ABD’NİN VE AB’NİN ORTADOĞU VE TÜRKİYE İSLAM POLİTİKASI
İkinci Dünya
Savaşı’ndan hemen sonra, ABD merkezli geliştirilen “soğuk savaş” stratejisinin
1980’li yıllara kadar olan sürece etkileri ile İslami akımların gelişmesi
arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. 1947’de uygulamaya konan “soğuk
savaş” planının amacı, Sovyetler Birliği’nin ekonomik, siyasi ve askeri
olarak kuşatılarak etkisizleştirilmesine dayanmaktaydı. Özellikle Ortadoğu,
Avrasya ve Balkanları kapsayan “soğuk savaş” stratejisinin, jeopolitik bakımdan
en önemli merkezlerinden biri olan Türkiye, ABD için vazgeçilmez bir ülkeydi.
Bu önem halen devam etmektedir. Türkiye dahil bütün Ortadoğu’nun siyasal,
dinsel ve tarihsel yapısı dikkate alınarak, Sovyetler Birliği’ne karşı
kullanılan İslam, “soğuk savaş” sürecinin en önemli ideolojik
silahlarından biri oldu. ABD’nin politik stratejisyenlerince belirlenen ve
yöneticileri tarafından uygulanmaya konulan ‘yeşil kuşak teorisi’nin politik
argümanı : ‘Komünizme karşı din’di. .
Rusya’daki
Amerikan Büyükelçisi 1946’da şunları söylüyor;
“Manevi
hayatımızı devlet adamlarından ziyade, büyük din adamlarının kılavuzluğuna
borçluyuz… Düştüğümüz manevi buhrandan çıkmamız, atom bombasının, dini ve
siyaset adamlarının omuz omuza çalışmalarıyla mümkün olabilir. Stalin’i
durdurmakla iş bitmez. Tanrı’dan başka efendi tanımayan biz Amerikalılar… Bu
mücadelede kullanılacak en meşru silah, manevi bir kuvvet olan dindir… Musa,
Buda, Konfiçyus, Muhammed, ayrı ayrı yollardan bizi ışığa çıkardılar.
Düşmanımız Komünizm Tanrı’yı inkar esası üzerine kuruludur. Din, komünist
diktatörlüğü yok edecek ilahi kudrete sahiptir…”(1)
ABD’nin,
Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği politikanın merkezinde din faktörü
vardır. Dönemin tarihsel özgünlükleri içerisinde oluşturulan politikalarının
merkezinde, dünyadaki belli başlı mevcut bütün dinler bulunmaktaydı.
CIA’nın
emekli ajanlarından Füller, “dine başvurma zorunluluğu” adlı
değerlendirmesinde şunları söylüyor;
“Dünyada
hiçbir lider, ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne de Gandi sonsuza
kadar yaşayacak ürün vermemişlerdir. Oysa İncil ve Kuran veriyordu. Liderler
ölüyor, önce bedenleri, sonra da zaman içinde düşünceleri siliniyordu. Oysa
Kur’an ve İncil yaşıyordu…”(2)
CIA’nın
politik hedefi öylesine belirginleştirilmiştir ki, din bütünüyle politik
mücadelenin en önemli araçlarından biri haline getirilmiştir. Amerikan eski
Dışişleri Bakanı Dulles 1956’da Sovyetleri din faktörü ile tehdit etmektedir.
“Din ile
siyaset birbirinden ayrılmaz. Dünya meselelerini halletmek hususunda
seçeceğimiz yol, dini görüştür. Ümit ediyoruz ki Sovyet liderleri iş işten
geçmeden Allah fikrine bağlılığın vatanperverliğin beşeri haysiyet ve vakarın
daima kalplerde yaşayacağına inansınlar…”(3)
ABD’nin
devlet politikasının yürütülmesinde ‘din’ vazgeçilmez bir politik araçtı.
Özellikle Sosyalist dünya blokuna karış yürüttüğü ideolojik ve politik
mücadelenin en büyük ‘atom bombası’ din’di. Bu politikasını, uluslararası
alandaki tarihsel ve politik gelişmelere uyarlayarak savunmaya devam eden ABD,
21. yüzyılda da, dünya çapında gelişen ‘dinsel çatışmaları ve hareketleri’ gerekçe
göstererek ‘yeni stratejik politikalar’ geliştiriyor. Örneğin, ABD
Temsilciler Meclisinde; “Dinsel gruplara baskı uygulayan ülkelerin
cezalandırılmasını öngören” bir yasa tasarısı “41 ret oyuna karşı 375 kabul
oyu” ile resmileştirildi. Dışişleri Bakanlığına bağlı bir “Dini Baskıyı İzleme
Bürosu” kuruluyor. Bu yasayı ihlal edilen ülkelere karşı ise, “…ihracat
kısıtlanması, vize yasağı, insani olmayan ABD yardımının kesilmesi gibi
yaptırımlar” uygulanabilecektir(4). Bu politikanın hangi bölgede veya hangi
ülkede somutlaşacağını tamamen o ülkenin özgün koşulları belirleyecektir. ABD
izlemiş olduğu ‘din politikasını’ Balkanlar’da, Ortaasya’da, Uzakasya’da ve
Ortadoğu bölgesinde değişik biçimlerde uygulamaktadır.
Özellikle
konumuz bakımında İslam dünyasında güncelleşen politik yönelimleri ayrıca
inceleme konusu yapmak gerekiyor. Çünkü ekonomik ve coğrafik bakımdan dünyanın
en stratejik bölgesi olan Ortadoğu’da ve Türkiye’de, din olgusu çok daha ciddi
boyutlarda kullanıldı. Sovyetlerin 1979’da Afganistan’ı işgal ettiği sırada,
ABD, bütün ekonomik ve askeri gücüyle radikal İslamcı örgütleri destekledi.
ABD’nin önemli stratejisyenlerinden Brzezinski, Sovyet sosyalizmine
karşı mücadelede İslamcı muhalefetle birlikte hareket edilmesini çok açık
olarak dile getirmişti. “Bana öyle geliyor ki, şu an en önemli şey
Sovyetler’e karşı İslâmi bir ittifak oluşturulmasıdır…”(5)
ABD, hem
doğrudan hem de Arap ülkeleri desteğiyle -özellikle Pakistan’ın – İslamcı
örgütlere aktif destek sundu. Değişik Arap ülkelerinden birçok mücahidi
Afganistan’da, ‘İslam adına savaşması’ için teşvik etti. El-Kadie ve lideri Bin
Ladin, bu tarihsel sürecin bir ürünü olarak, ABD tarafından yetiştirilmiş ve
desteklenmişti. ABD’nin dönemsel politikaları gereği, hemen hemen bütün radikal
İslamcı örgütlerle ilişkiler kurdu ve onlara önemli ekonomik, politik ve askeri
olanaklar sundu.
ABD’nin bu
politikasına F. Gerges şöyle açıklıyor :
“Soğuk savaş
koşulları için Reagan yönetiminin İslâmcı mücahitler topluluğuna destek
vermesindeki gerekçelerin ortaya konulması gereklidir. Reagan’ın durumu, tıpkı
1950 ve 1960′lardaki seleflerinin durumunda olduğu gibi, “şer imparatorluğu”
adını verdiği Sovyetler Birliği ve onun üçüncü dünyadaki destekçileriyle
savaşmak için Amerika ile diğer İslâmî gruplar ve Afganistan, Suûdî Arabistan,
Pakistan gibi ülkelerle ittifaklar yapma yoluna gitmek şeklinde olmuştur…”(5)
Bugün,
özellikle Ortadoğu’da, ABD’nin öncelikli düşman kategorisinde gördüğü birçok
İslamcı örgüt, yine kendileri tarafından desteklenmiş ve güçlendirilmişlerdir. The
NewYork Times dergisinde belirtilen bir makalede ‘Afganistan’daki Sovyet
işgalcilerine karşı savaşan İslâmcıları destekleyerek İslâmî terör şebekesinin
temelini atmakla’ eleştirmiştir. ABD’nin bugün karşı karşıya kaldığı politik
krizin temelinde, Sosyalist kampa karşı yürütmüş olduğu mücadelede, ‘düşmanın
düşmanı benim dostumdur’ politikası vardı.
1985’ten,
Sovyetler Birliği eksenli oluşan blokun dağılmasından sonra, ABD kendini
dünya’nın tek süper askeri gücü olarak ilan etti. Özellikle Ortadoğu’daki enerji
kaynaklarını bir bütün olarak denetim altına alarak rakiplerine karşı tam bir
üstünlük sağlamayı planladı. Bunun içinde, öncelikli olarak Ortadoğu’da gelişen
İslamcı hareketin tasfiyesini gündemine aldı. Mart 1990’da, Amerikan
Temsilciler Meclisi’nin yayınladığı bir raporda, “İslâmi canlanışın her
geçen gün güçlenmesi gerçeği ile bölgeden çıkarılan petrolün Batılı ekonomiler
için vazgeçilmez önemi birleştiğinde, Ortadoğu konusundaki çekişme, İslâmî
uyanış ile Batı dünyası arasındaki karşılaşmayı ölüm kalım mücadelesi haline
gelmektedir”(7) diyor.
ABD’nin
1990’lardan sonra, bölge coğrafyasında gelişen ve Müslüman toplumunu ciddi
oranda etkileyen anti-amerikancılığa karşı geliştirdiği askeri politika ;
‘öncelikle saldırı stratejisi’ oldu. Bu nedenle ABD’nin askeri gücünü
kullanarak “süper güç” olduğunu göstermek için “yeni düşmanlara” ihtiyaç
duyması bir zorunluluk haline geldi. Bunlara da ‘İslami teröristler’ denildi.
A. Lake, “Savaşmak için yeni bir düşman ideoloji arayan Amerika’nın
hâlihazırdaki tek süper güç olması sebebiyle, İslâm üzerine yeni bir ıslah
hamlesinde başı çekmeye kendini odaklaması gerektiği”ni vurguladı.(8)
Bu
politikaların arka planında yatan teorik-politik bakış açısının bir kaç noktada
ele alınması gerekir. ABD’nin önemli stratejisiyenleri Ortadoğu çatışmasının
ana unsurunun ‘medeniyetler çatışması’ olduğunu ve bunun içinde ‘radikal
İslamın yok edilmesi’, bölge coğrafyasının mevcut sınırlarının ‘yeniden
çizilmesi’ ve ABD’nin ihtiyaçlarına yanıt veren ‘ılımlı İslam ve ılımlı İslam devletleri’nin
kurulması gerektiğini sık sık vurguladılar. Özellikle, Bush yönetiminin dış
politikasının ana unsurunu bu temel bu politik bakış açısı oluşturmaktadır.
Robert
Pelletreau’nun ‘Ortadoğu’da İslami Uyanış’ isimli sempozyumda yapmış
olduğu bir konuşmada, Amerika Birleşik Devletleri’nin İslâm’a bakış açısının
temel yaklaşımını bir bakıma “medeniyetler çatışması” olarak
değerlendirmektedir. İslam’ı “Batı’ya meydan okuyan ve onun güvenliğini tehdit
eden ikinci bir tehlike” gördükten sonra şunları dile getirmektedir:
“Ama büyük
şeytan olarak nitelendirildiğimizde, kültürümüz ve değerlerimizle alay
edildiğinde, vatandaşlarımız rehin alındığında ya da bize yönelik gelişigüzel
veya sistemli siyâsi hedefler güdülerek girişilecek herhangi bir şiddet ve
terör olayına maruz kaldığımızda, buna da güçlü şekilde karşı koyacağız!”(9)
Bu
değerlendirme ABD’nin bugünkü politik stratejisini oluşmaktadır. Batı’ya meydan
okuyan İslam’ın, Batı’nın “kültürü ve değerleriyle alay” etmesine ve
Batı’ya karşı hiçbir siyasal faaliyete izin verilmeyeceğini belirtmektedir.
Medeniyetler çatışması olarak ifade edilen bu politika, doğrudan bir saldırı
stratejisi içermektedir. Harward Üniversitesinden Prof. Samuel Huntington
da yukarda ifade edilen görüşleri paylaşmakta ve bugünkü çatışmanın, Batı ile
İslam arasında yaşanan bir mücadele olduğunu vurgulamaktadır:
“Yüz yıldır
Batı ile İslâm arasında varolan karşılıklı etkilenimin azalması, uzak bir
ihtimaldir. Mümkün olan şey ise, daha da kötüleşmesi ve artmasıdır.”(10)
Huntington,
uluslararası alandaki çatışmanın ekonomik ve politik olmaktan çıktığını ve daha
çok medeniyetlerin çekişmesine dayanan kültürel bir çatışma olduğunu
vurgularken şunları belirtiyor. “Bu yeni dünyada çekişmenin asıl kaynağı ilk
sırada fikir veya ekonomik olmayacaktır. Beşer nesli arasındaki en büyük
bölünmeler ve çekişmenin çoğunlukla kaynağı kültürel olacaktır. Medeniyetler
çatışması dünya siyâsetinin tamamına hâkim olacaktır…”(11)
Huntington,
aynı kitabında “İki tarafın, İslâm ve Batı, kendi aralarında bir medeniyetler
arası çatışma olacağının farkına varmaları gerek”tiğini belirtmektedir. Bir
bakıma, ABD’nin bugün uyguladığı politikanın kaçınılmaz olduğunu belirtiyor.
Bush’un, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelerin vurulmasına ilişkin yaptığı
değerlendirmede, “yeni bir haçlı seferinin başladığını” söylerken ABD saldırı
politikasına açıklık getirmiş oluyordu.
Peki birçok
ABD’li stratejisyen tarafından medeniyetler çatışması olarak ifade edilen
politikanın merkezinde ne var? Birincisi, Marksizmin temel dayanağı olan,
karşıt sınıf güçleri arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin ve bunun ekonomik
temellerini oluşturan kapitalizme karşı mücadelenin bittiğini, sosyalizm
karşısında kapitalizmin zafer kazandığı iddiası. İkincisi, batı karşısındaki
yeni güç İslam radikalizmidir. 20. yy başında Rusya’da gerçekleşen Bolşevik
devriminin dünya çapında yarattığı politik sarsıcı etkiler ve kapitalizmin
uluslararası dengelerini alt-üst etmesi gibi 21. yy’da da, radikal İslam’ın
aynı tehlikeyi gösterebileceğini savunmaktadırlar. Sovyet devrimi, çatışmalara
sınıfsal bir nitelik kazandırırken, 21. yüzyılda ise bunun, medeniyetler
çatışması’na yol açacağını savunmaktadırlar.
Dinler arası
çatışma veya “batı-doğu çatışması” olarak gösterilen mücadele yine kapitalizmin
tarihsel sınırları içerisinde gerçekleşmektedir. “Medeniyetler çatışması”nın
politik analiz ve eleştirisi ayrıca yapılabilir. Ancak konumuz bakımından
önemli olan nokta, “Medeniyetler çatışması” olarak ifade edilen stratejinin
arka planındaki -özellikle bölgesel alandaki- politikalar önem kazanmaktadır.
Bugünkü
somut tarihsel koşullar içerisinde izlenen strateji radikal İslamcı gücün
ezilmesi ve İslam’ı batıya entegre etme politikasıdır. Bunun için de şiddet ve
askeri güç mutlaka kullanılmalıdır. Radikal İslam’ın yok edilmesi ve bunun
alternatifi olarak da “ılımlı İslam” politikasının bölge ülkelerine dayatılması
bir bakıma zorunlu görülmektedir.
Örneğin
Amerikan Dışişleri eski Bakan Yardımcısı Edward Djerejian, ABD’nin Ortadoğu
politikalarını şu sözlerle açıklamaktadır.
“Bu
politika, sadece çatışmaların ortaya çıkışını önlemek ve düşmanlıkların
çözümünde barışçı yöntemlerin kullanılması için değil, aynı zamanda, savaşı
kışkırtma ihtimali olanların gittikleri bu yolun değiştirilmesi ve onların
işini kolaylaştıran araçların da sınırlandırılmasıdır. Belki de hepsinden
önemlisi, istikrarı bozmak için çabalayan köktencilerin tasfiyesi konusundaki,
ciddi bir saldırı stratejisidir.”(12)
Yıllar önce
planlanan ve uygulanmaya konulan ABD’nin “yeni saldırı stratejisi” Martin Indyk
tarafından da desteklenerek somutlaştırmıştır. “Ortadoğu’da çifte amacın
gerçekleşmesi için hegemonyasını kullanacak olan, bölgedeki güçler dengesini
yönlendiren hegemonik bir güç olunması”(13) gerektiğini belirtmektedir. Buna
benzer değerlendirmeler ABD’nin Ortadoğu politikası uzmanlarından ve eski
bürokratlarından Daniel Pipes tarafından da dile getirilmiş: “Ortadoğu’nun
çehresinin değiştirilmesi ve (buna en ciddî tehdit olarak duran) laik devrimci
Arap milliyetçiliği ile İslâmî dinci köktencilik gibi unsurlardan arındırılmış yeni
bölgesel düzenin kurulması”(14) olarak savunulan ve Clinton yönetimi tarafından
yeterince uygulanma sahasına konulmayan bu politikalar, Bush yönetiminin dış
politikasının temel stratejisinden biri oldu. Bugünkü politikanın pratik
uygulaması ve denenme sahası ise Afganistan ve Irak’tır.
Clinton
yönetiminde ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Bürosu yetkilileri
tarafından yapılan açıklamalarda, ABD’nin İslami yönetimlerle birlikte olmaya
hazır olduklarını hatta, İslami yönetim anlayışı nedeniyle sık sık gündemleşen
insan haklarıyla ilgilenmediklerini, sadece “kendi çıkarlarına yönelik bir
tehlike oluşturmamaları” gerektiğini vurgulamaktadırlar. Şunlar belirtiliyor:
“Bizler,
İslâmî bir yönetimle birlikte yaşamaya hazırız ama, bizim hayati çıkarlarımıza
yönelik tehlike olmamaları ve bize düşmanlık yapmamaları koşuluyla.
Ortadoğu’daki insan hakları sorununa gelince, onunla ilgili ciddi bir kaygımız
yoktur.”(15)
Politika çok
açık ve nettir. Ortadoğu’da istenilen demokrasi ve özgürlükler değil. Sadece
ABD’nin bölgedeki hayati çıkarlarının korunmasıdır.
Bu nedenle
ABD’nin bölgede geliştirmek istediği temel politika, genel olarak Arap ve
Müslüman ülkelerinde ciddi bir yükseliş eğilimi içerisinde olan ve “hayati
çıkarlarını” tehdit eden radikal İslama karşı, ılımlı İslam politikasıdır.
ABD, böyle bir politika ile bölgedeki egemenliğini pekiştirmek istemektedir.
Lake, “bizim hedeflerimizin en önemlilerinden olan serbest pazarın oluşumu,
demokratik alanın genişlemesi ve kitle imha silahlarının yayılmasına belli sınırlar
getirilmesi gibi konularda bizimle tamamen aynı düşünen ılımlı Ortadoğu
devletleri kurmaktadır” diyor.(16)
ABD’nin eski
Başkanı B. Clinton’ın Ürdün Kralı II. Hasan ile yaptığı ortak basın
toplantısında, “Dünyaya hoşgörü ve ılımlı anlayışların yerleşmesi konusunda,
İslâm büyük etkiye sahip bir güç olabilir. Onun geleneksel değerleri, Batı’nın
üstün fazilet örnekleri ile tam bir uyum içindedir. Ürdün ve İsrail
parlamentolarındaki konuşmalarımda belirttiğim gibi, Amerika İslâm’a büyük bir
saygı duymaktadır ve evlatlarımıza iyi bir gelecek bırakmak ve dünyada tam bir
barışı sağlamak için, dünyanın her yerinde İslâm’a tâbi olanlarla birlikte
çalışmayı temenni ediyoruz…”(17)
Doğal olarak
akla ilk gelen sorulardan biri: ABD hangi İslam’a saygı duymaktadır? İslam tek
bir bütün olarak ele alınmadığına göre, tercih edilen İslam, özellikle ABD’nin
uluslararası politikalarını kabul eden, kapitalizmin küreselleşme politikasına
uyum sağlayan bir İslam istenmektedir. Bunun için İslam dünyası hem ekonomik ve
politik olarak değişime zorlanmakta hem de gerekirse söz konusu devletlerin
coğrafi sınırlarının yeniden planlanması gündemdir.
ABD’nin
bugünkü İslam dünyasında izlediği politik strateji dikkate alındığında hem
radikal İslam’ın etkisizleştirilmesi gerekçesiyle bölgenin işgaline ve askeri
şiddetin kullanılmasına politik bir zemin hazırlanmakta hem de bölge ülke
devletlerinin siyasal rejimlerinin yeniden biçimlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Ortadoğu’da “ılımlı İslam devletleri”nin yaratılması “İslamcı teröre” karşı bir
önlem olarak düşünüldüğü gibi Ortadoğu devletlerinin uluslararası küreselleşme
politikalarının içerisine çekilerek kapitalist dünya sistemine bir bütün olarak
entegre edilmesi hedeflenmektedir. Son birkaç yıldır güncelleştirilen Büyük
Ortadoğu Projesi’nin arka planında yukarda aktardığımız politikalar
bulunmaktadır. Bu konu ayrı bir alt başlık altında ele alacaktır.
ABD’nin Türkiye’de İzlediği Politik İslam Stratejisi
İkinci dünya
savaşından sonra, uluslararası güç dengelerinin özellikle ABD ve Sovyetler Birliği
arasında yaşanmış olması, Sovyetler Birliği’ne sınır olan Türkiye’nin
jeopolitik konumunu son derece önemli kılıyordu. ABD’nin bölgedeki hakimiyet
gücünü koruması bakımından özellikle Ortadoğu’nun ekonomik ve sosyal tarihsel
ilişkilerini kullanarak geliştirdiği politikaların ekseninde yukarda ifade
ettiğimiz gibi, İslam dini vardı. Jeopolitik konumu, toplumun dinsel yapısı ile
tarihsel kültürel özellikleri bakımından ön plana çıkan Türkiye, ABD’nin
Avrasya ve Ortadoğu politikasının uygulanma sahasının en önemli merkezlerinden
birini oluşturuyordu.
Ortadoğu’da
ABD ile Sovyetler arasındaki egemenlik çatışması, 1979’da İran’da Şah
iktidarının yıkılması, Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali,
Türkiye’nin politik konumunu çok daha ciddi oranda arttırdı. ABD’nin politik
uzmanları Türkiye’nin önemini “stratejik bir hazine” olarak değerlendirdiler.
R. Reagan tarafından ABD Dışişleri Bakanlığına atanan Alexander Haig’in,
“Türkiye yeri doldurulamayacak bir ülke ve yaşanan gerçeklik içinde onun ne pahasına
olursa olsun desteklenmesine değer”(18) sözleri Türkiye’nin bölgesel alandaki
önemine vurgu yapıyordu.
Sovyetler
Birliği’nin dağılması ile ABD’nin, Ortadoğu politikalarında bir kısım
değişiklikler yaşandı. Özellikle radikal politik İslam çizgisine yönelik ‘yeni’
bir kısım stratejiler belirlendi. Sovyetler Birliği’ne karşı desteklenerek ve
ekonomik ve politik olarak bir güç haline getirilen Ortadoğu ülkelerindeki
–radikal- politik İslamcı güçler bu kez düşman kategorisinde görülürken,
Türkiye’nin stratejik konumu, değişen uluslararası güç dengelerine ve bölgenin
ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden planlandı. Bu planlama iki noktada
somutlaştı. NATO’nun değişen rolüne bağlı olarak Türkiye’nin jeopolitik
konumunun artması ve Türkiye’nin AB’ne entegrasyonu.
Yani ‘soğuk
savaş’tan sonrada, Ortadoğu ve Avrasya üzerindeki güç-egemenlik çatışması
kesintisizce devam ettiğine göre, Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik konumu
değişmeyecektir. Dışişleri eski Bakan Yardımcısı Holbrooke’un da dediği gibi, “Avrasya
bölgesinde Amerika için önemli ne kadar olay varsa, hepsinin ayrım noktasında
Türkiye duruyordu…” (19)
Talbott,
Bilkent Üniversitesinde vermiş olduğu bir konferansta benzer düşünceleri dile
getiriyor,
“İşte
Türkiye, bir kez daha tıpkı soğuk savaş yıllarındaki gibi, dünyanın en önemli
olaylarının kesişim noktasında yerini almıştır”(20) değerlendirmesini yaparken,
Türkiye’nin önemine dikkat çekiyordu.
Özellikle,
ABD’nin bölgeye dayattığı ‘yeni’ İslam politikası bakımından da Türkiye gibi
bir ülkeye kesin olarak ihtiyaç duymaktadır. ABD’nin eski Ticaret
Bakanlarından-hayatta değil- Ron Brown, Türkiye’nin ABD bakımındanki önemini şu
cümlelerle açıklamıştı. “Birleşik Devletler, Türkiye’nin hem stratejik hem de
ekonomik alanlarda büyük önemini hiçbir zaman aklından çıkarmadı. Türkiye, NATO
içinde başlıca ortaktır ve demokratik, laik ve Müslüman bir ülke olarak
böylesine çabuk başkaldıran bir bölgede önümüzdeki yıllarda şimdikinden daha
önemli olmayacak…” R. Brown’nun bu açıklaması ABD’nin Türkiye üzerindeki
planlarını ortaya koymaktadır. Özellikle ‘Büyük Ortadoğu Projesi’(BOP)
kapsamında Türkiye’nin önemine özel bir vurgu yapılmaktadır. Bu konu ayrı bir
alt başlık altında incelenecektir.
ABD’nin
Ortadoğu’da izlediği yeni politik stratejinin ana hedeflerinden biri,
kapitalist küreselleşme stratejisine bağlı olarak bölgesel egemenliğinin
pekiştirilmesi kapsamında, İslam’ın yeniden biçimlendirilmesi planlanırken
ikili bir politika izlenmektedir. ‘Soğuk savaş’ sürecinde olduğu gibi,
Türkiye’de genel olarak Batı yanlısı ‘ılımlı İslam’ politikasına destek vermek,
diğer Ortadoğu ülkelerindeki politik İslamcı hareketlere daha saldırgan bir
tutum geliştirmek.
Özellikle
ABD, Türkiye 1995 yılında Türkiye Başbakanı olarak ABD’yi ziyaret eden Tansu
Çiller ile ortak basın toplantısı yapan ABD Başkanı B. Clinton, Türkiye için
şunları belirtmiştir: “Türkiye ile ilişkilerimiz, insanların tüm
farklılıklarına rağmen -batıda olsun, doğuda olsun veya Müslüman olsun
Hıristiyan ya da Yahudi olsun- ortak hedeflere ulaşma uğrunda, güvenle,
birlikte çalışabileceklerini ispatlamaktadır.” Çünkü B. Clinton’a göre,
“Türkiye’nin köktenciliğin yayılması önünde engelleyici bir rol oynadığına”
inanılmaktadır.(22)
1997 yılında
yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi raporunda, Türkiye için şöyle
denilmektedir:
“Amerika
Birleşik Devletleri’nin stratejik çıkarları, demokratik, laik, Müslüman ve Batı
yanlısı istikrarlı bir Türkiye devletinin varlığını gerektirmektedir…
Türkiye’nin, kendisini Batı’yla iç içe geçiren güçlü bağları ve dünyanın en
hassas bölgelerinden birinde bütün stratejik çıkarlarımızda bizimle dayanışma
içinde olması gözden kaçırılacak şeyler değildir.”(23)
Bu politik
yaklaşıma göre özellikle Türkiye’deki İslamcı tarikatların desteklenmesi,
‘ılımlı’ politik İslamcı çizginin geliştirilmesi için gerektiğinde ‘laiklikten
vazgeçilebileceğini’ birçok kez dile getirmişlerdir. Refah Partisi ile Doğru
Yol Partisinin ortaklaşa hükümet olduğu dönemde, ABD Dışişleri Bakanlığı
temsilcisi Burns, Erbakan hükümetine parlamentoda güvenoyu verilmesinin hemen
ardından yapmış olduğu bir açıklamada “Türkiye ile ilişkilerimizin devam
etmesi için bir şart olarak, laikliğin sürmesinin gerekliliğini söylediğimizi
sanmıyorum” diyerek, ABD’nin politikalarına ilişkin çok net bir mesaj
vermiş oluyordu. Batı yanlısı bir politika izleyen Türkiye’de ABD’nin bölgesel
çıkarları için ‘laikliğin şart olmadığını’ ve gerektiğinden bundan
‘vazgeçilebileceğini’ belirtmektedir. Pratik olarak bu yönde birçok adım atmış
olan ABD, hemen her dönem, Türkiye’deki İslamcı hareketlere destek sunmuştur.
Bir CIA
uzmanının bu konuda yaptığı değerlendirme ilgi çekicidir. “İslam hayatının
Türk davasına ne kadar bağlı olduğunu görmemek kabil değildir. Dünyanın her
tarafına yayılmış olan İslam aleminin, inkılapçı ve modern İslamlığı temsil
eden Türkiyesiz bir mana ifade etmeyeceği açık bir hakikattir. Farzı mahal
olarak İslam milletleri, vaktiyle İtalya ve Almanya’nın yaptıkları gibi bir
birlik teşkil etmeye muvaffak olsalar, bunun sebep ve amilleri Türkiye’den
başka bir yerde aranmamalıdır…”(24)
21. yüzyıla
girerken, bu görüş, halen Amerika’nın Ortadoğu politikası bakımından Türkiye
için güncelliğini korumaktadır.
ABD’nin,
Ortadoğu’daki egemenliğini süreklileştirmek ya da pekiştirmek için bölgesel
düzeyde geliştirdiği ‘ılımlı İslam’ politikasının uygulanma alanının öncelikli
ülkelerinden biri Türkiye olacaktır. Bu politikayı hem Ortadoğu’da hem de
Türkiye’de etkin kılmak için; birincisi tüm Müslümanlarca kabul gören,
Vatikan’daki papalık kurumuna benzer “İslam Halifelik Kurumu”nun oluşturulması
ve bunun merkezinin Türkiye olması. İkincisi, Türkiye’de tarikatlara açık
destek sunularak güçlendirilmesi.
Clinton
Endonozya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında bu düşüncelerini çok açık bir tarzda
ifade etti:
“Batı
dünyası ile İslam dünyası arasında bir barış ve diyalog kurulmasına engel olan
şey bir kanal eksikliğidir. İslam dünyasının başı (Halifesi) yok.
Hıristiyanlığın Papalık gibi bir kuruluşu var. İslam dünyasının bu eksikliği,
aklına esen her teşkilatın kendini İslam dininin temsilcisi, lideri olarak
ortaya atmasına yol açıyor. İslam dininin gerçek bir lideri(Halifesi) olsa, onu
Beyaz Saray’a çağırır diyalog başlatırdık..”(25)
ABD’nin
buradaki stratejik hedefi, böylesi bir kurum aracılığıyla bütün İslam dünyasını
kontrol altına almaktır.
Cumhurbaşkanı
Özal’ın ölümünden sonra, ABD’nin Türkiye’de İslamcı bir çizgi izleyen Refah
Partisi ile ilgilenmesi bu temel politikadan kaynaklanmaktaydı. RP Genel
Başkanı Necmettin Erbakan’ın ABD’nin bölgesel politikalarını olduğu gibi kabul
etmesinin faktörlerinden biri de, İslam dünyasının “ruhani lideri” olma
rüyasıdır. Ancak, bu alanda somut bir yönelim içerisine giren ve birkaç adım
öne geçen Fettullah Gülen hoca oldu. ABD’nin stratejik planlarını harfiyen
uygulayan F. Gülen, ‘dinler arası diyalog’ adı altında papa ile
görüşmesi, dünyanın 30-40 ülkesinde açtığı okullarla “İslam misyonerliği”ne
soyunarak somut yönelimlere girmiş olması nedeniyle, avantajlı duruma geçmişti.
ABD, bu “İslam
Halifeliği”ni öyle önemsemektedir ki, Türkiye’nin liderliğe soyunması için
Suudi Arabistan dahi ikna etmiş durumdaydı. Ancak, İslam dünyasındaki tarihsel,
sosyal ve kültürel farklılıklar bakımından ‘İslam halifeliği’nin oluşturulması
hemen hemen mümkün değildir.
Türkiye’deki
tarikatların durumunu değerlendiren CIA’nın eski masa şefi Paul Henz şunları
söylüyor:
“Eski
Sovyetler’de püriten Vahabi doktrinler, kirlenmeye ve materyalizme karşı
panzehir olarak yaygınlaştı. Bunların soğuk savaş sonrasındaki demokratik
düzenlerde nasıl bir tavır alacakları henüz belli değil…. Said-i Nursi’nin
öğrencileri olan Nurcular, bilim, modern bilgi ve ciddi modern eğitimin,
geleneksel olarak İslam’da bulunduğunu savunuyorlar. Türk aydınlarının
Nakşibendiler konusundaki kaygıları yapaydır. Türkiye’nin doğusunda ve
kasabalarında yaygın olan Nakşibendiler, eski Sovyetlerde ve İslam dünyasında
oldukça güçlüdürler. Gerici değillerdir. Nakşibendiler, eski Sovyetlerdeki
bağımsız Türki Cumhuriyetlerde ortaya çıkan girişimci sınıflar için doğal bir
bağlantı noktası işlevini görmektedirler…”(26)
ABD’nin
temel politik yaklaşımlarını ortaya koyan bu görüş açısı aynı zamanda
Türkiye’deki tarikatlarla ABD arasındaki ilişkiyi de dışa vurmaktadır.
Türkiye’de tarikatların neden böyle önlenemez bir hızla geliştiği, daha iyi
görülmektedir. ABD, bu politik çizgisini, 1946’dan bu yana egemen kılmaya
çalışmaktadır. Bu yönde önemli adımlar attığı bir gerçek.
ABD, “İslamı
dostlarda desteklemek, düşmanlarda kışkırtmak” politikasına dayanan “yeşil
kuşak teorisi”nin bölgede değişen politik güç dengelerine bağlı olarak yeniden
analiz edilerek yaşama geçirilmesi için Türkiye’yi son derece önemsemektedir.
Washington Uluslararası Stratejik Enstitüler Merkezi eski uzmanlarından Brad
Roberts, Türkiye’de komünizme karşı İslam’ın desteklenmesine ilişkin şunları
ifade ediyor: “ABD’nin Türkiye’ye bakışında İslam’ın yükselen sesini, komünizme
karşı basit bir kalkan olmaktan daha kapsamlı bir çerçevede düşünülmesi”
gerektiği uyarısını özenle yaparken, İslam’ın toplumsal yaşamın bütün
alanlarına müdahale etmesi gerektiğini de belirtiyor: “…dindar kitlelerin
siyasete, iş yaşamına, bürokrasiye, orduya, öğretmenliğe doğru çekilmesi
modernizasyon süreci için önemli bir adım olabilir” diyor.(27)
ABD
Temsilciler Meclisinde alınan bu karar ABD’nin dini kendi bölgesel çıkarları
için nasıl kullanacağına ilişkin temel politikaları hakkında somut bir fikir
vermektedir. 21. yüzyıl özellikle de Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar
bakımından etnik ve dinsel çatışmaların yoğunlaştırılacağı bir dönem özelliği
taşıyacağa benziyor. ABD’nin bu politikasının stratejik yönelimi, yine bu
bölgeler olacaktır ve Türkiye bu stratejinin merkezinde bulunmaktadır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üyelik Süreci ve Politik İslam
Türkiye,
Avrupa Birliğine üye olmak için 1960’lardan beri sırada beklemektedir.
1990’lardan sonra AB’ne girmek için başvuru yapan birçok ülke kısa zaman
diliminde AB sürecine dahil edilirken, Türkiye beklemeye devam ediyordu. Ancak
özellikle 1999’dan sonra bu sürecin hızla geliştirilmesine ve müzakerelerin
başlamasına karar verildi. 45 yıldır kapıda bekletilen Türkiye’nin üyelik
sürecinin doğrudan başlatılması için hangi faktörler etkili olmuştur? Politik,
ekonomik ve sosyal alanda ciddi iç sorunlar yaşayan Türkiye’nin AB’ne giriş
sürecinin hızlandırılmasında ve somut adımların atılarak müzakere kararının
alınmasında, uluslararası alanda yaşanan ve dünyadaki politik dengeleri ciddi
oranda etkilemeye başlayan siyasal gelişmelerin önemli bir etkisi
bulunmaktadır. Özellikle Ortadoğu ve Avrasya’yı kapsayan gelişmelerin
merkezinde bulunan Türkiye, jeopolitik olarak ön plana çıkmaktadır.
Türkiye’nin
AB üyeliğinin fiili olarak başlatılmasının politik nedenlerini çok kapsamlı
olarak analiz edilmesi gerekir. Ancak konumuzun özgünlüğü bakımından özel
olarak, Türkiye’nin AB üyeligine alınmasında, ciddi bir sorun olarak ortaya
çıkan bölgesel politik İslam süreciyle olan ilişkisi bakımından ele alacağız.
ABD ile AB’nin üzerinde anlaştıkları belkide en önemli konulardan biri budur.
Çünkü, Müslüman ülkelerde ve özellikle Ortadoğu’da yaşanan politik gelişmeler
sadece ABD’nin değil aynı zamanda AB devletlerinin en önemli sorunlarından
birini oluşturmaktadır. Afganistan’daki ve Irak’daki gelişmeler AB sürecinin en
önemli politik gündem maddelerinden biri olmaya devam ediyor. Aynı keza Büyük
Ortadoğu Projesi sadece ABD’nin değil aynı zamanda AB’nin de bir projesi haline
gelmiştir. Ortadoğu kökenli radikal İslami hareketlerin uluslararası alanda
başlattığı şiddet eylemlerinin yaygınlaşması ve aynı şekilde AB içerisinde
bulunan bir çok devletin doğrudan hedef haline gelmesi, AB devletlerini yeni çözümler
bulmaya zorlamaktadır. AB ve ABD’nin anlaştıkları temel nokta ;geniş bir
coğrafyayı kapsayan İslam dünya’sını ciddi politik değişikliklere zorlamaktır.
Bu ülkelerin rejim değişikliklerine zorlanarak ‘İslam ile demokrasiyi
uzlaştırmayı’ planlanlarına model ülke olarak Türkiye düşünülmektedir. AB
sürecine doğrudan dahil edilerek, İslam dünyasına bir model olarak gösterilmeye
çalışılmaktadır. Böylece, AB’ne dahil edilmiş Türkiye modelindeki başarı, hem
radikal İslamın gelişmesini denetim altına alacak hem de bu ülkelerdeki
rejimlerin değiştirilmesini ciddi oranda etkileyecektir.
ABD’nin
bütün başkanları “Türkiye’nin özellikle Ortadoğu, Kafkasya’daki İslâm
devletleri ve Orta Asya başta olmak üzere oldukça hassas bir bölgede,
kendisinden kaçınılması mümkün olunamayan istikrarlı rolüne vurgu
yapmışlardır…” Bu istikrarın devam etmesi için de, Türkiye’nin İslami
köktencilikten kurtarılması gerektiği sık sık vurgulanmaktadır. “…Türkiye’yi
İslâmî köktencilikten kurtarmanın en iyi yolunun eleştirilerle vakit kaybetmek
yerine, onun bir an önce Avrupa Birliği’ne sokulması olduğunu”
söylemektedirler.(28) 11 Eylül 2001’de ABD topraklarında yapılan eylemlerle
İkiz Kulelerin ve Pentagon’un vurulması, Afganistan’ın ve Irak’ın işgali ile
çatışmaların çok daha geniş bir alana yayılması ile İslamcı hareketlerin şiddet
eylemlerinin uluslararası bir boyuta dönüşmesi, Türkiye’nin AB’ye alınması
sürecini bir bakıma hızlandırdı. Bu mevcut durum hiçbir ülke tarafından kabul
edilmese de, bu faktörün ciddi oranda etkili olduğunu bir çok stratejisyen,
araştırmacı ve politikacı kabul etmektedir. Çünkü; ‘dinsel temelde gelişen
İslami terör, ABD ve AB dâhil olmak üzere batı dünyasına yönelik’tir tezi ciddi
olarak benimsenmektedir. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi ya da saldırıların
etkisizleştirilmesi için Türkiye’ye ‘zorunlu’ olarak ihtiyaç vardır. Türkiye,
‘İslam dünyası ile Batı arasında tampon ve model bir ülke’ rolünü oynayabilir.
Türkiye’nin bu süreçten dışlanması, köktenci İslamcılığın gelişme eğiliminin
çok daha hızlı olacağı ve genç nüfusun hızla radikal İslam’ın etkisine
gireceğini ve bu da, hem ABD’nin ve AB’nin bölgesel politikalarını çok ciddi
oranda etkileyecek hem de radikal İslam’ın Batı’ya doğru çok daha hızlı
gelişmesine nesnel bir zemin hazırlayacaktır. Bütün bu olasılıkların
engellenmesi için de, Türkiye gibi bir ülkenin AB sürecine dahil edilmesi
kaçınılmaz ve zorunludur.
Müzakerelerin
başlatılmasına ilişkin yapılan tartışmaların birçoğunun yapay olduğunu ve
AB’nin oluşturmaya çalıştığı politik stratejinin arka planında mutlak olarak
Türkiye’ye ihtiyaç duyulduğunu AB bürokratlarının yapmış oldukları
açıklamalarda görmek mümkündür. AB üst düzey yöneticilerinin beyanatlarında
anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin AB’ne alınması ile Ortadoğu ve Avrasya
politikaları arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Örneğin Avrupa Birliği
(AB) Komisyonu’nun Dış İlişkilerden Sorumlu Üyesi Chris Patten, “Türkiye, AB
ile İslam Dünyası’nın kesişim noktasında bulunuyor” dedi.
Oxford İslam
Araştırmaları Merkezi’nde, “Dört yol ağzındaki İslam ve Batı” başlıklı yaptığı
bir konuşmada Patten, müzakerelere başlamanın bambaşka bir Türkiye’ye ve Avrupa
ve İslam arasında farklı ilişkilere yol açabileceğini… kültürel ve jeopolitik
açıdan kendimizi nasıl gördüğümüzü, nasıl görünmek istediğimizi ortaya koyacak”,
“Bunun siyasi olarak göze alınması zor ve idari açıdan yürütülmesi sıkıntılı
olabilir. Ancak ortaya çıkacak sonucun ne olacağı belli olmasa da Türkiye’yle
müzakerelere başlamanın bizi bambaşka bir Türkiye’ye ve İslam Dünyası ile
Avrupa arasında çok farklı ilişkilere yönelteceğinin farkında olarak tartışmayı
açmalıyız.” Bu bakış açısı merkezileşmeye doğru giden AB’nin Türkiye’ye yönelik
politikalarını ortaya koymaktadır.
Aynı
şekilde, Belçika Dışişleri Bakanı Karel De Gucht: “Bu tavır kamuoyuna
anlatılabilir çünkü tam üyelik, Türkiye’yi Avrupa yörüngesinde tutmanın en iyi
yöntemidir. Avrupa stratejisi açısından, Batı ile Ortadoğu arasında bir tampon
ve köprü sahibi olmak önemlidir. Zaten Türkiye bizim komşumuzdur. Dolayısıyla
bu ülkede Avrupa toplumu ile uyumlu bir İslam’ın gelişmesi ve etkisini
Ortadoğu’ya doğru yayması önem taşımaktadır. Türkiye, toplumsal refah ve
ekonomik başarı getiren modernleşmesi ve demokratikleşmesiyle İslam dünyası
için bir model olabilir. Bu, İslam dünyasına verilebilecek en iyi yanıttır…”(29)
AB
ülkelerinin önde gelen devlet adamlarından, politikacılarından ve siyaset bilim
uzmanlarından oluşan ‘Türkiye Bağımsız Komisyonu’ tarafından hazırlanan 45
sayfalık rapor, komisyon başkanı Finlandiya’nın eski Cumhurbaşkanı Martti
Ahtisaari tarafından kamuoyuna duyuruldu. Raporda, “…Avrupa Türkiye’nin üye
olmasıyla, medeniyetler çatışmasının kaçınılmaz olmadığı yönünde dünyaya güçlü
bir mesaj gönderir. Bu üyelik İslam ve demokrasinin bağdaşabileceğini ortaya
koyar. Türkiye’nin jeopolitik konumu AB’nin Kafkaslar ve Orta Asya’ya açılımını
sağlar. Finlandiya nasıl AB için kuzey boyutu kazandırdıysa Türkiye de güney
boyutu kazandırır. Türkiye tarihsel ve coğrafi açıdan AB’nin bir
parçasıdır…”(30) Bu açıklamaların bir bütünü AB’nin Türkiye politikasının ne
olduğuna ilişkin somut fikirler vermektedir. Siyasal bir güç olmak isteyen ve
özellikle Ortadoğu’daki gelişmelere daha aktif bir tarza müdahale etmek isteyen
AB’nin İslam dünyasına sunmak istediği örnek model ülke: Türkiye’dir.
3 Ekim
2004’te, AB Komisyonunun Türkiye ile müzakerelerin başlatılmasına ilişkin
hazırlamış olduğu raporda, Türkiye’nin AB’ne alınması için gerekli nedenleri
sıralarken özellikle, Ortadoğu ve Kafkasların önemine dikkat çekmekte ve
Türkiye’nin birliğe dahil edilmesiyle bölgede etkinliği artacak bir AB
oluşacağına özel bir vurgu yapılmaktadır.
“…Nüfusu,
büyüklüğü, coğrafi konumu, ekonomik, güvenlik ve askeri potansiyelinin bir
arada yapacağı etkilerden dolayı Türkiye’nin katılımı geçmişteki
genişlemelerden farklı olacak. Bu etkenler Türkiye’ye bölgesel ve uluslararası
istikrara katkıda bulunma yeteneği kazandırmakta. Katılım ihtimali, Türkiye ile
komşuları arasındaki ikili ilişkilerin, AB’nin kuruluş ilkeleriyle uyumlu
biçimde geliştirilmesine vesile olmalı. Bu bölgelere yönelik AB politikalarına
dair beklentiler de, Türkiye’nin komşularıyla mevcut siyasi ve ekonomik bağları
hesaba katıldığında, büyüyecek. Bu da bizzat AB’nin, geleneksel olarak
istikrarsızlık ve gerilimlerle karakterize edilen bölgelerde (mesela Ortadoğu
ve Kafkaslar) orta vadede güçlü bir dış politika aktörü haline gelme göreviyle
nasıl başa çıkacağına bağlı olacak…”(31)
Türkiye’nin
AB’ne katılması sürecine ilişkin yapılan güncel tartışmalarda ortaya çıkan en
önemli sonuçlardan biri de, AB’nin bölgesel bir güç olabilmesi ve bölgedeki
etkinliğinin artması için Türkiye’nin ‘Müslüman ama demokratik bir model bir
ülke’ olarak İslam dünyasına sunulmasıdır. AB ülkeleri sınırları içerisinde 30
milyona yakın Müslüman kökenli insanın yaşaması ve radikal İslami hareketin, AB
sınırları içerisinde şiddet eylemlerine yol açabilecek nesnel koşullarının
olması nedeniyle, Türkiye gibi geniş bir coğrafyaya ve nüfusa sahip bir ülkenin
ciddi etkileri olabileceği hesaplanmaktadır.
27 Aralık
2004 tarihinde AB dönem başkanı Hollanda’nın Dışişleri Bakanı Bernard Bot, The
Washington Times gazetesine vermiş olduğu bir demeçte, “Türkiye’nin
üyeliğiyle birlikte AB’nin Suriye, Irak, Ermenistan ve Kafkaslara komşu
olacağını, Avrupa ile Ortadoğu’nun yakınlaşacağını…siyasi, ekonomik ve kültürel
köprüler kurmak için tarihi bir fırsata sahip olacağını… terörizmle savaşta ve
uluslararası barış ve istikrarın sağlanmasında AB’nin siyasi ve askeri
kapasitesini güçlendireceğini…” belirtmektedir. Bot, makalesinin devamında,
“ABD, küresel güvenlik sıkıntılarında Avrupa’dan omuz vermesini istemekte
haklı. Türkiye’nin güçlü ordusunun da yardımıyla AB, bunu yapmakta daha
başarılı olacak. Türkiye’nin Afganistan’daki NATO operasyonundaki önemli rolü,
bu potansiyeli gösteriyor”(32) diye belirtiyor. Bu politikaların bize
sunduğu veriler şunu gösteriyor ki, AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var. Özellikle
konumuz bakımından dikkate alındığında, Türkiye İslam dünyasına bir model
olarak sunulmak isteniyor. Böylece hem Ortadoğu’da belli bir politik güç olacak
hem de radikal İslam’ın gelişmesinin önüne geçilmiş olunacak. Diğer bir
ifadeyle Batı ile İslam dünyası arasında ara bir köprü görevini görecek bir
denge ülkesi olarak, İslami kökenli şiddetin, Batıya yönelmesini
engelleyecektir. Ayrıca gerektiğinde Türk ordusunun, radikal İslami hareketlere
karşı operasyonlarda kullanılması hesaplanmaktadır.
İleri
sürülen bu politik tezlerin hangi düzeyde başarılı olacağı şimdiden
kestirilemez. Ancak gerçek olan bir başka nokta daha var. 70 milyon nüfusa
sahip olan Türkiye’de Politik İslami hareket, ekonomik, politik ve sosyal taban
olarak oldukça güçlüdür. Aynı zamanda radikal İslami hareketin de gelişmesinin
nesnel koşulları bulunmaktadır. Güçlü bir alt yapıya sahip olan politik İslami
güçlerin AB sürecine katılma istemleri, onların politik stratejileriyle
doğrudan ilişkilidir. Bu bakımdan, Türkiye’nin AB alınmasına ilişkin
oluşturulan politikaların tersten bir etki yaratama ihtimali oldukça yüksektir.
İslam dünyasında-özellikle Ordadoğu ülkelerinde- güncelleşen politik eylemler,
AB ülkelerin birinci dereceden sorunu haline gelecek ve hatta önemli bir tehdit
unsuru olacaktır. Model olarak seçilen Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısına
uyarlamaya çalışılan ve yakın gelecekte olmazsa da uzun vadede denenecek olan
bu yapısal modelin adı, ‘ılımlı İslam politikası’dır. Bu politikanın
Türkiye’nin ekonomik yapısına ve politik gerçeğine ne kadar uygun olup olmadığı
ve başarı şansının ne olduğunu anlamak için bu konu üzerinde ayrıca durmaktan
yarar var.
Ilımlı İslam Politikası ve Büyük Ortadoğu Projesi
ABD’nin,
Soğuk Savaş sonrası özellikle Ortadoğu ve Kafkaslara yönelik izlemiş olduğu
yeni strateji ile Türkiye’de ‘ılımlı İslam’ projesi arasında doğrudan bir
ilişki var. ABD’nin bölgesel politikalarının başarılı olabilmesi için,
özellikle Türkiye gibi Batı ile ekonomik ve politik ilişkileri gelişmiş bir
ülkede, devlet yönetiminin ‘ılımlı İslamcı’lara bırakılmasını olası bir plan
olarak her zaman yedekte tutulmaktadır. Graham Fuller;
“Türkiye,
bugün İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olmalı. İran gibi olun
demiyorum, ama İslam’ın özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek
olmak ve İslam’ın Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir
parçası olduğunu, bastırılması gerektiğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek
için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür.”(33)
ABD’nin
politik stratejisi, özellikle Türkiye gibi ülkelerde İslam’ın model olarak
kullanılabileceğine her zaman sıcak bakmıştır. ‘Ilımlı İslam’ politikasının
uygulanması bir başka deyimle ‘şeriat’ın bir devlet biçimi olarak
savunulmasıdır. İslam dininin toplumsal işlevini bilen herkes, İslam’ın
iktidara –hükümete değil- gelmesiyle şeriat hukukunun uygulanacağını bilir.
ABD’nin
bölgesel politikalarında, Türkiye’nin ‘ılımlı İslam’ politikasının eksenine çekilebilmesinin
olasılıkları üzerine hazırlanan bir raporda şunlar dile getiriliyor; “Amerika
Birleşik Devletleri’nin(ABD) çıkarları en iyi, ihtiyatlı ve gürültüsüz
politikalarla korunabilir. İslam’ın bugünkü rolüyle ilgili olayların
sonuçlarını etkileyecek her türlü açık girişim, ABD çıkarları açısından olumsuz
sonuçlar doğrulabilir. ABD hükümeti, politikalarını çizerken, Türkiye’nin laik
hükümet biçimini desteklemekle, İslamcı güçlerle açıkça yüzleşmekten kaçınmak
arasında ince yolda yürümelidir. ABD çıkarlarını en iyi koruyacak politik
seçenekler saptanmalıdır.”(34)
ABD’nin
izleyeceği politikalar konusunda ciddi uyarı ve öneriler içeren bu rapor,
Türkiye’de geliştirilen ‘politik İslam’ ile ‘laik sistem’ arasındaki dengenin
çok iyi korunması gerektiğini belirtmektedir. ABD’nin uzun vadeli planları
bakımından, Türkiye’deki İslami güçlerin her zaman dikkate alınması ve hesaba
katılması gerektiğine özel olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’deki İslamcıların
amaçları ve hedefleri doğrultusunda gerekli bilgilerin öğrenilmesi ve Türkiye
politikasının buna göre belirlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır;
“Son olarak
ABD, Türkiye’deki İslamcıların amaçları, ideolojileri ve istekleri konusunda
daha fazla bilgi edinmek için çaba göstermelidir. Bu bilgileri edinmeden ABD’nin
Türkiye’deki çıkarlarının korunması zordur. Türkiye’deki İslamcıların rolü
konusunda Amerikalı politikacılar, uzmanlık seviyesinde bilgi edinmelidir. Ek
olarak: İslamcı hareketin ılımlı üyeleriyle gayri resmi ve ihtiyatlı temaslarda
bulunmak faydalı olabilir.”(35)
ABD
uzmanları tarafından hazırlanan bu rapordan sonra, İslamcı politikacılardan
Tayip Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), bu
politikanın bir devamı olarak algılanabilir. ABD denetimindeki Koalisyon
güçlerinin özellikle Irak’ın işgalinden sonra, Türkiye’de ‘ılımlı İslam’
eksenli bir partinin varlığının ABD’nin Avrasya Stratejisini uygulamada önemli
bir kilometre taşı olacağı düşünülmektedir. İslamcı AKP hükümetinin, ABD’nin
yanında Irak’taki savaşa girme çabası, ABD’nin Ortadoğu ve Avrasya politik
stratejisi ile ilişkilidir. Ancak Türkiye’nin iç siyasal dengeleri bu gelişmeyi
bir biçimde engelledi.
ABD’nin
masaya yatırdığı ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin en önemli ayaklarından biri
Türkiye’dir. ABD kıtasal stratejik planı ekseninde ‘Ortadoğu ülkelerini yeniden
biçimlendirmek ve haritalarını yeniden çizmek için Türkiye gibi bölgesel alanda
gücü olan bir ülkeyi gelişmelere bağlı olarak hem askeri hem de politik olarak
kullanmak istemektedir. ABD’nin politik stratejisinde, gerektiğinde
‘demokrasiyle yönetilen ılımlı İslam’ ülke modeline Türkiye’yi hazırlamak
istiyor. Ancak, ABD’nin uygulamak istediği bu politik planın, Türkiye’nin iç
siyasal dengeleriyle uyumlu hale getirilmesi son derece zordur. Bu zorluk
dikkate alınarak, ABD ve AB’nin bölgesel politikalarına uyumlu bir pratik
izleyen AKP hükümetine büyük bir destek sunulmaktadır. İslamcı hükümet de
özellikle ordu, üniversiteler gibi geleneksel devlet kurumlarıyla yaşadığı
sorunları ve çelişkileri, ABD’yi ve AB’yi arkasına alarak çözmeye ve aynı
zamanda İslamcı politikalarda bir kısım revizyonlar yaparak uygulamaya
çalışmaktadır. İslamcı AKP’nin özellikle bölgesel alanda savunmuş olduğu
İslamcı etiketli politikalarında bir kısım revizyonlara gitmesi, ABD’nin ve
AB’nin bölgesel planıyla nispeten uyuşmaktadır.
ABD’nin
Türkiye’yi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ne dahil etmesine karşı, Türk
Genelkurmay’ının belli itirazları ön plana çıkmaktadır. Generaller, bu
stratejik plan içerisinde aktif olarak yer almak istediklerini hemen her
fırsatta dile getirmektedirler. Ancak, ‘Türkiye’nin ılımlı İslam politikası
içerisine çekilmesine’ kesinlikle karşı çıkmaktadırlar. Devletin mevcut ‘laik’
statükosunun korunarak, bu planın uygulanmasına aktif destek sunacaklarını sık
sık vurgulamaktadırlar. ABD ise Türkiye’nin siyasal sisteminde ve bölgesel
ilişkilerde aktif bir güç olan generaller ile İslamcı hükümet arasında bir
denge politikası izlemektedir. Ama her koşulda, Türkiye’nin İslamcı güçleri ile
yakın ilişki içerisinde bulunmakta ve desteklemektedir.
Wall Street
Journal gazetesinde konuya ilişkin yayınlanan yazıda Türkiye’nin önemi şu
cümlelerle ifade edilmektedir: “Büyük Ortadoğu’dan kaynaklanan tehlikeler bugün
Avrupa’yla Amerika’nın karşı karşıya bulunduğu en büyük tehdidi oluşturuyor.
Batı’yı bu tehditten koruyacak yeni ve büyük bir strateji geliştirmek
zorundayız. Bunun kadar önemli olan, bölgenin kendisini daha demokratik
çizgilerde dönüştürmesine yardımcı olmak ve terörizmin kökündeki nedenleri
ortadan kaldırmaya yönelmektir. Türkiye, istikrarlı bir Avrupa’yla gittikçe
tehlikeli hale gelen Ortadoğu arasındaki fay kırığının üstündeki sıklet
merkezinde yer alıyor. Ve bu yer Türkiye’yi bugün Batı stratejisinde, Büyük
Ortadoğu’yu bizleri tahrip edecek insanları yetiştirmeyecek biçimde tedavi
etmeyi amaçlayan stratejide temel taş haline getiriyor.”(35)
ABD’nin
politik amacı çok açık. Türkiye’nin, birincisi İslami güçlerin saldırıları
karşısında güçlü bir tampon oluşturması ikincisi, bölgesel enerji kaynaklarının
korunması konusunda oynayacağı rol. Türkiye’nin üsleneceği rolün
netleşebilmesinin aynı zamanda AB ile ABD arasındaki ilişkilere de bağlı olduğu
herkes tarafından kabul ediliyor. Yukarıdaki satırlarda belirttiğim gibi
Türkiye’nin AB’ne alınması sürecinin hızlandırılmasında Ortadoğu’ya yönelik oluşturulan
politikaların önemli bir etkisi vardır.
Türkiye Eski
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de bu projenin uygulanmasında ABD ile AB’nin
ortak hareket etmesi gerektiğine dikkat çekiyor; “Amerika’nın Irak
deneyimiyle birlikte Ortadoğu’da artık tek başına oynayamayacağı düşünülüyor.
İslam dünyasında, Arap sokağında Amerika imajının çok kötü olduğunun altı
çiziliyor. Bölgeye para akıtacaksa, askeri açıdan NATO’yu devreye sokacaksa,
imajını sorun olmaktan çıkaracaksa, bütün bunlar için ABD’nin Avrupa Birliği’ne
ihtiyacı olduğu, bu desteği sağlamak için de Fransa’yla Almanya’yı ikna etmesi
gerektiği”ni belirtiyor.
Ortadoğu’nun
şekillendirilmesinde dünya güçlerinin ciddi bir çatışmasına sahne olacağı bir
yana, kuvvetler dengesinde, Türkiye’ye önemli görevler yüklendiğinin, ‘radikal’
İslam politikasına karşı Türkiye’de denenmeye başlanan ‘ılımlı’ İslam
politikasının uygulanmaya konulacağının ilk işaretleri verilmiş durumda.
Gül, ABD’nin
geliştirmeye çalıştığı Büyük Ortadoğu Projesi üzerine şunları söyledi:
“İslam coğrafyasında,
Ortadoğu’da dönüşümün, reformun gerektiğini herkes görüyor. Ama bu değişim
dıştan zorlanmamalı. Sabır lazım. İç dinamikler önemli. ‘Domino teorisi’nden
medet ummak yanlış. Yani birine vurunca, diğerleri de peşinden düşecek… Bu çok
zor.”(37)
A. Gül bu
değişim sürecinin ‘dış baskılarla’ değil, kendi ‘iç dinamikleri’ ile bu sürecin
başarılabileceğini belirtmektedir. Gerekçe olarak da ABD’nin bölgede
sevilmeyişini ve anti-Amerikancı çizginin İslam toplumu içinde güçlü olmasını
gösteriyor. Gül, ABD’nin bölgedeki kötü imajına vurgu yaparak ve AB’nin bu
sürece dahil edilmesini savunmaktadır.
Türkiye’de
devletin bütün kurumları da bu sürecin bir biçimiyle başlayacağını kabul etmiş
görünüyorlar. Ancak yanıtı aranmaya çalışılan soru şu; Türkiye’nin politik
dengeleri bakımından nasıl bir taktik plan uygulanarak bu değişim
sağlanacaktır.
Gerek
Genelkurmay Başkanlığı gerekse İslamcı hükümet, Ortadoğu’nun yeniden
şekillendirilmesinde ‘figüran ve pasif’ olmak istemediklerini sıkça
vurgulamaktadırlar. İslamcı Başbakan Tayip Erdoğan “Figüran olmayız: ‘BOP’un
içeriğini tam olarak bilmiyoruz. Ancak büyük bir açılım olduğunu görüyoruz.
Ortadoğu’ya böyle bir yaklaşım tarzının gelmesinde, Türkiye figüran olamaz. Biz
olsak olsak ancak aktör oluruz…”(38) itirazı ile oynamak istedikleri rolü çok
açık olarak belirtmektedirler. Türkiye, ABD’nin özellikle Ortadoğu ve
Avrasya’daki enerji yataklarını kontrol etmek için uygulamaya koymak istediği
askeri ve politik projelerde aktif bir güç olarak koruyuculuk görevini almak
istediğini belirtiyor.
Ayrıca
Genelkurmay Başkanlığı kadar İslamcı hükümet de kavram olarak ‘ılımlı İslam’
politikasına sıcak bakmamaktadır. Her iki taraf da farklı gerekçelerle bu
tanımlamaya karşı çıkmaktadır. ABD’yi ziyaret eden AKP hükümeti, İslam’ın bu
tarzda ifadelendirilmesinin yanlış olduğunu ve İslam dininin yanlış
yorumlanacağı gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. “Burada da kanaatlerimizi,
düşüncelerimizi açık açık anlatıyoruz. Ilımlı İslam devleti anlayışını
söylememiz mümkün değil…”(39)
Ancak ABD
merkezli AB destekli Büyük Ortadoğu Projesi, bölge genelinde geliştirmeye
çalıştığı ‘ılımlı İslam’ politikasına dayanmaktadır. Türkiye’yi de bu sürecin
bir parçası olarak görmektedir. Bu nedenle ‘ılımlı İslam’ politikasını da,
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal koşullarına göre biçimlendirileceği
anlaşılıyor. 2004 yılının Temmuz ayında ABD’de yapılan G-8’lir zirvesine, Büyük
Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’nin davet edilmesi ve Türkiye’nin bu
politikanın uygulayıcı devleti olarak görülmesi, bir ay sonra İstanbul’da
toplanan İslam Konferansı Örgütü’nün Genel Sekreterliğine ilk kez bir Türk
adayının seçilmesi, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ kapsamında Türkiye’nin oynayacağı
rolü ortaya koymaktadır.
Gokyuzu9@aol.com
Notlar:
1 Asıl Büyük
Dünya syf; 130,141, William C. Bullitt/Çeviren Halit Çakır-Nebioğlu yay..
2 William C. Bullitt/Asıl Büyük Dünya syf; 82,130, /Çeviren Halit Çakır-Nebioğlu yay.
3 4 Mart 1956-Serdengeçti dergisi/ Aktaran Cengiz Özakıncı, İrtica 1945,1999 syf; 99-Otopsi yay
4 Cumhuriyet gazetesi/16.05 1998
5 Brzezinski, Güç ve İlke syf :470, 485, New York, 1992
6 Fawaz Gerges, Amireka ve Siyasal İslam, syf : 127, Anka yay. İstanbul, 1998
7 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf : 166, Anka yay. 1998
8 Anthony Lake, Yeni Bir Orta Doğu Kurmak: ABD Politikasına Yönelik Tehditler, syf: 36-39, Washington, Ağustos 199
9 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf : 166, Anka yay. 1998
10 S.Huntington,Medeniyetler Çatışması mı? s. 32-33,New York, 1992
11 S.Huntington,Medeniyetler Çatışması mı? s. 21, New York, 1992
12 Djerejia/Savaş ve Barış syf: 874, New York, 1994
13 M. İndyk, Güç Dengesinin Ötesinde, Amerakan’ın Ortadoğu Seçeneği,syf: 42-43, New York. The National İnterest, 1992
14 Daniel Pipes/Siyasal İslam Bir Tehdittir, syf: 190, 1994
15 Aktaran F. Gerges/ Amerika ve Siyasal İslam, syf:173, Anka yay. İstanbul. 1998
16 Aktaran Fawaz Gerges/ Amerika ve Siyasal İslam, syf: 157, Anka yay. İstanbul, 1998
17 U.S. Newswire, 15 Mart 1995, s. 2
18 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf :295, Anka yay İstanbul,1998
19 ”Akatan Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam. Syf :302, Anka yay. 1998
20 Talobott, ‘Soğuk Savaş Sonrası Dünyada ABD-Türkiye Liderliği’ Konferansı, Bilkent Üniversitesi, 24. Nisan 1995
21 Türkiye, İslamın Yıldızı, Ekonomist dergisi, 14 Aralık 1991
22 B. Clinton ve T. Çillerin Ortak Basın Açıklaması, 15. Ekim 1995
23 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf :296-297, Anka yay İstanbul,1998
24 5 Millet Mecmuesı/1 Ocak 1946 syf; 12/Aktaran Cengiz Özakıncı/İrtica 1945-1999 syf; 156-Otopsi
25 Müslümanlara Leke Sürmeyiz/B.Clinton- 31.12.1994 Türkiye Gazetesi Dış servisi
26 7 Haluk Geray/Yeni Dünya Senaryoları ve Türkiye-20.2.1995 Cumhuriyet Gazetesi
27 Aktaran Cengiz Özakıncı, İrtica 1945,1999 syf; 100-101-Otopsi yay.
28 ABD Dış İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan rapor, syf :3, Eylül 1996
29 Yeni Şafak gazetesi. 08.12.2004
30 06 Eylül, 2004 internet haber.com
31 www.antimai.com
32 YeniŞafak Gazetesi 27.12.2004
33 Aktaran Lütfi Kaleli, İrtica ve ABD Kıskacında Türkiye, Syf: 79, Alev yay. 2003
34 Randa Corparation, Paror/Aktaran Fültif Kaleli, İrtica ve ABD Kıskacında Türkiye, Syf: 79
35 Age, syf: 80
36 Wall Street Journal, 24 – 26 Ekim
37 Radikal gazetesi araştırma yazı dizi 6 mart 2004
38 21 Mart 2004 /İnternethaber.com
39 22/03/2004-Radikal Gazetesi
2 William C. Bullitt/Asıl Büyük Dünya syf; 82,130, /Çeviren Halit Çakır-Nebioğlu yay.
3 4 Mart 1956-Serdengeçti dergisi/ Aktaran Cengiz Özakıncı, İrtica 1945,1999 syf; 99-Otopsi yay
4 Cumhuriyet gazetesi/16.05 1998
5 Brzezinski, Güç ve İlke syf :470, 485, New York, 1992
6 Fawaz Gerges, Amireka ve Siyasal İslam, syf : 127, Anka yay. İstanbul, 1998
7 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf : 166, Anka yay. 1998
8 Anthony Lake, Yeni Bir Orta Doğu Kurmak: ABD Politikasına Yönelik Tehditler, syf: 36-39, Washington, Ağustos 199
9 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf : 166, Anka yay. 1998
10 S.Huntington,Medeniyetler Çatışması mı? s. 32-33,New York, 1992
11 S.Huntington,Medeniyetler Çatışması mı? s. 21, New York, 1992
12 Djerejia/Savaş ve Barış syf: 874, New York, 1994
13 M. İndyk, Güç Dengesinin Ötesinde, Amerakan’ın Ortadoğu Seçeneği,syf: 42-43, New York. The National İnterest, 1992
14 Daniel Pipes/Siyasal İslam Bir Tehdittir, syf: 190, 1994
15 Aktaran F. Gerges/ Amerika ve Siyasal İslam, syf:173, Anka yay. İstanbul. 1998
16 Aktaran Fawaz Gerges/ Amerika ve Siyasal İslam, syf: 157, Anka yay. İstanbul, 1998
17 U.S. Newswire, 15 Mart 1995, s. 2
18 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf :295, Anka yay İstanbul,1998
19 ”Akatan Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam. Syf :302, Anka yay. 1998
20 Talobott, ‘Soğuk Savaş Sonrası Dünyada ABD-Türkiye Liderliği’ Konferansı, Bilkent Üniversitesi, 24. Nisan 1995
21 Türkiye, İslamın Yıldızı, Ekonomist dergisi, 14 Aralık 1991
22 B. Clinton ve T. Çillerin Ortak Basın Açıklaması, 15. Ekim 1995
23 Aktaran Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, syf :296-297, Anka yay İstanbul,1998
24 5 Millet Mecmuesı/1 Ocak 1946 syf; 12/Aktaran Cengiz Özakıncı/İrtica 1945-1999 syf; 156-Otopsi
25 Müslümanlara Leke Sürmeyiz/B.Clinton- 31.12.1994 Türkiye Gazetesi Dış servisi
26 7 Haluk Geray/Yeni Dünya Senaryoları ve Türkiye-20.2.1995 Cumhuriyet Gazetesi
27 Aktaran Cengiz Özakıncı, İrtica 1945,1999 syf; 100-101-Otopsi yay.
28 ABD Dış İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan rapor, syf :3, Eylül 1996
29 Yeni Şafak gazetesi. 08.12.2004
30 06 Eylül, 2004 internet haber.com
31 www.antimai.com
32 YeniŞafak Gazetesi 27.12.2004
33 Aktaran Lütfi Kaleli, İrtica ve ABD Kıskacında Türkiye, Syf: 79, Alev yay. 2003
34 Randa Corparation, Paror/Aktaran Fültif Kaleli, İrtica ve ABD Kıskacında Türkiye, Syf: 79
35 Age, syf: 80
36 Wall Street Journal, 24 – 26 Ekim
37 Radikal gazetesi araştırma yazı dizi 6 mart 2004
38 21 Mart 2004 /İnternethaber.com
39 22/03/2004-Radikal Gazetesi
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar