Print Friendly and PDF

ABDÜLAZİZ MECDİ Kaddesellâhü Sırrahu’l Azîz EFENDİ

Bunlarada Bakarsınız



(Balıkesir Milletvekili Abdülaziz Mecdi Tolun)
(1865-1941)
Abdülaziz Mecdi Efendi
1865 yılında Balıkesir’in Okçular Mahallesi’nde dünyaya geldi, babası Hafız Hasan Efendi’dir. Gerek annesi ve gerekse babası tarafından asil bir aileye mensuptur. Babası aynı zamanda ilk hocasıdır. Hıfzını tamamladıktan sonra Rüştiye’yi bitirdi, bütün aklî ve naklî ilimleri de dayısı Yahya Nefi Efendi’den okuyarak icazet aldı.
Rüştiye’yi bitirdikten sonra, bir süre aynı okulda 2. muallimlik yaptı ve sonra Girid’te açılan “Mekteb-i Kebir’i İslâm” da Edebiyat-ı Osmaniye ile diğer dersleri okuttu. Daha sonra İstanbul’a yerleşen Abdülaziz Mecdi Efendi, Tantavizade Halid Bey adında bir zatın hesabına ticaret yaptı.
37 yaşlarında iken kendisine istiğrak hâli gelir ve sekiz ay kadar memleketinde evine kapanarak inzivaya çekilir. (İstiğrak; dalgınlık, manevi âleme dalarak dünyadan habersiz olma hali.)
Bu dönemde meczup olmaktan endişe eden Abdülaziz Mecdi Efendi; “Meczup olmak istemem, cazip olmak isterim” dermiş. Bu hâl kendisinden zail olduktan sonra, A. Mecdi Efendi, tekrar ticarete döner. Hükümetin de kendisini Konya Zahire Borsa Komiserliği’ne tayin etmesi üzerine, uzun süre Konya’da kalır.
Konya’da bulunduğu sürede Sultan Selim ve Şerafeddin camilerinde hususi surette tefsir ve diğer bazı dinî, ilmî ve edebî derslerle Hafız Divanı okutur. Ve pek çok öğrenci yetiştirir. Abdülaziz Mecdi Efendi’den istifade edenlerden birisi de Konya müftülerimizden Abdullah Ulubay Hoca’dır.
Ali Kemâlî Efendi’yi anlatırken bahsetmiş olduğumuz Bezm-i Muhabbet’in müdavimlerinden birisi de A. Mecdi Efendi’dir.
Kudretli bir şair olan merhumun, tasavvûfî şiirleri de meşhûrdur. Bir gazelindeki iki beyti şöyledir:
Efkâr-ı beşer her ne kadar etse taâli
İdrak edemez kendini ey hazreti Mennân
Zâtın bilir ancak yine zâtındaki sırrı
Hayrette kalır zâtını bilmekteki irfân.[1]
1908’de hemşehrileri Abdülaziz Mecdi Efendi’yi Balıkesir’den mebus seçerler, bu görevde dört yıl kalır. Birinci Cihan Harbi sıralarında Mısır’da zahire ve un ticaretiyle meşgul olur. 1920 mebus seçiminde de yine Balıkesir’den mebus seçilirse de bu görevi ancak üç ay sürer.
Girid’de iken kendisine Musıle-i Süleymaniye, Konya’da bulundukları sırada da Osmani nişanı verilir.
1920 Osmanlı Meclisi dağıldıktan sonra, bir süre açıkta kalır, daha sonra Şuray-ı Evkaf Aza-lığı, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti Müsteşarlığında bulunur. Teklif edilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kabul etmemiştir.
Hilim, ahlak, fazilet ve hikmet sahibi bir zat olan Abdülaziz Mecdi Efendi, son derece mahfiyyet sahibidir de… Müsteşar bulunduğu sıralarda yanına gelen bir vatandaşın işi sebebiyle ağır sözler sarfetmesi üzerine, yanında bulunan bir arkadaşının;
 “Şu adam sana bu kadar ağır sözler söyledi, hiç hakkı olmadığı halde hakaretler etti de, sen hiç ses çıkarmadın, sende hiç izzet-i nefis yok mu?” deyince şu cevabı verir:
“- Nefsim yok ki, izzeti olsun!”
Şer’iyye vekâletinin 1924 yılında kaldırılması üzerine evine çekilmiş ve vefatına kadar vaktini okuyarak, yazarak ve ibadet ederek geçirmiştir. Tasavvufda VAHDET-İ VÜCUD düşüncesine sâliktir. Mürşidi Ahmed Amiş Efendi’dir.
Mahir İz Bey hatıratında, Abdülaziz Mecdi Efendi ile ilgili olarak şunları nakleder:
“Abdülaziz Mecdi Efendi âlim, zeki, şâir, üstün dirayet ve firâset sahibi idi; gördüğünü tesir altında bırakırdı, îstidraden belirteyim ki, bu hâl meşhur Şeyh Kenan Bey’de de vardı ve daha kuvvetli idi. Bir zamanlar tarikatlere lâkayd kalan Hasan Basri Bey (Çantay), Abdülaziz Mecdi Efendi ile 1930’ larda temastan sonra değişmişti. Ben bir yaz tatilinde Edremit’den İstanbul’a dönerken, Balıkesir’e uğradığım zaman Hasan Basri Bey’i ziyaret etmiştim. Bana Abdülaziz Mecdi Efendi’nin kerametlerinden bahsetti.
Şöyle ki:
“Mecdi Efendi bir gün Basri Bey’in yazıhanesine gelmiş, hava çok sıcakmış.
-Basri Bey! Hava çok sıcak, biraz yağmur yağsın mı? demiş.
Basri Bey de cevaben:
-Nasıl münasipse efendim! dedikten bir müddet sonra, hava kararıp şiddetli bir yağmur yağmaya başlamış.
Sağanak devam edince de:
-Artık yeter mi? Basri Bey! demiş.
O da:
-Siz bilirsiniz efendim! deyince:
-Pekiyi, artık kesilsin! demiş ve yağmur durmuş.
Bu hadise Hasan Basri Bey’i Mecdi Efendi’ye çok bağlamıştı.” O bunları Hasan Basri Bey’in tasavvuf hakkındaki düşüncesini değiştirmek için mi yaptı bilinmez.
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin yirmiye yakın eseri mevcuttur. Kavaid-i Farisiyye, Risale-i Edebiye, İnsan-ı Kâmil, Din-i Muhammedi, Esrarname eserlerinden bazılarıdır.
Ârifane, zarîfâne sözleri ve şiirleri pek çoktur. Tasavvuf hayâtına sülûk ettikten sonraki hayatını dâima şükrânla yâdeder. Nerede olurlarsa olsunlar bu hâllerini; “ Dünyanın en mesut adamıyım” diyerek ifade ederlermiş. Bu mânevi neşeleri şiirlerinde de açıkça görülür.
“Gözüm şâdan, gönül şâdan, serâpâ cism-ü cân şâdân,
Açılmış gülleri! Bâğ-ı safanın bâğbân şâdân.
Yanımda dilberim, şâdân, yüzünde hüsn-ü ân şâdân,
Olursa çok mu karşımda zemin-i asumân şâdân.”  [2]
Sonraları mürşidi Ahmet Amiş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi’nin görevini de deruhte eden Abdülaziz Mecdi Efendi, 1941 yılı Ağustos ayının yirmi yedinci günü İstanbul’da câme-i nâsuttan soyunup âlem-i bakâbillâh’da sırr oldu.
“İrfân ile ahlâk ile kıl zâtını mümtâz
Evsâfı mükemmel olan insân unutulmaz” [3]
Ahmet Amiş Efendi: Tecrid-i Sarihin ilk iki cildinin mütercimi Darülfünun müderrislerinden meşhur Ahmet Naım Bey’in kayınpederi ve Fatih Türbedarı’dır. Aslen Tırnovalı olan Amiş Efendi. 1338 yılında yüz yirmi yaşlarında olduğu hâlde Hakk’a yürür. Fatih Camii haziresinde mettundur. Pek çok kerametinden bahsedilir.
Damadının Şehzadebaşı’ndaki evinde vefat eden Amiş Efendi’yi o semtte bulunan Şehzade Camii imamının yıkaması gerekirken, imamın o gün bulunmaması sebebiyle, cenazeyi Fatih Camii imamı gasleder, işini bitirdikten sonra da Amiş Efendi’nin yüzünü, elini büyük bir tazimle öperek, ayrılırken orada bulunanlara şunları anlatır:
“Bundan on sene kadar önce bir sabah Sarıgüzel Hamamı’na gitmiştim. Bir kurnanın başında çok yaşlı, aynı zamanda zaif ve naif bir adamın güçlükle yıkanmaya çalıştığını gördüm. Yanına gitim. Türbedar Amiş Efendi olduğunu anlayınca, yaşına hürmeten kendisini yıkamak istediğimi söyledim ve müsadelerini rica ettim. Kendi kendine yavaş yavaş yıkanacağını ve bu tekliften memnun olduklarını söyledikten sonra: ‘Sen beni sonra bir iyice yıkarsın!” buyurdular.
Ben o zaman bunun manasını anlayamamıştım, şimdi bu vazife ve bu hizmet bana düşünce anladım ve kerametlerinin şu surette zuhur ettiğini görerek hayatta iken bu büyük zata intisap etmediğime cidden acıdım. Onun için ellerini öptüm.”
Balıkesir'de (3 mayıs 1303) tarihinde yazılmış bir gazeli şöyledir:
“Keman ebruların nazik cilası var artar eksilmez
bedihîdir ki nev-mâhın ziyası artar eksilmez
Gözün cellâd-ı can mı yoksa sahir mi nedir bilmem
Demâdem cezbe-i aşk-intiması artar eksilmez
Fünûn-ı fitneyi ebrulara çeşmin mi öğretti
Ânın da işve-i sevda-fezası artar eksilmez
Dedikçe el'aman rahm et bana ey âfet-i devran
Belâ per-ver olan gamzen ezası artar eksilmez
Cenab-ı Haydar'a pey-rev olup dembeste mecdî
Gönül yandıkça aşkın macerası artar eksilmez”
Coşub deryây-ı vahdet mevceler gevherfeşân olmuş
O gevher şûlelenmiş mâye-i kevn-ü-mekân olmuş
O gevher, gevher-i pür feyz-i nûr-i Ahmediyettir
Anın emvâc-ı cûşünden zemin-ü asüman olmuş
***
Yapış bab-ül füyûz-ı Ahmed-i Muhtar’a kim MECDÎ
Anın feyziyle dâim ârif-i dilşâd olur peydâ
Balıkesir 1318
“Râbıtayı şekil itibariyle şöyle de tarif ederlerdi:
—Gözünü kapayıp zihnini her türlü havatır ve düşünceden hâli tu­tarak mürşide teslimiyet ve ondan yardım ve müşkül işlerini sormaktır.
Râbıta, bir sırrı azim-i ilâhîdir. Her şeyin hallinin kısa yoludur.
Bu yolun kavuşturucu vasıtası muhabbettir. Yüksek mektup istiyor musun? Râbıta, râbıta; râbıta sırrı da beraber.
وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزيزُ الْحَكيمُ
“Göklerde ve yerde büyüklük O’nundur. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Casiye,37) i sırrını râbıtada tefsir et. Kalbin, sırrı’s-sürur ile dolar.
Latetefekkeru (Allah Teâlâ’nın zatını düşünmeyin) hâdisinden beyan olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yasağı durup dururken, meselâ Allah Teâlâ’nın zatını tefekküre kalkışmak doğru değildir.
İç kapı (kalb) açılınca dış kapı (göz) kapanır. Binaenaleyh dış kapı açılınca iç kapı kapanmak iktiza eder.
Râbıta-i kalbiye uzağı yakın ve hakikâtlerin derinliği hususundaki irfanı süsler. Burada lisan dilsizdir.
İnanın kalbi, Allah Teâlâ’nın tecelli ettiği yer ve rabbanî ilhamların geldiği yerdir.
İhvan, bakışını gaflet olan bakıştan koruyarak nazar ettikçe, yani ilâhî nurların yolu olan kalbe yoluna gittikçe feyzlerin zuhuru sonsuz olur.
Benliği aradan çıkar. Vücut Hakk’ındır. İşin sırrı râbıtadadır. Onu kalbinde ara. İçeriden yol yakındır, mesafe yoktur. Mânevî râbıta feyz doğurur. Bunda acele etme. İlâhi feyizler zaman zaman zuhur eder. Dünyevi işler râbıtaya mâni olmazsa ve iş arasın­da da kendi kendine kolaylıkla meydana gelirse çok güzel olur. Buna “El işte, gönül oy­naşta” denir.
Benim hayalimle değil, hakikâtimle meşgul ol. Hayal dediğin be­nim unsurlarımın, bedenimin timsali olacak. Hakikâtim, ruhum ve sırrımdır. Ruhumla meşgul olabilirsen; yakınlık, uzaklık, birleşme, ayrılık kal­maz. Ortada bir nurlu güneş kalır ki, bütün zerreler onun ve cezbesinde olur.
Râbıta her müşkülü halle kâfidir. Râbıta Allah Teâlâ’nın sırrıdır. Müşkülât anın­la hallolunur, her şey neşeye tebdil olur. Hayatın lezzetini o zaman açığa çıkar.
Râbıtanın kuvveti, teveccühün aynı nisbette artışına sebep olur. Bu pazarda herkese parası nisbetinde mal verirler.
Mânevî yolculuklarda ruh değişmeler geçirir. Bunun adını ve tadını seyir ve sülûk kelimeleriyle anlatırlar. Bu yolun biniti râbıtadır.
Dudağa gelemeyen fikirler kalbten kalbe intikal eder. Bu olmadıkça şek yakîne, yakîn zevk-i maneviye inkılâp edemez. Bu şekle ihtimam olunursa, maneviyat maddiyata galebe eder.
“Birbirinizle sevgi ve kardeşlik üzere olasınız. Tarîkat-ı aliyye’de gayrılık yoktur. Tarîkat-ı aliye’nin binası muhabbet üzere tesis edilmiştir. Zuhur başlangıcı muhabbettir.”[ Yarar,a.g.e.,s.63,29.mektub] Muhabbetin sırrı râbıta ile de renklenirse, işte o gün ca­nâna giden yolun başlangıcına sülûke başlamış olunur.
İşler inceden incedir. Acele etmeğe gelmez.
Râbıta üç türlü olur:
1-Cism-i kesife (yoğunlaşmış, maddi ceset),
2-Cism-i lâtife, (hayale)
3-Cisimden mücer­ret ruha.
Ruh râbıtasına ulaşılmadıkça ikilik yani ayrılık aradan çık­maz. İkilik aradan çıkmadıkça da safa-yı kalbî hâsıl olamaz. Safâyı kalbî olmayınca, firkat ve ayrılık üzüntüleri vardır.
Râbıtada açılan manaları dil ile söylemek kötü hallere düşmekten beterdir. Maneviyatın maddiyat, maddiyatın maneviyat olması mümkün olmadığı gibi, mânevî âlemi ve ruhta tecelli eden hakikâtleri, dünyevi âlemin unsurları söze düşürmek uygun olmaz.
Râbıta ile sırrı râbıta ayrı şeylerdir.
Sahilleri gözle görünmeyen sonsuz manevi deryada râbıtasız sefere çıkanlar, dümensiz gemi ile girdaplar üstünde hayretler içinde dolaşanlara benzerler. Râbıtadaki aşk kuvvetli olur­sa, deryaya gark olur. O sırada biri elden tutmazsa, bu sarhoşluktan kurtulmak pek zordur. Aşkta olmazsa da, düşünceden ibaret olursa, boş söz dairesini geçemez. Ne istiğrak olur, ne de başka bir şey. Manevi makamlarda ileri gitmek için râbıta lâzımdır.
Râbıtanın esası, muhabbetin şiddetindedir. Muhabbetin şiddeti vecd’te ve daha şiddetlisi cezbe halinde bulunur. Aşk belâlı bir yoldur. Bahtiyar insan bu belâya giriftar olur. Râbıta; vücud gemisinin dümenidir. Râbıtasız sefer mütemadi bir çalkantıdan ibaret olur. Hangi semte gidildiği malûm olmaz, istiğrak âlemidir. Râbıta düzgün tutulursa, istikamet tayin edilmiş demektir. Mesafe ne kadar uzun olsa, maksut menzile kavuşmak hâsıl olur. Bu se­fer, ruhî bir seferdir. Buna göre râbıta da ruhîdir. Girdapsız yollar mev­cut iken, dümensiz gemi ile girdaplar üstünden atlamak dahi zordur.
Allah Teâlâ, “Yeryüzüne ve göğe sığmam. Fakat mümin kulumun kalbine sığarım” buyurdu. [Burada da; zat mertebesinin kendisi değil, sureti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması düşünülemez. Görülüyor ki, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden daha geniş olması, onların kendilerinden değil, suretlerinden daha geniş olmasıdır. Mekânsızlar karşısında, Arş ve Arşta bulunan her şey, zerre kadar bile sayılamaz.]
Bu hadisi kutsinin mânasını râbıta halleder.
Râbıtanın yolu bilindikçe kalbte neşeden başka hiç bir şey meydana gelmez; sıkıntıdan eser görünmez. Vücudun mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ o zaman idrak olunur. [ERGİN, a.g.e. s. 252–257]

Müellif:Şeyhü’l Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kaddesellâhû Sırrahû’l Azîz Hazretleri
Tercüme: Abdülaziz Mecdî Tolun Kaddesellâhû Sırrahû’l Azîz Hazretleri
“Yâ Rabbi! O Muhammed ki Amâ-yı Rabbânî’den ifâzâ olunan taayyünât-ı ilâhiyyenin evveli, nev‘-i insâniye ifâzâ olunan tenezzülât-ı subhâniyyenin âhiridir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki “Allah vardı ve O’nunla berâber başka bir şey yoktu” Mekke’sinden “O hâlâ da o hal üzeredir” Medîne’sine hicret etmiştir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki “Biz her şeyi imâm-ı mübîn’de zikrettik” âyeti mûcibince vücûdundaki hazarât-ı hamse avâliminin ihsâiyâtına tamâmıyle vâkıftır.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” âyet-i kerîmesi îcâbınca hazarât-ı hamse etvârı idrâkâtına tâlib olanlara cûd-ı âtıfeti bârân-ı lâtîf ve hakîkatiyle merhametini yayıcıdır.
Ya Rabbi! O Muhammed ki olmuş ve olacağı muhît olan besmele-yi câmianın nokta-i kudsiyyesi ve varlık dâirelerinde cevelân eden “Ol!” emrinin lafza-i sırriyyesidir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki fevâzıl-ı ilâhiyye hazînelerinin vedîagâhı ve bu hazînelerin kâbiliyet ve isti’dâtlara göre mukassım ve müvezziidir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki kelime-i ism-i âzâm, fâtiha-yı kenz-i mutalsam, ubûdiyyet ve rubûbiyyeti câmi‘ olan mahzar-ı etemm, imkân ve vücûba şâmil olan menşe-i eamm, tecelliyât kendisini sarsamayan Tûr-ı esemm, safâ-yı yakînini gaflet cîfeleri bulandıramayan bahr-i âzâmdır.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki “âyân-ı sâbite” ile âyân-ı mezkûrede mündemic isti’dât-ı muhtelifenin bâis-i taayyünü olan feyz-i akdes-i zâtî, ekvân ve ekvânda münderic istimdâdât-ı mütenevvianın bâdi-i tekevvünü olan feyz-i mukaddes-i sıfâtî’dir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki Ahadiyyet ve Vâhidiyyet kavisleri arasında Hatt-ı vahdet ve semâ-yı ezeliyyetden arz-ı ebediyyete vukû bulan tenezzül-i ilâhîne vâsıta-i kurbiyyettir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki nüsha-i kübrânın bâis-i tevellüdü olan nüsha-i suğrâdır.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki avâlim-i mevâddan ibâret olan yâkûte-i hamrâ’ya tenezzül etmiş dürre-i mâneviye-i beyzâ’dır. Hareket ve sükûndan hâli olmayan havâdîs-i imkâniyye’nin cevhere-i asliyyesidir. “Ol!” perdesinden “Ve olur” şehâdetine tulû’ eden kelime-i mâneviyye maddesidir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki her şahıs için iki def’a zuhûruna imkân olmayıp, belki her insân için bir def’a tecellî eden sûretin “heyûlâ”sıdır.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki mümteni‘ ve mâdûma şâmil olan Kur’ân-ı cem‘ ve hâdis ile kadîm arasında fâsıl olan furkãnü’l-fark’tır. “Şüphesiz ben Rabbim katında terbiye edildim” gündüzünün sâimi ve “gözlerim uyur ama kalbim uyumaz” gecesinin kãimidir. “İki denizin birleştiği yer” âyet-i îcâbına göre vücûd ile adem arasında vâsıtadır. “Ama aralarında bir berzah vardır, karışmazlar” âyet-i meâlince hudûs’un kıdeme taallukuna râbıtadır. Evvel ve âhir defterinin fezlekesi, bâtın ve zâhirdeki ihâtanın merkezidir.
Yâ Rabbi! O Muhammed ki taht-ı tecelliyât üzerinde cemâl-i zât-ı ilâhiyye’nin bâis-i incilâsı olan mahbûb-ı ilâhî’ndir ve câmi‘-i tedelliyyâtta teveccühât-ı ilâhiyyenin kıble-i mansûbesidir. Sıfât ve esmâ hil’atı kendisine giydirilmiş ve hilâfet-i uzmâ tâcıyle taçlandırılmış ve cesed-i şerifleriyle Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya uyanıklık hâlinde isrâ olunarak sidretü’l-müntehâ’ya vâsıl ve kãbe kavseyni ev ednâ sırrına terakkîye nâil, gündüzü ve gecesi olmayan bir yerde şuhûd-ı zât-ı ilâhî ile kendisinin fuâdında surûr hâsıl olmuş, fuâdının rü’yetindeki tecelliyâtında hatâ vukū bulmamış, “lâ-balâ ve lâ-melâ” denilen medîne-i ahadiyyette karîru’l-‘ayn olmuş, basarında kayma ve fuâdında inhirâf vukū bulmamıştır.
İşte Yâ Rabbi! Bâlâdaki evsâf-ı celîle ve cemîle ile mevsûf olan habîb-i celîline sıla-i salavâtını, selâmet-i teslîmâtını ifâzâ eyle.
O Muhammed’ine öyle bir salât ile salât et ki o salât sâyesinde benim fer’im aslıma, cüz’üm küllüme muttasıl olarak zâtım zât-ı Muhammed’le sıfâtım sıfât-ı Muhammed’le kesb-i ittisâl ede ve ‘aynıyla ‘aynım mesrûr olarak aramızda bir ayrılık kalmaya!...
Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) “İslamiyet ve Osmanlı Sosyalistleri” başlıklı 1964 tarihli bir broşürde İştirak dergisinin dördüncü ve beşinci sayılarında (6 ve 13 Mart 1326), “Ulemadan bir zât tarafından gönderilmiş bir yazı yayınlanmıştı. Düşün başlıklı yazının altında Karesi Mebusu Mecdî imzası vardı” diyerek Abdülaziz Mecdî (Tolun) Efendi’nin yazısından bahseder. Kerim Sadi’nin aktardığı kadarıyla Abdülaziz Mecdî (Tolun) Efendi’nin yazısından bazı pasajları nakledeceğiz.
“Vaktiyle Arabistan cehalet içinde kıvranırken karanlık bulutların arasından parlak bir güneş doğmuştu. Dünyaya insanlığın feyzini saçmıştı. ‘Peygamber-i zîşân-ı arabî, Nebîyy-i akdes-i Kureyşî’nin, Mekke’den Medine’ye göç ederek insânlığı aydınlattığı sıralarda ilk işi şu olmuştu: Araplar arasında kardeşliği kurmak, yardımlaşmayı sağlamak ve yoksulluğun köklerini kazımak. Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, Medine’de ihtirasın kökünü kazımış ve Mekke’den Medine’ye  sığınanlar yerli zenginlerle bir olmuşlardır.
İslamiyet’in Medine’de diktiği insanlık bayrağı az zamanda dünyayı dolaşmışsa, bunun sebebi insanlığın birleşmesidir; gerçek ortaklaşma ve yardımlaşmadır.”
“İnsan aklı bin çeşit fennî bedialar, teknik harikalar, bin türlü yüksek buluşlar ortaya atmıştır. Elektrik ve buhar kuvvetini icat etmiştir. Öyle olduğu halde, teknik ve uygarlık yönünden en ileri memleketlerde bile binlerce can açlıktan yerlere serilip helâk olmakta, fakirliğin ve zaruretin amansız pençesinden yakasını kurtaramamaktadır. Fazla olarak, bereketli ve zengin toprakları olan Amerika gibi yerlere sermayesi olmayan zavallılar ayak bastırılmamaktadır. Bütün bu faciaların, bu acıklı hallerin kaynağı ise ihtiras ve daima ihtirastır.”
“Şeyh Sâdi Hazretleri:
Beni âdem âzây-ı yekdigerent
Ki der âferineş zi yek gevherent
derken ve aynı cevherden yaratılan insanların birbirlerinin uzuvları olduğunu anlatırken gerçeği söylemiştir. Fakat Sâdi gibi temiz ahlâklılar azdır. İnsanlık bağları çözülmüştür. Bu yüzden de terakki ve ilerleme dedikleri ‘mevhum alâyiş insanlığı haziz-i mezellete’ düşürmüştür. Rûh birliği, aslî unsur itibariyle insânlar birbirinin tıpkısı oldukları halde birbirlerine el uzatmıyor, birleşmiyor. Çağdaş uygarlığın, yâni modern kapitalist sosyetesinin en büyük lekesi de budur.”
“Hazret-i Muhammed Mustafa Aleyhî Ekmelü’t Tehayâ Efendimiz Hazretleri, usûl-ü İslamiyetten olan bir hadîs-i hikemperverânesinde: ‘Kendi hoşuna giden şeyi kardeşine de hoş görmedikçe mü’min sayılmazsın’ buyurmuştur. Şimdi bu kavl-i celîl üzerinde Allah aşkına seninle berâber düşünelim. Birçok hademe ve işçi kullanan paralı ve güçlü bir kapitalist, çalıştırdığı insanların emeğinin her dakikasından faydalanmak için gözünü dört açar. İşçiye belli hesapla nefes aldırır. Böyle kazanç hırsiyle yanan bir kapitalist vereceği ücrette insafsız davranır; çalışmak zorunda olan işçi de, zaruret yüzünden onun her teklifine eyvallah derse, buna insanlık, akıl ve mantık razı olur mu, olmaz mı? Şüphe yoktur ki olmaz. Çünkü, o zengin kendisine yapılsa mutlaka hoşuna gitmeyeceği bir şeyi işçiye yaptırmış oluyor.”
“Bugün memleketin bazı önemli bölgelerinde emeğinin hakkını alamayan işçinin hukûkunu korumak insanlık icabıdır.”
“Osmanlı sosyalistleri de idâme-i hayatını bazıy-u mesâisine rapteden amele gürûhunun müdâfaa-i hukûkuna, tenvîr-i efkârına çalışırsa insâniyete karşı mühim bir vazife îfâ etmiş olur.”
“Tam bir eşitlik mümkün değildir. İnsânlar olgun olmadığı için, tam bir eşitliği tatbike kalkışırsak ortalık allak bullak olur; noksanlık şâibeleriyle dolup taşan insânlığı nâkiselerden tecrîd ile yükselte yükselte melekûtiyete kadar çıkarmak bâzı fertler için mümkün olmakla beraber umûm için muhâldir. Beşeriyetin nâkiseler ile beraber umûmî tesviyeye kalkışmak ise umûmî hercümerc sonucuna varır. Ahlâkî saflaştırma yoluna girenlerce (Şeriatta bu senin şu benim, tarikatta seninki benim benimki senin, hakikatte ne senin ne benim) diye meşhûr bir söz vardır. Bunun üçüncü şıkkı, yâni ne senin ne benim sözü izâfâtı selb etmeği gösterirse de, bu nevi kelimeler sırf kevnî alâkaları keserek rûhu mensup olduğu yüksek âlemleri seyr-ü temâşâya yöneltme maksadına dayanıp yoksa hukûku istihlâle mâtuf değildir.”
“Bizde tatbiki kâbil olacak sosyalistlik bundan ileriye adım atamaz. Her şeyde ifrat ve tefrit vahâmeti mûcib, îtidal ise ayn-i savap ve mahz-ı fazilettir. Osmanlı sosyalistleri, elinin emeğiyle yaşayan işçi sınıfının haklarını koruyacak, fikirlerine ışık saçacak ve böylece, insanlığa önemli bir vazife yapacaktır.
İşte buna mebnidir ki, memleketimizde sosyalistliğin kabil-i tatbik olan kısmını amelenin müdafaa-i hukukuna, onların intibaha davetine maksur görüyorum ve bundan ileriye adım atılmasını tecviz etmiyorum.”

KAYNAKLAR
Osman Ergin. Abdülaziz Mecdi Tolun, Hayatı ve Şahsiyeti İstanbul 1942;
Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul, 1975, s. 161.-162;
Hasan Özönder, “Abdülaziz Mecdi (Tolun) Efendi, Konya Ansiklopedisi, s. 1/15-16.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar