OTUZ DÖRDÜNCÜ SİFİR 2.Bölüm
Kalp bir ev, bilgi onun sakini
Bilgiyle hayat bulur, bilgiden başka
bir şey istemem
Hakkın ihsan ettiği bilgi nedir?
Anlayış sahibine tahsis, edilen
kitaptır
Bütün ilimler onda ortaya çıkar
Hikmetleri elde etmiş selim kalpler
için
Veya önder ve doğru yoldaki adil
imam için
Kurtuluş isteyen vehimden de ayrılmayan
Kurtuluş itaatkâr bir kavme gelir ' .
Bir kavme de gelir fakat onlara
rağmen
Allah Teâlâ’nın öyle adamları vardır ki, Allah Teâlâ onları binekli veya yaya olarak sürükleyerek cennete götürür.
Bunun nedeni ezeli inayetiyle
gerçekleşmiş ve doğrulanmış hükmüdür.
Onların kalpleri bilgisizlik nedeniyle göğüslerinde ölmüştür. Bununla beraber
onlara saadete erdiklerinde ‘Merhaba, hoş geldiniz, güçlük, sıkıntı,
huzursuzluk, niza yoktur artık’ denilir. Bunlar nerede, üç şube sahibi olan
gölgeye gidecekler nerede? Söz konusu olan gölge değildir ve ateşe karşı bir fayda
vermez. Onlara rızık hesap etmedikleri yerden gelir. Allah Teâlâ onları çağırır,
onlar da davete icabet eder ve perdelenmezler.
Bunlardan birisi de yüz yirmi altıncı
bölümden gizli ve açık imtihanların sırrıdır: Sırların ortaya çıktığı gün güç
ve yardımcı nerededir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onun gücü ve yardımcısı
yoktur.’384 Sonra çoğula yemin ederek şöyle demiştir: ‘Geriye
dönen göğe yere yemin olsun kİ, o ayırıcı bir sözdür, şaka değildir.’385
sabırlı ile sabırsız, dayanıklı ile dayanıksız ayrışsm ve belli olsun diye
cihada görünenler sınandığı gibi kıyamette de (o görünen kısımların içindeki)
sırlar ortaya çıkar. Bela ve fitnelerdeki veya onların içerdiği sıkıntı ve
güçlüklerdeki en sırlı iş, hikmetli kitapta belirtilen ‘Sizi imtihan
edeceğiz ta ki öğrenelim’386 ayetinde
yer alır. Allah Teâlâ kullarından meydana gelecek işleri bilendir. Kimin
bileceğini anla! Anlayınca gizle; öğrendiğinde anla; anladığında gizle;
gizlediğinde ise öyle devam et, geride kal ve öne çıkma! One çıkınca haşir günü
pişman olmaktan sakın! Soru sorulduğunda ‘bilmiyorum’, ‘Sen
gaybleri en iyi bilensin’387 de! Âlemde bazı vakiderde bilmeyen
ve görmezden gelen cahiller ile gafil olan cahiller vardır. Böyle bir hususta
derecelenme gerçekleşir. Allah Teâlâ gafil değildir, O her yerde bizimle
beraberdir. Hal böyleyken nereye gidiyorsunuz? Bu kitap sadece bir öğüt!
Verdiği haberlerin doğruluğunu biraz sonra öğreneceksiniz. Aleni olan yayılmış
olandır; sır ise ortaya çıkmış olandır. Surdan daha gizli olan ise
bilinmeyendir. O da sadece Allah Teâlâ’yı bilmektir. Burası hayrete düşüp
‘vah’ diyenin menzilidir. Kendinden geçene kadar vah dememiş, kendinden geçince
ilahlık iddia etmiştir. Aklı hayrete düşmüş, nakil kendisine fayda
sağlamamıştır. Birbirinden farklı sözler söylenmiş, suretler ile haller
zıdaşmıştır. Bir teşbih ayetinin karşısında tenzih ayeti bulunur. Bazen fayda
elde etmek isteyen için bir ayetteki hüküm onları birleştirir. Böyle bir ayete
misal olarak ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’388
ayetini verebiliriz. Bu ayet, Hakka yakın, yüzü parlak, akıllı, uyanık kimseler
için tenzihi ve teşbihi birleştirir ve ihata eder. Böyle bir insan es-Semi’ ve
el-Basir’e yönelirse, hiç kuşkusuz, el-Habir’e ulaşır. Kalp ve baş gözlerine
göre fitne, haber edinmek ve araştırmak demektir. Fitnenin konusu ise duyulur
ve aklî olmak üzere iki kısımdır. Varlık ile aklın delilleri kendisine bunu vermiştir.
Dilerse mevhum -ki muhayyer demektirde diyebilirsin; muhayyer olan işin
üzerinde bulunduğu durumdur.
İş mevhum ve makul olmak üzere iki
kısım Ecir gibi; verilmiş ve aktarılmışla sınırlı ecir
Ben onun inşa ettiği isimlerde
değilim Yüz sahibi gibi yönelmiş bir yüz
O’nun idrakinde bıkkınlık yok
Hevanın hakkı için! O bıkan değil
Göz ibret almak için bakarken kalp
gözü hayrete düşer. Kalp gözünün hayrete düşmesi gayret hakkında hakka’l-yakin
öğrendiği bilgi nedeniyle O’ndan başkasını gördüğünde gerçekleşir. Sana
müşahede ihsan edilip vecd ve vücud yoluyla o makama erdiğinde, bunu görürsün.
Onu görmek karışık rüyalardan sayılır. Bu rüyalar mertebeyle sahih-müjdeli
rüyalar arasında perde teşkil eder. Bu konuda sure ve ayederde -Kur’an’ı
değilfurkanı dile getiririz. Bu kadar açıklama yeterlidir çünkü bu açıklama
şifa verici bir ilaçtır.
Bunlardan birisi de yüz yirmi yedinci
bölümden iradenin ve âdetin hükmünün değişmesindeki sırdır: İrade murad, yani
irade edilenin değişmesiyle değişir ve âdetin aşıldığı durumda âdete göre hüküm
verir. el-Âlim’in kulu için -Kadim’in iradesinin değişmesinin dışındaşaşılacak
bir iş yoktur. O iradesini lev (ise) edatına
bağlamıştır. Bir değişir ve farklılaşırsa, bir olmaz. Hâlbuki zaid bir durumun
olması, hatta pek çok durum kaçınılmazdır. Gerçeği anlayan için durum böyledir.
Bu hususun içerdiği bilgi idrak edilemeyecek kadar gizlidir. ‘Allah Teâlâ şöyle
dileseydi’ denilir, hâlbuki öyle bir şey dikmemiştir! ‘Dilemiş olsaydı, hiç
kuşkusuz ki, irade edilen gerçekleşirdi. Lev edatı imkânsızhğa dayanan bir
imkânsızlığı bildirir. Hal böyleyken güç yetirilemeyen bir şeye nasıl güç
yetirirsin? Çeşitlenme ve değişme sahih olursa, cins ortaya çıkardı; böyle bir
durum kutsiyetin gerektirmiş olduğu duruma aykırı olduğu kadar aynı zamanda
aklın delilinin nefse verdiği hükme de aykırıdır. İradenin hakikati, adette
yerleşik olan şeydir. Bu itibarla âdetin aşılması söz konusu olduğunda, o da,
irade edilen bir durumdur. Binaenaleyh şahıs bakımından bakmaman gerekir. Yine
de onu incelemen ve araştırman gerekir! Araştırdığında onda zuhur edeni daha
doğrusu nassa vakıf olursun.
İbret alanlar, basiret gözüyle
bakanlardır. Fakat burada ağyarın (varlığının) hükmünün bulunması gerekir.
(Dünya ile ahiret arasındaki) nehir olmasaydı, iki dünya fırkasının hükmü
olmayacağı gibi geliş ve gidiş de olmayacaktı. Toprak tektir ve kendisine ilave
bir şey yoktur! Nehir gelmiş, toprağı (iki âleme) ayırmıştır. Ayırmamış
olsaydı, birleşme olmazdı. Fakat nehir akarken toprağı örtmüştür. Bu söz
uydurma bir söz değildir. Aksine kendisine nail olacak kimseler için güneşten
daha açık bir ifadedir; yükseklik ve aşağılık ehli onu bilir, çünkü ancak
yeryüzü/toprak üzerinde karar kılınır. Demek ki yeryüzü (nehrin) aşağısından
bitişik bir haldeyken göz ayrımı ve bölünmeyi görür. Ayrımdan geçerek
bitişikliğe varmak lazımdır! Bu nedenle işlerin başkalaşıp değiştiğini
söyledik. Suyun toprağa işleyip onun üzerinden akması, kendisinde bulunmayan
bir hükmü ortaya çıkartır ve bu hüküm ancak toprağa dayanır. Tümsekler ortadan
kalksa ve su kaybolsaydı mesafe de kaybolur. Bunun yanı sıra gözün gördüğünü
bilgi doğrular. Değişse bile iradeyi dikkate almalısın, parçalanmış olsa bile
adetten uzaklaşmaman gerekir.
Bunlardan birisi de yüz yirmi
sekizinci bölümde tecellinin her zaman biriminde varlıklardaki neticeleridir:
İlahi tecellinin varlıklarda zamanlara göre değişen hükümleri vardır. Şekil ve
suretlerin değişmesi de hallerin değişmesinden kaynaklanır. Hakk suretler
sebebiyle çoğalır, zaman sayesinde ise ‘başka’ ortaya çıkar. Zamanın
isimlerinden birisi de ed-Dehr’dir ve İlâhî gayret Allah Teâlâ’nın ed-Dehr
olduğunu söylemiştir. Bu itibarla sadece kendisine muhtaç olunan vardır ve
bunun İçin de kendi katında bulunsa bile Allah Teâlâ’nın âlemin aynı olduğunu
söyledik. Allah Teâlâ feleğin suretinde tecelli etmiş, felek dönmüş, güneşin
suretinde tecelli etmiş ve güneş aydınlatmıştır; gecenin suretinde tecelli
etmiş, gece kararmış, yukarıda ve aşağıdaki varlıklarda tecelli etmiştir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ ancak kendisinin aynı olana tecelli etmiş, O’nu kendi
varlığından başka bir göz idrak etmemiştir. Allah Teâlâ kendini kendisiyle
idrak etmiştir. O mukaddes ve münezzeh olmakla birlikte akıl ve duyu için
(tecelli etmiştir). Yaratılmışlık ise bilgide sabit olmayan bir hükmü ortaya
çıkartmıştır. Çünkü akılların delili, rivayeüe gelen bilginin doğru dediğiyle
bazen çelişir. (Böyle bir durumda) naklin bilgisini kabul etmeyi akıl eleştirirken
nakli terk etmeyi ve bir kenara bırakmayı da vahiy kınar. Gözler kendisine
şahitlik etmese bile, akıl naklin getirdiği öyle bir bilgiyi iman sayesinde
kabul edebilir. O halde gayb hakkındaki bilgide kuşkunun ortadan kalkması,
eksiklikten ve kalpte bulunan kuşkudan uzaklaşmak ve arınmak demektir.
Ey akıllı kişi! Müteşabihe uyma, ona
ancak kalbi eğri olan kişi uyar. Onu tevile kalkmamak kâmil ve yetkin akıl
sahibinin özelliğidir. Müteşabihin bilgisi ona Rabbinden gelirse, bu bilgi şifa
demek iken o kişi de mustafa, yani
seçilmiş kişidir. Seçilmiş olanlar, nasla belirlendiği üzere, akıl sahiplerine
göre üç kişidir: Birincisi hemcinsleri arasında kendine zulmeden, İkincisi
ölçülü olan; itimat edilen budur. Böyle bir insan cezalandırılmaktan uzak
olduğu kadar içinde bulunduğu anın hakimidir. Üçüncü kişi, iyiliklerle
iyiliklere koşanlardır. ‘Onlarda huriler
vardır.’389 Başka bir ayette ‘Rabbinizin
hangi nimetini yalanlarsınız’390 denilir. Rabbimizin nimetlerinden
hiçbirini yalanlamayız. Nasıl yalanlarız ki? O’nun nimederi içerisinde halden Hakk
gireriz. Bunu öğren ve ona göre davran!
Bunlardan birisi de yüz yirmi
dokuzuncu bölümden ikna ve yararlanmayı sağlayan şeylerin sırrıdır: İkna
ortadan kalkmak ve yükselmek demekken fayda onunla gerçekleşir. Kim burada
‘ikna’ olursa, huşu kazanırken ahirette ise ancak huşu sahipleri ikna olur.
Onlar her şeyi verenin karşısında zelil olarak huşu duyanlardır. Bununla
birlikte gözlerini gizleyerek her şeye hükmeden Allah Teâlâ’ya bakarlar. Dünya
hayatında O’nu murakabe etmiş olsalardı, ahirette O’ndan emin olurlardı.
Akıllı insanlar dünya hayatında kani olurlarken kanaatle çelişen huşu
özelliğiyle nitelenirler. Bu nedenle Allah Teâlâ ahiret hayatında onlara izzet
verir, onların huşu ve korkuları ahiretteki bu makamları meydana getirir. Kim
yükselirse düşer ve buradan karıştırma ortaya çıkar. Düşme bilinmez.
Ey insan! Başını yukarıya kaldırıp
cennetlere bakmaksın. Rahman Allah Teâlâ, kardeşlerin arasını düzeltir. Siz de
birbirinizin arasını düzeltiniz. Allah Teâlâ şahitlerin gözlerinin önünde
gerçekleşecek şahitlik gününde kulların arasını düzeltir. Hayır ve iyilikler
zarardan emniyet bulanda meydana gelebilir. Ahiret hayatında ikna bazen izzet
sahipleri için meydana gelebileceği gibi en iyi elbiseler giyinen kimseler, bazen
zalim, kendinden geçen ve hayrete düşen adına da meydana gelebilir. Özelhkler
sayesinde pişmanlık gününde ve kaçacak bir yerin bulunmadığı vakitte şahıslar
ayırt edilir. O makamın korkularından Allah Teâlâ’ya sığınmalısınız. O makam ve
yer, hayalleri bile anlamsız Hakk getirir. Akıl nakle iman eden kimseyi
‘akılsız’ saysa bile, kendisinde bir sefihlik yoktur. Fakat insana hakim bir
özellik vardır; bu özellik onun suretine hakim olan heva, yani arzu gücüdür.
Sınanma ve imtihan bu nedenle ortaya çıkmışken sefıhliğin kaynağı odur. Aklı
sefıhlikten bütünüyle tenzih eden kimse seni yanıltmasın, onun sözünü bir kenara
bırak! Böyle biri uyanıp dikkati çekilene kadar akılk sayılmaz. Bununla
beraber akıllı insan bazen vahye hakim olmasını istediği için aklını tam olarak
kullanmaktan gafil kalabilir. Arzusu kendisine hakim olan bir insan arzusunu
razı ve memnun etmek için çalışır. Akıl ise o esnada evinde hapsedilmiştir. Göz
keskinleşip perde kalktığında ve de ihsanlar geldiğinde, heva ve arzu sahibi
aklını çağırır, nakh bırakır. İzzet sahibi Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki! Bu
çağırma artık ona fayda vermez. Aklını ona hakim olan arzusuna bırakır. Bu
durum arzu gücünün ektiğini biçmesi demektir.
Bunlardan birisi de yüz otuzuncu
bölümden yeşil makamda kırmızı ölümün sırrıdır: Nefislerin kurban edilmesi,
bedenlerin kurban edilmesinden acıdır. Görüşlere karşı çıkmak, düşmanla
savaşmaktan çetin, arzulardan uzaklaşmak hastalıkların en ileri derecesidir.
Nefse muhalefet edebilen kimse kutsiyet mertebesine yerleşir. Nefsini arzusundan
ayıran, Me’va cennetine kavuşur. Bununla beraber nefsin arzusundan ancak
Rabbinin makamından korkan uzak kalabilir. O kişi günahının neticesinden
korkar, vefaya bağlanır, safa ehli içerisinde farklılaşır. Bunun yanı sıra
yükümlü olduğu işleri yerine getirir, onu kabul eder, yüz çevirmez.
Bu gece vakıamda bir hadise gördüm.
Gördüğüm hadise beni yaşlandırdı. Gördüğüm rüyayı manzum olarak yazdım, bu
bölüme kaydettim. Uykuda şöyle dedim:
Korkusuz olmaz, şiddet de Hem zulüm
hem üzüntü olmalı
Halep’te, zalimin
hükmünden Yaratıklarında bu hüküm işler
Kalesinden inerek
Bir yumuşaklık ve
merhamet olmaksızın
Sanki kendi hükmünde Haccac gibi
Baskıyla ve zorlamayla hüküm verir
Hükümleriyle yaratıklara zulmeden Elifi
Eliften ayırt eder
Rahman kalbinden çekip almış
Rahmetini; yetmiş bu
Haccac’ın suretinde görürüm onu
Haccac’ın ta kendisi o
Tek olan Rahman’a sığın Rahman’a
sığınan mağlup olmaz
Fakat umulur ki Allah Teâlâ kudretini
ilhad ehlinden olan inatçıların üzerine salar. Üzerinde kırmızı bir örtü vardı,
bir sarhoş gibi yalpalayarak yürüyordu. Fazileti nedeniyle onun adil olmasını
umut ediyordum. Elinde bir asa bulunduğu halde yaya olarak gelmişti. Allah
Teâlâ’nın emrine muhalif olup karşı çıkanlara karşı kendisinden yardım istenirdi.
Allah Teâlâ bu rüyaya doğru-sadık bir tevil nasip etti, onu hakkı söyleyen ve
konuşan bir dil yaptı. Biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in emir
buyurduğu üzere gördüğümüz rüyanın şerrinden Allah Teâlâ’ya sığındık, O’nun
bildirdiği gibi uykudaki halimizi değiştirdik.
Bunlardan birisi de yüz otuz birinci
bölümden zorda kalmanın yoksulluk olmasının sırrıdır: Zorda kalmak yaratılmışın
bir niteliğidir ve bu durumda üzerindeki sorumluluklar düşer. Başka bir
ifadeyle onun yükümlülüğü yok, hakları vardır, kendisine bakılmaz! Bu durumda
işleri kudret elinde tutup gönüllerdeki her şeyi bilen Hakka yönelir. Göklerin
ve yerin anahtarları O’nun elinde olduğu gibi yükseltme ve alçaltma terazisi
O’nun elindedir. Allah Teâlâ bu sayede dilediğine mülkü verir, dilediğinden
mülkü çekip alır, dilediğini izzetli dilediğini zelil kılar. Hayır ve iyilik
O’nun elindedir. O her şeye güç yetirendir. (Bu konuyu ifade eden ayette)
kötülük Allah Teâlâ’ya izafe edilmemiştir. Allah Teâlâ hakim ve habirdir! ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur, duyan ve görendir’391 O’nun katında söz değişmez ve
kendisi hakkında böyle hüküm vermiştir. Zorda kalan (muztar), aç ve çıplağı
doyuranı tanır; kastedilen zorda kalmak (muztarr), yoksa cebr değildir!
Yaratılmış seçiminde mecbur, zorunluluk halinde muhayyer ve seçim sahibidir. Bu
itibarla tereddüt olmasaydı zorlanma ortaya çıkmazdı. Bununla beraber muhtaçlık
sahibi üzerinde hükmünü izhar etmemiş olabilir. Her zorda kalmışlığa yoksulluk
eşlik etmez. Muhtaçlık bir dayanak talep eder ve kimse aksini söylememiştir.
Zorda kalanın hükmü bilgisindeki ezeli hükme göre gerçekleşir. Dolayısıyla adil
olduğunda hüküm dayatmış değil, bilhassa töhmet kalktığında, olmak üzere
bildiğine göre hüküm vermiştir. Bilgi O’nun sıfatıyken adalet düsturudur.
Bilgiyle hüküm vermiş olmak, hükümde zorda kalanın durumudur. Varlıkta sadece
bilgi vardır, fakat geride anlayış kalmıştır. Zalim zulmettiğini bilirse, cahil
veya gafil sayılmaz. O ancak var olana göre hüküm verir, gördüğünü uygular;
geride İlâhî hüküm olduğuna inanmak veya inanmamak kalmıştır! Bu sayede yollar
ayrışır, mezhepler farklılaşır. Bazıları esaslardaki İlâhî hükme bakarken,
bazıları aktarılan şeriattaki İlâhî hükme bakar. Her biri kendi yolunda
deliliyle yürür, inanç ve sözünü ayrıştırır. Bazıları kendi sözünü söylerken,
bazı kimseler yöntemini dile getirir, insanlar ise haller arasmda gider
gelirler.
Bunlardan birisi de yüz otuz ikinci
bölümden efendiliğin kulluk demek olmasıdır: Efendi hizmetkârdır. Bu itibarla
efendi de kendi kulluğunu yerine getirendir ve bu sayede efendiler birbirinden
ayrışır. Kul irade edilen ve irade sahibini dile getiren kişidir. Efendi
başkasına göre bu adı almaya daha layıktır. Çünkü bütün hayırlar onun elinde
olduğu gibi onun hükmü ve maksadı işler. İşin başında ve sonunda emir O’na aittir.
Kulu hakkında kulu adına hüküm verir. Kulu için hüküm veren O’dur. Kendisi için
hüküm vermiş olsaydı kutsiyetinde kalırdı. Hal böyleyken kulluk karşısında
efendilik nerededir?
Her efendim
dediğinde
‘Benim sahibim
sensin’ dedi bana
VAllah Teâlâi!
kulumun varlığı engel oldu
Yollarımın üzerinde
Bizi O’ndan kimse
çevirtemez
Bütün idrak
edilenlerde
Ne aynıyım ben O’nun
Ne de ortağım'fiiline
O öyle bir sahip ki
Malik olduğunu
iddia etmez
Ben hizmetkârım
Kölelerine inayet
eden biri
Dedim ki: Ey
Rabbim!
Tehlike yollarından
koru beni ‘
‘Duydum’ dedi ‘Benim yanımdasın’
Korunmuş kimselerdensin
Gıpta edilen bir mutluluk içerisinde -
İdrak ehlinden biri!
Hükümdar olma! Çünkü hükümdar köle ve
memlûk olduğu kadar aynı zamanda onun güneşi de batıcıdır. Salik mücahede edenlere
ve yol ehline katılmış olması itibarıyla sülukuyla aldanır. Sen kimin elini
tutarsan (kimin kölesi olursan, sana hizmet ederken) onun alnı terler. Kim
efendi olursa, yorulur ve işleri artar. Allah Teâlâ onu sürekli bir kedere ve
daimi bir endişe haline yerleştirmiş demektir. Çünkü hükümdar hakimdir ve
kölesi üzerinde ancak onun haline göre hüküm verir. Binaenaleyh hükümdar güçlü
halde zayıf, katı iken yumuşak, zayıflık içinde güçlü olandır. Efendi kölesine
(ve yönettiklerine) hizmet etmeyi terk ederse, görevinden düşer ve efendilik
mertebesine haksızlık edenlerden olur. Binaenaleyh efendi hemcinslerine hizmet
ediyor görünürken sadece kendisine hizmet etmiştir.
Bunlardan birisi de yüz otuz üçüncü
bölümden latifeleşmenin salâbet ve katılık olmasının sırrıdır: Mizah yaptığında
onu az yapıp sıkıntıya yol açma! Mizah yaparken doğruyu söyleyen (hakka uyan)
kişi kendi kurtuluşu için çalışmış demektir. Hz. Ali’nin maruz kaldığı durum
ancak latifeleşmesi ve şaka yapmasından kaynaklanmıştı. Ebu Hureyre topuğuna
(şakayla) bir taş attığında müstağni bir üslupla Hz. Ali’ye şöyle demiştir: ‘Bu
nedenle seni geride bıraktılar da emir yapmadılar.’ Doğruysa bu rivayet
yeterlidir. Yaşlılarla ve hali değişenlerle şaka yapabilirsin, fakat her
durumda doğruyu ve iyiyi söylemelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
makamı ve görevi onu yaşlılarla şakalaşmaktan alıkoymamış ve şöyle demiştir:
‘Yaşlılar cennete giremeyecektir.’ Yani Allah Teâlâ’nın kendisinin üzerindeki
ihsanını öğrenmeden cennete giremeyecektir. Allah Teâlâ onu gençlik haline
döndürecek, gençlik elbiseleri giydirecektir. Mizah böyle yapılmazsa insana
eziyet olurken asil bir insanın başkasına eziyet etmesi uygun değildir. Bu söze
bir halle ulaşmak mümkün değildir. Dindeki salâbeti ve katılığı olmasaydı,
mizah yapmazdı. Çünkü mizah gözleri hakikatten perdeliler nezdinde saygınlığı
ve vakarı ortadan kaldırır. Hünnad kıssasında Allah Teâlâ’nın fiiline bakınız? Allah
Teâlâ o kişiyi ateşten çıkartıp sınadığında, adam en sonunda ‘Sen âlemlerin
Rabbiyken benimle alay mı ediyorsun?’ diyerek Rabbini güldürmüştür. Allah Teâlâ
zaten onun böyle bir söz söylemesini istemiş, bu nedenle kendisini helak
etmemiş, ona mal ve mülk vermiş, sahip kılmıştır. Bu olgu ve hakikat her yola
nüfuz etmiş, her düsturda ve ahlakta ortaya çıkmış, varlığa yayılmış, gören ve
görülen üzerinde hüküm vermiştir. Nimederden birisi olmasaydı, onunla
nimetlenmek mümkün olmaz, saygın peygamber böyle bir ahlakla nitelenmez, yaratılmış
ve k'adimde hükmü Ortaya çıkmazdı.
Ey insan! Terazide haksızlık yapma,
eksik ölçme! Adil ve dengeli ölç, tartıyı bozma, makamında dur ve oradan
ayrılma!
Bunlardan birisi de yüz otuz dördüncü
bölümden gevşemenin bir perde olmasının sırrıdır: Gözde bulunan katı tabaka
zayıfladığında, zararlar ortaya çıkar. Binaenaleyh gevşemek bir perde olduğu
kadar katılıkta aşırıya gitmemen ve uygun bir sertlikte karar kılman lüzum
eder. Mutluluk ve saadet -sapmada değileşitliktedir. İki benzerin birbirinin
zıddı olduklarını söyleme. Her makamın bir sözü olduğu gibi her bilginin
adamları, her meşrebin bir hali vardır. Bir su tuzludur, bir su içilebilir ve
tatlıdır. Sertlik ve gevşeklik rüzgârda da ortaya çıkar. Rüzgârın sert ve
şiddedi olması, fırtınadır. Bu itibarla fırtına şeklindeki rüzgâr verimsizken
zayıf ve hafif rüzgâr cömerttir, vadileri ihya etmek üzere eser, neticede
memnun edicidir. Ondan bir rahatlık ve gevşeklik ortaya çıkar. Ulaştığı yere
musibet ve felaket isabet etmez. Bu itibarla dinde yumuşaklık, dinin bir
gereğidir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberini yumuşak insanların arasından
seçmekle (insanlara) lütufta bulunmuş, ‘Allah
Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın’392 demiş, onlara böylece ihsan etmiştir.
Hz, Peygamber davranış ve fiillerinde katı ve sert olsaydı, insanlar etrafından
dağılırlardı. Onlar kendilerine gösterilen yumuşaklığa ve bağışlayıcılığa
rağmen, vahyi kabul etmezlerken katılık ve sertlikle sadece daha çok yüz
çevirirlerdi.
Ne çok acı olup dışlan ne yumuşak
olup istismar edil! Yılana benze! İlacından hayır umulurken vereceği zarardan çekinilir.
Çünkü o köprücük kemiğine kadar çıkmış olsa da nefesi geri döndüren ilaçlardan
biridir. (Terak kelimesinden ayete telmihle) ‘Denilir ki kimdir kurtaran, ayak
ayağa karışır.’ Bu iyiliğe ve içermiş olduğu zarara bakınız! Onun hayrı
kötülüğüyle var olmadığı gibi tadı da acılığıyla gitmez. Her halin bir mekânı,
zamanı olmalı, kardeşler bulunmalıdır. Zaman geçmiş-gelecek ve şimdiki zaman
diye taksim edilir. Mesela anlayış sahiplerinin nezdinde hüküm itibarıyla semâ
böyledir. Sesleri dinlemek bir mekâna, zamana, imkâna ve ihvana ihtiyaç duyar.
Bunlar dört unsurdur. Mekân lütfün kendisinde görüldüğü yer iken imkân ihsan
edilebilecek olanlar, ihvan da kendilerinden zarar gelmeyeceğine inanılan
kimselerdir. Zaman hükümdarın kendisinde eman bulduğu şeydir. Bu itibarla eman
bulduğun vakit senin zamanındır. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır. Tahkik
sahibinin duası budur. Sen sözde tahkik ehli olanın tavsiyesinden uzak dur.
Bunlardan birisi de yüz otuz beşinci
bölümden hayat sahibinde diriltmenin ve yakınlıkta vefanın sırrıdır: Yağmur
nimetin sahibinden gelen rahmetin neşrini ve yayılmasını sağlayan yardımcıdır. Allah
Teâlâ’nın rahmetinden ancak yoldan sapıp dalalete düşenler umut keser.
Dirilticilik özelliğine sahip olduğu için canlılar sudan hayat bulmuştur. Allah
Teâlâ her şeyi sudan canlı kılmışken kendi arşı istivadan önce suyun
üzerindeydi. Sonra onun üzerine istiva etmiş, kendisine izafe ederek onu ihata
etmiştir. Allah Teâlâ basit veya bileşik her şeyi ihata edendir. Başka bir
ifadeyle Allah Teâlâ veciz, basit ve vasati bilgiyle her şeyi ihata edendir.
Rahman ismi onun üzerine istiva etmiş, onun hükmü insanları ve cinleri
kuşatmıştır. Kiliderin ardından ve perdelerin ardından gizlenen ve zuhur eden
O’dur. Allah Teâlâ en yüce mertebede ve en güzel tecelligahta tecelli edendir.
‘Olmasaydı’ ifadesi olmasaydı, en uygunu ve öncelikli olan ortaya çıkmazdı.
Ayette şöyle denilir: ‘Bu azap sana layık, evet layıktır sana
layık’393 Başka
bir ayette şöyle denilir: ‘İnsan başıboş bırakılacağını mı
zanneder.’394 Kim
düşünür ve doğruyu bulur ve hidayeti elde etmek üzere dalaleti satarsa,
düşmanların tahakkümünden bu hayatta kurtulur.
Bunlardan birisi de yüz otuz altıncı
bölümden ölülerden ve dirilerden utananın özelliğidir: Haya eden öldüren ve
hayat vermeyen kişidir. Haya, hayâ meydana getirir, çünkü haya (hayat ile hayâ
arasındaki anlam ilişkisiyle) hayattâkilerin niteliklerindendir, fakat bu
durum hayâ sahibi için böyledir. Allah Teâlâ haktan (dolayı) hayâ etmez. Bu
anlamda hayâ yaratılmışların niteliklerinden değildir; sadece irade ettiği
şeyin gerçekleştiği kimse kullardan hayâ etmez; belirli bir durumda kullardan
hayâ etmiş olsa, bir isminin isimlendirileni gerektirmesi nedeniyle hayâ etmiş
sayılır. Allah Teâlâ el-Ali olduğu gibi aynı zamanda el-Muhyiu’dur (hayâ
eden). Ölülerde hayâ en şaşılacak özelliklerden biridir. Hayâ sayesinde (göz)
uçları kısalır, harf vasıtasıyla mana gizlenir. Hayâ yaratıkların gözleri
kendilerine ulaşmasın diye çekik gözlüleri çadırlarda hapsetmek demektir.
el-Gayûr İlâhî ismi olmasaydı, binalar ve köşkler edinmez, teklif olmasaydı
iffedinin üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Kuvvet latife mahsus iken kesif onu nasıl
perdeleyebilir ki? Ruhların kuvveti olmasaydı bedenler hareket etmez,
bedenlerin hareketleri olmasaydı ruhlar da maksatlarına ulaşamazlardı. Bu
itibarla her harekette bir genişlik ve rahatlık bulunur.
Bunlardan birisi de yüz otuz yedinci
bölümden refakat ve yumuşaklığın sırrıdır: En uygunu Refık-i a’lâ’ya (en yüce
dost) arkadaşlıktır. ‘Ahiret senin için dünyadan daha
hayırlıdır.’395 Allah
Teâlâ kuluna karşı yumuşak ve pek şefkadidır. İnsanlar içinde kalpleri en
yumuşak olanlar, Yemenlilerdir. Onlar ümmi-âlimlerin efendileridir. Allah
Teâlâ’ya giden yolu açıklayan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Refik’i
tercih etmiştir ki, ihsana ve hayra en layık olan odur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem (dost ve arkadaş olarak) Allah Teâlâ’yı tercih etmiş, bizden
ayrılmış, ezeli ve kadime katılmak üzere yürümüş, ardından gelenler de O’nunla
beraber yürümüşlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir araya
gelmenin ve cem’in kaçınılmaz olduğunu bildiği için, darlıktan genişliğe
çıkmayı arzulamıştır. Bakınız! Yunus peygamber karanlıklar içinde O’na nida
etmiş, henüz ölmemiş olduğu halde yitmekten ve kaybolmaktan ürkerek şöyle dua
etmişti: ‘Allah Teâlâ’m! Senden başka ilah yoktur.’ Benim bulunduğum her yerde
sen varsın. Allah Teâlâ onun bu duasına karşılık vermiş, kendisini gamdan kurtarmış,
balık karnından sahile atmış, kendisini sineklerden korumak üzere üzerine iki
yaprak bitirmişti. İşte bu da Allah Teâlâ’nın rikkat ve şefkatinin
neticesiydi.
Bunlardan birisi de yüz otuz
sekizinci bölümden köle olmayı reddetmekle müstehak olmanın sırrıdır: Hür
insan kerem ehli olunca, nimetler onu köleleştirir; himmet sahipleri ancak böyle
bir iş için çalışır. İnsan ihsanın, daha doğrusu iyilik sahibinin kulu ve
kölesidir. İlleder ve sebepler bir kişiyi kendine köle ederse, yürüyüşünde
aksaklık ortaya çıkar. Kulluk acısını tadan insan hürriyetten acı duyar. Bu
itibarla hürriyet bir ziynet ve süs iken kulluk/kölelik her halükarda
sermayedir. Rab rabdir, kul da kuldur! Bununla birlikte sözleşmede ortaktırlar.
Zamiri dikkate alarak ‘ne kötü hatiptir’ deme! Aydınlatan bir kandil olan Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ikisini bir araya getirmiş, biz de kendisine uyup
yolundan gittik. ‘Kim peygambere itaat ederse, hiç
kuşkusuz Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’396 Varlıkta hakikat itibarıyla Allah
Teâlâ’dan başkasının bulunmadığı sabittir. Varlık görürken çoğalsa bile varlık
itibarıyla mutlak bir birlik vardır. Birin birle çarpılması bir şeyin kendi
kendisiyle çarpılması anlamına gelir ve o da kendinden başka bir şeyi meydana
getirmez. Onu kendisinden başka biriyle çarparsan, varlığında kendisine izafe
ettiğin şeyle de artmaz.
Bunlardan birisi de yüz otuz
dokuzuncu bölümden ‘hâdisi zikreden hadislerden emin olur5
bahsidir: Yaratılmışın zikredilmesi kadim değildir. Onun zikri ezelde sabit
olsaydı, yokluğu imkânsız Hakk gelirdi. Binaenaleyh hâdis, yani yaratılmış
hâdislerden yoksun kalamaz. Hâdise kadim zikir yerleşmiş olsaydı, mücessimenin
(cisimleştiriciler) görüşü caiz olurdu. Kadim bir yere yerleşmez ve (hâdisin
yerleştiği) bir yer de değildir. Yer olsaydı, (hâdis) kendisine yerleşirdi. Bu
itibarla kadim kendi niteliğinden başka bir özellikle nitelenemez. Miski ancak
onu koklayan bilebileceği gibi mana da ancak kendi harfine eklenir. Kur’an-ı
Kerim’in zikri bir emniyettir ve ona iman etmek zorunludur. Başka bir ifadeyle
dilde harfleri parça parça gelip kalemlerle bu harfler sıralı bir şekilde
yazılsa bile, Rahman’ın kelamı olduğuna iman etmek zorunludur. Böylece
(kelamın yazıldığı) levhalar, kalemler hâdis iken ilâhı kelam hâdis olmamıştır.
Buna mukabil vehimler, anlayış gücünün idrakteki yetersizliği nedeniyle,
akıllar üzerinde hüküm vermiş (kelamın hâdis olduğunu ileri sürmüşlerdir).
İlham vasıtasıyla İlâhî kelamın (kadimliğini) öğrenen insan ise hiç kuşkusuz ki
allame olur.
Bunlardan birisi de yüz kırkıncı
bölümden ‘onun mizacı tesnîm pınarındandır’ bahsidir: Kadim zikir yaratılmışın
sözünü bile aktarsa Hakkın zikridir. Buna mukabil yaratılmışın zikri de Hakk
kelamı söylese bile yaratılmış olanın söylediği sözdür. Manayla hareket eden
zorluk çekmez: Hakk kulun dili olduğunda zikir kadim iken onun kulla mizacı ve
karışımı ‘tesnîm’den ortaya çıkar. Hakk el-Ali ve el-A’lâ iken kula tenezzül
etmesi yerindedir. Tesnîm Hakka yakın insanların kendisinden içtikleri
pınardır ve içen kişi onunla her surette halden Hakk girer. İçen kişi en hoş
içecekten içmiş olur ve ‘Misk kokusu bırakan mühürlenmiş saf
içecekten içerler.’397 Bu
durum yaratılmışın kadimin niteliğiyle ortaya çıkmasıdır. Ona dair konuşur ve
ondan söz eder ve söyler. Artık dilediğini söyle! Ancak Allah Teâlâ’nın
dilediğini dileyebilirsin. İhsan ve lütuf Allah Teâlâ’nın olduğu gibi güç ve
kudret de O’nundur. Zorunlu bir iş (doğrudan uzaklaşırsa) meyleder. Hakkı ancak
O’nun güçleri olduğu kimse bilebilir. Onun güçleri ancak Hakkın güçlerinden
meydana gelir. Zevk ederek alt ve üst yönlerinin Allah Teâlâ’ya nasıl nispet
edildiği öğrenilebilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ yönlerden olduğu gibi
kuşkulara yol açacak her durumdan münezzehtir.
Bunlardan birisi de yüz kırk birinci
bölümden gözlerin görmesi ve ibret almanın sırrıdır: Duyular olmasaydı kıyas
olmaz, göz olmasaydı ibret almak mümkün olmazdı. İbret bir yerden başka bir
yere, bir varlıktan başka bir varlığa, bir olgudan başka bir olguya, yokluktan
-mutlak yokluk değilvarlığa geçiş ve intikal demektir. İbret ve itibar, ilâhî
kudret karşısında şaşırma ve hayret halidir. Dönen felek sayesinde dehir ve
asırlar ortaya çıkarken güneş vesilesiyle gece ile gündüz kapalı işleri ortaya
çıkartır, nehirlerde ve denizlerde med-cezir gerçekleşir. Med-cezir aydan mı
kaynaklanır, yoksa başka bir şeyden mi? Onun durumu nedir? O da diğer varlıklar/işler
gibi memur bir kuldur. Med hali gölgeyi uzatırken ve inmesi de yağmur ve
fırtınaları yağdırır. Hiç kuşkusuz varlıklar bir sebeple meydana gelirken onun
keyfiyeti meçhuldür. Buna mukabil nefisler Allah Teâlâ’yı bilmek talebi üzerinde
yaratılmıştır. İllederi bilmek O’na mahsustur ebediliğin aslı da ezeldendir.
Bunlardan birisi de yüz kırk ikinci
bölümden fikirlerin başkalarla ilgili olmasının sırrıdır: Birbirine benzeyen
şeyler yaratıklar üzerinde tefekkür edenlere yerleşir ve (onları karışıldığa
düşürür). Bu itibarla aklın hüküm vermesi için delil ile medlûl arasında
birleştirici bir yön bulunmalıdır. Allah Teâlâ delil vasıtasıyla idrak
edilmediğinde, O’nun bilinmesine bir yol yoktur. Hâlbuki Allah Teâlâ bizi
kendisini bilmeye çağırmıştır. Demek ki bizi ancak kendi niteliğine davet
etmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’ta marifetin konusu olacak bir sıfat
bulunmalıdır. Akılda ise Allah Teâlâ hakkında sadece tenzih sıfatı varken
vahiyde tenzih sıfatıyla birlikte teşbih sıfatı bulunur. Teşbihe göre veya birinci
için tenzihe göre olursa Hakk halden Hakk girmezken ötekine göre her durumda
halden Hakk girer. ‘Dilediği her surette seni terkip
eder.’398 Buna
mukabil inançta da sen O’nu dilediğin surette terkip edersin. Allah Teâlâ inanç
suretinde ortaya çıkar, seni kınamaz. Tecelli Allah Teâlâ’ya ait iken Kadim’in
sıfatıyla nitelenmek ve süslenmek de sana aittir. O halde başkaların varlığı
fikirlerde ortaya çıkarken zikirlerle onların eserleri silinir, ışıkları
söner.
Bunlardan birisi de yüz kırk üçüncü
bölümden ‘Feta/futüvvet ehli (yiğit, delikanlı) ne zaman diye sormaz?’
bahsidir. Feta cezalandırılmaktan korkar ve vaktin oğlu olur (ibnu’l-vakt). O
mekânla sınırlanmadığı gibi zamanla da sınırlanmaz. ‘Hadi, bismillah’
dediğinde ‘nereye?’ diye soranla arkadaşlık etme. Feta’nın zamanı şimdiki
zamandır; yok olan bir şeyle kendini sınırlamazken sürekli varlık, başka bir
ifadeyle şimdiki zaman ona aittir. ‘Yiğit Ali'dir’ denilmiştir, çünkü o vasidir
ve velidir. Fütüvvet ehli manevi mekânların başkanlarıdır ve mekânlar onlara
aittir. Susturucu delil, otorite ve burhan onlara aittir.
Varlığın sütunları onların üzerinde
durur. Onlar sır ilminde Huzeyfe kademindedirler. Temyiz ve eleştiri onların
işiyken hal ve akid ehli de onlardır. Onların hükmünde bir çelişki olmadığı
gibi çelişkilerini uzlaştıracak kimse de bulunmaz. Veciz konuşurlarsa aciz
bırakırlar, tafsilata girerlerse, yorarlar. İstinatgah onlar iken itimat da
onlara edilir.
Bunlardan birisi de yüz kırk dördüncü
bölümden feta olduğunu iddia eden kimsenin yaşlanmayacağı bahsidir: Feta’da
fetih ve futûhât sahibidir, onda serkeşlik bulunmaz. Arzusunu kendisine itaat
ettirmiş ve boyun eğdirmiştir. Bununla beraber azıklanan kimseyle azıkla veya
azıkşız olarak beraberdir. Feta Kelîm, yani Hz. Musa’dır. Allah Teâlâ’nın
onunla konuşmasının mertebesi nerede, bilgi öğretsin diye Hızır’a tabi
olmasının mertebesi nerede? Buradaki inSafa ve kendisine tahsis edilen
niteliklere bakınız! Hz. Musa dinçliğini yitirmemiş ve serkeş olmamıştı. Bu
nedenle kendisine feta demek doğru ve sahih bir isimlendirmeydi. Kelamda
yaratıkların dillerini görmemiş olsaydı, bir yaratılmışla konuşmaz ve
kendisinden bilgi öğrenmek amacıyla ona tabi olmazdı. Hz. Musa orada bulunanı
biliyordu ve ona aşkla bağlanmış ve şöyle demişti: ‘Senin bildiklerini bana
öğretmen için sana tabi olabilir miyim? ‘Sen bana
sabredemezsin’ dedi. Bilmediğin bir şey hakkmda nasıl sabırlı olabilirsin ki?399 Yani sen Hakkın benim dilimdeki
hitabmj, ‘zevk’ etmedin ve O’nu benim varlığımda görmedin ki!
Bunlardan birisi de yüz kırk beşinci
bölümden nazari düşüncedeki aldanışı idrak etmek bahsidir: Feraset riyaset
demektir. Feraset sahibi olup da buna göre hüküm veren insan şaşırmaz ve zalim
olmaz. Böyle bir insan sahip olduğu nurlarla gizlilikleri ortaya çıkartır, suyu
suda tanır, yeryüzünde veya gökteki hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. İz süren
değildir, ariftir. Engeller ve zorlamaları getirse bile, arif ve zorlayıcı
değildir! Her şeyde ilki bilir. Böyleyken kapalı her şeyi ortaya çıkartır.
Işık onun gözünden parlar, kaybolmaz. Ferasetle bakan insan imanla ve onun
hükmüyle bağlıyken ferasetin şartı da imandır. el-Mümin olan Allah Teâlâ
isimlerinden dilediğiyle kendisine haber verirken imdat eder. Bu durumda
gecikme veya yanılma olmadan hüküm verir.
Hükmü nüfuz eder ve geçerlidir;
dilerse hükmünü uygular, dilerse tutar. Dilerse uygular, dilerse uygulamaz.
Olan iş onun hükmüne göre ortaya çıkar. Onun nuru yardıma muhtaç değildir.
Yardımında kesinti olmadığı gibi kimsenin basiretine muhtaç değildir. Onun
Kur’an’dan suresi ‘De ki o Allah Teâlâ birdir, sameddir,
doğurmadı, doğurulmadı, kimse O’na denk değildir’400 suresidir. İhlâs suresinden başka
bir suresi yoktur.
Bunlardan birisi de yüz kırk altıncı
bölümden ‘Hulk/halk -ahlaklanma değiltahakkuk demektir’ bahsidir: Güzel ahlak
asalete ve soyluluğa delildir. Tasavvuf ahlak demekken marifet tahakkuk demektir.
Bu itibarla sufi rabbaniyken arif vahdanî, alim İlâhî, vakıf (duran, bekleyen)
talep eden, hakim de naspedendir. Yüce ahlak öfkesini tutandadır. Dal rüzgâr
kendisini hareket ettirince meylederken vüsatini aşacak şekilde kaba ekleme
yapılırsa dökülür ve dışına taşar. İnsan faydasına olan işi görünceye kadar
rahadamaz. Her kim samimi davranır ve öğüt verirse, beyan eder, en üstün
makama delil olur. Tarttığında adil ol, görevli olduğunda asil davran!
Biz beşeriz iyi davran bize Ne dağız
ne demir
Yumuşaklık tadılık demekken
başkalarına davranırken insanın güzelliği bu özellikle ortaya çıkar. Kim
(yaratıklara) rabbine davrandığı gibi davranırsa, kendi kalbinde ve insanların
kalbinde kimin bulunduğunu anlamış olur.
Bunlardan birisi de yüz kırk yedinci
bölümden ‘Varlıklar olmasaydı kıskançlık ortaya çıkmazdı’ bahsidir: Gayûr,
yani kıskanç kişi süratle uzaklaşır ve bu nedenle isabet etmekten daha çok hata
eder. O’nun özelliği her işin (ona) çetin ve güç olmasıdır. Bütün isimleri haiz
olduğundan kendisinden ‘taşkınlık’ ve taaddî ortaya çıkar. Kullardan birisi
olsa bile ilave ve ziyadeliğe tahammül edemez. Allah Teâlâ’nın yakınlığının
‘şah damarı’ yakınlığına benzetildiğini duyunca, kendinden geçer ve tükenir.
Onun makamı birliktir; süresi uzasa bile Hakkin sıfatlarından kaçar, çünkü
yaratılmış olduğunu bilir. Karışık bir nutfeden yaratılmış olsa dahi (Hakk ile
arasındaki) karışımdan ve neticeden söz etmez. O bir cam gibi şeffaf ve nemamdır
(dedikoducu). Ruhlar esintilerinde sevgililerine yaklaştırmak üzere onu
meylettirirler. O ise buna direnir. Melekler makamının gerektirmediği veya kendi
görüşünün vermediği şekilde onun üzerinde hüküm sahibi olurlar. Zorunluluk
halinde -irade halinde değilsürekli kaderin akışlarına maruzdur. İradeye
gelirsek, ‘Rabbin dilediğini seçer ve irade eder.’ Kıskancın hayrete düştüğünü
görürsün. Şaşırdım! Allah Teâlâ’nın daha kıskanç olduğu malum! Hal böyleyken
nasıl cezalandırmaz? Allah Teâlâ’nın taşkınlıkları yasaklaması O’nun
kıskançlığının bir neticesidir. Bunlar şaşırtıcı hakikatlerdir. İki benzeri bir
araya getirmemen gerektiği gibi rızası hakkındaki sözüyle iki meyli bir araya
getirmemelisin.
Allah Teâlâ nikâh ile zinayı
birbirinden ayırmıştır ki, ruhlar birbirinden farklılaşsın. Bu anahtarın hükmü
bedenlerin birleşmesinde ortaya çıkar. Bu itibarla zinanın gerçekleşmesi
kaçınılmazdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu fiili işleyene ‘onu
gizle’ demiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ onu bilir, görür. Aynı zamanda onu takdir
etmiş, gerçekleşeceğine hükmetmiş, bununla beraber onu yasaklamıştır. İnsan
hemcinslerinden bir fiili gizleyebilirken ona kendisinden daha yakın olandan
gizleyemez. Allah Teâlâ bütün yasaklanan davranışların yaratıcısıyken bütün bu
fiiller kendisine döner. Allah Teâlâ kulu kötü fiillerden vazgeçip tövbe
edince sevindiği halde kulunu o kötülüklerden nasıl temiz tutmaz ki? Allah
Teâlâ kulunu Mutlu ve mesrur eden işleri yaratır. Günahlar kendisine zarar
vermediği gibi itaatler de Allah Teâlâ’ya fayda vermez. Bu bilgiyle beraber
gördüğüm her âlim, onu ayırır ve birleştirir.
Bunlardan birisi de yüz kırk
sekizinci bölümden ‘başkayı görmek ne iyiliktir ne nimettir’ bahsidir: Başkayı
terk edende ne hayır ne nimet vardır. ‘Başka’ denilenin Allah Teâlâ’dan başka
bir dayanağı yoktur ve dolayısıyla sürekli gözlerini dikmiştir. Ayette ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’401 denilmemiştir
diyen insan iftiracıdır. Keşke O’nun kimi gördüğünü bilmiş olsaydın? Acaba
aslı hayır olan ‘başka’dan gayrı ne görebilir ki? ‘Aslı hayırdır’ dedik, çünkü
onun aslı Haktır ve O’ndan meydana gelmiş, Allah Teâlâ onu suretinde yaratmış,
kendi özelliğine göre var etmiştir. Âlemde ortaya çıkmış en kuvvetli doğruluk
yaratılmışın Hakkın üzerinde hüküm vermesidir. Yaratılmış olan O’nun üzerinde
kendisine verdiği bilgiye göre hüküm verirken bilgisinin gereğini uygular. Allah
Teâlâ da yaratılmışta (onun kendisine verdiği bilgiye göre) hükmünü uygular ve
(onu yaratması) sevgiden kaynaklanır. Malum olduğu üzere, basiret ehli
yaratılmışta (sadece) muhtaçlığın veya zorunluluğun veya ihtiyarın
bulunmadığını bilirler; gerçekte yaratılmış olduğu hal üzere kalıp O’nun
kereminden kendisine izafe edilenleri kabul eder. Bu itibarla ilâhı isimler,
tasarrufta bulunmak üzere ısrar ederken yaratılmış varlıklar ‘zerafet’
göstermek üzere ısrar edip İlâhî isimlere kendilerine tesir imkânı verirler.
Bununla birlikte var olmalarıyla İlâhî isimlere cömertlik ettiklerini
zannederler. Hâlbuki akıl ve duyularının ortaya çıkması nedeniyle kendi
kendilerine cömertlik ettiklerini bilmezler. Yaratılmışlar keremli olmasaydı,
Hakkın karşısında ‘edilgin (münfail)’ olmazlardı. Yaratılmış cömert ve kerim
bir asla sahip olduğu için, el-Hakim onlarda hüküm vermiş, onları zatına tercih
etmiş, sıfat ve isimlerinin hükmü yaratılmışlarda ortaya çıkmıştır.
Binaenaleyh yaratılmış olan (halk), var olmak üzere ‘edilgen’ olması
itibarıyla cömertliğin aslıdır. Edilgen olduğunda ise mevcut olmak vasfı
kazanırlar. Bu durumda iktidar kendisinde ortaya çıkmışken aynı zamanda
zorunluluk ve muhtaçlık özelliğiyle nitelenmiş, isimlerin kendisine muhtaç ve
ona dayandıklarını görünce (âlem) zerafet gereği bu niteliği kabul etmiştir.
Akılcılara göre işin doğrusu açıkladıklarımızın tersine olsa bile kesin
gerçek-hakikat, bizim ifade ettiğimiz ve açıkladığımızdır.
Bu bilgi olabilecek en mükemmel
bilgiyken bir şeye ‘ol’ denilip de onun olmasını sağlayan bilgi de budur. Var
olan her şey bu bilgiyle meydana gelmiştir.
Bunlardan birisi de yüz kırk
dokuzuncu bölümden Hakkın dost edinmesinin (İlâhî tevelli) sebepleridir: Biz Allah
Teâlâ’nın sebepleri ve ihsanları olduğumuz gibi Ö’nun düşmanları ve sevdikleri
aramızdan çıkar. Kim sıkıntılı ve yüzü kararmış bir halde çıkarsa, o kişi
apaçık düşmandır; öyle biri konuşunca yeminle konuşur. Kim de dingin ve itaatkâr
bir halde çıkarsa, işin bütününü elde eder. Öyle biri (Beled suresinde geçen)
emin şehir olduğu gibi en güzel surette yaratılmış ve Kadim’in suretiyle zuhur
edendir. Alemin iki kabzada (Hakkın iki eli veya iki eliyle tutuşu) var olması,
iki diyarın yaratılması, iki yolun belirlenmesinin sebebi budur: İki yoldan
gidenler ya şükredici veya kâfir ya gazaba maruz kalan ve zorlanan veya sabırlı
ve razı olandır. Allah Teâlâ mülkünü izhar etmek ve yolunda yürümesi için âlemi
izhar etmiştir. Bu esnada 'en güzel isimleriyle âlemin velisi olur, onu en yüce
mertebeye yerleştirir. Allah Teâlâ âleme yakınlığını ‘yayın iki ucu veya daha
yakın’ kılmıştır. Yaratılmışların Hakka en yakın olduğu nokta bu noktadır. Buna
mukabil kullarına dönük yakınlığını ise şah damarı yakınlığına benzetmiştir.
Hakkın yaratılmışlara yakınlığının en ileri derecesi budur. Demek ki iş iki
yakınlık arasındadır. Allah Teâlâ kimsenin içine iki kalp yerleştirmemiş olsa
bile her kalp için iki yön belirlemiştir. O her şeyi çift yaratmış, çokluğu
çifte bina etmiş, onun tekliği çokluğun birliğinden ibaret olmuştur.
Aydınlatıcı kitap bunu beyan etmiştir. O’ndan başkası şahidi olmadığı gibi
yaratılmışların hiçbiri de O’nun korusuna girememiştir, öyle bir şey de yakışık
almazdı! O’nun vechinin dışında her şey helak olucuyken O’ndan başka bir şey
yoktur ki kendisine ‘başka’ denilebilsin! Hakikat tektir, hükümler eksik ve
fazla! İşaret ettiğim üzere talep edersen bir fayda elde edebilirsin. Bunlar
sırlar, daha doğrusu üzerinde toz bulunmayan nurlardır. Bünunla beraber gözler
onları görmeyebilir ve ibret almak üzere bakılsa da idrak edilemeyecek kadar
yüce olabilirler. ‘Ne güzel yerdir orası’ ifadesi buna işaret eder. Sen bir yer
iken yer de üzerindedir.
Bunlardan birisi de yüz ellinci
bölümden insanın velayetinin zararın ta kendisi olduğu bahsidir: ‘Ben yeryüzünde
bir halife yar atacağım.,40Z Her
korkudan onun vasıtasıyla eman bulunur. Allah Teâlâ insana itaat edicilik
özelliği vermiş, bölgelere hakim kılmış, yakın ve uzakta hüküm verdirmiş, onu
varlığın kendisi yapmış, kendisine secde ettirmekle ikramda bulunmuştur.
İnsan-halife, pak bir ruh ve yönetici imamdır. Bir onunla çift olmuş, dıştaki
var oluşu çokluğu ortaya çıkartmıştır. Alemdeki her parça delalet itibarıyla
onun benzeri olsa bile insan bir gölge değildir ve bu nedenle halifelik insana
mahsus kalmış, peygamberlik özelliğiyle ayrıcalık kazanmış, şeriat olan
hükümleri şeriat kılmış, tabi olmuş ve kendisine tabi olunmuştur. Bu
özellikleriyle insan kendisiyle akdin gerçekleştiği kimse olduğu gibi emanetin
ve ahdin taşıyıcısı olmuştur. O hüküm vermiş, insanları hükmünü uygulamak
üzere zorlamış, bu sayede fayda ve zarar ortaya çıkmış, ilk zarar gören ise
daha önce belirtildiği üzere bizzat kendisi olmuş, zarar sınırlı kalmamış,
Hakka eziyet ve hakaret etmiştir. Sonra kalbini vermiş, O’nun kendisinin rabbi
olduğunu bilmiş, O’nu sevmiş; kendisiyle niza ettiğinde veya gıpta ettiğinde,
O’nu kızdırmış ve öfkelendirmiş, ardından Allah Teâlâ ona hidayet etmiş, razı
olmuş, onu seçmişti. İlahi suretin gücü olmasaydı insan inayete mazhar
olmayacağı kadar Hakka dönüşü nedeniyle de ‘feta’ diye
isimlendirilmezdi'.'İnsan arzu ve gayesini izale etmek üzere (İlâhî) cömertlik
vasıtasıyla zuhur etmiş, gayesinin ortadan kalkmasıyla hastalığı iyileşmiş, iş
nizama kavuşmuş, ay yörüngesine yerleşmiştir. ‘Topuk
topuğa sarılmış, o gün dönüş Rabbinedir.’403 Allah Teâlâ Kur’an vasıtasıyla
saptırmadığını hükümdar vasıtasıyla saptırır. Çünkü hükümdar konuşan ve yaratan
(natık-halık) iken Kur’an konuşan-susandır. Onun hükmü ölünün hükmüyle birdir;
kendisinden korkulmaz, bir şey umulmaz, bir şeye sözü geçmez veya bir şeyi
engelleyemez. Sadıkların ona istinat etmelerinin veya müminlerin ona itimat
etmelerinin sebebi sadece içindeki şeyin doğruluğudur. Bu yönüyle Kur’an
hükümdara göre saygıya daha layık olandır,, çünkü o ‘önünden
veya ardından bâtılın giremediği, Hakim ve Hamid tarafından indirilmiş’404 saygın kelamdır. Onun emrini geriye
çevirecek olmadığı gibi hükmünü engelleyecek kimse de yoktur. Konuşurken doğru
söyler, her şeye hakkını verir. Kur’an her zaman nur iken hükümdar bazen zalim
(ve karanlık) olabilir.
Bunlardan birisi de yüz elli birinci
bölümden feleğin hareketinde meleğin yardımının bulunduğu bahsidir: Feleklerin hareketleri,
melekleri meydana getirmek üzere, hamile sayılırlar. Gökyüzü dürülmüş, onun
dürülmesi uygun olmuştur. İçine doğru batmış, bu da kendisi için uygun
olmuştur. Onda bir kayıt olmadığı gibi bir karış yer de yoktur. Feleklerde
bulunan her yer Rabbine secde eden ve O’na hamd eden melekle doludur. Melekler
feleklerin içerisinde bulunurken unsurların içlerinde cinler bulunur ve zaten
bu nedenle ‘cin’ diye isimlendirilmişlerdir. Onlar Allah Teâlâ ölüleri
diriltene kadar unsurların içerisinde teşbih edici olarak bulunanlardır. Bu
esnada onların doğumu gerçekleşir, şehadet âlemine çıkarlar. Onlar, insan
olmayan bazı canlılara benzetilmişlerdir. Bu itibarla doğarlar ve kendi gününe
kadar annesinin karnına dönerler. Bu özellik sayesinde Cebrail vb. melekler
gibi kavminden farklılaşırlar. Bunlar hayır ve zararı indiren meleklerdir.
Onlar parçalanmayla doğarlar ve tesadüfen varlıkları ortadan kalkar. Böylece
yeryüzü değişirken gök ise ancak perde kalktığında değişir.
Bunlardan birisi de yüz elli ikinci
bölümden haberler içindeki haberler bahsidir: Haberler sırlardan öğrenilirken
haberler mümin için iman ve iftira şeklinde şahitlik ederler. Delil Süleyman’a
verdiği haberde Hüdhüd’ün haberidir. Şöyle demiştir: ‘Bakacağız!
Doğru mu söyledin, yalancı mı oldun?405 Gözler şahitlik eder veya insanın
içinden gelen zorunlu bilgi şahidik ederse iman gerçekleşirken onu tekzip
ederse iftiraya ve yalana katılır. Haberler anlatır ve bildirirken doğru
eserler ve aydınlatıcı ışıklar onlara şahitlik eder. Tek başına iman saadeti
sağlamış olsaydı, bâtıla iman eden de en büyük kullardan biri olurdu. Bâtılın
‘bâtıl’ olduğuna iman eden kişi, atıl olmayan bir halde en genel saadete, en
tam ve bol bilgiye sahip kişidir. Çünkü bir şeyi bilmek ona iman etmeyi zorunlu
kılmadığı gibi her şeyi bilmeyi de gerektirmez. Bakınız! Allah Teâlâ bilgi
hususunda emirle hüküm vererek ‘Rabbim!
Benim bilgimi arttır’406 diye
emretmiştir. Ayette ‘ilave’ derken kastedilen bilineni kendinde bulunduğu
durumda bilmek ve onu hakka’l-yakîn öğrenmektir.
Bunlardan birisi de yüz elli üçüncü
bölümden insanın haberinin Rahman’ın kelamı olması bahsidir: ‘Rahman
Kur’an’ı öğretti.’407 Bilgi
insanda nereye yerleşir? Nefsine mi, içine mi? ‘İnsanı
yarattı, ona beyanı öğretti.’408 Beyan Furkan demektir. ‘Güneş
ve ay bir hesaba göredir.’409
Bunun nedeni bir halde sabit kalan
ile eksilme ve artışı kabul edeni bir araya getirmektir. ‘Ağaçlar ve otlar
secde eder.’ Bu ikisi köklü bitkilerdir. İki ayak böyle hüküm vermiştir. ‘Göğü
yükseltti.’ Varlıklarda hüküm sahibi ve yönetici olduğu için göğün binası ve
yapısı yükseltilmiştir. Bu yönüyle gök, rükünler üzerinde yükseltilmiş
çatıdır. Eksiklik ve fazlalık için ‘Teraziyi koydu, terazide taşkınlık yapmaym
diye.’ Yani lehinize fazla aleyhinize eksik tartarak ölçüyü ihlal etmeyin diye
teraziyi yerleştirdi. ‘Adaletle ölçüyü uygulayın.’ Kastedilen terazinin iki
kefesinin de dengede ve eşit olmasıdır. Tartıda haksızlık yapmayın.’ Kastedilen
ölçülenlerdir. ‘Yeryüzünü canlılar için yarattı.’ Yani üzerinde uyusunlar ve
yürüsünler diye! ‘Orada meyveler ve salkımlı hurmalar vardır.’ Menfaatlerin
gerçekleşmesi acıların ortadan kalkmasını sağlarlar. ‘Yapraklı daneler ve hoş
kokulu bitkiler vardır.’ Bunlar insanın ve canlıların besleneceği besinlerdir.
‘Böyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız, ey insan ve cinler?’ Allah
Teâlâ’nın nimet ve ihsanı sizleri kuşatmıştır. ‘İnsanı pişmiş bir çamurdan
yarattı, cinleri ateşten yarattı.’ İnsan görünmeyen yönüyle iftihar eder.
Kastedilen en güzel surette yaratılmış olana dönük bir övgüdür. Böylece insan
temizlik ve nezaheti üzerinde kalır, onun ‘salsal’ olan kısmını İblis alır.
Onun aslı kendisine geçer, zulmeder, vebali üzerinde kalır. Dallar kökleri
üzerinde büyür, yıldızlar feleklerinde tespih eder ve akar. ‘İki
doğunun rabbidir,’410 Kastedilen iki
yaratılışın zahirindedir. İki suretin bâtınında da ‘İki
batının Rabbidir.’411
‘Ey insanlar ve cinler! Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız.’412
Bunlardan birisi de yüz elli dördüncü
bölümden ruhların haberleri hakkındaki anahtarın sırrıdır: Ruhlar ‘tecerrüd’
ve soyutlanma müjdeleriyle el-Fettah’tan gelerek bedenlerde hapsedilmiş
kardeşleri olan (tikel) ruhlara inerler. Bu itibarla acele hareket eden, fikir
veya akıl gücüyle soyutlanırken bir kısmı sahip olduğu ve bildiği vahye/nakle
göre amel ederek keşfiyle soyudanır ve tecerrüt eder. Bu iki sınıfın dışındaki
insan ve cinler ise bedenlerinde hapis ve rehin bir şekilde kalakalırlar. Ta ki
ruhları kabzeden melek (Azrail) anahtar ile gelir. Bu durumu anlatmak üzere
fasih diller ‘istirahat5 tabirini kullanmışlardır.
Hâlbuki istirahat nerede kalmıştır ve
rahat nasıl düşünülür ki? Artık (ölümle birlikte) ruh, nurdan bir boynuz olan
suretler hapishanesine girer. Çünkü o cisimler vasıtasıyla cisimlerin
karanlığından kaçmış, suretlerde süratle başkalaştığı için de alışılagelmiş
durumda kalmak özelliğini yitirmiştir. Dolayısıyla duyuda sürekli bir surette
mahpustur. Bunun nedeni ruhun başkan, yönetici ve idareci olmasıdır. Saadete
ermiş mudulardan veya varis âlimlerden veya peygamberlerden birisi olan insan ise
bedenlerde ve cisimlerde -tıpkı insanın uykuda gördüğü rüyadaki durumu gibitam
bir tecerrüde ve serbestliğe sahiptir. İnsan bir kişi olduğu halde uykusunda
kendisini farklı mekânlarda görebilir. Buna mukabil akıllar bir cismin iki
mekânda bulunabileceğini imkânsız sayar. Böyle bir şey nasıl olabilir ki?
Hayal ise bunun olabileceği hükmünü verir. Yaratılmış bir şey olan hayal akim
imkânsız saydığı bir güce ve imkâna sahip iken o yaratılmışı yaratan hakkında
ne düşünürsün? Yaratan bir olan Hakk’tır. Allah Teâlâ suretlerde tecelli eder,
tanınır ve (bazı suretlerde) inkâr edilir. Bununla beraber inkâr edildiği
surette de O’dur, başkası değildir! O’nu gören O’nu görmek isteyendir. O’nu
bildiğini bilseydi, kendisini görmek istemezdi. Çünkü ancak O’nu müşahede
edebilir. O olduğunu bilseydi, ardından ‘O değildir’ demezdi. İnsan arzusuna
ve umut ettiği şeye gider.
Bunlardan birisi de yüz elli beşinci
bölümden yolları açıklamak üzere peygamberleri göndermenin sırridır:
Peygamberler yolları açıklamak üzere gelmiştir. Bu itibarla kalbin gözüne
cihat yoluyla gösterilebilecek yollar vardır. Cihad görmekten meydana gelirse
hiç kuşkusuz arzu ve gaye gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ takva
sahipleriyle beraber olduğu gibi ihsan sahipleriyle de beraberdir. O’nun yüzünü
göreceksek (bilmeliyiz ki) her şeyde O’nun bir yüzü vardır. cAllah
Teâlâ takva sahipleriyle beraberdir.’413 Takva sahipleri O’na yakındır. ‘Onlar
iyilik yapanlardır (Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet edenlerdir).’414 Allah Teâlâ baki olan hakikatin
sahibidir. İhsan görmek demek iken bir hadiste de ^görür
gibi olmak’ diye nitelenir. Bu anlamda ihsan hayaldir. İnsan
da’ o hayali elde etmek maksadıyla çalışir. cUğrumuzda
cihad edenleri yollarımıza ulaştırırız.’415
O’nu müşahede ederek emelimize ulaşırız ve bilgimiz tamamlanır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem yolu üç kısma ayırmıştır; ihsan, iman ve İslam!
Hadiste muallim soru soran iken, muhatap konuşandı. Bu itibarla onun gizli
bilgisi, açıktan söylediğidir ve Cebrail onu Rabbinin katından peygamberin
kalbine indirmiştir. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İslam’la
başlamış, bedenlerin amelini ona bitiştirmiştir. ‘Bedenlerin ameli’ ile
kastedilen Allah Teâlâ’ya ve peygambere imanın lafzen söylenmesi, namaz,
zekât, hac, oruç gibi ibadederdir. Ardından iman zikredilmiştir: İman insanın
derununun Allah Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, hayır ve
şerriyle birlikte kadere, ahiretteki yaratılışa ve oradan hayat diyarına
geçmeye inanmak demektir. Hadiste zikredilen üçüncü unsur ihsandır: İhsan
ruhanî mananın gözle görülecek şekilde duyulur (mahsûs) mesabesine
yerleştirilmesi demektir. Bu da varlığı zorunlu, mümkün, imkânsız ve hakikati
olan her şeyde hüküm sahibi olan hayal âlemi demektir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Cebrail’e böyle cevap verirken orada bulunanlar bir delil
olmaksızın Cebrail’in tasdikine şaşırıyor, getirdiği meseleleri bilemedikleri
gibi soru soranın kim olduğunu da bilmiyorlardı. Ardından Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem soru soranın ve sorulanın mahiyetini onlara söylemiş, hayal
suretinde gerçekleşen sorularla bilgilenmesi talep edilenlerin kendileri
olduklarını onlara bildirmiştir.
Bunlardan birisi de yüz elli altıncı
bölümden insan türünün diğer suretlerden üstünlüğünün sırrıdır: İnsan üzerinde
yaratılmış olduğu (İlâhî) suret nedeniyle (diğer varlıklardan) üstün ve
faziletli olduğu kadar zalim olup da adil davranmadığında ise aşağı inmiş ve
süflileşmiştir. Böylelikle ahirette ve dünyada en yakın makamı elde etmiştir.
Ulvi ve yüce olan ‘Razı olasın diye sana aceleyle geldim”416 derken daha üstün olana ise ‘Rabbin
sana verecek ve sen razı olacaksın’417 denilir. Üstün olan ‘Rabbim
gönlümü aç, işimi kolaylaştır’418 diye dua ederken daha üstün olana
verilen nimetler ikrar edilmiş ve ‘Rabbim
senin gönlünü açmadı mı? Senden yükünü kaldırdık, o yük sana sıkıntı veriyordu’419 denilir. Üstün olan ‘Rabbim benim
adıma sonrakilerde doğru bir dil bırak’ derken daha üstün olana ‘Senin
ismini yücelttik’420 denilir
ki,
Hakka yakın olanların nezdinde yükselttik
demektir. En aşağıdaki ve süfli olan ise (kendisinden yaratılmış olduğu) toprak
ve kokuşmuş su nedeniyle aşağıların aşağısında bulunur. Bununla beraber hepsi
unsurî yaratılışta, sağlam bir yere yerleşmeleri, yaratılışlarında tavırdan
tavra geçmeleri ve de bütün, parça, sağlamlık, yıkılmak, bozulmak gibi
özelliklerle ‘surların’ ardında sınırlı kalmaları itibarıyla eşit ve ortaktırlar.
Hepsi hakkında da övücü söz söylenmiştir. Bu itibarla (her biri) övülmüş,
kınanmış, (bir kısmı) geri bırakılmış, (bir kısmı) öne alınmıştır. Kadim ise
en güzel şekilde yaratılana ihsanda bulunmuştur. O âlim hatta her şeyi bilen
‘allam’, karanlıkların lambası, günleri belirleyen, imam ve imamın oğludur.
Cevâmiü’l-kelim ona verildiği gibi bütün isimler ve kelam da kendisine
verilmiştir. Allah Teâlâ kendisine beyanı öğretince, fasih konuşmuş ve beyan
etmiştir (ayrıştırmıştır). Onun için terazi konulmuş, terazi ve ölçülere
sokulmuş, ölçmüş fakat haksızlık yapmamıştır. Mele-i a’lâ’ya onun toprağı ve
tîneti görününce, değeri bilinmemiş, Mele-i a’lâ zıdâra bakmış, bozgunculuğu
ve fesadı dile getirmiş, ‘beyaz avuçtan’ habersiz kalmıştır, isimlerin bilgisi
kendisine verildiği için, (Hakkı gerçekte) öven tek kişi olmuş, Mele-i a’lâ
suretin kendisine verdiği ayırıcı özelliği fark etmemiş ve duymamıştır. Bu
özellikleriyle insan yeryüzünde kendisinden önce yerleşenlerin üzerinde
halifelik görevini üsdenmiştir. Hâlbuki Mele-i a’lâ onun Hakkın halifesi
olduğunu anlasaydı, kulak verir, teslim olur, itiraz etmez ve konuşmazdı. Sonra
Mele-i a’lâ’nın kendisi hakkında söyledikleri sözler Adem’in oğullarında
ortaya çıkmıştır.
Bunlardan birisi de yüz elli yedinci
bölümden meleklerin karanlıklar içerisinde feleklerden inmesinin sırrıdır:
Yıldızlar ellerindeki anahtarlar nedeniyle gökyüzünün lambaları sayılmışladır.
Her lamba bir anahtarken her anahtarın açıcı-ilâhî ismi vardır. Anahtarlar,
artlarındaki hakikatleri izhar etmek üzere kapalı şeyleri/işleri açarlarken
ışıklar da karanlıkların örttüğü şeyleri gözlere gösterirler. Bunun böyle olması
varlıktaki ortaklıktan kaynaklanır ve bu nedenle ‘lamba anahtardır’ dedik.
Melekler zahitlerin ve abidlerin kalplerine indiklerinde ise onlara ilhamlar
verirler. İlhamlar sahih olunca, yağmurlarını yağdırırlar. Bir kısmı akşam bir
kısmı kuşluk (vaktinin nuru) gibiyken en yüce şerefe ulaşanlar berzah ehlidir.
Onlar beden ve ruhlara ait akşam ve sabah arasında bulunanlardır. Bu itibarla
gece ulaşmak ve elde etmek zamanıyken gündüz gayret vaktidir. Kendini
beğenmenin hükmü sabah ve akşamda ortaya çıkar: Sınırlı hareketler, sayılı
nefesler, rahadamış gönüller, açılmış kapılar! Kapıların ihata ettiklerini
ancak O’nun huzurunda duran bilebileceği gibi kendi katında olanı verdiğinde
ise ona itimat edilir, ona kuşku girmez. Böyle biri gaybı bildiği söylenen
kişidir. Meleklerin ‘çocukları’ vardır: Onlar ilk ‘babaların’ öğrencileri
konumundaki meleklerdir. Onların mertebesi nerede, bu mertebe nerede?
Oğulların sahip olduğu bilgi Mele-i a’lâ’nın babalarından elde edip de
anlayışlarına göre kendilerine ulaştırdıkları bilgilerdir. Bu itibarla Mele-i
a’lâ bizimle babamız arasındaki bağlar ve vasıtalardır. Demek ki (Yusuf
suresinde kabın sahibine döndürülmesi hadisesine atıfla) ‘bizim kabımız bize
döndürülmüş’, melekler bize onu indirmişlerdir. Başka bir ifadeyle bizim
elimizde baba malından başka bir şey yoktur. Mele-i a’lânın ise emaneti yerine
getirme ecirleri ve emanete hıyanet etmedikleri için de başka bir ecirleri daha
vardır. Onlar masum ve babamızdan rahmet elde etmiş kimselerdir. Bu geri
çekilme ve kaba itiraz nerede, (Hz. Âdem’in davranışındaki) o gizli lütuf ve
yalın ayaklı-tebliğcinin yetkin açıklaması nerede! Hamd nimet veren ve ihsan
eden Allah Teâlâ’ya mahsustur.
Bunlardan birisi de yüz elli
sekizinci bölümden başkaları başkalardan terkin sırrıdır: Terkler -var olmayan
şeyler olsalar bilebirtakım niteliklerdir. Binaenaleyh sen sükûtu benimse! Bir
şeyi emretmek onun zıddını yasaklamaktır ki o da terk demektir. Bu ise (Hakka)
yaklaşmak kastıyla terkin ortaklığıdır ve sevenlerin niteliğidir. Terk fiilinde
terk edilen mülk yapılmıştır. Demek ki sen bir köle olsan bile (terk ediş
fiilinde) malik sayılırsın. Başkasını terk eden, hiç kuşkusuz, onu ‘başka’
olarak görmüş demektir; hâlbuki başka denilenin gerçek bir varlığı yoktur.
Böyle bir durumda insan, âlemi bilmediği hakkında aleyhine şahidik etmiş
demektir. Bir cahil olduğu sabit ise başka da bulunmalıdır. Bu durumda ise bir
hal ve akit, rab ve kul bulunmalıdır.
Binaenaleyh çokluk sabit olmuş ve
çift ortaya çıkmıştır. ‘Başka’ denilenleri ancak başka olanlar (ağyar) terk
edebilirken Hakk ise yaratılmışı terk etmez; terk etmiş olsaydı, onu kim korur,
varlığını kim ayakta tutar ve onu kim gözetirdi? Hakkın isimleriyle
ahlaklanmanın bir neticesi de Allah Teâlâ ve yaratılmışla meşguliyettir.
‘Başka’ denilenleri terk edersen, hiç kuşkusuz, haberlerin bildirdiği teklifi
terk etmiş, teklifi terk edersen teklifi bildiren Hakkın emri karşısında
inatçı, asi veya inkarcı olursun. Sen sadece yaratıkları karşısında
yapabileceğin bir işle yükümlü tutuldun. Yaratılmışın fiili onun adına ‘sübût’u
zorunlu kılar. Çünkü Hakkın yaratması ihtiyar ve seçimle gerçekleşirken yaratılmışın
yükümlü olduğu bir şeyi yerine getirmesi ve yapması ise zorunluluktur. Bu
‘fihi-ma-fih’, yani tam ve kâmil açıklama demektir. Onu hakkıyla inceleyene
kâfidir.
Bunlardan birisi de yüz elli
dokuzuncu bölümden yardımın şöhret olmasının sırrıdır: Yardım inadaşmak,
dolayısıyla ilhad demektir. Güçlüye yardım imkânsızdır. Hal böyleyken ‘Allah
Teâlâ’ya yardım ederseniz O da size yardım eder’421 ayetini düşünmelisin. Allah Teâlâ
güçlü olduğu gibi aynı zamanda sizin sayenizde metanet kazanandır. Siz de
hareketlerinizde Allah Teâlâ sayesinde güçlü olursunuz, yoksa sizde metanet
yoktur. Binaenaleyh siz emanet sahibisiniz. Allah Teâlâ’ya yardım etmezseniz,
başarısızlığa uğratır; başarısız kıldığında size kim yardım edebilir? Allah
Teâlâ’nın yardımı sizinle yaptığı sözleşme ve ahideşmenin bir yönüdür. Ey sözleşme
yapanlar! ‘Akiderinizi yerine getiriniz.’ Allah Teâlâ’nın size kendisine yardım
etmenizi emretmesinin nedeni ise emrine ortak olmanızdır. ‘Benim kudretim ve
iktidarım yoktur’ diyen, hiç kuşkusuz, haberleri reddetmiş, yalan söylemiş ve
Hakkın teklifini abesle iştigal saymış demektir. Hâlbuki Allah Teâlâ
yaratıklarından yardım talep etmiş, onu yaratıklarının üzerinde bir vecibe
kılmış, kendi katında dosdarının ve sevdiklerinin bulunduğunu bildirmiş, bizde
yarattığı özellikle bizi bize yönlendirmiştir. Biz de ‘Bu karşıdığın dayanağı
nerededir?’ diye sor-, duk, onun isimlerde bulunduğunu gördük: Hakkın her
isminin bir hükmü olduğu gibi isimlerinde de bir karşıtlık ve tekabüliyet
vardır. Başka bir ifadeyle İlâhî isimlerde benzerlik yoktur, farklılık vardır
ve
bu farklılıkla birlikte bir uzlaşma
ve bir aradalığm olması da kaçınılmazdır. Binaenaleyh yardım eden, sınırlanmış
ve sınırlamıştır. Sen de Allah Teâlâ’nın sizden talep ettiği yardımda O’ndan
yardım talep edersin. Bu varsayımdan ise sizin birbirlerinden meydana gelen
tohumlar olduğunuz sabit olur. Kimse kuvvet ve iktidarda müstakil ve yegâne
değildir. ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur’ ifadesiyle
birlikte elVahid ve el-Kahhar’ın (kullardan yardım istemek üzere) tenezzülüne
bakınız! Allah Teâlâ’nın yardım talebiyle kendisiyle (kulları arasında) benzerlik
ortaya çıkar ve sabit olur.
Başka bir konu ise yüz altmışıncı
bölümden ‘İnsanların yardımının başka denilenin varlığını gerektirdiği’
hakkındadır: Allah Teâlâ seni yarattığına karşı O’na yardım et diye yarattı.
Söz konusu kişi O’nun hakkında nazarî düşünce sahibidir. Bunun yanı sıra kudret
sahibi olması nedeniyle senin O’nun yardımını kabulünü de iyice anlamalısın!
O’nun otoritesi seninle sabittir. Bu itibarla en güçlü yardım var olmayandan
(madum) meydana gelen yardımdır, çünkü el-Hayy ve el-Kayyum’a yardım
edilmiştir. Yok olandan yardım alan, kuvve halinde bir kademinin ve ayağının
bulunmadığım olumlamış ve ispat etmiştir. Kulun Hakka yardımının bir mevcuda
birlikte düşünülmesi daha yerinde ve daha gerçektir. Başka bir ifadeyle mevcuda
yardım, daha uygun ve yerindedir. ‘Kâfir
kavme karşı bize yardım et/’422 dediğimizde, hiç
kuşkusuz, var olan birinden, yani âlemlerin rabbinden yardım talep etmiş
oluruz. Burada anlayış sahibinin bilebileceği bir sır vardır: Yarattığı bir
şeyle sana yardım eden, seninle ve senin için sana yardım etmiştir. Demek ki
her şey sana dayanırken kuvvet ve güç O’na aittir ve ihsan ve lütuf da O’ndan
meydana gelir. Sorumlu tutulduğunda sabit dur; sana hitap ettiğinde ve sana
dönük hitabı bilince sus! Kuşkusuz ibret alanlar, bu perdelerin açılması
karşısında hayrete düşmüşlerdir.
Bunlardan birisi de yüz altmış
birinci bölümden meleğin feleğin hareketine yardım etmesinin sırrıdır: Meleğin
yardımı ile felek kaynaklı eserin ortaya çıkmasıyla yardım gerçekleşmiş,
isteksizlik düşmanlara dönmüş, Hayzûm (kabilesi) el-Hay ve el-Kayyum’un dinine
yardım etmek maksadıyla öne atılmıştır. Bu yardımda gaybe iman edenler için
kalplerin desteklenmesi söz konusudur. Bununla beraber gayb ehlinin ‘iman’
ederek kabul ettiği şeyi müşrikler (Bedir savaşında karşılarında gördükleri melek
ordularıyla) gözle görmüş, bu görmek de onları başarısızlığa uğratmıştır. ‘Onları
siz öldürmediniz, Allah Teâlâ onları öldürdü.’423 Allah Teâlâ onları göğe vahyettiği
emir sebebiyle melekle öldürmüş, onu feleğin hareketine yerleştirmiştir. Bu
yardım müminden onun zayıflığı nedeniyle perdelenmediği gibi müşrike de onun
güçlü olması nedeniyle görünmüş değildir. Allah Teâlâ’nın müşriklere meleklerin
yardımını göstermesinin maksadı, onların korkup savunma güçlerinin ve
saflarının dağılmasını sağlamaktır. Bu yardım mutlak-İlâhî yardımın bir
yönüyken Allah Teâlâ onunla belirli mümin kullarına yardım etmiştir. Çünkü Allah
Teâlâ söz konusu kullarına yardım etmeyi üzerine vecibe kılmış, onlar için
kâfir topluluğu geri püskürtmüş, hepsi hezimete uğramışlardır. Ayette ‘Müminlere
yardım etmek bizim üzerimizde vazifedir’424
denilir. Aynı zamanda el-Mümin Hakk İlah’tır ve hiç kuşkusuz yaratılmış
müminler de O’na yardım etmişlerdir.
Bunlardan birisi de yüz altmış ikinci
bölümden ‘En doğru söz halle söylenen sözdür’ bahsidir: Övgülerin ve hamdlerin
en doğrusu, marifet ehline göre, sıfat övgüsüdür. Her vasıf onlardandır ve bu
nedenle öğrenilinceye kadar delile ihti\ »ç duyar. Sıfatın vasfı kesin ve
sağlam bilgidir ve o da her dil ve sözde hal övgüsü anlamına gelir. Birisi
kendisini ‘cömert’ diye överse, sözü duyan kişi cömerdiği görünceye kadar
bekler; cömerdik ortaya çıktığında ise perde kalkar. Haller el-Vahib’in
vergileridir. Sana ait bir şeyi üzerinde taşıyan birisi sana onu verirse,
verdiği şey onda ‘emanet’ olarak bulunmuş ve emaneti sahibine vermiş demektir.
Kim sana senin Hakk ettiğin bir şeyi verir de verileni kendinde ‘ödünç
verilmiş’ sayarsan, o kişi verdiği hakkında zulmetmiş demektir. Binaenaleyh
perdeyi kaldır, belki hakikat ortaya çıkar! Allah Teâlâ insana kendisini
halife kıldığı şeylerden infak etmeyi emretmiştir. Vekâlet talebi nerede,
halife yapmak nerede! Allah Teâlâ ‘O’nu vekil
edinin’425 diye
emrettiği gibi ‘Sizi halife kıldığı şeylerden infak
ediniz’426
buyurur. Allah Teâlâ bizden vekâlet talep ederken perdelenirken bu ayette
zuhur etmiştir. Neye güveneceğiz ve neyi umacağız? Aralarındaki inatlaşma ve
çekişme nedeniyle zıtların güçleri beni kendilerine çekmiştir. Yorgunluğa
ancak mümin kullar maruz kalabilir, çünkü Allah Teâlâ gelen bütün hususlara,
yani görülen ve görülmeyenlere iman etmelerini istemiştir. Biz şimdi ve
gelecekte hallerin hükmü altındayızdır. Hal sürekli varlık sahibidir ve o
‘sabit hüküm’ demektir; onun dışındaki ise varlıkta bir ayağı ve payı olmayan
yokluktur.
Bunlardan birisi de yüz altmış üçüncü
bölümden insanın haberinin Rahman’ın haberleri olması bahsidir: Allah Teâlâ
söz söyleyen herkes (vesilesiyle) konuşandır. ‘Ben bana yaklaşan kulumun
kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle konuştuğu dili olurum’ hadisinin farkına
varmalısın. Duyularla idrak edilen şey sözü söyleyenin konuşan olduğudur ki o
da insandır; hâlbuki imanla (bakılınca konuşan) Rahman’dır. Görüneni
yalanlayanın imanı güçlüyken kim imanında tereddüt ederse gördüğü hakkında da
tereddüde düşer. Öyle birinde ne iman, ne görme vardır; mekân sahibi olmadığı
gibi imkân sahibi de değildir. Gördüğünü tasdik edip imanı kabul eden ise/eman
ve emniyettedir. İş değişkendir ve birbirine zıt değillerdir diyen ise keşif ve
burhan sahibidir.
Dil insanın derununun tercümanıdır.
Parmaklar da öyledir ve hepsi birlikte insandır. İnsanın içi Rahman’ı
sığdırmıştır ve bu itibarla O’nun mekânı gibidir. Rabbi sığdıran kalptir. Sen
bütün yaratılmışlara Hakkın tercümanısın. Konuşan olarak sadece Hakk-Halık var
iken yalan nerede kalmıştır? Allah Teâlâ kitabı söylemiştir ki o da O’nun konuşmasıdır.
Kur’an-ı Kerim (belirli bir zamanda zuhur etmesi anlamında) meydana gelmiş
olduğu için hâdis bir sözdür.
Bunlardan birisi de yüz altmış
dördüncü bölümden ruhların haberlerinin bir soluk alma ve koklama olduğudur:
Ruh vasıta, yani beşer peygamber ile gönderen arasındaki bağ ve rabıtadır.
Vahiy kendisine geldiğinde melek onu peygambere ulaştırır. Vahyi cem’ ederken,
yani toplarken peygambere meleğe karşı edebe riayetkâr olması emredilmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem vahyi keşfetmeksizin aceleyle okumaz, onu bilmeden
ise söyleyemezdi. Bunun üzerine kendisine ‘(vahyi bildiğin hakkındaki) sırrını
içinde gizle’ diye emredildi. İçinde gizleyince melek getirmiş olduğu
yükümlülük ve haklarla ilgili vahyin mahiyetini bilememiş, sen de edepli
davranmış olursun. Bu itibarla Hakka ancak edeple birlikte yaklaşırsın. Yaygıda
oturanlar edep sahipleriyken sırların sahipleri ise emin olanlardır (ümena).
Sufilerden birisi ‘Döşekte otur fakat yayılmaktan sakın’ demiş! Bu sözü söyleyenin
gerçeğe dair haberi yoktur veya katında bulunanları elde etmek üzere O’nun
önünde yayılmış döşekte de herhangi bir vakit durmamıştır. İlahi döşek zatı
gereği heybetlidir! Hal böyleyken insan nereye bakabilir ve yönelebilir ki?
Orası hataların bulunduğu bir yer olmadığı gibi afetler de oraya yerleşemez.
Orada engelleme ye verme yoktur, sadece sakinlik ve hareketsizlik vardır! Orada
rızıkları elde etmek ve müşahedeleri zevk etmek, hendekler mesabesindedir. Bu
esnada insan, gören-görülen ve vaat edilmiş günün hükmü olmasaydı, kendinden
habersiz olurdu. Tutuşmuş bir ateşin kenarında hendek sahipleri onu
öldürmemiştir. Onlar ateşin başında oturuyorlardı. Hal böyleyken derilerin
olgunlaşması nerede kalmıştır?
Bunlardan birisi de yüz altmış
beşinci bölümden elçi ve haber göndermenin bir vesile edinmek olmasıdır:
Elçilik ve haberleşme kapısını açan, kavuşmayı kast ve irade etmiştir. Kim onun
kutsiyetine gelirse, sadece kendisini kınamalıdır. Peygamber gönderen hemcinsi
değilken kişi nasıl kendisini kınar ki? Ünsiyet hemcinsle olabilirken sual ve
istek de insanlarda peygamberle gerçekleşir. Çünkü peygamber gönderilenlerle
hemcinstir. Bu nedenle ona itimat edilir, görülmeyince özlenir. Peygamberin ve
elçinin güzel suretli olması, peygamber gönderilenlere yönelik bir işaret,
mertebe ve suretin güzelliğini bildirme amacı taşır. Bu itibarla Cebrail’in
(sahabenin yakışıklılarından) Dıhye’nin suretinde gelmesiyle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem için müjde gerçekleşmiş, gaye ortaya çıkmıştır.
Çünkü elçinin sureti gönderildiği kimsenin nezdinde onu gönderenin suretini
bildirir. Bu nedenle peygamber önünde hazır olunca bu durumu fark eder,
gördüğüne göre de amel eder. Bu, uydurulmuş bir haber değildir. Malik’in sureti
nerede, Rıdvan’ın sureti nerededir? Cennet nerede, cehennem nerededir?
Rahatlık
nerede, hüzün nerededir? Yağmuru
tutmak nerede, bulutu göndermek nerede? Sevinç nerede, neşe nerededir? Çirkin
ve güzel arasında ne kadar fark vardır. Binaenaleyh hal diliyle anlatmak, en
açık ve anlaşılır anlatımdır. Fakat ne zaman? Gönderen hikmet sahibi ve
gönderilen bilgili olunca, hal dili en iyi anlatım aracıdır. Her gönderici hikmet
sahibi olmadığı gibi kendisine elçi gönderilen herkes de bilgili değildir.
Bunlardan birisi de yüz altmış
altıncı bölümden Ruh’un nefesinin rav’daki yetkinliğidir: Rav’daki nefes
Ruh’tandır ki o da, el-Kuddûs ve es-Subbûh’un vahyinden ibarettir. O mertebeden
gelir ve varlığı orada ortaya çıkar. Bu nefes kelam vahyi veya işaret ve
ibarenin vahyi değil, ilhamın ta kendisidir. Bu noktada sadece ilham edilen
vardır ki,
o da düşüncedir (hatır). Düşünce yağan
yağmurdan gelir ve sadece birinci düşünceye itimat edilir. Çünkü o apaçık doğru
ve yalanı olmayan gerçektir. Bu düşüncenin özelliği ise zorlayıcı olmasıdır.
Bu nedenle isabet eder ve yanılmaz; söylediği uygulanır, bir gecikme olmaz.
İstek ve duada bir gecikme olursa, onun sahibi o adamlardan değildir.
Binaenaleyh dileğin vakti istenilen hakkında verilen hükmün vaktiyle birdir.
Böylece söylediği gerçekleşir. Başka bir zamana sarkan gecikme olursa, onun
hali bozulur, sözü doğru olmaz; doğru olursa tesadüfendir. Tesadüfle
gerçekleşen ise bu yolu bilenlere göre ilk düşüncedeki kadar hakiki değildir.
Nefeste duraklama olmaz: Onun gelişi intikaliyle bir olduğu kadar ulaşması yok
olmasıyla birdir.
Bunlardan birisi de yüz altmış
yedinci bölümden meleğin meleğe inmesidir: Melek bir meleğin hizmet ettiği
kimsedir. Bu itibarla melek öğretici olarak değil, öğretilmiş bir halde iner,
çünkü Kur’an’ı öğreten Rahman’dır ve O ortaklıktan münezzehtir. Meleklerin
niçin indiğini öğrenmiş oldun! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben bana
vahy edilene uy arım’427 der.
Oiıu melek ancak vahyedilen kimseyi zikretmek üzere indirir. O da melektir,
çünkü o mülk kapsamındadır. Melek yoksul değildir. Bu nedenle horlanmaz, o
yardım edilen ve desteklenendir. Bütün işler etrafında döner. O baskın
gelendir. Bunu talep etmekten gafil olsa t bile talep edilen
kendisidir, çünkü o sahiptir. İsimler gibi, çocuklar da
onu talep eder. Her İlâhî isim ona
konuktur, her kevnî haber ona ulaşır ve gelir. Mülkteki bulunan eserlere vakıf
olur, onlardaki sırları izhar eder. O, nurların nuru ve feleğin etrafında
döndüğü noktadır. Vahid ve Kahhar’ın ahlakıyla ahlaklanır, haberlerde gelendir.
İki halifeye biat edildiğinde, aralarında gerçekleşebilecek kavga nedeniyle,
ötekini öldürünüz!
Bunlardan birisi de yüz altmış
sekizinci bölümden sıddıklık ve peygamberlik arasındaki nebiliğin sırrıdır:
Çocuk ciğer parçasıdır ve hiç kuşkusuz daha önce kendisinde olduğu için babanın
sırrı olmuştur. Çocuk sıddık ile peygamber arasındaki en yakın manevi menzildedir;
ne sıddık, ne nebidir, fakat velidir! Bunun insanlardaki delili, ayederde
zikredildiği üzere, Hz. Musa ile Hızır’ın hikâyesidir. Bu itibarla bilen bilmemiş,
hüküm verdiği makamdan hüküm vermiş, kadem sahibi olan kendi bilgisini
söylemiş, Hz. Musa ona ‘Bana öğret5, demişken Allah Teâlâ’nın
sevgilisi ‘Benim için mağfiret dile5 demiştir. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem5deki kemale ve bu yüce mertebeye nasıl
dikkat çektiğine bakınız! En büyük makam budur. Bununla birlikte Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bütün insanlara gönderilmiştir. Buradan ulaşılmaz
perdenin ve yüce örtünün şeriatlarda bulunamayacağı öğrenilir. Hiç kuşkusuz
getirdikleri farz ve sünnet gibi hükümlerde ortaklık olsa bile, peygamberlerin
bir kısmı ötekilerden üstündür. Binaenaleyh fazilet ve üstünlük ilave bir
durumdan kaynaklanabilir. O ise Hatem veya Ferd’in veya İmam5ın
bilebileceği ilave bir husustur, o bilgi bunların dışındaki kimselerden
perdelenmişlerdir. Bununla birlikte her şahsın bir gayesi ve madubu vardır.
Bunların dışındaki kimseler onun hakikatini ve aydınlığını bulamaz, onun
ateşine ulaşamaz veya onun ışıklarını göremezler; aksine duyduklarında inkâr
ederler ve topladıkları arasında onu elde edemezler. Onu kendilerine gösteren
olsa, onu gösterenin yüzüne fırlatırlar ve ‘bu şeytanın bir süslemesidir5
derler.
' Bunlardan birisi de yüz altmış
dokuzuncu bölümden ‘Tartışan kişi hasımlaşma olduğunda tartışır ve delil
getirir5 bahsidir: One geçmiş bir hususla sana karşı delil getiren,
hiç kuşkusuz, doğru bir işle delil getirmiştir. Bununla beraber o delil,
sahibine fayda vermeyen bir delil iken taşıyıcısı da masum değildir. Yine de
fayda vermese bile duyulur ve söylenir. Kendi şeriatında Allah Teâlâ bir
hükümden vazgeçse bile ‘Yaptığından dolayı sorumlu
tutulamaz, onlar sorumlu olacaklardır.*2* Fakat
insanların çoğu bunu bilmez. Böyle bir mesele işaretle ifade edilebilir,
dolayısıyla açıkça söylenmez. Açıkça söylenmiş olsaydı bilgi olur, hüküm ortaya
çıkar, bir anlayışa yol açar, her durumda kalpte netice meydana getirirdi.
Onunla düşünen herkes düşünür, perdeler kendisini örter, kapısı kilididir. Onu
ifadeye çalışmak kapalılığı arttırırken açıklamak belirsizleştirir. Onun
dışında sadece bütün ümmetlerin doğruluğu hakkında görüş birliğinde olduğu
yoldan uzaklaşmaya yol açan işler ve yanlış yollar vardır. Bununla beraber
kerim rabbin kendisinde bulunduğu sırat-ı müstakim hayır ve şerri, fayda ve
zararı, günah ve iyiliği içerir. ‘Her
canlının perçeminden tutan O’dur, benim Rabbim dosdoğru yol üzerindedir.’*29 Allah Teâlâ el-Berr ve er-Rahim’dir.
Bunlardan birisi de yüz yetmişinci
bölümden (Kur’an’ı okurken) teğanni yapan kişi müstağnidir bahsidir: Kur’an
okurken nağme yaparak okuyan, yani teğanni yapan kişi bizden değildir.
Kur’an-ı Kerim’in hayrete düşürdüğü kişi, hiç kuşkusuz, büyük makam elde
etmiştir. İbn-i Ümm Abd gibi Kur’an’a göre yaşayan kişi ise ne güzel kuldur! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ona kulak vermiş, bu davranışı nedeniyle övmüş,
geceleyin Kur’an-ı Kerim’i teğanni yaparak okuduğu için methetmiştir. Teheccüde
kalkan kula ne mutlu! O sahabi zaviyesinde rabbine ibadet eder, kelamını okur,
cezasından korkar, O’nun ayetlerini terennüm eder, kıyamet günü korkularını
sayar. Bunun yanı sıra Hakkı önünde kabul ettiği için O’nun ayetlerinden
haberdardır. Böyle bir kul bilgiyle dolmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ona dua etmiş ve onun adına mağfiret etmiştir. Bize ise kitabın
menzilini ve mertebesini kendisi bildiği için Kur’an’ı kendisinden almamızı
emretmiştir. Niçin o şahıs olmayalım ki? Öyle olursak Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in nassı ve sözü bizi de kuşatır. Onu söyleyen kişi dünyadan
ayrılmış olsa bile taşıyıcısı ve kabul edeni ayrılmamıştır. Bu ümmetin içinden
böyle bir himmete sahip her şahıs, bu övgünün muhatabı ve mazharıdır. Bunun
için müminler bütün gayrederini bu hususta harcamalı, aynı ciddiyete sahip
olmalıdırlar. Demek ki Allah Teâlâ’nın cömertlik esintilerine hücum etmeniz
lazımdır! Böyle yapınca Allah Teâlâ inayet ehli kullarına tahsis ettiği
ihsanları size de tahsis eder.
Bunlardan
birisi de yüz yetmiş birinci bölümden Tekellüf sahibi sufı değildir’ bahsidir:
Tekellüf beden bakımından olursa, gayeye yarmaya tesir etmezken kalp yönünden
olunca Rabbe karşı gevşeklik anlamına gelir. Hâlbuki Allah Teâlâ, (iyiler
anlamındaki) Ebrar’a ve Hakka yakın kullara göre, gece ibadetine, gündüzü
oruçla geçirmeye tercih edilmede herkesten daha layıktır. Bu itibarla Allah
Teâlâ’ya tekellüf üzere ibadet eden kişi tasavvuf ehli değildir. Tasavvuf ahlak
demekken sufı olmayan ahlaklanma, Allah Teâlâ’yı bilen ise tahakkuk
(hakka’l-yakîn bilmek) peşindedir. Binaenaleyh sıfadari itibarıyla ahlak
kendisine ait iken zatını müşahede etmek nedeniyle de hakka’l-yakîn öğrenir
(tahakkuk). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i rüyasında gören, hiç
küşkusuz, onu görmüş sayılır ve böyle bir rüyada görülen peygamberdir, başkası
değildir! Hal böyleyken izzetin rabbi ve zorbaları zelil kılan rabbin hakkında
ne düşünürsün? Allah Teâlâ’nın isimleri arasında el-Aziz, el-Kerim, el-Hakim
vardır. İlahi sureti haiz olan ise en güzel surette yaratılmış Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Böyleyken taşlanmış şeytan onun suretine nasıl
girecektir? Şeytan surette tecelli ettiğinde, zikredilen söz sahih ve doğru
olur. Kastedilen Hakkın var olanların aynısı olmasıdır, çünkü Hakk varlığın
kendisidir. O’nun hükmü ise yüce makam nedeniyle peygamberin hükmünden
farklıdır (Şeytan Hakkın suretinde gözükür fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in suretinde gözükemez). İtimat edilecek görüş budur. Bu konuda Allah
Teâlâ’nın rahmetinin mevcut ve madum her şeyi kuşatmış olması ifadesi
üzerindeki tevilleri bir yana atmalısın. .
Bunlardan birisi de yüz yetmiş ikinci
bölümde katıştırma ve telfıkin tahkikin bir parçası olmasıdır: Telfik âlemde
yeni bir suret meydana getirmek maksadıyla bir varlığı diğerine katmaktır.
Unsurlar birbirine katışmış olmasaydı, madenler, bitkiler ve hayvanlar ortaya
çıkmazdı. Rahman Hakk, hayvanlık özelliğine konuşma-düşünme özelliğini katmış,
buradan insan-ı kâmil olduğu kadar nakıs demek olan hayvan insan meydana
gelmiştir. Rahman’ın telfiki budur. Allah Teâlâ insam önüne almış, halifelik ve
imamlık vermiş, onu haberdar, bilgili Hakk getirmiş, isimlerini tahsis etmiş,
gökten yeryüzüne indirmiştir. Bu süreçte insanı toprakta bir bitki gibi
bitirmiş, onun yaratılışında ölü ve diri (kısımlar) meydana getirmiştir. Bu
itibarla insanda duyu sahibi olan kısım canlıyken hissiz kısım ölüdür. Bu evin
niteliği böyledir. Allah Teâlâ onu güçlerle mamur kılmış, akıl ve hevayı ona
yerleştirmiş, sonra da ‘Arzuna uyma’ demiş, insan ise arzusuna uymuştur: ‘Adem
Rabbine asi olmuş, taşkınlık yapmış, sonra Rabbi onu seçmiş, tövbe ettirmiş ve
hidayet etmiştir.’430 Allah
Teâlâ Adem’i başıboş bırakmamıştır. Onunla düşmanlarını kızdırmış, meleklerini
sevindirmiştir. Âdem Rabbinden kelimeler almış, kelimeler Allah Teâlâ’nın
kendisine ihsan ettiği en yüce hibeler olmuştur. Âdem muhabbetin hakikatlerini
hakka’l-yakîn idrak etmiş, daha önce sahip olduğu mertebeye ve yakınlığa
dönmüştür. Bu da zürriyetine de sirayet eden bir hükümdür ve bunu ortaya
çıkartan onun yapısıdır. O halde ancak üzülen ve sıkılan vardır. Bununla birlikte
onun varlığı en yetkin varlıktır. Öğreneceksen bunu öğrenmelisin!
Bunlardan birisi de yüz yetmiş üçüncü
bölümden hikmetin nimet olması bahsidir: Kime hikmet verilmişse çok iyilik
verilmiş demektir. Allah Teâlâ ona karşı lütufkâr ve (durumundan) haberdardır.
Latif olması, onu kendisinin bilmediği bir yönden bilmesi ve ona bilgi
öğretmesinden ibarettir. Bununla beraber o kişi öğretenin Allah Teâlâ olduğunu
bilmez. Perdeler onun bilgisinde ve öğrenişinde ortaya çıkar. Bu itibarla Allah
Teâlâ kalemle kendisini perdelemiş, kalem suretinde kendisine tecelli ederek
şöyle der: ‘Oku! Rabbin kerem sahibidir.’431 Allah Teâlâ onu sınamış, (sınayarak
bilgi edindiği için) el-Habir olmuştur. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ her şeye
güç yetiren anlamında el-Kadir’dir. Hikmeti isteyen nimet istemiş demekken kime
hikmet verilmişse ona rahmet de verilmiş demektir. Buna sahip olan birisi
üzerinde azap ebedi olursa, o kişi rahmetin varlığını kuşattığı birisi olmadığı
gibi keşif ve vecd ehline göre hikmet ehli de değildir. Ona dönmeyi söyleyip
onların ve rahmetin hakkında böyle hüküm veren er-Raûf ve er-Rahim diye
isimlendirilen el-Hakim ve el-Alim’dir. O cezalandırması şiddetli olan eş-
Şedidü’l-ikâb’dır. Bu konudaki
şiddeti nedeniyle de bunun ardından cehennemliklere güzel bir varış yeri ihsan
eder.
Bunlardan birisi de yüz yetmiş
dördüncü bölümden mütehassısı için kimya ilminin takdir ve ölçmek anlamına
gelmesidir: Nicelik mevcut veya mevhum (bir şeyi) ölçmek ve takdir etmek
demektir, iksirin bilgisine ulaşan insan varlıkları ve olguları değiştirmenin
bilgisine ulaşıp ruhlar ve bedenler âleminde dilediği şekilde hüküm verebilir.
Öyle biri tedbir ve takdir ilmini haiz ‘iksîr’in sahibi, bir kelimeyle karanlık
cisimleri aydınlatan biridir. Bu itibarla varlıkta ‘ol’ kelimesinin tesirine
bakmalısın! Ol kelimesi madumu (yok olanı) mevcuda nasıl katar! Buna mukabil
var olanı yok etmek özelliğine sahip değildir. Çünkü onun bir şeyi yolduğa
çevirme özelliği yoktur: ‘Ol’ kelimesi rububiyetin ve ubudiyetin talep ettiği
gerçek-var olan bir kelimedir. Onunla varlıklar dışta ve âlemde ortaya çıkar,
bunun için yok olan hakkında ‘var oldu’ denilir. Yok olan için yokluk kendinden
kaynaklanırken varlık İlâhî ihsan ve cömerdikten ibarettir. Bazı kelamcılar bu
taksimlerde kendisi nedeniyle -cisimlerin değilarazın yok olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Böyle söylemelerinin nedeni Allah Teâlâ’nın sürekli yaratıcı
olmasıdır. Sofisder ise her bir zamanda varlıkların tümünün yenilendiğini dile
getirmiş, herhangi' bir varlığı veya olguyu ayırt etmeksizin hepsi hakkında bu
hükmü vermişlerdir. Bütün mekânlıların arazlardan meydana geldiğini bilen
(arif) ise bütün bu görüş ve niyederi uzlaştırır.
Bunlardan birisi de yüz yetmiş
beşinci bölümden talebin edebin bir parçası olmasındaki sırdır: Allah Teâlâ’nın
karşısında hakkıyla edep sahibi olmak talebin anlamını hakkıyla bilinde
bulunabilir. Allah Teâlâ seni O’ndan iste ve talep et diye yarattı. Sen son
derece yoksul ve zelil bir varlık olduğun için, Allah Teâlâ’dan izzeti ve
zenginliği istemelisin ki her yönüyle övgüyü elde edebileşin! Allah Teâlâ’nın
seni kendisiyle övdüğü her iş iyi bir övgüdür. Bu itibarla sen zelil, yoksul ve
yitirmiş olduğun kadar başka bir açıdan izzedi, zengin ve övülensin. Demek ki
sana nispetle bir kınama söz konusu olmadığı gibi Hakkın sana vermiş olduğu
sıkıntı veya cefa yoktur. Allah Teâlâ kendinden şöyle söz eder: ‘Ben cefa eden
bir rab değilim.’ Bu söz yeterlidir. Allah Teâlâ’nın yüce şanına (O’nun)
el-Aziz ve el-Hamid (diye isimlendirilmesinden) daha layık bir övgü yoktur.
Öyle ki kulu kendisiyle övdüğü bütün ifadeler bu isimlere denk olamaz. Bu
itibarla kul kendisiyle övülen veya kınanan bütün isinılere göre genel övgünün
sahibiyken övgüler içinden özel övgü Hakka aittir. Nitekim naslar böyle
bildirmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın eli kapalıdır’ diyenler, yanlış bir söz söylemiş,
‘Allah Teâlâ fakirdir’ diyenler kâfir olmuştur. Bununla beraber bu ifade kul
adma bir övgü olabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ varlık itibarıyla mükemmel
olandır. Bunun yanı sıra övgü olan bir söz ve ifade söyleyenin inancına ve
niyetine göre kınama anlamı taşıyabilir. Söyleyenin maksadıyla kötü olan
durumlara misal olarak, din işinde ve malda cimrilik etmek, geçiciyi talep
ederken hırslı davranmak, ahiret hayatında insana azap getirecek bilgi ve amel
peşinden koşmayı verebiliriz. Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği ve lütfettiği
hususları iyice düşünmelisin!
Bunlardan birisi de yüz yetmiş
altıncı bölümden teşvikin edep olmasıdır: Teşvik tesir ve izdir. Edep ise izi
takip etmektir. Arzusuna tabi olan insan gayesine ulaşamaz. Bununla beraber
arzusuna uysa da gayesine ve emeline ulaşması kaçınılmazdır. Çünkü Allah
Teâlâ’nın rahmeti geniştir ve her şeyi şamildir; hiçbir yer ve diyar ilâhı
rahmetin üzerinde hüküm sahibi olmadığı gibi herhangi bir duruma da mahsus
değildir. Bütün varlıklar rahmetin çocuklarıyken onun binasını nasıl tahrif
edebilir ki? Binaenaleyh sadece rahmetin iyilik ve nimetleri vardır. Rahmet bir
anadır ve oğullarını terbiye edişine nimetlerini sığdırmıştır. Bu itibarla
rahmete rağmen (Hakkın) cezalandırması, alimlerin dışında rahmetin çocuklarının
farkına varamayacağı bir edep ve terbiye tarzıdır. Öyleyse imanın genelliği
nedeniyle eman ve emniyet içinde olmalısın! iman geneldir, çünkü naslarda
bâtıla iman yer aldığı gibi Hakka iman da yer almıştır. Demek ki her müminin
hali iyidir, hiçbiri bâtıl değildir! ‘Maminlere
yardım etmek üzerimize bir haktır.’432 Yakın gelene kadar rabbine ibadet
etmelisin. Yakîne ulaşınca kime iman ettiğini öğrenirsin. Edep (sofra
anlamındaki) me’debe’den
türetildiği için bütün hayır ve iyilikleri kendinde toplar. Onunla nimedenen en
üstün kişi ‘Zor bir günde yakın yetimi ve yoksulu
(doyuran)’*33
kişidir.
Bunlardan birisi de yüz yetmiş
yedinci bölümden ‘Sevilenlerin en azizi arkadaşlardır’ bahsidir: Şöyle denilir:
Sana göre en sevimli kişi ve senin gözünde en izzetli insan kimdir? Şöyle der:
‘Arkadaşım ve dostum olunca kardeşimdir! Öyle biri bulunduğum her durumda ve
halde refıkimdir.
Benim arkadaşım tasa ve endişelerime
karşı yardım eden kişidir Bana saldırana karşı beni savunandır arkadaşım .
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in (a.s.) arkadaşları hem dünyada hem ahirette yüce makamı elde eden
kimselerdir. Başka bir ifadeyle onlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
sahabe olmak sayesinde imanda Allah Teâlâ’ya yakınlık derecelerinin en
üstününü elde etmişlerdir. Hiç birimizin onların derecesine veya onun yarışma
ulaşması onların vasfıyla nitelenmesi mümkün değildir. Biz ihvan, yani
kardeşleriz; bize ait olan ‘emandır’. Onlar ise sahabedir, dolayısıyla onlar
sevilenlerdir (ahbab). Sahabe, olmak ile ittiba, yani uymayı aynı anlamda kabul
eden hakikat ehli, sonrakini öncekine katar. Bu meyanda önce gelen sahabenin
mümeyyiz vasfı, maksat gerçekleşmiş olduğu için, görmenin dünyada
gerçekleşmesidir. Bununla birlikte görmek, saadete ulaştırmada tek başına yeterli
değildir. Delil bu hükmü verirken yol da bunu ortaya koyar ve doğrular. Pek
çok insan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i görmüş, fakat iman etmediği
için bedbaht olmuştur. Ona ittiba etmeyen kimse (sadece görmek nedeniyle
saadete) ulaşamaz. Başka bir ifadeyle Peygamber’i görmek herkesi gayeye
ulaştırmamış, arzularına ulaşmaktan mahrum kalmıştır. İşin esası Peygamber’e
uymak ve tabi olmak iken insanı saadete ulaştıracak şey hidayettir. Sahabe
nimete dünya hayatında nail olmuştur. Böyle bir insan yakınların yakınıdır.
Bunlardan birisi de yüz yetmiş
sekizinci bölümden ‘Akrabaların en izzedisi mukaribdir’ bahsidir: ‘Mukarib’
Rahman’dan gelen bir şefkate sahiptir, çünkü o akrabalardandır. Bu sebebe ilgi
göstermemizin nedeni, Rahman’ın ortaya koymuş olduğu nesep ve bağ olmasıdır. Allah
Teâlâ bizimle arasında nesep yarattığını, onun ise takva olduğunu bize
bildirince, biz de takvayı ‘sebep’ edindik, Allah Teâlâ’dan O’nun vasıtasıyla
sakındık. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’m! Senden sana
sığınırım’ demiştir, biz de kendisine ‘bunu senden aldık!’ deriz. O hüccet
sahibidir ve delili bize getiren odur. Hüccet-i beyza (apaçık delil) ve
şaşırtıcı delil onundur. Onun ümmeti ise tertemiz kimselerdir. Aynı zamanda nur
kuşanmış kimselerdir. Nur kuşanmış olmaları delillerinden kaynaklanır. Böyle
bir temizlenme niteliği başkalarına tahsis edilmiş olsaydı, ümmet-i Muhammed’e
böyle bir şey tahsis edilmezdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Muhammed ümmeti diğer ümmetler içinden sahip olduğu nur sayesinde ayrışır’
buyururken buna dikkat çekmiştir. Ayet ve hadisler (abdest organları gibi)
belirli uzuvların temizliğine dikkat çekmişken biz de onların temizliğini
pekiştiririz. Allah Teâlâ onu bizim için nur kılmış, nuru bize giydirmiştir. Böylece
bu farklılık ve bildirmeyle birlikte en değerli makam, en şerefli makam ve
şeref onlara mahsus olmuştur. Kim temizliğini tamamlar ve kemale erdirirse, Allah
Teâlâ onun nurunu kemale erdirir; kim abdest alırken organları iki veya üç kere
yıkarsa, bir kere temizleyene göre daha çok rahatlık ve ferah kazanır. Bir kere
temizleyen mukarib (yaklaşmaya çalışan), ekleme yapmaksızın, iki ile üç kere
temizleyen ise daha yakın olan anlamında ‘akarib’ sayılır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bütün insanlara gönderilmiş olduğu için bütün suretlerle
zuhur etmiştir. Onların arasında kazanan, zarar eden ve bu hususta yukarıda
veya daha aşağıda bulunanlar vardır.
Bunlardan birisi de yüz yetmiş
dokuzuncu bölümden ‘Birleyen kimse ilhada düşer’ diyen arifin sözünün
anlamıdır. Bir yoruma göre, ‘birleyen kimse (men-vahhade) ilhada düşer’,
cümledeki men (kimse)
edatından dolayı söylenmiştir. O edat çokluğu ve sayıyı talep eden bir edattır.
Bu yorumu edatın kısım ve parça (teb’îz) bildirmek amacıyla kullanılıyor olması
destekler. Bu cümlenin doğruluk oturağında söylenmiş doğru ve hakiki bir ifade
olduğundan kuşkuya düşmeyiz. Çünkü birleyen kişi, Hakka yönelmiş, O’nu
birlemiştir. İlhada düşen anlamındaki mülhit de Arapça’da meyleden ve yönelen
anlamına gelir.
Kul bu anlamıyla ilhada düşüp (Hakka)
meylettiğinde, tüm emellerine ulaşmış olur. Makbul sözlerden birisinde de
‘İlhada düşen kişi ebedileşir’ denilir. Fakat burada da ilhadın sözlük anlamı
dikkate alınmıştır. İşin böyle olması kaçınılmazdır ve hiçbir yaratılmış bundan
kaçınamaz. Araftakilere bakınız! Onlar bu ölçüde nitelenme derecesine
ulaşamadıkları için, cennet ile cehennem arasında kalmışlardır. Binaenaleyh
onlar kötülerle beraber olmadıkları gibi seçilmişhayırlılarla da beraber
değillerdir. Onlar yerleşme yurduna veya azap yurduna tahsis edilmemiş
insanlardır. Bu karıştırma olmasaydı, kötülük ile iyilik arasında
bulunmazlardı. Ebrar için ahiret yurdu ne güzel bir yer iken günahkârlar için
ceza yurdu ne kötü bir yerdir! Onların terazilerinin kefeleri denk olmuştur ve
onların özelliği budur. Allah Teâlâ yaratıklarını kıyamet günü yükümlü tutacağı
secdeyle onlara ihsanda bulunmamış olsaydı, bu hal üzere kalırlardı. Secde
ediciler secde ettiklerinde, terazide iyiliklerin bulunduğu kefe ağır basar,
kişi saadete ulaşır, (cennet ile cehennem arasındaki) surdaki esaretten
kurtulur, saadet yurduna erer.
Bunlardan birisi de yüz sekseninci
bölümden ‘Şirk koşan maliktir’ bahsidir: Ulûhiyete ortak getirmek ve şirk
koşmak kınanmış bir iş iken bunu yapan da mahrumdur. Kulların niteliğinde, şirk
kınanmış ve övülmüş işler arasındayken onunla nitelenen insan merhamet edilen
ile mahrum bırakılan arasında bulunur. İşi ve hakikati bilene göre Hakk’tan
başkasına ait bir ad yoktur. Bu itibarla yaratılmışların isimleri Hakkın isimleridir.
Öyleyse tahakkuk ederek neyle ahlaklamlacaktır? Allah Teâlâ biliyor ki, O’na
iftira etmedim, herhangi bir şeyi nispet etmedim, O’nu bir vasıfla
nitelemediğim gibi manasını da bir harfe sokmadım. Allah Teâlâ kendisini bizim
için isimlendirdiği gibi isimlendirmiştir. Bütün isimler nihayette Allah
Teâlâ’ya dayanır. Allah Teâlâ sevinmiş, neşelenmiş, öfkelenmiş, bıkmamış,
şaşırmış; kısaca kullarının gittiği her yoldan ve her yana gitmiştir. Allah
Teâlâ kadim, ben hâdisim! Ortaya çıkmış yeni bir isim yok!
Bunlardan birisi de yüz seksen
birinci bölümden ‘Yolculuğa çıkan yerleşir’ bahsidir: Varlık O’nun varlığıdır.
Bu nedenle kullar O’ndan ve O’na doğru yolculuk eder ve yerleşirler. Bu
itibarla Allah Teâlâ’nın seçtiği kimsenin yolculuğu, Allah Teâlâ’dan Allah
Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ’ta gerçekleşir. Kerim Rab dosdoğru yol üzerindedir.
Burada Allah Teâlâ üzerinde bulunduğu durumu ortaya koymuş, fakat O’ndan başka
kimse yoktur. Allah Teâlâ’ya kimin ulaşacağını düşünmelisin! Allah Teâlâ senin
afiyetini dilediği için elini alnına yerleştirmiştir ki, bu da, O’nun kereminin
ve ezeli lütfunun bir parçasıdır. Binaenaleyh doğrunun dışında bir yol olmadığı
kadar herkes sağlam bir yol ve yöntem üzeredir, çünkü herkes el-Kerim’in elinin
altındadır. Hiç kuşkusuz büyük bir nasibe nail oldun: ‘Ey
insan! Seni kerim Rabbine karşı kışkırtan nedirT*34 Burada delili zikrederken karşı
delili de açıklamış, bu sayede insan ‘senin keremin beni kışkırtmıştır’
diyebilmiştir. Kerim ise kendisine zarar vermez, çünkü Allah Teâlâ ismi hakkında
kıskanç olduğu gibi kulunun kalbinde ve bedeninde o ismi baki kılar.
Bunlardan birisi de yüz seksen ikinci
bölümden ‘Yerleşen kişi ayrılmamıştır’ bahsidir: Hal yer değiştiren ve değişen
demektir. Kim kendine inzal olunanı sürekli tekrar ederse, onun başlangıcıyla
sonu birdir ve bu sayede O’nun bütün isimlerini (ahlaklanma yoluyla) elde eder.
Demek ki yerleşen ayrılan kişi olduğu kadar ancak ayrılan kişi yerleşir. Onun
ayrılması yerleşmesi demek iken yerleşmesi de ayrılması ve başkalaşmasıdır.
Hepsi O’nun yoludur. Bu durum ancak harflerde geçerli olabilir ki harfler
‘zarf demektir. Okuma ve tilavet esnasında mananın tekrarlandığını düşünen
kimse okuduğunu hakkıyla okumamış demek iken bu durum onun bilgisizliğine
delildir. Kimin okuması kendisine daha çok bilgi kazandırır ve her defasında
yeni bir hikmet ortaya çıkartırsa, böyle bir insan gerçek okuyucudur. Allah
Teâlâ’nın kuluna dönük inayetine bakmalısın! Allah Teâlâ tilavet ederken -kadim
olmasına rağmenkuluyla münacat ettiğini ve onunla karşılıklı konuştuğunu
bildirmiştir. Kul ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya
mahsustur5435 deyince Allah Teâlâ ‘Kulum beni övdü’
diye karşılık verir. Burada Allah Teâlâ kulu kelamını okurken kendisini ‘tali’,
yani kulunu takip eden mesabesine yerleştirmiştir. Sonra Allah Teâlâ işi
kuluyla arasında taksim etmiş, varlığını kulun varlığından ayrıştırmıştır. Bazı
insanlar varlıkta mutlak birliği dile getirmiş olsa bile Allah Teâlâ
ayrıştırmış, farklılaştırmıştır.
Bunlardan birisi de yüz seksen üçüncü
bölümden, ayrılış esnasında topuktan ortaya çıkan şeyin ne olduğu bahsidir:
Topuğun açılması, şiddet ve güçlüğü bildirirken aynı zamanda hükmün süresinin
sürade gerçekleşmesini de ifade: eder. Her sıkıntıyla beraber bir kolaylık varken
güçlüklerin sona ermesiyle rahadık ortaya çıkar. Kim izzetli olursa zayıflar;
kim muhtaç olursa, borca girer. Onun gevşekliği ve zayıflığı küçümseyerek ve
zahit olarak terk etmesi demektir. Daha doğrusu kaşıdı olarak talebini terk
demektir. Bir ihtiyacı olmaksızın borçlanan, nakıs himmetlidir. Kimin marifeti
kendisinin üzerinde hüküm verirse, hiç kuşkusuz, borç almayacak şekilde
müstağni olsa bile, himmeti eksiktir. Bilginin öne geçmiş olması, onu borç
mesabesine yerleştirmiş, ezeli bilgisinin otoritesi ve gücü nedeniyle onun
hükmü altına girmiştir. ‘Her şeyin hâzineleri katımızdadır,’436
Borçluluk bir şeydir ve Allah Teâlâ O’nun hazinedarıdır. Bu nedenle onun
eserinin kullarda tezahür etmesi gerekir ki vahiyde de böyle bildirilmiştir.
‘Keşf-i sâk (topuğun açılması)’ tabiri ‘keşefet el-harb an sakiha’ deyiminden
gelir. Çatışma ve kalkışma şiddetlendiği için, yükümlülük artmıştır. Rabbin de
meleklerle beraber buluttan gölgeler içerisinde gelir. Rab (hakları) ayırmak,
hüküm vermek ve hükmünü uygulamak maksadıyla gelir, sorgu şiddetlenir, sıkıntılar
çoğalır, herkes toplanır. ‘Bir grup
cennete, bir grup ateşe!’437 En nihayetinde her
şey nimete varır.
Bunlardan birisi de yüz seksen
dördüncü bölümden zatı ve sıfatı bilmek ve tanımak bahsidir. Maruf olan zat
iken malum olan sıfatlardır. ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Kalp tanımadığı
rabbini sığdıramaz. Bilgi alamet vasıtasıyla bir şey hakkında elde edilen
bilgiyken âlem ‘alamet’ kelimesinden türetilmiştir. Dolayısıyla zat -kendisi mutlak
ve sınırsız olsa bilemukayyet, yani sınırlı olarak bilinebilir. İşte ben eşyayı
böyle öğrendim ve hakkıyla tanıdım! Mutlaklık Rab ve kul için sınırlama
demekken tahdit, yani sınırlama ise karıştırma ve elbisedir; karıştırma
sınırlamada tezahür eder. Öyleyse karıştırmaktan sakınman gerekir, nefiste
gerçekleşen en gizli karıştırma budur. el-Mürid’in bilgisi karşısında insanlar
nerededir! Onlar ‘yeniden yaratma’ hakkında kuşkuya ve karışıklığa düşmüş
olanlardır. Kastedilen her nefeste gerçekleşen yaratmadır. Allah Teâlâ da her
nefeste suretten surete girer. Bunun farkına insanların pek azı varabilir.
Marifet kaynağın birliği demekken bilgi müşahede edilenin ikiliğidir (bilen ve
bilinen). Bu itibarla bilgi İlah ile ilgiliyken marifet Rable ilgilidir ve
benzerliği ortadan kaldırır. Marifet sayesinde ortaklık kalkarken kuşku da onda
gerçekleşir. Zat meçhuldür, dolayısıyla O’nun illet veya malûl olduğu
söylenemeyeceği kadar hakiki bir hakka ait olduğu da söylenemez; herhangi bir
meşruta ait şart olduğu veya herhangi bir delilin medlulü olması da söylenemez.
Delilin yönü delili medlûle bağlarken zat herhangi bir şeye bağlı değildir.
Şardardan söz eden başarısız kalmış, hataya düşmüştür.
Bunlardan birisi de yüz seksen
beşinci bölümden ‘muhabbet menzilinde sevenlerin mertebeleri’ bahsidir:
Sevenler mahbûbun, yani sevilenin erbabı ve kapının ardmda bulunanlardır. Seven
bir iddia sahibidir ve bu nedenle sınanmaya müstehaktır. Muhabbet iddiası
olmasaydı, yükümlülük gerçekleşmezdi. Muhabbet olmasaydı sevilen el-Latiften
bir karşılık talep etmezdik; dilerse vuslat, dilerse ayrılık olur! Bir kişi
O’nu sevdiğini iddia ederse el-Latif kendisini sınar. Demek ki seven imtihan
edilirken sevilen başkalarından korunmuş ve uzak kalmıştır. Bu nedenle gözler
O’nu idrak edemezken O gözleri idrak eder. Sevenlerin muhabbette bir menzili
vardır: Yakın sevenler varken uzak sevenler de vardır. Seven uzak olunca,
yakınlık kazanamaz. Uzak değilse yakındır. Sevgilinin yakınlığı nitelikteki
ortaklıkla gerçekleşirken uzaklığı nitelikte ortaklığın bulunmayışı anlamına
gelir. Marifet bu hükmü ve bilgiyi vermiştir. ‘Bana ancak bana ait olmayan bir
şeyle yaklaşabilirsin.’ Bu söz kendisine yaklaşmak isteyen bir veliye Allah
Teâlâ’nın söylediği sözdür. Allah Teâlâ’ya ait olmayan özellik zillet ve muhtaçlık
iken bu itibarla Allah Teâlâ el-Gani, el-Aziz ve el-Cebbar’dır. Mütekebbir de
evin kapısının ardında bulunur. Ortaklık ve iddianın ortaya çıkarttığı
hususlara bakmalısın. O bedenden, akıl ve ruhtan soyudanmıştır ve bu nedenle bu
nitelikteki birisine ancak el-Kuddûs ve es-Subbûh tecelli eder. Mutlak hakikati
tenzih eden kimse varlıkta bir ortaklıktan söz etmez.
Bunlardan birisi de yüz seksen
altıncı bölümden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hz. Halil’e
katılma tarzının ve yolunun izahıdır: Salâvat getirirken ‘Allah Teâlâ’m!
Âlemlerde İbrahim’e salât (merhamet) ettiğin gibi Muhammed’e salât eyle!’
deriz. Hz. İbrahim’e yönelik salât ve merhamet, bu Hakk sahip Ebrar ve Hakka
yakın kullarca bilinir. Hâlbuki bu salâvattaki ifade nerede, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu ‘Kıyamet günü insanların efendisiyim’
hadisi nerededir! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her bir ümmet ve grup
adına şefaat kapısını açacak kimsedir; içlerinde Halil İbrahim’in bulunduğu
diğer peygamberler o kapıyı açamaz. Hâlbuki Hz. İbrahim’e bu değerli ve üstün
makam tahsis edilmiştir. Hz. Âdem’e secde edilmişken Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e müşahede makamında makam-ı mahmûd (hamd makamı) verilmiştir.
Acaba dosduk bütün dinleri şamil olan genel dini getiren ve bütün delillerin
yöntemlerini kendinde toplayan cevamiü’l-kelîm’in verildiği Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğiyle mi gerçekleşir? Dostluğa ancak
eksikliğini gideren (kemale eren) kimse ulaşabilir. Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem cennette vesile makamının sahibiyken bu makama ancak
ümmetinin duasıyla ulaşır. Buna rağmen onun ümmetinin fazileti nerede,
peygamberin fazileti nerededir? Yine de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ümmetinin duasıyla vesile makamına ulaşmış, kendisi için dua edilen, dua
edenden üstün olmuştur. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
getirilen salâvatın Hz. İbrahim’e getirilen salâvata niçin benzetildiğini iyice
öğrenmeli ve idrak etmelisin! Biz (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
peygamberliğine) iman eden müminler, onun efendiliğini ve kulluğundaki özel
durumunu bilen kimseleriz. Makamı mahmûd nerede, (Hz. Âdem’e ait) ‘secde
edilme makamı’ nerededir? Hakka yakın kullar ve Ebrar, taştan ve topraktan
yapılmış bir binaya ‘secde ederler’. Demek ki en üstün ve değerli makam ve
yüksek şeref, makam-ı mahmûd’a tahsis edilen Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’e aittir.
Bunlardan birisi de yüz seksen
yedinci bölümden âşıklara mahsus şevk ve iştiyaktır: Şevk kavuşmayla
sakinleşirken iştiyak uzaklıkla birlikte artar ve pekişir. Onu ancak âşıklar
bilebilir. Kavuşmak nedeniyle ıstırabı dinen biri, hakikatleri bilenlere göre,
gerçek âşık değildir. Elbisesine ateş düşen biri nasıl sakin kalabilir ki?
Böyle biri temkin ehli olabilir mi? Ateşin alevi ve bir gücü vardır. Bu nedenle
o kişinin hareket etmesi kaçınılmazdır. Hareket ise darlık ve sıkıntı demektir.
Demek ki her kim sakin ise o kişi âşık değildir! Nasıl sakin olunabilir ki?
Yoksa aşkta gizlilik mi vardır? Hayır! Aşk bütünüyle aşikâr iken onun makamı
ortaya çıkmak ve yayılmak demektir. Âşık iradesiyle hareket edemeyeceği gibi
sevdiğinin hükmünün altında da değildir; o sadece aşkın hükmü altındadır.
Muhabbet ancak böyle davranmayı gerektirir. Seven herkes kendini sevmiştir veya
her âşık kendi mana veya duyusuna âşıktır. Bu nedenle âşıklar ayrılık sebebiyle
acı duyar, kavuşmakla gerçekleşecek hazzı talep ederler; hâlbuki onlar
nefislerinin hazları peşinde koşanlardır! Söz konusu kimseler âşıklar içerisindeki
en üstün kimselerdir. Onlar işleri ve Hakkın perde ardında saklamış olduğu
hususları bilenlerdir. Binaenaleyh sevenin sevgilisine karşı minneti yoktur,
çünkü o matlubuyla birliktedir. Onun madubu ve gayesi, gözünün kendisiyle
aydınlanıp varlığının sevinç dolduğu şeydir, başka bir gayesi ve peşinden
gittiği yoktur. Bu itibarla seven sevgilinin arzu ettiği uzaklığı talep etmiş
olsaydı, bu istekle emir arasında helak olur, sevmek hakkındaki iddiası sahih
olmayacağı gibi sevenlerden birisi olamazdı. Bunu iyi düşün ki, anlayabilesin!
Bunlardan birisi de yüz seksen
sekizinci bölümden haşmet ve hürmet bahsidir: Hürmet olmaksızın bir menfaat
meydana gelmeyeceğine göre sen de hürmetli olmalısın! Hibe ancak haşmetli
olandan gelirse fayda verebilir. Sen de haşmetliye saygı göstermelisin! Hizmeti
yerine getirirken hürmet ve saygıyı bir yana atan kimse, hiç kuşkusuz,
başarısız kalmış, kurtuluşa ermemiş, zarara maruz kalmış, kâr etmemiştir.
Hizmet eden şımarmaz ve zelilâne bir şekilde davranır. Hizmetkâr soru sormaz,
nazlı davranmaz. Hizmet eden (efendi karşısında) yıkayıcının elindeki ölü gibi
kendini bırakmazsa, efendiden hiçbir fayda elde edemez. Hizmetçi hizmet
edilenin huzuruna girip de itiraz ederse, kalbinde hastalık var demektir. ‘Allah
Teâlâ onların hastalıklarını arttırır, onlar için yalanlamalarına
karşılık şiddetli bir azap vardır.’438 Onlar bunu
fark etmez ve bilmezler. Kalbin kime karşı saygısını yitirirse, o senin efendin
değildir; tekrar kendisine karşı hürmet duygusu kazanmcaya kadar ona hizmet
etme ve onun sohbetinde bulunma! Kalbinde tekrar saygıyı bulduğunda, kendisine
dönersin. Allah Teâlâ ehlinin benimseyip itimat ettiği görüş budur. Kuşeyri
eserinin ‘şeyhlere hürmet’ bahsinde bu hususu zikretmiştir. Bütün görüşlere ve
mezheplere göre, insan hürmetle arzularını elde eder, gayesine ulaşır. Kim bir
taş hakkında hüsnü zan sahibi olursa, kendi yolunda ve görüşünde, ondan
faydalanır.
Bunlardan birisi de yüz seksen
dokuzuncu bölümden semâ nedeniyle hareket etmek bahsidir: (Hareket dediğimiz)
ika esas itibarıyla ölçüler demektir. Allah Teâlâ teraziyi ortaya koymuştur ve
bütün varlık ölçülmüştür. Aldanma ve mahrum kalma! Allah Teâlâ her şeyi belli
bir ölçüyle indirmiştir ki, o da anlaşılan ölçü ve tartıdır. Hâdis işlerde ve
kadimde el-Hakim ismi Allah Teâlâ’ya aittir. Terazi hüküm verici olduğu gibi
taksimler onun vasıtasıyla ortaya çıkar. Bunlardan birisi de semâ nedeniyle
hareket etmektir. Semâ sahibinin hareketi mülk âleminden dürüst bir şekilde
fenaya erdiğinde feleklerin hareketi tarzmdadır. Hareketi nefs kaynaklı
olduğunda ise kutsî değildir. Bunun alameti elbiselerle işaret, arkaya veya öne
doğru yürümek, bir yönden başka bir yöne sallanmak, giden ve dönenin arasında
hareket etmektir. Böyle birisi semâ etmediği gibi onda bulunduğu yerde gerçekleşen
seslerin de tesiri olmamıştır. Böyle bir insanın kardeşlerinin arasından
uzaklaştırılması ve mahrum bırakılmasında şeyhler görüş birliğine varmıştır.
Semâda sesleri duyduğunü iddia edip de vecd/vücûd sahibi olmayan biri
perdelidir; perdeli ise kovulmuştur. ‘Ol’ sözünden varlıktan başka ne
çıkabilir ki? Bu durum bütün varlıklara yayılmıştır ve bu nedenle ‘yok etme’
irade ve meşiyete bağlanmıştır. Sen de (ayların yerini değiştirmek anlamındaki)
nesi ile alış veriş yapma!
Bunlardan birisi de yüz doksanıncı
bölümden hakkında görüş birliğinin gerçekleştiği semânın mahiyetidir: Hakkında
görüş birliğinin gerçekleşmiş olduğu semâ, rabbani söz veya ilâhı tesirden
meydana gelmediği gibi öyle bir semâ örfte bilinen nağmelerle de sınırlı da
değildir. Semâyı öyle anlamak tam bir
cehalettir. Bütün oluş ve varlık semâdır, fakat bu durum kulağı olan için
böyledir. Sağırlık bulunan biri herhangi bir gün hayretten rahadamayacağı gibi
ondan bir iş ve fiil de meydana gelmez. Kalbiyle ve organıyla semâ edene göre
gece düne benzemez; sen gece o dündür! Böyle bir şeyi yitirdiği için yüksek
sesi nasıl olabilir ki? Onun azabı nispederin yokluğuyken meşguliyeti de bu
nispetlerden dolayı eğlenmek ve neşelenmekle sınırlanmadır. Nispeder İlâhî ve
rabbani kimseler adına yakınlık anlamına gelir. Mutlak semâ Hakk ile tahakkuk
eden için olabilir. Öyle biri ol (kürı)
sözünü herhangi bir varlığa tahsis etmediği gibi belirli bir
varlığa özel olarak yönelmez. Her varlık kendi haline ve durumuna göre o sözü
duymuştur. Semâ’yı ölçülerle ve taksim edilmiş naiğmelerle sınırlayan kimse
-kül, -yani bütün değilparça sahibidir. Efendisi üzerinde ise bütündür (kül).
Efendi onun hakkındaki ilk ‘zahittir’ ve bu nedenle onu seçmez. Hakk ile
tahakkuk eden biri mutlakı nasıl ifade eder ki? Kimin sınırlayışı varlığa
sirayet ederse (kim varlığı sınırlı idrak ederse), onun imanı, bilgisi sahih
olur, tecrid ve tevhidi ortaya çıkar.
Bunlardan birisi de yüz doksan
birinci bölümden Allah Teâlâ’nın isimlerinde velilerine olan ikramları
bahsidir: Allah Teâlâ’nın isimlerinde tasarrufeden kişi O’nun velilerindendir.
İsimler kulların hükmüne bağlıdır ve bu nedenle varlıkta onlarla ahlaklanmak,
hatta maksadı teşkil eden tahakkuk mümkün olabilmiştir. Muammayı çözen kişi,
kendisiyle ahlaklanma mümkün olmadığı için -belki onunla tahakkuk
edilebilirisimlere delalet ettiklere şey bakımından bakmaz. İsimlerin iki tür
delaleti var olduğu gibi iki de taallukları vardır: Birincisi bütün isimlerin
tek bir isimlendirilene delil teşkil etmeleridir. O isimlendirilen, herhangi
bir ilave durum olmaksızın, bütün isimlerin kendisinde birleştikleri
hakikattir. Matlup olan delalet ise isimlerin -lafız ve yapı itibarıyla
ayrıştıkları gibikendilerine mahsus özel anlamları hakkındaki delalederidir.
Bahsedilen yapıdaki farklılığa misal olarak Alim, Alîm, Allam isimlerini
verebileceğimiz gibi lafızdaki farklılığa da bu isimlerin yanı sıra Halik,
Kâdir gibi hükümleri de farklı olan isimleri verebiliriz. İsimlerdeki bu
kısımları incelemelisin! Onları öğrendiğinde, bütün yaratıkların önüne geçip
saygın meleklerin önünde duran imam olursun. Baban Adem’in ilmi isimlerin
bilgisiydi. Gıdan o olsun, ondan mahrum kalmayacaksın! Binaenaleyh kıyamette
kendisine ulaşamayacağın herhangi bir ikram ve keramet ikram sayılmaz. Bu
konuda mizah tarzındaki istidraçtan (keramet görünümlü tuzaklardan)
sakınmalısın!
Bunlardan birisi de yüz doksan ikinci
bölümden yaratıklara mahsus ikram bahsidir: Yaratıklar hakkındaki ilâhı ikram,
görmek, müşahede ve kelamdır. Görmek temenni edilen şey iken müşahede görenin
rüyeti ve görmesidir. Bu görmek ise (Allah Teâlâ hakkındaki) akidelere raci bir
durumdur. Bu itibarla akideler (Allah Teâlâ’yı kıyamet günü) tanır, (bazı suretlerde
ise) inkâr ederken rü’yet anlamındaki görmekte inkâr olmaz ve görürsün. Kelam
ise tesir eden şey demektir ve taksim edilmez; taksim edilince kavil (söz) haline
gelir. İlahi minnet ve güç onda bulunur. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim bütünüyle
‘Allah Teâlâ dedi ki (kavi)’ şeklindedir; onda ‘Allah Teâlâ tekellüm etti’
ifadesi geçmez. Bununla beraber kendisinde kelam zikredilmiştir. Fakat bu
ifade Hz. Musa’yı teşrif amacıyla zikredilmiştir. Binaenaleyh Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kelamı getirmiş olsaydı, kimse onu inkâr edemezdi,
çünkü kelam (yara ve tesir anlamındaki) kelemden gelerek inkâr edene ve
reddedene tesir eder. Ayet
i kerimede ‘Allah Teâlâ M usa
ile konuştu’439
denilir. Onu nasıl da sağlam ve doğru bir yola sevk etti? Kelamı kendisine
tesir etmiş, hükümleri ortaya çıkmıştır. Söz tesir edince zatı gereği tesir
etmez; İlâhî ihsan ve kudret nedeniyle tesir edebilir. Demek ki söz (kavil) ile
kelamı ayırt etmelisin! Onları ayırt edersen celal ve ikram ehlinden olursun.
Vahiy ile ilhamı, uykuda ve uyanıkken gelenleri ayırmalısın.
Bunlardan birisi de yüz doksan üçüncü
bölümden saadeti adette görmek bahsidir: Şehadet âleminde adet hikmeti,
yinelenme ve tekrarı kabul anlamına gelir. Ona iman insana saadet kazandırır.
(Dönmek anlamındaki) âdet Hakkın yaratılmışlara dönmesidir. Bununla birlikte
tekrarlanırken suretler farklılaşır. Burada başkaların varlığını ispat söz
konusudur ve dolayısıyla kınanacak bir şey yoktur, çünkü bu bilgi sahih bir
bilgidir. Varlıkta gözde gizlense bile tekrar denilecek bir şey yoktur. Varlık
benzerlerden ibarettir ve bunu rical, yani Allah Teâlâ adamları bilir.
Varlıkta tekrar olsaydı, İlâhî kudret sınırlanırken Allah Teâlâ’nın elVasi
isminin anlamı kalmaz, sonsuz sayıda mümkünler ortaya çıkmaz, övgünün
kendisiyle gerçekleştiği (sonsuzluk ve mutlaklık) hususlar tezahür etmezdi. Bu
itibarla talaktan sonra ric’îliği, yani geri dönüşü kabul eden, gerçekte
boşamamış sayılır. Böyle biri ya hakkında konuşup kesin bildiği hususta
kuşkudadır veya ahmaktır. Biz bu anlamları bilen arif ve akıllılarla
konuşuyoruz. Akıllı insan bahsettiğimiz hususlardan habersiz değildir. Ricî
talak cahil ve ahmak için rahmettir. Allah Teâlâ adamlarına ricî talaktan söz
etmiş olsaydık, onların ittifakla dile getirdikleri düşünceyle çelişirdik.
Onlara göre ricî talak yeni bir nikâh akdi demektir ve bu nedenle şahitliğe
veya onun yerini alan bir harekete ihtiyaç duyar. O da boşayandan başka bir
sahipten meydana gelmelidir. Bütün muhakkiklere göre durum böyledir. O halde
sır ehlinin görüşü, âdet (yenilenme ve dönüş) olsa ve yeniden yaratmaya (iade)
iman olsa bile, bunun bir tekrar olmayacağıdır. Burada ‘âdet’ ancak
açıkladığımız ve izah ettiğimiz şekilde gerçekleşir. Bunu öğrendiğinde,
ibarelerde dilediğin şekilde tasarrufta bulunabilirsin. ‘İlk
yaratıldığınız gibi yeniden yaratılacaksınız’440 ayetini sadece ‘Sizi bilmediğiniz
şekillerde inşa ederiz’441
ayetinin anlamını bilen kavrayabilir. Ayetlerin bir kısmına iman edip bir
kısmını inkâr eden kişi, gerçek bir kâfir ve nefsine zulmeden apaçık bir
cahildir.
Bunlardan birisi de yüz doksan
dördüncü bölümden doğruluktaki icazın sırrıdır: Genel-cami’ bir vakıada doğru
konuşmada bulunan icazın (aciz bırakıcılık) hakikati gösterildi. Konuşurken
dürüst ol ki muhatabını aciz bırakabilesin! Ardından ister veciz ister geniş
konuş! İcazın gayesi veciz ifadeye ulaşmak, onu tam ve hakkıyla gerçekleştirmektir.
Her ayet kendisinden doğup kızı haline geldiği ayetten daha büyüktür.
Görünür/şehadet âlemde çocuk bazen babasından daha değerli olabilir. Buna
mukabil gaipte bu durum bir yerde doğru ve geçerlidir: O da rabbin hakkındaki
bilginin kendin hakkındaki bilginin vesilesiyle gerçekleşmesidir; bununla
birlikte Rabbin seninle hemcins değildir. Bu bilgi öteki bilginin çocuğu
mesabesinde olsa bile fakat -herkese görebabadan daha kıymedidir. Bu ve benzeri
durumlarrn dışında gaipte böyle bir durum geçerli değildir. Bu nedenle her
yerde gaibi şahide kıyas etme! Gaibi şahide kıyaslamak bozuk bir yoldur. Allah
Teâlâ Ebu Hanife’ye merhamet etsin ve onu her korkudan emin kılsın! O gaib
hakkında hüküm vermeyi kabul etmiyordu. Bana göre en doğru görüşlerden ve en
ihtiyatlı yollardan birisi budur.
Bunlardan birisi de yüz doksan
beşinci bölümden kelamda rüyadaki vahiy bahsidir: Peygamberlik sahih rüyalarda
gizlidir. Sahih rüyası olmaykun peygamberlikten nasibi yoktur ki kastedilen
tam peygamberlik değildir! Peygamberlikte üstün makam, ‘teşri peygamberliği’
diye isimlendirilir. Fakat sadık rüyayı gören kişi ilhamı getireni hakkıyla
bilince, gördüğüne itimat edebilir. İlhamı kendisine getiren peygamber ise o
ilham kişiye özel ve mahsustur. Dinleyen ise o kişinin doğru ve gerçek
söylediğini anlarsa, ona uyması gerekir, yüz çevirmesi yanlıştır. Bu ilham bir
kişinin rivayetiyle sabit bir hükmü geçersiz kılarsa, ilhamın geldiği kişinin
onu kabul etmesi mümkündür. Buna mukabil taklitçi hakkında düşünmek ve onun
durumuna bakmak gerekir: Nesh edilen rivayetin ravisiyle rüyayı gören adalette
eşit olunca, rüyanın sahibi delil bakımından daha öncelildidir. Binaenaleyh
uykuda kendi şardarıyla birlikte gerçekleşen ilham (vahiy), uyanıkken nakil ve
burhan deliliyle verilen hükümle birdir. Böyle biri duyarken sahabe ve ona uyan
da tabiîn mesabesindedir. İlhamı veren bizzat Hakk veya melek olabilir. Kişi bu
ilhamı kendisine geldiği surete göre alırken bilgiyi -övgü anlamı taşısa
bileibadet etmek üzere bir hüküm olarak kabul etmez.
Bu faydalı bir açıklamadır. Bu fayda
İlâhî isimlerin birbirine girmesinden ve tekabüliyeüerinden kaynaklanan
mübarek bir ağaçtan tutuşmuş kandildir. Bu kadar ima yeterlidir, ona göre amel
edip değerini ve kıymetini bilmelisin!
Bunlardan birisi de yüz doksan
altıncı bölümden en-nazmü’s-sülük
fi-müsamereti’l-mülûk’tur: el-Melik’in gece sohbetine seçip
ayırdığı kişi kendisiyle el-Melik’in tecelli ettiği isimle sohbet edebilir.
Böyle biri elMelik’in tecellisine göre davranır. Akider ve inciler
farklılaştığı gibi sohbet de türlü türlüdür ve bu surette haber ve konuşma
meydana gelir; bazen kadim bazen hadisten söz edilir. Sohbet el-Melik’in tedbiriyle
ilgili olunca, O’nun hükmü ve isminin otoritesi altında gerçekleşir. Melik’in
hizmet edilen olduğu zannedilir, hâlbuki reayanın ihtiyaçlarına göre hüküm
altında olan kendisidir. Böyle değilse ne melik (hükümdar), ne mâliktir
(sahip). Bazen sohbet tartışmacının durumu hakkında ve koruyucu hususlarda
olabilir ya da gecenin sabahında mümkünde meydana gelecek zarar ve menfaatleri
yönetmekle ilgili olabilir. Sohbet ez-Zarr ve en-Nafi ismine tahsis edilmişse,
konuşma hâdis ve yaratılmışlarla ilgilidir. Nedimin Kadim hakkında konuşması
doğru ve sahih değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kelamında cOnlara Rablerinden hâdis bir söz
geldiğinde...’442
denilir. Bununla beraber o sözün kadim olduğunu biliriz, o söz Allah Teâlâ’nın
kelamıdır. Sen de onu çoğalt, birle, taksim et ve tekleştir! Allah Teâlâ onu
indirmiş, ihdas etmiş, sohbet eden kişi onunla münacat etmiş, Hakk ile
konuşmuştur. Gece sohbetçilerinin bir kısmı istiğfar edenlerdir, bir kısmı
tövbe eden, hamd, rükû eden ve secde edenlerdir. Onlar sürekli sevap talep
ederler, en sonunda şafak söker.
Bunlardan birisi de yüz doksan
yedinci bölümden ‘Misafir uzaklaşandır’ bahsidir: Sefer dostlardan ayrılığa
sebep olduğu için azaptan bir parçadır. Yolcu varlıklarda sefer ederken kaçan,
vatanından uzaklaşandır. Rahman her gece bütün isimleriyle birlikte arşından
semaya iner; kıyamet gününde ise arşıyla birlikte divanına tenezzül eder. Yolcunun
yolculuğu hakkında beş faydadan söz edilir.
Yolculuk gamı dağıtır, maişet
kazandırır
Bilgi, görgü ve arkadaşlık
kazandırır
Esas gam, tek başına olmaktan
kaynaklanan yalnızlık gamıdır. Yaratılmışların varlığında Hakk ile ünsiyet
edilir. Maişeti kazanmaya gelirsek, burada maişet, sahiplerinin amellerinden
kendisine gelen şeylerdir. Bilgi ise ‘ta
ki bilelim’443
ayetinin hakiki anlamında yer alır. Bunu anla! Yolculuktaki adaba gelirsek,
kastedilen, akıbetin hayır olması maksadıyla yerine getirdikleri bütün iyilik
ve hayırlardır. Arkadaşlık çağıran, isteyen, istiğfar eden, tövbe eden
kimselerin varlığıdır. Yolcu ise yönelendir. Bu durumda şairin yolcunun seferi
hakkında dile getirdiği faydalar geçerli ve sahih olmuştur. Yolculuk Hakkın
bir niteliğidir ve ancak yaratılmışa verilir. Yolculuk Hakk için iniş demekken
yaratılmışta yükselmek ve ayrılmak demektir.
Bunlardan birisi de yüz doksan
sekizinci bölümden ‘Üç kişi bir cemaattir’ bahsidir: Hakk melek (ve Hakkın
kendisinde geldiği) bulut! İki kişi varsa Allah Teâlâ onların üçüncüsüdür.
Korunmuş binek Allah Teâlâ’nın gözüyle gözetilir. Bir kişi cemaatten uzak
olduğu için şeytan iken iki kişi yardımcı bulunmayıp kötülüğün
gerçekleşmesinden korkulduğu için iki şeytandır. Üç kişi yolculukta genellikle
emniyet sahibi bir cemaattir. Teslis (üçleme) yaratan, yaratılan (ve aradaki
bağ) ile ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’de üçü kabul edenler tekfir edilmemiş,
sadece ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür5444
diyenler kâfir olmuştur. Bunu söyleyenler ‘İkinin üçüncüsüdür’ deselerdi, hiç
kuşkusuz, doğru söylemiş, yanlışı kaldırmış olurlardı. Hal böyleyken
üçüncülerinin Allah Teâlâ’nın olduğu iki kişi (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ve Hz. Ebu Bekir) hakkında ne dersin? Ayette kastedilen Allah Teâlâ’nın
onların koruyucusu olmasıdır. Başka bir ifadeyle evlerinden ayrıldıklarında
mağarada onları koruyan Allah Teâlâ’dır. İnsanın en çetin hali vatandan ayrılma
halidir. Vatanı kadimdeki yokluk olan birinin gurbeti varlıktır. Varlığı
gördüğünde ise bu kez vatanına arzu duyar, meskenini görmekle kendinden geçer.
Bu itibarla hallerden birisi olan fena, gerçekleri ve işleri anlayana göre,
yokluk demektir. Binaenaleyh Allah Teâlâ ehli müşahedeyi şuıcak varlıktan fani
olmak maksadıyla talep etmişlerdir. Buna mukabil bazı kullar (Hakkın) cömertliğini
içermesi nedeniyle müşahede halini talep etmişlerdir. Nitekim Hakk’ın menzili
tevhîiddir. Allah Teâlâ tefrid ortaya çıkabilsin diye müşahede esnasında
onların varlıklarını siler ye ifna eder. Bu söylediğimize şahit O’dur. Dilciler
(kane kelimesine kevn anlamı vermekle) Allah Teâlâ’nın bulunduğu hal üzere
olduğunu ileri sürmüşlerdir ki, kastettiğimiz tenzih ve teşbihin reddidir.
Bunlardan birisi de yüz doksan
dokuzuncu bölümden ‘Hal değişmek ve yerleşmek’ demektir bahsidir: Hal değişen
demektir ve bütün varlık haldir, bu nedenle bir durumda kalması mümkün değildir.
Değişmenin nedeni yaratılmışların talep ettiği ilavelerdir. Bu itibarla iş
şe’nlerden ibarettir ve Allah Teâlâ her şeye sürekli ‘ol’ der, o şey de olur;
olduktan sonra başkalaşır, ortaya çıkar, vatanına yerleşir. Bulunduğu yerden
ayrılmaya gücü olmadığı gibi vatanından da uzaklaşamaz. Bu durumda -bir
gecikme olmaksızın(var olma zamanından sonraki) ikinci zamanda yokluğa döner. O
yaratıcıdır. Şe’nler ise varlığa bütünüyle yorgunluk getirir. Bu nedenle ‘Fariğ
olduğunda yönel ve ancak Rabbine teveccüh et,44S
denilmiştir. İnsan fariğ olmuştur ki meşgul olsun! Bir amel de başkası
işlensin diye sona ermiştir. Böyle biri yoklukta rahata erer, çünkü istirahat
mertebesindedir. ‘Rahman her gün bir şe’ndedir.’446 Hal böyleyken var olanlar hakkında ne
düşünürsün? Yokluğun kötülük olduğunu söyleyen, gerçeği bilmeyendir. Hakkında
‘kötülüktür’ denilen yokluk ise bir cevherin ve hakikatin (ayn) bulunmayıp
onunla nitelenenin dışta var olamayacağı kötülüktür ki o da imkânsız (muhal)
demektir. İmkânsız olan her halükarda mutlak kötülük demekken varlıkları
içeren yokluk ‘imkân yokluğu’ demektir. Onlar (Hakk tarafından) görülen ve
(Hakkı) gören varlıklardır. Bu itibarla onlar yokluk ve varlık halinde
gören-görülen hakikatlerdir. Demek ki insanın arzusunun ve meylinin varacağı
yer ancak haller olabilir. Buradan da zevk ve halin üstünlüğü tebarüz eder.
Bunlardan birisi de iki yüzüncü
bölümden besmele’deki manevi menzilin makamıdır: Mekanet, yani mertebe bir
emanettir; hainlik ederek onu zedeleme! Allah Teâlâ emanetin ehline
ulaştırılmasını emretmiştir. Emanetin kabulü arızî iken yerine getirilmesi
farzdır. Bir emaneti ancak cahil kabul edebilirken onu zorla kabul eden mecbur
sayılır. Böyle birinin mazereti makbul olduğu gibi aynı zamanda o zalim ve
cahil sayılmaz. İradesiyle emaneti kabul eden ise kendini cebir ve zorlama
altına sokmuş, daha önce sahip iken köle haline gelmiş, kurtulmuşken helak ve
yok olmak tehlikesine maruz kalmış kişidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem riyaset arzusunun kıyamette pişmanlık olacağını söylemiştir ki
kastedilen mecburiyet nedeniyle görevi alan değil, iradeyle alandır. Birine
görev verilirse ona yardım edilirken kim görevi talep ederse Allah Teâlâ onu
göreviyle baş başa bırakır. Görevin mertebesi üstün ve zorlukları çoktur. Bir
görev teklif edilirse kabul etme; mecbur kalırsan onu üstlenmen gerekir. Böyle
bir durumda verdiğin söze riayet et, onu yerine getir. Binaenaleyh riyasetin
mertebesini bilen kişi, görevlendirildiğinde sakınır, çünkü riyaset
tehlikelidir; kendini öyle bir görevden koru, onun sonuçlarından sakın!
Bunlardan birisi de iki yüz birinci
bölümden ‘mekanet (mertebe) emanettir’ bahsidir. Mertebenin sahibinde bezginlik
ve tembellik bulunur. Bunun nedeni bu görevde hakları gözetmenin
zorunluluğudur. Öyle bir görev ise yaratılmışa ağır gelir. Bezginliğe yol
açacak işlerden uzak kalmalısın. Bezginlik ise yeniden yaratmayı bilmemekten
neşet eder. Demek ki bezgin kişi cahildir. Şu dizeleri bu hususta söyledim:
Tavsiyem odur ki:
Bezginle arkadaş olma zinhar!
Deme ki ezel
sahibinin niteliğidir
Bu öyle bir iş ki onu bilen, ; .
Hakta illetleri
kabul etmeyen kişidir
Onu kim bilir:
Alemin her an
yaratıldığını kabul eden kişi
Bezginlik suretini
sana gam olarak verir
Ona karşı
tereddütlü ve çekingen olmalısın
Cömertlik bıktırıcı
olmaz '
Kerim nimetini
ihsan ederken tuzak kurar
Mal sahibi olursa
dağıtır onu
İflasta senin için
bıkkınlık görmem
Bıkkınlık nimette
değil
Bıkkınlık iflasta ortaya çıkar benim için , ' .
Her cömertlik iflasla gerçekleşir ’
Cömertlik yoksa
onun haline bak
Muhtaç olduğun şeyi
sana verirse Malum cimrilikle nitelenmez
Kerim muhtaç
olduğun şeyi verir sana Onun karşısında utanırım
Gerçek acı, onu
tadan bulunmaz
Değişim üzerinde
hüküm ve temkin sahibi olandan başka
Bunlardan birisi de iki yüz ikinci
bölümden ‘Şatahat fethin parçasıdır’ bahsidir: Fena makamına eren şatahat
söyleyebilir. Böyle bir şatahat ihsanların en büyüklerindendir. Bununla beraber
dinleyici gerçeği karıştırabilir ve uzlaştırıcı bir yön ve yorum bulamaz. Dinleyende
ortaya çıkan bu karıştırma nedeniyle bazı insanlar şatahatı kötülüğün
önlenmesi maksadıyla (sedd-i zerai)
eksiklik saymıştır. Başka bir ifadeyle yaratılmışa nispede şeriatın caiz
saymadığı kötü sözlerden sayılmıştır. Kim (başkaları için şatahata yol açan)
fetihte temkin sahibi olur ve şatahat söylemediğini bilirse, ondan herhangi bir
tarzda şatahat görülmez. Böyle birinden şatahat duyulmazken salik ve erende
durumu belli olan zayıf bir haldekinden şatahat duyulabilir. Kuvvet ve temkin
sahibi kişinin bir emri yerine getirmek üzere ne söylediğine bakınız! ‘Ben
Âdemoğlunun efendisiyim, övünme yok!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
edebine bakınız. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem babası Âdem’in
karşısında nasıl saygılı davranmış, kardeşlerinden başka birisini zikretmemiştir.
Edepli insan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakına göre
davranandır, çünkü onu terbiye eden Rabbiydi. Hakk bir insana edep öğretirse,
hakka’l-yakîn elde ettiği bilgiye göre, her insanı kendi menziline yerleştirir.
Bunlardan bir tanesi de iki yüz
üçüncü bölümden ‘Müjdeci -aksak değilkuvvetlidir’ bahsidir: İlk gelen haberci
ve müjdeci arda kalır, çünkü onunla bilgiye ulaşırsın. Kuvvedi olan, birinci
safta olmak üzere, öne çıkar. el-Evvel diye isimlendirilen birinci safta
olmayı arzulamıştır ve ulvilik sahibi olduğu için bu konuda hüküm sahibi
olmuştur. Aksak olan tartışmacıyı uzaklaştırır. Bu getirdiği haberler nedeniyle
işin başında bilgi demektir. Bu bilginin geldiği kimse de getirilen şeyi
öğrenmek için ona soru sorar. Hz. Musa’nın müjdecisi dağ, Hz. İbrahim’inki
kaybolan ışıktı. O kayboluşun ardından Hakk zuhur ederken dağın parçalanışını
ise bayılma hali takip etmiştir. Hz. Musa’yı bayıltan yalçın bir dağı
parçalayan şeyin aynıydı. Hz. Musa bayılmanın ardından ayılmıştı. Bunun nedeni
üzerinde kalmış olan peygamberlik göreviydi. Bununla birlikte insan, bilhassa
ebdal’dan (bedeller) ise dağdan güçlüdür. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in Allah Teâlâ’dan aktarmış olduğu kutsi bir hadiste belirtilir.
Fakat sırlı kitabında belirtildiğine göre, ‘göklerin ve yerin yaratılışı
insanın yaratılışından üstündür ve insanların çoğu bunu bilmez’. Yerdeki dağlar
da bu söz kapsamındadır. Bunu kabul et, selamete er, gerçeği anla, gizleme!
Bunlardan birisi de iki yüz dördüncü
bölümden direnmenin gidiş demek olmasıdır: O’na gidiş kendisinden ve kendisine
doğru yönelmektir. Önünde bulunurken sana emir verenin katından ayrılmış değilsin
ki O’ndan bir şey isteyesin! Binaenaleyh Hakk her varlıkta görülen, her var
olanda görendir. Bu itibarla Allah Teâlâ gören-görülendir, çünkü varlığın ta
kendisi O’dur! O’nu bilen (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) isimlendirmiş,
fakat kendisini nitelememiştir! Bu itibarla içermiş olduğu bir takım zararlar
nedeniyle ayetlerde sıfat kelimesi zikredilmemiştir. Bakınız! Allah Teâlâ’yı
vasıf sahibi kılan ve niteleyen kimse ne demektedir? ‘Hakk şu nitelikte olmasa
eksik kalır!’ Hâlbuki Hakkı niteleyen ve tavsif eden insan, zatın kemali vasfa
bağlı olduğunda O’nun hakkında mutlak bir eksiklikle hüküm verdiğini
anlayamamıştır! Kemali zatı gereği olmayan biri akla göre sıfadara muhtaç iken
sıfatları da kendisi değildir. Bu itibarla ‘sıfat O'nun varlığıdır’ diyen
cahilin tekidir. ‘Nereye gidiyorsunuz? Bu ancak
âlemler için bir öğüttür.’447 ‘Dilerse sizi giderir.’448 Burada insanlara hitap eder. Allah
Teâlâ kendilerini suretten surete sokarak götürmüştür.
Bunlardan birisi de iki yüz beşinci
bölümden ‘Nefes vermek ve rahadatmak takdistir’ bahsidir. ‘Karardığında
geceye, aydınlandığında sabaha yemin olsun ki!’449 Nefes Rahman’ın yardımcısıdır ve
onun yardımında eksiklik yoktur. Kendisine güvenilen yardımcı Yemen cihetinden
gelendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e meyil ve şefkat içerdiği
için saba rüzgârıyla yardım edilmiştir ki, ö da insandaki nefes mesabesindedir.
Bu nedenle rivayetlerde nefes-i
Rahmanî’nin Ensar’a işaret ettiği söylenmiştir. Sevgiliye dönük rüzgârlar
sıkıntıları kaldırır, açar. Bu nedenle de nefes vermek, (Hakkı eksiklikten
tenzih etmek anlamındaki) takdis demekken aynı zamanda -o da yakın işlerden
olduğu içinsıkıntıyı da içerir. Gayelerin farklılığı ve kalplerdeki hastalık
nedeniyle hakikat bunu gerektirir. Bir kavmin musibeti başka bir kavim hakkında
fayda olabilir. Buna eklenen her iş fazlalık iken fazlayı ancak bir bilebilir.
Bu itibarla çokluğun birliği fazla ve ilave vasıtasıyla bilinebilir, çünkü
onun kendisi birdir.
Bunlardan birisi de iki yüz altıncı
bölümden ‘Israr ve kararlılıktaki sırlar’ bahsidir: Israr yerleşmek ve ikamet
demekken sırlar da kıyamete kadar gizlidir. Başkalarının varlığı olmasaydı
sırlar olmazdı. Bu itibarla sır seninle Allah Teâlâ arasında bulunan şey demek
iken daha gizli olan ise varlığı senden perdelenmiş olandır. Binaenaleyh daha
gizliyi bir olan Allah Teâlâ bilirken sırrı ilave zaid olan bilebilir. Zaid,
yani ilave, bildirmek demektir ve bunun için gizlilik derecesini yitirmiştir.
Sır ancak ısrar edene verilebilir, çünkü o sabit sevgi anlamındaki meveddet
haline yerleşmiştir, sözünü yerine getirir, vaadinde doğru söyler, şimdiki
zamanda -ki zamanın hakikati demektirbulunduğu için önce ve sonra onun gözünde
eşitlenir. Tevhid ehlinin inandığı en garip işlerden birisi Allah Teâlâ’nın
el-Karib ve el-Baid diye nitelenmesidir. Allah Teâlâ uzak olana yakın, yakın
olandan uzakken bütün kullara da şah damarından daha yakındır. Yine de insana
‘doldun mu?’ diye sorulunca o da ‘daha var mı?’ diye sorar. Kastedilen
tabiatının cehennemidir. Onu bu cehennemden Hakkın şeriatı korur.
Bunlardan birisi de iki yüz yedinci
bölümden ‘İttisal rical (Allah Teâlâ adamları) makamlarından değildir’
bahsidir:
Ayrılıktan dem vuran her vuslat
Rical makamı olamaz
Başka bir dizede şunu dedik:
Biri çift yapan
kim?
Başkalar
vasıtasıyla kemali ispat eden
Zatında kâmil
olmayan
Noksanlıktan
kurtulamaz
Başkası nedeniyle
kemale eren kimdir?
Zatı gölgelere
benzeyen biri
Gölge her daim
ışığa muhtaç
Bir de kesif cisme
Cisim nerededir ki
görülebilsin!
Böy/e bir şey imkânsız
Söylediğim sözden
ibret al!
Misal vermek üzere söyledim .
Hüccet ehlinin
bildiği her bilgi
Söze ve dile
gelecek değildir
Vuslata eren yabancıyken onu kabul
eden ise ahmaktır. Nazil olmuş kitap benzerliği reddederken ameller de
niyetlere göredir. Herhangi bir nalsa ilgili önce maksada bakmalısın.
Bunlardan birisi de iki yüz sekizinci
bölümden ‘İcmaldeki tafsil güzelliktir’ bahsidir: Kendisiyle senin arana ayrım
ve fasıl koyan, hem senin hem de kendisinin varlığını ispat etmiş ve olumlamış
demektir. Bakınız! Allah Teâlâ senin varlığını ispat etmiş, ‘Ben onun
kendisiyle duyduğu kulağıyım’ ifadesiyle de kendi varlığını senden ayırmıştır.
Dikkat edersen, anlarsın! Allah Teâlâ kutsi hadiste zamiri -sana delil olsun
diyesana irca ederken seni olumlamış, varlığını ispat etmiştir. Bu meyanda
ittihad fikrini ilhad ehli dile getirebilirken hululü kabul edenler de tafsil
ehlidir. Onlar yerleşeni (Hakk) ve mahalli (kul) kabul etmiş, haramı ve helali
belirlemiş kimselerdir. Her kim ayrıştırıp tafsil ederse, ne güzel bir iş
yapmış, kim birleştirir ve vuslattan söz ederse kendisinin ayrı olduğu
hakkında şahitlik etmiştir. Çünkü hiçbir şey kendi kendine vasıl olamaz ve
eremez, hiçbir şey kendisiyle birleşemez. Fakat şeylerden söz edilirse veya
parçalardan oluşan bir şeyden söz edilirse, durum farklıdır! Bir’de bölünme
nasıl olabilir ki? O’na ilave bir şey yoktur. Demek ki ayırım vuslat ehli adına
olabilir.
Bunlardan birisi de iki yüz dokuzuncu
bölümden ‘Kimi razı edersen onu değiştirmiş olursun’ bahsidir: ‘Ey yeryüzü suyum çek, ey gök suyum fut/’450 Su çekilmiş,
yağmurlar yükselmiş, hüküm verilmiş, kurtuluşta sır ortaya çıkmış, gök suyunu
tutup güneş ortaya çıkınca Nuh’un gemisi Cudi dağına oturmuştur. Bu sayede vaat
edilmiş güne kadar baba ile oğul hakkında varlık kelimesi tamamlanmıştır. Asıl
kesilmiş olsaydı nesil de kesilmiş olurdu. Bir araya gelmek ve kavuşmak,
tenasülün sebebidir: Kavuşma nikâhlı olursa, doğan kişi tertemiz ruhlarla
beraber olurken zinadan meydana gelirse doğan kişi varlığıyla salahın
amaçlandığı kimselerden biridir. Bununla birlikte hepsi de gayb ve şahadet
âleminde O’nun kullarıdır. Binaenaleyh herkes namazını ve tespihini bilmişken
biz her şeyin tespihini anlamayız. Fakat ben her varlığın her durumda O’nun
hamdini tespih ettiğine iman ederim.
Bunlardan birisi de iki yüz onuncu
bölümden ‘Güzel ahlakla bezenmek velayet ehlinin niteliğidir’ bahsidir: Güzel
ahlakla ahlaklanmak soyluluğa işaret eder. Güzel ahlakla bezenmek günülü olarak
yerine getirilir, yüz çeviren ve sırtını dönen bu niteliğe sahip olamaz. Güzel
ahlaka tahsis edilmek ahlakın sahihliğine ve doğruluğuna delil iken sıfatlarda
ortaklık zatların farklılığına delil teşkil eder. Sıfatlardaki ortaklık
vasıtasıyla el-Melik ve mülk öğrenilirken şirk iftirası da böylece ortadan
kalkar. Allah Teâlâ hakkında tevhid ve birlik, O’nun ilah olması bakımından söz
konusudur, yoksa isimleri bakımından bir değildir! İsimler kullara ait iken
onlara îma etmek tahakkuku ortaya çıkartır; tahakkuk ise tahalluk, yani
ahlaklanmak derken kastedilendir. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ asil
peygamberinden söz ederken ‘Müminlere karşı raûf ve rahimdir5451 derken
kendisi hakkında da kadim kelamında ‘Allah Teâlâ size karşı Raûf ve Rahim’dir’452 der. Allah Teâlâ bize kendisini bizim
niteliklerimizle nitelediğini bildirmiştir: Hiç kuşkusuz buna kabiliyetimiz
olmasaydı, Allah Teâlâ bunu bildirmezdi. O’nun verdiği haber doğru, sözü de
haktır. Niteliklerdeki böyle bir ortaklık sayesinde malik olmak gerçekleşirken
varlıktaki her zerrenin bundan bir payı ve nasibi vardır.
Bunlardan birisi de iki yüz on
birinci bölümden ‘Oturak (menissa) nassı bilenindir’ bahsidir: Yaratılmışlar
Hakkın tecelli ettiği yerlerdir. Kime baktığını bilmen gerektiği gibi kimin
baktığını da öğrenmen gerekir. O’nun varlığına O’nun gözüyle bakarken (O’ndan)
uzaklıktan sakınmalısın! O’nun gözünden başka bir gözle bakarsan hiç kuşkusuz
büyük bir uzaklığa maruz kalırsın. Onun uzaklığı fasıl ve vasi demektir. Bu
nedenle Allah Teâlâ’ya delil ancak Allah Teâlâ’dır ve şarihler bunu böyle ifade
etmişlerdir (Allah Teâlâ’ya delil Allah Teâlâ’dır). Bu durum beyazlık ile
siyahlık arasındaki grilik veya âdet ile hayız arasındaki temizlik gibi
zıdardandır. Oturaklar gelinlere ve hükümdarlara mahsustur. Bunlar vasıtasıyla
hükümdarlar ve sahipler ile köleler ayırt edilir. Nazmu’ssülûk, sülûkta;
yorgunluk ve rahat, güneşin batımında; meyil de zulüm ve adalette ortaya
çıkar.
Bunlardan birisi de iki yüz on ikinci
bölümden ‘Tek kalmak (derin sevgi anlamındaki) meveddet ehline mahsustur’
bahsidir: Sevgiliyle baş başa kalmak talep edilen bir iş iken O’nunla tek
olmak genişlikten darlığa çıkmaktır. Bu yalnızlıkla sadece muhabbet ve meveddet
ehli sevinebilirken sevgiliyle birleşmiş kişi yalnız ve tek değildir.
Onun ruhu benim ruhum, benim ruhum
onun ruhu O dilerse ben de dilerim, ben dilersem o diler
Sevenler arasında irade birliği
varken varlıkları ayrıdır. Bu itibarla iş bire doğru gider. Tahkik ehline göre
iş, sâdık ve sıdk arasındadır. İki arkadaş birbirinden farklıdır, çünkü onlar
benzerdir ve benzerler birbirlerinin zıddıdır; bir zıt ötekini uzaklaştırır,
dolayısıyla çatışma yoktur. Fas şehrinde inayete mazhar olup marifette derinleşmiş
bir şeyhin huzuruna girmiştim. Bana bu meseleyi açıklayarak şöyle demişti:
‘Karıştırmaktan sakın!’
Bunlardan birisi de iki yüz on üçüncü
bölümden ‘illeti kabul eden millet (din) ehli değildir* bahsidir: Din ehline
göre Hakk bizim illetimiz değildir: O vardı, biz yoktuk! Hal böyleyken Hakk
neye illet olacak ki? İllet malulden ve delil medlulden ayrılamaz. Delil
medlulden ayrılsaydı delil olamayacağı gibi öteki misalde de illet olamazdı.
(İllet ile hastalık arasındaki ilişkiye mukabil) şifa ezeldeki illetin
hükümlerindendir. İllet fikrini benimseyenler, delillerin hükmünü ve verisini
bilmeyenler iken aynı zamanda şart ve şartlıyı bilmede birbirine bağlı kesin
hükmü bilmeyen kimselerdir. Bu yolda tahkik ehlinin itimat ettiği görüş budur.
Binaenaleyh illet fikrini benimsemek, delilin açıklığıyla, malul bir hüküm
iken Hakkın kullarındaki hükümleri illetli değildir. Himmetlerin maksadı ve
arzuladığı Hakk’tır. Herhangi birisi O’ndan başka birini arzulamış olsaydı,
Hakkın ‘ilah’ olması söz konusu olmazdı. Hâlbuki O’nun ilah olduğu sabittir ve
O’ndan başkası maksat olamaz. Aynı zamanda Allah Teâlâ kullarından bir takım
hususları talep etmiş ve istemiştir. Allah Teâlâ dünyayı ve ahireti isterken
biz sadece dünyayı arzularız!
Bunlardan birisi de iki yüz on dördüncü
bölümden ‘Öfkelendirilen sıkıntıya düşer ve daralır; kendisiyle hasımlaşılan
da delil getirir’ bahsidir: Kış ve yaz cehennemin öfkeli nefesinden ortaya
çıkıp sonra birbirlerini yerler. Allah Teâlâ cehennemi bize dünya hayatında
‘borç’ olarak verir. Bu itibarla mümin cehennemin sıcaklık ve soğukluğundan kıyamette
ateş ile arasında engel teşkil edecek bir perde elde eder. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ’nın onu borç olarak verdiği kişi -cehennemin karşısında hareketsiz
kalması nedeniylesırattan muduluk ve nimet yerine intikal eder. Cehennemin
ateşi müminin nuruna karşı koyamaz. O adil ve egemen şahittir. Hz. Âdem Hz.
Musa’ya karşı delil getirirken kaza ve kader bahsine dönmüştür. Bilgili ve
edepli insanların tartışması kaza ve hükümleri ispat eder. Onlar kazaya
inanır, gerçekleşen işlere göre kendilerini hesaba çekerler, gelecek olanın
gecikmesinden korkar, korunmak ister ve Allah Teâlâ’dan yardım dilerler.
Bunlardan birisi de iki yüz on
beşinci bölümden ‘Müşahede bir güçlüktür’ bahsidir: Müşahede şahidin görmesi
demektir, ilave bir durum değildir! Böylece müşahede ehlinden fayda düşmüştür.
İnanılan her surette görmeyi talep etmen gerekirken aynı zamanda gelen her
ifadeye inanman gerekir. ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine iman edin, peygambere indirdiği kitaba, ondan önce indirdiği
kitaba da iman ediniz.’453 Başında
ve sonunda emir ve iş Allah Teâlâ’ya aittir. Müşahede eden dünyada sürekli
güçlük çekerken ahirette Rabbinin önünde, getirmiş olduğu amel kendisine iade
edilir. Bu durumda tecelli ederken Allah Teâlâ’yı inkâr ederken, yaklaşmasında
da kendisini tanımaz, O’dan O’na sığınır; hâlbuki O’ndan aldığının farkında
değildir. Allah Teâlâ bizi böyle bir bilgisizlikten korusun, başkaları
kendisini tanımazken şe’nlerini ve hallerini bilip suretten surete girmesini
temyiz edebilenlerden eylesin. .
Bunlardan birisi de iki yüz ön
altıncı bölümden ‘Mükaşefe nitelenmiştir’ bahsidir: Keşif sahibi olan bilir,
nitelenen durur ve vakfe eder! Müşahede taklit demekken keşif mutiak bilgi
demektir. Bir inanç sahibi olan inandığını müşahede ederken bilen kişi de
bilginin kaynağını ve geliş yolunu öğrenir. Bu itibarla (bilgide) geliş ve
ortaya çıkış, yani vürûd ve masdarı bilmek, müşahede ehlinin niteliği değildir.
O bilgi reşûl, nebi ve veliler gibi alimlere mahsus bir ilimdir. Keşif
olmasaydı veli, şeriat getiren peygamberin makamını bilemezdi; bununla beraber
peygamberin niçin üst makama tahsis edildiği hakkında zevk ve bilgi yoktur.
İman etmiş olmaktan o ciheti bilmek lazım gelmeyeceği gibi kuşku da lazıni
gelmez. Bu üstünlük yönü hakkında bilgi bulunmadığı gibi İlâhî üstünlük
naslarda yer almış ve sabit olmuştur. Vahiylerde Allah Teâlâ’nın eliyle
yarattığı sabittir. Allah Teâlâ keşfeden iken sen mükaşefe ederisin. Allah
Teâlâ’ya ait olan amel iken sana düşen taammül, yani âmeli kazanmaktır. Netice
vermeyecek bir işte çalışma, arzulanmayacak bir işi arzulama! Bilen ve bir
araya getiren olmalısın.
Bunlardan birisi de iki yüz on
yedinci bölümden ‘Levaih (parıltılar) ihsan ve vergidir’ bahsidir: Gayesi hakkmda
bir şimşeğin kendisine göründüğü kişi hiç kuşkusuz şimşeğin ışığıyla tüm
yönleri ve yolları görür. Böyle bir insan nasıl tasarruf edeceğini ve kimi
tanıyacağını da bilir; dilerse tasarruf eder, dilerse tasarruf etmez! Bununla
birlikte tasarruf edenler arzu ve umut sahipleridir. Onlar her işi arzular, her
yöne yönelen ihsan, zerafet, adap ve melahet ehli kimselerdir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ihsan sahiplerini övmüş, iyilik, rahmet ve
başkalarına şefkat duygusu taşıması nedeniyle ihsan sahiplerini en kıymetli
insanlar saymıştır. Özellikle muhtaç, yoksul ve arzuların köle kıldığı kimselere
karşı şefkat sahibidirler. Levaih el-Maruftan ortaya çıkan keşiflerdir. Allah
Teâlâ’nın dilediği kullarına tahsis etmiş olduğu bu keşifler, en yüce
hibelerdir. Onlar bilgisizliğin örtmüş olduğu faydalı ilimleri korkan kimselere
ulaştırırlar.
Bunlardan birisi de iki yüz on
sekizinci bölümden Telvin temkindir’ bahsidir: Telvin yaratılmışın
özelliğidir. Bu itibarla onların varlık suretlerinde başkalaşma ve değişmeleri
Hakkın yaratılış âlemindeki eserleridir. Telvin yeniden yaratmaktır ve
dolayısıyla sürekli artış içindedir. Bu itibarla telvin (varlıktaki) temkinin
varlığına açık bir delildir. Rahman suresinde ‘Her
gün bir iştedir’454 denilir. Şe’nler sınırlı değildir ve
aynı zamanda onlar belirlenemezler. Ayette geçen günün miktarı da nefestir.
Nefesi getiren sabah vaktini (teneffüs eden sabaha yemin olsun ki ayetine
telmih) ve onun neyi soluduğunu gözetmelisin; karardığında da geceden
sakınmalısın; karıştıran o vakitte karıştırır! Gecenin son üçte birlik
bölümünde hareketin varlığı nedeniyle bereket vardır. Hareket tekvin, o da
telvin demektir. Sükûn esnasında ‘ol, der ve o da olur5
gerçekleşmez. Bununla beraber gece ve gündüzde ‘sakin olan her şey O’na
aittir’. Ayetin tasavvufi ve Bâtınî yorumu ne kadar güzeldir! Burada
gerçekleşen hareket başkaların (varlıktaki) ortaklığıdır. Bu itibarla iddia bir
harekettir ve demektir ve onlar helak olucudur. Sükûn, yani durağanlık ise selb
ve olumşuzlamadır. O da yakınlık ve başkalaşmadır. Bu nedenle telvin hareketlerle
meydana gelir ve bu nedenle bütün berekederi içerir. Ayetteki ‘her gün’ kısmını
ayırarak ayeti okuyan ve araya fasıla koyanın okuyuşuna kulak asma! Söylenenle
ablaklanan kişi hakka’l-yakîn idrak etmiş demektir.
Bunlardan birisi de iki yüz on
dokuzuncu bölümden ‘Gayret hayrettir’ bahsidir: Gayret eden hayrete düşer.
Gayret bir misafir iken sahibi özlem ve şevkle nitelenen kimsedir. Kim üst yönü
anlarsa, o kişi kuşku sahibidir. Şevk ve özlem kavuşmayla dinerken iştiyak kavuşmayla
artar ve pekişir. Gayret onun niteliğidir ve başkasından düşmüştür. Başkasının
var olmadığını bilen gayret (kıskançlık) özelliğiyle nitelenmez ve gayreti
hayret saymaz. Hayrete düşen nasıl gayret sahibi olabilir ki? Başkanın
varlığına inanmakla birlikte hayret sahibinin ayağı sabit olmaz. Gayret
sayesinde tanımlar sabit olur, onun sayesinde engelleme gerçekleşir. Allah
Teâlâ’ya karşı gayret sahibi olan kişi O’nu bilmeyendir. O hakkında gayret
edilemeyen el-Gayur’dur, çünkü O’nu sınırlamak imkânsız olduğu kadar O’nun
yanında sabit durulamaz. Allah Teâlâ hakkında gayret O’nu sınırlamak, O’nu
sınırlamak ise kendisini zıddı veya ortağıyla bir saymak demektir. Allah Teâlâ
gayreti nedeniyle taşkınlıkları yasaklamıştır. Artık bunu kabul et ve
tartışmaya girme!
Bunlardan birisi de iki yüz yirminci
bölümden ‘Zarara maruz kalsa bile hür hürdür; zararda yürüse bile köle
köledir’ bahsidir: Varlıkta mutlak anlamda hür biri yoktur. Başka bir ifadeyle
herkes köledir. Hakları talep etmekle sınırlanan kişi yaratılmış, fakat özel
bir yönle yaratılmıştır. Nitekim naslar bunu beyan eder. Hadiste ‘Siz bıkıncaya
kadar Allah Teâlâ bıkmaz’ denilir. Dilerseniz yola çıkınız, dilerseniz gözünüz
korksun! Allah Teâlâ kendisini sizinle akit ve söz altına girmekle sınırlamış,
ardından da ‘Sizinle yaptığım ahde uyunuz’455
demiştir. Burada ibarenin bozmuş olduğu bir işaret vardır: Kulluk bizim için
gerçek iken yol bize hürriyet vermez. Taleple birlikte hürriyet nerede olabilir
ki? Gerçek mahrum edepten (hür olduğunu iddia etmekle) mahrum kalan kimsedir!
Hür olduğu söylenen kişi zarara maruz kalmadan öfkelenmez. Eziyet görmekle
nitelenen birinin hükmü beslenenin hükmüyle birdir. Bir kimseye övgü ve medih
sevimli gelirse, hiç kuşkusuz, üzerinde bulunduğu durumu bize bildirmiş
demektir. ‘Allah Teâlâ Dehir'dir’ diyen kimse nehri yarılamış demektir. Bununla
beraber şeriatın beyan ettiği Dehr’in zaman olduğuna inanan kimse iman ehli
olmadığı gibi eman sahibi de değildir.
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
birinci bölümden kesif olanın latifleştirilmesi bahsidir: Latifleşen bâtılın
mertebesinden Hakkın mertebesine Hakk vasıtasıyla ilhak olur ve katılır. Kesif
ve ışık olmasaydı gölge var olmazdı; hâlbuki gölge var olmuş, benzer benzerden
ayrışmış, benzeşme kalkmıştır. Işığın kendisine benzemiş olduğu niteliklere
bakmalısın! Gölge zatın suretindedir ve gölgenin benzerliği şekil ve misil
benzerliğidir. Gölgeye bakan kimse, hareket ve durağanlıkta gölgenin hükmünün
asıldan ortaya çıktığım anlar. Bu itibarla gölge sahibinin hareketiyle hareket
eder, hareket ettirmesiyle değil! Çünkü gölge kendi yolunda hareket ettirilmeyi
kabul etmez. Işıklar çoğaldığında, gölgelerin suretleri çoğalır, ‘başkalar’ın
(ağyar) varlığı ortaya çıkar. Her ışığın bir cisimden kaynaklanan bir gölgesi
vardır, dışta hadiseyi böyle görürsün. Gisim kalınlaştıkça gölge ortaya çıkar
ve tahakkuk eder; bütün yağmurların aslı çiselemedir. Işık kesif cisme
yaklaştıkça gölge büyür ve artık misil ortaya çıkmazken uzaklaştıkça küçülür ve
değersizleşir.
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
ikinci bölümden perde ehli için kapıların açılması bahsidir: Körlük bir
perdedir, çünkü kapının açılmasının faydasıdır. Kapılar ancak perde
bulunduğunda açılır. Bu durumda kapıların açılması fayda verdiği gibi sabah
aydınlanır. Allah Teâlâ’dan başka açan yoktur ‘La-fâtihe illellah!’. Kapıları
açmada O’ndan başkasına itimat etmemelisin. Korku kapının ardında bulunan
kimseyle ilgiliyken kapı da sebeplerden biridir. Bazen kapı azap vermek üzere
açılır, bazen semavi bir bereket getirmek üzere açılır. Böyle olunca ondan tat
elde edilir. Kapı birdir, ilave bir şey değildir. ‘Onlara
gökten bir kapı açsaydık oradan yükselirler; bizim gözlerimiz kör oldu, daha
doğrusu, biz sihirlendik derler.5456 Körlük
göğüslerdeki kalplerin körlüğüdür ve sudur, yani kaynakla ilgilidir. Gelişe
bakarsak, o, görünen ve görendir. Kim dünya hayatında kör ise ahirette kördür.
‘Haddi aşmadı’ diyen haksızlık yapmamış ve yanlış söylememiştir. Bugün
nasılsak yarın da öyle olacağız. Bu ifade -Abdulvahid değilAbdülferd (elFerd’in
kulu) diye isimlendirilen zahid ve arifin sözüdür.
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
üçüncü bölümden imamlığın bir alamet olması bahsidir: İmamlık bir alamet iken
yokluk ile selamet arasındaki berzahtır. Adil olan ganimet elde ederken zalim
olan kurtuluşa eremez. Adil davranan kurtulur ve adil davranan ümit üzeredir.
Biat eden ulaşılmaz bir nimettedir. Ona ulaşılamayacağı gibi kendisine güç de
yetirilemez. Böyle biri yardım edilen ve sur üzerinde durandır. Korumasız
olunca yardım ister, istediğinde yardım görür veya başarısızlığa uğrar. O
sürekli otoritesindedir ve başarısız olmasına imkân yoktur. Hakk ile kaim olan
konuşurken doğru söylerken otoritesi kılıca bağlı olan -adil davransa
bilekorkutucudur, çünkü onun iktidar ilkesi malül, dolayısıyla kendisi de
başarısızdır. Çekilmiş bir kılıçla ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
iktidar kurabilir. İnsanları korkutarak rahatlama! Heyhat ki heyhat! Bozuk bir
ilke bütün faydaları ortadan kaldırır. Ölçülü kişi kuralcıyken zalim hüküm
dayatandır. Öne geçen ise onları geçer ve önceliği elde eder. Mutlu olan
uzaklaştırılmaz.
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
dördüncü bölümden harabe eserlerin ve kalıntıların yaşayanların izleri olduğu
bahsidir: Ahbabın ve dosdarın en güzel yurda göçmesiyle birlikte mekânlar
boşalmış, izler kaybolmuş gitmiştir. Dosdar el-Vahib’in komşuluğunu ve yakınlığını
takip etmiş, onu izlemişlerdir. Güçlüklere göğüs geren âşık geride kalmış,
alaka ve ilgilerini kesip engelleri ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Nefesler
mahallinde ve karışıklık hapsinde bulunduğu sürece, kendisinden ayrıldığı her
engelden sonra güzel bir koku önüne çıkar. el-Celil onu yolculuğa çağırdığında
lamba yanar ve davete gelir. Böylece o lambanın ışığıyla daha önce örtülü perde
ortaya çıkar, sevenlere katılır. Ona ‘Bu senin ikramındır, ihsan et veya
elinde tut, hesaba çekilmeyeceksin’ denilir. Sevgiliye kavuşan kişi maksadına
ermiştir. Böyle biri ‘...den’den kurtulmuş ve Allah Teâlâ’ya iltica etmiş,
diyar sakiniyle dolmuş, onun imkânı vücuba ve zorunluluğa katılmış, seven ile
sevilen geride kalmış, talep eden ve talep edilen kalkmıştır.
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
beşinci bölümden ‘Kabzeden arızdır’ bahsidir: Gerçekte mülkten bir şey çıkıp da
o şey hakkında ‘kabz edilmiştir’ hükmü verilmemiştir. Böyle bir hüküm ancak
farazi olarak verilebilir. Gökler ve yeryüzü Allah Teâlâ’nın kabzasındayken
onlarda bulunanlar da O’nun kabzasındadır. Bu itibarla her ikisi de -apaçık
delilleAllah Teâlâ’nın kabzasındadır. Onlarda fiiller tasarruf ederken geçmiş,
gelecek ve şimdiki zamanla sınırlanmazlar. Aksine Allah Teâlâ -geçici ve arızî
bir hükümle olmaksızınkabzedenin ta kendisidir. Hiçbir şey O’nun fiilinin
dışında değildir, her şey O’nunla, O’na doğru ve O’ndandır. Dürmek toparlamak
demektir de bu babdandır. Zenginliği meydana getirene (zengin denilir). En
zengin bir insan bile olsa zenginliği süreli olana zengin denmez. Burada
karıştırma ortaya çıkar. Allah Teâlâ müstağnidir. O’na borç veren ise arzulara
ulaşmıştır. Israrı bırak, o muhtaç değildir. Sen Allah Teâlâ’nın
hâzinelerinden birisin. Hiçbir şey O’nun madeninden dışarı çıkmamıştır. Allah
Teâlâ ancak mertebesinin hakikatinin gereğine göre kendi hâzinesinden verir.
Gerçeği anlarsan, sen de ecri ve sevabı elde etmiş olursun.
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
altıncı bölümden ‘Bast eden ölçülü davranmıştır’ bahsidir: Adil olan ve ölçülü
davranan, esasların ve ilkelerin verdiği bilgiye göre, adil olmada birdir. Her
birisi meyledici, dolayısıyla adildir (adalet, meyil demektir). Bu nedenle
ölçülü davranan ayette zalim diye isimlendirilmiş, adilden başka olmamıştır.
Nitelik aynı olduğu halde faydadan nasıl mahrum kalmıştır? Allah Teâlâ iki
yolu kendisine gösterdiğinde, iki göz sahibi için sabah ve aydınlık ortaya
çıkmış, mükellef ortaya yerleştirilmiş, bir kısmı adil, bir kısmı daha adil
olmuştur. Bu itibarla adil sağ yönü alıp yücelere doğru yükselmişken daha az
adil olan ise sol ciheti takip ederek siccîn’e yuvarlanmıştır. Herkes kendi
yoluna göre adil davranmış, herkesin yolu, kendi incelemesinin ve tahkikinin
hükmünün dışına çıkmamıştır. Binaenaleyh yol bedbahtlığa veya muduluğa
(şekavet ve saadet) yönlendirici ve ulaştırıcıdır. Yolu öğren, arkadaşı seç ki,
şiddeüi azaptan kurtul!
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
yedinci bölümden fenada fenanın sırrıdır: Arabın en cömerdi verebilecek bir
şeyi varken özrünün tesir etmediği kimsedir. Vereceği bir şeyi yoksa mazurdur.
Dilenciler hediye ve ihsan sahiplerini ziyaret eder. Cimrinin kapısı kapalıyken
cömerdin cömertliği kayıtsızdır. Cömert cömertlikte fena haline ererse, onun
bu durumu vecd ve vüçûd sahibi olduğuna delildir. Her isteyene vermeyen bir
cömerdin cimri olduğunu söylememelisin! Hayırhah bir cömerdin vermemesi de bir
vermek iken cahilin gerçeği keşfi perdedir. Bilgili insana göre cömerdin bir
şey vermesi nimet, vermemesi ise hikmetten kaynaklanır. Binaenaleyh cömert ve
kerem sahibi suçlanmamalıdır! Cömertlik yaparken fena haline eren birisi ‘fani’
olmakla nasıl cimri diye suçlanabilir ki? Öyle bir insan kavuşmaya iman
etmişse verdiğini ancak beka hâzinesinde saklar. Malını hâzineden başka bir
hâzineye taşıyan kişiye cömertlikteki mertebesi ve üstün himmeti nedeniyle
nasıl (cimri) denilebilir ki? Onun malından sakladığı kısım, bakî hâzinede
biriktirilmiştir. Bu itibarla elKadim’den başka cömert ve kerim yoktur!
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
sekizinci bölümden ‘Baki olan mülaki olur’ bahsidir: Kerem nedeniyle mertebem
yüceldi ve övgüden başka bir şey olmasa bile hiçbir şey hâzinemin dışında
kalmadı. Binaenaleyh ne almak ne satmak vardır. Tacir hakkında söylenecek olan
onun iyi veya kötü olduğudur. O cömertlikle de nitelenemez. Varlıkta herkes bir
tacirdir, anlayan bunu anlamalıdır! Hiçbir şey Allah Teâlâ’ya övülmekten daha
sevimli gelmezken Allah Teâlâ ancak ihsanları nedeniyle övülür. Bu itibarla
el-Kerim Hakk övüldüğü şeye göre zatına ikramda bulunmuştur. Başka bir ifadeyle
kendi sıfatlarından kendi zatına ikram ederken başkası (âlem) dolaylı ve netice
olarak bu cömertlikten yararlanır. Cömert kişi başkasının rahatı ve faydası
için çalıştığını iddia ederse, bu durum vermek ve vermemekteki halini
bilmemesinden kaynaklanır (cömertlik, cömerde dönen bir faydadır). Cömertlik yapıp
da bu nedenle insanlara karşı üstünlüğü olduğunu düşünen hiçbir kimse ‘cömert’
değildir. Minnet ve başa kakmak ihsanı ortadan kaldırırken başa kakarak vermek
bir eziyettir, bunu bilmelisin!
Bunlardan birisi de iki yüz yirmi
dökuzüncu bölümden ‘Toplayan ve cem' eden geniş olandır’ bahsidir: Toplayan ve
cem’ edende genişlik bulunmasaydı, herkesin görüşüne göre, toplayan ve cem’
eden olamazdı. Müminin kalbi en genişi kendinde barıridirır. Kalbin genişliği
kendi ölçüsüne göre ortaya çıkarken onun genişliği de nurları ölçüsündedir.
Gözler nurların açtığı ve keşfettirdiği şeyler üzerinde dolaşır ve onları
görürken mutluluk da bu nurlarla ortaya çıkan keşfe göre gerçekleşir. ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’457 Bu nur yükseldiği ve aşağıyı
kuşatmışken keskin göz sahibi o nur vasıtasıyla dilediklerini idrak eder. Bu
nedenle hadis olanın iradesi sınırlıyken dairesi de dar ve küçülmüştür.
Bakınız! Bir hadiste cennet nimetlerinden söz edilirken yaratılmışın
sınırlılığına telmih yapılarak ‘Hiçbir gözün görmediği ve kulağın duymadığı,
beşerin kalbine gelmeyen’ denilmiştir. Orası sınırlı cennet olduğu gibi
içindeki varlıklar da! sınırlıdır. Hal böyleyken sınırlanamayan ve tahsis
edilemeyen Allah Teâlâ hakkında ne düşünürsün? O’nun emri ve işi nasıl zapt
edilebilir? Veya mekânı başka bir mekândan nasıl ayırt edilebilir? Hakkın var
olduğu bilinse bile, O’nu bilmek (iddiası) cehalet demektir.
Bunlardan birisi de iki yüz otuzuncu
bölümden ‘Tarık (yıldız) ayrıştırıcıdır’ bahsidir: Tarık ulaşmayı arzulayarak
geceleyin gelen demekken (başka bir yıldız olan) Sâid hem gündüz ve hem
geceleyin gelir. Onları bir araya getirmek üzere isimleriyle tefe’ül yapılır.
Bu maksatla gündüz oruçla ve gece ibadede geçirilir. Diğerlerinin dışında bu
ikisinin zikredilmiş olması onlarda bulunan hayır ve iyiliktir. ‘Ey
örtülere bürünen! Gecenin bir kısmında kalk’458 başka bir ayette ‘Gündüz
uzun işlerin vardır’459 denilir. Sonra orucu geceye kadar
tamamlayın ki, bol nimet elde edebilesiniz! Gündüz geçim vaktiyken gece
dinlenme vaktidir. Senin gıdan ve geçimin Allah Teâlâ, dinlenmen ise O’nun
ziyneti olsun. Nitekim Sehl böyle demiştir! O efendiliğe ehil olanlardan birisidir.
‘Gıda nedir?’ diye sorulduğunda ‘Allah Teâlâ’ diye cevap vermiş, ‘Biz sana
bedenin besininden soruyoruz?’ dediklerinde yine ‘Allah Teâlâ’ demiştir.
Soruyu soran kişi ‘Bu bünye neyle ayakta durur’ dediğinde şöyle cevap
vermiştir: ‘Size ne! Evi sahibine bırak; dilerse mamur kılar, dilerse harap
eder. Siz Allah Teâlâ ile ayakta duruyorsunuz.’ Arif-i billah bu durumu
anlatmak maksadıyla ‘gıda’ tabirini kullanmıştır.
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
birinci bölümden ‘Hakim hikmetle iş yapar’ bahsidir: Hakîm zahirde ve bâtında
mertebelerin neyi verdiklerini bilir, çünkü sübût sahibi olan hakim her Hakk
sahibine hakkını verir ve bunu yaparken her şeye yaratılışını veren rabbine
uyar. Arif sırrıyla ve kalbiyle Rabbine uyan insandır. Adalet onun özelliğiyken
kabul ve yönelme kereminden kaynaklanır. Hakim el-
Kadim ve el-Alim’in düzenlemiş olduğu
nizamı aşmaz. Hikmeti bilen insan bildiği hikmete göre hüküm verir ve o hükme
göre davranır. Böyle birine ‘kadı’ denilir. Bu kişi veli diye isimlendirilse
bile gerçekte (içtihadın bir tür nebilik olması nedeniyle) nebidir; burada veli
adı ‘takip eden’ anlamından türetilmiştir. Kim onun (hükmüne uyarsa) emeline
ulaşmış demektir. Velinin yaratıklar hakkında verdiği hükmü Hakk icra eder.
Zalim hükümdar onun hükmünü reddederse gerçekte Bir ve Kahhar’ın hükmünü
reddetmiş sayılır ve onun hükmünü reddetmesine itibar olunmaz. Bu reddetme de
vaadinin doğruluğundan kaynaklanırken Allah Teâlâ verdiği sözü bozmaz.
Binaenaleyh ilhadcılarm sahih akdi bozması kaçınılmazdır. Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey bir rüzgârdır. Şeyhlerimizden birisi -işaret kabilinden
olmak üzereşöyle derdi:
O’na esen duran rüzgârı amade kıldık
Rüzgâr sabit kalmaz lâkin sen sabit
kal
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
ikinci bölümden ‘Zaiddeki faydalar’ bahsidir: ‘Rabbim
benim bilgimi artır.’460 Burada
hüküm itibarıyla bir artıştan söz edilir. Bilgi sahibi olan Allah Teâlâ’ya
döner. Bilgiyi elde etmek üzere Allah Teâlâ’ya tevekkül etmelisin. Onların
‘zaid’ diye isimlendirilmiş olmasının sebebi, bir’e eklenen her şeyin zaid
(ilave) olmasıdır; her ilave de birdir. Demek ki bire kendinden başka bir şey
eklememiştir. Bu durumda -tür veya cinsini değilşahsı dile getirmelisin. Çokluğun
birliğini dikkate almış olabilirsin, fakat biz bu konuda daha önce dikkatini
çekmiştik. Zaid harfler, illetler ile bilinenleri birleştiren kategoriler gibi
on tanedir. Biz o bahsi kitabın nefes bölümünde özetlemek ile geniş anlatım
arasında ele almıştık. Zaid harfler beni hayrete düşürmüştür. Allah Teâlâ ile
bu ortaklık ne güzel! Kuşkusuz söylemiş ve parçalanmıştır. Bilinen hayrete
düşmüş, arif de hayrete düşmüş. Böyleyken bilgiler nerededir? Bilinen hayrete
düşmüş, arifin hayreti ise bilinen hakkındaki hayretinden kaynaklanır. Arif
kendisi nedeniyle teslim olmuş, cinsiyle ona katılmak istemiştir. Bunu
hakka’l-yakîn öğrenince katılamayacağını anlamış, ‘Seni hakkıyla övemem’
diyerek teslim olmuştur: ‘Bu senin kabın, sana iade edildi.’
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
üçüncü bölümden ‘İrade kazanılmıştır’ bahsidir: İrade bir tahsis niteliğidir
ve bu nedenle hüküm ve yetki sahibidir. Allah Teâlâ kendisini el-Mukaddim ve
el-Muahhir diye nitelemişken aynı zamanda el-Evvel ve el-Ahir diye
isimlendirmiştir. ‘Allah Teâlâ vardı ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktu.’ Bu
itibarla Allah Teâlâ önce gelendir. O nefsine ‘salât’ edendir. Bu yönüyle de
(salât ikinci gelmek demek olduğu için) sonra gelendir. İlahi ikram ve ifade
irade ehli için ortaya çıkar. İradenin tanımından söz ederken ‘âdetin üzerinde
bulunduğu durumu terk etmek’ diye tanım yapanın cahil olduğu anlaşılır. Çünkü
ortada âdet diye bir şey yoktur ki! Âdet tekrar anlamındaki iadeden gelirken
varlıkta tekrar yoktur. Nefsin en büyük hatalarından biri güneşin geri
döndüğünü söylemesidir. Hâlbuki güneş dönmez, bir yere inmez veya yükselmez!
Güneş kendi feleğinde akşam sabah yüzer durur ve tespih eder. Onun akşam ve
sabahtaki hareketi, gözün onun hakkındaki hükmüyle bakışın yuvarlak bir cisim
hakkında ortaya çıkardığı hükümdür. İbn Mesud ‘Güneş akar, onun bir karar noktası yoktur Oa-müstekar)’461 diye ayeti okumuşken başkaları ‘Karar kılacağı yere doğru akar Oi-müstekar)’462 diye okumuştur. Bütün bunlar düşünenler
için doğrudur. Ey talip! İyi düşün!
Güneşin bir kararı
var mı?
Keşke bilseydim!
Bir kararı yok
Hiç kuşkusuz Rabbimiz ..........
Böyle vahyetti ona
Onun yerini
bilselerdi
Sarsıntı
geçirmezlerdi
Güneş bizim için çıkarttı, ;
i , . .
, Yeryüzünün ağırlıklarını .
Her türlü güzel
ışığı
Kuyrukları onları
sürükledi
Sırlı ve şaşırtıcı şekilde Bu
nedenle denildi ki
Onun bir kararı yok Bir şahıs
‘kararı var’ dedi
Kendi sözünü görünce Güneş
hakkında sözler söylenmiş
Diyen demiş işte
Onda kendi hidayetini görmüş
Dalaletini gördüğü gibi; dalaleti
hayretidir Demeyin artık ‘onun yoktur’ diye
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
dördüncü bölümden ‘İrade edilen (kul) boyun eğendir’ bahsidir: Boyun eğmesi
kolay olanın bozulmasından korkulur. Böyle biri inattan kurtulmuştur. Efendi
veya köleler/kullar ise ona güvenmez, geminden tutan herkes onu ya bedbahtlığa
veya saadete yönlendirir. Kimin özelliği direnç ve direnme olursa serdiğinde
yumuşaklık bulunur. Boyun eğen ancak infak etmekle mutlu olabilir. Binaenaleyh
boyun eğmek, (her durumda) güzel ahlakın bir parçası değildir. Burada ‘irade
edilen boyun eğendir’ sözü ariflerin ve kulların yolunda söylenmiştir. Onları
yöneten Hakk’tır ve Hakk şefkatli yöneticidir. Bu nedenle teklifler kolaylaşır,
bütün işlerinde haz alarak tasarrufta bulunur, haz alarak yola girer. İrade
edilen irade edildiği hususta boyun eğendir. Sufılerin hatalarından birisi de
irade edilenden kınamayı kaldırmaları olmuştur. Böylece onu boyun eğmeye
katmış, cömertliğe dâhil,etmişlerdir. Binaenaleyh bilgi hüküm vermiştir. Sen de
faydalan ve teslim ol!
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
beşinci bölümden ‘Mürid Kur’an’da istediği her şeyi bulandır’ bahsidir:
Şeyhimiz Ebu Medyen şöyle derdi: ‘Mürid Kur’an’da istediği her şeyi
bulabilendir.’ Arif-şeyh bu sözünde haklıdır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Kitapta
hiçbir şeyi ihmal etmedik’463 der. Kitap bütün bilgileri içermiş,
İlâhî bilgideki bütün durakları ihata etmiştir. Onlar sonlu olmasa bile, onları
bilgi bakımından ve sonlu olmamak itibarıyla ihata etmiştir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın bilgisi onlara ulaşmış, onları -belirli bir süreye kadar değilsonsuza
kadar hükmüyle peş peşe izhar etmiş ve ortaya çıkartmıştır. Temkin sahibi mürid
istediği bir şeye ‘ol’ der, ‘o da olur’. Bu makama sahip olmayan mürid
değildir. İşin özeti budur! İradesi sınırlı ve himmeti dar olan biri diğer
kullardan ayrılamaz. Müridin manası budur. ‘Sen sevdiklerine
hidayet edemezsin,4M
ayetinden hareketle delil getirmeye kalkan kişi isabetli bir şey söylemiş
sayılmaz. Alim bir makamdan başka bir makama intikal edendir ve dünya
hayatının özelliği budur. Hal böyleyken azap diyarı nerede, karar diyarı
nerede!
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
altıncı bölümden ‘Himmetin nüfuzu kimi ilgilendirir’ bahsidir: Himmet
sahibinin himmeti işlemez, çünkü himmeti mühim işlerle ilgilidir. Böyle biri
bulunduğu yerin hükmüne tabidir. O sürekli eserleri araştırır, süvarilerle
karşılaşır ve var olanı sorar. Öğrenir ki himmetin nüfuz edeceği bir yer vardır
ve himmet o yere mahsustur. Orada ise sebep ve vesileyle korunur. Yüce ve üstün
bir himmetin tesiri fani işlerde ortaya çıkmaz. Fani olan himmeti de fani Hakk
getirir ve onun ortadan kalkmasıyla kendisi de yok olur. Bu nedenle üstün
himmet sahibi himmetini bakiye bağlar ve yönlendirir, sebepler kendi işlerini
yerine getirir. Himmet sahibi ise ilhamı müşahede eder ve himmetin hükmü orada
ortaya çıkar. Artık sürekli kendi kurtuluşu için çalışır, her nefes derecelerde
yükselmek üzere mücadele eder. Bu mücadelenin sonunda ise el-Vahid ve elÂli’nin
derecesine ulaşır. En doğru yolun hükmüne ve verisine göre, bunun ardmda sadece
ikinci veya yokluk bulunabilir. Yokluk imkânsızken İkinciyi kabul etmek dalalettir.
O halde şahit bir olarak kalmış, O’na itimat etmiş, O’ndan ayrılmamıştır.
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
yedinci bölümden ‘Gurbet perişanlıktır’ bahsidir: Gurbet sıkıntının
anahtarıyken gurbet olmasaydı yakınlık da olmazdı. Yakın gariptir ve aynı
zamanda sevgilidir. Sevgilinin ise garip olduğu söylenemez. Seven için sevgili
kendisinin aynı, zatı, isimleri ve şifadandır. Seven sevgilisine bakmaz, çünkü
ona ilave biri değildir. Seven sevgiliden ayrı olmadığı kadar ondan uzak değildir.
Leyla Kays’a ‘sen kimsin’ diye sormuş, ‘Leyla’ diye cevap vermiş; ‘Leyla kim?’
diye sorunca, ‘Leyla’ diye cevap vermiş, kendi varlığı görünmemiştir. Demek ki
Kays hayrette bulunduğu için gurbette olmuş, varlığı silinmiş, beşeriyeti
ortadan kalkmıştır. Aşıklar şevk özelliğiyle nitelenmez. Çünkü iştiyak ve özlem
var olmayana duyulan özlemdir. Hâlbuki gaib birisi yoktur ki özlem olsun? Hakk
birinin duyması olursa artık O’nu nasıl talep edebilir ki? Hakk birinin dili
olursa Onu nasıl kınayabilir ki? Nereye gidiyorsunuz? Hakikatle tahakkuk eden
için‘nerede’sorusunun anlamı ne ola ki?
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
sekizinci bölümden ‘Şükreden tuzak kurandır’ bahsidir: Şükrü tuzak olan biri
şükürle nasıl övülebilir ki? Hakkı sahibine ulaştıran zorunlu bir şeyi ulaştırmış
demektir. Bu durumda şükür gerçekleşmemiş olduğu gibi vermek olmadığı için
ihsan da söz konusu değildir. Vermek söz konusu olsaydı ihsan, ihsan sabit
olsaydı bu kez şükür, şükür ortaya çıkmış olsa tuzak ve mekr kaybolurdu.
Binaenaleyh bu durumda vermek söz konusu olmadığı gibi ihsan da yoktur. Kim
şükrederse tuzak kurmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ tuzak içermesi nedeniyle
fazlalığı şükre bağlamıştır. Şükürle nimetin fazlası talep edilir. Allah Teâlâ
kullarına hitap ederek ‘Şükrederseniz artırırım, nankör
olursanız azabım şiddetlidir’465 buyurmuş, ‘eksiltirim’ dememiştir.
Şükür hem Hakk iken hem de kullar için nimeti arttırmakla ilgilidir. Hakk
şükrettiğinde kul amelini arttırırken kul şükrettiğinde Hakk onu maksadına
taşır. Allah Teâlâ ‘Güzel işler yapanlar için fazlalık
vardır’466 buyurur
ki, kastedilen şükrün karşılığıdır. Her halükarda tuzaktan emin olmamalısın!
Bunlardan birisi de iki yüz otuz
dokuzuncu bölümden ‘Derin sevgi kökleri kopartır ve insanı sarsar’ bahsidir:
Muhabbet ateşi sönmez, gözyaşı tükenmez, sarsmasının önüne geçilemez, yakması
uzak görülemez. Âşık kendinden geçse bile toprakta uyur. Derin aşk (insanı)
toza batırır. Zillet, garam denilen sevgiyle âşık olana eşlik ederken miskinlik
ve yoksulluk onun özelliğidir. Nefsi her zaman kabz halindedir, bast halini
bilmez. Kuruntuların verdiği rahadığa bağlanması onun neşesidir. Kuruntular
zevalde yerleşmiş olsalar bile (her zaman yok olucu olsalar bile), bir gölge
gibidirler. Bu itibarla sanki bir gölge veya iradesi eksik ye nakıs birine benzer,
istilam hali yanan bir ateştir ve onu tutuşturan arzulardır. Fakat peş peşe
gelen yağmurlar o ateşi söndürür. Bu nedenle sevenler arasında ‘garam’
sevgisiyle nitelenenin istilam, yani kendinden kopartılmış olmakla ayrıldığını
söyledik.
Bunlardan birisi de iki yüz kırkıncı
bölümden ‘Rağbet eden taliptir’ bahsidir: Bir şeyden yüz çevirmek (rağbet anh)
ile bir şeye rağbet etmek (rağbet-fıh) arasında fark bulunur. Bu fark seçilmiş
kul ile seçilmemiş kul arasındaki farka benzer: Ezeli bir inayet ve ebedi bir
saadede seçilmişlik ile takdir edilmiş başarısızlık ve bedbahtlık! Hepsi de
hakikattir. Kulun söylediği en doğru söz ‘Fakat biz senin kullarınız’
cümlesidir. Burada kovulan ile seçileni, itaat eden ile yüz çevireni kısas
kulluğunda -ihtisas kulluğunda değilbirleştirmiş ve bir araya getirmiştir. Allah
Teâlâ bir kuluyla hasmmın arasmı bulur ve o kul saadete ererken başka bir kula
adaleti ve hükmünün gereğiyle cehenneme gitmeyi emreder, onu uzaklaştırır.
Bununla birlikte (saadete ermenin) Hakk ediş olmadığını söyler. Her ikisi de
asidir fakat her ikisi benzer ve eşit değildir. İkisinden birisinin kurtulan
günahkâr, diğerinin helak olan günahkâr olmasının sebebi nedir? Hâlbuki her iki
kul da aynı sahibindir. Ortada başka bir durum da yoktur. Cehennem yeri mamur
olsun diye oraya girecekse niçin bir kısmı ötekilerle kalmaz ve şefaat ile
ateşten çıkar ki? Bunun nedeni bir şiirde söylendiği gibi şu mudur?
Su ve ateş bir araya gelmiş
Büyük bir sebebi
olsa gerek bunun
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
birinci bölümden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurmuş olduğu
‘İslam'da ruhbanlık yoktur’ bahsidir: Ruhban Hakkın hükmüyle ‘terk eder5,
O’na yönelir, O’nu inkâr etmez, aksine bulunduğu durumda O’na teslim olur.
Bunun yegâne sebebi yalnızlaşmak ve kullarından ayrılmasından başka bir şey
olabilir mi? Hiç kuşkusuz apaçık delil bize teklifin maslahadar nedeniyle
şeriat olduğunu bildirmiştir. Rahip cemaade beraber amele katılmış olsaydı,
onu da hüküm itibariyle esir edilen veya öldürülenlere katacaktı. Bu itibarla
şeriat manastırlarda (savami’) ibadet edenlere el sürmemek gerektiğini beyan
etmiştir, çünkü onların nefisleri (savami’ ile aradaki ilişkiyle) kulak
kesilmiştir; dinlediklerinde gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onların
insanların üzerinde bulundukları karışıklık ve kuşkular hakkında bilgileri
yoktur. Beşerî korkudan uzaklaşmış, başka bir korkuyla nitelenmiş, bir yolu
bırakmış ve korkuyu vatan edinmişlerdir. Onlar eksiklik ve güçsüzlüklerini
anlamış, bu nedenle yeryüzünde kolaylığı tercih etmiş, ‘işte farz budur’
demişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ dinde kolaylık ve yumuşaklığı emretmiştir.
Nefsine karşı yumuşak davranan insan ona karşı vefalı olmuş, Hakkın belirlemiş
olduğu görevi ifa etmiş, kendine zulmetmemiş ve nasipsiz bırakmamıştır.
(Üzerindeki görevi yerine getirmek anlamında) kim verirse, salim olur ve kınanmaz.
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
ikinci bölümden ‘Vuslat için çalışmak bir tevessül ve vesile edinmektir’
bahsidir: Fazilet Allah Teâlâ’ya ulaşmak maksadıyla âmeli vesile edenindir.
Henüz kendisine ulaşmamış ve yanında bulunanı elde etmek üzere çalışmamış
olması bu durumu değiştirmez. Amelin neticesi amel etmeyende ortaya çıkmaz.
İnsan ancak tembellik etmeden âmel ederse o neticeyi elde edebilir. Tembel lik
varken vuslat olmayacağı gibi vuslata dönük bir gayret de söz konusu olmaz. Bu
itibârla insana düşen gayretini ortaya koymaktır. Bulmakla nitelenmemiş olmak
seni ilgilendirmez. Sen bunu bilmesen bile, zevk ve insaf sahibi nezdinde,
bulan kimsesin. Amel olmayınca terazi bilinmez. Terazi bilinmeyince, ölçüler
bilinmediği için, neyi bulduğu da bilinmez. Başka bir ifadeyle gayreti
harcamanın onun için neyi meydana getirdiğini bilemez ve ‘bulamaz’. Öyle bir
bilgi zevk bilgisidir ve bu bilgi ‘yukarıdan’ yemekle (elde edilir). İnsan ayağının
altından yemiş olsaydı, ameli benzeriyle tartar ve onun değerini ve kendi işini
bilirdi. Binaenaleyh gayret sarf etmek kitapları uygulamak demek iken rütbeler
de bu sayede meydana gelir.
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
üçüncü bölümden ‘Bulmak yitirmektir’ bahsidir:. Bulmak kapının açılmasıyla
ansızın ortaya çıkar. Tevacüd, yani zorlamalı yecd olursa, perde olur.
Bulamayanın vecdi olmaz, daha doğrusu vecdi olmayan bulamamıştır. Keremin
delili bezletmek iken adaletin delili fazlayı vermektir. Himmet sahipleri
nezdinde üstün olan budur. Allah Teâlâ fazlı verir ve bu hususta cAllah
Teâlâ’nın fazlından isteyin’467 buyurmuştur. Bu nedenle (kendisi
muhtaç iken başkasını tercih etmek anlamında) isar O’nun
adına imkânsızdır. Allah Teâlâ’nın bütün verdikleri fazıldır ve bu kısım
cömertliğin en üstünüdür. Kendine tercih eden kişi -kurtulsa bilezarardadır,
çünkü kendisine sığınma gerçekleştiğinde üstün olanı terk etmiştir. Mümin
olsaydı nefsini Allah Teâlâ’dan satın almış olduğunu bilirdi. Satın alınan
müşteriye aittir. Allah Teâlâ’nın hakkı kulun hakkına göre önceliklidir. Fakat
iddia onu bu imtihana düşürmüş, ‘başkasını tercih eden’ diye isimlendirilmiş ve
böyle temyiz edilmiştir. Komşu yakın sayılmada öncelikliyken yakın akrabaya ve
nesep bağı olanlara verilen sadaka da çoğalır.
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
dördüncü bölümden ‘Şahit olan bulur’ bahsidir: Varlığı elde eden mevcuda karşı
zahit davranandır. Alemin bağımsız varlığını gören kişi, illeti kabul edendir.
Böyle birinin sahih bir yolu yoktur. İllederi kabul edenler âlemin ezeliliğini
ileri sürenlerdir. Âlem nasıl kadim olabilir ki? Allah Teâlâ’nın varlığına
mahsus zatî zorunluluktan âlemin payı yoktur ki! Alemin mertebesi ikinci
olmaktır. O mertebe ise baki-fanidir. Âlem için kadimlik mümkün olsaydı yokluğu
imkansızlaşırdı. Hâlbuki kuşatıcı bilgi sahibine göre yokluk (âlem için)
mümkün, hatta vakidir. Bu nedenle kulların çoğu yeniden yaratma hakkında
kuşkudadır. Varlıkların her an yenilendiğini sadece kuşkucular ve sofisder
(ehl-i hisban) bilebilirken Eş’ariler ise araz konusunda aynı görüşü ortaya
koymuştur. Buna mukabil filozof onun yanlış düşündüğünü zannederek zencinin
siyah ve altının sarılığını bilmemekle suçlamıştır.
Bunlardan birisi iki yüz kırk beşinci
bölümden ‘Israr eden halini yitirir’ bahsidir: Vakit bir kılıçtır, ondan
büsbütün korku duyulur. İnsanın zamanı onun halidir. Onda ikamet ederken
ayrılıp gidersin!
Ey adam! Senin seyrin bir geminin
seyrine benziyor
Bir kavim ayakta, gemiler ise
seferde
Yolcu bineğiyle giderken yolunu
bilmez; rüzgâr onu açık bir mekâna doğru sürükler. Başı suda, ayakları havada,
yürümesi ters dönmüştür ki talep edilen de budur. Ters dönmesi olmasaydı
yürüyemez ve ters dönmemiş olsaydı süslenemezdi. Kul bir sırrı gizlemeseydi ona
‘bir iş getirdin’ denilmez, bilinmeyen bir iş getirmez, bunun için de mazeret
ortaya koymazdı. Ardından ‘Bu sabredemediğin şeyin tevilidir5468
demiştir. Sır gizli bırakılsaydı, Hz. Musa imtihan edilmezdi. Özlem şiddedi
olmakla birlikte, bu senin zevk kaynaklı imtihanındır.
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
altıncı bölümden ‘Galip olduğun bir konuda korkma’ bahsidir: Kim sana korku
verirse mağlup etmişsin demektir. Seni zayıf kılanı sen güçlendirdin demektir.
Heybet bir başarısızlıktır ve ancak gaybetle meydana gelir. Zuhur huzura
aittir. Korkan kimse haz almaz. Korkan kişi ahbapla bir araya gelmekle haz
almaz, aksine azaptadır. Onun cem’ hali fark hali gibidir. Gidişten korku
duyulmaz! Heybetin kesin bir hükmü olsaydı Hakk tecelli etmez, kulun O’nun
isimleriyle süslendiği görülmezdi. Ya da herhangi bir kul hakkında ‘rabbiniri
ahlakıyla ahlaklandı, sarktı, yaklaştı’ denilmez veya ‘Yüz
çevirenden sen de yüz çevir’469 ayetini söylemek üzere tenezzül
etmezdi. Senin varlığından başka bir şey yoktur ve kendi varlığın hakkında
cahil kalmamalısın! ‘Dininizde aşırıya gitmeyin, Allah
Teâlâ hakkında sadece hakkı söyleyin.’470 Kuşkusuz ki yaratılmış Hakka ilhak
edilmiştir. Sonra şöyle demiştir: Bu yükseklik nerede? Müteal Allah Teâlâ’dan
daha yüce hiçbir şey yoktur. O halde inmek yükseklik iken uzaklık yakınlıktır.
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
yedinci bölümden ‘Ünsiyet umutsuzluktadır’ bahsidir: İnsanın şimdiki anda
yaşadığı azap düşünceyle ilgilidir. Umutsuz olan rahata erip kayıttan kurtulur,
müşkül işlerle ünsiyet eder. Müşkül (kelime anlamıyla) benzeşen demektir.
Benzer zıttır, zıtiık uzaklıktır. Ünsiyet yakınlığa bağlıdır. O halde ünsiyet
olmadığı gibi ünsiyette başkayı ispat ettiği için bir hayır ve iyilik yoktur.
Nefsiyle ünsiyet eden kişi, hiç kuşkusuz, nefsini yabancı kabul etmiş demektir.
Bu ise güçlü nefislerin gayesidir. Kim kendinden uzaklaşır ve gurbette olursa
hemcinsleri arasında tanınmaz, ünsiyet ederken vahşet halinde kalır. İnsanlarla
ünsiyet aldanmış birinde meydana gelebilirken saklı kitaba da temizlenmiş
kimseler dokunabilir. Bu itibarla sadece cennet (gizli) vardır. Onlar bize göre
gizlilik içindeki gizlenmiş kimselerdir. Elde ettikleri ise bâtınlık gibidir. O
sizi yeryüzünde meydana getirirken, sizi en iyi bilendir. Daha önce annelerinizin
karnında cenin idiniz. Böyleyken bu duruma karşılık tezkiye nerede kalmıştır?
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
sekizinci bölümden ‘Çelil bezgindir’ bahsidir: Bela yükseklik isteyene gelir.
Hululü dile getiren malûl, o ise devasız bir hastalıktır; ona şifa verecek
doktor yoktur. Alemin hastalığı illetli, yani malûl olmaktır, çünkü hâdislik
onun ayrılmaz ve gerçek özelliğidir. Demek ki âlemin hastalığı süreklidir ve bu
itibarla âlem yatalak hastadır, oklardan korunması mümkün değildir. Âlem
sürekli bir maksada sahiptir, bir maksada yönelmişken kendisi de hedeftir. Bu
durumda o sağlıklı ve hasta, yorgun ve dingindir. Onun hastalığı sahih iken
halini anlatan dilleri ve ibaresi de fasihtir. Çünkü onun güçleri Haktır. Hakk
onun güçleri olunca, âlem illet ve güçlerinden soyutlanır. Hakk onun duymasıdır;
bu durumda öyle bir kulağın duyması kaçınılmazdır. Hakk onun gözüdür; bu
durumda onun bakışı müessirdir. Hakk onun dilidir; bu durumda beyanı anlaşılır.
Hakk onun ayağıdır; bu durumda yürüyüşü düzgündür. Allah Teâlâ onun elidir;
öyleyse kendisini teyit edecek bir şeyi talep edemez. Bu yolları ve metodu
bilen kimse hiç kuşkusuz bütün hastalıklardan kurtulmuş sayılır. Demek ki
âlemin/insanın şifası Allah Teâlâ, devası Allah Teâlâ’dır. Kibirli olan kişi
cezalandırılmıştır. Hakk bir kimsenin sıfatları haline gelirse o kişi korunmuştur.
Bunlardan birisi de iki yüz kırk
dokuzuncu bölümden ‘Kim cemal sahibi olursa istimal edilir’ bahsidir: Cemal
sahibi güvenilirdir ve bu nedenle aldanmaz. Cemal görünür, bu özellik futüvvet
ehlinde ortaya çıkar. Oğulluğu peygamberliğe katan hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’nın
mertebesini yücelttiği biridir. Yükseklik en doğru mezheplere göre vacibe
ilaveyken heybet her durumda cemalin bir neticesidir. Cemal sevilen bir şey,
insana eşlik eden en izzetli özelliktir. Cemal insana eşlik ederse sürekli
yücelirken müşahedesi artanın yüceliği de artar. ‘Allah Teâlâ güzeldir ve
güzeli sever.’ Allah Teâlâ’ya karşı misal vermeyiniz, kendisi için misalleri
veren bizzat Allah Teâlâ’dır. O bilir, biz bilmeyiz. Allah Teâlâ birine
öğretirse, cüretli olup cezalandırılmasın diye gizlemelidir. Bu nedenle
günahtan olduğu kadar aldanmaktan ve günahın neticesinden de Allah Teâlâ’ya
sığınmalısın.
Bunlardan birisi de iki yüz ellinci
bölümden ‘Kemalle nitelenen meyletmemiştir’ bahsidir: Kemal berzahtadır ve en
yüce makamdır. Meyletmiş olsaydı itidalle nitelenmezdi. İki deniz birbirine
doğru akmıştır, aralarında berzah bulunduğu için kavuşmazlar. Ayette geçen
tuğyanın bir türü de bağy, yani taşkınlık ve haddi aşmaktır. Kime karşı bağy
edilirse, yani taşkınlık edilirse, Allah Teâlâ -gecikse bileona yardım eder.
Yakîn gelene kadar Rabbine ibadet et! Yakîn geldiğinde yardım da gelir,
taşkınlık edenin kötülüğü uzaklaştırılır, kişi dar mekândan genişe çıkmış gibi
olur. Münadi ‘o kimdir’ diye bağırır ve şöyle denilir: ‘Taşkınlık edilen
kişidir.’ Allah Teâlâ ona tenezzül etmiş, kendisine ikramda bulunmuş, onun
mahallini şereflendirmiş ve böylece genişletmiştir. Hâlbuki daha önce; dardı ve
genişleyince en geniş fezaya benzer. Buradan -Allah Teâlâ’nın gizli hikmetiylemüminin
kalbinin O’nun rahmetinden daha geniş olduğunu anladık. Bununla beraber kalp de
Allah Teâlâ’nın rahmetinin kuşatmış ve ihata etmiş olduğu şeylerden ve
varlıklardan birisidir. Demek ki kalp Allah Teâlâ’yı ancak O’nun rahmetiyle
sığdırmışken, kemali de rahmetten ortaya çıkar.
Bunlardan birisi de iki yüz elli
birinci bölümden ‘Zevk alan (ve temizlenen) kendinden geçer’ bahsidir: Duyan
zevk alır, zevk alan da kendinden geçer. Kendinden geçen (Hakka) döner ve bu
dönüşte Rabbine gider. Çünkü O’nu ailesinde halife bırakmıştır. Allah Teâlâ
kendilerine merhameti, şefkati ve onlar adına korkusu nedeniyle sefere çıkan
müminin ailesinde halife olarak kalır. Onlar adına yine kendisinden (gelecek
şeyler nedeniyle) korkar, çünkü herhangi bir şey ancak O’ndan meydana
gelebilir. Efendi sürünün çobanıyken onlara haksızlık yapmaz ve zülmetmez.
Onlardan da ancak kendisine ‘gıda’ olacak şeyleri elde eder. O’nun gıdası ise
yitirilmiş olandır. Başka bir ifadeyle efendinin gıdası, kullarında isimlerinin
eserleri şeklinde tecelli eder ve bu sayede beldeler mamur Hakk gelir,
çiftçilik, ziraat ve ticaret böyle ortaya çıkar. Bu nedenle Allah Teâlâ iki el
sahibi olmakla nitelenmiş, âlemde iki yol izhar etmiştir: Birincisi satılan,
diğeri alınandır. Kıyamete kadar böyle devam eder. Binaenaleyh her elin bir
yolu vardır ve işin özü budur. Müşterinin hükmü satanın hükmüyle bir ve aynı değildir.
Bu konuda -herhangi bir engel veya tartışma olmaksızınkuşku yoktur.
Bunlardan birisi de iki yüz elli
ikinci bölümden ‘Huzur sahibi nazar eder’ bahsidir: Tek bir hakikatten başkası
yokken huzur nerede kalmıştır ki? Hiçbir göz O’nu sınırlayamaz, hiçbir harf
O’nu kuşatamaz. (Allah Teâlâ hakkında şöyle tabirler kullanılır): ‘Zatı gereği
tenezzül etti, O'ndan çıkan vardır, O'na yükselen ve O'na inen vardır.’ Bütün
bu ifadeler mekânı gerektiren birtakım ibarelerdir. Bu ifadeler kullanılırken
aynı zamanda ‘ara’ ve uzaklık da sabit olur. Bu yaklaşım ikicilerin
(seneviyye) inancıdır. Şöyle dersin: Şehit seni yalanlaşa bile iş birdir.
Çıkmak ve inmek yolu talep ederken bu durum İlâhî konularda tahkikin yöntemi
değildir. Hâlbuki tahkik yöntemi zikredilmişken maksadın anlaşılmış olması da
gerekir. İlahi söz hakikat iken O’nun kelamı doğrudur. Bu nedenle duyan bir
kulak olmalıdır. Allah Teâlâ ‘huzur’ sahibi birisine hitap etmiştir ki, o da
‘nazar’ edendir. Duyan konuşandan başkası olsaydı, isabeti ve hata etmesi
mümkün olabilirdi; duyan konuşanın ta kendisi olunca onun doğruluğu süratle
ortaya çıkar ve bir gecikme olmaz. Aksine onun konuşması ve kelamı cevabının
kendisidir. Böyle biri sevenleri arasında konuşan ve dinleyendir.
Bunlardan birisi de iki yüz elli
üçüncü bölümden ‘Fikir sahibi sarhoştur’ bahsidir: Düşünmek bir sarhoşluktur.
Fakat onun şarabı karışık, yaratılışı da vakitsizdir. Bu vakitsizlik ise
mizaçtan ortaya çıkar. Kastedilen ebrar’ın (iyiler) şarabıdır. O şarap hakkında
‘Allah Teâlâ’nın kullarının içtiği pınar’ denilir. Ayette geçen ‘tefcir’
söylediğimden haberdar olan için mizacın ta kendisidir. ‘Tefcir’ olmaksızın -Allah
Teâlâ’nın her şeye kadir olması nedeniyleaksaydı, o zaman mukarrabîn, yani
Hakka yakın kulların şarabı olurdu. (Hakka yakın kişi demek olan)
Mukarrab ile (iyilik sahibi demek
olan) ebrar arasındaki fark, gözler ile eserler arasındaki fark gibidir. Bu
itibarla eserler delalet ederken göz görür ve bıkmaz. Kapı açılmış, veren ihsan
etmiş, hakikat şerh edilmiş, gönüllerin açılmasıyla işlerin kapalılıkları
ortaya çıkmış, anlamlar belli olmuştur. Bunlar Hakkın bulunduğu anlamlardır.
Kilitlerin ortadan kalkmasıyla gizlilikler açığa çıkmıştır. Onlar âlemde tezahür
eden inanç ve mezheplerdir. Gör ve gizle!
Bunlardan biri de iki yüz elli
dördüncü bölümden ‘Kurtulan sahv (ayıklık) sahibidir’ bahsidir: Düşüncesinde
zahid olan kişi sarhoşluğundan ayık kalandır. Her şarap sarhoş etmez, her söz
inkâr edilmez, her mizaç sarhoş olmadığı gibi dinleyen herkes dinlediğini inkâr
etmez. İnkâr dar görüşlülükten kaynaklanır. Akıllı ve anlayışlı ol ki, her
şeyi bilginle ihata edebileşin; her hadisede bir hikmet bulabilesin! Allah
Teâlâ böyle davranmayı emretti. Sen de O’na uy! Hiç kuşkusuz uyanlar
isabetlidir. Hakka uyan kişi O’nu başka olarak gördüğü veya iyi ve kötü olarak
inandığı yerde isabetli davrandığını görür. Böyle bir insan furkan okumuş olur,
Kur’an’ı okumuş olmaz. Kim okursa arınır, kim ‘furkan’ okursa, o kişi burhan
hakkında düşünen kişidir. Hayret kaçınılmazdır, çünkü başkasının varlığını
ispat etmiştir. Buradan gayret özelliğiyle nitelenen, insaflı davranmıştır. ‘Allah
Teâlâ’dan sakınırsanız sizin için furkan yaratır.’471 Allah Teâlâ mümin ve iman sahibi
diye hitap ederken ‘göz sahipleri’ diye hitap etmemiştir.
Otuz dördüncü sifir sona ermiştir,
onu otuz beşinci sifir takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar