Print Friendly and PDF

ABDULLAH SERMEST TAZEBAY (1819 - 1882)

Bunlarada Bakarsınız






 

[1]

Hazırlayan: Abdullah ŞAHİN

Yayımlayan: Dr. Uygur TAZEBAY 
Ankara  -1999

Tasavvuf, Türk topraklarına, İslâmiyet girdikten ve Irak'ta bu akım güçlenip diğer bölgeleri de etkilemeye başladıktan sonra yayılmıştır. Bu ince görüş ve düşünüş sistemini Türk halkı yadırgamamış, eski geleneklerinden bazılarına yakın yönleri bulunan İslâm dinini seve seve benimsemişler ve yüksek ahlâk kurallarına da uygun düştüğü için ona bağlanmışlardır. Böylece Müslümanlık, Orta Asya'ya girip de Türklerin hür yaşamalarına yeni katkılarda bulunup onların zaferlere yönelmelerinde müessir olunca, sofilerin, şeyhlerin teşvik ve telkinleri, yol göstericiliği de önem kazanmıştır. [2]

Türklerin İslâmiyet'i kabûlünden bu tarafa bütün Türk devletlerinde hemen her şehirde cami ile beraber bir tekke ve zaviye görülür.

Türklerdeki şeyh telakkisi bir bakıma Türklerin destan kahramanlarını, yenilmez başbuğlarını hatırlatıyordu. Her iki tür kahraman da insan üstü güçlere sahipti ve onların ümit ve heyecan verici, yeniden canlandırıcı özellikleri vardı. Dervişler, şeyhler, mürşitler, bu canlandırıcı özellikleriyle İslam dininin ve tasavvufunun ilkelerini yumuşak bir dille telkin ve izah ederek Türklerde kültür değişmelerini sağlıyorlardı.

Eski ozan, şaman ve baksılara nisbetle çok yeni bilgiler ve ülkülerle dolu derviş- şairler, kısa zamanda Türkistan'ın gönlünü kazanmıştır.[3]

Tasavvuf öğretileri Türkleri, nefse hakimiyet, insanlara iyi muamele, kötülüklerden temizlenme, hoşgörü, Tanrı'yı tanıma, öte dünyada hesap verme endişesi, ibadet hassasiyeti gibi yüce hasletlerle vasıflandırıyordu. Türk karakterine çok uygun olan bu hasletleri Türkler çok sevdi. Kendilerine iki dünya saadetini vadeden mürşitlere ata, baba gibi sıcak, candan sıfatlar taktılar. Bunlar arasında Arslan Baba[4], Korkut Ata, Ahmet Yesevî, Çoban Ata gibi hatıraları birer mukaddes isim halinde yaşayan simalar vardır.

Gerçek anlamda sûfıliğin en güçlü merkezi Horasan'dır. Burada yetişen şeyhler ve dervişler fikirlerini göçebe Türkler arasında daha rahat yayma imkanı bulurlar. Hele hele Hoca Ahmed Yesevî; vaaz, nasihat ve irşadıyla İslâm inancını Türkler arasında sağlamlaştırır ve onların mücahede azmini artırır. Sayram Şeyhi İbrahim'in oğlu Ahmed Yesevî, Yesi'de gördüğü ilk tahsilden sonra Buhara'da devrin ünlü âlimlerinden Ebû Yakub Şeyh Yusuf Hamedanî'ye intisap eder. Ahmed Yesevî, kendi tarafından kurulan Yeseviye tarikatı mensuplarına ve halka Şeyhi Yusuf Hamedanî'den aldığı bilgi ve feyzi son derece sade ve basit bir dille anlatmaya muvaffak olur. Onun başarısının en önde gelen sebeplerinden biri, fikirlerini halkın millî nazım şekli olan dörtlüklerle ve yine halkın millî vezni olan hece vezniyle söylemesidir. O, hikmet adını verdiği manzumelerinde cennet, cehennem, mucizeler, kıssalar, İslâmî menkîbelerle birlikte temizlik, abdest, namaz gibi şeriatın vazgeçilmez yönlerinden; hak ve hakikat yolunun zahmetlerinden bahseder.[5]

Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilen Ahmet Yesevî'nin on iki bini kendi muhitinde, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. Bunlar arasında Mansûr Ata, Harizmli Said Ata, Süleyman Hakîm Ata vardır. Ahmet Yesevî, edebî şahsiyetinden ziyade fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir.[6]

XIII. asırda Anadolu'da tasavvuf akımları gelişmiş, ve geniş ölçüde tesirli olmuştur. Mevlâna Celâleddin-i Rumî gibi Anadolu erenleri ilim ve şiir yolu ile Türk insanını asırlarca eğitmişler, daha da ötesi halka mal olmuşlardır. Bu asırda, sadece Türk edebiyatına değil Arap ve Fars edebiyatlarına, hatta yenilerde dünya fikir tarihine ve edebiyatına tesir eden ve etmeye devam edecek olan Yunus Emre yetişmiştir. O, Yesevî'den daha ileri giderek şeriat öğretileri yerine daha ağır olan fenafıllah gibi konulara değindi. Büyük mutasavvıf Yunus, tasavvufun en karışık umdelerini arı şiirleriyle basit bir dille halka anlattı ve ezberletti. O, hikmet gibi şiirler söyledi ve İlâhî tarzının kurucusu oldu.

Şeyhler, dervişler, sofiler, halkın hocaları, eğiticileri olmuş, tekkeler de bir nevi halk okulu, tasavvuf erbabının kulüpleri olmuştur, denebilir.[7]

Anadolu'da tasavvufun kısa bir sürede yaygınlaşmasını sağlayan faktörlerden biri de Türklerin Moğol istila ve zulümlerinden sonra siyasî, İktisadî, maddî ve manevî boşluğa ve kargaşaya düşmeleriydi. Tasavvuf, böyle bir dönemde dünyanın faniliğini anlatarak insanımızı sabırla olgunlaştırıp kemale erdirmeye çalışıyordu. İnsanımız, içinde bulunduğu güç şartlardan dolayı içinde oluşan boşluğu, ümitsizliği Horasan Erenleri'nin, Rum Abdalları'nın, Anadolu Erenleri'nin sunduğu aşk şarabıyla dolduruyordu. Aslında Dinî Tasavvuf Türk Edebiyatı, din ve tasavvuf öğretilerini sunan bir araç olmuştur. İlahiler, destanlar, menkîbeler, nefesler, devriyeler, hikmetler, gazeller, kasideler mutasavvıfın elinde bir eğitim vasıtasıydı. İslâmî böyle sunan mürşid, elbette Türk'ün kalbinde daha fazla yer edinecekti.

Ahmet Yesevi, milliyetimizi borçlu olduğumuz insandır. Büyük şair Yahya Kemal'in "Ahmet Yesevi bizim milliyetimizin temelidir" anlamındaki sözlerini çok çok söylüyoruz. Türkiye Coğrafyasının Türkleşmesinde, Türkiye Devletinin Kurulmasında ve Osmanlı'nın oluşumunda en büyük pay sahibi olan Horasan erleri, Anadolu erenleri, Alperenler ve Gazi Dervişler diye adlandırılanlar yüce insanların öğretmenleri ve başkanları olan Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Sarı Saltuk, Abdal Musa, Geyikli Baba ve Şeyh Edebali gibi yücelerin Başöğretmeni Ahmet Yesevinin açtığı yol sayesinde dilimiz dirilmiş, dinimiz yayılmış...

Ahmet Yesevi bir "Bayrak isim"dir. Türkçenin egemenliğini ve doğru müslümanlık anlayışını temsil eder. Doğru müslümanlık anlayışı nedir? Ahmet Yesevi'nin ortaya koyduğu anlayıştır.

Din yalnızca Allah içindir. Riya, gösterişlik, din sömürücülüğü; nefrete ve inancın yitirilmesine yol açar.

Bize gerekli olan Ahmet Yesevi'den Atatürk'e uzanan Türklüğün doğru çizgisidir2'3

Abdullah Sermest, Türk'ün öz kültürünü Orta Asya'dan Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram Velî, Hacı Bektaş-ı Veli, Eşref-i Rûmî, Fuzûlî, Âşık Ömer, Gevheri, Seyranî vb.'den itibaren 19. yüzyıla getiren halkanın önemli şahsiyetlerinden biridir. Onun sarhoş bir şairi bile tekkesine alması ona feyiz vermesi, bize Mevlana'nm "Ne olursan ol, yine gel" sözünü çağrıştırmaktadır. Abdullah Sermest, bir sonraki bölümde bütün yönleriyle tanıtılacağı için şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz.

XIX. yüzyıl Tekke Edebiyatı'nın gerçek anlamda son dönemidir. Bu dönemdeki şairlerin başlıcaları şunlardır:

"Encümen-i Şuara topluluğunu meydana getiren şairlerden Leskofçalı Galip (1828- 1867), Hersekli Arif Hikmet Bey ((1839-1903), Yenişehirli Avnî (1826-1883), Osman Şems Efendi (1813-1893), Keçecizade İzzet Molla (1775-1829), Nazif Dede (1794-1861), Kazım Paşa (1821-1889), Eşref Paşa (1819-1894), Agah Paşa (7-1906), Kuddusî (1760-1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Mehmed Ali Hilmi Dede (1842-1907), Edib Harabî Dede (1853- 1918)..."[8]

ABDULLAH SERMEST TAZEBAY'ın HAYATI ve ESERLERİ HAYATI:

A)     Menkabevî Hayatı

Abdullah Sermest'in menkıbevî hayatı hakkında geniş bilgilere ulaşılamadı. Torunları tarafından aktarılan bazı menkîbeler onun hayatı ve karakteriyle ilgili önemli ipuçları niteliğindedir.

1-Bombay   Seyahati

Abdullah Sermest Kilis'e dönmek için şeyhi, Muhammed Can-ı Efgânî'den izin isteyince , şeyhi ona : "Bir Bağdat'ı gör, gel hele." der. Abdullah Sermest Bağdat'a gider, gezer tekrar şeyhinin huzuruna gelir. Şeyhi : "Bağdat'ı gördün mü?" der, Abdullah Efendi de :"Belî gördüm." der. Şeyhi: "Öyleyse bir de Bombay'ı gör, gel." der. Abdullah hiç itiraz etmeden Bombay'a gitmek için Hindistan yollarına düşer.

Bombay'a giden Abdullah orada ilginç şeyler yaşar. Bombay'da gezerken yolu bir Budist tapınağına rastlar. Tapınağa girer, bir de ne görsün karşısında daha önce birlikte olduğu Müslüman âlim arkadaşı Budistlerle birlikte ibadet ediyor, onlara vaaz u nasihat ediyor. Çok şaşıran Abdullah: " Nasıl olur da bir Müslüman, Budist tapınağında ibadet eder, onlara vaaz verir." diye düşünür. Abdullah Efendi hiç sesini çıkarmadan geçer bir köşeye oturur. Tapınaktaki dinî merasim bittikten sonra kendisini gören arkadaşı, Abdulah Efendi'nin yanına gelir Selam verdikten sonra: "Hoş geldin," der. Daha sonra da Abdullah Efendi'ye hitaben: " Sen göreceğini gördün, artık geldiğin yere dönebilirsin, görüyorsun ki Allah'a giden yollar çoktur." der.

Abdullah Sermest, Mekke'ye, şeyhinin yanına, döner; şeyhi Muhammed Can ona memleketine gitmesini, orada tebliğ ve irşat faaliyetlerinde bulunmasını emreder. Abdullah Sermest böylece memleketi olan Kilis'e döner ve tarikatını kurar.

2-Cübbe Hadisesi

Bir bayram günü Abdullah Sermest'in yanına Hocazade Abdullah Enverî de gelmiştir. Beraber tekkede konuşurlarken içeriye yalın ayak, sırtında yamalı bir gömlekle yoksul bir kişi girer, bayramlaşır. Bu sırada Abdullah Sermest, Abdullah Enverî'nin kulağına fısıldar: " Üşüyor yazık, şu adama cübbeni ver" der. Abdullah Sermest'in sırtında pahalı bir cübbe, Abdullah Enverî'nin sırtında da yeni aldığı bayramlık cübbesi vardır. Abdullah Enverî cübbesini vermek istemez, Abdullah Sermest'e "Sen ver" der. Şeyh Abdullah hiç tereddütsüz cübbesini çıkarır yoksula verir.

Pahalı cübbeyi Abdullah Sermest'ten alan yoksul kişi yolda giderken: "Ulan senin gibi bir adamın böyle pahalı bir cübbe neyine, git şunu pazarda sat, ucuz bir cübbe al, geri kalan parayla da başka ihtiyaçlarını karşıla." şeklinde düşünür. Yoksul kişi pazara gider, kasabanın ileri gelenlerinden zengin bir adama cübbeyi satar. Meğer cübbeyi satın alan bu adam "Şeyhin huzuruna bayramlaşmaya giderken elim boş gitmeyeyim." diye düşünüp almıştır.

Abdullah Sermest, Abdullah Enverî ile sohbet ederken içeriye elinde cübbeyle zengin adam girer. Kendi cübbesinin geri geldiğini gören Şeyh Abdullah Sermest Abdullah Enverî'ye bakıp gülümser. Abdullah Enverî de hiç bozuntuya vermeden: "Ne gülüyorsun, benim cübbeyi versem geriye gelmezdi ki" der.

3-Tanrı'ya Yakınlığı

Abdullah Sermest, zamanın katı tutumlu, dar kafalı din adamları tarafından sürekli tenkit edilirdi. Şeyh Hazretlerinin inceliğini düşünemezlerdi. Bunlardan bir kısmı birgün Hocazade Abdullah Enverî'nin yolunu çevirirler, derler ki: " Ey hocaefendi, siz ki şöhretiyle meşhur, uzaklardan gelen talebelere ders okutan, mantıkçı, şeyhülislamlığa aday bir âlimsiniz, bu adamın (Abdullah Sermest'i kasdederek) yanına niçin gidiyorsunuz, bu adamda ne buluyorsunuz. ? "

Abdullah Enverî onlara şu karşılığı verir:

"Ben ne kadar da âlim olsam benim ilmim onun yanında birşey ifade etmez, zira şifre onun elinde, öbür tarafla o irtibatlı. "

4-Müziğe Olan Yakınlığı

Abdullah Sermest, arkasından kendisine çalgıcı, sarhoş diyen katı tutumlu din adamlarını bir gün yemeğe davet eder. Onlara zengin bir sofra hazırlar. Yenilir, içilir; ziyafetten sonra Şeyh Abdullah, saz takımını çağırır. Müzik dinlemeyi günah sayan bazı din adamları, ayrılmak için şeyh Abdullah Sermest'ten izin isterler. Şeyh, onlara izin vermez, zorla çıkmak isteyenler için de kapıya iri yarı güçlü adamlar koydurur. Onlar, dışarı çıkmak isteyenleri bırakmazlar.

Abdullah Sermest misafirlerine hitaben: "Yemeği yediniz, müziği de dinlemeniz gerekir" der. Hocalar ister istemez otururlar. Müzik başlar, ortalığı hoş nağmeler kaplar. Hocalar kendinden geçmeye başlar.

Müzik faslı bittikten sonra Abdullah Sermest hocalara "Günah mı bu?" diye sorar, hocalar hiç cevap veremezler.

5- Evlenmesi

Abdullah Sermest, şeyhi Muhammed Can'dan izin alıp memleketi olan Kilis'e dönerken kasabaya girmeden önce bir kuyudan su içmek istemiş. Kuyunun yanma gitmiş, orada bir kız testisine su dolduruyormuş. Kızdan içmek için su ister, ama kızdan da bir güzel azar işitir. Kız: "İşim var veremem." demiştir.

Abdullah Sermest Kilis'e girer, Kilis'te kimsesi olmadığı için Şeyh Muhammed Ziyareti'ne yerleşir. Onu görenler, yanma gidenler, ona yemek götürenler olur. İlmiyle ve takvasıyla şöhreti kısa sürede tüm Kilis'te duyulur. Kasabanın ileri gelenleri onun ziyarette yatıp kalkmasını arzu etmedikleri için ona halkın da katılımıyla bir tekke yaparlar. Şeyh Abdullah, tekkeye yerleşir, şeyhinin emrini yerine getirir, halka tasavvufî telkinlerde bulunur. Bir süre sonra da Kilis'in ileri gelenleri, halen bekar olan Şeyh Abdullah'ı evlendirmek isterler.

Bir gün Abdullah Sermest Keçikzade Hacı Ömer Ağa'nın evine yemeğe davet edilir. Çeşitli konular görüşülürken söz dönüp dolaşıp evlenmeye getirilir. Şeyh Abdullah'ın artık bir yuva kurması gerektiği söylenir. Şeyh Abdullah'ın kendi yakınlarından bir büyüğü olmadığı için adet üzere kendisine önderlik edip baş göz etmek istediklerini belirtirler, hatta Hacı Ömer Ağa isterse kendi kızlarından birini de verebileceğini söyler.

Hacı Ömer Ağa, üç kızını da Şeyh Abdullah Sermest'in karşısına çıkarır. Hangisini isterse onunla evlenebileceğini söyler. Abdullah Sermest, ortada duran Zahide'yi ister. {Zahide, Şeyh Abdullah Kilis'e girerken ona su vermeyen kızdır.)

Abdullah Sermest Zahide'yle evlenir, ama Zahide'yi isteyen iri yarı külhanbeyinden korunmak için bir süre yanında koruma gezdirmek zorunda kalır.

Abdullah Sermest Efendi ömrü boyunca Zahide Hamm'dan su başında gördüğü çıkışlara benzer çıkışlar gördü ve bu çıkışlarından dolayı da ondan hep hoşlandı.

TARİHÎ HAYATI

1-Ailesi

Babası, Hoca Mehmed Tazebay Efendi; annesi Çekmeceli Hoca'nın torunudur. Babası, Çekmeceli Camii'nde müderrislik yapardı. Muhammed Tazebay Efendi'nin babası Mustafa Ağa; Mustafa Ağa'nın babası da Süleyman Akif tir.

Tazebay ailesinin kökeni ile ilgili, görüşlerine başvurduğumuz Abdullah Sermest'in torunlarından Prof. Dr. Uygur Tazebay'a göre soy, bugün Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Doğu Türkistan Özerk Uygur Bölgesi'nde HOTAN ve TURFAN şehirleri ve civarında 15 ve 16. yüzyıllarda yaşamış Tümenbay aşiretine dayanmaktadır. (Divandaki şiirlerinin iki yerinde "HOTAN ve HOTEN" şehrinin adı geçmekte, bir yerinde de HITAY=Çin geçmektedir.) Bunlar da ailenin menşeinin Doğu Türkistan olduğunu teyid etmektedir

Tümenbay ve Tomanbay aşiretlerinden Tümenbay ailesi nüfusça çoğalınca bu aileden ayrılanların başına genç bir Uygur, reis olarak geçmiştir. Bu aileye "genç reis" anlamında TAZEBAY denilmiştir. Öztürkçe'de "taze" yerine "taza" kelimesi kullanılmaktadır, "bay" ise iki anlamda kullanılırdı. Biri, "reis, başkan" anlamında, diğeri "zengin" anlamındadır. Tazebay Ailesi meydana geldikten sonra 16. yüzyıl ortalarında aileden bir grup Hoten ve Turfan'dan Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan ve Tükmenistan'a göç etmiş buralarda yaşamaya devam etmiştir. Buralarda bu ailenin devamı halen yaşamaktadır.

Bugün Doğu Türkistan Özerk Uygur Bölgesi'nin çeşitli kentlerinde yaşayan Tazebay ailesi fertleri TAZABAY soyadını taşımaktadırlar. Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan'da yaşayanlar ise Sovyetler Birliği tesirinde kalarak TAZABEYAVA (Tazebay kızı) veya TAZABAYOF (Tazebay oğlu) şeklinde soyadlarını kullanmaktadırlar.[9]

Azerbaycan'da, Kafkaslar'da ve hatta Kars'ta erkek ismi olarak TAZEBAY adlarına da rastlanmaktadır. Gerek İran (Tahran)'ın, güneybatısındaki "Şablak (Mahabat)" şehrinde, gerekse Irak (Bağdat)'ın kuzeydoğusundaki Süleymaniye şehrinde de halen TAZEBAY soyadını kullanan ailelere rastlanmaktadır. Abdullah Sermest'in oğlu Merhum Şeyh Mehmet Vakıf Tazebay Şablak (Mahabat) kentinde yaşayan Tazebay ailesinin reisi durumunda bulunan, o tarihte 90 yaşlarında bulunan Efrûsiyet Bey adlı bir zatla mektuplaştığını torunu Dr. Uygur TAZEBAY'a 1960 yılının başında Ankara'ya geldiklerinde nakletmiş ve ses bandıyla da bu konuşma tespit edilmiştir.

Süleyman Akif, (Abdullah Sermest’in babası olan Hacı Mehmet Efendi’nin Dedesi) 18. yüzyılın ikinci yarısında Taşkent'ten ayrılıp tahminen 18. yüzyılın II. yarısında Irak üzerinden Kilis'e gelmiş ve kasabanın güneybatı ucundaki harman yerine çadırlarını kurmuştur. Tazebay aşireti Taşkent'te devecilikle uğraşan bir aşiretti. Süleyman Akif Çekmeceli Camii'nin yanında evini yaptırarak ailesini yerleştirmiş ve o camiide hocalığa ve tedrisata başlamıştır.

Süleyman Akif ve Mustafa Efendi (Abdullah Sermest’in Dedesi olan Süleyman Akif in oğlu) beraber hacca giderler, bir daha geri gelmezler. Akıbetleri hakkında bilgi alınamamıştır. Hoca Mehmed Efendi tahsilini devam ettirmek için Kilis'te kalır. Kilis'te Çekmecelizadeler'den bir kızla evlenir. Abdullah Sermest bu evlilikten doğar. Hoca Mehmed Efendi (Abdullah Sermest’in Babası) hacca gider ve o da dönmez, orada vefat eder, iki yıl sonra da hanımı vefat eder.

2-Doğum Tarihi ve Yaşadığı Devir (D. 1819 - Ö. 1882)

Abdullah Sermest, 1819 (H.1235) yılında Kilis'te doğdu. Ailenin tek çocuğu olan Abdullah küçük yaşlarda hem öksüz hem de yetim kalmış macera dolu, çileli, fakat başarılarla dolu bir hayata başlamıştı. 6 yaşında babası Hoca Mehmed Efendi'yi, 8 yaşında da annesini kaybetti. Bu sıralarda Oylum Köyü'nden babası Hoca Mehmed Efendi'nin derslerine devam edenlerden birisi Abdullah'ın kimsesiz kaldığını görünce onu köyüne götürür. Küçük Abdullah 10 yaşına kadar babasının köydeki talebeleriyle düşüp kalkar ve tahsilini ilerletebilmek için Kilis'e gidip gelmeye başlar. Okumaya ve öğrenmeye karşı hırslı olan bu kabiliyetli çocuğa Akcurun Camii müderrisi Hacı Hafız Efendi ders verdi. Kilis'teki öğrenim hayatı 17-18 yaşlarına kadar devam etti. Çok çalışkan ve zeki olan Abdullah ne yazık ki Mısır Hidivi Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın onu askere alması sebebiyle öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı.

1831 yılında Kilis’i işgal eden İbrahim Paşa, kasabanın batısında, şimdiki Kurtağa Caddesi üzerinde büyük bir kışla yaptırdı. İbrahim Paşa Kilis'e trahom hastalığını ve zulmü getirdi. Kışlanın yapımında halkı zorla bedava çalıştırdı. Mısırlı İbrahim Paşa, Osmanlı imparatorluğu askerleriyle karşılaşmış ordusu darmadağın olmuştu, bunun üzerine Kilis'e dönmüş ordusuna asker toplamaya başlamıştı. Sadece gençleri değil, eli ayağı tutan, askerlik yapabilecek kim varsa hepsini topluyordu, askerlik süresi süresizdi ve kaçmak isteyenler ölümle cezalandırılıyordu.

Bir rivayete göre[10], İbrahim Paşa bir gün kışlanın önünde davul zurna çaldırıyor. Sesi duyan Kilis halkı kışlanın önüne toplanıyor. Gelenlerin hepsini kışlanın içine alıyorlar. Kışla doluyor, Paşa'nın askerleri kışlayı sarıyor. Askerliğe elverişli olmayanları dışarı çıkarıyorlar. Geriye kalanları da Mısır'ın başkenti Kahire'ye götürüyorlar.[11]

İbrahim Paşa'nın Kahire'ye götürdüğü asker adayları içinde 17-18 yaşlarında olan Abdullah da vardır. 1836 yılında Kahire'ye gönderilen Abdullah'ın kaç sene askerlik yaptığı tam bilinmiyor. Abdullah Sermest, Mısır'da iken Fransız COLİT Efendi'den tıp ilmini öğrendi. Bu arada hattatlık ve hakkaklık öğrendi. İyi bir hakkak ve hattat oldu. Kıymetli akik ve yakut taşlarını oymakta mahareti vardı. Mısırda iken bu üç sanat sayesinde müreffeh bir hayat yaşadı. Mısırda ne kadar kaldığı bilinmiyor, ama torunu Hüsamettin Tazebay'a göre en az 10 yıl kalmış olmalı, çünkü bu ilimler ancak bu kadar zamanda bütün yönleriyle öğrenilir. Ayrıca bu on yıl boyunca askerlik yaptı mı bunu da bilemiyoruz, muhtemelen askerliğin kısa sürmüş olması gerekiyor, çünkü bu ilimleri askerlik yaparak öğrenemez ve bu işten kolayca para kazanamaz.

Henüz tasavvufa dair hiçbir fikri ve tahsili olmayan genç hakkak Abdullah bir gün Mısır çarşısında üç dört nüfustan ibaret fakir bir ailenin dilenmekte olduğunu gördü. Bu fakir aile hangi dükkana baş vursa kovuluyor, hiçbir yardım görmüyordu. Bu vaziyet Abdullah Efendi'nin rikkat ve merhametini celbetti. O fakir ailenin perişan ve pejmürde kıyafeti yüreğini sızlattı, hemen o ailenin önüne düşerek cebinde bulunan 5 altın kadar parasını sarf ile bunların elbise, yemek vesair ihtiyaçlarını temin etti. Bu hadiseden sonra gördüğü işaret üzerine Mekke'ye gitti.[12]

Abdullah Efendi Rüyasında Peygamber Efendimizi Gördü. Peygamber Efendimiz ona Mekke-i Mükerreme’ye gitmesini söyledi. [13]

Abdullah Efendi rüyasında aldığı işaretle, Kahire'deki işlerini halleder ve Mekke yollarına düşer. Mekke'ye vardığında rüyasında gördüğü Afganlı Muhammed Can Hazretleri'yle karşılaşır ve ona intisap eder. 12 sene şeyhinin rahle-i tedrisinde diz çöküp ders alır, çilesini doldurur.

Abdullah Sermest, Şeyhi Muhammed Can'ın vasıtasıyla Abdullah-ı Dehlevî'nin ruhaniyetinden istifade etti.[14]

Amelî ve nazarî tasavvuf tahsilinden sonra şeyhi kendisine icazetname verir ve postnişin olarak Kilis'e gönderir. Abdullah Sermest Efendi şeyhinden icazet alınca tahminen 1858 yılında Muhammed Can'ın sakası olan Saka Ali Baba[15] ile beraber Kilis'e döndü ve o güne kadar aldığı eğitimiyle özellikle tasavvufi alanda halkı irşada başladı. Kilis'te önce Şeyh Muhammed Bedevî Ziyareti'ne yerleştiler. Ziyaretine gelip gidenler oldu. Onu daha önce tanıyanlar karşılarında çok farklı bir Abdullah bulmuşlardı. Artık karşılarında âlim, fazıl, hoşsohbet, mütevazi bir muhterem vardı. Abdullah Efendi artık 40 yaşlarındaydı, kasabanın ileri gelenleri ona bilgisi ve kültüründen daha fazla yararlanmak için Çekmecelizade Camii'nin karşısına bir tekke inşaa ettiler. Tekkesine de kavuşan ve şeyhi tarafından postnişin olarak vazifelendirilen Abdullah artık tarikatını kurmuş ve Şeyh Hacı Abdullah Sermest-i Velî olmuştur. Bu tekke halen sapasağlam ayaktadır.[16]

Şeyh Abdullah Sermest, Keçikzade Hacı Ömer Ağa'nın kızı Zahide Hanım'la evlendi. Bu evlilikten Mustafa Vakıf, Mehmet Vakıf, Süleyman Akif isimli oğulları ile Şehnebat isimli bir kızı dünyaya geldi.

Şeyh Abdullah, Tazebay Tekkesi'nde ömrünün sonuna kadar dinî ve tasavvufî irşat yaptı, feyzinden yüzlerce insan faydalandı. Zamanın da şeyhülislamlığa aday olan ünlü âlim Hocazadelerden Abdullah Enverî Efendi bile onun tekkesinde tasavvuf terbiyesi aldı.

Abdullah Sermest, Kilis ve civarında çok geniş bir etki alanı buldu. Bilgisi, üstün kişiliği ve yardımseverliği sayesinde her yerde, herkesten saygı gördü. Bağnaz ve katı görüşlü softalarla savaştı.30 Kilislileri madde ve mana ilimleriyle cihazlandırdı. Kazdığı akik ve yakut taşlarından sağladığı kazançla tekkenişinlerin masraflarını da karşılıyordu. Hatem-i Tayyi (Tayyi Kabilesine mensub ve cömertliğiyle meşhur olan "İbnü Abdillah Bin Sa‘d"ın lakabı) gibi cömertti. Tekkesine gelen ve konan herkesi bir hediye ile sevindirmeyi ihmal etmezdi. Bir sene Kilis'te kıtlık olmuştu, Şeyh Abdullah Efendi başka yerlerden develerle zahire getirterek fakirlere dağıtmıştı/’

Abdullah Sermest, doğumundan 18 yaşlarına kadar II. Mahmut'un saltanatı zamanında, Osmanlı idaresinde yaşadı. Askerlik ve ilim öğrenme vesilesiyle yaklaşık 24 yıl Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrı kaldı. Bu sebeple Osmanlı'nın hızla çöktüğü bir devirde kendisini ülke dışında ilme ve tasavvufa veren bir kişinin Osmanlıdaki karışıklıklardan ve siyasî olaylardan etkilenmesi çok zordur. Aşağıda vereceğimiz tarihî bilgiler şairimizin dolaştığı yerlere göre kronolojik bir sıraya dayanacaktır.

Abdullah Sermest doğduğunda dönemin padişahı II. Mahmut'tur. Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki otoritesi giderek bozulmaktadır. II. Mahmut bu siyasî karışıklıklar içerisinde birtakım ıslahatlar yaparak Osmanlının gerilemesini önlemeye çalışmaktadır.

Abdullah Sermest'in 1836 yılında Mısır'a gönderildiğini yukarıda zikretmiştik. Bu dönemlerde Mısır'ın durumu ise şöyledir:

1833'teki Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı Kütahya ve Hünkar İskelesi Anlaşması'ndan sonra kısmen çözümlenmiştir, fakat bu çözümden ne Mısır ne de Osmanlı memnun kalmıştır. Mısır 1833'ten 1839 yılına kadar yanına Fransa'nın desteğini alarak hızla bir gelişme sürecine girmiştir, işte Abdullah Sermest Mısır'ın Fransa ile ilişkilerinin iyi olduğu bir dönemde Mısır'a gelmiştir. Mısır'ın, Fransa'nın yanında yer almasına tepki gösteren İngiltere'nin teşviki ile Osmanlı, 1839'da tekrar Mısır'a savaş ilan etmiştir, fakat yine mağlup olmuştur. Bunun üzerine İngiltere Mısır meselesini uluslararası platforma taşıyarak 1840 Londra Mütarekesi ile Mısır sorununu çözümlemiştir. Bu çözüme göre Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğullarına sadece Mısır Valiliği verilecek ve Mısır'ın Osmanlı ile olan özerk durumu devam edecek ve Mısır vergi verecektir. Osmanlı Devleti'nde 1839'da Mısır sorunu devam ederken II. Mahmut'un yerine Abdülmecit padişah olmuş ve yeni padişah ilk iş olarak Tanzimat Fermanı'nı ilan etmiştir.

Abdullah Sermest'in Mekke'ye gittiği 1846 yıllarında, Hicaz Osmanlı'ya bağlı bir eyalettir. Mısır isyanı sırasında Cidde valiliğinde bulunan Kavalalı'nın oğlu İbrahim Paşa bölgeye hakimdir, Mısır'ın etki sahası içindedir.

1847-1859 yılları arasında Osmanlı, Rusya dışındaki Avrupalı devletler ile iyi ilişkiler içerisindedir. 1853-1856 yılları arasındaki Kırım savaşında Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakı sonucu Rusya mağlup edilmiştir. 1856 Paris Antlaşması ile Osmanlı ilk kez Avrupa devleti sayılmış ve toprak bütünlüğü Avrupalı devletlerin garantisi altına alınmıştır. Bu, Osmanlı'nın giderek güçsüzleştiğini gösterir. 1856'da ilan edilen Islahat Fermanı ile Osmanlı'daki azınlıklar Müslüman halktan daha fazla hakka sahip olmuştur.

Şairimiz tahminî olarak 1858 yılında Kilis'e gelmişti. 1861'de Abdülmecid'in ölümü üzerine Abdülaziz tahta geçmiştir. Bu dönemde, Genç Osmanlıların Meşrûtiyet için yaptıkları mücadele giderek artmıştır. Nitekim 1876'da Meşrûtiyet'in ilanı sözünü veren II. Abdülhamit tahta geçirilmiştir. Meşrûtiyet ilan edilerek Kanûn-ı Esasî kabul edilmiş ve meclis açılmıştır, fakat 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında meclisin ülke aleyhine çalıştığını iddia eden II. Abdülhamit, meclisi kapatmıştır. Bu dönemden sonra sıkı bir istibdat başlayacaktır.

3-Yetişmesi

Abdullah Sermest yukarıda da belirtildiği gibi 18 yaşlarına kadar Kilis'te kalmış ilk öğrenimini bitirdikten sonra Hacı Hafız Efendi'den ilim tahsil etmiş. Babası müderris olmasına rağmen kendisi küçük yaşta iken vefaat ettiği için ondan ilim tahsil edememiştir. Askerlik vesilesiyle Mısır'ın başkenti Kahire'ye gitmiş orada da tıp, hakkaklık ve hattatlık ilimlerini öğrenmiş. Bu arada Arapça'sını ve Farsça'sını bir hayli ilerletmiş bulunuyordu. Arapça ve Farsça'yı bu dillerde şiir yazacak kadar iyi biliyordu. Divan metni bölümünde bu şiirlere yer vereceğiz, ilm-i kıraat'ta da söz sahibi idi.

Mısır'dan ayrılıp Mekke'ye gittiğinde Şeyhi Afganlı Muhammed Can Hazretleri'nin hizmetinde bulunmuş, tasavvuf eğitimini onda tamamlamıştır. 12 yıl şeyhinin yanında kalıp kemalâta erince icazetnamesini almış ve memleketi olan Kilis'e dönerek aldığı zahirî ve batınî ilimleri ve 40-41 yıllık kültürel birikimini başkalarına aktarmak için ömrünün sonuna kadar çalışmıştır.

4-Silsilesi ve Oğlu Mehmet Vakıf Efendi

Elimizde bulunan, asıl nüsha olarak kullandığımız divanın sonunda "silsile-i şerîfe" yazılmıştır. Bu silsilenin Zihnî Baba'nın Divanı'nda da bulunduğunu biliyoruz. Abdullah Sermest'in bağlı bulunduğu tasavvuf cereyanını tespit edebilmek için tarikat silsilesi bizim için önemlidir.


SİLSİLE-I ŞERİFE

Hazret-i Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)

Hazret-i Ebûbekir- Sıddîk (radıya'llâhu anh.)

3

Selman Farisî (radıya'llâhu anh)

4

Kasım İbn-i Muhammed

5

İmam Ca‘fer

6

Bayezid-i Bestamî

7

Ebû Haşan Harkani

8

Ebû Kasım Cürcanî

9

Ali Feramedî

10

Yusuf Hamedanî

11

Abdiilhalik Gücdüvanı

12

Arif Rivgerî

13

Mahmud incir Fagnevı

14

Ali Ramitenî

15

Muhammed Baba Semması

16

Seyyid Emir Külâl

17

Bahaeddin Nakşbend

18

Muhammed Alâeddin Attar

 19

Mevlâna Ya‘kub Çerhî

20

Ubeydullah Ahrar-ı Taşkendî

21

Muhammed Zahid

22

Derviş Muhammed

23

Muhammed Hacegî Emkenegî

24

Muhammed Bakî Billah

25

imam Rabbanî

26

Muhammed Ma‘sum

27

Şeyh Seyfeddin

28

Hafız Muhsin

29

Muhammed Bedvanî

30

(Şemseddin) Habibullah Mazhar

31

Abdullah Dehlevî[17]

32

Muhammed Can

33

Abdullah Sermest TAZEBAY

34

Ali Akif Ayntabî

35

Ahmed Hamdi Elbistanî

36

Mehmed Vakıf TAZEBAY[18]

Türk insanına belirgin etkiler bırakan tarikatlardan biri de, Nakşibendîlik veya Nakşîlik diye anılan tarikattır. Yesevîlik'in bir kolu olan bu tarikat daha sonraki zamanlarda bünyesinde birtakım değişiklikler yapmıştır. "Kurucu" olarak anılan Muhammed Bahaeddin Nakşbend (ö. 1389)'in adına izafetle anılır.[19]

Bahaeddin Nakşbend den önce bu tarikat Hacegâniye olarak anılırdı. Bu sebeple Toplu halde yapılan zikrin[20] Nakşîlikteki adı Hatm-i Hacegân'dır.[21] Nakşîlik, Hazret-i Peygamber'e, biri Hz. Ebûbekir'e, diğer ikisi Hz. Ali'ye çıkan iki silsile ile ulaşmaktadır. Nakşî silsilesi Ebû Yezid BestamVyz kadar Sıddıkiye, Abdü’l-Halık Gücdüvanîye kadar Tayfuriye adlarıyla bilnirdi.

Bahaeddin Nakşbend, Abdülhalık Gücdüvani'nin ruhsal olarak kendisini eğittiğini söyler. Nitekim kendisinin Emir Külal’in aksine Abdülhalık Gücdüvanf'yt uyarak "zikr-i hafî (sessiz zikir)"yi tercih etmesi onun üzerindeki tesirini gösterir. Abdülhalık Gücdüvanî, Ahmed Yesevî’nin mürşidi olan Yusuf Hamedani’mn yetiştirdiği bir velîdir. Onun terbiye aldığı kişiler arasında Yesevî mürşitleri olan Kuşam Şeyh ve Halil Ata da vardır.

Bahaeddin, henüz üç günlük bir çocukken Kasr-ı Arifan'a gelen Hoca Muhammed Baba Sammasi tarafından manevî evlatlığa kabul edildi ve büyüdüğü zaman da tasavvufî terbiyesi o sırada beraberinde bulunan Seyyid Emir Külal'e bırakıldı.[22] Şeyh Emir Külal’in müritlerine "Bahaeddin'e uyun." sözü üzerine müritleri, Emir Külal vefaat edince Bahaeddin Nakşbende uymuşlardır. Böylece Bahaeddin'm çevresi bir anda büyümüştür.

Nakşibendî Tarikatı Bahaeddin Nakşbendm halifelerinden Alâeddin Attar, Zahid Bedahşî ve Muhammed Parsa tarafından çok geniş bir alana yayıldı. Yeseviyye tarikatının bulunduğu yörelerde büyük taraftar kazandı. Bilhassa İmam Rabbani zamanında Hindistan ve çevresinde yayılma kaydetti. İmam Rabbanî'nin oğlu Muhammed Ma'sûm da ciddi bir tedris tezgâhından geçerek, babasının mu‘tedil tasavvuf yolunu devam ettirdi. Oğlu Şeyh Seyfeddin, halifesi Seyyid Nûr Mehmed Bedvanî ile tarikat hem naklî, hem tasavvufî ve hem de müsbet ilimleri tedris eden bir medrese, bütün halka açık bir müessese haline getirildi.

Bahaeddin'in kurduğu tarikat, mensuplarınca özellikle Türkiye'de "Şah-ı Nakşibend" ünvanıyla tanınır. Nakşibend ünvanının taşıdığı mana ve bu ünvanın ona ne zaman ve nasıl verildiği konusunda ilk Nakşibendî kaynaklarında bilgi yoktur. Sonraları bu ünvanın devamlı yapılan hafî zikrin kalpte bıraktığı "nakş"a (iz) bir işaret olduğu söylenmiş ve bu yorum genel kabul görmüştür.[23]

Nakşbendî Tarikatı Fatih Sultan Mehmet zamanında Ubeydullah Ahrar'ın halifelerinden Molla İlâhî vasıtasıyla İstanbul'a girdi. Osmanlı padişahları Nakşbendîliği himaye ettiler. Nakşîlik tam anlamıyla sünnî bir tarikattır. Bu tarikat Türk kültürüne halk maarifine Anadolu vahdetine büyük hizmetleri geçmiş bir tarikat olarak kabul edilmiştir.[24]

Bahaeddin Nakşibend tarikatı hakkında şöyle der: "Bizim yolumuz, Allah'ın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Ashab-ı Kiram'a tabi olmaktır. Bu sebeple bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riayet etmek sabır ve tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri istersek cezbe ile, dilersek bir başka usulle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir doktora benzer. Hastanın hastalığım tespit eder ve ona göre ilaç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil sohbet esastır. Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik.[25]

Nakşibendiyye'nin temeli on prensipten oluşur. Bunlara her Nakşibendî dervişi uymakla mükelleftir. Her Nakşibendî; zikrinin sayısını (vukuf-ı adedî), her an Allah'la dolu olduğunu (Vukuf-ı zamanî), zikrederken nefesini kesip Allah'a bağlanmayı bilmek (vukuf-ı kalbî), nefes alıp verirken gaflette olmamak (huş der dem), yürürken ayağına bakmak (nazar ber-kadem), ahlâkî olgunluğa kavuşmak yani halktan Hakka sefer (sefer der vatan), toplulukta halvette olmak (halvet der encümen), zikretmek (yad kerd), nefy ü ispatın anlamını kalbine nakşettikten sonra dönmek (baz geşt), halini muhafaza etmek nigâh daşt), yad etmek (yad daşt) zorundadır.[26]

Nakşibendiliğin kurucusu olan Bahaeddin Nakşibend Hanefî Mezhebi'ne bağlı idi. Sohbetlerinde ilim ve ahlâka büyük yer verirdi. "Tarîkimiz sohbettir." derdi. Nakşibendiye'den Ahrariyye, Camiyye, Halidiyye, Kasaniyye, Mazharivye, Muradiyye, Müceddidiyye ve Naciyye türemiştir. Nakşî tarikatının Türkiye'de en yaygın kolu Mevlâna Halid el-Bağdadî (ö. 1826)'ye nisbet edilen Halidiyye koludur.

Abdullah Sermest Hazretleri'nin tarikat silsilesi Mehmet Vakıf Hazretleri'nde son bulmuştur. Bu tarikat silsilesi,Tekke ve Zaviye Kanunu'na muhalefet etmemek için bizzat şeyhi Mehmet Vakıf tarafından sona erdirilmiştir, bugün devam etmemektedir. Mehmet Vakıf babası Abdullah Sermest gibi hoşgörülü ve aydın bir insandı. Kilis ve çevresinde "Şeyh Efendi" diye bilinen Mehmet Vakıf Tazebay'ın başı açık olan eşi Beşire Tazebay Milliyet Gazetesi'nin 4 Ağustos 1989 tarihli bir haberinde eşi hakkında şunları söylemektedir:

"Şeyh Efendi, Atatürk'ün fikirlerini çok beğenirdi. Şapka Devrimi'nde Kilis'te ilk şapkayı giyen o oldu. Atatürk, 28 Ekim 1918 de Halep dönüşü tekkeyi gezdi. Düğmesi kopmuştu, bana verdi diktim. Tekkeyi gezip gördükten sonra, "Burada ileri görüş hâkim" diyerek Tekke ve zaviyeler kanunu çıktıktan sonra kapatılmamasını emretti. O zaman kapatılmayan tek tekke bizimkiydi. 'Memleketimizde hiç yoksul kalmamış gibi Vahabilere bol bol para gidiyor.' diye hiç hacca gitmedi. Örtünmeye karşıydı. Alman dinler tarihi profesörü Bayan Schimmel kendisini sık sık ziyaret eder, Farsça ve Türkçe konuşarak tasavvuf ve Hafız Divanı üzerine konuşurlardı."

Aynı tarihli gazetede Mehmet Vakıf Tazebay'ın torunu olan YÖK eski Başkan Vekili ve halen Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet üyesi Prof. Dr. Uygur Tazebay ise "Dedem aydın bir insandı. Çok okurdu. Çok değerli kitaplardan oluşan zengin bir kitaplığı vardı. Atatürk'e hayrandı. Yobazlığa karşıydı. Eski nesil ile yeni nesil arasında bir köprü idi." demektedir. Mehmet Vakıf Tazebay ülkemizin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri olan Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş'ın da hocasıdır. Merhum Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Vakıf Tazebay hakkında şunları söylemiştir:

"Onun kadar aydın ve ileri fikirli bir din adamı güç bulunurdu. Taassuptan uzak, Islâmın gerçeğine ve özüne en uygun bir anlayış ve görüşü vardı. Hurafeler ve batıl inançların tamamıyla karşısında idi. Müslümanlığın bir şekil değil bir ruh ve mana meselesi olduğuna ve buna uygun bir ahlâklı davranışın bulunması lüzumuna inanıyordu."

"Rahmetli, benim hocamdı. 24 yıl kadar önce 15-16 yaşında bir lise öğrencisi iken ondan Farsça okumuştum. O yıl, Almanların Balkanlara inmesi dolayısıyla okullar nisan ortasında tatil edilmişti. Önce Habib Efendi'nin Hulâsa-i Rehnüma-yı Farisî'siyle başlamış, sonra Şeyh Sadi-i Şirazî'nin Gülistan'ını okumuştuk. İkinci yıl Hafız Divanı'nın büyük kısmını okutmuştu. Üniversite birinci sınıfta bulunduğum senenin yaz tatilinde ise Sadî'nin Bostan'ını göstermiştir. İlk feyzi kendisinden almıştım. Bu yalnız Farsça öğrenmek bakımından değil, her bakımdan feyz alış idi. Bunu hayatımın çok mesut ve şeref verici bir hadisesi telakki ediyor, kaderin bir lütfü sayıyorum. Onun 4 Mayıs 1965 tarihinde ebedî âleme göçmesiyle Kilis Efendi'siz kalmıştır"

Görüldüğü üzere, ülkemizin aydınlanma çağında, bizlere ışık tutan Abdullah Sermest'in oğlu Mehmet Vakıf Efendi de ayrıca araştırılıp incelenmesi gereken bir şahsiyettir.

Mehmet Vakıf Efendi bir methiyesinde:

“Zimirza can-ı canan Dehlevi Şud vasılı irfan 
Befeyzullah Muhammed Can Sermest amade mesrur 
Ezini Cam-i musaffa Ahmet Hamdi-i piri ma 
Mey-i Sermest nuşid Ali Akif Şudi mebrur
İlâhi Rahmi kün bermenki kıtmiri irşanem 
Behakkı Seyyidi âlem behakkı Halid-i mağfur” 
demektedir.

5-Hocası Muhammed Can:

Evliyanın büyüklerindendir. Afganlıdır. Doğum yeri ve tarihi bilinmiyor. 1849 (H. 1266) yılında Mekke'de vefat etti. İlim tahsilini tamamladıktan sonra büyük İslâm âlimi ve mutasavvıfı Abdullah Dehlevî'nin hizmetlerinde bulunarak yüksek derecelere ulaştı. Gündüz hocasının hizmetinde bulunur, geceleri Şeyh Kutbuddin Bahtiyar-ı Kaki Hazretleri'nin kabrine giderek sabaha kadar ibadet ederdi. Abdullah Dehlevî'den icazet aldı. Hicaza gitti, ömrünü irşatla geçirdi. Muhammed Can'ın yüksek halleri Sultan Abdülmecit Han’ın annesi Bezm-i Alem Valide Sultan'ın kulağına varınca Valide Sultan onun için Mekke'de dergah yapılmasını emretti. Muhammed Can Hazretleri burada talebe yetiştirdi.[27]

6-Tesis Etmiş Olduğu Vakıf

Abdullah Sermest Tazebay vefatından iki yıl önce 7. Şubat 1880 tarihinde KİLİS'te "Tazebayzade Hacı Abdullah Efendi" adıyla bir aile vakfı kurarak 30 dükkânını, 1 zeytinyağı imalathanesini, 16 dükkanlı bir hanını, 1 kahvehanesini ve 1 fırınını vakfetmiştir.

Mülhak vakıf olarak günümüze kadar faaliyetini devam ettiren ve halen de ettirmekte olan bu vakıf, Vakıflar Genel Müdürlüğünde Müceddet Anadolu (24) adlı ve 609 numaralı defterin 278 Sayfasının 329. sırasında (Hacı Mehmet oğlu Tazebayzade Şeyh Hacı Abdullah Efendi Vakfı) olarak ve 25 sefer 1297 tarihinde kayıt ve tescil edilmiştir

7-Vefatı, Türbesi ve Tekkesi

Hep başkaları için yaşayan büyük velî Abdullah Sermest Hazretleri 1882 (H.1298) yılında ve 63 yaşında fani hayata veda edip ebedî âleme göç etti.[28] Kalabalık bir cemaat ile kılınan cenaze namazından sonra tekkenin içindeki bahçeye defnedildi, sonra üzerine kubbesi yapıldı ve kabri türbe haline getirildi.

Kilis'in yetiştirdiği yegâne lirik şair Şeyh Abdullah Sermest Efendi, ilim ve kemalat ciheti ile de yaşadığı devrin yüksek bir şahsiyeti idi. Bilhassa tasavvuftaki manevî iktidarı ile yalnız Kilis halkını değil, etraftaki memleketler ahalisini de cezb ve teshir etmiş ve umumun hüsn-i zan ve hürmetini kazanmış idi. O zamanın dinî temayülâtı karşısında günden güne yüksek bir hüviyet kazanan Şeyh Efendi, tesis ettiği tekyede hem ders okutur, hem de zikir merasimleri yapardı. Erkek ve kadınlardan mürekkep bir çok müdavimi kendisinden feyz-i manevî almaya çalışırlardı. Mumaileyh şen ve şatır yaşamayı sever, musikiden çok hoşlanırdı. Hatta zikir esnasında bile musiki bulundurmakta bir beis görmezdi. Şeyh Efendi'nin kıraat ilmine de vukufu tamdı. Hocazade Abdullah Enveri Efendi kıraat ilmini mumaileyten öğrenmiştir.[29]

Evlatlarından Mehmet Vakıf, babasının tarikat adaplarını devam ettirmiş, fakat "Tekke ve Zaviyeler" kanununa muhalefet etmemek için şeyhten ziyade bir âlim olarak tebliğ ve irşat faaliyetlerine devam etmiştir. Abdullah Sermest'in iki halifesi olmuştur. Bunlardan birisi Antepli Ali Efendi (Ali Baba) diğeri ise Elbistanlı Hacı Ahmet Hamdi Efendi'dir. Hacı Ahmet Hamdi Efendi hem şeyhinin yerini doldurmaya çalışmış hem de şeyhinin daha küçük yaşlarda olan oğlu Mehmet Vakıfı yetiştirmiştir. Zira Abdullah Sermest Efendi vefat ettiğinde Mehmet Vakıf henüz 6 yaşlarındaydı. Ne acı ve ne büyük tesadüftürki Mehmet Vakıf Efendi de babası gibi 6 yaşında yetim kalmıştır.

Merhum Abdullah Sermest'in tekkesi, Bölük Mahallesi'nde olup Kurtağa Caddesi'ndeki Çekmeceli Camii'nin karşısındadır. Kapısı Türk yapı geleneğine uygun olarak doğuya açılmaktadır.

Taş kemerli kapının eni 1.40, yüksekliği 2.10 metredir. Kemerin üstündeki kitabede karışık bir talik yazı ile 3 beyit bulunmaktadır. Bu tarih manzumesinin son beytini okuduğumuzda ebced hesabına göre 1275 yani M. 1858 rakamı ortaya çıkıyor. Bu da tekkenin bu tarihte yapıldığını gösteriyor.

Himmet-i pîr ile yazdım zihniyâ târihîni

Nev binâ a ‘ladır vâlâ-yı Şâh-ı Nakşibend

Tekkeye üç basamaklı bir merdivenle inilir. Tekkenin avlusu karo ile döşelidir ve avlu kapısından girince sağdaki merdivenle şeyh dairesine çıkılır. Girişte solda ise kapıları ve pencereleri batı yönünde olan altı derviş hücresi vardır. Hücrelerin bitiminde mescid olarak da kullanılan bir hatimhane (hatme: hatim etme, bitirme) vardır. Hatimhanenin kapısı kuzeye bakmaktadır. Mescidin kapısının üzerindeki kitabede Şair Zihni Baba'ya ait bir şiir vardır. Bu kitabenin üzerinde "Ya Hazret-i Müceddid-i elf-i sâni' [İkinci binin yenileyicisi] Kitabenin sağında ise Ashab-ı Kehfin isimleri (Yemlîha-Mekselînâ - Mislînâ - Memüş - Debernüş - Sâzenüş - Kefeştatavyuş) yazılı bir madalyon görülür. Bu kitabedeki şiirin son beytini verelim, bu kitabede hatimhanenin ne zaman yapıldığını öğrenebiliriz:

İlham ile yazıldı Zihnî bu tam târîh

Bab-ı hüdâ-yı zibâ dergâh-ı feyz-i ulyâ

Târih: 1276 (M. 1859)

Hatimhanenin üstü betondur. Kıble ve sağ tarafına ikişer, soluna ve son cemaat yerine birer pencere açılmıştır. Burası tarihlere bakılırsa şeyh odası ve hücrelerden bir yıl sonra yapılmıştır.

Türbenin güney köşesinde Abdullah Sermest'in türbesiyle aile kabristanı vardır. Türbeye avlunun sağındaki ve solundaki yol takip edilerek varılır. Avlunun sağındaki yol izlenirse sağlı sollu mezarlar görürsünüz. Sağ taraftaki mezarlar şeyhin soyundan gelen erkeklerin, sol taraftakiler ise kadınların mezarlarıdır. Bu mezarların bitiminde beş pencereli ve tek kubbeli bir türbe görülür. Türbenin kapısı kuzey yönünde olup, kapının üstünde sağda ve solda iki aslanlı oluk vardır. Bu iki oluğun arasında bir madalyon içinde "Lâilâhe illellah, El-melikü'l-hakku'l-mübîn ve Muhemmedü'r-rasûlüllah sâdıku'l-va‘dü'l-emîn" yazısı vardır. Kapının sağındaki pencerenin üstünde güzel bir ta‘lik ile "Yâ Hazret-i Şâh-ı Sermest-i Velî"  yazılıdır. Yine kapı ile pencere arasındaki kısma hem Osmanlı hem de Latin harfleriyle hatimhanedeki kitabenin aynısının monte edilmiş olduğu görülür.

Türbe, ortasında kapısı bulunan bir duvarla iki bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde yedi mezar vardır. Kapıdan girişte en uçtaki mermerle yapılmış mezarda iki mevta vardır. Mezarın kitabesinde:

"Mehmet Vakıf Efendi'nin Eşi Beşire Hanım (D.1901-Ö. 2.3.1990)"

"Mustafa Vakıf Efendi'nin kızı Sakine Hanım, (Ö.1907)" yazılıdır.

İkinci mezarda Mehmet Vakıf Efendi'nin kardeşi Süleyman Akif Efendi'nin Eşi Saliha Hanım,

Üçüncü mezarda, Saka Ali Baba,

Dördüncü mezarda, Mustafa Vakıf Efendi'nin Eşi Fatma Hanım,

Beşinci mezarda, Abdullah Sermest Hazretleri'nin en küçük oğlu Süleyman Akif Efendi, (Ö. 1942)

Altıncı mezarda, Abdullah Sermest Hazretlerinin Eşi Zahide Hanım, (Ö.1916) Yedinci mezarda, Şeyh Mehmed Vakıf Hazretleri'nin oğlu, Ekrem Efendi, (D.1915 -Ö. 1991)[30]

Türbenin kıble duvarındaki kitabede şunlar okunur:

Hazret-i câna[31]' ne hıdmetler idüb niçe zamân 
İtdi tahsîl-i rızâ hakk ile oldı lâ-mekân
Geldi üçler remz idüb Rahmî didi târihini 
Şîr-i Ahmed mahremi sâkî Muhammed Ali Cân

Bu tarih manzûmesini Abdullah Sermest'in müridlerinden Merkupçu Rahmî yazmıştır. Kitabeden Saka Ali Baba'nın M. 1874 yılında vefat ettiğini anlıyoruz.

Türbeyi ikiye ayıran duvardaki kapının üstünde yine Rahmî Efendi tarafından yazılmış şu kitabe vardır, bu kitabe Abdullah Sermest'in bölümüne girerken karşımıza gelir:

Müceddid mesleğin tecdîd iden sâhib reşâdet bu

İderdi neşr-i nisbet hâs ile amma ne himmet bu

Çıkub on iki pîrân itdi ilham RahmVye târîh

Makâm-ı dil-güşâya süryüzi bâb-ı velâyet bu[32] 1298 (M.1881)

Türbenin ikinci bölümünde ise dört sanduka bulunmaktadır. Girişte ilk sandukada Abdullah Sermest'in 2 nci hanımı Ayyuş (Gaziantep'li FeslizadeHacı Hüseyin Efendi'nin kızı olup bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir.) ile Abdullah Sermest'in kızı Şehnebat Hanım bulunmaktadır. İkinci sandukada, Abdullah Sermest Efendi'nin büyük oğlu Mustafa Vakıf Efendi ile Mehmet Vakıf Efendi'nin torunlarından Mustafa Halis medfundur. Üçüncü sandukada Şeyh Abdullah Sermest Efendi yatmaktadır. Sandukanın üstü yeşil bir kadife ile örtülüdür. Üzerinde şu yazı vardır:

Ber ser-i türbet-i mâ çün güzeri himmet hah

Ki ziyâret gehi rindâtı-ı cihan hâhed bud

["Bizim türbemizin yanından geçerken himmet iste, çünkü bu ziyâret yeri cihân rindlerinin arzu ettikleri yerdir. ]

Dördüncü sandukalı kabirde ise Abdullah Sermest'in oğlu Şeyh Muhammed Vakıf Efendi medfundur. Sandukası dışarıdan görünsün (pencereden) diye daha yüksek yapılmıştır.

Türbeye giden ince yolun sağ tarafından yukarıdan aşağıya doğru:

Süleyman Akif Efendi'nin oğlu Mehmet Said, (.... - Ö.1919)

Mehmet Vakıf Efendi'nin en büyük oğlu ve Prof. Dr. Uygur Tazebay'ın Babası Abdullah Halis TAZEBAY (D. 1894 - Ö.23 Temmuz 1947 Çarşamba)

Mehmet Vakıf Efendi'nin oğlu Bahaeddin TAZEBAY (…Ö.1967)

Mehmet Vakıf Efendi'nin oğlu Kemal TAZEBAY,(D. 1910- Ö.1968)

Süleyman Akif Efendi'nin kızı İrfan Yıldırım'ın eşi Mehmet Yıldırım, (D. 1923-

Ö.1975)

Süleyman Akif Efendi'nin oğlu Kilis eski Belediye Başkanı Mustafa Sıddık BAYTAZ, (D. 1920 - Ö.1992)

Abdullah Halis TAZEBAY'ın oğlu Orhan Halis TAZEBAY, (D. 1932 - Ö.1994)

Bahaddin TAZEBAY’ın oğlu Mehmet TAZEBAY, (D.1933 - Ö.1996)

Türbeye giden ince yolun sol tarafında ise:

Bahaeddin TAZEBAY'ın kızı Hayriye TAZEBAY, (....-....)

Kemal TAZEBAY'm Eşi Necla Hanım, (....-Ö.1966)

Bahaeddin TAZEBAY'ın eşi Naciye Hanım, (D. 1910 - Ö.1990)

Süleyman Akif Efendi'nin Eşi Ganime Hanım, (D. 1893 - Ö.1973)

Mustafa S. BAYTAZ'ın Eşi Fikret Hanım, (D. 1922 - Ö.1988)

Mehmet Sermest TAZEBAY'ın Eşi Güner Hanım, (D. 1934-Ö. 1997)

Mehmet Vakıf oğlu Zahrettin TAZEBAY, (D.1930-Ö.1998) Türbe ile Hatimhane arasındaki yerde

Medfundurlar.

B- ESERLERİ

Abdullah Sermest Hazretleri'nin üç eserinin olduğu bilinmektedir. Bunlar Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerinin bulunduğu Divan'ı, Tıpla ilgili bir eseri ve Hicretin 37’nci yılında Sıffın denilen yerde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki 70.000 kişinin ölümüyle sonuçlanan savaşı dile getiren Sıffîn Vak’ası adlı bir tarih kitabıdır.

Bu üç eserden Divan hariç, diğerleri kaybolmuştur. Kaybolan eserler hakkında da hiç bilgimiz yoktur. Tıpla ilgili eserinin Kilis'e gelen bir Fransız araştırmacı tarafından alınıp geri getirilmediği şeklinde bir bilgiyi torunu Hüsamettin Tazebay’dan öğrendim. Divandaki şiirlerin dışında Abdullah Sermest'in şiirlerinin var olduğu sanılmaktadır. Divan, şairimizin ölümünden sonra yazıldığı için bazı aksaklıkların olması da normal karşılanmalıdır.

DİVAN:

Abdullah Sermest'in El yazma Divan'ının 4 nüshası elime geçti. Bunları torunlarından Hüsamettin Tazebay ve Dr. Uygur Tazebay'dan aldım. Divanın aslı kendilerinde de bulunmadığı için sonradan bazı kişiler tarafından yazılmış yazma nüshalar üzerinden okudum. Çalıştığım bu tez 4 nüsha karşılaştırılarak yapılmıştır.

Metin, daha az hatalı görülen nüshası esas alınarak yazıldı. C nüshası redif ve kafiyeye dayanılarak düzenli bir şekilde hazırlandığı için şiirler, C nüshasına göre sıralandı. C nüshasında toplam 127 şiir bulunuyor. Bu şiirlerin sırası tezimde aynen korunmuştur. Divanda Türkçe şiirlerin dışında 13 Farsça gazel, 1 Arapça gazel, 1 Arapça-Türkçe karışık gazel, 1 Farsça müstezat, 2 Farsça nazm ve bir Farsça nutuk vardır. Bu şiirler Türkçe şiirlerin arasına kafiye sırasına göre yerleştirilmiştir.

nüshasında, yani asıl nüshada, toplam 126 şiir bulunmaktadır. 3. nüshadan fazla olarak 128 ve 129. şiirler tespit edilip divan metnine yazılmıştır. Bu nüshada 126 ve 27. şiirler yoktur.

nüshasında, toplam 124 şiir vardır. C nüshasındaki şiirlerden farklı şiire rastlanmamıştır. Eksik olarak 111. şiirin yarısı, 125. şiirin son beyti, 112, 126 ve 127. şiirler yazılı değildir.

D nüshasında, toplam 120 şiir tespit edilmiştir. 3., 15., 48., 65., 124., 125. ve 126. şiirlere rastlanmamıştır.

 

KİLİSLİ ABDULLAH SERMEST (HÂLİS) kuddise sırruhu'l-âlî DİVANINDAN

GAZEL

1

Be hey zâlim tamân ol Ehl-i Beyt-i Mustafâ'nındır

Bu  dürr [ü] güher-i 'ayn-ı 'Aliyyü'l-Murtazâ'nındır

2

Didi ol cedd-i a'lâsı emânet Ehl-i Beyt’im hâ

Hıyânet yeri Şeytân’ın muhalled nâr mekânındır

3

Nasıl kıydın nübüvvetde yanan şem'i söyündürdün

Cihânı yıkdı zulmün lâ'netu’l-lâh kâr-ı şânındır

4

O dem devrân-ı bed-bahtm murâdını edâ itdin

Yere batsaydı devrânın dileseydi harâbmdır

5

Felek bir katre âbın virmedin mazlûma zulm itdin

Revâ mı Ehl-i Beyte bu muhâlif rûzigârındır

6

Hikâyâtı duyan  'âşık olur Sermest düşer bî-hûş

O Sermestlik bu bî-hûşluk muhibb-i hânedânındır

**

GAZEL

1

Biz gulâm-ı hânedânuz pîşvâmızdır 'Alî

Reh-revânuz bize bizden reh-nümâmızdır 'Alî

2

Gerçi yollar pür-hatar[dır] gam yimez erbâb-ı râh

Yırtmağa a'dâları şîr-i Hudâmızdır 'Alî

3

Lâ-fetâ illâ 'Alî lâ-seyfe illâ Zülfekâr

'Arsa-i çarh-ı zemîne dem-rehâmızdır 'Alî

4

Biz muhibb-i hânedâmn çâker-i ednâsıyuz

Haricîler cânına berk-ı belâmızdır 'Alî

5

Bilmese ehl-i garaz şân-ı 'Alî’yi bilmesün

Yerde gö[k]de  în ü ânda pâdişâmızdır 'Alî

6

Bî-mehâbâ Hazret-i şâhın çehâr-ı himmetin

Tekye-gâh itdik belâdan nün [u] hâmızdır 'Alî

7

Gec-külâhız fahrimiz gül-beng-i remz-i lemyekûn

Defter-i şâh-ı Resûlden hel-etâmızdır 'Alî

8

Encüm-i eflâk-i 'akla nefsimiz çekse hisâb

Çarh-ı dilde mâh-tâb-ı râh-ârâmızdır 'Alî

9

Ejder-i gejd-i vücûda tılsım-ı Hakk-dâdımız

Hem yed-i beyzâda zâhir hem Mûsâ’mızdır 'Alî

10

Kulzüm-i bahr-i hakîkat vâriş-i 'ilm-i Nebî

Şehriyâr-i mülk-i dîne Mustafâmızdır 'Alî

11

Ravza-ı Dârü’s-selâm kıble-gâh-ı ehl-i 'ışk

Yâ niçündür kim dem-â-dem secde-câmızdır 'Alî

12

Tal'at-i pâk-i cenâb-ı hazret-i ulyâ  bizim

Çeşmimizde hem rumûz-ı âşinâmızdır 'Alî

13

Çehre-i remz levhine Nakş-bend-i üstâd-ı ezel

Ya'ni tugrây çektiğim harf-i hicâmızdır 'Alî

14

Mülk-i dil yağmaya gitdi kayd-ı zâlimlerdeyem

Dem-be-dem beydâ içün müşkil-küşâmızdır 'Alî

15

Kıldı Sermest öyle ferzend-i letâ’ifler beni

Sorsam ani ardan cevâb kevser- şifâmızdır 'Alî

**

MERSİYE-MUHAMMES-İ MÜZDEVİC 

1

Her ayı kıldı muharrem güni 'âşûrâyı

Vak'a-i Kerb-i Belâ-yı ciğeri Zehrâyı

Seyle virmez mi sanun Memleket-i Kisrâ’yı

Göz yaşı hûn-ı ciğer la’l kılub sahrâyı

Yâd idüb Fâtımâ-yı Vâlide-i Kübrâyı

2

Kıldı bu hâdise efkâr [u] ‘ukûli ber-bâd

Uymadı kevn-i fesâdına bunun gibi fesâd

Gebr [ü] Tersâ [vü] Yehûdî'den olurdı imdâd

Bilseler[i]di olacak böyle  Âl-i Evlâd

Müslimânız diyerek böyle tutub gazâyı

3

Hetk-i nâmûs-ı beşer kıldı Yezîdi ferşî

'Ulvî süflî bulunan kevn-i vücûda karşı

Hânedân-ı Nebî kim nâmına kurdı turşı

Zulm ile  âhir-i kâr yıkdı 'imâd-ı 'arşı

Çekdi mel'ûn-ı ebed olmasına tugrâyı

4

Ağladır Haşre kadar mü'mini hayy [u] meyyit[i]

Mâtem-i şâh-ı şehîdân ile Ehl-i Beyt[i]

Neydügin  eyledi hüzn ile cıvân [u] yiğit[i]

Âh heyhât didi vâh le’allü-leyt[i]

Görmeyeydim yıkılaydım böyle habâş-ârâyı

5

Kim idi bilmediler Ehl-i 'Abâ-yı Âl'i

Ne divek bunları benzetmeye yok emsâli

İte kurbân olalar it [gibi] anub yalı

Bilerek n'eylediler n’oldular âhir hâli

La'net  birbirine kıldı zehî-kübrâyı

6

Böyle mel'ûn-i ebed görmedi kevnin gözi

Lâyık-ı yâd değil meclise ismi sözi

Kûfe'nin uyuz iti domuzı Şâm-büzi

Kim [olur] ibn-i 'acûze  gide zulüm sözi

Hâşimîleyte fedâ-zâdelere Zevrâ’yi

7

La'neti kıldı Hudâ zâlime bunlar ezlem

N[e] ola ahvâl o itlerin Allâh-ü-aİem

Bir içim suyı revâ görmedi cümle el'em

Âl [ü] Evlâd-ı Resûle ne belâyı etlem

Al kan[i]le kazâ kıldı kızıl hazrâyı

8

Gark-ı hûn eyleyelim mülk-i Irâku Şâm’ı

La'net ol saltanat [u] mülkde  subh u şâmı

Almak olmaz kun da'vâ ile intikâmı

Merd isen terk idegör câh-ı celâl ü kâmı

Tâ ki hoşnûd ola Peygamber ü Dârâyı

9

Bir imâmeyn ki mesnedleri müstesnâdır

Murtazâ babaları ceddleri Mustafâ’dır

Nenesi Hayru’n-Nîsâ analan Zehrâ'dır

Top [u] çevgânları Cennet ile Tûbâdır

Hâlisî bendeleri kevn [ü] mekân-ârâyı

**

**

MÜSEMMEN-İ MÜTEKERRİR

1

Çıkmaz cebel-i 'izzete her topugı kıllı

N’eylerim  kudretde öz 'ammusı misilli

Yarın görirüz hâlini ey puşt 'amelli

Mahşerde sana yüz yelelelli yüz 'alelelli

Ey zâhid-i destârı büyük turfa sakallı

Merdân-ı Hudâyı ne bilür her dibi yelli

Kum kum cebelî git işine hey terelelli

2

Ey ehl-i garaz anla bizi biz fukarâyuz

Ser-defter-i cumhûr-ı derâvîş-i Hudâyuz

Çün bende-i nâ-çîz-i der-i Ehl-i 'Abâ’yuz

Gayret-keş-i evlâd-ı 'Alî Âl-i Rızâyuz

Zu'munca velî siz sulehâ biz süfehâyuz

Allâh bilür kim  süfehâdır sulehâyuz

'İlm [ü] 'amelin  mezheb ü dînin bize belli

Kum kum cebelî git işine hey terelelli

3

Her dem dem-i ber-dûşun ile lâşe gidersin

Nefsince olan maslahatı hoşça sizersin

Güftâre gelünse hem okur hem de yazarsın

Kur’ân [u] ahâdîs  ile çok hîle düzersin

Bu râh-ı şerî'at diyerek yoldan azarsın

Vel-hâsılı çârşûy-ı müzâvirde bâzârsın

Hem zâhidi  [hem] hâcı hâce hem 'alelelli

Kum kum cebelî git işine hey terelelli

4

Vechinde görür ehl-i safâ yârimin el-hakk

Envâr-ı 'ıyân çünki hüve'r-Rabb hüve’l-Hakk

Rü'yâda dahi görmez anı sen gibi ahmak

Tesbîh ile  seccâdede vird itmeği cak cak

Yâ ders ile evrâka bakub kılmağı lak lak

Kulluk mı sanursun bunı kalk hey öni  yallı

Kum kum cebeli git işine hey terelelli

5

Virmez kederi sürha-i bed-cây-şebekler

Çarh üzre kamer seyrine "av 'âvî köpekler

Altun [u] gümüşi cem'i dahi yağlı yemekler

Billûrî  gibi baldırı fincânî  göbekler

Tâ mürıkir-i Hakk itdi sizi gitdi emekler

Çün hıkdı  hasedi bî-dîn idüb sizi temelli

Kum kum cebelî git işine hey terelelli

6

Dervîşe yarın havf u hatar yok dahi ekdâr

Merdân-ı İlâhî yüzine secdeleri var

Vechinde  bugün eylemeyen hazreti ikrâr

Olmaz mı yarın işleri hep âh ile  hep zâr

Şeytân-ı la'în oldı iden Ademi inkâr

'İlmi 'amelin  bunca yılın oldu mı der-kâr

Sermest sözini anlamadın hey Karataglı

Kum kum cebelî git işine hey terelelli

Kaynak: Abdullah ŞAHİN, Kilisli Abdullah Sermest (Hâlis) Divanı (Metin-Lnceleme), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Halk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi ,1998 Çanakkale

 

GAZEL

Muhabbet aleminde kendi kendimden hicabettim

Açıldı cism-i canım kalbime bir bir itabettim.

Nigâra mülk-i cismin kenz-i aşkın içim harabbettim.

Tarik-i aşkı da bünyadi-i hesd-i turabettim.

Anı canım yerine kalbide naibmenen ettim.

*

Açıldı perde-i zulmet nigârm tab-i ruhsinden

Gönül kendi tecellâ-i cemal-i bahş-i feyzinden

Tecerrüd eyledim yekser cihanın arşı ferşinden

Derun-i sinemi pak eyledim ağyar-ı nakşinden

Gönül kâsesin aşkın ruhu için müstetab ettim.

*

Şuun-i firkati sertabser mektur tut zahid

Bu alemde harabat ehlini mağfur tut zahid

Şarabi nabe ger meyi eylesem maktur tut zalıid

Beni o zümre-i mestanede mecbur tut zahid

Ki ben meyhanede pir-i mugana intisabettim.

*

Hakikatten cenab-ı pir-i mey sundukda sehbasın

Bitirdi nefha-i hatırda kıylükali gavgasın

Gözetme anda saffat revhani-i temaşasın

Medaris içre Sermest görmedim aşk-ı sevdasın

Anınçün ilmimi meyhanede rehn-i şarabettim.


BAYTAZ ZADE ŞEYH ABDULLAH EFENDİ

Kilisin yetiştirdiği yegâne lirik şair şeyh Abdulah Efendi ilim ve kemalât cihetile de yaşadığı devrin yüksek bir şahsiyeti idi. Bilhassa tasavvuftaki manvî iktidarı ile yalnız Kilis halkını değil, etraftaki meleketler ahalisini de cezp ve teshir etmiş ve umumun hüsnü zan ve hürmetini kazanmış idi. O zamanın dinî temavülâtı karşısında günden güne yüksek bir hüviyet kazanan şeyh efendi tesis ettiği tekyede hem ders okutur, hem de zikir merasimi yapardı. Erkek ve kadınlardan mürekkep birçok müdavimleri kendisinden feyzi manevî almağa çalışırlardı. Mumaileyh şen ve şatır yaşamağı sever, musikiden çok hoşlanırdı. Hattâ zikir esnasında bile musiki ve saz bulundurmakta bir be’is görmezdi.

Mumaileyh 1235 tarihinde doğmuştur. İlk tahsili bitirdikten sonra hacı hafız efendinin dersine devam ederek bir müddet tahsilde bulunmuştur. Mısırlı İbrahim paşa Kili si işgal ettiği vakit henüz pek genç bulunan Şeyh efendi yakalanarak askere sevkedilmiştir. Şeyh efendi bu askerlik dolayısiyle Mısır’a kadar gitmiş, orada iki sene kalmıştır. Mısırda kaldığı müddet zarfında meşhur Hekim Kölit beyden ilimi tıb tahsil etmiştir, fıtratan çok zeki olan Şeyh efendinin kabiliyeti en garip ve çetin ilimleri kolaylıkla öğrenmeğe müsait idi. Bunun içindir ki; tahsil ettiği her hangi bir ilmi bütün inceliklerde öğrenmiştir. Zekâsına inzimam eden ilmi ve bilhassa ruhiyat ilmine olan vukufu tasavvuf vadisinde kendisine büyük bir şöhret temin etti. Şeyh efendi ayni zamanda güzel hattat ve hakkâk idi. Kıymetli akik ve yakut taşlarını oymakta mehareti vardı. Mısırda- iken hakkâklık yaparak müreffeh bir surette geçinmiştir. Henüz tasavvufa dair hiç bir fikir ve tahsili olmayan genç hakkâk bir gün Mısır çarşısında üç dört nüfustan ibaret fakir bir ailenin dilenmekte olduğunu gördü. Bu fakir aile hangi dükkâna başvursa kovuluyor, bir muavenet görmüyordu. Bu vaziyet şeyh efendinin rikkat ye merhametini celp etti. O fakir ailenin perişan ve pejmürde kıyafeti yüreğini sızlattı, hemen o ailenin önüne düşerek cebinde bulunan beş altın kadar parasını sarf ile bunların elbise, yemek vesair ihtiyaçlarını temin etti. Bu hadiseden bir kaç gün sonra rüyasında gördüğü işaret üzerine Mekkeye gitti. Orada yeni baştan tahsile başlayarak icazetname almağa müvaffak olmuş ve ayni zamanda şeyh Mehmet Canı Efğaniye intisap ederek on iki sene kadar nazarî ve amelî şekilde tasavvuf tahsil ettikten sonra icrayi meşihat için de icazet almıştır. Sonra şeyhinin emrile Kilis’e dönerek «Baytaz oğlu tekyesi» demekle maruf tekyeyi inşaf ettirmiş ve irşat vazifesine başlamıştır.

Şeyh efendi, muasırlarınca daima tasavvuf noktasından tetkik edilmiştir. Halbuki; mumaileyh daha evvel yüksek bir âlim ve deyerli bir şairdir. Sade Türkçe şiirler yazdığı gibi divan edebiyatı tarzında da şiirler söylemiştir. Yazdığı şiirlerde bazen «Halis» ve bazen «Sermest» mahlaslarını kullanırdı.

Şiirleri içinde kendisinin meşrep ve mesleğini tasvir eden güzide parçalar vardır.

 

İsterim bir göz göre dağı dilimde dağımı

Sağ olursam ta bilem sinem çürük mü, sağ mı?

Dem bu dem, meclis bu meclis öyle sermest ol ki ta

Bilme her ne hal ise duzehmi? cennet bağımı?

 

Teranesile yürek yarasından, demden behseden şeyh efendi bazen şöyle bir beyit ile yükseklere uçuyor:

 

Dil mürğu kanat vurdu, havalandı savışdı-

Her varı fena gördüfenalandı savışdı.

 

Bazen etrafındakilere şöyle bir ahlâkî kaide telkin ediyor:

 

Doğru gel; doğru otur, doğru uyu, doğru uyan

Ağamız böyle sever sevmedi hiç kalpazanı

 

Sonra kendi felsefî mesleğini şu parçalarla tasvir ediyor:

 

Seninle maceramız tabe mahşer sürmesin dersen

Yüzün göster bana haşre bu dava durmasın dersen

Bırakma hanikahe, mescide (sermesti) faş etme

Anı meyhanelerde sakla kimse görmesin dersen

*

Sen işittinmi bizim narai mestanemizü

Elemi derdin ile arşa ulaştı ünümüz

*

Küfürü imandan egerçi öte düştü rakımız

Bilmeyiz halâ kimin sermesti, sergerdanıyız

*

Hanikahe, mescide gitme o çıkmaz yollara

İşte rahi meygede her gimde istidat olur-

Şeyhi, dervişi bırak, mulla, müderris dinleme

Hazreti piri muğandan olsa, bir imdat olur

Şih efendi Arapça ve Acemceyi de ana lisanı kadar bilir ve her üç lisanda şiir söylerdi. Şiirlerini ihtiva eden divançesi gayrı matbu olup evladı nezdindedir. “ Sıffıyn vak’ası „ namile yazdığı risale maalesef kaybolmuştur.

Şeyh efendinin kıraet ilmine de vukufu tamı vardı. Hoca zade mantıkçı Abdullah Efendi kıraat ilmini mumaileyhten öğrenmiştir.

Şeyh efendi çok sehi meşrep idi, tekyesine her gün gelen yüzlerce kişi yer, içer, izaz ve ikram edilirdi ziyaretine gelenlere çok hürmet eder ve bazen bunları birer hediye ile taltif eylerdi. Mühtaç ve fakirlere çok muavenet ederdi. O tarihlerde bir sene memlekette kıtlık olmuştu. Şeyh efendi başka yerlerden develerle zahire getirterek fakirlere dağıttı.

Mumaileyh debdebeli, şen ve şatır bir hayat yaşadıktan sonra 1298 tarihinde vefat eyledi. Türbe kapısının üzerinde yazılı olan şu tarih Zihni babanındır:

Müceddit mesleğin tecdit eden sahibi reşadet bu

Ederdi neşri feyzi hâs ile âme ne himmet bu

Çıkup on iki piran etti ilham (zihniye) tarih

Makamı dilküşaye sür yüzü bati vilâyet bu

1298

Mumaileyhin şiirlerinden müntehep parçaları atiye dercediyorum:

 

Saki hele kalk, badeye bak vakti seher bu

Sen saati dünyayı bilin tezce geçer bu

Asma kızı mader, atamız pirimuğandir

Pehpeh ne güzel validedir, Yahşi peder bu!

Geç köprü başından ne dür on altına girme

Dikkatle güzet gör ne hatar, içre hatar bu

Açma gözünü bade ile sakı hemen veri

Açılsa gözü korkum odur yoldan azar bu

Ahvalimi sofilere teftişe ne hacet?

(Sermesi) yatar mest kağar, mest gezer bu

Ne naziksin gözüm canım ketenden inceden ince

Seni gülzare koymaz bir tikenken inceden ince,

Baharın her fusuli, her günü nevruzu sultandır

Gelir buyi adem zari çemenden inceden ince

Hari layefhem sofiler ile ülfet eylersin

Bana her dem kılarsın sui zan sen inceden ince

cahil ve kaba ruhlu sulular hakkında yazdığî bir manzumeden:

Vechinde görür ehli sefa yarimin elhak

Envarı ayan, çünki; odur râb ve odur hak

Rüyada dahi görmez anı sen gibi ahmak

Teşbih ile seccadede verd etmeği cak cak

Ya ders ile evraka bakup kılmağı lâklâk

Kulluk mu sanırsın bunu kalk hey ünü yelli?

Kalk kalk hadi kalk git işine hey terelelli

 

Sh:212-217

 

Kaynak: Avukat Kilisli Kadri, KİLİS TARİHİ, Neşreden: Kilis Cumhuriyet Kütüphanesi sahibi: Osman Vehbi, Bürhaneddin Matbaası, 1932, İstanbul

https://plus.google.com/u/0/photos/101301310851380585349/albums/5682967945765619473


 SÜSOY

EŞİNİZLE 10 DAKİKA EL ELE TUTUŞUN, ÖMRÜNÜZ UZASIN

Yener SÜSOY
26 Ekim 2003

 

Dünyaca ünlü Biyolog Doç. Dr. Nezih Hekim, 3 kuşaktır tıp bilimiyle halvet olan Gaziantepli bir aileden. Dedelerinden biri de Kilis Şeyhi Abdullah Sermest Vakıf Tazebay'dır.

Bebekliğinden beri kafasını hücrelere, parmağının niye uzamadığına takmıştır. 1969'da Diyarbakır Tıp'a girer ama, bu soruların gerçek cevabını bulmak için analitik bir eğitim almaya karar verir, İstanbul'a gidip Fen Fakültesi Kimya Bölümü'ne kaydını yaptırır. Bir yandan da ülkenin en ünlü tıpçısını arar ve sonunda uluslararası tıp dehası Prof. Dr. Ferhan Berker'in asistanı olur. Gündüz tıp, gece kimya derken fizikten de dersler almaya başlar. Sonunda fizik ve kimya bölümlerinden birincilikle mezun olur. Yetmez, Demokritos'a olan hayranlığı onu aklı öğrenmeye yönlendirir. Felsefenin dev hocası Prof. Dr. Takiyettin Mengüçoğlu'nu bulur ve ilk görüşmeden sonra sınava bile girmeden onun doktora asistanı olur. ‘‘İnsanın İzolasyonu’’ konusunda çalışan genç asistan, 2. yıl ‘‘Yanlış bir örnekle doğru teori oluşturulmaz’’ diyerek Takiyettin hocaya itiraz edince kafasına bastonu yer ve ayrılır.O sırada İngilizlerin bir bursunu kazanıp Londra Üniversitesi'nde hormon biyokimyası yapmaya başlar. Oradaki buluşlarımdan dolayı Norveç hükümeti onu Bergen Üniversitesi'ne davet eder. Nezih Hoca, bu fiyort cennetinde 2 yıl hormonların etki mekanizması üzerine çalışmalar yapar ve erkeklik hormonunun ‘‘Single Step’’ modelini bularak uluslararası ün kazanır. Derken biyokimyanın dünya devi, Nobel ödüllülerin yuvası Alman Max Plank Enstitüsü'nün çağrısını kabul edip eşi ve çocuklarıyla birlikte Hanover'e yerleşir. Genç Hekim orada da menopozun tedavisinde kullanılacak ‘‘IGK Tip-2’’ adlı çok önemli bir proteini bulup dünyaya armağan eder.Türkiye'ye döner, 1983'te kurucu ortağı ve yönetim kurulu başkanı olduğu Pakize Tarzi Laboratuarı'nı kurup dünyadaki benzerleriyle eşdeğer hale getirir. Bu arada Yeniden Müdafaa-i Hukuk Hareketi Derneği'nin de kurucuları arasındadır. İTÜ'de biyokimya ve moleküler biyoloji dersleri veren Hekim fakültenin en başarılı öğretim üyesi olarak seçilir, panik hastalıklarının endokrinolojisi üzerine yaptığı çalışmalardan dolayı ödüller alır. Sayın Doç. Dr. Nezih Hekim, iyi ki sizler gibi ‘‘bir şeyler olmaya değil, bir şeyler yapmaya’’ çalışanlarımız var. Türkiye elbet bir gün en az futbolcuları, şarkıcıları, güreşçileri, sinemacıları, mankenleri, aşçılarıyla olduğu kadar sizlerle de gurur duyacak.

 

27 TRİLYON HÜCREDEN OLUŞUYORUZ

 

- Yener Ağabey, 27 trilyon hücreden oluşuyoruz, yani bir adımda 27 trilyon hücre bizimle geliyor. Hücrenin her biri ayrı bir evren, bir hücrenin içerisinde bir saniyede 1 milyon kimyasal reaksiyon oluyor. Bunların hepsi beynimizde nöron dediğimiz insanın akıl kısmını oluşturan 0,1 gram ağırlığındaki sinir hücrelerine hizmet ediyor. Mesela sinemaya gitmek, sokakta dolaşmak isteyen can var ya, işte o, nöronlardaki proses. Aşık olmak, tamamıyla kimyasal bir proses, her şeyiyle daha önceden programlı. Ağlamamız, gülmemiz, üzülmemiz, okuduğunuzdan haz duymanız da nöronlarda hazırlanmış birer program. Mesela endişe duyalım diye ayrı nöronumuz var, bu bizde sürekli olarak endişe uyarıyor. Mesela yeni doğduğunda çocuk, endişeyi frenleyen hormon çok çalışmadığı için yere bırakıldığında terk edildiğini sanıp ağlar. Haz nöronları da sürekli neşe üretir. Ağlamak da ayrı bir program, ağlarken hangi kasın nasıl hareket edeceği, gözden yaş akacağı önceden programlanmış. Doğarken hepimizde 1,5 milyon programlı koku nöronu var, her biri farklı bir kokunun alıcısı. Daha doğarken neyi koklayacağınız belli, suyun kokusunu alamayacaksınız ama, kahveyi, gülü koklayacaksınız. 

 

NÖRONLARIN YAŞAMASI İÇİN SEVGİ, İLGİ VE ÜMİT GEREK

 

Nezih Hekim, yakın dostu, ünlü 1402'liklerden Prof. Dr. Üstün Korugan'la beraber programlı hücre ölümü üzerine çalışıyor.

 

- Nöronların ölmemesi için sadece sevgi yetmez, yanında mutlaka ilgi, ümit olacak. Ümit olmazsa hemen ölüme karar verir ve kendini ölüme terk eder. Aniden pat diye seni öldürmüyor ama, kötüye gidiyorsun. North Caroline Üniversitesi'nin son çalışması ‘‘Her gün en az 10 dakika sevdiğinizle, partnerinizle ten tene temas et, el ele, yanak yanağa olun’’ diyor. Periferik nöronlarımızın ölmemesi için sinyal almaları lazım, ten tene temas işte o sinyali sağlıyor. Eşler birbirine ‘‘Bana lazımsın, sana ihtiyacım var’’ sinyalini gönderiyor ve nöronlar da bu sayede yaşamlarına devam ediyor. İnsan ömrü 120 yıla programlı, daha da uzatılmaya çalışılıyor ama, bu sefer başka problemler ortaya çıkıyor. Mesela hiçbir stresin, virüsün, bakterinin olmadığı, steril, bütün gıdalarının kontrollü verildiği biyolojik ortamda yaşayan farelerin hepsi kanserden öldü. İnsan mutlaka ölecek; programı öyle, bunu değiştirmek mümkün değil. Vücudumuzda toplam 1 milyar gen var ama, bir hücrede bir anda çalışanların sayısı 30-40 bin arası. Her hücrede ölümü kontrol etmek için yaklaşık 2860 gen var. Hücre ölmek ister ama, yanındaki hücre ölmesin diye ona BCL 2 diye bir sinyal gönderip ‘‘Sakın ölme’’ der.

 

Doğal vitaminlerin hiçbiri FDA’dan izin belgeli değil

 

Doğal vitamin hapları, anti-aging çıkana kadar hangimizin aklına gelirdi, doğduğumuz günden itibaren yaşlanmaya başladığımız.

 

- İnsan yaşlanırken bazı değişmezler var, 40'lı yaşları geçenler şu biyolojik değişmeleri mutlaka yaşıyor: Tiroid bezi daha az çalışıyor, vücudun şekeri kullanmasında, böbreklerin süzmesinde ve sinir iletilerinde yavaşlık başlıyor. Vücudun besinlerin içindeki değerli maddeleri absorbe etmesi yavaşlıyor, gözde değişiklik oluyor, dikkat bozuluyor, refleksler azalıyor. İşte anti-aging'in amacı yaşlanmayı önlemek, durdurmak veya geciktirmek değil, yaşlanmayla ortaya çıkan biyolojik eksiklikleri yerine koyarak sağlıklı yaşlanmayı sağlamak. Doğru, kurallarına uygun yapılırsa gerçekten bir altın nimet. Ama önüne gelen anti-aging'ci kesilirse bunun tam tersi olur. Önce şu çok sözü edilen doğal vitaminleri ele alalım, önce herkes bilmeli ki bunların hiçbiri Amerikan FDA'dan izin belgeli değil. Hepsi aktar gibi sayıldığı için böyle bir denetimin dışında. Doğal bir maddeden elde edilen her şey zararsız demek çok yanlış. Mesela ‘‘efedra’’ doğal bir bitki ama, insanı öldürebilecek kadar güçlü. Onun için efedra içeren hiçbir vitamini kullanmayın. Bu madde, zayıflamak ve yorgunluk hissettirmemek için kullanılıyor ama, yüksek tansiyon krizlerine sebep olup hastanın ölümüne yol açabiliyor. Erken inme ve felç de öteki etkileri arasında, böyle bir vitamin nasıl alınabilir? Uyku için tavsiye edilen ‘‘Kava Kava’’ aslında karaciğer için bir zehir. Eğer kanıta dayalı tıbba önem vermezsek halimiz perişan. Bizde laboratuvar da, eczane de gereğinden fazla önemseniyor, bu yanlış. Asıl önemsenmesi gerekenler doktorlarımız, özellikle Türkiye'nin yüz akı olan aile hekimleri.

 

KANSER ÖNLEYİCİLER

 

Brokoli, kırmızı biber, domates, brüksel lahanasının hiç tartışmasız kanser önleyici bitkiler olduğu kanıtlanmış durumda. Bunlar kanser olmuş adamı tedavi etmez, hiç kimse aksini yapıp kendini kandırmasın.

http://www.hurriyet.com.tr/esinizle-10-dakika-el-ele-tutusun-omrunuz-uzasin-179592



[1] bk. I. bölüm.

[2] Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, TKE, MEGSB, İst. 1988, s.59

[3]  N. Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB, İst. 1987, s.276

[4]  Menkıbeye göre, Bir gaza gününde Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin ashâbı aç kalmış, peygamberden yiyecek istemişlerdi. Peygamber dua etmiş ve Cebrâil, onlara cennetten hurma getirmişlerdi. Hurmalar yenirken bir tanesi yere düşmüş, Cebrâil de: "Bu hurma, sizin Türkistanlı ümmetinizden Ahmed Yesevî'nin kısmetidir." haberini vermişti. Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem hemen Arslan Baba'yı çağırmış hurmayı ona vermiş hurmayı ona vermesini emretmişti. Hz. peygamberin duasıyla Arslan Baba asırlarca yaşamış, sonunda Türkistan'a gelerek yetim Ahmed'i bulmuştu. Arslan Baba çocuğu bulunca küçük Ahmed ona: " Baba emânetiniz hani, nerede." diye sorunca Arslan Baba şaşırmış. Arslan Baba uzun müddet Ahmed Yesevî'nin mürşidi oldu, b.k., Prof. Dr. Fuad Köprülü, TEİM, DİBY, Ankara, 1981, s.28 ve N. Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB, İst. 1987, s.276-277

[5]. Doç. Dr. A. Kırkkılıç, Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yay. İst. 1996, s.73-74

[6] TDV İslam Ansiklopedisi, İst. 1989, c.2, s.161

Prof. Dr. A. Karahan, TKE, MEGSB, İst. 1998, s.60

21a Namık Kemal Zeybek, Türk Olmak, Ocak Yayınları Ankara, 1997 s. 40,41

[8]  bk. BTK, İst. 1989, Ötüken-Söğüt Yay. C.9, S. 195

[9]  Örneğin, şu anda Kırgızistan Cumhuriyeti Endüstri Bakan Yardımcısı da TAZABAY soyadını taşımaktadır: "Marat Madigerovitch TAZABEKOV". Görüldüğü gibi bu zatın soyadı TAZABEK yani TAZABEYdir, ancak kelimenin sonuna bazen "of1 bazen de "ov" getirilerek "oğlu" anlamında kullanılmaktadır. Asya Türk Cumhuriyetlerinden ülkemize yüksek eğitim için gelen öğrenciler arasında aslen Uygur olan Kazak vatandaşı "Gülnara TAZABAYEVA" da TAZEBAY ailesinden olup bu soyadı TAZABEYAVA olarak taşımaktadır, (bk. Ankara Üniversitesi Tömer Dil Merkezi yayınlarından "Asya Türk Cumhuriyetlerinden Gelen Öğrencilerin 1. Sertifika Sınav Sonuçlan Kitabı" tarih 29. 1. 1993 sayfa 112)

[10] Abdullah Sermest'in torunu Hüsamettin Tazebay

[11] Hüsamettin Tazebay'dan dinlediğimiz şu hikâye kayda değerdir: Bir kadının kocasını, oğlunu ve kardeşini İbrâhim Paşa askere alınca kimsesiz kalan kadın isyan etmiş ve paşanın huzuruna çıkmıştı. Paşaya kimsesiz kaldığını ifâde etmiş, paşa da hangisini istiyorsa onu vereceğini, askere götürmeyeceğini söylemiş. Kadın tarihe geçecek şu sözleri söylemiş: " Koca istersen elde var, çocuk istersen belde var, bana kardeşimi verin hiç bir yerde bulunmaz." der. Bu sözler  Paşa'nın çok hoşuna gitmiş ve kadının , askere aldığı üç yakınını da askere almaktan vazgeçti.

5 Avukat Kilisli Kadri Timurtaş, Kilis Tarihi, İst. 1932, s.213

[13]         Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, İst. 1992, c. 3

[14] a.g.e

[15] Bu muhterem şahıs Şeyh Abdullah Sermest'e de hizmet etmiştir. Kabri Tazebay Tekkesi'nde türbe içindedir, ayrıca İ. Hakkı Konyalı'nın AKKT adlı eserinin 524. sahifesinde Mekke'den meşhur Hoca Tahsin Efendi ile ders arkadaşı olduğunu onun da İstanbul'a gittiğini yazmaktadır.

[16] 1. 8. 1997 Cuma günü tekkedeydim tekke sapasağlam ayaktaydı ve gelip gidenler şeyh Abdullah Sermest ve oğlu Şeyh Mehmet Vakıf Hazretlerinin türbesini ziyaret için adeta yarış halindeydiler. Ziyaretçiler sadece Kilis'ten değil Türkiye'nin çeşitli yerlerinden özellikle Kahramanmaraş, Gaziantep gibi civar illerdendi. Ziyarete gelenler ekmek ve yemek getiriyorlar, aç olan insanlara ve fakirlere gelen bu yemeklerden sofra hazırlanıyor ve nasipleniyorlar. Tekkede kediler bile nasibini alıyor, çünkü ziyaretçiler bunu bile ihmal etmiyorlar. Karınlarını doyuran fakirler, tekkeden ayrılırken çoluk çocuğuna götürmek için yiyecek paketleri yaptırıyor, onlara da götürüyorlardı. Tekkedeki hatim-hânede yatak, yorgan, çarşaf hasılı yatmak için her şey vardı, yatıya gelen ziyaretçiler orada geceleyebilirlerdi. Kadınlar için ise yatabilecekleri ayrı odalar tahsis edilmişti. Yetkililer bu geleneğin çok eskilerden tekkenin kurulduğu günden bu güne uzandığını ve gelecekte de devam edeceğini söylediler. (Abdullah ŞAHİN)

[17] Diğer nakşı silsilelerinden burada ayrılır. Abdullah Dehlevî'den sonra Mevlânâ Hâlid Bağdadî gelir, bk.: Tasavvuf ve Tarikatler, Selçuk Eraydın, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., İst.l 194, s.374

[18]A. Sermest'in oğlu

16    Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar,Yeni Boyut Yay., İst. 1997, s.81

[20] Toplu zikirlerin adına âyin denir. Mevlevîler âyine, semâ; Kâdirîler, devrân; Rıfâîîer ve Sâdîler zikr-i kıyâm; Halvetîler darb-ı esmâ; Nakşîler hatm-i hâcegân adını verirler. Ayrıca âyin-i sükvârî, âyin-i Cem, âyin-i ehliillah gibi âyin çeşitleri de vardır.

[21] Nakşibendî âyinidir, müridler şeyh huzurunda diz üzerine oturup fikir ve nazar, mâsivâdan tecrîd edilerek şeyhe ve asıl matlûb olan Hakka vasi ve teveccüh edilir. Şeyhin işâretiyle "Fâtihâ, İhlas, Elem Neşrah" sûreleri tespit edilen sayıda okunur. Bu sırada güzel sesle terennüm edilen İlâhî cemaati vecde getirir.

[22] Mahir İz, Tasavvuf, Kitabevi Yayınları, İst. 1995, s.211

[23] TDVİA İst. 199, c.4, s.459

[24] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., İst. 1994, s.372-373

[25]         Dinî Terimler Sözlüğü, T. Gazetesi Yay.,İst. s. 89

[26] Doç. Dr. A. Kırkkılıç, Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yay. İst. 1996, s. 316

[27] bk. İslâm Âlimleri Ansk., (T. Gazetesi Yay.), Makâmât-ı Mazhariyye, s.188; Sefinetü'l-Evliyâ, c.2, s.161

[28]Dîvânm A nüshasının sonuna vefat tarihiyle ilgili, sonradan yazıldığı anlaşılan, şu bilgilere yer verilmiştir:

"Şeyh Hâce-i Abdullah Tazebay Hazretleri'nin târih-i vefatı 24 Rebî'iil- Ahir 1298 senesi Hamîs (Perşembe) gecesi saat iki buçuk raddelerinde civâr-ı rahmete vâsıl olmuştur.

Rûmî 12 Mart 1297 Hamîs gecesi saat iki buçuk raddelerinde civâr-ı Hakka vâsıl olmuştur. (26 Mart 1882 Cumartesi) Doğum:1819 Bu bilgiler D nüshasında da aynıdır.

[29] Avukat Kilisli Kadri Timurtaş, Kilis Tarihi, İst. 1932, s.212

[30]         Ekrem Efendi altı yıl Tazebay Vakfı mütevelliliği yapmıştır.

[31] "Hazret-i cânâ" şeklinde kastedilen kişi Abdullah Sermest'in şeyhi ve hocası Muhammed Can Hazretleri'dir.

[32] Rahmî Efendi bu manzûmeyi yazdığı vakit türbede Abdullah Sermest'ten başka kimse olmadığı için onun adına yazılmıştır. Tarih ise Abdullah Sermest'in ölüm târihini belirtmektedir. İbrahim Hakkı Konyalı bazı kısımları farklı yazmıştır. "Rahmî" yerine "Zihnî", "raşâdet" yerine "saâdet" gibi. Aslı şöyledir:

 

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar