Print Friendly and PDF

1916 SYKES-PİCOT ANLAŞMASI 'SUÇLU' MU, 'GÜNAH KEÇİSİ' Mİ?



Formun Üstü
Formun Altı


Radikal/19/10/2014
Ortadoğu tarihini 1916'dan başlatmak (veya tarihi 1916'da dondurmak), Ortadoğu'yu Batılıların kuklası gibi tarif etmek, Ortadoğu'daki tüm çatışmaların etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel gruplar arasında olduğunu iddia etmek tipik şarkiyatçı yaklaşımlardır

Son aylarda sık sık Ortadoğu'nun içinde bulunduğu durumun bölgedeki devletlerin sınırlarını otel odalarında, cetvelle çizen Büyük Devletler'in ve onların temsilcilerinin hazırladığı 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması'nın sonucu olduğuna, ancak bu anlaşmanın tarihin çöp sepetine atılmasının an meselesi olduğuna dair yazılar okuyoruz. Bu hafta bu tezlerin izini sürmeye karar verdim. 
Çok geriye gitmeye gerek yok, Britanya ve Fransa'nın genel olarak dünyanın çeşitli bölgelerindeki, özel olarak da Süveyş Kanalı yüzünden Mısır'daki çıkarlarını korumak için 1902 yılında bir dostluk andlaşması imzaladığı biliniyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun 1912-1913 Balkan Savaşları'nda içine düştüğü durumun verdiği cesaretle, bu ikili 1912'de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yapmışlardı. 1915'de, İngiltere ve Fransa'nın yanına Rusya'nın da katılmasıyla dağılmasına muhakkak gözüyle bakılan Osmanlı topraklarının 'emin ellerde' olması için bir kez daha paylaşılmıştı. Britanya bununla da yetinmeyerek Hindistan yolunu güvence altına almak amacıyla Mekke Şerifi Hüseyin ile Osmanlı İmparatorluğu'na karşı girişeceği bir ayaklanmaya destek vaadeden özel bir anlaşma yaptı. Şerif Hüseyin'in bilmediği ise, İngilizlerin Arabistan yarımadasını Şerif'in muarızlarından Vahabi lider İbn-i Suud'a vaadettiğiydi. Britanya'nın kendisinden habersiz attığı bu adımlardan rahatsızlık duyan Fransa'nın baskısıyla 1916 yılında bölge yeniden paylaşıldı. 
Adını görüşmeleri yürüten İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız Albay George Picot'dan alan gizli Sykes-Picot Anlaşması 1917'de Rusya'da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet Hükümeti, Çarlık tarafından yapılmış tüm gizli anlaşmaları kamuya açıklamasaydı belki de hiçbir zaman bilinmeyecekti. 
İfşa olunduğu tarihten beri 20. yüzyılın en ünlü anlaşması olmayı başaran metni hazırlayan ikisi adam da aristokrat sınıftan ve eğitimden geliyordu. İkisi de Ortadoğu halkları için en iyisini Avrupalı emperyal güçlerin bileceğine inanıyordu. İkisi de Ortadoğu ülkeleri hakkında derin bilgilere sahipti. (Sir Sykes Kürdistan'da saha çalışmaları bile yapmıştı. 1908'de yayımladığı makalesini şu adresten okuyabilirsiniz: Tıklayın
(Sir Mark Sykes, Kürt Milli Aşireti Reisi İbrahim Paşa'yla, 1915. Kaynak: The Foundation of Kurdish Library&Museum, www.saradistribution.com ) 
Ama söz konusu anlaşmayı hazırlarken bu bilgilerini kullandıkları çoğu kişi için gayet şüpheliydi, çünkü bu çevrelere göre Ortadoğu'da yaşanan sorunların tohumları bu anlaşma ile atılmıştı. 
Gerçekten böyle midir? Öncelikle bir gazete sayfasında ele alınması son derece güç bir konuyu özetlemin zorluklarını hatırlatmak istiyorum. Ayrıca 1) Dünyanın diğer bölgelerinde sınırları sömürgeci güçler tarafından oluşturulmuş devletlere dair araştırma yapmadan, 2) Hem Ortadoğu'nun hem de 1. maddedeki ülkelerin sınırları yapay biçimde çizilmeden önceki tarihini bilmeden, 3) Sınırları büyük devletler tarafından çizilmemiş olan devletlere dair araştırma yapmadan, Sykes-Picot Anlaşması'nın Ortadoğu için ne ifade ettiği konusunda yargıya varmak doğru değil. Ama yine de bazı gerçekler var ki, karşılaştırma yapmadan da yorumlanabilir. Birinci gerçek şudur: Bugün pek çok kişinin sandığı gibi, Ortadoğu'daki devletlerin sınırları Sykes-Picot Anlaşması ile çizilmemiştir. Anlaşma ile yapılan, Ortadoğu'yu Fransızlar ve İngilizlerin doğrudan veya dolaylı kontrolünde olacak beş 'etki alanı'na ayırmaktı. Bu etki alanlarını şu haritada görebilirsiniz: 
(Sykes-Picot Anlaşması'yla belirlenen beş 'etki alanı'nı gösteren harita. Kaynak: www.bbc.com ) 
Hindistan Yolu'nu korumak açısından hayati öneme sahip olan Filistin'in Fransızlara bırakılması Britanya'nın hiç hoşuna gitmemişti ancak 1915'te Çanakkale'de uğranan hezimetten sonra Britanya müttefiklerine bağımlı hale gelmişti. (Ancak yine de Sir Sykes bu maddeden dolayı ülkesinde 'günah keçisi' ilan edildi.) Ayrıca Fransız ve İngiliz nüfuz bölgelerinde bir Arap devletleri konfederasyonu ya da Fransız ve İngiliz nüfuzu arasında bölünmüş tek bir Arap devleti kurulacaktı. Hayfa ve Akka İngilizlerin kontrolüne bırakılırken, İskenderun serbest liman olacaktı. Anlaşmanın esas itibarıyla Almanya ve Rusya'nın ilerde Hindistan Yolu'nun tehdit etmesini önlemek için hazırlandığı anlaşılmakta çünkü o yıllarda Arap Yarımadası'ndaki petrol varlığı bütün boyutları ile ortaya çıkmış değildi. 
Sykes-Picot'ta ilk gedik, Britanya'nın 1917'de "Yahudilere Filistin'de bir yurt yaratmak" için (metinde bu terimler kullanılıyor) kaleme aldıkları Balfour Deklerasyonu ile oldu. (Bu konuyu şu yazımda ele almıştım: Okumak için tıklayın)  
Peki, Ortadoğu'daki devletlerin sınırı 1916 Sykes-Picot ile çizilmediyse nerede çizildi derseniz, cevabım "Ocak 1919-Ocak 1920 arasındaki Paris Barış Konferansı'nda ama esas olarak 24-25 Nisan 1920'de İtalya'nın San Remo şehrinde toplanan konferans ve sonrasında hayatın içinde çizildi" olacaktır. Sınırlar çizilirken Osmanlı dönemindeki idari yapılanma (Trablusşam, Bağdat, Basra, Musul, Rakka, Lahsa eyaletleri) esas alınmış, ayrıca bazı tarihsel, demografik ve coğrafi kriterlere dayanılmıştı, ama deyim yerindeyse 'evdeki hesaplar çarşıya uymadı'… 
Tek tek devletler düzeyinde süreci biraz anlatmaya çalışayım. (Umarım okurken başınız dönmez, çünkü yazarken benim başım döndü.) 
San Remo sürecinde Fransızlar Suriye'nin tamamını kontrol etmek için Musul ve Filistin'deki haklarından vazgeçmişlerdi. Ardından Suriye'yi işgal ettiler ve İngilizlerin Suriye'nin başına geçirdiği Faysal'ı ülkeden sürdüler. İki yıl sonra Milletler Cemiyeti'nin onayıyla Suriye'yi önce kuzeyde bir Alevi devleti, merkezde Sunni devleti, güneyde ise Dürzi devleti olarak üç parçaya bölmeye kalkıştılar. Homojenleşmenin kadim çatışmaları halledeceğini düşünüyorlardı. Ancak, her grup bir diğerine tahsis edilen toprakta hak iddia ettiği için bu üç devlet yaşama geçemedi. Buna karşılık 1926'da Katolik Kilise'ne bağlı olan ancak ayin biçimleri farklı bir mezhep olan Marunilerin özerk bir yönetim oluşturmasına izin verildi. Suriye'nin kalanı da 11.yüzyıldan beri bölgede varolan bir Batıni mezhebi olan Dürzilerin yaşadığı Dağlık (Cebel) Lübnan, Latakia, Şam ve İskenderun olarak beş yarı-özerk bölgeye ayrıldı. Ancak 1925 yılına gelindiğinde Aleviler, Dürziler, Bedeviler ardarda ayaklanmaya başlamışlardı. Öte yandan Iraklıların 1924 yılında kazandıkları anayasal haklara sahip olamamak Suriyeli aydınların kızgınlığı giderek artıyordu. 1925'te Fransızlar gerginlikleri yatıştırmak amacıyla Şam ve Halep vilayetleri birleştirdiler ancak aynı yıl patlak veren Dürzi ayaklanması Suriye'nin diğer bölgelerine sirayet etti. Ayaklanma ancak 1927'de bitti ancak Fransızlarla Suriyelilerin arası hergeçen gün biraz daha açılıyordu. Fransız yetkililer için milliyetçi taleplere boyun eğmekten başka çare kalmamıştı. Eylül 1936'da iki ülke arasında Suriye'nin bağımsızlığını onaylayan bir andlaşma imzalandı. Buna göre Alevi ve Dürzi bölgeleri yeni ülkeye dahil edilirken, Lübnan bölgesi dışarıda kalacaktı. Ancak söz konusu andlaşma Fransa hükümeti tarafından onaylanmadığı gibi Fransa öteden beri Suriye'ye karşı bir koz olarak kullandığı Hatay sorununda yüz seksen derece çark etti, 1938'de Hatay'ın bağımsız olmasına, bir yıl sonra da Türkiye'ye bağlanmasına razı olarak Suriyeli milliyetçilerden öcünü aldı. (Hatay Meselesi'ni şu yazımda anlatmıştım: Okumak içir tıklayın)  Dolayısıyla (bağımsızlığını ancak 1946'da kazanan) Suriye'nin bugünkü sınırları ile Sykes-Picot sınırları arasında dağlar kadar fark oldu. 
San Remo Konferansı'nda Dürzilerin yerleşik olduğu dağlık bölgenin (Cebel Dürzi ya da Cebel Lübnan) yanısıra Şii nüfusun yoğun olduğu Bekaa Vadisi ve kıyı şeridi de dahil olmak üzere tüm bölge Suriye'ye bağlanmıştı. Milletler Cemiyeti 1923'de Lübnan'da Fransız Mandası'nı onayladı. Ancak yönetimde Marunilere tanınan ağırlık Dürzilerin tepkisine neden oldu. Dürzi isyanlarını sert biçimde bastıran Fransız yönetimi 1926'dan sonra daha dengeli bir politika izlemeye başladıysa da Arap milliyetçiliği bağımsızlık taleplerinden vazgeçmedi. Nihayet 1936 yılında Lübnan'a bağımsızlık veren bir antlaşma hazırlandı. Bu sırada Suriye'den koparılan Tripoli, Beyrut ve Sidon Lübnan'a dahil edildi. Ancak Fransız hükümetleri Lübnan'ın bağımsızlığını 1946'ya kadar onaylamayarak bölgenin huzura kavuşmasına engel olmayı başardı. 
Irak'ta durum daha da karmaşıktı. Rivayete göre Irak'ın sınırlarını Britanya Kralı VII. Edward'ın danışmanı, devlet adamları W. Churchill ve Lloyd George'un çalışma arkadaşı, ünlü casuslar T.E. Lawrence ve J. Philby'nin sırdaşı olan Gertrude Margaret Lowthian Bell çizmişti. Arkeoloji okuduğu Oxford'u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçen, iki kez dünya turu yaptıktan sonra önce İran'a, 1899'da Kudüs'e giden, burada Arapça öğrenen ve Kudüs civarındaki arkeolojik alanların haritalarını oluşturan Bell savaş yıllarını Kahire'de geçirdikten sonra Bağdat ve Basra taraflarında 'siyasi memur' olarak bulunmuştu. 1920'de artık tamamen İngiliz kontrolü altına girmiş olan Irak'taki İngiliz Yüksek Komisyonu'nun Ortadoğu Sekreteri idi. Araplar tarafından 'Çölün Kızı' diye adlandırılan Gertrude Bell, bölge hakkındaki engin bilgisi yüzünden Başbakan Churcill'in 1921'de Kahire'de topladığı konferansa davet edilen 40 kişi arasındaki tek kadındı ve güya Irak'ın sınırları Kahire'de çizilmişti. 
(Arkeolog Gertrude Bell Ortadoğu'da, 1909)
Bundan emin olmamız zor ama bildiğimiz şu ki Irak'ın mevcut sınırı kademeli olarak çizildi. San Remo sürecinde Fransızların Suriye karşılığında vazgeçtiği Musul bölgesi (yani Kuzey Mezopotamya'nın doğusu) Sykes-Picot ile paylarına düşen Güney Mezopotamya'ya eklenmişti. Böylece ortaya Sykes-Picot'takinden çok daha büyük bir Irak çıkmıştı. İngilizler, Fransızlar tarafından Suriye'den sürüldükten sonra İngiltere'de kendisine bir taht bulunmasını bekleyen Faysal'ı Irak kralı yaptılar, yerli halktan bir ordu oluşturdular ve yeni bir işbirliği andlaşması imzaladılarsa da milliyetçi çevrelerin etkisiyle, Mart 1924'de seçilen yeni hükümet Irak'ın bağımsızlığını ilan etti ancak bu kağıt üzerinde kaldı. 1927'de İngilizlerle daha elverişli bir andlaşma imzalamaya çalışan milliyetçiler bir kez daha başarısız oldular. Ancak İngiltere'de iktidara geçen İşçi Partisi Irak'ın Milletler Cemiyeti'ne üyeliğini destekledi ve Irak'ın bağımsızlığı için görüşmeler başladı. Görüşmeler sonucu Basra'daki İngiliz üslerinin garanti altına alınması, ayrıca İngiliz birliklerinin ülke içinde serbestçe hareketlerine izin verilmesi karşılığında 1930 yılında yeni bir anlaşma imzalandı. 1932 yılında İngiliz Manda Yönetimi resmen sona erdi ve Irak hem Milletler Cemiyeti'nin hem de İngiliz Milletler Topluluğu'nun bir üyesi oldu. 
Bunlar olurken Irak'ın kuzey yani Türkiye sınırı, bugün Ortadoğu'daki tüm sınırlar için kullanılan meşhur klişenin kaynağı olacak şekilde gerçekten otel odasında çizilmişti. Lozan'da Musul Meselesi halledilemeyince, konu önce ikili ilişkilerle çözülmeye çalışılmış, 1924'te sınır tartışmalarını önlemek için 'Brüksel Hattı' diye anılan geçici bir sınır konmuştu. Hat, iddialara göre, Brüksel'de bir otel odasında İngilizlerce oluşturulmuştu. Ancak, her iki tarafın da 'geçici' olan bu sınırı kabul etmesiyle, kontrol fiilen İngilizlerin eline geçti. Sınırı belirleyen nihai anlaşma 5 Haziran 1926'da imzalandı. Bu hikayeden de anlaşılacağı gibi, Irak'ın kuzey sınırı da Sykes-Picot anlaşmasıyla ilgili değildi. (Bu sürece dair ayrıntıları merak edenler şu yazıma bakabilir: Okumak için tıklayın
Irak'ın güney, yani Kuveyt'le ve Suudi Arabistan'la sınırı ise 1923'te çizildi ancak kesin halini 1961'de aldı. Basra Körfezi'nin kuzeybatı ucunda, Suudi Arabistan ile Irak arasında kurulu olan Kuveyt Şeyhliği'nin tarihi 18.yüzyıla kadar gidiyordu ama 1899'da yapılan bir anlaşma ile bölge İngiliz denetimine bırakılmıştı. Bu andlaşma uyarınca Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede bir 'pretoktora idaresi' kuruldu. Savaşın nihayetinde daha sonraları Suudi Arabistan adını alacak Necd İdaresi ile Kuveyt arasındaki ilişkiler normalleştirildi ve 1923'de Kuveyt'in Suudi Arabistan'la ve Irak'la bugünkü sınırı üç tarafın katılımıyla çizildi. Ancak, Britanya'nın 1961'de pretoktora idaresine son verip de Kuveyt'in bağımsızlığını tanımasının hemen ardından Irak'ın bu anlaşmaya gönülsüzce razı olduğu anlaşıldığı. Irak bölge üzerindeki tarihsel haklarını ileri sürerek, Kuveyt'in Irak'a bağlanmasını talep ediyordu. Bu tehlike ancak Arap Birliği Teşkilatı'nın Kuveyt'ı üye kabul ederek kanatları altına almasıyla savuşturuldu. (Fakat sorunların hallolmadığı 1991'de Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle anlaşılacaktı.) 
1917 Balfour Deklerasyonu ile oluşturulan, San Remo'da uluslararası düzlemde kabul gören 'Yahudi Yurdu'nun 'Yahudi Devleti' olması ancak Mayıs 1948' de mümkün oldu. Devletin sınırları ise 1948-1949, 1967, 1973 savaşlarından sonra bile netleşmedi. Sykes-Picot'un Kudüs ve çevresinde 'uluslararası denetime tabi bir idare kurması planı da tarihe gömüldü, çünkü Kudüs İsrail'in içinde kaldığı gibi diğer Filistin toprakları Gazze ve Batı Şeria adıyla ikiye bölündü. Bunlardan ilki bir açıkhava hapishanesi iken, diğeri kısmen İsrail'in kontrolünde. Bu durum Sykes-Picot'un sonucu değil, yukarıda linkini verdiğim yazıda anlattığım son derece karmaşık bir sürecin sonucu. 
Bölgede bir de Sykes-Picot'da adı bile geçmeyen Ürdün var biliyorsunuz. San Remo'da Filistin'in Yahudiler için bir yurt haline getirilmesine razı olan ancak sonra bundan pişman olan Mekke Şerifi Hüseyin'in oğlu Emir Abdullah, Mavera-i Ürdün (Trans Ürdün) bölgesini işgal etmiş ve Suriye'ye saldırmaya kalkmıştı. Ancak Fransızlarla bozuşmak istemeyen Britanya'nın araya girmesiyle Abdullah, Mavera-ı Ürdün'ün başına getirildi. Böylece Britanya Balfour Deklerasyonu'nun kefaretini ödemiş oldu. (1916'da Filistin'i Fransızlara bıraktığı için ülkesinde ağır eleştirilere maruz kalan Sir Sykes'ın, Balfour Deklerasyonu'nun ateşli taraftarı olması da suçluluk duygusuyla açıklanmıştı.) Ürdün Krallığı bağımsızlığını ancak 1950'de kazandı, sınırları da 1950'de Batı Şeria'yı ilhak ederken genişledi, 1967'de geri verirken daraldı. 
(Emir Faysal, 1919'da Paris Barış Konferansı'nda, sağında Arabistanlı Lawrence. Kaynak: www.cliohistory.org )
Mısır, Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri ve Kuzey Afrika'daki Arap devletleri (ki bugün 22 Arap devleti var) Sykes-Picot çerçevesine girmediği için onların sınırları hakkında bilgi vermeye gerek yok. 
Sınırların 1916'da değil 1920 sonrasında çizilmesi bir yana, bu sınırların çoğu yerde cetvelle çizildiği doğru. Bunun nedeni sınırların çoğu yerde çöllerden geçmesi. Ama çöl olmayan yerlerde de sınırı şu veya buradan geçirmek için dayanılacak kriterler bulmanın zorluğu da düşünülmeli. Çünkü, Mezopotamya'da Sünnilerle Şiiler, Araplarla Kürtler, Türkmenler, Hıristiyanlarla Müslümanlar ve diğer dinler, aşiretlerle, yerleşik toplumlar asırlardır içiçe yaşıyorlardı. Bu unsurların bir bölümü (göçebe aşiretler) mevsimsel olarak, bir bölümü sosyal, siyasal, askeri ya da ekonomik nedenlerle tarih içinde sürekli hareket halinde olduklarından herbirinin yaşam alanlarını belirlemek zordu. 
Örneğin Lübnan ve Suriye'de etnik grup olarak Araplar, Kürtler, Türkmenler, Filistinliler, Ermeniler, Rumlar, Asuriler ve başkaları; dinsel grup olarak Hıristiyanlar, Müslümanlar, Süryaniler ve başkaları; mezhepsel olarak Maruniler, Dürziler, Rum Ortodokslar, Rum Katolikler, Ermeni Apostolikler, Protestanlar ve diğerleri yaşar. Ayrıca elbette dil grupları da vardır. 
Irak'ta nüfusun çoğunluğunu Araplar oluşturur. Arapların da yüzde 60'ı Şiidir ve Çelebiler, Musevi, Temmiler, Hasan, Hüseyin, Hafaci, Zevanil, Sand, Salman, Nuaymi, Karagol ve Mavali gibi adlar taşıyan yüzlerce aşiret halinde Basra bölgesinde yoğunlaşmışlardır. 
Batı'da toplanmış olan azınlık Sünni Arap nüfus ise genel olarak üç aşiret arasında dağılmıştır. Bunlar Ürdün ve Suriye'ye de yayılmış olan Dileym aşireti, bütün Arap dünyasına yayılmış olan ve Hicaz-Ürdün-Suriye hattında yoğunlaşan Şemmar aşiretinin bir kolu olan Cubur aşireti ve tarihi boyunca gerek Cubur gerekse Türkmen Bayat aşireti ile sürekli çatışma halinde yaşayan Ubeyd aşiretidir. Cuburlar ile Ubeydler arasında da tarihsel kan davası vardır. 
Irak'taki en büyük azınlık grubu ise Kürtlerdir. Soran'da ağırlıklı olarak Şafii Kürtler, Bahdinan'da Nakşibendi Kürtler yaşar. (Şengal) bölgesinde Ezidi Kürtler yaşar. (Yoksa 'yaşardı' mı demek lazım? Biliyorsunuz, IŞİD tarafından katledildiler, bölgeden çıkarıldılar ya da kaçmaya mecbur bırakıldılar). 
İkinci büyük azınlık grubu Telafer, Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Kara Tepe, Hanekin, Mendeli yerleşimlerinden Bağdat'ın güney doğusundaki Bedre'ye kadar uzanan bir şerit üzerinde yaşayan Sünni ve Şii Türkmenlerdir. (Irak ve Suriye Türkmenleri için sırasıyla şu yazılarımı hatırlatayım: Birinci yazıyı içir tıklayınikinci yazı için tıklayın ) Bunların dışında Asuriler, Mandayyalar, Ermeniler ve Lurları anmak gerekir. 
Bu iç içe geçmişlikler dolayısıyla, Sir Sykes ve Mösyö Picot'un şahsında Britanya ve Fransa isteselerdi de Ortadoğu'da homojen ulus-devletler yaratamazlardı. Yine de Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni statükonun bazen gönüllü ama çoğu zaman zorunlu olarak (hem yetke alanlarındaki yerel güçlerin baskısıyla, hem de kendi ülkelerindeki kamuoyunun baskısıyla) kademeli olarak ulus-devlet formuna dönüştüğü görülüyor. 
(1952'de Mısır'da yönetime el koyan Hür Subaylar hareketinin lideri Cemal Abdülnasır, 1956 Süveyş Krizi sırasında sadece Mısırlıların değil tüm Arapların gönlünü kazanmıştı.)

Ortadoğu Sykes-Picot Anlaşması'ndan önce de güllük gülistanlık bir yer değildi, San Remo sonrasında da olmadı. Ama dışsal faktör olarak 1940'larda İkinci Dünya Savaşı, 1945 sonrasında Soğuk Savaş, Britanya'dan boşalan alanı doldurmaya çalışan ABD, içsel faktör olarak Mısır, Suriye ve Irak'taki Nasırcı ve Baasçı yönetimler, İsrail'i yaşatmak istemeyen Arap devletlerine direnme yolu olarak yayılmacılığı tercih eden İsrail ve Lübnan'daki mezhepçi oluşumlar ve bölgede vekalet savaşları yoluyla çarpışan İran ve Suudi Arabistan tarafından çığrından çıkarılmıştır.
Hala ikna olmayanlara şunu da hatırlatayım: Avrupa hariç, imparatorlukların dağılmasıyla (ki sadece Osmanlı İmparatorluğu değil, Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılmış, Britanya İmparatorluğu ise sembolik hale gelmiştir) hemen bütün modern devletlerinin sınırları sömürgeciler tarafından çizilmiştir. Orta ve Latin Amerika ülkelerinin sınırlarını İspanyol sömürgeciler, Afrika ülkelerinin sınırlarını Fransız, Belçikalı, Hollandalı, Alman, Portekizli vb sömürgeciler çizmiştir. ABD-Kanada, ABD-Meksika sınırını Amerikalılar, Hindistan-Pakistan, Hindistan-Afganistan, Pakistan-Afganistan sınırını İngilizler çizmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu ülkelerin sınırlarının çizilme yöntemi (sömürgeciler tarafından mı yerel unsurlar tarafından mı, cetvelle mi, yaşam alanlarını izleyerek mi gibi) ve bu ülkelerin etnik, dinsel, dilsel açıdan bölünmüşlük dereceleri ile bu ülkelerin çatışmasızlık tarihleri ve gelişmişlik düzeyleri arasında bir ilişki olup olmadığını matematiksel yöntemlerle karşılaştıran bilim adamları (makaleyi şuradan okuyabilirsiniz: Tıklayın) eğer tabloları yanlış yorumlamadıysam değişkenler arasında tek tip ilişki bulamamışlar. Örneğin Latin Amerika ülkelerindeki sınırlar 19. yüzyılda sömürgeciler tarafından çizildiği şekliyle muhafaza edilirken ülkeler arasında herhangi bir çatışma olmazken, bazı ülkeler gelişirken, bazıları gelişememiştir. Afrika'da ise bazı ülkeler sürekli birbiriyle çatışırken bazıları çatışmamış, ama Güney Afrika Cumhuriyeti, Nijerya gibi bir kaç ülke hariç hemen bütün ülkeler gelişme, modernleşme sorunları yaşamıştır. Sınırları tarih içinde doğal biçimde ve yerli halklar tarafından çizilen Avrupa ülkelerinin sınır bölgelerindeki sorunlar (Alsas-Loren, Südetler, Tiroller, Transilvanya gibi) ise iki dünya savaşına neden olmuştur. Hala da ellerinde olsa bu bölgeler için üçüncü bir dünya savaşı çıkarmayı hayal eden gruplar vardır. Ama iki büyük savaşa rağmen Avrupa devletleri barışmayı başarmışlar, modernleşme sürecini de kesintisiz devam ettirebilmişlerdir. 
Sonuç olarak Ortadoğu tarihini 1916'dan başlatmak (veya tarihi 1916'da dondurmak), Ortadoğu'yu Batılıların kuklası gibi tarif etmek, Ortadoğu'daki tüm çatışmaların etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel gruplar arasında olduğunu iddia etmek tipik (Edward Said tarzı) şarkiyatçı yaklaşımlardır. Evet, bu devletlerin geç 19. yüzyıl, erken 20. yüzyıl tarihinde Batılı devletler çok hayati roller üstlenmiştir ama bu devletlerin tarihinde Osmanlı'nın rolü daha uzun ve etkilidir. Evet savaş sonrası ortaya çıkan devletler homojen ulus-devletler değildir, evet sınırlar pek çok etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel grubu parça parça etmiştir, parçalanmayan gruplar da bu devletlerde mutlu değildir ama Ortadoğu devletleri ama Charles Glass'ın iddia ettiği gibi 'bayrakları olan aşiretler' de değildir. Arap devlet teorisinin, Arap milliyetçiliğinin gayet uzun tarihleri vardır. (Merak edenler şu yazılarıma bakabilir (Birinci yazı için tıklayın) (İkinci yazı için tıklayın) Arap milliyetçiliğinin Baasçılık bataklığına saplanmasıyla, yine köklü bir geleneği olan Selefi olan veya olmayan İslamcı ideolojilerin önce milliyetçiliğe eklemlenmesi, sonra onu ekarte ederek kurtuluş reçetesini tek başına yazmaya kalkmasının da Sykes-Picot anlaşması ile ilişkisi yoktur. (Bu konuda şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın
Nitekim bugün Arap Baharı'nı başlatan ve sürdüren güçleri harekete geçiren etnik veya dinsel itkiler değildir, ülkelerindeki baskıcı, çürümüş, kötü yönetimlerdir. Bu kesimler Sykes-Picot öncesine dönmeyi veya ulus-devlet formunu canlandırmayı hedeflemiyorlar. Kabaca söylersek, çok kültürlü, müreffeh, demokratik, barışçıl toplumlar kurmayı hedefliyorlar. Aynı şekilde Ortadoğu'yu kana bulayanların başında gelen IŞİD de Sykes-Picot'u tarihe gömdüğünü iddia ederken, 1916 öncesi statüye geri dönmeyi ya da modern ulus-devletler kurmayı hedeflemiyor. Onun amacı da yepyeni bir statü oluşturmak. Bu statünün Müslüman olmayanları kapsamadığı açık ama tüm Müslümanları da kapsamadığı, hatta tüm Sünnileri de kapsamadığı ortada. Esad'a ve özellikle de IŞİD'e yönelik tüm antipatiye rağmen ABD'nin veya Batılı ülkelerin de bölgedeki sınırları yeniden çizmek gibi bir çabası henüz yok. Aksine bölgeye müdahale etmemek için ayak sürüyor. Rusya ve Çin'in de henüz yok gördüğüm kadarıyla. Varsa bile, Ortadoğu'nun geleceğini (bunun 'sınırsız' olmasını diliyorum) esas olarak bölgede yaşayanların çizeceğine inanıyorum. Çünkü artık tek tek bireylerin bile tarihin akışını değiştirmesine olanaklar sunan bir çağda yaşıyoruz. Tarihle ilgilenen biz fanilere düşen en küçük görev ise, önyargılardan ve ezberlerden kaçınmak galiba…
Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu'nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Cemal Paşa, Hatıralar, (Yayına Hazırlayan: Alpay Kabacalı), İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006; Frank G. Weber, Eagles on The Crescent Germany, Austria and The Diplomacy of Turkish Alliance (1914-1918), Cornell University Press, 1970; Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti'ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi, 1982; Mayir Vereté, "The Balfour Declaration and Its Makers", Middle Eastern Studies, vi (1970), s. 48-76; Leonard Stein, The Balfour Declaration, New York, Simon and Schuster, 1961; Isaiah Friedman, The Question of Palestine 1914-1918, British-Jewish-Arab Relations, Schocken Books, 1973; Karl K. Barbir, "Bellek, Miras ve Tarih: Arap Dünyasında Osmanlı Mirası", İmparatorluk Mirası. Balkanlar'da ve Ortadoğu'da Osmanlı Damgası, Yayına Hazırlayan: L. Carl Brown, İletişim Yayınları, 2000; Osmanlı İmparatorluğu'nun Sonu ve Büyük Güçler, Yayına Hazırlayan: Marian Kent, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999.
Erşim: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/1916-sykes-picot-anlasmasi-suclu-mu-gunah-kecisi-mi-1219727/


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar