ABDÜLAZİZ MECDİ Kaddesellâhü Sırrahu’l Azîz EFENDİ
(Balıkesir
Milletvekili Abdülaziz Mecdi Tolun)
(1865-1941)
Abdülaziz Mecdi Efendi
1865 yılında Balıkesir’in
Okçular Mahallesi’nde dünyaya geldi, babası Hafız Hasan Efendi’dir. Gerek
annesi ve gerekse babası tarafından asil bir aileye mensuptur. Babası aynı
zamanda ilk hocasıdır. Hıfzını tamamladıktan sonra Rüştiye’yi bitirdi, bütün
aklî ve naklî ilimleri de dayısı Yahya Nefi Efendi’den okuyarak icazet aldı.
Rüştiye’yi bitirdikten
sonra, bir süre aynı okulda 2. muallimlik yaptı ve sonra Girid’te açılan “Mekteb-i
Kebir’i İslâm” da Edebiyat-ı Osmaniye ile diğer dersleri okuttu. Daha sonra
İstanbul’a yerleşen Abdülaziz Mecdi Efendi, Tantavizade Halid Bey adında bir
zatın hesabına ticaret yaptı.
37 yaşlarında iken
kendisine istiğrak hâli gelir ve sekiz ay kadar memleketinde evine kapanarak inzivaya
çekilir. (İstiğrak; dalgınlık, manevi âleme dalarak dünyadan habersiz olma
hali.)
Bu dönemde meczup olmaktan
endişe eden Abdülaziz Mecdi Efendi; “Meczup olmak istemem, cazip olmak
isterim”
dermiş. Bu hâl kendisinden zail olduktan sonra, A. Mecdi Efendi, tekrar
ticarete döner. Hükümetin de kendisini Konya Zahire Borsa Komiserliği’ne tayin
etmesi üzerine, uzun süre Konya’da kalır.
Konya’da bulunduğu sürede
Sultan Selim ve Şerafeddin camilerinde hususi surette tefsir ve diğer bazı
dinî, ilmî ve edebî derslerle Hafız Divanı okutur. Ve pek çok öğrenci
yetiştirir. Abdülaziz Mecdi Efendi’den istifade edenlerden birisi de Konya
müftülerimizden Abdullah Ulubay Hoca’dır.
Ali Kemâlî Efendi’yi
anlatırken bahsetmiş olduğumuz Bezm-i Muhabbet’in müdavimlerinden birisi de A.
Mecdi Efendi’dir.
Kudretli bir şair olan
merhumun, tasavvûfî şiirleri de meşhûrdur. Bir gazelindeki iki beyti şöyledir:
Efkâr-ı beşer her ne kadar etse
taâli
İdrak edemez kendini ey hazreti
Mennân
Zâtın bilir ancak yine zâtındaki
sırrı
Hayrette kalır zâtını bilmekteki
irfân.[1]
1908’de hemşehrileri
Abdülaziz Mecdi Efendi’yi Balıkesir’den mebus seçerler, bu görevde dört yıl
kalır. Birinci Cihan Harbi sıralarında Mısır’da zahire ve un ticaretiyle meşgul
olur. 1920 mebus seçiminde de yine Balıkesir’den mebus seçilirse de bu görevi
ancak üç ay sürer.
Girid’de iken kendisine
Musıle-i Süleymaniye, Konya’da bulundukları sırada da Osmani nişanı verilir.
1920 Osmanlı Meclisi
dağıldıktan sonra, bir süre açıkta kalır, daha sonra Şuray-ı Evkaf Aza-lığı,
Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti Müsteşarlığında bulunur. Teklif edilen Diyanet
İşleri Başkanlığı’nı kabul etmemiştir.
Hilim, ahlak, fazilet ve
hikmet sahibi bir zat olan Abdülaziz Mecdi Efendi, son derece mahfiyyet
sahibidir de… Müsteşar bulunduğu sıralarda yanına gelen bir vatandaşın işi
sebebiyle ağır sözler sarfetmesi üzerine, yanında bulunan bir arkadaşının;
“Şu adam sana bu kadar ağır sözler söyledi,
hiç hakkı olmadığı halde hakaretler etti de, sen hiç ses çıkarmadın, sende hiç
izzet-i nefis yok mu?” deyince şu cevabı verir:
“- Nefsim yok ki, izzeti olsun!”
Şer’iyye vekâletinin 1924
yılında kaldırılması üzerine evine çekilmiş ve vefatına kadar vaktini okuyarak,
yazarak ve ibadet ederek geçirmiştir. Tasavvufda VAHDET-İ VÜCUD
düşüncesine sâliktir. Mürşidi Ahmed Amiş Efendi’dir.
Mahir İz Bey hatıratında,
Abdülaziz Mecdi Efendi ile ilgili olarak şunları nakleder:
“Abdülaziz Mecdi Efendi
âlim, zeki, şâir, üstün dirayet ve firâset sahibi idi; gördüğünü tesir altında
bırakırdı, îstidraden belirteyim ki, bu hâl meşhur Şeyh Kenan Bey’de de vardı
ve daha kuvvetli idi. Bir zamanlar tarikatlere lâkayd kalan Hasan Basri Bey
(Çantay), Abdülaziz Mecdi Efendi ile 1930’ larda temastan sonra değişmişti. Ben
bir yaz tatilinde Edremit’den İstanbul’a dönerken, Balıkesir’e uğradığım zaman
Hasan Basri Bey’i ziyaret etmiştim. Bana Abdülaziz Mecdi Efendi’nin
kerametlerinden bahsetti.
Şöyle ki:
“Mecdi Efendi bir gün Basri
Bey’in yazıhanesine gelmiş, hava çok sıcakmış.
-Basri
Bey! Hava çok sıcak, biraz yağmur yağsın mı? demiş.
Basri Bey de cevaben:
-Nasıl
münasipse efendim! dedikten bir müddet sonra, hava kararıp şiddetli bir yağmur
yağmaya başlamış.
Sağanak devam edince de:
-Artık
yeter mi? Basri Bey! demiş.
O da:
-Siz
bilirsiniz efendim!
deyince:
-Pekiyi, artık
kesilsin! demiş
ve yağmur durmuş.
Bu hadise Hasan Basri Bey’i
Mecdi Efendi’ye çok bağlamıştı.” O bunları Hasan Basri Bey’in tasavvuf
hakkındaki düşüncesini değiştirmek için mi yaptı bilinmez.
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin
yirmiye yakın eseri mevcuttur. Kavaid-i Farisiyye, Risale-i Edebiye, İnsan-ı
Kâmil, Din-i Muhammedi, Esrarname eserlerinden bazılarıdır.
Ârifane, zarîfâne sözleri
ve şiirleri pek çoktur. Tasavvuf hayâtına sülûk ettikten sonraki hayatını dâima
şükrânla yâdeder. Nerede olurlarsa olsunlar bu hâllerini; “ Dünyanın en mesut
adamıyım” diyerek ifade ederlermiş. Bu mânevi neşeleri şiirlerinde de açıkça
görülür.
“Gözüm şâdan, gönül şâdan, serâpâ cism-ü cân şâdân,
Açılmış gülleri! Bâğ-ı safanın bâğbân şâdân.
Yanımda dilberim, şâdân, yüzünde hüsn-ü ân şâdân,
Olursa çok mu karşımda zemin-i asumân şâdân.”
[2]
Sonraları mürşidi Ahmet
Amiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi’nin görevini de deruhte eden Abdülaziz
Mecdi Efendi, 1941 yılı Ağustos ayının yirmi yedinci günü İstanbul’da câme-i
nâsuttan soyunup âlem-i bakâbillâh’da sırr oldu.
“İrfân
ile ahlâk ile kıl zâtını mümtâz
Evsâfı
mükemmel olan insân unutulmaz” [3]
Ahmet Amiş Efendi: Tecrid-i
Sarihin ilk iki cildinin mütercimi Darülfünun müderrislerinden meşhur Ahmet Naım Bey’in
kayınpederi ve Fatih Türbedarı’dır. Aslen Tırnovalı olan Amiş Efendi. 1338
yılında yüz yirmi yaşlarında olduğu hâlde Hakk’a yürür. Fatih Camii haziresinde
mettundur. Pek çok kerametinden bahsedilir.
Damadının Şehzadebaşı’ndaki
evinde vefat eden Amiş Efendi’yi o semtte bulunan Şehzade Camii imamının
yıkaması gerekirken, imamın o gün bulunmaması sebebiyle, cenazeyi Fatih Camii
imamı gasleder, işini bitirdikten sonra da Amiş Efendi’nin yüzünü, elini büyük
bir tazimle öperek, ayrılırken orada bulunanlara şunları anlatır:
“Bundan on
sene kadar önce bir sabah Sarıgüzel Hamamı’na gitmiştim. Bir kurnanın başında
çok yaşlı, aynı zamanda zaif ve naif bir adamın güçlükle yıkanmaya çalıştığını
gördüm. Yanına gitim. Türbedar Amiş Efendi olduğunu anlayınca, yaşına hürmeten
kendisini yıkamak istediğimi söyledim ve müsadelerini rica ettim. Kendi kendine
yavaş yavaş yıkanacağını ve bu tekliften memnun olduklarını söyledikten sonra:
‘Sen beni sonra bir iyice yıkarsın!” buyurdular.
Ben o zaman
bunun manasını anlayamamıştım, şimdi bu vazife ve bu hizmet bana düşünce
anladım ve kerametlerinin şu surette zuhur ettiğini görerek hayatta iken bu
büyük zata intisap etmediğime cidden acıdım. Onun için ellerini öptüm.”
Balıkesir'de (3 mayıs 1303) tarihinde yazılmış
bir gazeli şöyledir:
“Keman ebruların nazik cilası var artar eksilmez
bedihîdir ki nev-mâhın ziyası artar eksilmez
Gözün cellâd-ı can mı yoksa sahir mi nedir bilmem
Demâdem cezbe-i aşk-intiması artar eksilmez
Fünûn-ı fitneyi ebrulara çeşmin mi öğretti
Ânın da işve-i sevda-fezası artar eksilmez
Dedikçe el'aman rahm et bana ey âfet-i devran
Belâ per-ver olan gamzen ezası artar eksilmez
Cenab-ı Haydar'a pey-rev olup dembeste mecdî
Gönül yandıkça aşkın macerası artar eksilmez”
Coşub deryây-ı vahdet
mevceler gevherfeşân olmuş
O gevher şûlelenmiş mâye-i
kevn-ü-mekân olmuş
O gevher, gevher-i pür
feyz-i nûr-i Ahmediyettir
Anın emvâc-ı cûşünden
zemin-ü asüman olmuş
***
Yapış bab-ül füyûz-ı
Ahmed-i Muhtar’a kim MECDÎ
Anın feyziyle dâim ârif-i
dilşâd olur peydâ
Balıkesir — 1318
“Râbıtayı şekil itibariyle
şöyle de tarif ederlerdi:
—Gözünü kapayıp zihnini her
türlü havatır ve düşünceden hâli tutarak mürşide teslimiyet ve ondan yardım ve
müşkül işlerini sormaktır.
Râbıta, bir sırrı azim-i
ilâhîdir. Her şeyin hallinin kısa yoludur.
Bu yolun kavuşturucu
vasıtası muhabbettir. Yüksek mektup istiyor musun? Râbıta, râbıta; râbıta sırrı
da beraber.
وَلَهُ
الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزيزُ الْحَكيمُ
“Göklerde ve yerde büyüklük
O’nundur. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Casiye,37) i
sırrını râbıtada tefsir et. Kalbin, sırrı’s-sürur ile dolar.
Latetefekkeru (Allah
Teâlâ’nın zatını düşünmeyin) hâdisinden beyan olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin yasağı durup dururken, meselâ Allah Teâlâ’nın zatını tefekküre
kalkışmak doğru değildir.
İç kapı (kalb) açılınca dış
kapı (göz) kapanır. Binaenaleyh dış kapı açılınca iç kapı kapanmak iktiza eder.
Râbıta-i kalbiye uzağı
yakın ve hakikâtlerin derinliği hususundaki irfanı süsler. Burada lisan
dilsizdir.
İnanın kalbi, Allah
Teâlâ’nın tecelli ettiği yer ve rabbanî ilhamların geldiği yerdir.
İhvan, bakışını gaflet olan
bakıştan koruyarak nazar ettikçe, yani ilâhî nurların yolu olan kalbe yoluna
gittikçe feyzlerin zuhuru sonsuz olur.
Benliği aradan çıkar. Vücut
Hakk’ındır. İşin sırrı râbıtadadır. Onu kalbinde ara. İçeriden yol yakındır,
mesafe yoktur. Mânevî râbıta feyz doğurur. Bunda acele etme. İlâhi feyizler
zaman zaman zuhur eder. Dünyevi işler râbıtaya mâni olmazsa ve iş arasında da
kendi kendine kolaylıkla meydana gelirse çok güzel olur. Buna “El işte, gönül
oynaşta” denir.
Benim hayalimle değil,
hakikâtimle meşgul ol. Hayal dediğin benim unsurlarımın, bedenimin timsali
olacak. Hakikâtim, ruhum ve sırrımdır. Ruhumla meşgul olabilirsen; yakınlık,
uzaklık, birleşme, ayrılık kalmaz. Ortada bir nurlu güneş kalır ki, bütün
zerreler onun ve cezbesinde olur.
Râbıta her müşkülü halle
kâfidir. Râbıta Allah Teâlâ’nın sırrıdır. Müşkülât anınla hallolunur, her şey
neşeye tebdil olur. Hayatın lezzetini o zaman açığa çıkar.
Râbıtanın kuvveti,
teveccühün aynı nisbette artışına sebep olur. Bu pazarda herkese parası
nisbetinde mal verirler.
Mânevî yolculuklarda ruh
değişmeler geçirir. Bunun adını ve tadını seyir ve sülûk kelimeleriyle anlatırlar.
Bu yolun biniti râbıtadır.
Dudağa gelemeyen fikirler
kalbten kalbe intikal eder. Bu olmadıkça şek yakîne, yakîn zevk-i maneviye
inkılâp edemez. Bu şekle ihtimam olunursa, maneviyat maddiyata galebe eder.
“Birbirinizle sevgi ve
kardeşlik üzere olasınız. Tarîkat-ı aliyye’de gayrılık yoktur. Tarîkat-ı
aliye’nin binası muhabbet üzere tesis edilmiştir. Zuhur başlangıcı
muhabbettir.”[
Yarar,a.g.e.,s.63,29.mektub]
Muhabbetin sırrı râbıta ile de renklenirse, işte o gün canâna giden yolun
başlangıcına sülûke başlamış olunur.
İşler inceden incedir.
Acele etmeğe gelmez.
Râbıta üç türlü olur:
1-Cism-i kesife
(yoğunlaşmış, maddi ceset),
2-Cism-i lâtife, (hayale)
3-Cisimden mücerret ruha.
Ruh râbıtasına
ulaşılmadıkça ikilik yani ayrılık aradan çıkmaz. İkilik aradan çıkmadıkça da
safa-yı kalbî hâsıl olamaz. Safâyı kalbî olmayınca, firkat ve ayrılık
üzüntüleri vardır.
Râbıtada açılan manaları
dil ile söylemek kötü hallere düşmekten beterdir. Maneviyatın maddiyat,
maddiyatın maneviyat olması mümkün olmadığı gibi, mânevî âlemi ve ruhta tecelli
eden hakikâtleri, dünyevi âlemin unsurları söze düşürmek uygun olmaz.
Râbıta ile sırrı râbıta
ayrı şeylerdir.
Sahilleri gözle görünmeyen
sonsuz manevi deryada râbıtasız sefere çıkanlar, dümensiz gemi ile girdaplar
üstünde hayretler içinde dolaşanlara benzerler. Râbıtadaki aşk kuvvetli olursa,
deryaya gark olur. O sırada biri elden tutmazsa, bu sarhoşluktan kurtulmak pek
zordur. Aşkta olmazsa da, düşünceden ibaret olursa, boş söz dairesini geçemez.
Ne istiğrak olur, ne de başka bir şey. Manevi makamlarda ileri gitmek için
râbıta lâzımdır.
Râbıtanın esası, muhabbetin
şiddetindedir. Muhabbetin şiddeti vecd’te ve daha şiddetlisi cezbe halinde
bulunur. Aşk belâlı bir yoldur. Bahtiyar insan bu belâya giriftar olur. Râbıta;
vücud gemisinin dümenidir. Râbıtasız sefer mütemadi bir çalkantıdan ibaret
olur. Hangi semte gidildiği malûm olmaz, istiğrak âlemidir. Râbıta düzgün
tutulursa, istikamet tayin edilmiş demektir. Mesafe ne kadar uzun olsa, maksut
menzile kavuşmak hâsıl olur. Bu sefer, ruhî bir seferdir. Buna göre râbıta da
ruhîdir. Girdapsız yollar mevcut iken, dümensiz gemi ile girdaplar üstünden
atlamak dahi zordur.
Allah Teâlâ, “Yeryüzüne
ve göğe sığmam. Fakat mümin kulumun kalbine sığarım” buyurdu. [Burada da;
zat mertebesinin kendisi değil, sureti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması
düşünülemez. Görülüyor ki, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden daha geniş
olması, onların kendilerinden değil, suretlerinden daha geniş olmasıdır.
Mekânsızlar karşısında, Arş ve Arşta bulunan her şey, zerre kadar bile
sayılamaz.]
Bu hadisi kutsinin mânasını
râbıta halleder.
Râbıtanın yolu bilindikçe
kalbte neşeden başka hiç bir şey meydana gelmez; sıkıntıdan eser görünmez.
Vücudun mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ o zaman idrak olunur. [ERGİN, a.g.e. s.
252–257]
Müellif:Şeyhü’l Ekber
Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kaddesellâhû Sırrahû’l Azîz Hazretleri
Tercüme: Abdülaziz Mecdî
Tolun Kaddesellâhû Sırrahû’l Azîz Hazretleri
“Yâ Rabbi!
O Muhammed ki Amâ-yı Rabbânî’den ifâzâ olunan taayyünât-ı ilâhiyyenin evveli,
nev‘-i insâniye ifâzâ olunan tenezzülât-ı subhâniyyenin âhiridir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki “Allah vardı ve O’nunla berâber başka bir şey yoktu” Mekke’sinden
“O hâlâ da o hal üzeredir” Medîne’sine hicret etmiştir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki “Biz
her şeyi imâm-ı mübîn’de zikrettik” âyeti mûcibince vücûdundaki
hazarât-ı hamse avâliminin ihsâiyâtına tamâmıyle vâkıftır.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki “Biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” âyet-i
kerîmesi îcâbınca hazarât-ı hamse etvârı idrâkâtına tâlib olanlara cûd-ı
âtıfeti bârân-ı lâtîf ve hakîkatiyle merhametini yayıcıdır.
Ya Rabbi!
O Muhammed ki olmuş ve olacağı muhît olan besmele-yi câmianın nokta-i
kudsiyyesi ve varlık dâirelerinde cevelân eden “Ol!” emrinin
lafza-i sırriyyesidir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki fevâzıl-ı ilâhiyye hazînelerinin vedîagâhı ve bu hazînelerin
kâbiliyet ve isti’dâtlara göre mukassım ve müvezziidir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki kelime-i ism-i âzâm, fâtiha-yı kenz-i mutalsam, ubûdiyyet ve
rubûbiyyeti câmi‘ olan mahzar-ı etemm, imkân ve vücûba şâmil olan menşe-i eamm,
tecelliyât kendisini sarsamayan Tûr-ı esemm, safâ-yı yakînini gaflet cîfeleri
bulandıramayan bahr-i âzâmdır.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki “âyân-ı sâbite” ile âyân-ı mezkûrede mündemic isti’dât-ı
muhtelifenin bâis-i taayyünü olan feyz-i akdes-i zâtî, ekvân ve ekvânda
münderic istimdâdât-ı mütenevvianın bâdi-i tekevvünü olan feyz-i mukaddes-i
sıfâtî’dir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki Ahadiyyet ve Vâhidiyyet kavisleri arasında Hatt-ı vahdet ve
semâ-yı ezeliyyetden arz-ı ebediyyete vukû bulan tenezzül-i ilâhîne vâsıta-i
kurbiyyettir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki nüsha-i kübrânın bâis-i tevellüdü olan nüsha-i suğrâdır.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki avâlim-i mevâddan ibâret olan yâkûte-i hamrâ’ya tenezzül etmiş
dürre-i mâneviye-i beyzâ’dır. Hareket ve sükûndan hâli olmayan havâdîs-i
imkâniyye’nin cevhere-i asliyyesidir. “Ol!”
perdesinden “Ve
olur”
şehâdetine tulû’ eden kelime-i mâneviyye maddesidir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki her şahıs için iki def’a zuhûruna imkân olmayıp, belki her insân
için bir def’a tecellî eden sûretin “heyûlâ”sıdır.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki mümteni‘ ve mâdûma şâmil olan Kur’ân-ı cem‘ ve hâdis ile kadîm
arasında fâsıl olan furkãnü’l-fark’tır. “Şüphesiz ben Rabbim katında terbiye
edildim” gündüzünün sâimi ve “gözlerim uyur ama kalbim uyumaz” gecesinin
kãimidir. “İki
denizin birleştiği yer” âyet-i îcâbına göre vücûd ile adem arasında
vâsıtadır. “Ama
aralarında bir berzah vardır, karışmazlar” âyet-i meâlince hudûs’un
kıdeme taallukuna râbıtadır. Evvel ve âhir defterinin fezlekesi, bâtın ve
zâhirdeki ihâtanın merkezidir.
Yâ Rabbi!
O Muhammed ki taht-ı tecelliyât üzerinde cemâl-i zât-ı ilâhiyye’nin bâis-i
incilâsı olan mahbûb-ı ilâhî’ndir ve câmi‘-i tedelliyyâtta teveccühât-ı
ilâhiyyenin kıble-i mansûbesidir. Sıfât ve esmâ hil’atı kendisine giydirilmiş
ve hilâfet-i uzmâ tâcıyle taçlandırılmış ve cesed-i şerifleriyle Mescid-i
Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya uyanıklık hâlinde isrâ olunarak sidretü’l-müntehâ’ya
vâsıl ve kãbe
kavseyni ev ednâ
sırrına terakkîye nâil, gündüzü ve gecesi olmayan bir yerde şuhûd-ı zât-ı ilâhî
ile kendisinin fuâdında surûr hâsıl olmuş, fuâdının rü’yetindeki tecelliyâtında
hatâ vukū bulmamış, “lâ-balâ
ve lâ-melâ” denilen medîne-i ahadiyyette karîru’l-‘ayn olmuş, basarında
kayma ve fuâdında inhirâf vukū bulmamıştır.
İşte Yâ
Rabbi! Bâlâdaki evsâf-ı celîle ve cemîle ile mevsûf olan habîb-i celîline
sıla-i salavâtını, selâmet-i teslîmâtını ifâzâ eyle.
O
Muhammed’ine öyle bir salât ile salât et ki o salât sâyesinde benim fer’im
aslıma, cüz’üm küllüme muttasıl olarak zâtım zât-ı Muhammed’le sıfâtım sıfât-ı
Muhammed’le kesb-i ittisâl ede ve ‘aynıyla ‘aynım mesrûr olarak aramızda bir
ayrılık kalmaya!...
Kerim Sadi
(A. Cerrahoğlu)
“İslamiyet ve Osmanlı Sosyalistleri” başlıklı 1964 tarihli bir
broşürde İştirak dergisinin dördüncü ve beşinci sayılarında (6 ve
13 Mart 1326), “Ulemadan bir zât tarafından gönderilmiş bir yazı yayınlanmıştı.
“Düşün” başlıklı yazının altında Karesi Mebusu Mecdî
imzası vardı” diyerek Abdülaziz Mecdî (Tolun) Efendi’nin yazısından
bahseder. Kerim Sadi’nin aktardığı kadarıyla Abdülaziz Mecdî (Tolun) Efendi’nin
yazısından bazı pasajları nakledeceğiz.
“Vaktiyle Arabistan cehalet
içinde kıvranırken karanlık bulutların arasından parlak bir güneş doğmuştu.
Dünyaya insanlığın feyzini saçmıştı. ‘Peygamber-i zîşân-ı arabî, Nebîyy-i
akdes-i Kureyşî’nin, Mekke’den Medine’ye göç ederek insânlığı aydınlattığı
sıralarda ilk işi şu olmuştu: Araplar arasında kardeşliği kurmak, yardımlaşmayı
sağlamak ve yoksulluğun köklerini kazımak. Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz, Medine’de ihtirasın kökünü kazımış ve Mekke’den
Medine’ye sığınanlar yerli zenginlerle
bir olmuşlardır.
İslamiyet’in Medine’de
diktiği insanlık bayrağı az zamanda dünyayı dolaşmışsa, bunun sebebi insanlığın
birleşmesidir; gerçek ortaklaşma ve yardımlaşmadır.”
“İnsan
aklı bin çeşit fennî bedialar, teknik harikalar, bin türlü yüksek buluşlar
ortaya atmıştır. Elektrik ve buhar kuvvetini icat etmiştir. Öyle olduğu halde,
teknik ve uygarlık yönünden en ileri memleketlerde bile binlerce can açlıktan
yerlere serilip helâk olmakta, fakirliğin ve zaruretin amansız pençesinden
yakasını kurtaramamaktadır. Fazla olarak, bereketli ve zengin toprakları olan
Amerika gibi yerlere sermayesi olmayan zavallılar ayak bastırılmamaktadır.
Bütün bu faciaların, bu acıklı hallerin kaynağı ise ihtiras ve daima
ihtirastır.”
“Şeyh Sâdi Hazretleri:
Beni âdem âzây-ı yekdigerent
Ki der âferineş zi yek gevherent
derken ve aynı cevherden
yaratılan insanların birbirlerinin uzuvları olduğunu anlatırken gerçeği
söylemiştir. Fakat Sâdi gibi temiz ahlâklılar azdır. İnsanlık bağları
çözülmüştür. Bu yüzden de terakki ve ilerleme dedikleri ‘mevhum alâyiş
insanlığı haziz-i mezellete’ düşürmüştür. Rûh birliği, aslî unsur itibariyle
insânlar birbirinin tıpkısı oldukları halde birbirlerine el uzatmıyor,
birleşmiyor. Çağdaş uygarlığın, yâni modern kapitalist sosyetesinin en büyük
lekesi de budur.”
“Hazret-i Muhammed Mustafa
Aleyhî Ekmelü’t Tehayâ Efendimiz Hazretleri, usûl-ü İslamiyetten olan bir
hadîs-i hikemperverânesinde: ‘Kendi hoşuna giden şeyi kardeşine de hoş görmedikçe mü’min
sayılmazsın’ buyurmuştur.
Şimdi bu kavl-i celîl üzerinde Allah aşkına seninle berâber düşünelim. Birçok
hademe ve işçi kullanan paralı ve güçlü bir kapitalist, çalıştırdığı insanların
emeğinin her dakikasından faydalanmak için gözünü dört açar. İşçiye belli
hesapla nefes aldırır. Böyle kazanç hırsiyle yanan bir kapitalist vereceği
ücrette insafsız davranır; çalışmak zorunda olan işçi de, zaruret yüzünden onun
her teklifine eyvallah derse, buna insanlık, akıl ve mantık razı olur mu, olmaz
mı? Şüphe yoktur ki olmaz. Çünkü, o zengin kendisine yapılsa mutlaka hoşuna
gitmeyeceği bir şeyi işçiye yaptırmış oluyor.”
“Bugün memleketin bazı
önemli bölgelerinde emeğinin hakkını alamayan işçinin hukûkunu korumak insanlık
icabıdır.”
“Osmanlı
sosyalistleri de idâme-i hayatını bazıy-u mesâisine rapteden amele gürûhunun
müdâfaa-i hukûkuna, tenvîr-i efkârına çalışırsa insâniyete karşı mühim bir
vazife îfâ etmiş olur.”
“Tam bir eşitlik mümkün
değildir. İnsânlar olgun olmadığı için, tam bir eşitliği tatbike kalkışırsak
ortalık allak bullak olur; noksanlık şâibeleriyle dolup taşan insânlığı
nâkiselerden tecrîd ile yükselte yükselte melekûtiyete kadar çıkarmak bâzı
fertler için mümkün olmakla beraber umûm için muhâldir. Beşeriyetin nâkiseler
ile beraber umûmî tesviyeye kalkışmak ise umûmî hercümerc sonucuna varır.
Ahlâkî saflaştırma yoluna girenlerce (Şeriatta bu senin şu benim, tarikatta
seninki benim benimki senin, hakikatte ne senin ne benim) diye meşhûr bir söz
vardır. Bunun üçüncü şıkkı, yâni ne senin ne benim sözü izâfâtı selb etmeği
gösterirse de, bu nevi kelimeler sırf kevnî alâkaları keserek rûhu mensup
olduğu yüksek âlemleri seyr-ü temâşâya yöneltme maksadına dayanıp yoksa hukûku
istihlâle mâtuf değildir.”
“Bizde tatbiki kâbil olacak sosyalistlik bundan ileriye
adım atamaz. Her şeyde ifrat ve tefrit vahâmeti mûcib, îtidal ise ayn-i savap
ve mahz-ı fazilettir. Osmanlı sosyalistleri, elinin emeğiyle yaşayan işçi
sınıfının haklarını koruyacak, fikirlerine ışık saçacak ve böylece, insanlığa
önemli bir vazife yapacaktır.
İşte buna mebnidir ki, memleketimizde sosyalistliğin
kabil-i tatbik olan kısmını amelenin müdafaa-i hukukuna, onların intibaha
davetine maksur görüyorum ve bundan ileriye adım atılmasını tecviz etmiyorum.”
KAYNAKLAR
Osman
Ergin. Abdülaziz Mecdi Tolun, Hayatı ve Şahsiyeti İstanbul 1942;
Mahir İz,
Yılların İzi, İstanbul, 1975, s. 161.-162;
Hasan
Özönder, “Abdülaziz Mecdi (Tolun) Efendi, Konya Ansiklopedisi, s. 1/15-16.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar