OTUZ ÜÇÜNCÜ SİFİR 3.Bölüm
FAYDA MERTEBESİ
en-Nafi' İlahi
İsmi
İhsanları gelenden faydalandım ben
Muhtacım ben O’na, fayda veren Allah Teâlâ
Varlığım olmasaydı ve hikmetinin
sırrı Bana gelen her şey için ‘O değildir’ demezdim
Allah Teâlâ’nın bir
kavmi var ki
Rableriyle mekâna
yerleşince hayrete düşerler
Benim varlığım onları kendilerinden
geçirir ve onlara hesap sorar Mal ve makam onları benden müstağni kılar
Yemin olsun ki! Hakk bende
bulunmasaydı Murakabe etmezdim O’nu asla, asla!
Bu mertebenin sahibi Abdunnafi’ diye
isimlendirilir. Bu mertebenin faydası bazen bilhassa zararı izale etmek
olabileceği gibi bazen de zararı izale etmeye ilave bir faydayla tezahür
edebilir. Fayda demek, bir gaye sahibinin kendi gayesine ulaşmasıdır. Gaye bir
iradedir. Bu itibarla gaye her zaman hüküm veya varlık itibarıyla var olmayan
bir şeyle ilgilidir. ‘Hüküm’ dememin sebebi, gayenin herhangi bir şeyi yok
etmekle ilgili olabilmesidir. Bu durumda gaye, var olanı yokluğa katmak
demektir. Söz konusu şeyi var iken kendisini yok etme hükmü onun hakkında
verilmiş bir hüküm değildir. Hüküm verildiğinde, var olan o şey yokluğa ilhak edilmediği
sürece hüküm gerçekleşmiş olmaz. Bu nedenle ‘hüküm’ bakımından dedik. Gaye
herhangi bir işi var etmekle ilgiliyse, irade edilen o şey hiç kuşkusuz varlık
itibarıyla yoktur. Var olduğunda ise maksat da ortadan kalkar ve bu kez -söz
gelişivar olanın varlığını sürdürmesiyle ilgili olur. Mesela tehlikeli her
işten kaçmak, korkan adına bir faydadır. Böylelikle insan çekindiği ve korktuğu
kimseden kurtulur. Fayda gerçekleştiğinde ise -ki fayda kurtuluş ve başarı
demektirkorkan kişiden o gaye düşer. Onun yerine ise başka bir konuda fayda
elde etmek üzere başka gayeler gelir. Binaenaleyh insana gelecek herhangi bir
faydayı verecek mertebe bu mertebedir.
Fayda mertebesi cömertlik mertebesi
Mina’dan dönerkenki musafaha
gecesinde
Sevenin nimeti nedir?
Görülen her şeyden
görülen nimettir -
Öyle bir nimet ki nefisler
kendisinden haz alır
Sınırlı veya sınırsız olarak
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır
NUR MERTEBESİ
en-Nur İlâhî İsmi
Nur iki tane; bilgi ve amel nuru
Yaratanımızın nuru ise ezeliyet ile
nitelenmiş
Aradım bir şahsı görmek umuduyla
Kendi mertebemden
illetlerin illetine doğru yükselerek
Rastladığım hiçbir işe sevgimi
bağlamadım
Veya o varlık benim arzum değildi
Öyle ki tanımadığım bir şahısla
karşılaştım Onunla ünsiyetim sürer
‘O nedir?’ derim, ‘Hakk’ dediler,
ben de dedim ki:
İşte bütün dinlerde ve yollarda
benim aradığım .
Bu mertebenin sahibi Abdunnur diye
isimlendirilir. Ayette ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin
nurudur’223
buyurur. İhsanını bildirmek üzere ‘Onu
insanların arasında kendisiyle yürüdüğü bir nur kıldık’224 der. Bir şey ancak kendi kendisiyle
yürür. Demek ki bir şeyin kendisi onun nurunun ta kendisi olabilir. Varlığı
ise Hakkın varlığından başka bir şey değildir ve O’nun varlığı nurdur. Bu
itibarla böyle bir insan, insanların arasında Rabbiyle yürürken onlar
kendisini fark edemez. Nitekim kutsi bir hadiste ‘Allah Teâlâ bir kulunu
severse, kendisiyle duyduğu kulağı olur’ denilir. Ardından hadiste kulun bütün
organ ve güçleri tadat edilir. En sonunda ‘Kendisiyle yürüdüğü ayağı’ denilir.
İnsan cemiyet içerisinde ayağıyla yürürken gerçekte rabbiyle yürür. Demek ki o
başkası değilHaktır. Allah Teâlâ ise kendi nuruyla yaratılmışlık karanlığını
kendi nuruyla izale etmiştir. Şöyle ki: Gerçekte hiçbir şey ‘hâdis’ olmamıştır.
Mümkün (İlâhî bilgideki) sübût şeyliğinde kalmayı sürdürür ve onun dışta
varlığı yoktun Onun varlığı Hakkın varlığında ayn-ı sabite’sinin hükmünün
zuhurundan ibarettir. Allah Teâlâ peygamberine şöyle der: ‘De
ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’225 Bu ifade, bilmeyen hakkında söylemiş
olduğu ‘Onun durumu karanlıklarda...’226 ayetine
işaret eder. O kişi karanlıklardan çıkamaz. (Bâtınî yorumuyla) kastedilen
mümkünlerin sübût şeyliğinde Hakkın varlığında herhangi bir hükümleri
olmaksızın kalmalarıdır. Onlardan Hakkın varlığında hükmü olmayanların kalması
da gerekir, çünkü iş nihayetsizdir, dolayısıyla bitmez! Zuhur eden her
varlığın Hakkın varlığında bir hükmü ortaya çıkar. Bu itibarla Hakkın
varlığında hükmü ortaya çıkmayan bir hakikat olursa, o, karanlık sayılır.
Karanlık zuhur ettiğinde, onun dışında olanlar bu şekilde kalır ve bu durumda
nur sahiplerine katılır. Bilmeyenin de bu şekilde kalması gerekir. Varlık nuru
yokluk karanlığını kaçırırken bilgi nuru de bilgisizlik karanlığını kaçırtır.
Nurlar aydınlık ve (karanlığı)
kaçırtmak özelliğinde ortak olsalar bile yine de derece derecedirler. Bunun
yanı sıra onlar duyuyla idrak edilen varlıklara sahiptirler. Misal olarak
güneş, ay, yıldız, lamba, ateş, şimşek gibi duyuyla idrak edilen bütün ışıkları
verebiliriz. Bazen de onların akılla idrak edilen ışıkları vardır. Bu kısma
misal olarak bilgi ve keşif nurunu verebiliriz. Bunlar, baş gözü ve kalp gözüne
ait ışıklardır. Duyuyla algılanan ışıklarla manevi ışıklar derece derecedir.
Bir kısmı diğerlerinden daha üstündür: Bilen, daha çok bilen, anlayan, daha çok
anlayan vardır. Duyuyla idrak edilen için de ışıklı, daha ışıklı deriz. Güneş
ışığı lamba ışığından aydınlık olduğu gibi ışıklar yakıcılıkta da derece
derecedir. Çünkü aydınlık, ışığın gücüne ve zayıflığına göre yakıcı ve
aydınlatıcıdır. Bir rivayette ‘yakıcı tecelliler’ bildirilmiştir. Onlar Hakkın
yüzünün üzerinde bulunan nur perdeleridir. Onun perde olduğunu söyledik,
kastedilen âlemdir. Perdeler kalktığında ise ‘yüzün (vech) tecellileri’ ortaya
çıkar ve bu durumda âlem adı silinir. Bir görüşe göre kastedilen Hakk’tır ve Hakk
-herkese göreortadan kalkmaz. Binaenaleyh âlem adı da ortadan kalkmaz. Fakat
bazen bir cemaat adına özel olarak kalkabilirken sahip oldukları toplayıcılık
ve kuşatıcılık hali nedeniyle beşer için bütün vakitlerde kalkmaz. Alemin
kendileri adına ortadan kalktığı kimseler ulvi meleklerdir ki, onlar müheymen
-kerrubiyyûnmelekleridir; bu durum insanlar için zaman zaman gerçekleşir.
Kulun kendisi/gözü olunca Hakk, kul
bâtın Hakkın duyma aracı olunca kul, duyan Hakk’tır
Emir farz ve nafile arasında
bölünmüş Sen ve Hakkın gözü her şeyi birleştiren
Hakk ve halk ebedi Varlığı veren ve
engelleyendir
Kulun kendisi olduğunda gece senin
halin Hakkın kendisi olduğunda ise nur parıldar
Sen doğu ve batı
arasındasın
Senin güneşin
batıda ve doğuda
‘Nur üzerindeki nura’ gelirsek, bu
nur zat nuru üzerinde yaratılmış nurdur. Binaenaleyh ‘nur üstünde nur’, ‘Nur üstüne
nurdur, Allah Teâlâ dilediğini nuruna ulaştırır’227 ayetinde ifade edilir ki, kastedilen
nurlardan biridir: İki nurdan birisi Allah Teâlâ’nın öteki nurun üzerinde
yarattığı nurdur. Demek ki o diğer nurun üzerinde hüküm sahibidir. Bu nurun
üzerinde yaratılmış olduğu nur ise onunla suretlenmiş ve ona dahil olmuştur. O
halde ancak yaratılmış olan nurun hükmü vardır ki o da zuhur edendir. Şeriat
nurunun hükmü ise akıl nurunun üzerinde bulunur.
Ona teslimden başka
bir şeyi yok
Kendini seçenden
başka bir şeyi yok -
Tevil edersen onu ulaşamazsın kendisine .
Kıyamette onu razı
edecek bilgiye
Sen cehalet karanlığında
haşredilirsin, kendisiyle yürüyeceğin bir nurun yoktur. Önünden de nur gitmez
ki, ayaklarını nereye koyacağın bilebilesin. ‘Allah
Teâlâ bir kimse için nur yaratmamışsa, ona nur veremezsin.’228 Biz onu, yani vahyedilmiş şeriatı
bir nur yaptık. Onunla dilediğimiz kullarımıza hidayet ederiz. Bu durum ‘Onun
için bir nur yarattık, insanlar arasında onunla yürür’229 ayetinde ifade edilir. Allah Teâlâ
bizi ‘yaratılmış nurların ehli’kılsın, âmin!
HİDAYET VE HÛDA MERTEBESİ
el-Hâdî İlahi İsmi
Hidayet ve hüda mertebesi Bütünü
hidayet olan bir mertebe
Nuruyla beni terk etti
Senin halin, siyah bir renge çevirdi beni
O benim iftiharım ve mezhebim Beni siyahlamış gördüğünde
Efendimden istemiyorum Beni başıboş
bırakmasını
Benim bir yardımım yok Aksine
başlangıç bize ait
Herkes ortaya çıktığında ben Ortaya
çıkan şeyler için göz nuruyum
Onlara ulaşan yegâne şey Bir ve Hakk
olandan ibaret
Hakkındaki emri sona erdiğinde İş
ilhada varır
Bu mertebenin sahibi Abdulhâdî diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ peygamberlerinden söz ederken Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Onlar
Allah Teâlâ’nın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir, sen onların
hidayetlerine uy’230 demiştir. ‘Peygamberlerin hidayeti’
onların sürekli yerine getirdikleri Allah Teâlâ’ya yaklaştırıcı davranışlar
anlamına gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktarılan bir duada
onun peygamberlerin hidayetini talep ettiği ve saadete erenlerin hayatı gibi
bir hayatı talep ettiği zikredilir. Allah Teâlâ’nın hidayeti açıklama ve beyan
demektir. O’nun bizim nezdimizdeki açıklayıcı dili peygamberlerinin O’nun
katından getirdikleri vahiydir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın açıklaması, beyan
anlamına gelir; yoksa aklın kendi iddiasmca delille açıkladığı hususlar
değildir. Beyan ihtimale ve yoruma açık olmayan bir şey olabilir. Böyle bir
bilgi ise ancak sahih keşif veya sarih haberle meydana gelebilir. Her kim
aklını, nazarî düşüncesini ve kendi delilini şeriata hakim kılmaya kalkarsa,
kendine karşı samimi davranmamış demektir. Öyle bir insanın en büyük üzüntüsü
ahiret hayatında ortaya çıkacaktır. Orada perde kalkar ve manaya tevil ettiği
rivayetin hakikatini mahsûs olarak görür. Allah Teâlâ da ahirette kendisine
dair bilginin hazzından onu mahrum bırakır, bunun yanı sıra üzüntü ve acısı daha
da katmerlenir. Söz konusu insan dünya hayatında zahirî ifadeyi manaya tevil
edip zahirin gösterdiği ve delalet ettiği anlamı reddederek verdiği hükümdeki
cehaletini gözleriyle görür. Binaenaleyh bilgisizlik hüsranı en büyük
hüsrandır! Çünkü övgünün olmadığı yerde bu üzüntü ve hüsran ortaya çıkacaktır.
Ondan kendisine dönecek bir haz da yoktur; aksine öyle bir insan kendisine
ulaşan her belayı bilip de bu bilgi nedeniyle son derece acı duyan insana
benzer. Demek ki her bilgi insanda haz meydana getirmediği gibi zevk almasını
da sağlamaz.
Hidayet mertebesi insana muvaffakiyet
(Hakkın razı olduğu işleri yapmak) kazandırır. Muyaffak olmak ise
peygamberlerin hidayetini benimsemek, o hidayete göre yürümek demektir. Aynı
zamanda beyanı kazandırır. Beyan ise Hakkın gönderdiği vahyi -tevil ederek değilkeşfe
göre açıklamaktır. Böylece insan tevile konu olan misalleri ayırt eder. Çünkü
misaller misal olmaları nedeniyle verilmezler. Onlar bir varlığa sahip olsalar
bile başka bir maksatla söylenmişlerdir. Başka bir ifadeyle misaller, tevil
edilsin diye verilmiştir ve onlar kendilerini bilen insana söylenmişlerdir.
Misaldeki maksat, hakkında verildiği kimseye dair bir bilgi tahsil etmektir. Bu
durumda misalin kendisi için verildiği kimse, aradaki bir nispet nedeniyle,
misalin mertebesine iner ve yerleşir ki, böyle olması zorunludur. O halde
verilen misalin zihinde bir varlığı olması kaçınılmazdır, bunu bilmelisin!
Hakkın hidayeti, peygamberlerin
hidayeti En doğru yol budur, biliniz!
Varlıklar ve Rab o yolda yürür . Âlemde her şey doğru
Cahil öfkeli ve katı olur
Âlim ise yumuşak ve merhametli
Her makam bellidir ve maksat
saadettir. Bu itibarla ciddiyet eksikliğine yol açan işlerden kurtulmak ve ona
karşı başarı elde etmekten daha büyük bir mutluluk ise yoktur. İnsan ciddiyetsizlikte
eksikliğe yol açan durumlardan haz alsa bile, yitirmiş olduğu duruma göre bir
üzüntü yaşar. Cennette ise Allah Teâlâ üzüntüyü senden giderir. Fakat makamı
senden üstün olan insan senin kaçırdığının değerini ve kıymetini bilirken sen
kendi halinle kanaat etmekle ve bulunduğun durumla yetinmek, ondan razı olmak
nimetiyle rızıklanırsın. Binaenaleyh daha üstün makamlar olduğunu bilip de
onlara arzu duymayan kimseden daha düşük himmet sahibi kimse yoktur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kendisine vesile makamını ihsan
etmesi için O’na niyaz etmelerini istemiş, himmetinin yüksekliği nedeniyle daha
üstünü talep etmiştir. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ölüm
vaktinde (hayat ile ölüm arasında) muhayyer bırakıldığında, ‘refik-i a'lâ’,
‘ulvi arkadaşı’ tercih etmiş, Allah Teâlâ’yı a’lâ yani en üstün olmakla
nitelemiştir. Mahrum insan cennette yitirdiklerini öğrenseydi bile, bir zevki
olmadığı için, onların peşinden gidemezdi. Himmeti dünyada daha yukarıda
bulunanı aramaya yönelikken ‘zevk’ yoluyla onu elde edemeyen ve keşfe sahip
olamayan insan, kıyamette mudaka temenni ettiğine ulaşacaktır! Böyle bir durumdaki
insan dünyada arzulanan o makamı ve yüce işi ‘zevk’ yoluyla tadanla birdir ve
aralarındaki yegâne fark diğerinin dünya hayatında onu ‘zevk’ etmiş olmasıdır.
Bütünüyle mahrum olan insan ise himmeti dünya hayatındayken yüce işlere ve
makamlara yönelmeyen kimsedir. Fakat bu konuda temenniyle birlikte gayreti
sarfetmek de gerekir; tembel ve yerine çakılıyken temennide bulunan kişi işaret
ettiğimiz kimse değildir.
Hidayet mertebesi ve hüda mertebesi
Bütün işlerimizi boşa çıkardı bizim
Dedi ki; bütün iş
O’na ait, tektir O .
Mecd bir izzet değil
İmtina ve efendilik de değil
Varlığın O’nun cömertliğinden
Varlığımda birlik oldu
Benim kendim ve O’nun var etmesiyle
O’ndan ortaya çıktı her ne çıktıysa .
O’nun sebebiyle meydana geldim yok
iken ben Varlığımla birledim O’nu
Mecd sahibi olunca Varlığımla övdüm O’nu
Allah Teâlâ ancak isimleriyle övülür
ve O’nun yüceliği isimleriyle anlatılır. Buna mukabil isimlerinin
gösterdikleri (anlamlar) bizim vasıtamızla öğrenilir. Biz zihinden ve
varlıktan kaybolmuş olsaydık, ne övgü, ne öven ne övülen kalırdı. Öyleyse iş
benimle ve O’nunla tamamlandı ve kemale erdi. Bununla birlikte Allah Teâlâ
âlemlerden müstağnidir. Emrin ve işin kemalini talep etmeseydi bile, O kendisi
ve hakikati nedeniyle kâmildir, çünkü O kendisi nedeniyle varlığı zorunlu
olandır ve zatı gereği âlemle ilgisi yoktur. Alemle ilgisi ancak mümkünlerin
varlıkları nedeniyle ortaya çıkar. Onlar kendileriyle zuhur etmek üzere (Hakk
ile aralarındaki) nispederi talep ederler ve söz konusu nispederin dayanabileceği
tek varlık vardır: Kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olan Allah Teâlâ! Bu
itibarla nispetler ve izafeder O’na muhtaç kalmış, mümkünler de nispedere
muhtaç olmuştur. Bu itibarla mümkünler nispederden daha muhtaçtır. Bu durumda
yine de Allah Teâlâ, zatı ve varlığı gereği, âlemden müstağni olabilmiştir. Bu
nedenle aklın taksiminde şöyle denilir: Varlık ve marife kemali talep ederken
kemalin elinde bulunduğu kimse olarak sadece Hakkı bulabilir ve kemali elde
etmede O’na muhtaçtır. Allah Teâlâ mümkünün kendisi demek olan ‘hâdis’, yani
zaman içinde var olanı yaratmış, varlık kemale ermiştir. Başka bir ifadeyle
varlığın kısımları akılda kemale ermiştir. Aynı şekilde âleme de böyle
tanınmış, âlem de ‘hâdis’ bilgiyle O’nu tanımış, aklî taksimde Allah Teâlâ
hakkındaki bilgi kemale ermiştir. Her marifet ve bilgi âlimin değeri ve
kadriyle irtibadıdır. Bununla beraber bunların arasında Allah Teâlâ’nın ihsan
ve rahmetini talep edene ulaşması demek olan kemal kalmıştır. Alem er-Rahim ve
el-Berr isimlerinden ortaya çıkınca, ihsan ve rahmetten başka bir şeyi
tanımamıştır. Yani âlem, ihsan ve rahmet suretinde zuhur etmiştir. Başka bir
ifadeyle âlem kendisinden iyilik ve rahmetin ortaya çıkacağı fıtrattadır. Fakat
bu rahmet ve iyiliğin neye yönelik olacağı üzerinde durmak gerekir: Alem
öncelikle ‘kendisi için’ merhamet eder ve iyilik yapar, bunun başkasına ulaşıp
ulaşmamasına değer vermez. Çünkü asıl olan Hakk bu özellikte zuhur etmiştir. O
bilinmek istemiş, bu amaçla âlemi yaratmış, onlara tanınmış, onlar da kendisini
bilmişlerdir. Hiç kuşkusuz ki Allah Teâlâ yarattıklarının arasında acı ve elem
duyanların var olduğunu bilir. Fakat yine de acı duyanları değil, sadece O’nu
bilenleri dikkate alır. O halde nimet varlık iken azap o nimetin yokluğudur;
yoksa azap var olan bir durum değildir. Öyleyse bütün âlem kendisi nedeniyle
merhamet gören ve iyidir ve böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü âlem ilâhı
cömerdikten ortaya çıkmıştır.
Alemde sadece iyi
olan var İyi ve merhametli olan
Bir kul olduğunda Onun nimeti
sürekli
‘Rab’ olmaya kalkarsan Sürekli acı
bir azap
Benim yolum bu ikisinin arasında Dosdoğru
yol!
Peygamberlerin hidayeti budur Allah
Teâlâ’nın sağlam hidayeti
O’nun nimeti varlık Azabı varlığın yokluğu
Kulak ver denilene Allah Teâlâ Alim ve Hakîm
Öyleyse
açıklayıcı hidayet, sınanma ve imtihan etmek anlamına gelir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ kendilerine hidayet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine
açıklayıncaya kadar hiçbir kavmi dalalete düşürecek değildir231 ayetinde belirtilir. Hadiste ise
‘Hidayete erdikten sonra hiçbir kavim dalalete düşmez, yeter ki cedele sapmamış
olsunlar’ denilir. Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ bir bilgi üzerinde saptırır’232 denilir. Hidayet Allah Teâlâ’nın
razı olduğu işleri yapmaya imkân vermesi demektir ve hidayet bulunduğu kimseye
saadet verir. ‘Kuşkusuz sen sevdiğine
hidayet edemezsin, fakat Allah Teâlâ dilediklerine hidayet eder.’233 Başka bir ayette ‘Onlara
hidayet etmek senin işin değil’234 denilir. Burada belirtilen ‘peygamberlerin
hidayetidir’. Binaenaleyh tevfikî hidayet (Allah Teâlâ’nın kuluna nasip ettiği
hidayet) peygamberlerin hidayetidir. ‘Sen
onların hidayetlerine uy!’235 Bu hidayet kullara saadet kazandıran
hidayettir. ‘Benim muvaffakiyetim Allah Teâlâ’ya
bağlıdır.’236 Burada
hidayet açıklama anlamındadır ve bu açıklama bazen saadet verir, bazen vermez.
Fakat mutlaka bir bilgi verir, bunu bilmelisin! ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ -
İBDA' MERTEBESİ
el-Bedi' İlahi
İsmi
İbda’ mertebesi benzersiz mertebe _ ,
Ulaşılamayacak
şekilde yücelmiş
Bana yaklaştı dedikçe sen .
Yok olmazdan önce atmaktan sakın
Yeterli bir cevap
verdi bana
Adamların
sözlerinden değil bu
Allah Teâlâ tek bir
ilah
Cemal ve celal
sahibi
O’nu yâd etmek beni konuşturdukça
Derim ki: ‘Seher bana ne dedi’
Bu mertebenin sahibi Abdulbedi’ diye
isimlendirilir. Ayette ‘O göklerin ve yerin
bedii’dir’237 denilir
ki, gökler ve yerler ile kastedilen, ulvi ve süfli varlıklardır, insan ulviyi
süfliden ayırandır, çünkü yönlerin sahibi insandır. Allah Teâlâ ise her şeyin
yaratıcısıdır. İbda’ her bir şeyde bulunup başkalarından ayrışmasını sağlayan
‘özel yön (vech-i has)’ demektir. Bu itibarla her bir şey, örneksiz ve misilsiz
var olmuştur. Bununla birlikte her şey kendi misal ve hakikatine göre var oldu.
Baş* ka bir ifadeyle her bir şey, herhangi bir eksiklik ve fazlalık olmaksızın,
ilâhı bilgide sabit hükmüne göre dışta var olmuş ve zuhur etmiştir. Bilgiyi
bilinenin (malum) tasavvuru olarak kabul edene göre bilinenin kendisini bilenin
nefsinde sureti olmalıdır. Bize göre ise bilgi, akılcıların ileri sürdüğü
üzere, bilinenin (malum) tasavvuru demek değildir. Bilgi bilinmek istenilenin
zatını kendinde bulunduğu duruma göre idrak etmek anlamına gelir. Onun kendinde
bulunduğu durum, varlık, yokluk, olumlama, olumsuzlama, imkânsızlık, imkân
veya zorunluluk olabilir. Bilen bilineni (âlim malumu) hayal ve tahayyül
sahibi iken tasavvur eder; hâlbuki her âlim tasavvur edici olmadığı gibi bilinen
her şey de tasavvur edilme özelliğine sahip değildir. Bununla birlikte hayalin
bir gücü ve otoritesi olmalıdır. O güç bütün bilinenleri kuşatır, onlar
üzerinde hüküm verir, hepsini bedenleştirir (somutlaştırır). Bu durum bir
zaaftan kaynaklanır. Başka bir ifadeyle hayalin gücü, duyuluru (mahsûs) manaya
çevirmedeki zaaftan kaynaklanır. Hayal manayı da duyulur bir surete çevirir. Bu
gücün zayıflığının bir yönü de kendi başına müstakil olamayışıdır. Dolayısıyla
onun hükmü iki şey arasında ortaya çıkar; tahayyül edilen ile tahayyül eden!
Gerçekte ibtida’ (misalsiz yaratma) genel anlamda benzeri olmayanı var etmek
demektir. Allah Teâlâ ‘Onlar bir ruhbanlık ibtida’ ettiler’238 buyurur. Kulların ibtida’ ettikleri
bütün işler, Hakkın emretmiş olduğu hususlardan ibarettir. Bu itibarla
yaratılmışlardan hiçbiri bedi’, yani örneksiz ve misalsiz yaratan diye
isimlendirilemez. Bunun yegâne istisnası tahayyül gücüne sahip olanlardır.
Tahayyül gücü manaları örneksiz bir şekilde meydana getirebilir ve manaların da
maddi suretlere yerleşmeleri zorunludur; söz konusu maddi suretler, manaların
kendileriyle ifade edildiği lafızlardır. Böylece ‘falanca daha önce olmayan
bir mana ortaya koydu’ denilir. Aynı durum, örneksiz işleri yapmada büyük
imkâna sahip olan matematikçiler için geçerlidir. Bu bağlamda işin mutlak
anlamda örneksiz olması şart değildir; şart olan, onu örneksiz bir şekilde var
edenin nezdinde böyle olmasıdır. Pek çok insan bir şeyi önce nefsinde düşünüp
sonra onu ortaya koysa bile, hepsi de o işi örneksiz ve misalsiz yapmış
demektir. Söz konusu işin bezeri olsa bile, onu meydana getiren insan için
örneksizdir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın yaratmadaki örneksizliğine ulaşma
imkânı yoktur. Allah Teâlâ kendisini ‘eZBedi’
(örneksiz yaratan)’239 diye nitelemiştir. Yani Allah Teâlâ
varlık mertebelerinin herhangi birisinde misli ve benzeri olmayan şeyleri
yaratandır, çünkü varlık mertebelerinden her birisine girenleri ihata edecek
şekilde bilir. Bu nedenle insanı yaratırken ‘Zikredilen
bir şey değildi’240 demiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın
zikri, içimizden zikredilen kimse için bir varlık mertebesi demekken malum öyle
değildir.
Bu bağlamda varlık mertebeleri
dörttür; dışta var olmak (aynî), zihin mertebesinde var olmak, işaret ve lafız
mertebelerinde var olmak! Dışta var olma bellidir. Lafız ise söylediği
herhangi bir hususta söyleyenin sözüne döner. Başka bir ifadeyle bir şeyi
söyleyende o şeyin varlığı ortaya çıkar. Ayete dönersek, insan zikredilmiş
(mezkûr) bir şey değildi. Zikredildiğinde ise ‘hâdis olmuş’, yani meydana gelmiştir.
Benzer bir durum ‘Onlara Rablerinden hâdis bir zikir
(söz) geldiğinde...’241
ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ zikri hâdislik özelliğiyle nitelemiştir.
Bununla birlikte O’nun kelamı kadîmdir. Fakat ayette ‘zikir’ kelamın kendisi
değil, onu söylemek ve telaffuz demektir. O halde Allah Teâlâ’nın kelamı
kadimlik özelliğiyle nitelenmiştir, çünkü O’nun kelamı kastedilince kelam
konuşanın zatına racidir. Söylenen ise kelamın aynı değildir; söylenen bir mana
olabileceği gibi bazen mana olmayabilir. Bunun yanı sıra mana kadîm olabileceği
gibi hâdis de olabilir. Binaenaleyh söylenen söz ancak muhatabın dinleyişi
itibarıyla kadîm veya hâdis olabilir. Çünkü dinleyici daha önce duymadığı bir
sözü duymuş, bir eve daha önce orada yokken gelen misafirin durumundaki gibi
söz kişinin kulağında meydana gelmiştir (hudûs). Böyle bir durumda sözün hadis
olduğu söylenebilir. Bu durum bir şahsı kastetmek üzere ‘Bize bugiin bir
misafir geldi’ ifadesinde belirtilen durumdur; hâlbuki şahıs var olmadı, sadece
size misafir olması yeni gerçekleşti! Onun size misafir olması, hiç kuşkusuz,
yeni gerçekleşmiş bir durumdur; çünkü! size gelmezden önce bu misafirlik mevcut
ve meydana gelmiş değildi! Öyleyse her kime gelirse gelsin, gerçekte zikrin bir
kişiye gelmesi, hâdis bir iştir ve bu özel geliş daha önce vücud bulmamıştı.
Bununla birlikte gelen, daha önce varlıkla nitelenmişti. Fakat onun önceliği,
gelişi bakımından değil, varlığı bakımından olan bir önceliktir.
Demek ki Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şeyin aslı, örneksiz yaratılmıştır ve onu örneksiz yaratan Allah Teâlâ’dır.
Bununla beraber eşyanın bir kısmının örnekleri varken bir kısmının dışta
misalleri yoktur. Fakat bu durum -kendinde varlığı bakımından değilhakikatleri
bakımından öyledir. Binaenaleyh varlıktaki her şey, örneksiz yaratılmışken
dışta benzerler görülür. Bilgi ise var olan ve bilinen her şeyde ‘özel yön’ün
varlığını gerektirir; özel yön sayesinde her şey ötekinden ayrışır. Var olan
her şey örneksiz yaratılmışken ve onu ifade ederken bazen ortaklık
gerçekleşebilir. Nitekim bir hareketin bütün hareketlilerde aynı hareket
olduğunu söylersin ve hareketlerin birbirlerinin benzeri olduğu zannedilir.
Hâlbuki gerçekte onlar benzer değillerdir, çünkü kendisi bakımından hareket
bir hakikattir ve onun bütün harekedilerdeki hükmü aynıdır. Hareket bütün
hareketlilerde zatı gereği bulunurken onun benzeri yoktur. Başka bir ifadeyle
hükmü her nerede ortaya çıkarsa çıksın, hareket, örneksiz yaratılmıştır. Bu
durum renkler ve olgular vb. hükümler var eden bütün manalar için böyledir,
bunu anlamalısın!, Allah Teâlâ’nın söylediğimiz anlamda el-Bedi’ olduğunu anlamazsan,
O her yönden el-Bedi’ olamaz. Şöyle ki, arazı kabul eden cevher, tanımı ve
hakikati itibarıyla bir cevherdir ve onun hakikatinde (arazların) çokluğu
nedeniyle farklılık meydana gelmez. Onun adına belirli bir hükmü gerektiren
mana da hakikati itibarıyla çoğalmaz. Bu itibarla cevher hakkında hüküm verilen
her şeyde kendi hakikatine göre bulunur ve bir örnek ve misil yoktur. Beyazlık
bütün beyazlarda, hareket bütün hareketlilerde tek bir şeydir, bunu
anlamalısın! Demek ki varlıktaki her şey, Allah Teâlâ tarafından örneksiz
yaratılmışken Allah Teâlâ da ‘örneksiz yaratan’ anlamında el-Bedi’dir.
Ayet-i kerimeye bakarsanız, onun
örneksiz yaratmaya dikkat çektiğini göreceksiniz! ‘Sizi bilmediğiniz
şekillerde yaratırız. ..’242 Bu durum ayetin
işarı yorumu bakımından böyledir. Yani yaratıldığınız tarzın misali ve örneği
yoktur. Bu itibarla sadece âlem vardır, o da bu ifadeyle muhatap kişidir. Âlem
‘Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey’ demektir. Buradan Allah Teâlâ’nın
yaratılmış her şeyi inşa ettiğini öğrendik. Bununla birlikte Allah Teâlâ ‘İlk
yaratılışı öğrendiniz, hatırlamaz mısınız’2*3
buyurur. Yani ilk yaratılışın bir misale göre meydana gelmediğini öğrendiniz ki
gerçekte de öyledir. Aynı durum ‘Sizi misalsiz
yarattığımız gibi döneceksiniz’244 ayetinde belirtilir. Biz bir misale
göre olmaksızın var olduk ve Allah Teâlâ bizi yine bir misale göre olmaksızın
tekrar var edecektir. Çünkü (ahiretteki ve dünyadaki) suret surete, mizaç
mizaca benzemez! Bu konuda İlâhî haberler O’nun elçileri olan peygamberlerin
dilleriyle gelmiştir. Bütün bunlar^ âlemin Hakkın kendisi olmadığını sana gösterir.
Âlem ancak O’nun varlığında zuhur eden bir şeydir. Yoksa âlem Hakkın aynı
olsaydı, misalsiz yaratılması mümkün olmazdı. Bu itibarla (âlemin yaratılışı)
kendisine bakanın göreceği şekilde aynada suretin meydana gelmesine benzer.
Aynaya bakarak insan -sebeplerine tesiri olmasa ve onda neyin meydana
geleceğini bilmese bileadeta aynadaki sureti örneksiz meydana getirmiş
sayılır. Sadece aynaya bakmak sayesinde aynada suretler meydana gelmiştir.
İçinde bulunulan halin verdiği budur. Bu konuda senin yegâne işin aynaya bakma
niyetin ve yönelmekten ibarettir. Aynaya bakmış olan ‘İrade
ettiğimiz bir şeye sözümüz...’245 ayetindeki
ifadeye benzer. İlahi irade senin bakma niyetin mesabesindedir. ‘Ona
‘ol’ demektir.’246 Bu söz
ise bakmak mesabesindedir. ‘O da
olur.’247 O şeyin
olması, aynaya bakarken idrak ettiğin suret mesabesindedir. Sonra, bu suret de
sana ait değildir! Bunun nedeni aynanın büyüklük, küçüklük, uzunluk ve genişlik
gibi özellikleriyle kendisinde ortaya çıkan suret üzerinde hüküm vermiş olmasıdır.
Bununla birlikte aynanın suretinin sende hükmü yoktur. Bu nedenle suret senin
aynın olmadığı gibi aynaya bakarken senin paralelinde bulunan ve gözüken
varlıklardan birisi de değildir. Öte yandan suret, kendisinde hükmün bulunduğu
için, senden başka bir şey de değildir. Çünkü sen, aynaya bakarken yüzünü ve
yüzünde bulunan her şeyi gördüğünden tereddüt etmezsin. Bunlar, aynaya ait
olmaksızın, ortaya çıkan özelliklerdir. O halde görülen suret ne senin aynın,
ne senden başkadır! Aynı durum âlemin varlığıyla Hakk arasındaki ilişkide
geçerlidir. Hangisini ayna kabul edersen et, bu ilişki ortaya çıkar! Başka bir
ifadeyle ister ayan-ı sabite mertebesini, ister Hakkın varlığını ayna kabul
edebilirsin. Ayan-ı sabite Allah Teâlâ için mazharlar olunca, Allah Teâlâ
aynaya bakanın suretinde aynanın hükmü mesabesindedir. Allah Teâlâ onun
aynıyken o da aynanın hükmüyle nitelenendir. Allah Teâlâ mazharların
suretlerine göre mazharlarda zuhur edendir. Ya da Hakkın varlığı ayna
olabilir. Bu durumda ayan-ı sabite Hakkın varlığından onların mukabili olan
şeyi görür; kendi suretlerini aynada görür, birbirlerini görür, aynanın
kendiliğinde bulunduğu durumu göremezler. Onlar aynanın bulunduğu hali eksiklik
ve noksanlık olmaksızın görürler. Nitekim aynada yüzüne bakan kişi yüzünü
gördüğünden emin iken aynanın hükmüne göre de yüzünü görmediğini bilir.
Gerçekte de durum böyle olduğu için, dilediğini dilediğine nispet edebilirsin.
Hepsi var edenin nezdinde örneksiz Hakk
zuhur edeni benzersiz yaratmış
Hakikat sabit ve zat sabit Meydana
geleni örneksiz yaratır, bak
Suretler suretlere sahip olarak
gelmiş
O’ndan ve onlardan; hepsiyle
birlikte eser gerçekleşmiş
VERASET MERTEBESİ
el-Vâris İlahi
İsmi
Ben vârisim, Hakk
benim nezdimde olana vâris
Bende olan sürekli
ve sabit bir sevgiyle ve özlem
Ben arzuladığıma
bağlandım
Ahde nasıl sarılmak lazımsa öyle sarıldım
Korunun üzerinden
şimşek nasıl görünürse
Onun gelişi bana
vecd üzerine vecd kazandırdı
‘Hoş geldin,
merhaba’ derim ona
Bir kasıt ve vaat
olmaksızın
Gözler kapanırken
gider
Keşke bilseydim!
Benden sonra kim O’nun için var olacak
Bu mertebenin sahibi Abdulvâris diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘Biz
yeryüzüne ve üzerinde olanlara vâris oluruz’248 buyurur. O dilediği kullarına miras
bırakmak üzere yeryüzüne vâristir. Demek ki Allah Teâlâ vâsi hükmündedir. Başka
bir ifadeyle Allah Teâlâ vâris değil, mirasçıları belirleyendir. Bir kişi
ancak malın sahibi öldüğünde vâris olabilir. Ölümle birlikte mülk ile sahibi
arasında ayrılık gerçekleşir. Allah Teâlâ ise her ikisine birden vâristir. Bu
durum ‘Biz yeryüzüne ve onun üzerindekilere
vârisiz5249 ayetinde ifade edilir. Hâlbuki
‘yeryüzünün içindekilere’ dememiştir, çünkü ölü bedeniyle yeryüzünün -üzerinde
değiliçindedir. Hakkı eşyayı yaratmaktan tenzih ettiğinde, bunun anlamı, O’nun
eşyayı kendisi için yaratmasından tenzih edilmesi demektir. Allah Teâlâ eşyayı
-kendisi için değilbirbirleri için yaratmıştır. Bu itibarla onlardan ayrılmış,
eşya da O’ndan ayrışmış, birbirlerinden farklılaştıkları gibi Hakk’tan da bir
araya gelemeyecekleri şekilde farklılaşmışlardır. Bu durumda sen vâris, Hakk
ise vâris olunandır. Bu husus ‘Dilediği
kullarını ona vâris kılar’250 ayetinde belirtilir. Söz konusu kul,
Allah Teâlâ’nın yaratan ile yaratılmışı temyiz ettiği bu bilgiye muttali
kıldığı kuldur. Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemi -kendisi için değilâlemin
kendisi için yaratmıştır, çünkü (yaratmadaki) menfaatler yaratılmışlardan
yaratılmışlara dönerler. Allah Teâlâ ise fayda veren en-Nafi’ ve faydaları
yaratandır. Bununla birlikte biz Allah Teâlâ’ya ibadet etmek amacıyla
yaratıldık. Bunun anlamı O’nun kulu olduğumuzu bilmemizdir, çünkü yoklukta bunu
bilemezdik. Zaten bu maksadı bilebilecek bir varlık da yoktu! Allah Teâlâ
ölümsüz el-Hay’dır. Bununla birlikte O üzerinde bulunduğu celal ve büyüklük
özellikleriyle yaratılmışlarından ayrılmıştır. Bu nitelikler ise ancak bizimle bilinebilecek
niteliklerdir. Biz ancak yaratılmışların büyüklüklerini ve celallerini
bilebiliriz. Üzerinde bulunmuş olduğumuz ve Hakkın bizde kınadığı veya övdüğü
durum ve nitelikleri ise O’na nispet edemeyiz. Bütün bunlar zamanda
yaratılmışlardır. Biz zamanda yaratılanlarla O’nu niteleyemeyiz. Allah Teâlâ’yı
ancak onları yaratmış olmakla niteleyebiliriz. Allah Teâlâ’nın yarattığı bir
şey ise kendisinde bulunamaz. O halde Allah Teâlâ’ya nispet edeceğimiz büyüklük
ve celal, bizim tarafımızdan bilinemez. Çünkü Allah Teâlâ bizim büyüklük ve
celalimizi kabul etmez. Bizim bütün niteliklerimiz için durum böyledir. Allah
Teâlâ onlarla kendisini nitelemiş ve sonra da tenzih ederek ‘İzzet
sahibi (-ki izzet men demektir-) rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir’251 demiştir. Allah Teâlâ’yı
kendileriyle nitelediğimiz bu şifadan O’nu tenzih ettikten sonra ‘miras’
yoluyla biz alırız. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bu sıfatlarla nitelemiş, biz de
O’nu bunlarla niteledik. Ardından tenzih, mirashğm makamını alır. Binaenaleyh Allah
Teâlâ bize ölüm yoluyla vâris olurken biz tenzih ederek O’na vâris oluruz.
Her nitelik ancak bize döner
Varlıkta izhar ettiği her işten
Yaratıklarına cömertlik Allah
Teâlâ’nın işi Biz de O’nun ihsanıyla ziyadelendik
Biz O’nunlayız, O bizimle 0 efendi biz köle/kul
Burada bir öğüt var
Kalbi olan ve
müşahede eden kimse için
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
SABIR MERTEBESİ
es-Sabûr İlahi
İsmi
es-Sabûr’un kulu kimdir? Allah Teâlâ
sayesinde sabredendir Bir güçlük çekmez o kul
O’na yönelir, haliyle iltica eder
Hakka, sükût halinde Onun zarar gördüğüne şahit
olursun
Nefsimi Rabbim için hapsettim Ben
sabırlı davrandım
Rabbim
bilir halimi .
Ondan
haberdardır
Ben bir söz derim Öyle bir sözdür ki
o
Sözün
doğrusu var yalanı var .
Ben
doğru sözlüyüm; söylediğimi görürüm
. \
Ona
giden bir delilim yok
Ona
karşı yardımcım yok ’
Bu mertebenin sahibi Abdussabûr diye
isimlendirilir. ‘Allah Teâlâ’ya eziyet edenler...’252
denilen bir ayette Allah Teâlâ kendisini eziyet görmekle nitelemiş, eziyet
edenleri hemen cezalandırmamış, buna mukabil kendisini es-Sabûr diye
nitelemiştir. Bununla beraber Allah Teâlâ bize O’na kimin ve nasıl eziyet
ettiğini söylemiştir ki, es-Sabûr ismi baki olmakla o eziyeti kendisinden
kaldıralım! Bu sayede Allah Teâlâ bize isimlerden bize ulaşan bir belayı
şikâyet ettiğimizde, şikâyetin sabırlı olmamıza zarar vermediğini de
öğretmiştir. Başka bir ifadeyle bizden belayı kaldırması için Allah Teâlâ’ya
şikâyette bulunurken de sabırlıyızdır. Allah Teâlâ bize O’na eziyet edeni ve
nasıl eziyet ettiğini bildirmiş, eziyeti O’ndan kaldırmamızı irade buyurmuş,
bununla birlikte es-Sabûr ismi ortadan kalkmamıştır. Allah Teâlâ’dan bir
eziyeti kaldırandan daha yüksek mertebeli kimse yoktur: ‘Allah
Teâlâ’ya yardım ederseniz, O da size yardım eder.’253
Kim Allah Teâlâ’nın düşmanıysa, müminin de düşmanıdır. Bir hadiste ‘Eziyete
karşı Allah Teâlâ’dan daha sabırlı kimse yoktur’ denilir. Allah Teâlâ
cezalandırmaya gücü yettiği halde cezalandırmamış, el-Halîm (gücü varken cezalandırmayan)
ismiyle mühlet vermiştir. Allah Teâlâ hiç kimseye karşı sabretmemiştir, sadece
isimlerinden birisinin hükmüne karşı sabrederek, ‘kendine sabretmiştir’. Çünkü
eziyet konuşmayla ortaya çıkar. Konuşmasıyla eziyete yol açan birini ise
herkesi ve her şeyi konuşturan Allah Teâlâ konuşturmuştur. ‘Onlar
derilerine ‘niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ dediklerinde, derileri ‘her
şeyi konuşturan Allah Teâlâ bizi konuşturdu’ derler.’254 Deriler dürüst ve adil
davranmışlardır, çünkü Allah Teâlâ haklarında şahit kılındıkları kimselere
karşı şahitliklerini kabul etmiştir. Konuşanlar ise ‘Allah
Teâlâ çocuk edindi’255 gibi sözler söyleyerek Allah Teâlâ’yı
yalanlayan, O’na kötü söz söyleyen, kendi iradelerine göre davranan, fakat bize
göre ‘irade ederken mecbur’ kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ’yı razı eden işleri
değil, O’nun murat ettiği sözleri söyleyenlerdir.
Burada ince bir sır vardır: Allah
Teâlâ onları konuşturmuştur, yani onlara sayesinde konuşabildikleri ‘konuşma
gücü’ vermiş, konuştukları sözün varlığı geride kalmıştır. Deriler ise
-söylenene değinmedenkonuşana bakmışlardır. Çünkü zorlama ve ikrah olmaksızın
iradeyle konuşma meydana geldiğinde, sahih bir şekilde, söz söyleyene nispet
edilir. Ayette ‘Biz ona yolu gösterdik’256 denilir. Yani ona beyan ettik ve
onun adına bulunduğu yerde bir irade yarattık. Taalluk (ilgi) varlıkla
nitelenmeyen bir nispettir ve herhangi birisi için yaratılmıştır. Bu durumda
taalluk Allah Teâlâ’ya ve peygamberine eziyet teşkil eden bir işle ilgili
olabilir. Ya da insanın şükreden veya nankör diye isimlendirilmesini sağlayacak
bir işle ilgili olabilir. Bu durumda taalluk söyleyen bütün bu nispederi aklına
getirmekten gafil kalıp hepsini kaynakları ve asılları itibarıyla Hakka irca
etse bile, özel bir taalluk sayılır. Zaten bu hususları düşünmüş olsaydı, ancak
cahil veya gafil birinin söyleyebileceği o sözleri söylemezdi. Allah Teâlâ’nın
bu konudaki susturucu delilinin bir yönü de varlıkta meydana gelen herhangi bir
mümkünün İlâhî bilgiye göre gerçekleşmesi ve meydana gelmesidir. Bu itibarla
İlâhî bilgi bir şeyin varlığına hükmetmişse, onun gerçekleşmesi zorunludur. Allah
Teâlâ herhangi bir şeyi ancak o şeyin ‘kendinde bulunduğu’ durumda bilir, çünkü
bilgi bilinene (malum) tabidir; yoksa hâdis varlık, yani varlığın gerçekleşmesi
bilgiye tabi değildir; bilgi maluma tabidir. İlahi bilgi tarafından bilinen bu
mümkün, yokluk ve sübût halinde varlıkta ortaya çıktığı şekilde bulunur. Demek
ki Allah Teâlâ’ya bilgiyi veren malumun (bilinen) ta kendisidir. Bu durumda Hakk
kendisine ‘Bu şendendir, benden değil, sübût halinde seni bildiğim gibi
olmasaydın seni bu şekilde bilmezdim’ der. O halde ‘Kesin
delil Allah Teâlâ’ya aittir.’257 Allah Teâlâ ‘dileseydi’ demiş, fakat
dilememiş ve O’nun meşiyeti gerçekleşmemiştir. Allah Teâlâ, meşiyeti bilgiye
tabi olsa bile, hâdis işlerin bulunduğu bir yer değildir. Başka bir ifadeyle
meşiyet tâbiye tâbidir! İfade ettiğimiz bu husus nedeniyle ayette ‘Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine eziyet edenler’258 demiştir. Sahih bir rivayette
‘Ademoğlu bana saygısızlık etmiştir, bu ona yakışmazdı; Âdemoğlu beni
yalanladı, böyle yapmak ona yakışmazdı’ denilir. ‘Ona yakışmazdı’ demek, Allah
Teâlâ’nın insana yönelik ihsanına atıf yapar. Allah Teâlâ onu yokluk
anlamındaki kötülükten kendi kudretinde bulunan ve varlık demek olan hayra ve
iyiliğe çıkartarak insana ihsanda bulunmuştur. Allah Teâlâ güzel ahlak
hakkında ise ‘İhsanın karşılığı ihsandır’259 der. ,
Esma-i hüsna’nın hükümleri onların
zadarına ait olduğu gibi O hükümlerin -başka bir şekilde olması da ihtimal dahilinde
ikenşöyle veya böyle gerçekleşmesi mümkünün kendinden vermiş olduğu bilgiye
bağlıdır. Bundan dolayı yaratılmışa eziyet nispet edilirken Hakk da kulun
eziyetine karşı sabretmek özelliğiyle nitelenmiş, müminlerden inayete mazhar
olanlar ise kendilerine şikâyet edenin niyetini anlamışlardır. Bu şikâyetin
gayesi, eziyeti kendisinden kaldırmalarını istemektir. Buna karşılık onlar, Allah
Teâlâ katından daha önce ifade edilen en büyük karşılığı elde ederler.
Bu mertebe sırlı ve meçhul bir
mertebedir. Daha önce yüz mertebe zikretmiş, bununla beraber ilâhı
mertebelerin nispet olmaları nedeniyle nerede sınırsız olduklarını da
belirtmiştik. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın üç yüz yaratığı olduğu söylenmiştir
ki, her biri bir mertebedir. Allah Teâlâ’nın isimleri arasında bildiğimiz
isimler bulunduğu kadar bilmediklerimiz de vardır. İsimlerin bir kısmının Allah
Teâlâ’ya isim yapılması caizken bir kısmının -örfte saygısızlık anlamı taşıdığı
içinO’na isim olarak verilmesi caiz değildir; Allah Teâlâ karşısındaki edebin
gereğiyle bu kısım hakkında sükût ettik. Fakat Kur’an-ı Kerim’de tazammun yoluyla
bu isimlerin bir kısmı yer almıştır. Bunun yanı sıra kendilerinden isim
yapılmayan pek çok fiil vardır. Bunun yanı sıra hükmü Allah Teâlâ’ya nispet
edilse bile ismi kendisine verilmeyen eşya isimleri zikredilmiştir. Bu durumda
hüküm o eşyaya nispet edilmiştir. Misal olarak ‘Sizi
sıcaktan koruyan elbiseler’260 ayetini verebiliriz. Gerçekte
koruyan Allah Teâlâ iken elbise vekildir ve hüküm ona bağlanmış, koruma ona nispet
edilmiştir. Başka bir ifadeyle koruyan Allah Teâlâ iken O’na ‘elbise’ adı
verilmemiştir. Bu itibarla kendisine muhtaç olunan her şey, Allah Teâlâ’nın bir
ismidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey
insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız, O zengin ve övülendir.’261 Allah Teâlâ tektir ve teki sever.
Biz de yüz mertebe zikrettik ve ‘mertebelerin mertebesi’ni zikrederek
mertebelerin sayısını tek sayı yapacağız. Bu sayede yüz bir meydana gelecektir,
çünkü Allah Teâlâ tektir ve teki sever. Ey Kur’an ehli! Siz de tek yapınız. Biz
Kur’an ehliyiz ve Kur’an bize inmiştir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ESMA-İ HÜSNA'YI TOPLAYAN MERTEBELERİN MERTEBESİ
Allah Teâlâ şöyle der: ‘En güzel isimler
O’na aittir.’262 Başka bir ayette ‘İster Allah Teâlâ,
ister Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz edin
en güzel isimler O’na aittir’263 denilir.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın
isimlerinin bir kısmı bilinen isimlerdir; onlar açık isimlerdir. İsimlerin bir
kısmı ise birinci, ikinci, üçüncü tekiliki ve çoğul şahıs zamirleri gibi zamir
isimleridir. Çoğul zamire misal olarak ‘Biz
indirdik’264 ayetini
veya yine çoğul zamir için ‘Kuşkusuz biz’26S ayetini
verebiliriz. Bazen ben, sen, o gibi zamirler kullanılır. Bazı isimler
kendilerinden açık bir ismin ortaya çıkmadığı fiillerin gösterdiği isimlerdir.
Misal olarak ‘Allah Teâlâ onlarla alay etti’266 ve ‘Allah
Teâlâ onlarla istihza eder’267 ayetlerini verebiliriz. Bazı isimler
Allah Teâlâ’ya ait vekâlet isimleridir. Bunlar Allah Teâlâ isminin vekili
olarak görev yapmışlardır. Misal olarak ‘Sİ2İ sıcaktan
koruyan elbise...’268 ayetini
verebiliriz. Bir mümküne nispet edilen her fiil, gerçekte, Allah Teâlâ’nın
vekilidir. Çünkü fiiller -ister kınanan, ister övülen fiiller olsunAllah
Teâlâ’ya aittir. Sahih bilginin verisine göre, bu hususta tesirin bir hükmü
yoktur. Kendisine nispet edilen her fiilde yaratılmış olan, Allah Teâlâ’nın
vekilidir; o fiil övülen bir iş şeklinde gerçekleşirse, övgü Allah Teâlâ’ya
nispet edilir. Çünkü O övülmeyi ve methedilmeyi sever. Fiil kınanmayı
gerektirirse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir hadis
nedeniyle, onu Allah Teâlâ’ya nispet etmeyiz. Başka bir ifadeyle fiilde bir
noksanlık (anlamı) bulunursa, onu Allah Teâlâ’ya nispet etmeyiz. Övülen bir
işin Allah Teâlâ’ya nispet edilmesine misal olarak Hz. İbrahim’in ‘O bana
şifa verir’269
ifadesini verebiliriz. Burada şifa Allah Teâlâ’ya izafe edilmiştir. Hastalık
söz konusu olduğunda ‘Hasta olduğumda’ demiş, ‘beni hasta ettiğinde’
dememiştir; hâlbuki hasta eden Allah Teâlâ idi ve bu nedenle şifayı Allah
Teâlâ’dan gördüğü gibi hastalığı da O’ndandı. ‘Onu
ayıplı Hakk getirmek istiyorum’270 ifadesi de böyledir. Burada âlim ve
adil kişi, ‘ayıplı kılmak’ ifadesini kendine izafe ederek söylemiştir. Övülen
iş hakkında ise ‘İki yetim hakkında Rabbin irade etti ki...’ demiş, övgü ve
kınamanın geçtiği yerde ise ‘Biz
istedik ki’271 diyerek
çoğul zamiri kullanmıştır. Bunun nedeni bir can karşılığında olmaksızın bir
kölenin öldürülmesinin kınanan bir iş olmasıdır. Bununla birlikte burada Allah
Teâlâ’nın o çocuğu öldürmekle ebeveyne iyiliği irade etmesi nedeniyle bir övgü
vardır ve bu övgü O’na döner. Bu nedenle ‘istedik ki’ demiş, tekil zamir
kullanmamış ve kimin olduğunu belirtmemiştir. İşte edeplilerin hali böyledir.
Sonra şöyle demiş: ‘Ben bu işi’ yani yaptıklarımı ‘Kendiliğimden
yapmadım.’272 Aksine
bütün bu iş Allah Teâlâ’ya aittir.
Allah Teâlâ kendisi hakkında çoğul
zamir kullanırsa, zikredilen hususta farklı ve pek çok ismin hükümlerinin
varlığı nedeniyle, çoğulluk isimlerine gönderme yapar. Allah Teâlâ iki kişiye
işaret eden (tensiye) zamir kullanırsa, bu zamir, zatına ve belirli bir isme
ait nispete racidir. Tekil zamir kullandığında ise özel bir isme veya zata
döner; bu durumda zat, tenzih isimleriyle isimlendirilmiş İlâhî zattır. Fiil
ile isimlendirildiğinde, söylediğimiz tarzda sadece isim olabilir.
Zikrettiklerimizle birlikte Allah Teâlâ’nın bütün isimleri -bir belirleme
olmaksızınbu kısımlara dâhildir. Çünkü bu isimler arasında belirlenmesi uygun
olanlar bulunduğu gibi uygun olmayanlar vardır. Belirli olanlar arasında
el-Falik (parçalayan), el-Cail (var eden, var kılan) gibi isimler yer almışken
Müstehzi, Sahir (alay eden, istihza eden) isimleri yer almamıştır. Hâlbuki Allah
Teâlâ dilediği kullarıyla alay eder, onlara tuzak kurar, dilediği kullarını
söylediği şekilde küçük düşürür vs. Fakat bütün bu fiilleri nedeniyle bir
isimle isimlendirilmez. Allah Teâlâ sayılamayacak kadar çok olan naiblerinin
isimleriyle de isimlendirilmez. Herhangi bir yaratılmışa nispet edilen
fiillere bakınız! O kişi fiilde Allah Teâlâ’nın vekili olarak isimlendirilen
kimsedir. Mesela Hz. Adem ve bütün peygamberler Allah Teâlâ’nın kulları
üzerindeki halifeleridir. Ayette ‘Peygambere
itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir’273 denilir.
Şimdi de bu bölümün sonu olacak
şekilde kısa bir açıklama yapalım. Böylece bölüm müminlere saadet kazandıracak
bilgiler öğretir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmenin dışında bir saadet yoktur.
Şöyle deriz:
Fiillerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın
failini kınadığı fiillerdir; Allah Teâlâ o fiillerin faillerine gazap eder,
onları lanetler. Bir kısmını ise övmüş, failine mağfiret, şükür, iman, tövbe,
temizlik, ihsan gibi davranış ve özellikler izafe etmiştir. Bunun yanı sıra Allah
Teâlâ kendisini bütün bunlarla nitelenenleri sevmekle tavsif ederken kınadığı
fiillerin faillerini sevmemekle nitelemiştir. Bununla birlikte ayette ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı’274 buyurur. Bütün iş O’na aittir: ‘Yaratma
ve emir O’na aittir.’275 Allah Teâlâ şükredenleri, ihsan
sahiplerini, sabredenleri, tövbe edenleri, temizlenenleri, takva sahiplerini
sevdiğini belirtmiş, kitabında belirttiği üzere, israf edenleri vb. kimseleri
sevmemiş, onlara mağfiret etmeyeceğini, bozguncuları ve zalimleri sevmediğini
beyan etmiştir. Bu bakımdan Allah Teâlâ Kur’an’da belirli nitelik sahiplerini
sevmediğini söylemiştir. Böyle ifadeler karşısında Allah Teâlâ’yı bilenlerin
takınması gereken edep, Kur’an-ı Kerim’in bütün ifadelerinde O’nun karşısında
bulunduğunu bilmektir. Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu sahih olan bir ifadede,
O’nun genel olarak kendisine nispet ettiklerini tafsile girmeksizin mücmel ve
genel anlamda Allah Teâlâ’ya nispet ederiz. O’nun tafsili olarak kendisine
nispet ettiklerini, tafsili olarak nispet eder ve herhangi bir şey eklemeyiz.
Bize tasarrufta bulunma izni verdiği hususlarda ise Efendimizin kurallarına
uyalım ve sınırlarında duralım diye tasarruf ederiz:
O Rab, biz ise kul
Şükrederek nimetin
artmasını dileriz
Çünkü biz yoksul da
yoksuluz
İşin başı varlığın
meydana gelmesi '
Sonra da sürekliliği
ve devamını isteriz
Müşahedede fena
makamlarına varana kadar
Çünkü Allah Teâlâ
faildir
Varlıklarımızda
dilediğini yapandır
Hakk neyi irade
eder?
Gerçekte kulun
halinin verdiğini
Allah Teâlâ bilgisine bir şey eklemez .
Cömertlikleri
kendilerinden döner kendilerine
Cömertlik sonra
O’na nispet edilir
Tükenmeyen ve
bitmez hayrı nedeniyle
Bizim için her
hayır meydana gelmiş hayırdır
Nimetimiz bizdendir, artış
istemiyoruz
Nimetimiz bize
bağlı, bakınız!
Biz sınırların ta
kendisiyiz
Allah Teâlâ bize hâdis nimet vermiş,
biz de kendimiz sayesinde nimedendik. Bizim O’ndan nimetlenmemiz mümkün
olmadığı kadar hâdis işlerin O’nda bulunması da imkânsızdır. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın nimedenmesi ve hazzı da kendisine ve O’nun kemaline bağlıdır, çünkü
O âlemlerden müstağnidir. Demek ki herkes kendini görmüştür! Fakat bu görmek,
bilgi veya duyu görmesi tarzında değildir. Bak, ne göreceksin! Bak, kimi
göreceksin! Bak, görmek nedeniyle görende meydana gelen nedir? Meydana gelen iş
bir hüküm ve memnuniyet meydana getirirse, sahibi razı olur; gazabı
gerektirirse, gazap eder, öfkelenir. Gören her kim olursa olsun durum böyledir.
Onlar Allah Teâlâ’yı öfkelendiren işlerin peşinden gidenlerdir. Allah Teâlâ’yı
öfkelendirmişler, O’nu gazaba getirmişler ve yaptıkları işin vebali O’nu
kızdıranlara dönmüştür. Kendisini kızdıran şeyi veya öfkelendiren şeyi
görmeseydi öfkelenmez ve kızmaz veya kendisini razı edeni görmeseydi razı olmazdı.
Çünkü işin esası soyudanmak ve niteliklerden münezzeh kalmaktır. Bu durum Allah
Teâlâ hakkında böyledir. Ebu Yezid el-Bestami ‘Benim hiçbir niteliğim yoktur’
demiştir. Ebu Yezid bunu diyebiliyorsa, âlemlerden müstağni olan Allah Teâlâ
sıfatlarla sınırlanamayacak kadar mutlak ve münezzeh olmalıdır. Sıfadar var
olanları talep eder. Hakk’ta âlemi talep eden bir şey bulunsaydı, talep ettiği
bir şeyden müstağni kalması mümkün olmazdı.
Bilmelisin ki, bütün mertebeleri
toplayan bu mertebe Allah Teâlâ’nın mülkünü içerir. O’nun mülkü mümkünlerden
başka bir şey değildir ve onlar bizim varlıklarımızdır. .O halde biz Allah
Teâlâ’nın mülküyüz ve mülk bizimle gerçekleşmiştir. Ayette ‘Göklerin
ve yerin mülkü O’na aittir’276 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Allah Teâlâ’yı överken ‘O her şeyin Rabbi ve sahibidir’ demiş, ‘şey5
lafzını kullanmıştır; şey, dışta var olanlar kadar bilgide sabit olan hakikatler
için de kullanılabilen bir lafızdır. Bunlardan dışta var olanlar sonluyken
varlığa girmemiş olanlar sonlulukla nitelenmez.
Sahih kutsi bir hadiste şöyle
denilir: ‘Sizin ilkleriniz, sonlarınız...’ Hâlbuki bir son yoktur, çünkü varlık
işi sonlulukla nitelenemez. Son ancak var olanda meydana gelebilir, sonra başka
bir şey meydana gelir; bu kez o hüküm ortadan kalkar ve var olan öteki şeye
geçer. Sonluluk meselesi sonsuza dek böyle sürer. Bazen bir iş belirli bir
türde sonlu olabilir. Misal olarak insanı verebiliriz. İnsan türünün bireyleri
-âlemdeki şahıslardan farklı olaraksonluyken insan türünde şahısların
yaratılışı -herkesin bilemeyeceği başka bir açıdansonlu değildir. Bu durum ‘Onlar
yeniden yaratma hakkında kuşkudadır’277 ayetinde belirtilir. Her şahıs her
nefes yeniden yaratılır ve bunun böyle olması kaçınılmazdır. Hakk mümkünlerde
sürekli yaratıcı olarak bulunur. Nitekim her zaman diliminde ve halde
mümkünlerin varlıklarında hükümlerin değişmesi ve başkalaşması bunu gösterir.
Belli bir halin mahsus olduğu varlık ile ortadan kalktığı ve kaybolduğu görülen
başka bir halin mahsus olduğu varlık aynı varlık değildir.
Kutsi hadis şöyle devam eder:
‘İnsanlarınız ve cinleriniz...’ Kastedilen görülen ve görülmeyenlerdir. Sonra
şart edatı getirilmiştir. Bu edat bir imkânsızlığa bağlı imkânsızlık edatıdır.
Yani ‘şöyle olsaydı, şu hüküm gerçekleşirdi’. ‘Hepiniz en muttaki bir insanın
kalbi üzerinde bulunsaydınız, bu durum, benim mülküme bir şey katmazdı.’ Doğru!
Çünkü hepsi Allah Teâlâ’nın mülküdür ve hiçbir şey O’nun mülkünü arttırmaz;
aksine mümkün varlığın mülkü artar ve eksilir ki, kastedilen sübût mülküdür.
Demek ki eksilme ve artış varlıkta gerçekleşebilir. Sonra şöyle der:
‘Öncekileriniz, sonrakileriniz, insan ve cinleriniz en günahkâr bir adamın
kalbi üzerinde olsaydınız, bu durum da mülkümden hiçbir şey eksiltmezdi.’ Her
şey O’nun mülküyken nasıl eksiltebilsin ki?
Sonra şöyle devam eder:
‘Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir yerde
toplanıp dilekte bulunsaydınız ve her birinize istediğini verseydim, bu durum,
mülkümden hiçbir şey eksiltmezdi.’ Verilen ihsan da verilen kişi de O’nun
mülküdür ve hiçbir şey O’nun mülkünün dışmda değildir. Bununla birlikte Allah
Teâlâ’nın mülkünün bir kısmı ‘varlık’ ile bir kısmı ‘sübût’ ile nitelenmiştir.
Sübût da, varlık da O’ndandır ve bu itibarla (varlığa girenler anlamında)
varlığın sonlu, sabit olanın ise nihayetsiz olması zorunludur; nihayetsiz olan
eksilmeyle nitelenemez, çünkü varlıkta hâsıl olan, ‘sabitlik’ halinden bir
eksilme değildir. Bir şey dışta var olsa bile hala sübût mertebesinde
bulunduğu gibidir. Bununla birlikte Allah Teâlâ (mümkünün zorlaması olmaksızın)
kendi nedeniyle varlık elbisesi giydirmiştir. Varlık gerçekte Allah Teâlâ’ya
aittir ve o sübût halinde eksilmemiş ve artmamıştır. Ondan varlık elbisesi de
giyilmemiştir. Bu itibarla varlık sadece belirlenmiş ve özelleşmiştir. Sonsuz
olanlara göre onun tanımı, gemi içindeyken kendisine dalınan okyanusun
tanımıyla birdir. Oha neyin iliştiğine bakmalısın! Bu misalin doğruluğunu
biliriz, çünkü a’yan-ı sabite’nin bir kısmı varlıkla nitelendiği gibi geminin
okyanusun içindeyken kendisiyle ilgili olan kısmını da biliriz. Bu itibarla
okyanustaki suyun geminin (denize batan) kısmıyla ilişkisi, a’yan-ı sabite
arasından varlıkla nitelenenlerin nitelenmeyenlerle ilişkisinin bir
benzeridir. Çünkü denize batan kısım sınırlıdır ve sayılabilirdir. Var olması
nedeniyle de sonludur. A’yan-ı sabite ise nihayetsizdir. Nihayetsiz bir şey
sınırlanamayacağı kadar aynı zamanda sayılamaz da! Bununla birlikte bu misal
hiç kuşkusuz doğrudur. Başka bir misal Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın hikâyesinde
geçer: Bir kuş gagasını geminin kenarından denize batırınca, Hz. Hızır Hz.
Musa’ya sormuş: ‘Bu kuşun ne söylediğini anlıyor musun?’ Hz. Hızır kuşun
sözlerini anlama bilgisinin verildiği birisiydi ve kuşun suyu gagalaması
Hızır’a göre bir konuşmaydı. Hz. Musa’nın ise bu hususta bilgisi yoktu. Hızır
Hz. Musa’ya Allah Teâlâ’nın kendisine verip Musa’nın bilmediği bilgiye sahip
olduğunu söylemişti.
Hz. Musa da Allah Teâlâ’nın ona
öğretip pek çok bilgi sahibi olmasına rağmen Hızır’ın bilmediği bilgiye
sahipti ve o bilgiler her birisinde ayrı ayrı bulunmaktaydı. Ardından şöyle
demiştir: ‘Benim bilgim ile senin bilginin Allah Teâlâ’nın bilgisinden
eksilttiği miktar, kuşun gagasıyla denizden eksilttiği kadardır.’ Bilindiği
gibi, gagada bir ölçüde su vardır. Hz. Musa ile Hızır’ın bilgisinin Allah
Teâlâ’nın bilgisiyle ilişkisi de o kadardır. Bu sayede Allah Teâlâ’nın
bilgisinden O’nun bildiği bir şeyi öğrendik. Öyleyse senin için neyin
gerçekleştiğini, neyin geride kalıp senin adına meydana gelmediğini iyice
incelemelisin! Belirli bir yönden doğru bir teşbih gerçekleşmişken bilginin
gerçekleşmediği yönden teşbih mümkün olamamıştır. Çünkü denizden meydana gelen
kısım sonluyken bilgiden meydana gelmeyen kısım sonsuzdur ve bu nedenle ancak
belirli bir açıdan misal verilebilmiştir. Biz gerçekte belirli bir şeyin
gerçekleşmiş olduğundan kuşku duymayız. Bununla birlikte manaların nefislerde
gerçekleşmesi -hangi şekilde olursa olsunsonlulukla nitelenemez. O manaları
bilen kişiden öğrenen insanın bilgisi onda bir şey eksiltmez. Aksine
kendisinden bir şey öğrenende bilgi gerçekleştiği gibi kendinde de aynı bilgi
kalmayı sürdürür. Bu mana iki mahalde birden ortaya çıkmıştır ve kendisinde bir
ortaklık meydana gelmiştir.
Duyuyla algılanan misallerde bu
hususu pekiştiren bir misal vardır. Şöyle ki: Fitiller vasıtasıyla ateşin
lambadan alınması ve onunla birden çok fitilin -sonsuz sayıdatutuşturulması
mümkündür. Bununla birlikte ışıktan hiçbir şey eksilmez, sadece (ışığın
vurduğu) kabilin istidadı nedeniyle aydınlanma gerçekleşir. Kendisinden alınan
şeyin istidadı ise bunu kabul etmemektedir. Lamba bulunduğu hal üzere lamba
olarak kalmayı sürdürür. Bazen âlem lâmbayla dolu olabilir. Aynı şey bilgi ve
öğrenme için geçerlidir. Bu genişlik ve hakikate mukabil, duyulur olan
böyleyken manalar hakkında ne düşünülebilir? Bizim Hakkın mertebesinde
hükümlerimiz bulunduğunu bilirsin. Bunlar efendilik, ibadet, istek gibi sonsuz
sayıda hususların kendilerine izafe edildiği hükümlerdir. İnsan Rabbi
karşısında nefsinin hallerini araştırdığında bunları görür. Bu nedenle Allah
Teâlâ kendisini isimler ve ahlak sahibi olarak tavsif etmiştir. Bunların
lafızları ve anlamları kuralcı-şekilci âlimler tarafından bilinirken Allah
Teâlâ ehli onlarla ahlaklanır ve bu sayede isimler kendilerine de verilebilir.
Nitekim Allah Teâlâ peygamberinden söz ederken ‘Müminlere
karşı raûf ve rahimdir’278 der. Allah Teâlâ kendisini
‘yaratıcıların en güzeli’, ‘şükredenlerin en hayırlısı’, ‘yardım edenlerin en
hayırlısı’ vb. tavsif etmiştir. Bütün bu isim ve niteliklerle Allah Teâlâ ehli
şeriatta belirlenmiş bir tarza ve Allah Teâlâ’nın onlar için belirlemiş olduğu
bir yolla nitelenir ve isimlenir, bu isimlenmeyi Allah Teâlâ’ya ‘yakınlık
vesilesi’ edinirler. Allah Teâlâ bizi kendi ehlinden kılsın! Bu ehliyet
sayesinde biz O’nu veli ediniriz. Allah Teâlâ ise kulları kendisinden talepte
bulunmak üzere nida ettiklerinde onlara icabet ettiği için biz de kendisinden
dilekte bulunduk. Allah Teâlâ bize gizli manalarımızda ve sırlarımızda tenezzül
eder, bizden bazı işleri ister. Bunları şeriatlar ve İlâhî haberler
bildirmiştir. Biz de sürade O’nun talebine koşar, onları kabul ederiz. Allah
Teâlâ nafile ibadetlerle kendisine yaklaştığımızda bizi sever ve hüviyetiyle
bizim duyma gücümüz, görme gücümüz ve bütün güçlerimiz olur. Allah Teâlâ bizi
-âlemdeki suretlerden farklı olarakkendi suretinde yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın
bilinen her bir ismiyle biz de zuhur ettik, her isim bize izafe edilmiş, bu
sayede O’nu (kalbimizde) sığdırdık. Allah Teâlâ bize edilgenlik (infial)
özelliği vermişken aynı zamanda varlıklara tesir etme özelliği de vermiştir.
Buradan bizim adımıza O’ndan meydana gelen tesiri ve hakka’l-yakin idrak
ettiğimiz hususları öğrenmiş olduk.
Biz yaratıcı bir zata dayanırız. O
bizden müstağniyken biz mümkün olmamız nedeniyle zorunlu bir şekilde O’na
muhtacız. Bu sayede O’nu bildik. Kendisine dayandığımız bu yönden O’nun bize
dönük bir nispeti vardır ye bu ‘nispet’ sayesinde dış varlıklarımız (sübût mertebesinde)
bulundukları duruma göre zuhur etmişlerdir; başka bir ifadeyle bizde bulunup da
kendisiyle nitelendiğimiz her özellikle birlikte ortaya çıkmışlardır. Allah
Teâlâ âlemdeki her bir şeyin suretinde bize tecelli ederek ‘Ey
insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’279 demiştir. Bu nedenle O’nun
karşısında huşuya kapılmış, O’nu (her şeyde) müşahede etmişizdir. Allah Teâlâ
mazharlarda ez-Zahir ismiyle zuhur eder. Bu nedenle âlemde O’ndan başka
gördüğümüz bir fail yoktur. Allah Teâlâ kullarının eserlerini ve onlardan
meydana gelen işleri talep ederken biz de O’nu tanıdık. Bununla birlikte söz
konusu işler de Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Nitekim ayette cSizden
mücahitleri ve sabredenleri öğrenelim, haberlerinizi sınayalım diye sizi
imtihan edeceğiz’280 buyurur. Allah Teâlâ kendisini
yaratılmışların nitelikleriyle niteleyerek bize tenezzül buyurmuş, biz de
kendisine nispet ettiği bu söze iman ve itimat ettik. Allah Teâlâ peygamberine
bize şöyle demesini vahyetmiştir: ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi O'na ibâdet et!’
Başka bir hadiste ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesindedir’ demiştir. Biz de
O’nu böyle tahayyül ettik. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde lamba bulunan bir fanusa
benzer. Fanus neredeyse tutuşan inci gibi bir yıldızdır. O mübarek bir zeytinden
yanar. Ne doğulu, ne de bâtılıdır. Onun yağı, kendisine ateş temas etmese bile
neredeyse tutuşmuştur. Nur üzerine nurdur.’281 Allah Teâlâ böyle buyurduğu için biz
de O’nu teşbih ettik. Allah Teâlâ ‘Her
nereye dönerseniz, O’nun yüzü oradadır’282 buyurmuş, yine de ‘kıble’ diye
adlandırdığı belirli bir cihete dönmemizi emretmiş, bizim için orada
bulunacağım beyan etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise
‘Kuşkusuz Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesindedir’ demiştir. Sonra bize kıbleye
dönerken, otururken, namaz kılarken saygı göstermemizi emretmiş, hacetimizi
giderirken kıbleye doğru dönmeyi yasaklamıştır; mecbur kaldığımızda ise imkân
ölçüsünde başka bir tarafa döner, yaptığımız iş nedeniyle de O’ndan bağışlanma
dileriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz böyle buyurunca, biz
de O’nun adına misal verdik.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem yolculuğa çıkarken ailesini kastederek ‘Allah Teâlâ’m! Sen yolculukta
arkadaş, ailede vekilsin’ demiş, ayette bize Allah Teâlâ’yı vekil edinmemiz
emredilmiş, bu nedenle biz de O’nu vekil edindik. Allah Teâlâ bize şah
damarımızdan daha yakın olsa bile O’nu göremeyiz. Bu nedenle O’nu yücelttik. Allah
Teâlâ bize kendisine delil teşkil eden ve yasaklarım bildiren şiarlarına saygı
göstermeyi emretmiş, biz de onlara saygı gösterdik. Allah Teâlâ, hareket
ederken ve dururken bize yakın olduğunu -ki onlarda biz Hakkı müşahede
ederizbildirmiş, biz de O’nu yücelttik. Allah Teâlâ bize hâcda tevhidini
birlemeyi ve tehlili emrettiği için, şirki O’ndan olumsuzlayıp O’nun varlığını
ispat ettik. Allah Teâlâ bize tehlili ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’
şeklinde öğretmiş, biz de kendisini tehlil ettik. Allah Teâlâ peygamberine ‘İnsanlara
haccı ilan et’283 diye
emrettiği için, biz de haccı beyan ettik. Allah Teâlâ bizde bizim vasıtamızla
zuhur etti, bize bizden yakın oldu. Biz de haber verdiği üzere bu ifadelere
iman ettik. Ardından ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’284 deyince biz de O’nu tasdik ve tenzih
ettik. Allah Teâlâ kitabının pek çok yerinde vaatlerinden, tehdidinden,
günahlarımızı affetmesinden ve kelamı kendisine izafe etmekten söz edince, biz
de O’nu tasdik ettik. Allah Teâlâ bize kendisini tanımayı emretmiş, O’nu
araştırmaya ve tanımaya ulaştıracak müstakil delilleri ortaya koymuş, bu sayede
O’nun Hakk olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum ayette ‘Onlara
ufuklarda ve nefislerde ayetlerimizi göstereceğiz3285 ayetinde belirtilir. Biz de bize
söylemiş olduğu hususlarda söz konusu delillerle istidlalle O’nu talep ettik. Allah
Teâlâ bizi talep ettiğinde veya bizim kendisini aramamızı talep ettiğinde O’nu
bulmamızın kaçınılmaz olacağmı bildirmiştir. O’nu bulmak ya vuslada veya aciz
olduğumuzu idrak etmekle gerçekleşir; her iki durumda da O’nu buluruz. Kendi
zannımıza göre Allah Teâlâ’nın bilgisine ulaşıp O’nu bulduğumuz halde ikrar
etmek istediğimizde, Allah Teâlâ O’nu bulduğumuz suretten başka bir surete
geçer ve biz de O’nu yitiririz. Ayette ‘Allah
Teâlâ’ya güzel borç veriniz’286 denilir. Borcun ‘güzel’ diye
sınırlanmış olmasıyla nimeti O’ndan görmenin kastedildiğini ve borcun her
durumda O’nun nimeti olduğunu bilmek demek olduğunu anladık. Bu bilgiyle
nimeti ve nimeti vereni tanıyınca, O’na ‘borç verdik’. Allah Teâlâ bize
âlemdeki tecelli suretlerinde zuhur etmiş, biz de kendilerinde göründüğü suretlerin
hakikatlerine göre O’nun hakkında hüküm verdik. Bu itibarla bazen bıkkınlık
gerektiren bir surette zuhur eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
der: ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz.’ Burada insanın bıkmasının Hakkı
bıktırabileceğine işaret etmiştir. Başka bir ifadeyle bıkmayı insan için
olumlamış ve olumsuzlamıştır. Bu durum ‘Attığında
sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’287 ayetine benzer. Bu bilgiye rağmen
O’nu bıktırdık. Biz kullarındaki sırlarına göre O’na muttali olduğumuz gibi O
da kullarının sırlarına onların bu hususta öğrendiklerine göre -yoksa bir
nispet olmaksızın bu sırları öğrenmeleri bakımından değilmuttalidir. Biz de o
sırlara muttali olduk, O’nu keşfettik.
Allah Teâlâ kıskançtır! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sahabeden Sa’d ile ilgili hadisinde buna dikkat
çekerek şöyle der: ‘Allah Teâlâ kıskançtır, kıskançlığının bir neticesi de
taşkınlıkları yasaklamasıdır.’ Biz de bunu dikkate alarak O’nu gizledik.
Ayette ‘Konuşmalarınızın
önünde sadaka verin’238 denilmiştir. Allah Teâlâ bizi
ardımızdan ihata ettiği için biz de O’nu perdeledik. Allah Teâlâ her şeyin
sureti olmak bakımından zuhurunun şiddeti ve fazlalığına rağmen kendisini
bizim için sır ve ahfa (sır ve daha gizli olan mertebe) mesabesine
yerleştirmiştir. Her şeyin sureti olmasına gelirsek, ayette ‘De
ki onları isimlendirin’289 buyurur. Buradan Allah Teâlâ’nın
gizlemeyi kastettiğini anladık ve biz de O’nu gizledik. Allah Teâlâ (yakın
semaya) tenezzülü esnasında şöyle der: ‘Dua eden var mı? Tövbe eden var mı?
İsteyen var mı? Bağışlanma dileyen var mı?’ Bunları dikkate alarak, biz de
O’na yükselmeye çalıştık (münazele). Allah Teâlâ bize kendisini müşahede
edebilelim ve bizi korusun diye bulunduğumuz her yerde olduğunu bildirmiş, biz
de O’nunla beraber olduk. Allah Teâlâ, bizi kendisinin zuhur ettiği her suretle
zuhur ettirmiş, kullarında kendisiyle göründüğü durumda o surete kendisini zait
saymadık. Bu nedenle O’na uyduk ve (belirlediği yerde) durduk. Allah Teâlâ
doğru sözlüdür ve ayette ‘Allah Teâlâ’yı unuttular’290 denilir. Bununla birlikte içimizden
âlim olanların O’nun her şeyin hüviyeti olduğunu bildiklerini de bilir ve bu
nedenle biz de O’na tavsif ettik (nispet). Allah Teâlâ, Yahudiler Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini bizim için nitele’ dediklerinde ‘De
ki O Allah Teâlâ birdir, sameddir, doğurmadı doğurulmadı, dengi yoktur’291 ayetlerini indirmiş, kendisini nispetlerle
tavsif etmiş, biz de bu ayetleri dikkate alarak, O’na nispetler izafe ettik.
Allah Teâlâ kendisini bizim için
birtakım isimlerle adlandırmıştır. Bunların manaları kendisinde bulunup fakat
farklılıklarıyla birlikte onlardan anlaşılan manalar yönünden zatının aynı
olmayan isimlerdir. Bu nedenle biz de O’nu bu isimlerle niteledik. Allah Teâlâ
kendisini O’nda bulunması mümkün olmayıp ancak nispet ve izafet anlamı
taşıyabilecek isimlerle de isimlendirmiştir. Misal olarak el-Evvel, el-Ahir,
ez-
< .. t t t
Zahir, el-Batın, el-Gani, el-Ali gibi isimleri verebiliriz.
Biz de O’nu bu
isimlerle niteledik. Ayette ‘O ikisinde
Allah Teâlâ’dan başka ilahlar bulunsaydı, bozgunculuk yaparlardı’292 denilmiş, (tevhidin) illetine dikkat
çekilmiş, biz de O’nu birledik. Allah Teâlâ amâ’da bulunmuş, Arş’a istiva
etmiş, bizi de zikrin bize inmesini talep edeceğimiz hallere sahip olarak
yaratmıştır. Bu itibarla zikir O’nun kelamı ve sıfatıyken sıfat da sahibinden
ayrılamaz. Binaenaleyh zayıflığımız nedeniyle zikri bize inmiştir. O’nun kelamı
bize inince, kalplerimizle O’nu talep ettik ve O’nu belirli bir organa
indirdik. Hakkın kendisi için belirlemiş olduğu özel mekânlara O’nu
indirdiğimizde, sınırlamış olduk. O’nu yerleştirdiğimiz mekânda an be an
sürekli kalması itibarıyla O’nu tutan olduk. Allah Teâlâ el-Hayy olup kendini
el-Muhyi (hayat veren) diye isimlendirmiş ve bizi ölü bir şehre döndürmüştür.
Bu nedenle bizi diriltmesi için O’na dua ettik. Allah Teâlâ kendisine nispet
ettiğimiz bu şifadan bize gösterdiğinde ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’293 ve ‘Rabbin
onların nitelemelerinden münezzehtir’29,1 ayetlerine göre kendisini tenzih ve
tespih ettik. O’ndan ve peygamberinden gelen her türlü tespih bu kısma girer ve
bu nedenle O’na dair tavsif ve nitelemeleri reddettik.
Allah Teâlâ bizde ortaya çıkmasını
irade ettiği bir hikmet nedeniyle uzak ve yakın mekândan bize nida etmiş, biz
de O’na icabet ettik. Allah Teâlâ bizi imtihanlarda sınayınca, biz de O’na
hakkımızda bilgi verdik. Allah Teâlâ kendisine iltica eden ve zorda kalan
hasta kulunun kalbinde bulunduğunu söyleyince, biz de hastayı ziyaret ettik. Allah
Teâlâ bizden serabı su zanneden susamışa su vermemizi istemiştir. Böyle biri
serabın yanına geldiğinde, orada hiçbir şey bulamaz. Bu nedenle biz de ona su
verdik. Allah Teâlâ bizden acıkanı yedirmemizi isteyince, biz de onu yedirdik.
Binaenaleyh Allah Teâlâ bizi her türlü önemli işe ve konuya çağırmış, biz de
zayıflardan sıkıntıyı kaldırması için O’na yakardık. Biz Allah Teâlâ’ya O’nun
emriyle ‘Bizi bağışla, bize merhamet et, bize yardım et’ gibi emir kiplerinde
niyaz ettik. Bunun yanı sıra ‘Unutursak ve hata
edersek bizi cezalandırma, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi yük yükleme,
bize takatimiz yetmeyen işleri yükleme’295 diyerek O’na böyle ‘yasaklar’
koyduk. ‘Allah Teâlâ bizi başta var ettiği gibi tekrar yaratmayacak’ diyerek
O’nu yalanladık; ‘Allah Teâlâ’nın eşi ve çocuğu vardır’ diyerek O’na
saygısızlık ettik. O’nu yalanlayarak ve saygısızlık ederek O’na eziyet ettik. Allah
Teâlâ bize bildiği birtakım hususları sorunca, biz de haber verdik. Allah
Teâlâ’nın yüce kelamını gündüz okuyarak O’nunla sohbet ettik; gece karanlığında
okuyarak da O’nunla gece sohbeti ettik (müsamere). Namazda ise bir biz söyleriz
bir O ve böylece münacat ederiz. Ailemizden ayrılıp yolculuğa çıktığımızda,
O’nu yerimize vekil bırakırız. Bizden dinine yardım isteyince O’na yardım
ederiz. Görünür ve görünmez varlık olarak O’ndan başkasını aramayıp her durumda
O’na dayandığımız için, kendisini elde ettik. Nefislerimizin muhasebe ederek
-ki Allah Teâlâ seriü’l-hisab, yani hesabı çok hızlı görendirbu hususta
kendisini geçtik.
Bizi İlâhî huzura taşıyacak ve O’nun
mertebesinde iyilik kazandıracak korkan, yoksul, tükenmiş vb. bir takım
isimlerimizle O’nun mukabili olduk. Hakkın bizim duyma ve görme gücümüz olması
itibarıyla, biz O’nu gördük. Bizi kendisine ibadet edelim diye yaratması
nedeniyle O’na ibadet ettik. Bizim için hükme bağladığı umre nedeniyle O’nu
ziyaret ettik. Hac yapalım diye bizi çağırdığı evinde O’na yöneldik ve O’nu
arzuladık. Bütün arzularımızı O’ndan talep ettik. Bunun nedeni Allah Teâlâ’nın
kendisini -diğer isimlerle değil desadece esma-i Hüsna ile tavsif etmesiyle
ilgilidir. Bütün isimler O’nun olmakla birlikte Allah Teâlâ kendisine nispet
ettiklerini ‘hüsna’ diye niteleyerek ayrıştırmıştır. O hüviyeti ve zatı
itibarıyla Allah Teâlâ; her şeyi kapsayan rahmeti itibarıyla Rahman; tövbekâr
kulları için kendisine zorunlu kıldığı rahmeti itibarıyla Rahîm; yaratıklarının
maslahadarını var etmesi itibarıyla Rab; göklerin ve yerin mülkünün sahibi
olması itibarıyla el-Melik’tir. Çünkü O her şeyin rabbi, meliki ve ‘Allah Teâlâ’yı
hakkıyla takdir edemediler’296 ayetine göre el-Kuddûs’tur. O
kendisini her vasıftan tenzih etmiştir. Allah Teâlâ kullarının kendisine
nispet ettikleri ve nahoş bulunan her nitelikten uzak anlamında es-Selam;
kullarını tasdiki ye kendisiyle yaptıkları sözleşmeyi yerine getirdiklerinde
onlara eman vermesi itibarıyla el-Mii’min; lehlerinde veya aleyhlerinde olmak
üzere, bütün hallerinde kulları üzerinde hüküm sahibi olması itibarıyla
elMüheymin; O’nu yenmek isteyene galip gelen el-Aziz’dir. Allah Teâlâ ulaşılmaz
kutsiyetinde bulunması nedeniyle kimsenin karşı koyamayacağı ve yenemeyeceği
yüce zattır; herkes O’nun kabzasının altındadır. Allah Teâlâ kullarını icbar
ettiği zorluk ve iradelerindeki zorunluluk nedeniyle el-Cebbar; kendilerine
tenezzül etmesiyle ilgili olarak zayıf nefislerde meydana gelen düşüncelere
karşı el-Mütekebbir’dir.
Allah Teâlâ rükünlerden türeyenleri
var etmesi bakımından el-Bari, hebada açtığı ve tecelligahların gözlerine
gösterdiği suretler itibarıyla elMusavvir’dir; onlar kendisine nispet edilip
bilinen veya bilinmeyen, bir kısmı ihata edilmiş, bir kısmı ihata edilmemiş
suretlerdir. Allah Teâlâ mümin kullarının günahlarını örtmesi bakımından
el-Gaffar, (bu işin kendisine) kolay gelmesi itibarıyla el-Gafır, var
olanlardan veya başka şeylerden çektiği perdeler nedeniyle el-Gafur’dur. Allah
Teâlâ karşısmda cahilce didişip tövbe etmeyenlere karşı el-Kahhar, verdiği
nimetler nedeniyle el-Vehhab’dır. Allah Teâlâ bir karşılık veya şükür meydana
gelsin diye vermez: O kullarının istediklerini cömertçe verendir. Allah Teâlâ
şükredilsin diye dilekten önce veren el-Cevâd’dır. Kullar şükredince, Allah
Teâlâ da verdiğini arttırır. Kullan O’nu zikreder, Allah Teâlâ da onları ödüllendirir.
Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verip hakkını ödemesi nedeniyle esSahî;
maden, bitki, hayvan ve -küfür veya iman şartı olmaksızıntüm insanların
rızıklarını veren er-Rezzak’tır. O nimet, ceza ve azap kapılarım açan
el-Fettah, malumları bilen el-Alim, kendini bilen el-Alîm, gaybı bilen
el-Allam’dır. Binaenaleyh bilgi özel bir taalluk ve ilgi demekken gayb
sonsuzdur. Buna mukabil, bazı akılcıların ileri sürdüğü gibi, varlık görmenin
ve müşahedenin sebebi olunca şahadet âlemi sonludur. Her durumda şahadet gayba
göre daha özel ve dardır. Bazıları şöyle demiştir: Görebilmehin sebebi,
görünenin istidadıdır. Demek ki Hakk’tan ve mümkünlerden var olan veya
olmayanlardan başka görülen bir şey yoktur; muhal, yani imkânsız ise görmek
veya şahadetin altına girmeksizin gaybde kalır.
Allah Teâlâ eşyanın O’nun kabzasında
bulunması ve sadakanın Rahman’ın eline düşüp Rahman’ın onu kabzetmesi
bakımından elKâbız’dır. Bütün yeryüzü O’nun kabzasındadır. O taşkınlığa yol açmayacak
şekilde rızkı yayması itibarıyla el-Bâsıt’tır; kastedilen belli bir ölçüde
vermektir. Allah Teâlâ kullarını imtihan etmek ve onların maslahatını gözetmek
üzere verdiklerinden dilediği kısmı çekip alabilir, dilediğini ise yayar;
rızkı yayması da sınanma ve maslahatı içerir. Elinde terazinin bulunması
bakımından er-Refî’dir; adilce yükseltir ve alçaltır! Mülkü dilediğine vermek,
dilediğini aziz kılmak, dilediğini zengin kılmak özelliğiyle el-Hafid’dir.
Dilediğinden mülkü çeker alır, dilediğini zelil ve dilediğini muhtaç kılar.
İyilik O’nun elindedir. O da mizan, yani terazi demektir. Böylece Allah Teâlâ
hakları sahiplerine öder. Burada bir ihsan muamelesi söz konusu değildir,
çünkü hakları ödemek, ihsan içinde daha özel bir durumdur.
Allah Teâlâ el-Muiz ve el-Muzil’dir.
Kendine itaat ettirerek aziz kılar, muhalefet edeni zelil kılar. Dünyada
verdiği malla zelil kılarken, bazı kimseleri imanla aziz eder. Bazı insanları
başkanlık, valilik görevi veya sözünün ve kudretinin nüfuzuyla tahakküm sahibi
kılarak aziz eder. Allah Teâlâ zorbaları ve büyüklük taslayanları dilediği
şekilde zelil kılar. Dünyada bazı müminleri zelil kılar ki, ahirette aziz
etsin! Allah Teâlâ dünyada imanları ve itaatleri nedeniyle zelil olanları
ahirette aziz kılar. Allah Teâlâ ihtiyaçlarım karşılaması için dua ettiklerinde
kullarını duyan esSemi’dir ve onlara bu ismiyle karşılık verir. Çünkü Allah
Teâlâ duymayı tarif ederken ‘Duymadıkları
halde duyduk diyenler gibi olmayın’297 buyurur. Bilindiği üzere, onlar
Hakkın davetini kulaklarıyla duymuş, fakat davet edildikleri hususa icabet
etmemiş kimselerdir. Allah Teâlâ da es-Semi’ olması itibarıyla onlara böyle
icabet eder. Kullarının işlerini gören olması itibarıyla el-Basir’dir. Hz.
Musa’ya ve Harun’a ‘Sizinle beraberim, görürüm ve duyarım’298
diye hitap etmiştir. Başka bir ayette yine o ikisine cKorkmayın’299
diye hitap etmiştir. Allah Teâlâ’nın görmesi emniyet verir ki zaten görmenin
anlamı da budur, yoksa Hakk sadece görüp müşahede etmez. Çünkü Allah Teâlâ
ister kişiye yardım etsin, ister başarısız kılsın, ister inayet etsin veya
ihmal etsin, gerçekte onu görüyordur. Allah Teâlâ kıyamette kulları arasında
hüküm vermesi bakımından ve dünyada ise meşru hükümler ile akılla belirlenmiş
yasaları inzal etmiş olması bakımından el-Hakem’dir. Bütün bunlar, el-Hakem ve
el-Adl isimlerinden kaynaklanır. Allah Teâlâ hakkaniyetle hüküm verir ve ‘hanif
dinini icra eder. ‘De ki Rabbim Hakk ile hüküm ver.’300
Haniflik ise Hakka yönelmek anlamındadır, çünkü Allah Teâlâ hevanın kendisine
uyanlarda bir hükmü olduğunu söylemiştir; heva ona uyanları Allah Teâlâ’nın
yolundan uzaklaştırır.
Allah Teâlâ kullarına karşı el-Latif
tir, çünkü onlara nahoş ilaçlarda mündemiç afiyeti ulaştırır. Bu itibarla
(el-Latif ismini anlamak için) şifa ve afiyet içeren fakat acı veren ilaçlardan
daha gizli bir misal vermek pek mümkün değildir. Öyle bir ilacın kullanımı
esnasında bir tesiri olmasa bile, onu kullanılırken kendisinde şifanın
bulunduğunu, fakat latifliği nedeniyle acı ilaçtaki şifayı fark edemediğimizi
anlarız. Allah Teâlâ’nın latifliğinin bir yönü de varlıkların fiillerine
sirayetidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi
yarattı’301
ayetinde belirtilir. Biz amelleri yaratılmışlardan ortaya çıkarken görürüz.
Biliriz ki gördüğümüz amellerin yapıcısı bizzat Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh
latif olmasaydı Allah Teâlâ müşahede edilirdi. Allah Teâlâ kullarını sınadığı
işlerden dolayı el-Habir’dir. Bu bilgi edinmenin ve sınamanın bir tarzı da ‘Ta
ki bilelim’302
ayetinde belirtilir. Burada bilginin hâdisliğini, O’na nispet edilip
edilmeyeceğini görürüz. Aynı şekilde bu latifliğe bakmak gerekir. Bu nedenle
elHabir ismi el-Latif e bitiştirilerek ‘el-Latifu’l-Habir’303 denilmiştir. Allah Teâlâ ihmal
etmeksizin mühlet veren anlamında el-Halim’dir. el-Halim bilgisizce kötülük yapanı
sürade cezalandırmaz. Hâlbuki insan bilgi öğrenme gücüne sahiptir, sorabilir ve
öğreninceye kadar araştırabilir. Allah Teâlâ kendisini bilenlerin kalplerinde
el-Azîm’dir. Kullarından artırmasını istediği ve kendilerine teşekkür etmesine
vesile olan işler nedeniyle eş-Şekûr’dur. Allah Teâlâ onlardan (kendilerine
teşekkür etmesine vesile olan) işleri artırmalarını ister. Bunlar kendisine
itaat edip emir ve yasakları söz konusu olunca sınırlarında durup kurallarına
uymalarıdır. Bu durum ‘Şükrederseniz, arttırırım’304 ayetinde ifade edilir. Allah Teâlâ
kullarına da böyle muamele eder. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ eş-Şekûr
olması, itibarıyla kendilerine teşekkür ederken işlerinde mübalağalı
davranmalarını talep eder.
Allah Teâlâ işinde ve zatında hâdislik
özellikleriyle yaratılmışların niteliklerinden münezzehliği anlamında el-Alî,
müşriklerin ortaya koydukları ilahlara karşı el-Kebir’dir. Bu nedenle Allah
Teâlâ dostu Hz. Halil İbrahim sahih inancıyla birlikte kavmine karşı delil
getirirken Allah Teâlâ ilah sayılan puriarı kırıp onları param parça edendir
demiştir. Hâlbuki onun kavmi putlar için ‘Biz
onlara ancak bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’305 demiş, büyüklüğü ilahlarma mukabil Allah
Teâlâ’ya nispet etmiş, Hz. İbrahim ise ‘Bu
işi onların büyükleri yaptı’306 demişti. Burada vakfe vardır, sonra
ayet ‘Budur, onlara sorun, konuşabilirlerse’307 diye devam eder. İlahlar
konuşabilselerdi, kul olduklarını itiraf ederlerdi. Allah Teâlâ el-Kebir,
el-Alim, el-Azim ve varlığı koruyan anlamında el-Hafız’dir. O ‘her
şeyi ihata edendir.’308 Allah Teâlâ varlıklarını . korumak
üzere eşyayı ihata etmiştir, çünkü eşya, varlığı kabul ettiği gibi yokluğu da
kabul eder. Allah Teâlâ kimi var etmek isterse onu var eder ve onun varlığını muhafaza
eder; kimi var etmek istemeyip yoklukta bırakmak isterse onun için yokluğu
korur ve muhafaza eder. Yokluk onun adına korunduğu sürece, o şeyin var olması
mümkün değildir. Allah Teâlâ o yokluğu belli bir süreye kadar veya sürekli
muhafaza eder.
Allah Teâlâ el-Mukît’tir. Bu ilâhî
isim yeryüzünde takdir edilen besinlerle göklere vahyedilen emirlerle
ilgilidir. el-Mukît beslenenin her varlığın gıdasını belli bir ölçüye göre
verir. O el-Hasib’dir. Bu isim nankörlüğüne karşı nimetlerini göstermek üzere bir
bir saydığında zuhur eden isimdir. Bununla beraber hilmi ve keremi nedeniyle
seni cezalandırmaz. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ her şeye karşı sana yeterli
anlamında el-Kâfi’dir. O’ndan başka ilah yoktur. O el-Âlim, el-Hakim,
elCelil’dir. Allah Teâlâ vardı, gözler ve kalp gözleri O’nu idrak etmemişti.
Binaenaleyh Allah Teâlâ Alî, yani yüce olmuş sonra tenezzül etmiştir. Öyle ki
bulundukları her yerde şanına yaraşır bir tarzda kullarıyla beraber olduğu
belirtmiştir. Bü itibarla kuluna şöyle diyecek derecede aşağı iner: ‘Hasta
oldum, beni ziyaret etmedin; acıktım beni doyurmadın, susadım, bana su
vermedin.’ Allah Teâlâ kullarının karşısında kendisini kulları mesabesine
yerleştirmiştir ki, o da bu ilâhî ismin hükmüdür. Allah Teâlâ yaratıklarının
korumasının gerekliliği üzerinde olduğu için erRakîb’dir. Bu koruma O’na ağır
gelmez. Kullarına da onları murakabe ederken O’ndan hayâ etmelerini
öğretmiştir. Hayâ ettiklerinde
Allah Teâlâ onları yasakladığı yerde
bulmaz, emrettiği yerde bulur. Allah Teâlâ dua edene icabet eder; bunun nedeni
kendilerine yakınlığı ve kullarının duasmı duymasıdır. Nitekim kendinden söz
ederken ‘Kullarım beni sana sorarlar, ben
onlara yakınım, dua edenin duasını kabul ederim’309 buyurarak kendisini konuşan diye
nitelemiştir, çünkü icabet eden konuşur; bu bağlamda konuşma ‘efendim’
demektir.
Allah Teâlâ her şeyi kuşatan
rahmetini yayması itibarıyla ikramı geniş olan el-Vasi’dir. Bu rahmet
yaratılmıştır ve onunla her şeye merhamet etmiş, kullarına karşı olan gazabını
izale etmiştir. ‘Benim rahmetim her şeyi
kuşatmıştır’310 ayetiyle ‘Her şev helak
olacaktır, vechi müstesna’311 ayetlerinde düşünen kimseler için
garip sırlar vardır. Allah Teâlâ her şeyi menziline yerleştirmesi bakımından
el-Hakim’dir. O her şeyi yerli yerine yerleştirmiştir. ‘Kime
hikmet verildiyse, ona çok iyilik verilmiştir.’312 Kendinden haber verirken de bütün
hayrın elinde olduğunu söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Bütün hayır (iyilik) senin ellerindedir’, deyip geride hiçbir şey bırakmamış,
ardından ‘kötülük sana ulaşamaz’ demiştir.
Allah Teâlâ el-Vedûd’dur. el-Vedûd
kullarındaki sevgisi sabit olan demektir. Onların günahları Hakkın ezeli
sevgisine tesir edemez, çünkü bu sevgi onlara ezeli kaza’nın ve kaderin
hükmüyle ulaşmıştır; yoksa onları uzaklaştırmak ve kovmak üzere kendilerine
ulaşmamıştır. ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlasın diye...’313 Burada mağfiret Allah Teâlâ’nın
sevdikleri adına öne geçmiştir. O şerefle nitelenen her şeye karşı üstünlük
sahibi olması bakımından el-Mecid’dir. Âlemin değeri ve şerefi Allah Teâlâ
tarafından yaratılıp O’na nispet edilmesine bağlıdır. Demek ki âlemin değeri
kendinden kaynaklanmaz; değerli olan, gerçekte, zatı gereği değerli olandır ve
o da ancak -genelde ve özeldeAllah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ el-Bais’dir. el-Bais
genel ve özel anlama sahiptir: Genel anlamı mümkünlerin yokluktan varlığa
gönderilmesi demektir. Bu göndermenin farkına ancak ‘mümkünlerin sabit
hakikatleri vardır’ diyenler varabilir. Bununla birlikte bu görüşü kabul
edenler de işaret ettiğimiz hususu fark etmeyebilir. Varlık Hakkın kendisi
olunca, onları ancak el-Bais ismiyle göndermiştir. Bunun yanı sıra özel
anlamda göndermek, hallerde ortaya çıkabilir. Misal olarak peygamberlerin
gönderilmesini verebiliriz. Ayrıca uyku ve ölüm vaktinde dünya hayatından
berzah âlemine, oradan kıyamete gönderilirler. Âlemde hal veya varlıklarda
gerçekleşen her tür gönderme, el-Bais isminden ortaya çıkar. Bu yönüyle
el-Bais Hakkın kullarına bildirdiği isimlerin arasında en sırlı olanlarından
biridir.
Allah Teâlâ eş-Şehid’dir. Yani
kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik edendir. Bunun yanı sıra kullarının
iyilik ve mutluluğunun bulunduğu işleri görendir. Onlar, Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine itaat edip güzel ahlaka uygun davranarak bu saadete ererler.
Bununla birlikte Allah Teâlâ onların işledikleri günahları, hataları ve kötü
ahlakları görendir. Bu sayede onlara kerem ve ihsanını gösterir, onları
bağışlar, affeder. En sonunda kullar Allah Teâlâ’nın katında merhamete mazhar
olurlar ve onun kapsayıcıhğına dâhil olurlar, çünkü onlar da rahmetin kapladığı
eşya kapsamındadırlar. Binaenaleyh ‘muhalefet’ diye isimlendirilen bu şeyleri Allah
Teâlâ yokluktan varlığa ancak rahmetiyle çıkarmıştır. Öyleyse eşya rahmetten
yaratılmış, onların bulunduğu mahal ise onların varlık sebebi olmuştur, çünkü
günah kendi başına var olamaz, ancak günah işleyende var olabilir. Kuşkusuz
günahların da rahmetten var olduklarını ve yaratıcılarının hamdini tespih
ettiklerini öğrenmiş oldun! Bu itibarla günahlar kendisinde bulunup da ortaya
çıktıkları yer ve kişi adına istiğfarda bulunurlar; çünkü onlar Hakk varlıkta
kendi başlarına bulunamayacaklarını bilirler. O Hakkın varlığı ‘Bâtılın
önünden veya ardından giremediği’314 şeydir. ‘Önünden’ ifadesi ‘iki
elimle yarattığım’ ayetine atıf yaparken, ‘ardından’ ise Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’nın ardında bir gaye yoktur’ hadisine atıf
yapar. Bu hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem arka yönü Allah
Teâlâ’ya nispet etmiştir. Bu anlamda ‘arka’ yokluktan meydana gelmeyen veya
kendisinden sonra yokluk gelmeyen varlık demektir. Yaratılmış olan ise öyle
değildir; yaratılmış, bir yokluktan meydana geldiği kadar onun ardından da
farkında olunmayacak şekilde yokluk meydana gelir. Çünkü varlık ve yaratma
kesilmez. O halde âlemde ancak -dünya ve ahirette bir sona ve kesintiye
uğramaksızınvarlık ve müşahede vardır. Bu sayede varlıklar ortaya çıkar ve
görülürler.
Allah Teâlâ el-Vekil’dir. O kulların
maslahatlarını gözetsin diye vekil edindiği kimse demektir. Kulların
maslahadarını gözetmenin bir yönü ise onlara belirli bir ölçüde sadaka vermeyi
emretmiş olmaktır. Allah Teâlâ kullarını kendisini vekil edinmelerinden sonra
halife olarak atamıştır. Mallar bir şekilde O’na ait iken insanları o mallarda
halife kılmıştır. Bu durumda mallar bir açıdan da kullara aittir. Onlar ise
malları gözetirken Allah Teâlâ’yı vekil atamışlardır. Binaenaleyh mallar
menfaaderi bakımından kendilerine aitken hamdini tespih etmeleri bakımından da
Allah Teâlâ’ya aittirler. Kim tespihi dikkate alırsa, 'Allah Teâlâ âlemi
kendisine ibadet etsin diye yaratmıştır’ der; kim menfaati dikkate alırsa ‘Allah
Teâlâ âlemi birbirlerine menfaat versin ve fayda sağlasınlar diye yaratmıştır’
der. Bu konuda ilk fayda, yaratmadır. Allah Teâlâ bir yeri ancak bir yerde var
olabilecek varlıkların kendisinde bulunup o yerden faydalanmaları için
yaratmıştır. Kendi başına var olmayan arazları ise arazların kendisinde
bulunmasına muhtaç cevherin menfaati için yaratmıştır. Bu cevher arazlardan
yoksun kalamaz. O halde cevher-arazlardan her birisinin yaratılışı bir açıdan
ötekine bağlıdır. Bu itibarla ortada gerçekleşmesi imkânsız sayılacak bir
devir/totoloji yoktur.
Allah Teâlâ el-Kavi ve el-Metin’dir.
Bu isim bazı mümkünlerde, hatta bütün mümkünlerde bulunan izzete karşı kuvvet
sahibi olmak demektir. Mümkünlerdeki bu izzet, zıdarı kabul etmemek demektir.
İlahi kuvvetin bir tezahürü ise hayal âlemini yaratmış olmasıdır. Zıdarı
birleştirmek, hayal âleminde ortaya çıkar, çünkü duyu ve akılda iki zıddı
birleştirmek mümkün değilken hayalde böyle bir durum imkânsız sayılamaz. O
halde el-Kavi’nin otoritesi ve kuvveti ancak hayal gücünün yaratılışında ortaya
çıkmış, hayal âleminde görünmüştür. Hayal âlemi (zıtları kendinde toplayan)
Hakka delil olmak bakımından en tam ve yakın delildir: Hakk ‘el-Evvel,
el-Ahir, ez-Zahir ve elBdtm’dır.315 Ebu Said
el-Harraz’a ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ diye sorulunca, ‘iki zıttı
birleştirmesi özelliğiyle bildim’ demiş, sonra bü ayeti okumuştur. Bu
nispetler aynı hakikate sahip değillerdir, aksi halde onda bir fayda olmazdı.
Bu itibarla nispeder inkâr edilemez: Bir şahsın birçok nispeti olabilir ve söz
gelişi baba, oğul, amca, dayı vb. nispedere sahip olabilir; hâlbuki o
kendisidir, başkası değildir! O halde gerçekte (ilâhı) sureti haiz olan şey,
hayaldir. Bu durum kimsenin inkâr edemeyeceği bir vakıadır. Herkes kendinde
bunu bulur, uykusunda görür; herkes varlığı imkânsız bir şeyi mevcut olarak
görebilir. Kendinden bunları görünce ‘Hiç
kuşkusuz Allah Teâlâ rızık veren, metanet ve kuvvet sahibidir’316 ayetinin farkına varırsın.
Allah Teâlâ el-Veli’dir; el-Veli
kendisine yardım edene yardım eden demektir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın
yardımı bir ödüllendirmedir. O’na iman eden kişi, hiç kuşkusuz, O’na yardım
etmiş demektir. Mümin Allah Teâlâ’nın yardımını ‘zorunluluk’ yoluyla elde eder,
çünkü Allah Teâlâ ‘Müminlere yardım üzerimize bir
haktır’317
buyurur. Bu Hakk rahmetin O’nun üzerine zorunlu olmasına benzer. Allah Teâlâ ‘Rabbiniz
kendisine rahmeti yazmıştır, kim bilmeden kötülük yapar, ve sonra da tövbe eder
ve durumunu düzeltirse...’318 buyurur. Rahmetin genişliği ne kadar
çoktur. Öyleyse Allah Teâlâ’nın yardımı vücub (zorunluluk) rahmetine benzerken
(her şeyi kuşatan) geniş-ihsan rahmetinden ayrıdır. Allah Teâlâ’nın bize bildirmiş
olduğu hususlarda şarta bağlanmayan bir yardım görmedik. İlahi yardım ya
imanla veya ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, o
da size yardım eder’319 ayetindeki gibi şardı
zikredilmiştir. Belirli vakiderde müşriklerin müminlere galip gelmesi hakkında
burada İlâhî bir sır vardır ki düşünürsen -Allah Teâlâ’nın izniyleöğrenirsin.
Bu ayeder inanalım diye gelmiştir. Bununla birlikte iman sahibinde
güçlendiğinde, zayıf olana göre yardım gerçekleşir; terazi ise bunu izhar eder.
Bu sözüm ‘Bâtıla
iman edenler...’320 ayetine
dayanır. Ayette Allah Teâlâ onları ‘mümin’ diye isimlendirmiştir. Onların
bâtıla iman etmiş olmaları, ‘bâtıl’ olmak bakımından ona iman etmek değildir.
Onlar bâtıla hakikat ehlinin hakikate inandıkları gibi iman etmişlerdir. Ayette
iman onlara nispet edilmiş, gerçekte inandıkları şey inandıkları surette ve
tarzda olmamıştır. Allah Teâlâ onların inandığı şeyi -onların zanları bakımından
değilgerçekteki durumuna nispede bizim için ‘bâtıl’ diye adlandırmıştır.
Allah Teâlâ el-Hamid’dir; el-Hamid öven
herkesin diliyle ve O’nun kendi (kendini övmesiyle) övülenin Hakk olması
demektir. Aynı zamanda Allah Teâlâ kendisini övmesi ve övülmesi bakımından da
övülendir. Bütün övdüğü sonuçlan O’na döner. Allah Teâlâ el-Muhsi’dir. Yani
harfleri ve varlıkları sayıca sayandır. Sonluluk ancak var olanlarda olabilir
ve bu sayede onlar sayılır Hakk gelir. Bu şeylik, ‘varlık şeyliği’ demektir.
Ayette ‘Her şeyi sayıca saydı’321 denilir. Allah Teâlâ el-Mübdi’dir;
el-Mübdi yaratılmış olanları ikinci mertebede yaratan ve yaratılışlarını
başlatan demektir. Bu itibarla âlemde ortaya çıkan her şey Allah Teâlâ
tarafından bu ikinci mertebede yaratılmıştır ve üçüncü bir mertebe yoktur.
İkinci mertebe sonra gelen mertebe anlamında el-Ahir iken birincisi Hakkın
mertebesidir. Allah Teâlâ el-Evvel, yaratılmış olan varlığı itibarıyla hiçbir
zaman evvel olamaz; onun mertebesi ahir’dir (sonra gelen, ikinci). Hakk bu
mertebede onunla beraberdir, çünkü Allah Teâlâ bulundukları her yerde âlemle
beraberdir. Hiç kuşkusuz Hakk (ve âlem) ‘Ahir’ diye isimlendirilmiştir, bunu
bilmelisin!
Allah Teâlâ el-Muid’dir. Allah Teâlâ
yaratıcı, fail ve amel edici olması itibarıyla fiili yenileyendir (iade eden).
Allah Teâlâ bir şeyi yaratıp onu tamamladığında başka bir şeyi yaratmaya
geçer, çünkü âlemde tekrarlanan bir şey yoktur: Her şey meydana gelen
benzerlerden oluşur. Her şey yeniden yaratılan şeyler ve var olan varlıklardır.
Allah Teâlâ el-Muhyi’dir. Allah Teâlâ sabit her hakikate varlık vererek hayat
kazandırır. Onlarm özelliği yaratmaya kabiliyedi olmaktır. Allah Teâlâ var
olurken o şeyi yaratır, elMumit’tir. Allah Teâlâ yarattığını var olma
zamanından sonra gelen ikinci zamanda öldürür. Onun varlığı bundan çok
değildir. Bir şeyin varlık halinden sonra varlıktan ayrılıp (başka bir âleme)
intikal etmesi, ‘ölüm’ diye isimlendirilir. Bazen varlık .önceki sübûttaki
hükmüne döner, artık fariğ kalmaksızın onun tekrar var olması imkânsızdır.
Nihayet olmadığı için fariğ de kalamazlar.
Bu bölümü yazarken evin duvarlarından
birisinden bir beyit okunduğunu işittim. Kimin okuduğunu görmüyordum, fakat
sesini duyuyor, kime hitap ettiğini de bilmiyordum:
Tavsiyemi dinle,
hoş birisin sen!
Yerleştiğin evin nedeniyle kazançlısın ~
Sen öyle birisin ki
Nasihatleri kabul
edersin
Evin yakınında biri
nida etti
Bir sayha duyuldu
orada
Seni ona
davet etmişti ,
.
Yüz çevirme, icabet
et .
Sana bir elçi geldi
En güzel hediyeleri getirdi .
.
Rabbine kavuşmakla
ilgili
Bütün maslahat
zaten ondadır
O Allah Teâlâ’yı görmeye nispetle
yakınken bize nispetle uzaktır. Böyle bir duruma misal olarak miraçlar
hakkında söylemiş olduğu ‘Onları uzak görürsün ve yakın
görürsün’322 ayetini
verebiliriz. Allah Teâlâ kendisi nedeniyle el-Hayy’dır. Bu isim sayesinde ancak
hayat sahibi birisinde bulunması mümkün olan vasıflar ve nispetler sahih ve anlamlı
olabilir. O el-Kayyum’dur; el-Kayyum kazandığı her iş karşılığında her nefsin
üzerinde kaimdir. Allah Teâlâ el-Vâcid’dir; el-Vâcid (bulan) talep ettiğini
hakkı nedeniyle talep eden demektir. Bu itibarla kaçan kişiyi yitirmediği gibi
O’nu bilmek isteyen de kendisine ulaşamaz. Allah Teâlâ ilahlığı itibarıyla
el-Vahid’dir. O’ndan başka ilah yoktur. Allah Teâlâ es-Samed’dir: Bütün işlerde
O’na dönülür ve bu nedenle Allah Teâlâ’yı vekil edindik. Allah Teâlâ
el-Kâdir’dir. O’nun kudreti kudretinin kendilerinde ortaya çıkmasını irade
ettiği kabiliyetlere nüfuz eder. Allah Teâlâ ellerimizle yaptığımız işlere
karşı el-Muktedir’dir. İktidar Allah Teâlâ’ya aitken amel bizim ellerimizden
çıkar. Bu itibarla âlemdeki her elin bir ameli vardır. Demek ki her el Allah Teâlâ’nın
elidir, çünkü iktidar, sadece O’na aittir. Allah Teâlâ kendisi nedeniyle
el-Kâdir, bizim vesilemizle el-Muktedir’dir. Allah Teâlâ el-Mukaddim ve
el-Muahhir’dir. O dilediğini öne alırken dilediğini dilediğinin ardına
bırakır. Allah Teâlâ el-Evvel ve el-Ahir’dir. Bu isimler vücub (zorunluluk)
ile ve bütün işin O’na dönmesiyle ilgilidir. Allah Teâlâ ez-Zahir ve
elBâtın’dır: O kendisi nedeniyle zuhur edendir ve her zaman zuhur edicidir;
aynı zamanda yaratıklarından bâtındır ve sürekli bâtın kalıcıdır. Bu nedenle
de bilinmez. Allah Teâlâ kullarına dönük ihsanı ve onlara vermiş olduğu
nimetleri nedeniyle el-Berr’dir. O kendisine dönsünler ve tövbelerine karşılık
sevap vermek üzere kullarına döndüğü için etTevvab’dır. Allah Teâlâ dünya
hayatında temizlemek amacıyla cezaları uygulamakla günah işleyenlerden intikam
alan el-Muntakim’dir; kalan kısmı ahirette acılarla temizler. Bütün bunlar
herkesin farkına varmadığı intikam ve gizli cezadır. Öyle ki annenin bebeği
emzirmesiyle çektiği acı da bu kısma girer. Allah Teâlâ el-Afuvv’dür. Çünkü
vermeler azlık ve çoklukta derece derecedir. Verme türleri azlık ve çokluk kısımlarıyla
birbirinden farklıdır ve bu ismin hepsini içermesi gerekir. el-Afiıvv ismi de
el-Celil ismi gibi zıt anlamlı (değerli ve değersizi, ya da azlık ve çokluğu
şamil) isimlerden birisidir. Allah Teâlâ er-Raûftur. O kullarında ortaya çıkan
iyilik ve daha iyiyi yaratması bakımından erRaûfdur. er-Raûf ters anlamlı
isimlerdendir ve şefkatin bir türüdür. Allah Teâlâ el-Vali’dir. Yani kendisine
yönelen herkesi kendisi nedeniyle himaye edendir. Bu itibarla Allah Teâlâ
ayan-ı sabite’ye yönelmiş ve onlardaki tesiri yaratma olmuştur. Buna mukabil
var olanlara yönelmiş ve onlarm bir kısmını öne almış, dilediği bir kısmını ise
geride bırakmış, hüküm vermiş, adil olmuş, vermiş ve ihsan etmiştir. Allah
Teâlâ yeryüzünde büyüklük taslayıp hakkı olmayan bir şeye sahip olduğunu iddia
edenlere karşı el-Müteali’dir. Allah Teâlâ adalete göre vermek anlamında
elMuksit’tir. Bu durum ‘indirdiğimiz her şeyi belli bir
ölçüyle indiririz1323 ayetinde ifade edilir ki, kastedilen
ölçülülük demektir. Allah Teâlâ elCami’dir. Kastedilen Allah Teâlâ’nın
varlığıyla bütün varlıkları kendisinde toplamasıdır. Allah Teâlâ âlemlerden
onların vasıtasıyla müstağni kalan elGani’dir. Allah Teâlâ el-Muğni’dir. Bunun
anlamı, müstağnilik özelliğinin kendisine kazandırdığı bir durumdur. Bu ismin
gereğiyle Allah Teâlâ’nın âlem hakkındaki bilgisi bilinene (malum) tabidir ve
kendinden bir şeyi ona vermiş değildir. Binaenaleyh Allah Teâlâ o şeye tesire
gerek duymayacak şekilde müstağnidir, çünkü söz konusu şeyde ancak (ilâhî
ilimde) bulunduğu durumun meydana geleceğini bilir. Allah Teâlâ elBedi’dir. Bu
isimle Allah Teâlâ sürekli yaratıcı ve örneksiz var edendir. Çünkü Allah Teâlâ
misaller var ederken aynı zamanda öncesinde misalleri olmayanları da var
edendir. Bu itibarla bir açıdan misalin misalden ayrılması gerekir. Allah Teâlâ
bu yönden el-Bedi’dir.
Allah Teâlâ maksada uygun olan ve
olmayan işleri yaratması bakımından ez-Zârr ve en-Nafı’dir. Alemde ortaya
çıkan varlıklar ile fiillerin kendilerine nispetinin yol açtığı karanlığı izale
etmesi itibarıyla enNur’dur; kendisini bilenlere gerçeği olduğu hal üzere
göstermesi itibarıyla el-Hâdi’dir. Tutmuş olduğu bir şeyi salıvermesinin
mümkün olması nedeniyle el-Mani’dir. Allah Teâlâ söz konusu şeyi ancak
yaratıkları hakkındaki bilgisinin iktiza ettiği bir hikmede tutmuştur. Yokluğu
kabul etmemesi itibarıyla el-Baki’dir; hâlbuki var olanlar var olduktan sonra
yok olurlar. Allah Teâlâ sürekli varlık sahibiyken aynı zamanda sürekli
yaratıcıdır. Bilhassa berzah âlemine intikalden sonra ardından gittiğimiz için
el-Varis’tir. Kullarını doğru yola ulaştırması bakımından erReşid’dir. Allah
Teâlâ her canlının perçeminden tutmuşken kendisinin doğru yolda olduğunu
insanlara bildirmiştir. Demek ki sadece o doğru yol üzerinde bulunanlar vardır
(herkes o doğru yoldadır) ve istikamet 'de rahmete erer. Binaenaleyh Allah
Teâlâ her canimin perçeminden tutmasından daha çok ve daha büyük bir nimeti
kullarına vermemiştir. Var olan her şey, O’nun sayesinde doğru yol üzerinde
yürümektedir.
Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine eziyet edenler...’324 ayetinde belirtilen eziyetlere
karşı es-Sabûr’dur. O’nun gücü yetmesine rağmen kullarını hemen
cezalandırmamış, cezayı tehir etmiştir. Bunun nedeni, kendilerinden intikam
almakla söz konusu acı ve ezayı bizim kaldırma ihtimalimizdir. Allah Teâlâ da
buna karşı bizi över. Zaten es-Sabûr diye nitelenmişken, bu durumu bize
bildirmesinin nedeni, eza ve sıkıntıyı O’ndan giderip ortadan kaldırmamızı
irade etmesidir.
Bu bölümde ‘mertebelerin mertebesi’
olan genel kısmın içerdiği bazı konuları ifade etmiş olduk. Bu bölüm isimler
bölümüydü. Zamirler hakkında genel bir hüküm vermekle yetineceğiz: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’dan aktardığı veya Allah Teâlâ’nın
kitabında geçen zamirlerde kıssaya ve zamire bakıp zikredilen kıssadaki durumun
gereğine göre zamir hakkında hüküm veririz. Ona bir şey eklemeyiz ve
çıkartmayız.
Bu konu geniş bir bölümken biz ise daha önce de söylediğimiz
üzere sınırladık. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.'
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar