Print Friendly and PDF

SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 2


 

MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,  SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI  SEMA HZ.MEVLANA’NIN  KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN   SEMA OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI  

DEVAM EDEN  SEMA OKULU

Hazırlayan: Yakup Baba (Koyuncu)

İKİNCİ BÖLÜM

1—AŞK BAHÇESİNİN SOLMAYAN NAZİK GÜLLERİ HİCAZ YOLUNDA

2—HORASAN ELLERİNDEN GELEN YOLCULARIN HİKMET VE SIRLARI

3—SULTAN-ÜL ULEMA’NIN HORASAN MEKTEPLERİ’NDEN ANADOLU’YA GETİRMİŞ OLDUĞU HİKMET VE SIRLAR

4—MÜMİNE SULTAN ANNE HİKMET VE SIRLARLA DOLU BİR ÇOCUĞU DÜNYAYA GETİRDİ

5—HZ.MEVLANA’NIN CİSMİ İLE DÜNYAYI ŞEREFLENDİRMESİNİN HİKMET VE SIRLARI

6—SULTAN-ÜL ULEMA’NIN BELH’TEN HİCRETİNİN HİKMET VE SIRLARI

7—SULTAN-I ULEMANIN LARENDEYE GELİŞİNİN HİKMET VE SIRLARI

8—HZ. MEVLANA’NIN GEVHER HATUN İLE İZDİVACININ HİKMET VE SIRLARI

9—SULTAN-I ULEMA’NIN KARAMAN’DAN KONYA’YA HİCRETİ HİKMET VE SIRLARI

10—SEYYİD BURHANEDDİN MUHAKKİKİ TIRMİZİ (SEYYİD-İ SIRDAN)HİKMET VE SIRLARI

11—AŞKIN ZİRVESİ HZ. MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ HİKMET VE SIRLARI

AŞK BAHÇESİNİN SOLMAYAN

NAZİK GÜLLERİ HİCAZ YOLUNDA

Mübarek oğul Abdullah rivayet eder, Bir gün kâbeye gidiyordum. Sahrada yalnız başıma yürürken bir çocuk gördüm ki güneş nurunu yanaklarının ışığından alırdı ve kokulu kâkülleri güneşe gölge salardı, hayrette kaldım. Kendisini karşılayıp selam verdim, selamımı aldı. Sordum, sen kimsin? Cevap verdi:

- Hakkın kölesiyim...

- Nereden gelirsin? diye sordum.

- Haktan gelirim, dedi.

- Nereye gidersin? dedim.

- Hakka giderim cevabını, verdi.

- Bu çölde aradığın nedir? diye sordum.

- Hakkın rızasını, dedi...

- Yolun nereye çıkar? dedim.

- Takvaya cevabını, verdi.

- Bu kan içici çölde tek başına kalmaktan ürkmez misin? diye sordum.

- Ziyaretine yöneldiğim zat benden gafil olmaz, dedi.

- Çocuksun amma mana bakımından olgun bir insan gibi görünüyorsun, hangi kabiledensin?

Cevap verdi:

Ey mübarek oğul! Biz suretten muhabbet belasına uğramış kimseleriz. Ve mihnet köşesinin aklı dağılmışlar danıyız. Yani mazlumlardan ve felakete uğramışlardanız, hak düşmanları istilasından hatırımız perişandır. Kâh gurbet vadisinde muradımız aynası tozlara bulanmıştır; fakat hakikatte sultanların yakınlığına kabul edilmişiz en yüksek makamlarda oturanlarla bir arada bulunmaktayız. Mahşer hengâmesinin harareti bizdedir. Kevser suyunun feyzi ve fazileti bizdedir, bunları söyleyerek gözümden kayboldu. Kâbeyi tavaf etmek müesser olduk da gördüm ki o çocuk kalabalık bir yerde haram ve helal dairesine ait meselelerden bahsediyor işin hakikatini sorduğumda şöyle dedi:

- Bu adam Al-i Âbâ ve Mustafa ile Mürtezânın gözü nurudur. Yakın erbabının uyduğu kimse yani Ali oğlu Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’dir.

Hemen hizmetine koşup elini öptüm ve özür dileyerek ey Resulullah’ın torunu! Muhabbetleri kabul ile yüksek mertebelere erişmek mevzularında şerh ettiniz. Sözlerinizin hepsi açık ve doğrudur, gerçekten de bela yakınlığı kabul nişanesi olmasaydı dostlara nasip olmazdı ve mihnet kemal ihtisası olmasaydı taat erbabına mahsus bulunmazdı. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir hadisini nakletti: “Ben-i İsrail peygamberleri, ümmetimin velileri ile aynı derecede. Allah’tan korkan âşıkan ve meşayih-ı kiram benim ehli beytimdendir.” buyurdular. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) işaret buyurduğu kimselere yakın olunuz ki yolunuz selamete erişsin.

HORASAN ELLERİNDEN GELEN YOLCULARIN

HİKMET VE SIRLARI

Işığını doğrudan Hz. Peygamber’den alan sahabe, kutlu varlık sırrını çok geçmeden Maveraünnehir bölgesine de taşımıştır. Ulema-i Ümmet böyle buyuruyor. Kuran-ı Azimüşşan Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı, Maveraünnehir’de anlaşıldı. Bu sebeple tasavvuf en büyük erler ordusunu bu topraklarda yetiştirmiştir. Bu yüzden tarihi boyunca kutlu bir bölge olmuştur bu topraklar. Ahmet Yesevi’nin muhabbet mektebi bu topraklarda kurulmuş ve nice bin aşk eri bu mektepte eğitilmiştir. Vade tamam olunca, vakti gelince elbet bu erler de meydan-ı gaza’ya atılacak ama ellerinde kılıçla değil -ki gerektiğinde onu da ellerine almışlardır­- yüreklerindeki iman ve aşkla bu meydanda yanlış olan, çirkin olan varsa onlarla mücadele edeceklerdi.

İşte gün geldi ve kader saati bir kez daha çaldı. Doğuyla Batı, imanla küfür, aydınlıkla karanlık Anadolu topraklarında bir kez daha karşı karşıya geldiler. 1071’de Anadolu’yu yurt edinen ve hedefi daima batı olarak görerek bu topraklara doğru yürüyüşlerini sürdüren iman ve aşk topluluğunun önünde, bir set gibi duran Batı, her seferinde karanlığını aydınlatmak üzere gelen bu ışık ordusunun karşısına dikildi. Anadolu; ölümler gördü, zulümler gördü. Katliamlar yaşadı. Ama bu topraklara dikilen düşünce fidanları yine de kurumadı, yeşerdi, boy verdi, çiçek açtı, meyveye durdu. Bahçeler oluştu. Her taraf nar, zeytin ve incir meyveleriyle şifa yurduna dönüştü. Köyü, kasabayı, kenti bir dergâhın ışığı aydınlatmaya başladı. Işık tam batı’ya doğru şulelerini göndermek üzereydi ki işte böyle bir zamanda önce Haçlılar ve ardından da Moğollar iki taraftan kuşatmaya başladılar Anadolu’yu...

Bu defa ki büyük bir kasırgaydı esen... Büyük erlere ihtiyaç vardı. Ve Horasan erlerinin nefesi bu topraklarda bir daha yeşerdi. Anadolu birden bire Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli gibi nice bin velinin sesleriyle uyandı yeni bir sabaha... Ortalık ışıl ışıl oldu. Karanlığın perdesi yırtıldı. Umutsuzluk dağları eridi. Hakikate giden yolun, tozu, çamuru ortadan kalktı. İnsanlık, yeniden kul olmanın kutlu sırrına erdi.

Şüphesiz ki bu erlerin o zamanında ve sonraki zamanlarda en tesirlisi Mevlana olacaktı ve öyle de oldu.

Yahudilik, Hırıstiyanlık, Budistlik, Mecusilik hercü merç haline dönmüş, kendi varlığını sürdürmek için farklı yollara başvurarak insanları etkilemeye çalışıyorlar idi. Anadolu toprakları bir yangın alanına dönmüş insanlar inandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi inanan güvenilir insanlar arıyorlardı. İşte bu dönemde Hz. Mevlana zuhur etmiş SEMA, musiki ve şiirle o yangını söndürerek insanları islama davet etmiştir. İslamlığa yeni giren milletleri kendine çekerek bir cazibe merkezi olmuştur. Çünkü Hz. Mevlana insanlığı buradan çağırmıştı:

“Gel…Gel… İlim ve aşk medeniyeti İslam’a gel, yüz bin defa tövbeni bozmuş olsan yine gel. Bu kapı umutsuzluk kapısı değildir.”

Erenler kervanında bir çocuk

Mevlana, Anadolu’ya çocuk yaşta iken geldi. Babası, bilginler sultanı Bahaeddin Veled, ailesinin diğer fertleri ve yakın dostlarıyla görünüşte Moğol zulmünden göç ediyorlardı. Oysa kaderin kudret eli onları Mevlana düşüncesinin bereket­leneceği uygun bir toprağa getiriyordu, Burası Anadolu’ydu... Konya idi... Üste­lik bu gelişin hususi bir sebebi de vardı: Mevlana bu durum kendisi söyle açık­lamaktadır:

En iyi ülke Anadolu ülkesidir. Fakat bu ülkenin insanları mülk sahibi ALLAH’ın aşk âleminden ve deruni zevkten çok habersizdiler. Sebeplerin hakiki yaratıcısı ALLAH, hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden bu Anadolu vilayetine çekip getirdi.

Ama bu birden bire olmadı. Değişik yerlere gidildi. Irak, İran Suriye ve Anadolu’da Malatya, Erzincan, taraflarına... Ardından Larende ve nihayet Konya... Çağın yeni güneşi Konya’da doğup parlayacaktı. Zaten yol boyunca da görüştükleri devrin ünlü sufileri bu müj­deyi Mevlana’nın babasına vermişlerdi.

Mesela Nişabur’ da karşılaştıkları Feridüddin Atar, Mevlana’nın alnındaki kemali görerek “Çok geçmeyecek, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateş salacaktır” Demiştir. Yine Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi’nin, babasının ardından yürüyen Mevlana’ya bakarak söylediği şu söz aynı manadadır: “Sübhanallah!... Bir okyanus, bir denizin arkasından gidiyor

Pek çok Horasan ereninin bir misyonla gelip görev yaptığı Anadolu’da Mevlana ailesi farklı bir misyonla yüklenmiştir... İlim, irfan ve aşk dersinin hocalığıydı onları bekleyen bu görev... Ve öyle yaptılar... Çünkü buna ihtiyaç vardı. Kılıçların açtığı maddi yara zamanla kapanırken bu kargaşanın ruhlarda açtığı yaranın doktoruydu beklenen... Üstelik haçlı saldırıların yaraları böylece iyileştirilirken ikinci bir kader olarak Anadolu’ya gelecek Moğollara karşı da bir direnç oluşturulmalıydı. Bu direnci önce direnişe sonra arınmış bir gönülle aşk cihadına çevirecek olan ise çocuk yaşta geldiği Anadolu’da din eğitimini tamamlamış, gönül eğitiminde bir hayli yol almış ve Şems-i Tebrizi’nin estirdiği güçlü rüzgârla içindeki ateşi alevlenmiş Mevlana idi. . .

Mevlana’yı farklı kılan şüphesiz ki tasavvufu, babası gibi kişisel olgunlaşma disiplini olmanın ötesinde toplumsal bir boyutta ele alması, tebliğ, irşad ve mücadelesini buna göre yürütmesiydi. Şüphesiz ki her mutasavvıfta bu çizgi vardır ama onda bu durum, bir toplum­sal kurtuluş projesine dönüşmüştür. Durmadan talebe yetiştirmesi, bunları Moğol zulmü altında ezilen bölgelere bir kurtuluş eri olarak göndermesi, onun toplumsal görevinin bu yönünü teşkil ediyordu. Bu manevi güçlendirmede seçtiği bir başka yol ise tebliğ ve irşadının o güne kadar bu çapta denenmemiş yeni yöntemleriydi. Bunlar, insanın umutsuzluk vadilerine ulaşmak için uyguladığı, şiir, musiki ve SEMA idi.

Bunların aslında her üçü de insanı içinden diriltmenin, şevklendirip ayağa kaldırmanın vasıtalarıydı. Bu yüzden kalbe yönelerek onun yeniden atmaya başlamasının tesirli vasıtalarıydı. Zira kalp dirilirse beden de zihin de diri­lecekti. Böylece Mevlana, klasik irşad metotlarından farklı olarak şiir ve musiki sanatını bu mücadelede bir araç olarak seçti. Çünkü içinde yaşadığı devrin şart­larının şuurundaydı Mevlana...

“Biz Anadolu ülkesinin insanlarının hiçbir suretle doğru yola meyletmediklerini ve ilahi sırlarından mahrum kaldıklarını görünce, insanların tabiatına uygun düşen şiir ve SEMA yolu ile manaları onlara layık gördük.”

Demesi de bundandır.

SULTAN-ÜL ULEMA HORASAN MEKTEPLERİ’NDEN ANADOLU’YA GETİRMİŞ OLDUĞU HİKMET VE SIRLAR

Sultan-ül Ulema diye ülkelere şöhreti ve namı yayılan ve ölmezlerden olan Bahaeddin Veled, Belh bilginlerinden Hüseyin Hatibi’nin oğludur. Annesi ise hükümdar Alâeddin Muhammed Harizmşah’ın kızı Melike-i cihan, Ummetullah Hatun’dur.

 

1125’de dünyaya gelen Bahaeddin Veled iki yaşında iken babasını kaybetmiş, annesi tarafından ihtimamla yetiştirilmişti. Harizmşah sülalesinden olan akrabaları kendisini padişah tahtına oturtmak istedilerse de Baha Veled kabul etmedi. Dini ilimlere kendini hasretti. Büyük babası Ahmet Hatibi’den ve Necmeddin-i Kübra’dan feyiz aldı.

Ariflerin Menkıbeleri”ni (Menakib al Arifin) yazan Ahmet Eflaki, o güzel kitabında, Baha Veled’e “Sultan-ül Ulema” unvanının verilme sebebini, Belh’li üç yüz müftünün Peygamberden aldıkları emir ile olduğunu anlattı. Bu rüyayı gören müftüler sabahleyin Bahaeddin Veled’e bende olmuşlardı. O günden sonra da Bahaeddin Veled, Sultan-ül Ulema diye anıldı.

Sultan-ül Ulema’nın manevi büyüklüğü, eşsiz bir Müderris oluşu, ilmi, irfanı, kerametleri Horasan’da yayılınca çekememezlik, kıskançlık ve dedikodu baş gösterdi. Hasetçiler sultana kadar gidip: “Halk, Baha Veled’e çok bağlandı. Yakında tahtınızı elinizden alır” tarzında bir kışkırtma yaptılar. Bu habere çok üzülen ve çare arayan Muhammed Harizm hassalarından birini Bahaeddin Veled’e gönderdi : “Şeyhimiz Belh ülkesini kabul ederse padişahlık onun olsun. Bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Bir ülkede iki baş olamaz.” haberini ulaştırmasını istedi.

Baha Veled son derece müteessir olarak : “Biz dervişiz, dervişlere saltanat münasip değildir. Gönül hoşluğu ile biz sefer edelim de Sultan kendi dostlarıyla baş başa kalsın” diye mukabele etti.

MÜMİNE SULTAN ANNE HİKMET VE SIRLARLA DOLU BİR ÇOCUĞU DÜNYAYA GETİRDİ

İslamın büyük Peygamberi: “Kadın, ALLAH yolunda erdir, ona kadın demek reva değildir” buyurmuş. Bu sırlı buyruktan aldığımız neş’e ile ayrıca Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin annesi olması sebebi ile Hz. Mevlana’nın hayatına, Mümine Sultan’ın özlü hayat hikâyesinden başlıyoruz. Karaman’daki Türbesine bütün gönlümüzle teveccüh ediyoruz.

Mümine Hatun, Belh Emiri Rukneddin’in asil, güzel ve nazlı kızıdır. Bunlardan daha mühimi bir nur kaynağı olmasıdır. Mevlana gibi Piri, bir ALLAH sevgilisini can evinde besleyip geliştirecek imana ve bahta sahiptir. Seçilmiş. Kutlu bir varlık olduğu için ulu bir zata, Bahaeddin Veled’e (Sultan-ül Ulema) zevce olmayı ALLAH kendisine nasip etmiştir. Evet, Mümine Sultan’ın ezel pazarında biçilen kısmeti böyledir. Belh’te evlenen bu iki bahtlının ilk çocukları Alâeddin’dir. Muhammed Mevlana Celaleddin ikinci evlat olarak dünyayı şereflendirmiştir.

Âşıkların Mevlana’sı Mesnevi-i Şerif’in bir beytinde: Kadın hak nurudur, sevgili değil, sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil  buyurur. 

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin de “Cennet Anaların ayakları altındadır”[1] hadisi şerifi ile kadına en büyük payeyi vermiştir.

Bu ilahi kelam, ALLAH’ın Halikiyet sıfatının kadında tecelli ettiğinin Hz. Pir’in ağzından açıklanışıdır. Seçilmişlerden seçilmiş, nurlardan daha nur olan Mümine Sultan çevresini aydınlatırken, sevgili oğlu müstesna insan Mevlana Celaleddin’i içindeki nur kaynaklarıyla beslemiş büyütmüştür

HZ.MEVLANA’NIN CİSMİ İLE DÜNYAYI ŞEREFLENDİRMESİNİN HİKMET VE SIRLARI

Mevlana Hazretleri de Şems Hazretleri gibi hilkaten (yaratılıştan) veli olarak yaratılanlardandır. Daha küçük yaşta değişik halleri, müstesna yaratılışı, keskin zekâsıyla herkesin dikkatini çekmekte, sevgi ve tatlılığını kazanmakta, ebeveynini bile hayrete düşürmekte idi. Çocukluğu bile etrafındakilere insan üsü haller seyrettiriyordu. ALLAH Azimüşşan böyle has velilerin sayısını çoğaltsın.

“Biz O’na çocukken hikmeti verdik”[2]

Ayeti kendisinde tecelli etmiştir. Bu olağanüstü vaka’lardan misal vermek için önce Horasan’da, Belh şehrinde dünyaya gelen kutlu çocuğun doğumunu sevgi ve saygı ile kutlayalım:

Muhammed Mevlana Celaleddin 1186’da (Hicri 6 Rebiülevvel 6O4)[3] Belh Şehrinde dünyayı şereflendirdi. Babası, bilindiği gibi, Sultan-ül Ulema, annesi Mümine Hatun idi.

Hz. Mevlana Babaları canibinden Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’a yetişirler.[4]  Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A.) soyundan Hüseyin Hatibi Hazretlerinin torunudur.

Silsile-i nesebi (soyu) şöyledir:

Mevlana’nın babası; Sultan-ül-Ulema Muhammed Bahaüddin Veled,

O’nun babası Hüseyin Hatibi,

O’nun babası Ahmedül Hatibi,

O’nun babası Mahmud,

O’nun babası Mevlüd,

O’nun babası Sabit,

O’nun babası Müseyyeb,

O’nun babası Mudahhar,

O’nun babası Abdurrahman,

O’nun babası da “Hazreti Ebu Bekir (R.A.)”dır.

Bu hesaba göre Hz. Mevlana, Hz. Ebu Bekir (R.A.)’ın on birinci torunudur.

Siddıki Ekber neslinden gelen Mevlana’nın anne cihetinde de seyyidliği (Peygamber soyu) vardır. Çünkü ecdadından Ahmed-ül Hatibi; Şems ül-Eimme Abdullah’i Serahsi’nin kerimesi Firdevs Hatunu almış, Hz. Mevlana’nın ecdadı Hüseyn-il Hatibi ondan doğmuştur. Şems-ül Eimme ise; Sülale-i Nebeviyye’den olup ana canibinden şeriftir. Keza ecdadından “Mutahhar”, meşhur “İbrahim Edhem”in atası Mevlana “Hüseyin-i Hatibi”de; Herzem şahı Alâeddin’in kızını almış oldukları için o nesebi kerime (o büyük soya) suri bir asalet de karışmıştır.

Ana ve baba, doğan yavrularının müstesna bir varlık olduğunu daha o ilk günlerde anlamışlardı.

Mevlana Hazretleri de Şems Hazretleri gibi hilkaten (yaratılıştan) veli olarak yaratılanlardandır. Daha küçük yaşta değişik halleri müstesna yaratılışı ve keskin bir zekâya, basiret ve irfana (derin görüş ve kavrayış ilmine) sahipti.

Çocuk Celaleddin dört beş yaşında iken çok defa yerinden sıçrar heyecan geçirirdi. Güzel gözlerine gayb âleminden ruhani suretler görünürdü. Sultan-ül Ulema, sevgili ve eşsiz oğlunun heyecanını “onlar sana armağanlar getirdiler” diye yatıştırırdı.

Yedi yaşında iken Mevlana Celaleddin sabah namazlarında:

“Biz sana kevseri verdik”[5] ayetini okur ağlardı.

Bir gün gördüğü Hak tecellisiyle kendini VECD içinde kaybetmişti. Kendine geldiği vakit : “Celaleddin, ululuğumuz aşkına daha mucahede etme, biz seni müşahede makamına eriştirdik,” diye hatiften ses aldı. Ondan sonra da şükrane olarak son derece ibadette bulundu.

Malumdur ki; Her devirde Peygamberler hariç, her müslümanın ilim ve irfana sahip olmasi, Cenabı Hakk’a vuslatı kendi kendine ve doğrudan doğruya tecelli etmemiş, ancak bu imkân; Âşıklara, arayıcı olanlara yine bir insan vasıtası ile nasip olmuş, her devrin evliyası bu lutfa kendilerinden evvel gelen insanı kâmillerin rehberliği altında ermişlerdir.

İşte Hazreti Mevlâna’nın manevi hayatına ışık tutan bu insanı kâmillerden başta babası Sultan-ül Ulema hazretleri olmuştur. Baha Veled Hazretleri; Gözünün nuru, gönlünün süruru, kıymetli ve istidatlı (kabiliyetli ) oğlu Mevlâna Celaleddin’in daha küçük yaştan itibaren yetişmesinde bütün imkânlarını kullanarak son derece titizlik ve itina ile her türlu ilimleri tahsil ettirmiş, ahlakı üzerinde inceden inceye işlemiştir.

SULTAN-ÜL ULEMA’NIN BELH’TEN

HİCRETİNİN HİKMET VE SIRLARI

1190 senesinde (Hicri 607–608) halkın gözyaşları arasında yola çıkan kervan, her geçtiği yerde sevgi ve hürmetle karşılanıyor, hüzünle uğurlanıyordu

Üç yüz on iki mürid, üç yüz on iki deve yükü kıymetli kitap, ev eşyaları, azıkları ve onları taşıyacak kervan hazırlandı. Fakat Bahaeddin’i çok seven, ayrılmak istemeyen Belh’liler feryada başladılar. Çünkü Hz Mevlana’nın babası Sultan-ül Ülema Bahaeddin Veled Hz. Mevlana’nın gel çağrısını buradayken Belh’te Horosan Mekteplerinde başlatmıştı.

“Gel… Gel… İlim ve aşk medeniyeti İslam’a gel.”

Bir kaynaşmanın başlamasından korkan Harizmşah, Sultan-ül Ulema’ya derhal haberciler göndererek özür diledi. Kendi de bir akşam Veziri ile birlikte yatsı namazından sonra Baha Veled’in huzuruna vardı. Kararını bozması için bizzat yalvardı. Lakin karar karardı. Sultan-ül Ulema “Bu sefer bizim için hayırlı olur inşallah” diye buyurdular.

 İpek yoluyla bu uzun yolculuktan sonra Sultan-ül ulemanın kervanı kona göçe Bağdat’a ulaştı. Mühim duraklarından biri Bağdat’tı. Baha Veled ve kafilesi Bağdat’ta iken Cengiz idaresindeki Moğol ordusunun Horasan şehirlerini tahrip ve yağma ettiği haberi geldi. Belh de muhasara edilmişti.

Üçyüz oniki sadık müridi ve ailesi ile birlikte Bağdat’tan sonra Hicaz’a giden, oradan İran’a gecen Sultan-ül Ulema Şam’a da uğramıştı. Geçtiği yerlerde her şehrin manevi büyüğü ile sohbet eden Sultan-ül Ulema, Şamda Muhyiddin-i Arabî hazretleri ile görüşmüştü. Yanında Mevlana Celaleddin de vardı. Sohbetleri bitip ayrılırlarken Şeyh-i Ekber, çocuk Celaleddin’i işaret ederek : “Subhanallah! Bir umman bir gölün peşinde gidiyor” demişti. Gözünde nur olan için Celaleddin böyle ulu bir çocuktu. Yine bir müddet konakladıktan sonra Şam’dan da hareket etti.

Sultan-ül Ulema ve kafilesi Belh’den göç ettikleri zaman Nişabur’da konaklamışlar, burada devrin en büyük mutasavvıflarından Feridüddin-i Attar’la görüşmüşlerdi. Feridüddin-i Attar hazretleri, bilgi ve zekâsına hayran olduğu küçük Mevlana’ya “Esrarname” adlı eserinden bir nüsha hediye etmişti.

Artık Rum’a (Anadolu) geliyorlardı. İpek yolu üzerinden Sultan-ül Ulemanın kervanı Malatya şehrinde kısa bir konaklama yapıp şehirden çıkıp Erzincan civarından geçerlerken Melik Fahreddin’in ariflerden olan hanımı İsmeti Hatun bir ata binerek Bahaeddin Veled’i karşılamaya koştu. Şehirlerinde oturmaları için pek çok yalvardı. Sultan-ül Ulema:

Bu şehirde bir medrese yaptırırsanız bir müddet kalmak mümkün olur. Buyurdu.

Uyanık kalpli, âşık gönüllü İsmeti Hatun’un emri ile derhal Erzincan Akşehir’inde bir medrese inşaatına başlandı ve kısa zamanda tamamlandı. Sultan-ül Ulema dört sene o medresede ders verdi. Sonra yine yollarına devam ettiler.                                                        

SULTAN-ÜL ULEMANIN LARENDEYE

GELİŞİNİN HİKMET VE SIRLARI

İPEK YOLUYLA kona göçe Sultan-ül Ulemanın kervanı Larendeye ulaştı. Manevi büyüklüğünü yazmaktan aciz kaldığımız Hz. Mevlana, henüz çocukken, babası Sultan-ül Ulema ailesi ve sevenleri ile birlikte 1190 senesinde (Hicri 607–608) Horasan’dan göç etmişlerdir. Yıllar suren konaklama ve seyahatlerden sonra diyar-i Rum’a (Anadolu) gelip o zamanki ismi ile Larende’de (Karaman) yerleşmişlerdir.

Şehrin kıymetli Valisi Musa Bey ilim adamlarına karşı çok hürmetkâr ve saygılı idi. Sultan-ül Ulema’nın aşk ve ilim kervanı olarak gelmekte olduğunu öğrendi, Vali Bey maiyeti ile birlikte büyük misafirleri şehrin dışında saygı ile karşıladı, orada kalmalarını istirham etti ve emirlerinin ne olduğunu sorarak emirleriniz baş tacımızdır diye niyazda bulundu. Sultan-ül Ulema bir medresenin yapılmasını arzu etti. Bunun üzerine Vali Musa Bey emir vererek derhal bir medresenin yapılmasını temin etti. Sultan-ül Ulema yedi yıl boyunca yapılan medresenin müderrisliğini yaptı.

Mümine Sultan Anne’nin Âlem-i Cemal’e Göçmesi

Valide Sultan Camii oldukça geniş bir avlu içindedir. Tam bir kavis gibi kemerlenmiş sade ve zarif kapısından içeri girilir. İleri doğru dikdörtgen seklinde olan sol taraf, demir parmaklıklarla namaz kılınan kısımdan ayrılmıştır; üstü sandukalarla örtülü kabirlerle kaplıdır. Mihrap hizasında içeri doğu güney tarafında küçük bir oda gibi etrafı çevrili olan ve böylece diğer yatırlardan ayrılmış bulunan sanduka Belh Emiri Rukneddin’in aziz kızı Mümine Sultandır.

Sultan-ül Ulema’ya kadın, gönüller sultanı Mevlana’ya ana olan evliyalar güzeli Mümine Hatun, Larende’de vefat etmiştir. Karaman’lıların “Ak Tekke” dedikleri zaviyede medfundur. Birinci oğlu Alâeddin de aynı Türbe içindedir. İki ulu ere hizmet eden Mümine Hatun “Mader Sultan” diye ün salmıştır. Ne yazık ki hayati hakkında çok az şey bilinir. Fakat Veliye bir kadın oluşunda hiç şüphe yoktur.

Ak Tekke, diğer adlarıyla Valide Sultan Camii veya Mader Sultan Türbesi imanlı, orta Anadolu kadınlarının, Evliyaya gönül verenlerin ve bilhassa Mevlana âşıklarının ziyaretgâhıdır.

Mader Sultan, huzurunda teveccüh edenlere kadınlık ve analık şefkatini esirgemez. Esrarlı sükûtuyla dertlere deva bağışlar, cömert gönlüyle feyzinden sebil sebil saçar. Nurlu CennetAnnesi.

Bu ulu Hatunun kabrine yakın “Sır Ebesi” diye anılan fakat kime ebelik yaptığını bilemediğimiz bir kadın kabri daha vardır. Vaktiyle semahane olarak da kullanılan ve bugün namaz kılınan kısmi ayıran bölmeden geriye doğru, iki sıra halinde, üstü sandukalarla örtülü başka kabirler mevcuttur. Bunlar Çelebilere aittir. Müezzin mahfilinin altındaki yatır ise Mevlana hazretlerinin kardeşi Alâeddin’indir. Beyaz renkli taştan yapılmış olup mimari bakımdan çok değerli bir tarihi eserdir.

Larende, Konya’nın takriben kırk mil güney doğusunda, ovada kurulmuş tarihi bir şehirdir. Mevlana’yı ve kutlu ailesini yedi sene bağrında saklamakla kıymet bulmuş, şereflenmiş, ruhani bir beldedir. Sinesinde barındırdıkları ile ne kadar iftihar etse azdır.

HZ. MEVLANA’NIN GEVHER HATUN

İLE İZDİVACININ HİKMET VE SIRLARI

Sultan-ül Ulema, kıymetli oğlunu Larende’de Semerkantlı Şerefeddin’in kızı Gevher Hatunla evlendirdi. O tarihte, Mevlana onsekiz yaşında idi. Bu izdivaçtan, yalnız evlat sevgisiyle değil, muhabbeten mana birliği ve haldeş sevgileriyle de sevdiği aziz oğlu Sultan Veled dünyaya geldi. Öğle bir geliş geldiki gönülleri nurlar kaplamıştı. Sultan Veled de babası gibi sevgide ve aşkta gönüller feth edecekti. Hz. İsa nefesli, ahlak-ı Muhammedi ahlakıyla ahlaklanan, ALLAH ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aşkıyla yanan, daha annesinin üzerinde iken Sultan Veled diye ismi çağrılan bir gönül Er’i Sultan Veled. Babası Hz. Mevlana gibi, Hz. Şems gibi O’da doğuştan varis-i Muhammedi idi.

Yine Larende’de pek üzücü iki mühim hadise oldu: Bahaeddin Veled kıymetli hanımı Mümine Sultanı ve birinci oğlu Alâeddin’i kaybetti. Bu vefatlardan sonra kervan yine hazırlandı. Kafile son durakları olan Konya’ya hareket etti. Selçukluların başşehrinde yer yerinden oynuyor, herkes gelenleri karşılamaya hazırlanıyordu.

SULTAN-I ULEMA’NIN KARAMAN’DAN KONYA’YA HİCRETİ HİKMET VE SIRLARI

Payitahtı (başşehri) Konya olan Selçuklu İmparatorluğunun ihtişam çağı idi. O zamanlar Konya’da Selçuk Sultani Alâeddin Keykubat hüküm sürüyordu. Sultan Alâeddin, bilginlerin hayranı idi. İlim Ehli olan Baha Veled’i ısrarla başkente davet ediyordu.

Hükümdar; Büyük sultan Alâeddin Keykubat, Sultan-i Ulema Hazretlerinin davete icabetinde (kabul edip gelişlerinde) pek büyük bir ihtişamla, hürmet ve tazimle kıymetli misafirleri karşılamış, sarayında büyük ziyafetlerle izaz ve ikram etmiştir.

Sultan Alâeddin Keykubat, Bahaeddin Veled’e sarayından bir yer hazırlatmış orada alıkoymak istiyordu. Ancak Sultan-ül Ulema, “İmamlara medrese, şeyhlere hanikah, emirlere saray, tüccarlara han, gariplere kervansaray münasiptir,” buyurarak sarayda oturma teklifini kabul etmedi. Sultan Alâeddin Keykubat, Baha Veled’e kırılmamış, maiyeti ile birlikte müridi olmuştu.

Ünlü bilgin Baha Veled, Altın Aba İplikçi Medresesini tercih etti. 1208 de (Hicri 626) artık son menzile ulaşmışlardı.

Baha Veled : “Ben yaşadıkça ve mana meydanında at koşturdukça benim gibisi zuhur etmez. Dünyadan göçüşümü bekleyin. Sonra oğlum Celaleddin’in nasıl bir insan olacağını, benim mertebemden daha yüksek bir mertebeye çıkacağını görürsünüz,” buyururdu.

Konya surları yapılmadan çok evveldi. Simdi Yeşil Kubbe’nin (Kubbe-i Hadra) olduğu yerde küçük bir tepe vardı. Bir gün Baha Veled oraya gitmiş, gezinti esnasında müritlerine : “Benim, oğlumun, onun evlatlarının mezarları burada olacaktır,” demişti. Sözü tahakkuk etti. O tepenin yeri Sultan-ül Ulema’ya, sevgili ve eşsiz oğlu Muhammed Mevlana Celaleddin’e, torunlarına ve sevgi ile kendilerini Onlara, Onların Yoluna katanlara harikulade güzel bir Türbe oldu.

Baha Veled’in 12 Ocak 1231’de Âlem-i Cemal’e göçmesinden sonra Selçuk Sultanı Alâeddin’in mühim bir sıkıntısı olsa şeyhinin Türbesine koşar mutlaka ferah bularak dönerdi. Sultan Alâeddin gerçek inanmışlardan olduğu için daima Hakkin yardımına ve Baha Veledin lütfuna, keremine nail olmuştu.

Bugün, Sultan-ül Ulema’nın Konya’da Mavi Kubbe altındaki kabrinin üzerinde Selçuklu tahta işlemeciliğinin şahane örneklerinden olan çok heybetli ve değerli öd ağacından bir sandukası vardır.

Sultan-ül Ulema, genellikle halkın gönlündeki sırları söylerdi. Mizacı yumuşak ve ezikti. Çok riyazet ve çok ibadet ederdi. Müritlerinden biri bir gün, neden kendisine bu kadar ezayı reva gördüğünü sormuştu. Aldığı cevap şu oldu:

  Bunların hepsi çocuklarımız ve dostlarımız içindir.

Baha Veled daima mezarlıkları gezer ve : “Ey, Rabbim! Bizi güzel huyla huylandır. Izdıraplara dayanıklı et” diye dua ederdi. “Gündüzleri mezarlıkları gezin, geceleri yıldızları seyredin. Bu, Peygamberimizin vasiyet ve âdetidir” buyururdu.

İlim ve irfanda yücelerden olan Bahaeddin Veled’in seksen beş yıl süren ışıklı hayatından birkaç vakayı böylece, naciz kalemimizle belirtmeye çalıştıktan sonra sözü Ahmet Eflaki Dede’nin naklettiği menkıbelerden biri ile bağlayalım:

Bir gün Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tırmızi hazretleri buyurdu ki “Bu gece rüyada şeyhim Baha Veled’in Türbesinden bir kapı açıldığını gördüm. Oradan büyük bir nur yükseldi. Bu nur bizim eve kadar geldi; içeri girdi. Hiçbir duvar nuru gölgeleyemedi; nur gittikçe arttı. Bütün şehri, sonra bütün dünyayı kapladı. Kendimden geçtim. Bu rüyanın tabiri şudur: Bu ailenin nurlarla dolu olan sırları dünyayı kaplayacak, herkesi onların muhip ve müridi yapacaktır.”

Bahaeddin Veled ve ailesinin Konya’ya girerken Sultan Alâeddin Keykubad’ın onun asasını öperek karşılamasını gösteren tablo (Mevlana Müzesi)

SEYYİD BURHANEDDİN MUHAKKİKİ TIRMİZİ

(SEYYİD-İ SIRDAN) HİKMET VE SIRLARI

Seyyid Burhaneddin Muhakkiki Tırmizi, Sultan-ül Ulema’nın Horasan’daki müritlerindendi. Bahaeddin Veled’e intisap ettikten sonra bir müddet kırlara düşüp tecelli nurlarının çokluğundan kararsız olmuştu. Riyazeti pek sever, ancak on iki günde bir yemek yerdi. Şeyhinin sohbetinde o derece kendini kaybederdi ki elleriyle mangaldaki ateşleri söndürürdü. Kalplerdeki sırları söylediği için Horasan, Buhara, Tirmiz ve civarında “Seyyid-i Sırdan” diye tanınırdı. Baha Veled’in Horasan’dan göç edişinden sonra Tirmiz’e gitmiş inzivaya çekilmişti. Günlerden bir gün (628 senesi Rebiülahir ayının 18’nci günü) kuşluk vaktinde birdenbire: “Eyvah! Şeyhim bu toprak âleminden göçtü” diyerek feryat ile ağlamaya başladı. Günlerce ıstırabını, kederini teskin edemedi. Sonra bir gece rüyasında Sultan-ül Ulema’yı gördü. Şeyhi hiddetle ona bakıyor, “Burhaneddin, nasıl olur da bizim Hüdavendigarı[6] yalnız bırakırsın, yanına gitmezsin? Bu atabeklik vazifesine yakışmaz” diyordu. Uykudan üzüntü ile uyanan Seyyid Burhaneddin hemen hazırlık görmeye başladı. Birkaç yakını ile birlikte yola revan oldu. Dere, tepe aşarak günlerce ve aylarca yolculuktan sonra 1211 senesinde Konya’ya ulaştı.

O sırada Mevlana Celaleddin yedi sene oturdukları Larende’ye bir seyahat yapmıştı. Hüdavendigar’ı bulamayan Seyyid-i Sırdan bir mektup yazarak dönmesini rica etti. Mevlana mektubu alınca dudaklarına, gözlerine sürdü ve derhal Konya yolunu tuttu.

Kavuşma çok heyecanlı oldu; her ikisi de kendilerinden geçtiler. Seyyid Burhaneddin, delikanlı Celaleddin’in bilgide eşi olmadığını görmüş, batınında işlenmemiş madenler bulunduğunu keşfetmişti. Sevgiyle yürüyen bu hocalık, talebelik devresi tam dokuz yıl surdu.

HİKMETİN ANAHTARI

Seyyid Burhaneddin Muhakkiki Tırmizi müritlerine : “Eğer ALLAH’a hiçbir ibadette bulunamıyorsanız hiç olmazsa oruç tutmayı ihmal etmeyin. Karnınızı aç tutmaya ehemmiyet verin. Mideyi boş bırakmak hikmet kaynaklarını fışkırtır. Oruç, hikmet kaynaklarının anahtarıdır” derdi.

Bir gün de cemaat, Seyyid’den “Hak Yolunun sonu var mı yok mu?” diye sormuştu. O, “Yolun sonu var, ama menzilin sonu yoktur. Çünkü bu yolda yolculuk iki türlüdür: Biri, Hakk’a doğru yolculuk, biri de Hak’ta yolculuktur. Hakk’a doğru olan yolculuğun sonu vardır. Çünkü bu yolculuk varlıktan ve dünyadan geçmektedir; kendinden kurtulmaktır. Bunların sonu ve hududu vardır. Fakat Hakk’a ulaştıktan sonraki yolculuk Hakkın marifeti içinde olur. Onun sonu yoktur. cevabini vermişti.

Seyyid Burhaneddin Muhakkiki Tirmızi, Mevlana Celaleddin’in büyüklüğünü çok iyi biliyor, onu aşkla seviyordu. Bunun için: “Benim onun üzerinde hakkım vardır; amma onun benim üzerimdeki hakkı binlerce misli fazladır.” buyuruyordu. Dokuz sene tamam olduktan sonra yine bu sevgi havası içinde Seyyid zaman zaman Mevlana’dan Kayseri’ye gitmek için izin istemeğe başladı. Mevlana Celaleddin’in gönlü ise bir türlu gitmesine rıza göstermiyordu.

Bir gün Mevlana dostlarından bir gurup Seyyid’i bir katıra bindirerek bağlara götürmüşlerdi. Kayseri yolculuğunu düşünen Burhaneddin-i Tırmizi, birdenbire hayvanın sıçraması ile yere düştü; mübarek ayağı kırıldı. Şehre döndükleri zaman sitemli bir tebessümle Mevlana’ya: “Ne güzel mürit, mürşidin ayağını kırıyor!” dedi. Sonra:

Niçin gitmeme izin verilmiyor?” diye sordu.

Mevlana Celaleddin bu suale sualle karşılık verdi: “Neden beni bırakıp gitmek istiyorsun?

Cevap şu idi: “Buraya kuvvetli bir aslan yöneldi; olabilir ki birbirimizle geçinemeyiz. Benim işim artik bitti. Bunun için gitmek istiyorum.”

Seyyid Burhaneddin Muhakkiki Tirmizi Kayseri’yi seviyordu. Oraya yerleşecek, inzivaya çekilecek, köşesinde gece gündüz Hak’la bir olacaktı. Nihayet Mevlana’nın müsaadesiyle, o zaman Darul Fetih denilen Kayseri’ye yollandı.

Hayatının geri kalan günlerini Kayseri’de geçiren Burhaneddin Muhakkiki Tırmizi, 1220 senesinde (Hicri 638) bir gün, hizmetine bakan bendesinden bir desti sıcak su getirmesini istedi. Su gelince, getirene: “Kapıyı kapa ve garip Seyyid göçtü diye dışarıda sala ver.” buyurdu. Suyu getiren, çıkar çıkmaz, efendisi ne yapacak diye, içerisini gözetlemeye başladı. Seyyid abdest almış, elbisesini giymiş, odanın bir köşesine kıvrılmıştı. “Ey, bana bir emanet veren hazır ve nazir ALLAH! Lütfedip bu emaneti al. İnşallah beni sabredicilerden bulursun[7]Ayetini okuyarak canını ALLAHa teslim etti.

Seyyid-i Sırdan’ın vefat haberi etrafa yayılınca büyük küçük herkesi hüzün ve acı kapladı. Hafızlar Kur’an okuyor, şeyhler zikrediyor, salalar veriliyordu. Seyyid bu şekilde toprağa verildi..

Sahip Şemseddin, Seyyid’in Türbesini yaptırdı. Fakat çok kısa zaman içinde Türbe harap oldu. Tekrar yaptırıldı; yine yıkıldı. Bir gece Sahip Şemseddin, Seyyid’i rüyasında gördü, üzerine türbe yapılmasını istemiyordu. Bir müddet sonra Mevlana’ya bir mektup gönderildi. O zaman otuz dört yaşında olan Hüdavendigar dostlarıyla beraber Kayseri’ye geldi; Burhaneddin Muhakkiki Tirmızi’nin kabrini ziyaret etti.

Büyükler büyüğü Mevlana’nın hayatında mühim bir yeri olan Seyyid, ilim muhabbet ve ALLAH cezbesinin timsali olarak halkın gönlünde böylece yaşayıp gezdi. Kim bilir, daha da nice yıllar yaşayıp gezecek..

AŞKIN ZİRVESİ

HZ. MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ

HİKMET VE SIRLARI

Şu an enginliğine sefer etmek istediğimiz Mevlana[8] ummanının, okyanusta küçücük kabuk ölçüsünde olan kalemimizle hiç bir zaman aşılmayacağını biliyoruz. Ne yazsak ne söylesek o varlıksız varlığın kemalini aksettirmekten aciz kalacağımızı hissediyoruz. Ancak, sevgimiz ve bağlılığımız icabı, deryaya küçücük, tekne diyemeyeceğimiz bir cisimle atılıyoruz gücümüz nispetinde.

Baha Veled (K.S.) Hazretlerinin vefatından sonra da, Tirmiz’den Konyaya gelen ve Baha Veled Hazretlerinin yetişkin muridlerinden olan Seyyid Burhaneddin Hazretleri de bir müddet Mevlananın manevi terbiyesi ile meşgul olmuş ve yine onun tavsiyesi ile Mevlana; Şamda, Halepte seçkin âlimlerden tahsilini yapmıştır.

Derler ki; Mevlana Şamda iken bir gün pazaryerine girmiş dalgın dalgın dolaşırken, kalabalık olan bu insan topluluğu arasında acayip kılıklı bir kimse kolundan tutup yanına çekerek:

Ey dünya sarrafı beni anla.” Der ve kaybolur.

Mevlana irkilerek baka kaldı. Tanımadığı bu meçhul adam kimdi? Yıllar sonrası öğrenecekti ki bu meçhul insan; En büyük mürşidi Şemseddin Tebrizidir.

Mevlana Şamda tahsilini bitirdikten sonra Konyaya döndü, gelirken de Kayseride bulunan şeyhi; Seyyid Burhaneddini ziyaret ederek birlikte Konyaya geldiler.

Seyyid Burhaneddin Hazretleri Mevlananın manevi sahada yetişmesi için bütün gayretini sarf etmiş ve Mevlanayı bir kat daha olgunlaştırmıştır. Bir gün Mevlanaya:

Sen artik yetiştin kemale erdin oğlum. Nakli, akir, kesbi ve keşfi bütün ilimleri tahsil ederek eşi, benzeri bulunmayan bir aslan oldun. Ben de kendimce bir aslanım, iki aslan bir sahrada oturmaz. Onun için ben buradan gitmeliyim. Hem benden sonra senin noksanlarını ikmal edecek, iç âleminin en mahrem noktalarına kadar seni açacak büyük bir dost gelecek, bir birinizin aynası olup, bir birinizi tamamlayarak yeryüzünün en büyük iki dostu olacak ve anılacaksınız” Buyurdu.

Seyyid Hazretleri bu mübarek sözleri ile Şemsi Tebrizinin zuhur edeceğini haber vermiş, aynı zamanda bir kerametini de izhar (açıklamış) etmiştir.

Seyyid Burhaneddin Hazretleri, o günden sonra Konyaya veda ederek Kayseriye gitmiştir.

Seyyid Hazretleri yokluk yurdu olan dünyadan, varlık yurdu olan ahirete göçünce Mevlana Hazretleri yapayalnız kalmış ve Rabbisine gece gündüz yüz tutarak aşk ve muhabbetle zikir ve fikirle meşgul olmuştur.

Biraz evvel varlıksız varlığın dedik. Buna renksiz ve nişansız kelimelerini de ilave edebiliriz. Çünkü Hz. Mevlana bir gazel-i şerifinde:

Ah, çe bireng o binişan ki menem

Ki be bined mera çünan ki menem

Ah, ben renksiz ve nişansızım, beni olduğum gibi kim görebilir” buyurur. Bu gazelin, Aynüddevle-i Rumi adlı meşhur ressamın, Mevlananın resmini yapamayışı üzerine söylendiği malumdur.

Aynüddevle, Mevlananın yirmi dört tasvirini çizmiş, fakat hiçbirinin de benzemediğini görerek ağlamış, huzurdan çıkarken kalemlerini kırmıştır. Vaka İkinci Gıyaseddin Keyhüsrevin kızı ve Selçuk Veziri Muineddin Pervanenin hanımı olan Gürcü Hatunun ressamdan Mevlananın resmini istemesi üzerine cereyan etmiştir. Üzerinde düşünülmesi icap eden resimlerin benzemeyiş meselesi herkesin imanı derecesinde tefsir edilir.

Renksiz ve nişansız olan Mevlana âşık ve maşuktur. Bir kelime ile aşktır. Ondan intişar eden aşk dalgaları öyle kuvvetlidir ki yaşadığı çağdan bugüne kadar sıcaklığını ve cazibesini asla kaybetmemiştir.

Gizli bir hazine idim, muhabbet ettim ki bilineyim Kutsi Hadisine göre kâinatın yaratılışı aşk sebebiyledir. ALLAHın bulunması için de ‘Aşk Burak’ı[9] şarttır. Bunun için yüce Mevlana bir gazelinde:

Aşıka sır âleminden şu nida geldi:

Aşk, ALLAHın Burakıdır, onu koştur.

Buyurur.

Bir başka şiirinde:

Gönül gözünün Burakı üstünde sefer edenler, bulutsuz, sissiz o ayı görürler, diye seslenir.

Sofilerin Burakı olan Aşk, Hakkın Seçilmişlerinin Seçilmişi, mana âleminin sultani Mevlanaya, dört taraftan saran büyük yangınlar gibi, nasip olmuştur. Dünya tarihinde hiç kimse onun kadar aşkı yaşamamıştır. Onun kadar ruhen aşkla gıdalanmamıştır. Kimse onun kadar aşkı dile getirmemiştir.
Divan-i Kebir
i[10] Rubaiyatı sonsuz aşkının, Fihi Ma Fihi, Mesnevisi aşktaki kemalinin semeresi olarak meydana gelen ilahi eserlerdir. Burada bir lahza duralım ve Mevlananın lahuti sesine, aşkın ne olduğunu açıklayan sayısız Mesnevi ve Divan-ı Kebir mısralarından hiç olmazsa bir kaçına kulak verelim:

Aşk ALLAH usturlabıdır.

Aşk ALLAH sıfatıdır.

Aşk suçsuz adamdan başkasını öldürmez.

Ta ebed baki olan şey aşk ve âşıktır.

Aşksız olma ki ölü olmayasın.

Aşkta ol ki diri kalasın

Aşk şarabını içmek her can taşıyanın harcı olsaydı

Şemseddinin aşkı âleme yayılırdı.

Aşksız geçen ömrü ömür sayma.

Aşk ab-i hayattır, onu canla gönülle kabullen.

Yarın kıyamet apaçık kopunca âşık olmayan huzurdan sürülür.

Aşk Burakı Cebrailin kılavuzluğu olmadıkça

Muhammed gibi konaklara nasıl gireceksin?

Aşk, neden önce Âşıka kinlenir?

Neden önce kanlı katil gibi davranır?

Hakiki âşık olmayan kaçsın, Aşktan vazgeçsin diye.

Aşkın vasfını söylemeye koyulursam

Yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır.

Çünkü kıyametin kopacağı bir zaman vardır.

ALLAHın vasfı için son ne gezer.

Ey, latif can, Aşksız kalma,

Aşkın her soluğunda binlerce oruç, binlerce namaz vardır.

Korkak zahid ayağı ile yürümeğe cabalar.

Âşıklarsa şimşekten de rüzgârdan da hızlı uçar.

Sen kendi şehvetine Aşk ismini veriyorsun.

Şehvetten Aşka çok uzun yol vardır.

Canım âşıklara feda olsun, âşıklık hoş bir hevestir.

Oğul, Aşka tap, Aşktan başka her şey havadır.

Âşıklar gayb gözlerini acarlar;

Âşık olmayanlarsa kör ve sağır can verirler.

Aşka düşmeyen, aşk vadisinde konaklamayan kimseleri,

Doğru yolu bulmuş saymayın.

Gökyüzünde yıldızlar arasında ay nasıl görünürse,

Âşık da yüzlerce kişi arasında öyle görünür.

Akıl bütün gidilecek yolları bilse de aşk yolunu bilemez.

Aşk, olgunluktur, olgunluktur, olgunluktur

Mevlananın eşsiz lisanında aşkın beyanının sonu gelmez. Bu sonsuzlukta kaybolmak istidadını gösteren kalemimizi şimdi tekrar mevzuumuza çevirelim. Yine aşktan uzaklaşmış sayılmayız. Çünkü Hüdavendigarın[11] kendisi mücessem aşktır.

Mevlana, aşktaki kemalini: Hamdım, Piştim, Yandım diyerek ifade buyurmuş, ölümsüz hayatını çok kısa, fakat ateşli sözlerle hülasa etmiştir. Bir mısraında da:

Sevgide derlenip toparlananlar

Şu insan kalabalığı gibi ölmezler

Demiştir. Mevlananın hayatını işte bu yönden mütalaa etmek gerekir. Pişmesi, yanması, sevgide derlenip toparlanması ve şu insan kalabalığı gibi ölmeyişi, İşte Mevlananın yüceliği buradadır; Mevlananın yüceliği bundandır. Yalnız, biz, doğuştan müstesna olan koca sultanın hamlığı nerededir bilmiyoruz. Bilmiyoruz, çünkü Hüdavendigar bu cihana varis-i Nebi olarak gelmiştir. Çocukluğu bile olağanüstü vakalarla doludur.

Baha Veledin vefatında yirmi dört yaşında olan Mevlana, Sultanın emri ile babasının yerine oturtuldu. Seyyid Burhaneddinin Konyaya gelmesine kadar, dini ilimleri öğretme vazifesine devam etti.

Mevlananın ilk mürşidi babası idi. Sonra dokuz sene Seyyid Burhaneddin-i Tırmiziden feyiz aldı.

Mevlananın ilk hanımı olan Gevher hatun genç yaşında vefat etmiş, ikinci olarak da Kerra Hatunla evlenmişti. İlk hanımından Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu olmuş, ikinci hanımından ise Melike Hatun ile Muzaffereddin Emir Âli Çelebi isminde bir kızı ve bir de oğlu dünyaya gelmiştir. Bir de Şemseddin Yahya adlı, genç yaşta vefat eden üvey oğlu vardı.

Mevlana, o zamanın ilim ve irfan merkezi olan Halep ve Şamda ders görmüş, zahir ve batın ilimleriyle mücehhez bir âlim, bir zahit idi. Bilgide, keşifte, keramette, güzel söz söylemede, güzel huyda eşi yoktu. Akıllara hayret veren zekâ ve irade sahibi idi. Ahlak-ı Muhammediye ile ahlaklanmıştı.  Molla-i Rum diye namı dillere destandı. Bütün hayatında öğrenmekten ve öğretmekten zevk almıştı. Kitaplarına düşkünlüğü son derecede idi. Ders verdiği medreseler, hayranları ile dolup taşıyordu. Bu vaziyet, Tebrizli Şemsin Konyaya vasıl oluşuna kadar beş sene sürdü, sonra her şey birdenbire değişti. Bu değişme, Şeyh-i Ekberin senelerce evvel görüp söylediği gibi, Mevlananın aslında uçsuz bucaksız bir umman oluşunun icabı idi.

Hz. Mevlana, tevazu kuşağını kuşandı da, “Hamdım, yandım, piştim” diye feryat etti.

ALLAH’ın vedud ismine mazhar bir velisi... Hem âşık hem maşuk bir yürek... Her ağlayanla gözyaşı döken, her gülenden bir sevinç taşıyan, çağından sorumlu bir muhteşem dost...

İlimle tasavvufu birleştiren, kitabını Kur’an’a tefsir yapan, yaşayan Kur’an olan Efendimiz’in yoluna toz toprak olmayı kendisine şeref bilen bir güzel insan...

Bu yüzden, şefkatli bir yürek özleyen O’nu buluyor. Sevgiyi duymak, şefkate doymak isteyen O’na sarılıyor. Muhabbet pınarına gönül dudaklarını dayamak ve sevgisizlikten kurtulmak isteyen O’na koşuyor.

Bütün bu gerçeklerin insanlığı getirdiği sonuç, 2007 yılının UNESCO tarafından “Hz. Mevlana barış ve sevgi yılı” olarak ilanıdır.

Nasıl oluyor da, birileri daha yaşarken ölüp unutulurken, aşk çağlayanı Hz. Mevlana 800 sene sonra bile diri, canlı, etkileyici ve gönül kazanıcı olabiliyor?

Bu sorunun cevabı, tabii ki İslam’sız ve imansız verilemez.

Mevlana ki, “Ben Kur’an’ın kulu kölesi, Hz. Muhammed Mustafa yolunun tozu toprağıyım” diyen sultandır.

Mevlana ki, “Her kul azat oldukça sevinir. Ben ise kul oldukça mutluyum, istemem azat” diye coşan hünkârdır.

Mevlana ki, kulluğa doyamayan, beş vakit namaza kanamayan, hayatının bütününü ibadete çeviren Hak sevdalısıdır. Bu sevda ile haykırır:

Beş vakit Rabbine ibadet zevki doyurmaz aşığı, 500 bin vakit bile az gelir ona... Çünkü namaz Hak’kın huzuruna çıkmak ve vuslata ermek demektir... Hakiki âşık vuslata doyar mı hiç?

Gerçekten kul olan, huzurunda huzur bulduğu Rabbi’nin divanından ayrı durmak ve ayrılmak istemez zira...

Hem Âşık hem Maşuk olan Hz. Mevlana’ya göre, “Gökte uçan kuşların, yerde otlayan hayvanların tuzağa düşmelerinin sebebi, tesbihi, yani ALLAH’ı anmayı terk etmeleridir.

Öyleyse, akıllı insana düşen görev secde değil midir?

Bedenlerimizin secdesi, ruhlarımızın Hak’a yaklaşmasına sebep olur. Eğer bu viran hapishaneden kurtulmak isterseniz, DOST’a isyan edici olmayın; secde edin de yakınlarından olun.

Hoşgörüyü tavsiye eder. Hep hoş görmekten yanadır... “Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır” der.

Mevlana nasıl herkesle barışık olduğunu söyleyebiliyor?” diye haber gönderen bir bilgine, şu cevabı gider selam ve duayla:

Bu sözü söyleyenle de barışığım ben.

Sevgiyi ve iyi geçinmeyi yaşayışıyla ders verir. Baktığı pencere, hep sevgi ve şefkate açıktır. Oradan kavga gürültü, kan kin görünmez asla... Kavgacıları aralar da, “Bana bir söylersen bin duyarsın!” diyen hırsını yenememiş kişiyi şöyle susturur:

Bana bin söyle, benden bir bile duyamazsın!

Bu sevgi çağlayanı ile kim kavga edebilir? Bir başka gün, bir kabadayı, köşeye sıkıştırdığı birine bağırıyordu:

Ulan, şimdi postunu yüzerim!

Hz. Mevlana, bu nadana yaklaştı ve dedi ki:

Gel de bizi şu post derdinden kurtar. Yıllardır bundan soyunmak ve Hakk’a kavuşmak istiyorum. Hadi gel!

Kanın, kinin ve kavganın her yaş ve baştan insanı alıp sürüklediği yaşanmaz olmuş bir dünyada, Hz. Mevlana’ya bugün her zamankinden daha çok muhtacız.

Bir gün, acı ve alışılmadık bir haber ulaşır Konya’ya... Merkeze yakın köylerden birinde bir kişi, geçim darlığından dolayı intihar etmiştir. O gün için hiç alışılmadık olan bu acı haber, Hz. Mevlana’da bütün mü’minleri sarsan bir uyarıya dönüşür:

Orada hiç Müslüman yok muymuş?

İçimizi ürperten bu sorunun muhatabı olmayanımız var mıdır şimdi?

Kendisini toplumundan sorumlu tutan Hz. Mevlana, uykuyu ve istirahatı ahirete bırakmış olan büyüklerdendi. Özellikle de hayatının son yıllarında, oturup ders verdiği, sohbet ettiği mindere biraz uzun oturup, duvar yastığına yaslanarak 3-4 saat dinlenmeyi kâfi bulurdu. Bu durumu normal bulmayan yakınları, haline acırlar da, ona yatağına girip şöyle usulünce uyuyarak, doğru dürüst dinlenmesini teklif ederler.

Hz. Mevlana bu teklife, sıradan sürüden biri olmadığını göstermeye yetecek güzellikteki şu cevabı verir:

Evladım, bırakın da bunca uyuyana karşı, biri de uyanık kalsın...

Mevlana, bugün hala gönül açlarını doyuruyor; sevgisizlik soğuğuyla titreyenleri şefkatiyle sıcacık sarıyor. Onun için Amerika’da ve Avrupa’da en çok okunan şairler arasında yer alıyor. İnancı, mesajı çarpıtılsa da, yüreği dünyevi duygularla gölgelense de, gönül tellerini titretmeye devam ediyor.

İnsan, rızkını kendisinden bilmemelidir. Çünkü “Helvayı kısmeti olan yer, parmağı uzun olan değil.

Ağlayıp inlemek de sağlam bir sermaye” rahmete ermek için

İnsan, elini ve gönlünü Rahman’a açtıktan sonra, eremedim dememeli... Çünkü duanın kabulü içindedir. Gönülden ALLAH’ım diyen, eğer kalbinin kulağı varsa, o Yüceler Yücesi’nin “Buyur kulum, söyle buradayım” dediğini duyabilir.

Hz. Mevlana, olumsuzluklarla uğraşmamızı istemez. Gül ile meşgul olan, gül kokar. Pislik böceği ise, yoldaki hayvan gübrelerini yuvarlayıp durmaktan hoşlanır. İyi olan iyilikle meşgul olmalı, hiçbir sebeple kötülüğe bulaşmamalıdır. “Kötülere taş atma, uğraşma; pisliği üzerine sıçratırsın” der.

Deniz gönüllü olanlara kötüler ne zarar verebilirler ki... “Hiç köpeklerin dudağı değdi diye, deniz kirlenir mi?

 

Mevlana’nın cüppesi hep önden açıktır. Konya soğuklarında bile hep aynı modeldi elbisesi. Bir muhtacını gördüğünde, kimseye fark ettirmeden, hemen çıkarıp verebilsin diye... Bütün verelim tekliflerini geri çevirir ve derdi ki, “Bize almayı öğretmediler.

O’na göre, insan iki çeşitti:

1-Toprak gibi

2-Su gibi

Su gibi ol da, yürü git, gelmeyene de var” derdi.

Adı hep dilimizde olan Hz. Mevlana’nın, inşallah tadı da yüreğimizde olsun.

O devirlerde Konya, geniş bir ilim muhitine sahip olup ilim adamına büyük saygı ve hürmet gösterilir, ilme ehemmiyet verilirdi. Şöhretli bilginlerden Şemseddin-i Mardini, Kadı Siraceddin-i Urmevi, Kutbeddin-i Şirazi, Sadreddin-i Konevi, Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi kıymetli âlimler medreselerde yüzlerce talebe okutuyor, camilerde vaaz-u nasihatleriyle halkı tenvir (nurlandırıyor) ediyorlardı.

İşte Mevlana Hazretleri de şehrin en büyük medresesi olan ‘Altun-Aba’ (İplikçi) medresesinde yüzlerce talebeye ders okutuyordu. Her sabah talebelerinden ikisi Mevlana’ya mahsus bir katırı eğerleyerek eve uğruyor, Mevlana’yı bindirerek medreseye götürüyor, akşam olunca da evine tekrar getiriyorlardı.



[1] Nesai – Cihad 6 (6,11)

[2] Meryem Suresi, Ayet 12

[3] Bazı kitaplarda Hz. Mevlana’nın doğum tarihi 30 Eylül 1207, bazısında 1204 veya 1197–1202 arası olarak gösterilmiştir. Biz, muhterem üstat Mithat Bahari Beytur’un eserlerindeki tarihleri yazımıza esas tutmayı uygun gördük.

[4] Bu şecere muhtelif kaynaklarda az çok değişiktir. Burada verilen malumatta (Tercüme-i Sevakib) adlı menakib kitabından yararlanılmıştır.

[5] Kevser Suresi, Ayet 1

[6] Bu lakabı, çocukken Mevlana’ya büyüklüğünü ifade için babası takmıştır.

 

[7] Saffat Suresi; Ayet 102

[8]          Mevlana: Muhammed Celaleddin’in lakabıdır. Genç yaşında Konya’da ders vermeye başladığı zaman kendisine takılmıştır. Keza, Rumi de lakaptır, Anadolulu manasındadır.

 

[9] Cennet atı; Hz. Muhammed’in Miraç gecesi bindiği mübarek at.

[10] Mevlana’nın Divan-i Kebir’i Hz. Şems’in mübarek ismine söylenmiştir.

[11] Mevlana’nın büyüklüğünü ifade için babası tarafından kendisine verilen lakaptır.

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar