuda mizah tarzındaki istidraçtan (keramet görünümlü tuzaklar­dan) sakınmalısın!

Bunlardan birisi de yüz doksan ikinci bölümden yaratıklara mah­sus ikram bahsidir: Yaratıklar hakkındaki ilâhı ikram, görmek, müşa­hede ve kelamdır. Görmek temenni edilen şey iken müşahede görenin rüyeti ve görmesidir. Bu görmek ise (Allah Teâlâ hakkındaki) akidelere raci bir durumdur. Bu itibarla akideler (Allah Teâlâ’yı kıyamet günü) tanır, (bazı suretlerde ise) inkâr ederken rü’yet anlamındaki görmekte inkâr olmaz ve görürsün. Kelam ise tesir eden şey demektir ve taksim edilmez; taksim edilince kavil (söz) haline gelir. İlahi minnet ve güç onda bu­lunur. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim bütünüyle ‘Allah Teâlâ dedi ki (kavi)’ şeklindedir; onda ‘Allah Teâlâ tekellüm etti’ ifadesi geçmez. Bununla bera­ber kendisinde kelam zikredilmiştir. Fakat bu ifade Hz. Musa’yı teşrif amacıyla zikredilmiştir. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kelamı getirmiş olsaydı, kimse onu inkâr edemezdi, çünkü kelam (yara ve tesir anla­mındaki) kelemden gelerek inkâr edene ve reddedene tesir eder. Ayet­

i   kerimede ‘Allah Teâlâ M usa ile konuştu439 denilir. Onu nasıl da sağlam ve doğru bir yola sevk etti? Kelamı kendisine tesir etmiş, hükümleri ortaya çıkmıştır. Söz tesir edince zatı gereği tesir etmez; İlâhî ihsan ve kudret nedeniyle tesir edebilir. Demek ki söz (kavil) ile kelamı ayırt etmelisin! Onları ayırt edersen celal ve ikram ehlinden olursun. Vahiy ile ilhamı, uykuda ve uyanıkken gelenleri ayırmalısın.

Bunlardan birisi de yüz doksan üçüncü bölümden saadeti adette görmek bahsidir: Şehadet âleminde adet hikmeti, yinelenme ve tekrarı kabul anlamına gelir. Ona iman insana saadet kazandırır. (Dönmek anlamındaki) âdet Hakkın yaratılmışlara dönmesidir. Bununla birlikte tekrarlanırken suretler farklılaşır. Burada başkaların varlığını ispat söz konusudur ve dolayısıyla kınanacak bir şey yoktur, çünkü bu bilgi sahih bir bilgidir. Varlıkta gözde gizlense bile tekrar denilecek bir şey yoktur. Varlık benzerlerden ibarettir ve bunu rical, yani Allah Teâlâ adamla­rı bilir. Varlıkta tekrar olsaydı, İlâhî kudret sınırlanırken Allah Teâlâ’nın elVasi isminin anlamı kalmaz, sonsuz sayıda mümkünler ortaya çıkmaz, övgünün kendisiyle gerçekleştiği (sonsuzluk ve mutlaklık) hususlar tezahür etmezdi. Bu itibarla talaktan sonra ric’îliği, yani geri dönüşü kabul eden, gerçekte boşamamış sayılır. Böyle biri ya hakkında konu­şup kesin bildiği hususta kuşkudadır veya ahmaktır. Biz bu anlamları bilen arif ve akıllılarla konuşuyoruz. Akıllı insan bahsettiğimiz husus­lardan habersiz değildir. Ricî talak cahil ve ahmak için rahmettir. Allah Teâlâ adamlarına ricî talaktan söz etmiş olsaydık, onların ittifakla dile getirdikleri düşünceyle çelişirdik. Onlara göre ricî talak yeni bir nikâh akdi demektir ve bu nedenle şahitliğe veya onun yerini alan bir hare­kete ihtiyaç duyar. O da boşayandan başka bir sahipten meydana gelmelidir. Bütün muhakkiklere göre durum böyledir. O halde sır ehlinin görüşü, âdet (yenilenme ve dönüş) olsa ve yeniden yaratmaya (iade) iman olsa bile, bunun bir tekrar olmayacağıdır. Burada ‘âdet’ ancak açıkladığımız ve izah ettiğimiz şekilde gerçekleşir. Bunu öğren­diğinde, ibarelerde dilediğin şekilde tasarrufta bulunabilirsin. ‘İlk ya­ratıldığınız gibi yeniden yaratılacaksınız440 ayetini sadece ‘Sizi bilmediği­niz şekillerde inşa ederiz441 ayetinin anlamını bilen kavrayabilir. Ayetle­rin bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr eden kişi, gerçek bir kâfir ve nefsine zulmeden apaçık bir cahildir.

Bunlardan birisi de yüz doksan dördüncü bölümden doğruluktaki icazın sırrıdır: Genel-cami’ bir vakıada doğru konuşmada bulunan icazın (aciz bırakıcılık) hakikati gösterildi. Konuşurken dürüst ol ki muhatabını aciz bırakabilesin! Ardından ister veciz ister geniş konuş! İcazın gayesi veciz ifadeye ulaşmak, onu tam ve hakkıyla gerçekleştir­mektir. Her ayet kendisinden doğup kızı haline geldiği ayetten daha büyüktür. Görünür/şehadet âlemde çocuk bazen babasından daha değerli olabilir. Buna mukabil gaipte bu durum bir yerde doğru ve geçerlidir: O da rabbin hakkındaki bilginin kendin hakkındaki bilgi­nin vesilesiyle gerçekleşmesidir; bununla birlikte Rabbin seninle hem­cins değildir. Bu bilgi öteki bilginin çocuğu mesabesinde olsa bile fakat -herkese görebabadan daha kıymedidir. Bu ve benzeri durumlarrn dışında gaipte böyle bir durum geçerli değildir. Bu nedenle her yerde gaibi şahide kıyas etme! Gaibi şahide kıyaslamak bozuk bir yoldur. Allah Teâlâ Ebu Hanife’ye merhamet etsin ve onu her korkudan emin kılsın! O gaib hakkında hüküm vermeyi kabul etmiyordu. Bana göre en doğru görüşlerden ve en ihtiyatlı yollardan birisi budur.

Bunlardan birisi de yüz doksan beşinci bölümden kelamda rüya­daki vahiy bahsidir: Peygamberlik sahih rüyalarda gizlidir. Sahih rü­yası olmaykun peygamberlikten nasibi yoktur ki kastedilen tam pey­gamberlik değildir! Peygamberlikte üstün makam, ‘teşri peygamberli­ği’ diye isimlendirilir. Fakat sadık rüyayı gören kişi ilhamı getireni hakkıyla bilince, gördüğüne itimat edebilir. İlhamı kendisine getiren peygamber ise o ilham kişiye özel ve mahsustur. Dinleyen ise o kişi­nin doğru ve gerçek söylediğini anlarsa, ona uyması gerekir, yüz çe­virmesi yanlıştır. Bu ilham bir kişinin rivayetiyle sabit bir hükmü geçersiz kılarsa, ilhamın geldiği kişinin onu kabul etmesi mümkündür. Buna mukabil taklitçi hakkında düşünmek ve onun durumuna bak­mak gerekir: Nesh edilen rivayetin ravisiyle rüyayı gören adalette eşit olunca, rüyanın sahibi delil bakımından daha öncelildidir. Binaenaleyh uykuda kendi şardarıyla birlikte gerçekleşen ilham (vahiy), uyanıkken nakil ve burhan deliliyle verilen hükümle birdir. Böyle biri duyarken sahabe ve ona uyan da tabiîn mesabesindedir. İlhamı veren bizzat Hakk veya melek olabilir. Kişi bu ilhamı kendisine geldiği surete göre alırken bilgiyi -övgü anlamı taşısa bileibadet etmek üzere bir hüküm olarak kabul etmez.

Bu faydalı bir açıklamadır. Bu fayda İlâhî isimlerin birbirine gir­mesinden ve tekabüliyeüerinden kaynaklanan mübarek bir ağaçtan tutuşmuş kandildir. Bu kadar ima yeterlidir, ona göre amel edip değe­rini ve kıymetini bilmelisin!

Bunlardan birisi de yüz doksan altıncı bölümden en-nazmü’s-sülük fi-müsamereti’l-mülûk’tur: el-Melik’in gece sohbetine seçip ayırdığı kişi kendisiyle el-Melik’in tecelli ettiği isimle sohbet edebilir. Böyle biri elMelik’in tecellisine göre davranır. Akider ve inciler farklılaştığı gibi sohbet de türlü türlüdür ve bu surette haber ve konuşma meydana gelir; bazen kadim bazen hadisten söz edilir. Sohbet el-Melik’in tedbi­riyle ilgili olunca, O’nun hükmü ve isminin otoritesi altında gerçekle­şir. Melik’in hizmet edilen olduğu zannedilir, hâlbuki reayanın ihti­yaçlarına göre hüküm altında olan kendisidir. Böyle değilse ne melik (hükümdar), ne mâliktir (sahip). Bazen sohbet tartışmacının durumu hakkında ve koruyucu hususlarda olabilir ya da gecenin sabahında mümkünde meydana gelecek zarar ve menfaatleri yönetmekle ilgili olabilir. Sohbet ez-Zarr ve en-Nafi ismine tahsis edilmişse, konuşma hâdis ve yaratılmışlarla ilgilidir. Nedimin Kadim hakkında konuşması doğru ve sahih değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kelamında cOnlara Rablerinden hâdis bir söz geldiğinde...’442 denilir. Bununla beraber o sözün kadim olduğunu biliriz, o söz Allah Teâlâ’nın kelamıdır. Sen de onu çoğalt, birle, taksim et ve tekleştir! Allah Teâlâ onu indirmiş, ihdas etmiş, sohbet eden kişi onunla münacat etmiş, Hakk ile konuşmuştur. Gece sohbetçilerinin bir kısmı istiğfar edenlerdir, bir kısmı tövbe eden, hamd, rükû eden ve secde edenlerdir. Onlar sürekli sevap talep ederler, en sonun­da şafak söker.

Bunlardan birisi de yüz doksan yedinci bölümden ‘Misafir uzaklaşandır’ bahsidir: Sefer dostlardan ayrılığa sebep olduğu için azaptan bir parçadır. Yolcu varlıklarda sefer ederken kaçan, vatanından uzaklaşandır. Rahman her gece bütün isimleriyle birlikte arşından semaya iner; kıyamet gününde ise arşıyla birlikte divanına tenezzül eder. Yol­cunun yolculuğu hakkında beş faydadan söz edilir.

Yolculuk gamı dağıtır, maişet kazandırır

Bilgi, görgü ve arkadaşlık kazandırır

Esas gam, tek başına olmaktan kaynaklanan yalnızlık gamıdır. Ya­ratılmışların varlığında Hakk ile ünsiyet edilir. Maişeti kazanmaya ge­lirsek, burada maişet, sahiplerinin amellerinden kendisine gelen şey­lerdir. Bilgi ise ‘ta ki bilelim443 ayetinin hakiki anlamında yer alır. Bu­nu anla! Yolculuktaki adaba gelirsek, kastedilen, akıbetin hayır olması maksadıyla yerine getirdikleri bütün iyilik ve hayırlardır. Arkadaşlık çağıran, isteyen, istiğfar eden, tövbe eden kimselerin varlığıdır. Yolcu ise yönelendir. Bu durumda şairin yolcunun seferi hakkında dile ge­tirdiği faydalar geçerli ve sahih olmuştur. Yolculuk Hakkın bir niteli­ğidir ve ancak yaratılmışa verilir. Yolculuk Hakk için iniş demekken yaratılmışta yükselmek ve ayrılmak demektir.

Bunlardan birisi de yüz doksan sekizinci bölümden ‘Üç kişi bir cemaattir’ bahsidir: Hakk melek (ve Hakkın kendisinde geldiği) bulut! İki kişi varsa Allah Teâlâ onların üçüncüsüdür. Korunmuş binek Allah Teâlâ’nın gözüyle gözetilir. Bir kişi cemaatten uzak olduğu için şeytan iken iki kişi yardımcı bulunmayıp kötülüğün gerçekleşmesinden korkulduğu için iki şeytandır. Üç kişi yolculukta genellikle emniyet sahibi bir cemaattir. Teslis (üçleme) yaratan, yaratılan (ve aradaki bağ) ile ilgili­dir. Kur’an-ı Kerim’de üçü kabul edenler tekfir edilmemiş, sadece ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür5444 diyenler kâfir olmuştur. Bunu söyleyenler ‘İkinin üçüncüsüdür’ deselerdi, hiç kuşkusuz, doğru söylemiş, yanlışı kaldırmış olurlardı. Hal böyleyken üçüncülerinin Allah Teâlâ’nın olduğu iki kişi (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve Hz. Ebu Bekir) hakkında ne dersin? Ayette kastedilen Allah Teâlâ’nın onların koruyucusu olmasıdır. Başka bir ifadeyle evlerinden ayrıldıklarında mağarada onları koruyan Allah Teâlâ’dır. İnsanın en çetin hali vatandan ayrılma halidir. Vatanı kadimdeki yokluk olan birinin gurbeti varlıktır. Varlığı gördüğünde ise bu kez vatanına arzu duyar, meskenini görmekle kendinden geçer. Bu itibarla hallerden birisi olan fena, gerçekleri ve işleri anlayana göre, yokluk demektir. Binaenaleyh Allah Teâlâ ehli müşahedeyi şuıcak varlıktan fani olmak maksa­dıyla talep etmişlerdir. Buna mukabil bazı kullar (Hakkın) cömertli­ğini içermesi nedeniyle müşahede halini talep etmişlerdir. Nitekim Hakk’ın menzili tevhîiddir. Allah Teâlâ tefrid ortaya çıkabilsin diye müşahe­de esnasında onların varlıklarını siler ye ifna eder. Bu söylediğimize şahit O’dur. Dilciler (kane kelimesine kevn anlamı vermekle) Allah Teâlâ’nın bulunduğu hal üzere olduğunu ileri sürmüşlerdir ki, kastettiğimiz tenzih ve teşbihin reddidir.

Bunlardan birisi de yüz doksan dokuzuncu bölümden ‘Hal de­ğişmek ve yerleşmek’ demektir bahsidir: Hal değişen demektir ve bütün varlık haldir, bu nedenle bir durumda kalması mümkün değil­dir. Değişmenin nedeni yaratılmışların talep ettiği ilavelerdir. Bu itibarla iş şe’nlerden ibarettir ve Allah Teâlâ her şeye sürekli ‘ol’ der, o şey de olur; olduktan sonra başkalaşır, ortaya çıkar, vatanına yerleşir. Bulunduğu yerden ayrılmaya gücü olmadığı gibi vatanından da uzak­laşamaz. Bu durumda -bir gecikme olmaksızın(var olma zamanından sonraki) ikinci zamanda yokluğa döner. O yaratıcıdır. Şe’nler ise var­lığa bütünüyle yorgunluk getirir. Bu nedenle ‘Fariğ olduğunda yönel ve ancak Rabbine teveccüh et,44S denilmiştir. İnsan fariğ olmuştur ki meş­gul olsun! Bir amel de başkası işlensin diye sona ermiştir. Böyle biri yoklukta rahata erer, çünkü istirahat mertebesindedir. ‘Rahman her gün bir şe’ndedir.’446 Hal böyleyken var olanlar hakkında ne düşünürsün? Yokluğun kötülük olduğunu söyleyen, gerçeği bilmeyendir. Hakkında ‘kötülüktür’ denilen yokluk ise bir cevherin ve hakikatin (ayn) bulun­mayıp onunla nitelenenin dışta var olamayacağı kötülüktür ki o da imkânsız (muhal) demektir. İmkânsız olan her halükarda mutlak kö­tülük demekken varlıkları içeren yokluk ‘imkân yokluğu’ demektir. Onlar (Hakk tarafından) görülen ve (Hakkı) gören varlıklardır. Bu itibarla onlar yokluk ve varlık halinde gören-görülen hakikatlerdir. Demek ki insanın arzusunun ve meylinin varacağı yer ancak haller olabilir. Buradan da zevk ve halin üstünlüğü tebarüz eder.

Bunlardan birisi de iki yüzüncü bölümden besmele’deki manevi menzilin makamıdır: Mekanet, yani mertebe bir emanettir; hainlik ederek onu zedeleme! Allah Teâlâ emanetin ehline ulaştırılmasını emretmiş­tir. Emanetin kabulü arızî iken yerine getirilmesi farzdır. Bir emaneti ancak cahil kabul edebilirken onu zorla kabul eden mecbur sayılır. Böyle birinin mazereti makbul olduğu gibi aynı zamanda o zalim ve cahil sayılmaz. İradesiyle emaneti kabul eden ise kendini cebir ve zor­lama altına sokmuş, daha önce sahip iken köle haline gelmiş, kurtul­muşken helak ve yok olmak tehlikesine maruz kalmış kişidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem riyaset arzusunun kıyamette pişmanlık olacağını söylemiş­tir ki kastedilen mecburiyet nedeniyle görevi alan değil, iradeyle alan­dır. Birine görev verilirse ona yardım edilirken kim görevi talep eder­se Allah Teâlâ onu göreviyle baş başa bırakır. Görevin mertebesi üstün ve zorlukları çoktur. Bir görev teklif edilirse kabul etme; mecbur kalırsan onu üstlenmen gerekir. Böyle bir durumda verdiğin söze riayet et, onu yerine getir. Binaenaleyh riyasetin mertebesini bilen kişi, görev­lendirildiğinde sakınır, çünkü riyaset tehlikelidir; kendini öyle bir görevden koru, onun sonuçlarından sakın!

Bunlardan birisi de iki yüz birinci bölümden ‘mekanet (mertebe) emanettir’ bahsidir. Mertebenin sahibinde bezginlik ve tembellik bu­lunur. Bunun nedeni bu görevde hakları gözetmenin zorunluluğudur. Öyle bir görev ise yaratılmışa ağır gelir. Bezginliğe yol açacak işlerden uzak kalmalısın. Bezginlik ise yeniden yaratmayı bilmemekten neşet eder. Demek ki bezgin kişi cahildir. Şu dizeleri bu hususta söyledim:

Tavsiyem odur ki: Bezginle arkadaş olma zinhar!

Deme ki ezel sahibinin niteliğidir

Bu öyle bir iş ki onu bilen, ;                     .

Hakta illetleri kabul etmeyen kişidir

Onu kim bilir:

Alemin her an yaratıldığını kabul eden kişi

Bezginlik suretini sana gam olarak verir

Ona karşı tereddütlü ve çekingen olmalısın

Cömertlik bıktırıcı olmaz '

Kerim nimetini ihsan ederken tuzak kurar

Mal sahibi olursa dağıtır onu

İflasta senin için bıkkınlık görmem

Bıkkınlık nimette değil

Bıkkınlık iflasta ortaya çıkar benim için                    , ' .

Her cömertlik iflasla gerçekleşir                                                                

Cömertlik yoksa onun haline bak

Muhtaç olduğun şeyi sana verirse Malum cimrilikle nitelenmez

Kerim muhtaç olduğun şeyi verir sana Onun karşısında utanırım

Gerçek acı, onu tadan bulunmaz

Değişim üzerinde hüküm ve temkin sahibi olandan başka

Bunlardan birisi de iki yüz ikinci bölümden ‘Şatahat fethin parça­sıdır’ bahsidir: Fena makamına eren şatahat söyleyebilir. Böyle bir şatahat ihsanların en büyüklerindendir. Bununla beraber dinleyici gerçeği karıştırabilir ve uzlaştırıcı bir yön ve yorum bulamaz. Dinle­yende ortaya çıkan bu karıştırma nedeniyle bazı insanlar şatahatı kötü­lüğün önlenmesi maksadıyla (sedd-i zerai) eksiklik saymıştır. Başka bir ifadeyle yaratılmışa nispede şeriatın caiz saymadığı kötü sözlerden sayılmıştır. Kim (başkaları için şatahata yol açan) fetihte temkin sahibi olur ve şatahat söylemediğini bilirse, ondan herhangi bir tarzda şatahat görülmez. Böyle birinden şatahat duyulmazken salik ve erende durumu belli olan zayıf bir haldekinden şatahat duyulabilir. Kuvvet ve temkin sahibi kişinin bir emri yerine getirmek üzere ne söylediğine bakınız! ‘Ben Âdemoğlunun efendisiyim, övünme yok!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in edebine bakınız. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem babası Âdem’in karşısında nasıl saygılı davranmış, kardeşlerinden başka birisini zikretmemiştir. Edepli insan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakına göre davranandır, çünkü onu terbiye eden Rabbiydi. Hakk bir insana edep öğretirse, hakka’l-yakîn elde ettiği bilgiye göre, her insanı kendi menziline yerleştirir.

Bunlardan bir tanesi de iki yüz üçüncü bölümden ‘Müjdeci -aksak değilkuvvetlidir’ bahsidir: İlk gelen haberci ve müjdeci arda kalır, çünkü onunla bilgiye ulaşırsın. Kuvvedi olan, birinci safta olmak üze­re, öne çıkar. el-Evvel diye isimlendirilen birinci safta olmayı arzulamıştır ve ulvilik sahibi olduğu için bu konuda hüküm sahibi olmuştur. Aksak olan tartışmacıyı uzaklaştırır. Bu getirdiği haberler nedeniyle işin başında bilgi demektir. Bu bilginin geldiği kimse de getirilen şeyi öğrenmek için ona soru sorar. Hz. Musa’nın müjdecisi dağ, Hz. İbra­him’inki kaybolan ışıktı. O kayboluşun ardından Hakk zuhur ederken dağın parçalanışını ise bayılma hali takip etmiştir. Hz. Musa’yı bayıl­tan yalçın bir dağı parçalayan şeyin aynıydı. Hz. Musa bayılmanın ardından ayılmıştı. Bunun nedeni üzerinde kalmış olan peygamberlik göreviydi. Bununla birlikte insan, bilhassa ebdal’dan (bedeller) ise dağdan güçlüdür. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’dan aktarmış olduğu kutsi bir hadiste belirtilir. Fakat sırlı kitabında belirtildiğine göre, ‘göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından üstündür ve insanların çoğu bunu bilmez’. Yerdeki dağlar da bu söz kapsamında­dır. Bunu kabul et, selamete er, gerçeği anla, gizleme!

Bunlardan birisi de iki yüz dördüncü bölümden direnmenin gidiş demek olmasıdır: O’na gidiş kendisinden ve kendisine doğru yönel­mektir. Önünde bulunurken sana emir verenin katından ayrılmış de­ğilsin ki O’ndan bir şey isteyesin! Binaenaleyh Hakk her varlıkta görü­len, her var olanda görendir. Bu itibarla Allah Teâlâ gören-görülendir, çün­kü varlığın ta kendisi O’dur! O’nu bilen (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) isimlen­dirmiş, fakat kendisini nitelememiştir! Bu itibarla içermiş olduğu bir takım zararlar nedeniyle ayetlerde sıfat kelimesi zikredilmemiştir. Bakınız! Allah Teâlâ’yı vasıf sahibi kılan ve niteleyen kimse ne demektedir? ‘Hakk şu nitelikte olmasa eksik kalır!’ Hâlbuki Hakkı niteleyen ve tavsif eden insan, zatın kemali vasfa bağlı olduğunda O’nun hakkında mut­lak bir eksiklikle hüküm verdiğini anlayamamıştır! Kemali zatı gereği olmayan biri akla göre sıfadara muhtaç iken sıfatları da kendisi değil­dir. Bu itibarla ‘sıfat O'nun varlığıdır’ diyen cahilin tekidir. ‘Nereye gidiyorsunuz? Bu ancak âlemler için bir öğüttür.’447 ‘Dilerse sizi giderir.’448 Burada insanlara hitap eder. Allah Teâlâ kendilerini suretten surete sokarak götürmüştür.

Bunlardan birisi de iki yüz beşinci bölümden ‘Nefes vermek ve rahadatmak takdistir’ bahsidir. ‘Karardığında geceye, aydınlandığında sabaha yemin olsun ki!’449 Nefes Rahman’ın yardımcısıdır ve onun yar­dımında eksiklik yoktur. Kendisine güvenilen yardımcı Yemen cihe­tinden gelendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e meyil ve şefkat içerdiği için saba rüzgârıyla yardım edilmiştir ki, ö da insandaki nefes mesabesindedir.

Bu nedenle rivayetlerde nefes-i Rahmanî’nin Ensar’a işaret ettiği söy­lenmiştir. Sevgiliye dönük rüzgârlar sıkıntıları kaldırır, açar. Bu ne­denle de nefes vermek, (Hakkı eksiklikten tenzih etmek anlamındaki) takdis demekken aynı zamanda -o da yakın işlerden olduğu içinsıkın­tıyı da içerir. Gayelerin farklılığı ve kalplerdeki hastalık nedeniyle hakikat bunu gerektirir. Bir kavmin musibeti başka bir kavim hakkın­da fayda olabilir. Buna eklenen her iş fazlalık iken fazlayı ancak bir bilebilir. Bu itibarla çokluğun birliği fazla ve ilave vasıtasıyla bilinebi­lir, çünkü onun kendisi birdir.

Bunlardan birisi de iki yüz altıncı bölümden ‘Israr ve kararlılıkta­ki sırlar’ bahsidir: Israr yerleşmek ve ikamet demekken sırlar da kıya­mete kadar gizlidir. Başkalarının varlığı olmasaydı sırlar olmazdı. Bu itibarla sır seninle Allah Teâlâ arasında bulunan şey demek iken daha gizli olan ise varlığı senden perdelenmiş olandır. Binaenaleyh daha gizliyi bir olan Allah Teâlâ bilirken sırrı ilave zaid olan bilebilir. Zaid, yani ilave, bildirmek demektir ve bunun için gizlilik derecesini yitirmiştir. Sır ancak ısrar edene verilebilir, çünkü o sabit sevgi anlamındaki meveddet haline yerleşmiştir, sözünü yerine getirir, vaadinde doğru söyler, şimdiki zamanda -ki zamanın hakikati demektirbulunduğu için önce ve sonra onun gözünde eşitlenir. Tevhid ehlinin inandığı en garip işlerden birisi Allah Teâlâ’nın el-Karib ve el-Baid diye nitelenmesidir. Allah Teâlâ uzak olana yakın, yakın olandan uzakken bütün kullara da şah damarından daha yakındır. Yine de insana ‘doldun mu?’ diye sorulun­ca o da ‘daha var mı?’ diye sorar. Kastedilen tabiatının cehennemidir. Onu bu cehennemden Hakkın şeriatı korur.

Bunlardan birisi de iki yüz yedinci bölümden ‘İttisal rical (Allah Teâlâ adamları) makamlarından değildir’ bahsidir:

Ayrılıktan dem vuran her vuslat

Rical makamı olamaz

Başka bir dizede şunu dedik:

Biri çift yapan kim?

Başkalar vasıtasıyla kemali ispat eden

Zatında kâmil olmayan

Noksanlıktan kurtulamaz

Başkası nedeniyle kemale eren kimdir?

Zatı gölgelere benzeyen biri

Gölge her daim ışığa muhtaç

Bir de kesif cisme

Cisim nerededir ki görülebilsin!

Böy/e bir şey imkânsız

Söylediğim sözden ibret al!

Misal vermek üzere söyledim                   .

Hüccet ehlinin bildiği her bilgi

Söze ve dile gelecek değildir

Vuslata eren yabancıyken onu kabul eden ise ahmaktır. Nazil ol­muş kitap benzerliği reddederken ameller de niyetlere göredir. Her­hangi bir nalsa ilgili önce maksada bakmalısın.

Bunlardan birisi de iki yüz sekizinci bölümden ‘İcmaldeki tafsil güzelliktir’ bahsidir: Kendisiyle senin arana ayrım ve fasıl koyan, hem senin hem de kendisinin varlığını ispat etmiş ve olumlamış demektir. Bakınız! Allah Teâlâ senin varlığını ispat etmiş, ‘Ben onun kendisiyle duy­duğu kulağıyım’ ifadesiyle de kendi varlığını senden ayırmıştır. Dikkat edersen, anlarsın! Allah Teâlâ kutsi hadiste zamiri -sana delil olsun diyesana irca ederken seni olumlamış, varlığını ispat etmiştir. Bu meyanda ittihad fikrini ilhad ehli dile getirebilirken hululü kabul edenler de tafsil ehlidir. Onlar yerleşeni (Hakk) ve mahalli (kul) kabul etmiş, ha­ramı ve helali belirlemiş kimselerdir. Her kim ayrıştırıp tafsil ederse, ne güzel bir iş yapmış, kim birleştirir ve vuslattan söz ederse kendisi­nin ayrı olduğu hakkında şahitlik etmiştir. Çünkü hiçbir şey kendi kendine vasıl olamaz ve eremez, hiçbir şey kendisiyle birleşemez. Fa­kat şeylerden söz edilirse veya parçalardan oluşan bir şeyden söz edi­lirse, durum farklıdır! Bir’de bölünme nasıl olabilir ki? O’na ilave bir şey yoktur. Demek ki ayırım vuslat ehli adına olabilir.

Bunlardan birisi de iki yüz dokuzuncu bölümden ‘Kimi razı eder­sen onu değiştirmiş olursun’ bahsidir: ‘Ey yeryüzü suyum çek, ey gök suyum fut/’450 Su çekilmiş, yağmurlar yükselmiş, hüküm verilmiş, kurtuluşta sır ortaya çıkmış, gök suyunu tutup güneş ortaya çıkınca Nuh’un gemisi Cudi dağına oturmuştur. Bu sayede vaat edilmiş güne kadar baba ile oğul hakkında varlık kelimesi tamamlanmıştır. Asıl kesilmiş olsaydı nesil de kesilmiş olurdu. Bir araya gelmek ve kavuş­mak, tenasülün sebebidir: Kavuşma nikâhlı olursa, doğan kişi terte­miz ruhlarla beraber olurken zinadan meydana gelirse doğan kişi var­lığıyla salahın amaçlandığı kimselerden biridir. Bununla birlikte hepsi de gayb ve şahadet âleminde O’nun kullarıdır. Binaenaleyh herkes namazını ve tespihini bilmişken biz her şeyin tespihini anlamayız. Fakat ben her varlığın her durumda O’nun hamdini tespih ettiğine iman ederim.

Bunlardan birisi de iki yüz onuncu bölümden ‘Güzel ahlakla be­zenmek velayet ehlinin niteliğidir’ bahsidir: Güzel ahlakla ahlaklanmak soyluluğa işaret eder. Güzel ahlakla bezenmek günülü olarak yerine getirilir, yüz çeviren ve sırtını dönen bu niteliğe sahip olamaz. Güzel ahlaka tahsis edilmek ahlakın sahihliğine ve doğrulu­ğuna delil iken sıfatlarda ortaklık zatların farklılığına delil teşkil eder. Sıfatlardaki ortaklık vasıtasıyla el-Melik ve mülk öğrenilirken şirk iftirası da böylece ortadan kalkar. Allah Teâlâ hakkında tevhid ve birlik, O’nun ilah olması bakımından söz konusudur, yoksa isimleri bakı­mından bir değildir! İsimler kullara ait iken onlara îma etmek tahak­kuku ortaya çıkartır; tahakkuk ise tahalluk, yani ahlaklanmak derken kastedilendir. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ asil peygamberinden söz eder­ken ‘Müminlere karşı raûf ve rahimdir5451 derken kendisi hakkında da kadim kelamında ‘Allah Teâlâ size karşı Raûf ve Rahim’dir’452 der. Allah Teâlâ bize kendisini bizim niteliklerimizle nitelediğini bildirmiştir: Hiç kuşkusuz buna kabiliyetimiz olmasaydı, Allah Teâlâ bunu bildirmezdi. O’nun verdiği haber doğru, sözü de haktır. Niteliklerdeki böyle bir ortaklık sayesin­de malik olmak gerçekleşirken varlıktaki her zerrenin bundan bir payı ve nasibi vardır.

Bunlardan birisi de iki yüz on birinci bölümden ‘Oturak (menissa) nassı bilenindir’ bahsidir: Yaratılmışlar Hakkın tecelli ettiği yerlerdir. Kime baktığını bilmen gerektiği gibi kimin baktığını da öğrenmen gerekir. O’nun varlığına O’nun gözüyle bakarken (O’ndan) uzaklıktan sakınmalısın! O’nun gözünden başka bir gözle bakarsan hiç kuşkusuz büyük bir uzaklığa maruz kalırsın. Onun uzaklığı fasıl ve vasi demektir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya delil ancak Allah Teâlâ’dır ve şarihler bunu böyle ifade etmişlerdir (Allah Teâlâ’ya delil Allah Teâlâ’dır). Bu durum beyazlık ile siyahlık arasındaki grilik veya âdet ile hayız arasındaki temizlik gibi zıdardandır. Oturaklar gelinlere ve hükümdarlara mahsustur. Bunlar vasıtasıyla hükümdarlar ve sahipler ile köleler ayırt edilir. Nazmu’ssülûk, sülûkta; yorgunluk ve rahat, güneşin batımında; meyil de zu­lüm ve adalette ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de iki yüz on ikinci bölümden ‘Tek kalmak (de­rin sevgi anlamındaki) meveddet ehline mahsustur’ bahsidir: Sevgiliy­le baş başa kalmak talep edilen bir iş iken O’nunla tek olmak genişlik­ten darlığa çıkmaktır. Bu yalnızlıkla sadece muhabbet ve meveddet ehli sevinebilirken sevgiliyle birleşmiş kişi yalnız ve tek değildir.

Onun ruhu benim ruhum, benim ruhum onun ruhu O dilerse ben de dilerim, ben dilersem o diler

Sevenler arasında irade birliği varken varlıkları ayrıdır. Bu itibarla iş bire doğru gider. Tahkik ehline göre iş, sâdık ve sıdk arasındadır. İki arkadaş birbirinden farklıdır, çünkü onlar benzerdir ve benzerler birbirlerinin zıddıdır; bir zıt ötekini uzaklaştırır, dolayısıyla çatışma yoktur. Fas şehrinde inayete mazhar olup marifette derinleşmiş bir şeyhin huzuruna girmiştim. Bana bu meseleyi açıklayarak şöyle demiş­ti: ‘Karıştırmaktan sakın!’

Bunlardan birisi de iki yüz on üçüncü bölümden ‘illeti kabul eden millet (din) ehli değildir* bahsidir: Din ehline göre Hakk bizim illeti­miz değildir: O vardı, biz yoktuk! Hal böyleyken Hakk neye illet ola­cak ki? İllet malulden ve delil medlulden ayrılamaz. Delil medlulden ayrılsaydı delil olamayacağı gibi öteki misalde de illet olamazdı. (İllet ile hastalık arasındaki ilişkiye mukabil) şifa ezeldeki illetin hükümlerindendir. İllet fikrini benimseyenler, delillerin hükmünü ve verisini bilmeyenler iken aynı zamanda şart ve şartlıyı bilmede birbirine bağlı kesin hükmü bilmeyen kimselerdir. Bu yolda tahkik ehlinin itimat ettiği görüş budur. Binaenaleyh illet fikrini benimsemek, delilin açık­lığıyla, malul bir hüküm iken Hakkın kullarındaki hükümleri illetli değildir. Himmetlerin maksadı ve arzuladığı Hakk’tır. Herhangi birisi O’ndan başka birini arzulamış olsaydı, Hakkın ‘ilah’ olması söz konu­su olmazdı. Hâlbuki O’nun ilah olduğu sabittir ve O’ndan başkası maksat olamaz. Aynı zamanda Allah Teâlâ kullarından bir takım hususları talep etmiş ve istemiştir. Allah Teâlâ dünyayı ve ahireti isterken biz sadece dünyayı arzularız!

Bunlardan birisi de iki yüz on dördüncü bölümden ‘Öfkelendiri­len sıkıntıya düşer ve daralır; kendisiyle hasımlaşılan da delil getirir’ bahsidir: Kış ve yaz cehennemin öfkeli nefesinden ortaya çıkıp sonra birbirlerini yerler. Allah Teâlâ cehennemi bize dünya hayatında ‘borç’ olarak verir. Bu itibarla mümin cehennemin sıcaklık ve soğukluğundan kı­yamette ateş ile arasında engel teşkil edecek bir perde elde eder. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın onu borç olarak verdiği kişi -cehennemin karşı­sında hareketsiz kalması nedeniylesırattan muduluk ve nimet yerine intikal eder. Cehennemin ateşi müminin nuruna karşı koyamaz. O adil ve egemen şahittir. Hz. Âdem Hz. Musa’ya karşı delil getirirken kaza ve kader bahsine dönmüştür. Bilgili ve edepli insanların tartışma­sı kaza ve hükümleri ispat eder. Onlar kazaya inanır, gerçekleşen işlere göre kendilerini hesaba çekerler, gelecek olanın gecikmesinden korkar, korunmak ister ve Allah Teâlâ’dan yardım dilerler.

Bunlardan birisi de iki yüz on beşinci bölümden ‘Müşahede bir güçlüktür’ bahsidir: Müşahede şahidin görmesi demektir, ilave bir durum değildir! Böylece müşahede ehlinden fayda düşmüştür. İnanı­lan her surette görmeyi talep etmen gerekirken aynı zamanda gelen her ifadeye inanman gerekir. ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya ve peygamberine iman edin, peygambere indirdiği kitaba, ondan önce indirdiği kitaba da iman ediniz.’453 Başında ve sonunda emir ve iş Allah Teâlâ’ya aittir. Müşahede eden dünyada sürekli güçlük çekerken ahirette Rabbinin önünde, getirmiş olduğu amel kendisine iade edilir. Bu durumda tecelli eder­ken Allah Teâlâ’yı inkâr ederken, yaklaşmasında da kendisini tanımaz, O’dan O’na sığınır; hâlbuki O’ndan aldığının farkında değildir. Allah Teâlâ bizi böyle bir bilgisizlikten korusun, başkaları kendisini tanımazken şe’nlerini ve hallerini bilip suretten surete girmesini temyiz edebilenlerden eylesin.             .

Bunlardan birisi de iki yüz ön altıncı bölümden ‘Mükaşefe nite­lenmiştir’ bahsidir: Keşif sahibi olan bilir, nitelenen durur ve vakfe eder! Müşahede taklit demekken keşif mutiak bilgi demektir. Bir inanç sahibi olan inandığını müşahede ederken bilen kişi de bilginin kaynağını ve geliş yolunu öğrenir. Bu itibarla (bilgide) geliş ve ortaya çıkış, yani vürûd ve masdarı bilmek, müşahede ehlinin niteliği değil­dir. O bilgi reşûl, nebi ve veliler gibi alimlere mahsus bir ilimdir. Keşif olmasaydı veli, şeriat getiren peygamberin makamını bilemezdi; bununla beraber peygamberin niçin üst makama tahsis edildiği hak­kında zevk ve bilgi yoktur. İman etmiş olmaktan o ciheti bilmek lazım gelmeyeceği gibi kuşku da lazıni gelmez. Bu üstünlük yönü hakkında bilgi bulunmadığı gibi İlâhî üstünlük naslarda yer almış ve sabit ol­muştur. Vahiylerde Allah Teâlâ’nın eliyle yarattığı sabittir. Allah Teâlâ keşfeden iken sen mükaşefe ederisin. Allah Teâlâ’ya ait olan amel iken sana düşen taammül, yani âmeli kazanmaktır. Netice vermeyecek bir işte çalışma, arzulanmayacak bir işi arzulama! Bilen ve bir araya getiren olmalısın.

Bunlardan birisi de iki yüz on yedinci bölümden ‘Levaih (parıltı­lar) ihsan ve vergidir’ bahsidir: Gayesi hakkmda bir şimşeğin kendisi­ne göründüğü kişi hiç kuşkusuz şimşeğin ışığıyla tüm yönleri ve yolla­rı görür. Böyle bir insan nasıl tasarruf edeceğini ve kimi tanıyacağını da bilir; dilerse tasarruf eder, dilerse tasarruf etmez! Bununla birlikte tasarruf edenler arzu ve umut sahipleridir. Onlar her işi arzular, her yöne yönelen ihsan, zerafet, adap ve melahet ehli kimselerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ihsan sahiplerini övmüş, iyilik, rahmet ve başkalarına şefkat duygusu taşıması nedeniyle ihsan sahiplerini en kıymetli insan­lar saymıştır. Özellikle muhtaç, yoksul ve arzuların köle kıldığı kimse­lere karşı şefkat sahibidirler. Levaih el-Maruftan ortaya çıkan keşifler­dir. Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına tahsis etmiş olduğu bu keşifler, en yüce hibelerdir. Onlar bilgisizliğin örtmüş olduğu faydalı ilimleri korkan kimselere ulaştırırlar.

Bunlardan birisi de iki yüz on sekizinci bölümden Telvin tem­kindir’ bahsidir: Telvin yaratılmışın özelliğidir. Bu itibarla onların varlık suretlerinde başkalaşma ve değişmeleri Hakkın yaratılış âlemin­deki eserleridir. Telvin yeniden yaratmaktır ve dolayısıyla sürekli artış içindedir. Bu itibarla telvin (varlıktaki) temkinin varlığına açık bir delildir. Rahman suresinde ‘Her gün bir iştedir’454 denilir. Şe’nler sınırlı değildir ve aynı zamanda onlar belirlenemezler. Ayette geçen günün miktarı da nefestir. Nefesi getiren sabah vaktini (teneffüs eden sabaha yemin olsun ki ayetine telmih) ve onun neyi soluduğunu gözetmeli­sin; karardığında da geceden sakınmalısın; karıştıran o vakitte karıştı­rır! Gecenin son üçte birlik bölümünde hareketin varlığı nedeniyle bereket vardır. Hareket tekvin, o da telvin demektir. Sükûn esnasında ‘ol, der ve o da olur5 gerçekleşmez. Bununla beraber gece ve gündüz­de ‘sakin olan her şey O’na aittir’. Ayetin tasavvufi ve Bâtınî yorumu ne kadar güzeldir! Burada gerçekleşen hareket başkaların (varlıktaki) ortaklığıdır. Bu itibarla iddia bir harekettir ve demektir ve onlar helak olucudur. Sükûn, yani durağanlık ise selb ve olumşuzlamadır. O da yakınlık ve başkalaşmadır. Bu nedenle telvin hareketlerle meydana gelir ve bu nedenle bütün berekederi içerir. Ayetteki ‘her gün’ kısmını ayırarak ayeti okuyan ve araya fasıla koyanın okuyuşuna kulak asma! Söylenenle ablaklanan kişi hakka’l-yakîn idrak etmiş demektir.

Bunlardan birisi de iki yüz on dokuzuncu bölümden ‘Gayret hay­rettir’ bahsidir: Gayret eden hayrete düşer. Gayret bir misafir iken sahibi özlem ve şevkle nitelenen kimsedir. Kim üst yönü anlarsa, o kişi kuşku sahibidir. Şevk ve özlem kavuşmayla dinerken iştiyak ka­vuşmayla artar ve pekişir. Gayret onun niteliğidir ve başkasından düşmüştür. Başkasının var olmadığını bilen gayret (kıskançlık) özelli­ğiyle nitelenmez ve gayreti hayret saymaz. Hayrete düşen nasıl gayret sahibi olabilir ki? Başkanın varlığına inanmakla birlikte hayret sahibi­nin ayağı sabit olmaz. Gayret sayesinde tanımlar sabit olur, onun sayesinde engelleme gerçekleşir. Allah Teâlâ’ya karşı gayret sahibi olan kişi O’nu bilmeyendir. O hakkında gayret edilemeyen el-Gayur’dur, çünkü O’nu sınırlamak imkânsız olduğu kadar O’nun yanında sabit durula­maz. Allah Teâlâ hakkında gayret O’nu sınırlamak, O’nu sınırlamak ise kendisini zıddı veya ortağıyla bir saymak demektir. Allah Teâlâ gayreti ne­deniyle taşkınlıkları yasaklamıştır. Artık bunu kabul et ve tartışmaya girme!

Bunlardan birisi de iki yüz yirminci bölümden ‘Zarara maruz kal­sa bile hür hürdür; zararda yürüse bile köle köledir’ bahsidir: Varlıkta mutlak anlamda hür biri yoktur. Başka bir ifadeyle herkes köledir. Hakları talep etmekle sınırlanan kişi yaratılmış, fakat özel bir yönle yaratılmıştır. Nitekim naslar bunu beyan eder. Hadiste ‘Siz bıkıncaya kadar Allah Teâlâ bıkmaz’ denilir. Dilerseniz yola çıkınız, dilerseniz gözü­nüz korksun! Allah Teâlâ kendisini sizinle akit ve söz altına girmekle sınır­lamış, ardından da ‘Sizinle yaptığım ahde uyunuz’455 demiştir. Burada ibarenin bozmuş olduğu bir işaret vardır: Kulluk bizim için gerçek iken yol bize hürriyet vermez. Taleple birlikte hürriyet nerede olabilir ki? Gerçek mahrum edepten (hür olduğunu iddia etmekle) mahrum kalan kimsedir! Hür olduğu söylenen kişi zarara maruz kalmadan öfkelenmez. Eziyet görmekle nitelenen birinin hükmü beslenenin hükmüyle birdir. Bir kimseye övgü ve medih sevimli gelirse, hiç kuş­kusuz, üzerinde bulunduğu durumu bize bildirmiş demektir. ‘Allah Teâlâ Dehir'dir’ diyen kimse nehri yarılamış demektir. Bununla beraber şeriatın beyan ettiği Dehr’in zaman olduğuna inanan kimse iman ehli olmadığı gibi eman sahibi de değildir.

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi birinci bölümden kesif olanın la­tifleştirilmesi bahsidir: Latifleşen bâtılın mertebesinden Hakkın mer­tebesine Hakk vasıtasıyla ilhak olur ve katılır. Kesif ve ışık olmasaydı gölge var olmazdı; hâlbuki gölge var olmuş, benzer benzerden ayrış­mış, benzeşme kalkmıştır. Işığın kendisine benzemiş olduğu nitelikle­re bakmalısın! Gölge zatın suretindedir ve gölgenin benzerliği şekil ve misil benzerliğidir. Gölgeye bakan kimse, hareket ve durağanlıkta gölgenin hükmünün asıldan ortaya çıktığım anlar. Bu itibarla gölge sahibinin hareketiyle hareket eder, hareket ettirmesiyle değil! Çünkü gölge kendi yolunda hareket ettirilmeyi kabul etmez. Işıklar çoğaldı­ğında, gölgelerin suretleri çoğalır, ‘başkalar’ın (ağyar) varlığı ortaya çıkar. Her ışığın bir cisimden kaynaklanan bir gölgesi vardır, dışta hadiseyi böyle görürsün. Gisim kalınlaştıkça gölge ortaya çıkar ve tahakkuk eder; bütün yağmurların aslı çiselemedir. Işık kesif cisme yaklaştıkça gölge büyür ve artık misil ortaya çıkmazken uzaklaştıkça küçülür ve değersizleşir.

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi ikinci bölümden perde ehli için kapıların açılması bahsidir: Körlük bir perdedir, çünkü kapının açıl­masının faydasıdır. Kapılar ancak perde bulunduğunda açılır. Bu du­rumda kapıların açılması fayda verdiği gibi sabah aydınlanır. Allah Teâlâ’dan başka açan yoktur ‘La-fâtihe illellah!’. Kapıları açmada O’ndan başka­sına itimat etmemelisin. Korku kapının ardında bulunan kimseyle ilgiliyken kapı da sebeplerden biridir. Bazen kapı azap vermek üzere açılır, bazen semavi bir bereket getirmek üzere açılır. Böyle olunca ondan tat elde edilir. Kapı birdir, ilave bir şey değildir. ‘Onlara gökten bir kapı açsaydık oradan yükselirler; bizim gözlerimiz kör oldu, daha doğ­rusu, biz sihirlendik derler.5456 Körlük göğüslerdeki kalplerin körlüğü­dür ve sudur, yani kaynakla ilgilidir. Gelişe bakarsak, o, görünen ve görendir. Kim dünya hayatında kör ise ahirette kördür. ‘Haddi aşma­dı’ diyen haksızlık yapmamış ve yanlış söylememiştir. Bugün nasılsak yarın da öyle olacağız. Bu ifade -Abdulvahid değilAbdülferd (elFerd’in kulu) diye isimlendirilen zahid ve arifin sözüdür.

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi üçüncü bölümden imamlığın bir alamet olması bahsidir: İmamlık bir alamet iken yokluk ile selamet arasındaki berzahtır. Adil olan ganimet elde ederken zalim olan kurtu­luşa eremez. Adil davranan kurtulur ve adil davranan ümit üzeredir. Biat eden ulaşılmaz bir nimettedir. Ona ulaşılamayacağı gibi kendisi­ne güç de yetirilemez. Böyle biri yardım edilen ve sur üzerinde du­randır. Korumasız olunca yardım ister, istediğinde yardım görür veya başarısızlığa uğrar. O sürekli otoritesindedir ve başarısız olmasına imkân yoktur. Hakk ile kaim olan konuşurken doğru söylerken otorite­si kılıca bağlı olan -adil davransa bilekorkutucudur, çünkü onun iktidar ilkesi malül, dolayısıyla kendisi de başarısızdır. Çekilmiş bir kılıçla ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iktidar kurabilir. İnsanları korkutarak rahatlama! Heyhat ki heyhat! Bozuk bir ilke bütün faydaları ortadan kaldırır. Ölçülü kişi kuralcıyken zalim hüküm dayatandır. Öne geçen ise onları geçer ve önceliği elde eder. Mutlu olan uzaklaştırılmaz.

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi dördüncü bölümden harabe eserlerin ve kalıntıların yaşayanların izleri olduğu bahsidir: Ahbabın ve dosdarın en güzel yurda göçmesiyle birlikte mekânlar boşalmış, izler kaybolmuş gitmiştir. Dosdar el-Vahib’in komşuluğunu ve yakın­lığını takip etmiş, onu izlemişlerdir. Güçlüklere göğüs geren âşık geride kalmış, alaka ve ilgilerini kesip engelleri ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Nefesler mahallinde ve karışıklık hapsinde bulunduğu sürece, kendisinden ayrıldığı her engelden sonra güzel bir koku önüne çıkar. el-Celil onu yolculuğa çağırdığında lamba yanar ve davete gelir. Böylece o lambanın ışığıyla daha önce örtülü perde ortaya çıkar, se­venlere katılır. Ona ‘Bu senin ikramındır, ihsan et veya elinde tut, hesaba çekilmeyeceksin’ denilir. Sevgiliye kavuşan kişi maksadına ermiştir. Böyle biri ‘...den’den kurtulmuş ve Allah Teâlâ’ya iltica etmiş, diyar sakiniyle dolmuş, onun imkânı vücuba ve zorunluluğa katılmış, seven ile sevilen geride kalmış, talep eden ve talep edilen kalkmıştır.

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi beşinci bölümden ‘Kabzeden arızdır’ bahsidir: Gerçekte mülkten bir şey çıkıp da o şey hakkında ‘kabz edilmiştir’ hükmü verilmemiştir. Böyle bir hüküm ancak farazi olarak verilebilir. Gökler ve yeryüzü Allah Teâlâ’nın kabzasındayken onlarda bulunanlar da O’nun kabzasındadır. Bu itibarla her ikisi de -apaçık delilleAllah Teâlâ’nın kabzasındadır. Onlarda fiiller tasarruf ederken geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanla sınırlanmazlar. Aksine Allah Teâlâ -geçici ve arızî bir hükümle olmaksızınkabzedenin ta kendisidir. Hiçbir şey O’nun fiilinin dışında değildir, her şey O’nunla, O’na doğru ve O’ndandır. Dürmek toparlamak demektir de bu babdandır. Zenginli­ği meydana getirene (zengin denilir). En zengin bir insan bile olsa zenginliği süreli olana zengin denmez. Burada karıştırma ortaya çıkar. Allah Teâlâ müstağnidir. O’na borç veren ise arzulara ulaşmıştır. Israrı bı­rak, o muhtaç değildir. Sen Allah Teâlâ’nın hâzinelerinden birisin. Hiçbir şey O’nun madeninden dışarı çıkmamıştır. Allah Teâlâ ancak mertebesinin ha­kikatinin gereğine göre kendi hâzinesinden verir. Gerçeği anlarsan, sen de ecri ve sevabı elde etmiş olursun.

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi altıncı bölümden ‘Bast eden öl­çülü davranmıştır’ bahsidir: Adil olan ve ölçülü davranan, esasların ve ilkelerin verdiği bilgiye göre, adil olmada birdir. Her birisi meyledici, dolayısıyla adildir (adalet, meyil demektir). Bu nedenle ölçülü davra­nan ayette zalim diye isimlendirilmiş, adilden başka olmamıştır. Nite­lik aynı olduğu halde faydadan nasıl mahrum kalmıştır? Allah Teâlâ iki yolu kendisine gösterdiğinde, iki göz sahibi için sabah ve aydınlık ortaya çıkmış, mükellef ortaya yerleştirilmiş, bir kısmı adil, bir kısmı daha adil olmuştur. Bu itibarla adil sağ yönü alıp yücelere doğru yüksel­mişken daha az adil olan ise sol ciheti takip ederek siccîn’e yuvarlan­mıştır. Herkes kendi yoluna göre adil davranmış, herkesin yolu, kendi incelemesinin ve tahkikinin hükmünün dışına çıkmamıştır. Binaena­leyh yol bedbahtlığa veya muduluğa (şekavet ve saadet) yönlendirici ve ulaştırıcıdır. Yolu öğren, arkadaşı seç ki, şiddeüi azaptan kurtul!

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi yedinci bölümden fenada fena­nın sırrıdır: Arabın en cömerdi verebilecek bir şeyi varken özrünün tesir etmediği kimsedir. Vereceği bir şeyi yoksa mazurdur. Dilenciler hediye ve ihsan sahiplerini ziyaret eder. Cimrinin kapısı kapalıyken cömerdin cömertliği kayıtsızdır. Cömert cömertlikte fena haline erer­se, onun bu durumu vecd ve vüçûd sahibi olduğuna delildir. Her isteyene vermeyen bir cömerdin cimri olduğunu söylememelisin! Hayırhah bir cömerdin vermemesi de bir vermek iken cahilin gerçeği keşfi perdedir. Bilgili insana göre cömerdin bir şey vermesi nimet, vermemesi ise hikmetten kaynaklanır. Binaenaleyh cömert ve kerem sahibi suçlanmamalıdır! Cömertlik yaparken fena haline eren birisi ‘fani’ olmakla nasıl cimri diye suçlanabilir ki? Öyle bir insan kavuşma­ya iman etmişse verdiğini ancak beka hâzinesinde saklar. Malını hâzi­neden başka bir hâzineye taşıyan kişiye cömertlikteki mertebesi ve üstün himmeti nedeniyle nasıl (cimri) denilebilir ki? Onun malından sakladığı kısım, bakî hâzinede biriktirilmiştir. Bu itibarla elKadim’den başka cömert ve kerim yoktur!

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi sekizinci bölümden ‘Baki olan mülaki olur’ bahsidir: Kerem nedeniyle mertebem yüceldi ve övgüden başka bir şey olmasa bile hiçbir şey hâzinemin dışında kalmadı. Bina­enaleyh ne almak ne satmak vardır. Tacir hakkında söylenecek olan onun iyi veya kötü olduğudur. O cömertlikle de nitelenemez. Varlıkta herkes bir tacirdir, anlayan bunu anlamalıdır! Hiçbir şey Allah Teâlâ’ya övülmekten daha sevimli gelmezken Allah Teâlâ ancak ihsanları nedeniyle övülür. Bu itibarla el-Kerim Hakk övüldüğü şeye göre zatına ikramda bulunmuştur. Başka bir ifadeyle kendi sıfatlarından kendi zatına ikram ederken başkası (âlem) dolaylı ve netice olarak bu cömertlikten yarar­lanır. Cömert kişi başkasının rahatı ve faydası için çalıştığını iddia ederse, bu durum vermek ve vermemekteki halini bilmemesinden kaynaklanır (cömertlik, cömerde dönen bir faydadır). Cömertlik ya­pıp da bu nedenle insanlara karşı üstünlüğü olduğunu düşünen hiçbir kimse ‘cömert’ değildir. Minnet ve başa kakmak ihsanı ortadan kaldı­rırken başa kakarak vermek bir eziyettir, bunu bilmelisin!

Bunlardan birisi de iki yüz yirmi dökuzüncu bölümden ‘Toplayan ve cem' eden geniş olandır’ bahsidir: Toplayan ve cem’ edende geniş­lik bulunmasaydı, herkesin görüşüne göre, toplayan ve cem’ eden olamazdı. Müminin kalbi en genişi kendinde barıridirır. Kalbin geniş­liği kendi ölçüsüne göre ortaya çıkarken onun genişliği de nurları ölçüsündedir. Gözler nurların açtığı ve keşfettirdiği şeyler üzerinde dolaşır ve onları görürken mutluluk da bu nurlarla ortaya çıkan keşfe göre gerçekleşir. ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’457 Bu nur yükseldiği ve aşağıyı kuşatmışken keskin göz sahibi o nur vasıtasıyla dilediklerini idrak eder. Bu nedenle hadis olanın iradesi sınırlıyken dairesi de dar ve küçülmüştür. Bakınız! Bir hadiste cennet nimetlerinden söz edilir­ken yaratılmışın sınırlılığına telmih yapılarak ‘Hiçbir gözün görmediği ve kulağın duymadığı, beşerin kalbine gelmeyen’ denilmiştir. Orası sınırlı cennet olduğu gibi içindeki varlıklar da! sınırlıdır. Hal böyleyken sınırlanamayan ve tahsis edilemeyen Allah Teâlâ hakkında ne düşünür­sün? O’nun emri ve işi nasıl zapt edilebilir? Veya mekânı başka bir mekândan nasıl ayırt edilebilir? Hakkın var olduğu bilinse bile, O’nu bilmek (iddiası) cehalet demektir.

Bunlardan birisi de iki yüz otuzuncu bölümden ‘Tarık (yıldız) ayrıştırıcıdır’ bahsidir: Tarık ulaşmayı arzulayarak geceleyin gelen de­mekken (başka bir yıldız olan) Sâid hem gündüz ve hem geceleyin gelir. Onları bir araya getirmek üzere isimleriyle tefe’ül yapılır. Bu maksatla gündüz oruçla ve gece ibadede geçirilir. Diğerlerinin dışında bu ikisinin zikredilmiş olması onlarda bulunan hayır ve iyiliktir. ‘Ey örtülere bürünen! Gecenin bir kısmında kalk458 başka bir ayette ‘Gündüz uzun işlerin vardır’459 denilir. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın ki, bol nimet elde edebilesiniz! Gündüz geçim vaktiyken gece dinlenme vaktidir. Senin gıdan ve geçimin Allah Teâlâ, dinlenmen ise O’nun ziyneti olsun. Nitekim Sehl böyle demiştir! O efendiliğe ehil olanlardan biri­sidir. ‘Gıda nedir?’ diye sorulduğunda ‘Allah Teâlâ’ diye cevap vermiş, ‘Biz sana bedenin besininden soruyoruz?’ dediklerinde yine ‘Allah Teâlâ’ demiş­tir. Soruyu soran kişi ‘Bu bünye neyle ayakta durur’ dediğinde şöyle cevap vermiştir: ‘Size ne! Evi sahibine bırak; dilerse mamur kılar, dilerse harap eder. Siz Allah Teâlâ ile ayakta duruyorsunuz.’ Arif-i billah bu durumu anlatmak maksadıyla ‘gıda’ tabirini kullanmıştır.

Bunlardan birisi de iki yüz otuz birinci bölümden ‘Hakim hik­metle iş yapar’ bahsidir: Hakîm zahirde ve bâtında mertebelerin neyi verdiklerini bilir, çünkü sübût sahibi olan hakim her Hakk sahibine hakkını verir ve bunu yaparken her şeye yaratılışını veren rabbine uyar. Arif sırrıyla ve kalbiyle Rabbine uyan insandır. Adalet onun özelliğiyken kabul ve yönelme kereminden kaynaklanır. Hakim el-

Kadim ve el-Alim’in düzenlemiş olduğu nizamı aşmaz. Hikmeti bilen insan bildiği hikmete göre hüküm verir ve o hükme göre davranır. Böyle birine ‘kadı’ denilir. Bu kişi veli diye isimlendirilse bile gerçekte (içtihadın bir tür nebilik olması nedeniyle) nebidir; burada veli adı ‘takip eden’ anlamından türetilmiştir. Kim onun (hükmüne uyarsa) emeline ulaşmış demektir. Velinin yaratıklar hakkında verdiği hükmü Hakk icra eder. Zalim hükümdar onun hükmünü reddederse gerçekte Bir ve Kahhar’ın hükmünü reddetmiş sayılır ve onun hükmünü red­detmesine itibar olunmaz. Bu reddetme de vaadinin doğruluğundan kaynaklanırken Allah Teâlâ verdiği sözü bozmaz. Binaenaleyh ilhadcılarm sahih akdi bozması kaçınılmazdır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey bir rüz­gârdır. Şeyhlerimizden birisi -işaret kabilinden olmak üzereşöyle derdi:

O’na esen duran rüzgârı amade kıldık

Rüzgâr sabit kalmaz lâkin sen sabit kal

Bunlardan birisi de iki yüz otuz ikinci bölümden ‘Zaiddeki fayda­lar’ bahsidir: ‘Rabbim benim bilgimi artır.’460 Burada hüküm itibarıyla bir artıştan söz edilir. Bilgi sahibi olan Allah Teâlâ’ya döner. Bilgiyi elde etmek üzere Allah Teâlâ’ya tevekkül etmelisin. Onların ‘zaid’ diye isimlendi­rilmiş olmasının sebebi, bir’e eklenen her şeyin zaid (ilave) olmasıdır; her ilave de birdir. Demek ki bire kendinden başka bir şey eklememiştir. Bu durumda -tür veya cinsini değilşahsı dile getirmelisin. Çoklu­ğun birliğini dikkate almış olabilirsin, fakat biz bu konuda daha önce dikkatini çekmiştik. Zaid harfler, illetler ile bilinenleri birleştiren ka­tegoriler gibi on tanedir. Biz o bahsi kitabın nefes bölümünde özet­lemek ile geniş anlatım arasında ele almıştık. Zaid harfler beni hayrete düşürmüştür. Allah Teâlâ ile bu ortaklık ne güzel! Kuşkusuz söylemiş ve parçalanmıştır. Bilinen hayrete düşmüş, arif de hayrete düşmüş. Böyleyken bilgiler nerededir? Bilinen hayrete düşmüş, arifin hayreti ise bilinen hakkındaki hayretinden kaynaklanır. Arif kendisi nedeniyle teslim olmuş, cinsiyle ona katılmak istemiştir. Bunu hakka’l-yakîn öğrenince katılamayacağını anlamış, ‘Seni hakkıyla övemem’ diyerek teslim olmuştur: ‘Bu senin kabın, sana iade edildi.’

Bunlardan birisi de iki yüz otuz üçüncü bölümden ‘İrade kaza­nılmıştır’ bahsidir: İrade bir tahsis niteliğidir ve bu nedenle hüküm ve yetki sahibidir. Allah Teâlâ kendisini el-Mukaddim ve el-Muahhir diye nite­lemişken aynı zamanda el-Evvel ve el-Ahir diye isimlendirmiştir. ‘Allah Teâlâ vardı ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktu.’ Bu itibarla Allah Teâlâ önce gelendir. O nefsine ‘salât’ edendir. Bu yönüyle de (salât ikinci gelmek demek olduğu için) sonra gelendir. İlahi ikram ve ifade irade ehli için ortaya çıkar. İradenin tanımından söz ederken ‘âdetin üzerinde bu­lunduğu durumu terk etmek’ diye tanım yapanın cahil olduğu anlaşı­lır. Çünkü ortada âdet diye bir şey yoktur ki! Âdet tekrar anlamındaki iadeden gelirken varlıkta tekrar yoktur. Nefsin en büyük hatalarından biri güneşin geri döndüğünü söylemesidir. Hâlbuki güneş dönmez, bir yere inmez veya yükselmez! Güneş kendi feleğinde akşam sabah yüzer durur ve tespih eder. Onun akşam ve sabahtaki hareketi, gözün onun hakkındaki hükmüyle bakışın yuvarlak bir cisim hakkında ortaya çıkardığı hükümdür. İbn Mesud ‘Güneş akar, onun bir karar noktası yoktur Oa-müstekar)’461 diye ayeti okumuşken başkaları ‘Karar kılacağı yere doğru akar Oi-müstekar)’462 diye okumuştur. Bütün bunlar düşü­nenler için doğrudur. Ey talip! İyi düşün!

Güneşin bir kararı var mı?

Keşke bilseydim! Bir kararı yok

Hiç kuşkusuz Rabbimiz                         ..........

Böyle vahyetti ona

Onun yerini bilselerdi

Sarsıntı geçirmezlerdi

Güneş bizim için çıkarttı,             ; i ,               . .

, Yeryüzünün ağırlıklarını .

Her türlü güzel ışığı

Kuyrukları onları sürükledi

Sırlı ve şaşırtıcı şekilde Bu nedenle denildi ki

Onun bir kararı yok Bir şahıs ‘kararı var’ dedi

Kendi sözünü görünce Güneş hakkında sözler söylenmiş

Diyen demiş işte

Onda kendi hidayetini görmüş

Dalaletini gördüğü gibi; dalaleti hayretidir Demeyin artık ‘onun yoktur’ diye

Bunlardan birisi de iki yüz otuz dördüncü bölümden ‘İrade edilen (kul) boyun eğendir’ bahsidir: Boyun eğmesi kolay olanın bozulma­sından korkulur. Böyle biri inattan kurtulmuştur. Efendi veya köle­ler/kullar ise ona güvenmez, geminden tutan herkes onu ya bedbaht­lığa veya saadete yönlendirir. Kimin özelliği direnç ve direnme olursa serdiğinde yumuşaklık bulunur. Boyun eğen ancak infak etmekle mutlu olabilir. Binaenaleyh boyun eğmek, (her durumda) güzel ah­lakın bir parçası değildir. Burada ‘irade edilen boyun eğendir’ sözü ariflerin ve kulların yolunda söylenmiştir. Onları yöneten Hakk’tır ve Hakk şefkatli yöneticidir. Bu nedenle teklifler kolaylaşır, bütün işlerin­de haz alarak tasarrufta bulunur, haz alarak yola girer. İrade edilen irade edildiği hususta boyun eğendir. Sufılerin hatalarından birisi de irade edilenden kınamayı kaldırmaları olmuştur. Böylece onu boyun eğmeye katmış, cömertliğe dâhil,etmişlerdir. Binaenaleyh bilgi hüküm vermiştir. Sen de faydalan ve teslim ol!

Bunlardan birisi de iki yüz otuz beşinci bölümden ‘Mürid Kur’an’da istediği her şeyi bulandır’ bahsidir: Şeyhimiz Ebu Medyen şöyle derdi: ‘Mürid Kur’an’da istediği her şeyi bulabilendir.’ Arif-şeyh bu sözünde haklıdır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik463 der. Kitap bütün bilgileri içermiş, İlâhî bilgideki bütün durakları ihata etmiştir. Onlar sonlu olmasa bile, onları bilgi bakımından ve sonlu olmamak itibarıyla ihata etmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bilgisi onlara ulaşmış, onları -belirli bir süreye kadar değilsonsuza kadar hükmüyle peş peşe izhar etmiş ve ortaya çıkartmıştır. Temkin sahibi mürid iste­diği bir şeye ‘ol’ der, ‘o da olur’. Bu makama sahip olmayan mürid değildir. İşin özeti budur! İradesi sınırlı ve himmeti dar olan biri diğer kullardan ayrılamaz. Müridin manası budur. ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin,4M ayetinden hareketle delil getirmeye kalkan kişi isabetli bir şey söylemiş sayılmaz. Alim bir makamdan başka bir ma­kama intikal edendir ve dünya hayatının özelliği budur. Hal böyleyken azap diyarı nerede, karar diyarı nerede!

Bunlardan birisi de iki yüz otuz altıncı bölümden ‘Himmetin nü­fuzu kimi ilgilendirir’ bahsidir: Himmet sahibinin himmeti işlemez, çünkü himmeti mühim işlerle ilgilidir. Böyle biri bulunduğu yerin hükmüne tabidir. O sürekli eserleri araştırır, süvarilerle karşılaşır ve var olanı sorar. Öğrenir ki himmetin nüfuz edeceği bir yer vardır ve himmet o yere mahsustur. Orada ise sebep ve vesileyle korunur. Yüce ve üstün bir himmetin tesiri fani işlerde ortaya çıkmaz. Fani olan himmeti de fani Hakk getirir ve onun ortadan kalkmasıyla kendisi de yok olur. Bu nedenle üstün himmet sahibi himmetini bakiye bağlar ve yönlendirir, sebepler kendi işlerini yerine getirir. Himmet sahibi ise ilhamı müşahede eder ve himmetin hükmü orada ortaya çıkar. Artık sürekli kendi kurtuluşu için çalışır, her nefes derecelerde yükselmek üzere mücadele eder. Bu mücadelenin sonunda ise el-Vahid ve elÂli’nin derecesine ulaşır. En doğru yolun hükmüne ve verisine göre, bunun ardmda sadece ikinci veya yokluk bulunabilir. Yokluk imkân­sızken İkinciyi kabul etmek dalalettir. O halde şahit bir olarak kalmış, O’na itimat etmiş, O’ndan ayrılmamıştır.

Bunlardan birisi de iki yüz otuz yedinci bölümden ‘Gurbet peri­şanlıktır’ bahsidir: Gurbet sıkıntının anahtarıyken gurbet olmasaydı yakınlık da olmazdı. Yakın gariptir ve aynı zamanda sevgilidir. Sevgi­linin ise garip olduğu söylenemez. Seven için sevgili kendisinin aynı, zatı, isimleri ve şifadandır. Seven sevgilisine bakmaz, çünkü ona ilave biri değildir. Seven sevgiliden ayrı olmadığı kadar ondan uzak değil­dir. Leyla Kays’a ‘sen kimsin’ diye sormuş, ‘Leyla’ diye cevap vermiş; ‘Leyla kim?’ diye sorunca, ‘Leyla’ diye cevap vermiş, kendi varlığı görünmemiştir. Demek ki Kays hayrette bulunduğu için gurbette olmuş, varlığı silinmiş, beşeriyeti ortadan kalkmıştır. Aşıklar şevk özelliğiyle nitelenmez. Çünkü iştiyak ve özlem var olmayana duyulan özlemdir. Hâlbuki gaib birisi yoktur ki özlem olsun? Hakk birinin duyması olursa artık O’nu nasıl talep edebilir ki? Hakk birinin dili olursa Onu nasıl kınayabilir ki? Nereye gidiyorsunuz? Hakikatle ta­hakkuk eden için‘nerede’sorusunun anlamı ne ola ki?

Bunlardan birisi de iki yüz otuz sekizinci bölümden ‘Şükreden tuzak kurandır’ bahsidir: Şükrü tuzak olan biri şükürle nasıl övülebilir ki? Hakkı sahibine ulaştıran zorunlu bir şeyi ulaştırmış demektir. Bu durumda şükür gerçekleşmemiş olduğu gibi vermek olmadığı için ihsan da söz konusu değildir. Vermek söz konusu olsaydı ihsan, ihsan sabit olsaydı bu kez şükür, şükür ortaya çıkmış olsa tuzak ve mekr kaybolurdu. Binaenaleyh bu durumda vermek söz konusu olmadığı gibi ihsan da yoktur. Kim şükrederse tuzak kurmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ tuzak içermesi nedeniyle fazlalığı şükre bağlamıştır. Şükürle nimetin fazlası talep edilir. Allah Teâlâ kullarına hitap ederek ‘Şükrederseniz artırırım, nankör olursanız azabım şiddetlidir465 buyurmuş, ‘eksiltirim’ dememiştir. Şükür hem Hakk iken hem de kullar için nimeti arttırmakla ilgilidir. Hakk şükrettiğinde kul amelini arttırırken kul şükrettiğinde Hakk onu maksadına taşır. Allah Teâlâ ‘Güzel işler yapanlar için fazlalık var­dır466 buyurur ki, kastedilen şükrün karşılığıdır. Her halükarda tuzak­tan emin olmamalısın!

Bunlardan birisi de iki yüz otuz dokuzuncu bölümden ‘Derin sevgi kökleri kopartır ve insanı sarsar’ bahsidir: Muhabbet ateşi sön­mez, gözyaşı tükenmez, sarsmasının önüne geçilemez, yakması uzak görülemez. Âşık kendinden geçse bile toprakta uyur. Derin aşk (insa­nı) toza batırır. Zillet, garam denilen sevgiyle âşık olana eşlik ederken miskinlik ve yoksulluk onun özelliğidir. Nefsi her zaman kabz halin­dedir, bast halini bilmez. Kuruntuların verdiği rahadığa bağlanması onun neşesidir. Kuruntular zevalde yerleşmiş olsalar bile (her zaman yok olucu olsalar bile), bir gölge gibidirler. Bu itibarla sanki bir gölge veya iradesi eksik ye nakıs birine benzer, istilam hali yanan bir ateştir ve onu tutuşturan arzulardır. Fakat peş peşe gelen yağmurlar o ateşi söndürür. Bu nedenle sevenler arasında ‘garam’ sevgisiyle nitelenenin istilam, yani kendinden kopartılmış olmakla ayrıldığını söyledik.

Bunlardan birisi de iki yüz kırkıncı bölümden ‘Rağbet eden talip­tir’ bahsidir: Bir şeyden yüz çevirmek (rağbet anh) ile bir şeye rağbet etmek (rağbet-fıh) arasında fark bulunur. Bu fark seçilmiş kul ile se­çilmemiş kul arasındaki farka benzer: Ezeli bir inayet ve ebedi bir saadede seçilmişlik ile takdir edilmiş başarısızlık ve bedbahtlık! Hepsi de hakikattir. Kulun söylediği en doğru söz ‘Fakat biz senin kullarınız’ cümlesidir. Burada kovulan ile seçileni, itaat eden ile yüz çevireni kısas kulluğunda -ihtisas kulluğunda değilbirleştirmiş ve bir araya getirmiştir. Allah Teâlâ bir kuluyla hasmmın arasmı bulur ve o kul saadete ererken başka bir kula adaleti ve hükmünün gereğiyle cehenneme gitmeyi emreder, onu uzaklaştırır. Bununla birlikte (saadete ermenin) Hakk ediş olmadığını söyler. Her ikisi de asidir fakat her ikisi benzer ve eşit değildir. İkisinden birisinin kurtulan günahkâr, diğerinin helak olan günahkâr olmasının sebebi nedir? Hâlbuki her iki kul da aynı sahibindir. Ortada başka bir durum da yoktur. Cehennem yeri mamur olsun diye oraya girecekse niçin bir kısmı ötekilerle kalmaz ve şefaat ile ateşten çıkar ki? Bunun nedeni bir şiirde söylendiği gibi şu mudur?

Su ve ateş bir araya gelmiş

Büyük bir sebebi olsa gerek bunun

Bunlardan birisi de iki yüz kırk birinci bölümden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurmuş olduğu ‘İslam'da ruhbanlık yoktur’ bahsidir: Ruhban Hakkın hükmüyle ‘terk eder5, O’na yönelir, O’nu inkâr etmez, aksine bulunduğu durumda O’na teslim olur. Bunun yegâne sebebi yalnız­laşmak ve kullarından ayrılmasından başka bir şey olabilir mi? Hiç kuşkusuz apaçık delil bize teklifin maslahadar nedeniyle şeriat oldu­ğunu bildirmiştir. Rahip cemaade beraber amele katılmış olsaydı, onu da hüküm itibariyle esir edilen veya öldürülenlere katacaktı. Bu itibar­la şeriat manastırlarda (savami’) ibadet edenlere el sürmemek gerekti­ğini beyan etmiştir, çünkü onların nefisleri (savami’ ile aradaki ilişkiy­le) kulak kesilmiştir; dinlediklerinde gözlerinin yaşla dolduğunu gö­rürsün. Onların insanların üzerinde bulundukları karışıklık ve kuşku­lar hakkında bilgileri yoktur. Beşerî korkudan uzaklaşmış, başka bir korkuyla nitelenmiş, bir yolu bırakmış ve korkuyu vatan edinmişler­dir. Onlar eksiklik ve güçsüzlüklerini anlamış, bu nedenle yeryüzünde kolaylığı tercih etmiş, ‘işte farz budur’ demişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ dinde kolaylık ve yumuşaklığı emretmiştir. Nefsine karşı yumuşak davranan insan ona karşı vefalı olmuş, Hakkın belirlemiş olduğu görevi ifa etmiş, kendine zulmetmemiş ve nasipsiz bırakmamıştır. (Üzerindeki görevi yerine getirmek anlamında) kim verirse, salim olur ve kınan­maz.

Bunlardan birisi de iki yüz kırk ikinci bölümden ‘Vuslat için ça­lışmak bir tevessül ve vesile edinmektir’ bahsidir: Fazilet Allah Teâlâ’ya ulaş­mak maksadıyla âmeli vesile edenindir. Henüz kendisine ulaşmamış ve yanında bulunanı elde etmek üzere çalışmamış olması bu durumu değiştirmez. Amelin neticesi amel etmeyende ortaya çıkmaz. İnsan ancak tembellik etmeden âmel ederse o neticeyi elde edebilir. Tembel lik varken vuslat olmayacağı gibi vuslata dönük bir gayret de söz ko­nusu olmaz. Bu itibârla insana düşen gayretini ortaya koymaktır. Bulmakla nitelenmemiş olmak seni ilgilendirmez. Sen bunu bilmesen bile, zevk ve insaf sahibi nezdinde, bulan kimsesin. Amel olmayınca terazi bilinmez. Terazi bilinmeyince, ölçüler bilinmediği için, neyi bulduğu da bilinmez. Başka bir ifadeyle gayreti harcamanın onun için neyi meydana getirdiğini bilemez ve ‘bulamaz’. Öyle bir bilgi zevk bilgisidir ve bu bilgi ‘yukarıdan’ yemekle (elde edilir). İnsan ayağının altından yemiş olsaydı, ameli benzeriyle tartar ve onun değerini ve kendi işini bilirdi. Binaenaleyh gayret sarf etmek kitapları uygulamak demek iken rütbeler de bu sayede meydana gelir.

Bunlardan birisi de iki yüz kırk üçüncü bölümden ‘Bulmak yitir­mektir’ bahsidir:. Bulmak kapının açılmasıyla ansızın ortaya çıkar. Tevacüd, yani zorlamalı yecd olursa, perde olur. Bulamayanın vecdi olmaz, daha doğrusu vecdi olmayan bulamamıştır. Keremin delili bezletmek iken adaletin delili fazlayı vermektir. Himmet sahipleri nezdinde üstün olan budur. Allah Teâlâ fazlı verir ve bu hususta cAllah Teâlâ’nın fazlından isteyin467 buyurmuştur. Bu nedenle (kendisi muhtaç iken başkasını tercih etmek anlamında) isar O’nun adına imkânsızdır. Allah Teâlâ’nın bütün verdikleri fazıldır ve bu kısım cömertliğin en üstünüdür. Kendine tercih eden kişi -kurtulsa bilezarardadır, çünkü kendisine sığınma gerçekleştiğinde üstün olanı terk etmiştir. Mümin olsaydı nefsini Allah Teâlâ’dan satın almış olduğunu bilirdi. Satın alınan müşteriye aittir. Allah Teâlâ’nın hakkı kulun hakkına göre önceliklidir. Fakat iddia onu bu imtihana düşürmüş, ‘başkasını tercih eden’ diye isimlendirilmiş ve böyle temyiz edilmiştir. Komşu yakın sayılmada öncelikliyken yakın akrabaya ve nesep bağı olanlara verilen sadaka da çoğalır.

Bunlardan birisi de iki yüz kırk dördüncü bölümden ‘Şahit olan bulur’ bahsidir: Varlığı elde eden mevcuda karşı zahit davranandır. Alemin bağımsız varlığını gören kişi, illeti kabul edendir. Böyle biri­nin sahih bir yolu yoktur. İllederi kabul edenler âlemin ezeliliğini ileri sürenlerdir. Âlem nasıl kadim olabilir ki? Allah Teâlâ’nın varlığına mahsus zatî zorunluluktan âlemin payı yoktur ki! Alemin mertebesi ikinci olmaktır. O mertebe ise baki-fanidir. Âlem için kadimlik mümkün olsaydı yokluğu imkansızlaşırdı. Hâlbuki kuşatıcı bilgi sahibine göre yokluk (âlem için) mümkün, hatta vakidir. Bu nedenle kulların çoğu yeniden yaratma hakkında kuşkudadır. Varlıkların her an yenilendiği­ni sadece kuşkucular ve sofisder (ehl-i hisban) bilebilirken Eş’ariler ise araz konusunda aynı görüşü ortaya koymuştur. Buna mukabil filozof onun yanlış düşündüğünü zannederek zencinin siyah ve altının sarılı­ğını bilmemekle suçlamıştır.

Bunlardan birisi iki yüz kırk beşinci bölümden ‘Israr eden halini yitirir’ bahsidir: Vakit bir kılıçtır, ondan büsbütün korku duyulur. İnsanın zamanı onun halidir. Onda ikamet ederken ayrılıp gidersin!

Ey adam! Senin seyrin bir geminin seyrine benziyor

Bir kavim ayakta, gemiler ise seferde

Yolcu bineğiyle giderken yolunu bilmez; rüzgâr onu açık bir me­kâna doğru sürükler. Başı suda, ayakları havada, yürümesi ters dön­müştür ki talep edilen de budur. Ters dönmesi olmasaydı yürüyemez ve ters dönmemiş olsaydı süslenemezdi. Kul bir sırrı gizlemeseydi ona ‘bir iş getirdin’ denilmez, bilinmeyen bir iş getirmez, bunun için de mazeret ortaya koymazdı. Ardından ‘Bu sabredemediğin şeyin tevili­dir5468 demiştir. Sır gizli bırakılsaydı, Hz. Musa imtihan edilmezdi. Özlem şiddedi olmakla birlikte, bu senin zevk kaynaklı imtihanındır.

Bunlardan birisi de iki yüz kırk altıncı bölümden ‘Galip olduğun bir konuda korkma’ bahsidir: Kim sana korku verirse mağlup etmişsin demektir. Seni zayıf kılanı sen güçlendirdin demektir. Heybet bir başarısızlıktır ve ancak gaybetle meydana gelir. Zuhur huzura aittir. Korkan kimse haz almaz. Korkan kişi ahbapla bir araya gelmekle haz almaz, aksine azaptadır. Onun cem’ hali fark hali gibidir. Gidişten korku duyulmaz! Heybetin kesin bir hükmü olsaydı Hakk tecelli et­mez, kulun O’nun isimleriyle süslendiği görülmezdi. Ya da herhangi bir kul hakkında ‘rabbiniri ahlakıyla ahlaklandı, sarktı, yaklaştı’ denil­mez veya ‘Yüz çevirenden sen de yüz çevir469 ayetini söylemek üzere tenezzül etmezdi. Senin varlığından başka bir şey yoktur ve kendi varlığın hakkında cahil kalmamalısın! ‘Dininizde aşırıya gitmeyin, Allah Teâlâ hakkında sadece hakkı söyleyin.’470 Kuşkusuz ki yaratılmış Hakka ilhak edilmiştir. Sonra şöyle demiştir: Bu yükseklik nerede? Müteal Allah Teâlâ’dan daha yüce hiçbir şey yoktur. O halde inmek yükseklik iken uzaklık yakınlıktır.

Bunlardan birisi de iki yüz kırk yedinci bölümden ‘Ünsiyet umut­suzluktadır’ bahsidir: İnsanın şimdiki anda yaşadığı azap düşünceyle ilgilidir. Umutsuz olan rahata erip kayıttan kurtulur, müşkül işlerle ünsiyet eder. Müşkül (kelime anlamıyla) benzeşen demektir. Benzer zıttır, zıtiık uzaklıktır. Ünsiyet yakınlığa bağlıdır. O halde ünsiyet olmadığı gibi ünsiyette başkayı ispat ettiği için bir hayır ve iyilik yok­tur. Nefsiyle ünsiyet eden kişi, hiç kuşkusuz, nefsini yabancı kabul etmiş demektir. Bu ise güçlü nefislerin gayesidir. Kim kendinden uzaklaşır ve gurbette olursa hemcinsleri arasında tanınmaz, ünsiyet ederken vahşet halinde kalır. İnsanlarla ünsiyet aldanmış birinde mey­dana gelebilirken saklı kitaba da temizlenmiş kimseler dokunabilir. Bu itibarla sadece cennet (gizli) vardır. Onlar bize göre gizlilik içindeki gizlenmiş kimselerdir. Elde ettikleri ise bâtınlık gibidir. O sizi yeryü­zünde meydana getirirken, sizi en iyi bilendir. Daha önce annelerini­zin karnında cenin idiniz. Böyleyken bu duruma karşılık tezkiye nere­de kalmıştır?

Bunlardan birisi de iki yüz kırk sekizinci bölümden ‘Çelil bezgin­dir’ bahsidir: Bela yükseklik isteyene gelir. Hululü dile getiren malûl, o ise devasız bir hastalıktır; ona şifa verecek doktor yoktur. Alemin hastalığı illetli, yani malûl olmaktır, çünkü hâdislik onun ayrılmaz ve gerçek özelliğidir. Demek ki âlemin hastalığı süreklidir ve bu itibarla âlem yatalak hastadır, oklardan korunması mümkün değildir. Âlem sürekli bir maksada sahiptir, bir maksada yönelmişken kendisi de hedeftir. Bu durumda o sağlıklı ve hasta, yorgun ve dingindir. Onun hastalığı sahih iken halini anlatan dilleri ve ibaresi de fasihtir. Çünkü onun güçleri Haktır. Hakk onun güçleri olunca, âlem illet ve güçlerin­den soyutlanır. Hakk onun duymasıdır; bu durumda öyle bir kulağın duyması kaçınılmazdır. Hakk onun gözüdür; bu durumda onun bakışı müessirdir. Hakk onun dilidir; bu durumda beyanı anlaşılır. Hakk onun ayağıdır; bu durumda yürüyüşü düzgündür. Allah Teâlâ onun elidir; öyley­se kendisini teyit edecek bir şeyi talep edemez. Bu yolları ve metodu bilen kimse hiç kuşkusuz bütün hastalıklardan kurtulmuş sayılır. De­mek ki âlemin/insanın şifası Allah Teâlâ, devası Allah Teâlâ’dır. Kibirli olan kişi cezalandırılmıştır. Hakk bir kimsenin sıfatları haline gelirse o kişi ko­runmuştur.

Bunlardan birisi de iki yüz kırk dokuzuncu bölümden ‘Kim cemal sahibi olursa istimal edilir’ bahsidir: Cemal sahibi güvenilirdir ve bu nedenle aldanmaz. Cemal görünür, bu özellik futüvvet ehlinde ortaya çıkar. Oğulluğu peygamberliğe katan hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’nın mertebe­sini yücelttiği biridir. Yükseklik en doğru mezheplere göre vacibe ilaveyken heybet her durumda cemalin bir neticesidir. Cemal sevilen bir şey, insana eşlik eden en izzetli özelliktir. Cemal insana eşlik eder­se sürekli yücelirken müşahedesi artanın yüceliği de artar. ‘Allah Teâlâ gü­zeldir ve güzeli sever.’ Allah Teâlâ’ya karşı misal vermeyiniz, kendisi için misalleri veren bizzat Allah Teâlâ’dır. O bilir, biz bilmeyiz. Allah Teâlâ birine öğretirse, cüretli olup cezalandırılmasın diye gizlemelidir. Bu nedenle günahtan olduğu kadar aldanmaktan ve günahın neticesinden de Allah Teâlâ’ya sığınmalısın.

Bunlardan birisi de iki yüz ellinci bölümden ‘Kemalle nitelenen meyletmemiştir’ bahsidir: Kemal berzahtadır ve en yüce makamdır. Meyletmiş olsaydı itidalle nitelenmezdi. İki deniz birbirine doğru akmıştır, aralarında berzah bulunduğu için kavuşmazlar. Ayette geçen tuğyanın bir türü de bağy, yani taşkınlık ve haddi aşmaktır. Kime karşı bağy edilirse, yani taşkınlık edilirse, Allah Teâlâ -gecikse bileona yardım eder. Yakîn gelene kadar Rabbine ibadet et! Yakîn geldiğinde yardım da gelir, taşkınlık edenin kötülüğü uzaklaştırılır, kişi dar me­kândan genişe çıkmış gibi olur. Münadi ‘o kimdir’ diye bağırır ve şöyle denilir: ‘Taşkınlık edilen kişidir.’ Allah Teâlâ ona tenezzül etmiş, ken­disine ikramda bulunmuş, onun mahallini şereflendirmiş ve böylece genişletmiştir. Hâlbuki daha önce; dardı ve genişleyince en geniş feza­ya benzer. Buradan -Allah Teâlâ’nın gizli hikmetiylemüminin kalbinin O’nun rahmetinden daha geniş olduğunu anladık. Bununla beraber kalp de Allah Teâlâ’nın rahmetinin kuşatmış ve ihata etmiş olduğu şeylerden ve varlıklardan birisidir. Demek ki kalp Allah Teâlâ’yı ancak O’nun rahmetiy­le sığdırmışken, kemali de rahmetten ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de iki yüz elli birinci bölümden ‘Zevk alan (ve temizlenen) kendinden geçer’ bahsidir: Duyan zevk alır, zevk alan da kendinden geçer. Kendinden geçen (Hakka) döner ve bu dönüşte Rabbine gider. Çünkü O’nu ailesinde halife bırakmıştır. Allah Teâlâ kendi­lerine merhameti, şefkati ve onlar adına korkusu nedeniyle sefere çıkan müminin ailesinde halife olarak kalır. Onlar adına yine kendi­sinden (gelecek şeyler nedeniyle) korkar, çünkü herhangi bir şey an­cak O’ndan meydana gelebilir. Efendi sürünün çobanıyken onlara haksızlık yapmaz ve zülmetmez. Onlardan da ancak kendisine ‘gıda’ olacak şeyleri elde eder. O’nun gıdası ise yitirilmiş olandır. Başka bir ifadeyle efendinin gıdası, kullarında isimlerinin eserleri şeklinde tecelli eder ve bu sayede beldeler mamur Hakk gelir, çiftçilik, ziraat ve ticaret böyle ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ iki el sahibi olmakla nitelenmiş, âlemde iki yol izhar etmiştir: Birincisi satılan, diğeri alınandır. Kıya­mete kadar böyle devam eder. Binaenaleyh her elin bir yolu vardır ve işin özü budur. Müşterinin hükmü satanın hükmüyle bir ve aynı de­ğildir. Bu konuda -herhangi bir engel veya tartışma olmaksızınkuşku yoktur.

Bunlardan birisi de iki yüz elli ikinci bölümden ‘Huzur sahibi na­zar eder’ bahsidir: Tek bir hakikatten başkası yokken huzur nerede kalmıştır ki? Hiçbir göz O’nu sınırlayamaz, hiçbir harf O’nu kuşatamaz. (Allah Teâlâ hakkında şöyle tabirler kullanılır): ‘Zatı gereği tenezzül etti, O'ndan çıkan vardır, O'na yükselen ve O'na inen vardır.’ Bütün bu ifadeler mekânı gerektiren birtakım ibarelerdir. Bu ifadeler kullanı­lırken aynı zamanda ‘ara’ ve uzaklık da sabit olur. Bu yaklaşım ikicile­rin (seneviyye) inancıdır. Şöyle dersin: Şehit seni yalanlaşa bile iş birdir. Çıkmak ve inmek yolu talep ederken bu durum İlâhî konularda tahkikin yöntemi değildir. Hâlbuki tahkik yöntemi zikredilmişken maksadın anlaşılmış olması da gerekir. İlahi söz hakikat iken O’nun kelamı doğrudur. Bu nedenle duyan bir kulak olmalıdır. Allah Teâlâ ‘huzur’ sahibi birisine hitap etmiştir ki, o da ‘nazar’ edendir. Duyan konuşan­dan başkası olsaydı, isabeti ve hata etmesi mümkün olabilirdi; duyan konuşanın ta kendisi olunca onun doğruluğu süratle ortaya çıkar ve bir gecikme olmaz. Aksine onun konuşması ve kelamı cevabının ken­disidir. Böyle biri sevenleri arasında konuşan ve dinleyendir.

Bunlardan birisi de iki yüz elli üçüncü bölümden ‘Fikir sahibi sarhoştur’ bahsidir: Düşünmek bir sarhoşluktur. Fakat onun şarabı karışık, yaratılışı da vakitsizdir. Bu vakitsizlik ise mizaçtan ortaya çıkar. Kastedilen ebrar’ın (iyiler) şarabıdır. O şarap hakkında ‘Allah Teâlâ’nın kullarının içtiği pınar’ denilir. Ayette geçen ‘tefcir’ söylediğimden haberdar olan için mizacın ta kendisidir. ‘Tefcir’ olmaksızın -Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olması nedeniyleaksaydı, o zaman mukarrabîn, yani Hakka yakın kulların şarabı olurdu. (Hakka yakın kişi demek olan)

Mukarrab ile (iyilik sahibi demek olan) ebrar arasındaki fark, gözler ile eserler arasındaki fark gibidir. Bu itibarla eserler delalet ederken göz görür ve bıkmaz. Kapı açılmış, veren ihsan etmiş, hakikat şerh edilmiş, gönüllerin açılmasıyla işlerin kapalılıkları ortaya çıkmış, an­lamlar belli olmuştur. Bunlar Hakkın bulunduğu anlamlardır. Kilitle­rin ortadan kalkmasıyla gizlilikler açığa çıkmıştır. Onlar âlemde teza­hür eden inanç ve mezheplerdir. Gör ve gizle!

Bunlardan biri de iki yüz elli dördüncü bölümden ‘Kurtulan sahv (ayıklık) sahibidir’ bahsidir: Düşüncesinde zahid olan kişi sarhoşlu­ğundan ayık kalandır. Her şarap sarhoş etmez, her söz inkâr edilmez, her mizaç sarhoş olmadığı gibi dinleyen herkes dinlediğini inkâr et­mez. İnkâr dar görüşlülükten kaynaklanır. Akıllı ve anlayışlı ol ki, her şeyi bilginle ihata edebileşin; her hadisede bir hikmet bulabilesin! Allah Teâlâ böyle davranmayı emretti. Sen de O’na uy! Hiç kuşkusuz uyan­lar isabetlidir. Hakka uyan kişi O’nu başka olarak gördüğü veya iyi ve kötü olarak inandığı yerde isabetli davrandığını görür. Böyle bir insan furkan okumuş olur, Kur’an’ı okumuş olmaz. Kim okursa arınır, kim ‘furkan’ okursa, o kişi burhan hakkında düşünen kişidir. Hayret kaçı­nılmazdır, çünkü başkasının varlığını ispat etmiştir. Buradan gayret özelliğiyle nitelenen, insaflı davranmıştır. ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız sizin için furkan yaratır.’471 Allah Teâlâ mümin ve iman sahibi diye hitap ederken ‘göz sahipleri’ diye hitap etmemiştir.

Otuz dördüncü sifir sona ermiştir, onu otuz beşinci sifir takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar