ABDULLAH SERMEST TAZEBAY (1819 - 1882)
Hazırlayan: Abdullah
ŞAHİN
Yayımlayan: Dr. Uygur
TAZEBAY
Ankara -1999
Tasavvuf, Türk topraklarına, İslâmiyet girdikten ve Irak'ta bu akım
güçlenip diğer bölgeleri de etkilemeye başladıktan sonra yayılmıştır. Bu ince
görüş ve düşünüş sistemini Türk halkı yadırgamamış, eski geleneklerinden
bazılarına yakın yönleri bulunan İslâm dinini seve seve benimsemişler ve yüksek
ahlâk kurallarına da uygun düştüğü için ona bağlanmışlardır. Böylece
Müslümanlık, Orta Asya'ya girip de Türklerin hür
yaşamalarına yeni katkılarda bulunup onların zaferlere
yönelmelerinde müessir olunca, sofilerin, şeyhlerin teşvik ve telkinleri, yol
göstericiliği de önem kazanmıştır. [2]
Türklerin İslâmiyet'i kabûlünden bu tarafa bütün Türk devletlerinde hemen her
şehirde cami ile beraber bir tekke ve zaviye görülür.
Türklerdeki şeyh telakkisi bir bakıma Türklerin destan kahramanlarını,
yenilmez başbuğlarını hatırlatıyordu. Her iki tür kahraman da insan üstü
güçlere sahipti ve onların ümit ve heyecan verici, yeniden canlandırıcı
özellikleri vardı. Dervişler, şeyhler, mürşitler, bu canlandırıcı
özellikleriyle İslam dininin ve tasavvufunun ilkelerini yumuşak bir dille
telkin ve izah ederek Türklerde kültür değişmelerini sağlıyorlardı.
Eski ozan, şaman ve baksılara nisbetle çok yeni bilgiler ve ülkülerle dolu
derviş- şairler, kısa zamanda Türkistan'ın gönlünü kazanmıştır.[3]
Tasavvuf öğretileri Türkleri, nefse hakimiyet, insanlara iyi muamele,
kötülüklerden temizlenme, hoşgörü, Tanrı'yı tanıma, öte dünyada hesap verme
endişesi, ibadet hassasiyeti gibi yüce hasletlerle vasıflandırıyordu. Türk
karakterine çok uygun olan bu hasletleri Türkler çok sevdi. Kendilerine iki
dünya saadetini vadeden mürşitlere ata, baba gibi sıcak, candan sıfatlar
taktılar. Bunlar arasında Arslan Baba[4], Korkut Ata, Ahmet Yesevî, Çoban Ata gibi
hatıraları birer mukaddes isim halinde yaşayan simalar vardır.
Gerçek anlamda sûfıliğin en güçlü merkezi Horasan'dır. Burada yetişen
şeyhler ve dervişler fikirlerini göçebe Türkler arasında daha rahat yayma
imkanı bulurlar. Hele hele Hoca Ahmed Yesevî; vaaz, nasihat ve irşadıyla İslâm
inancını Türkler arasında sağlamlaştırır ve onların mücahede azmini artırır.
Sayram Şeyhi İbrahim'in oğlu Ahmed Yesevî, Yesi'de gördüğü ilk tahsilden sonra
Buhara'da devrin ünlü âlimlerinden Ebû Yakub Şeyh Yusuf Hamedanî'ye intisap
eder. Ahmed Yesevî, kendi tarafından kurulan Yeseviye tarikatı mensuplarına ve
halka Şeyhi Yusuf Hamedanî'den aldığı bilgi ve feyzi son derece sade ve basit
bir dille anlatmaya muvaffak olur. Onun başarısının en önde gelen sebeplerinden
biri, fikirlerini halkın millî nazım şekli olan dörtlüklerle ve yine halkın
millî vezni olan hece vezniyle söylemesidir. O, hikmet adını verdiği
manzumelerinde cennet, cehennem, mucizeler, kıssalar, İslâmî menkîbelerle
birlikte temizlik, abdest, namaz gibi şeriatın vazgeçilmez yönlerinden; hak ve
hakikat yolunun zahmetlerinden bahseder.[5]
Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilen Ahmet Yesevî'nin on iki bini kendi
muhitinde, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe
uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. Bunlar
arasında Mansûr Ata, Harizmli Said Ata, Süleyman Hakîm Ata vardır. Ahmet
Yesevî, edebî şahsiyetinden ziyade fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade
menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir.[6]
XIII. asırda Anadolu'da tasavvuf akımları gelişmiş, ve geniş ölçüde tesirli
olmuştur. Mevlâna Celâleddin-i Rumî gibi Anadolu erenleri ilim ve şiir yolu ile
Türk insanını asırlarca eğitmişler, daha da ötesi halka mal olmuşlardır. Bu
asırda, sadece Türk edebiyatına değil Arap ve Fars edebiyatlarına, hatta
yenilerde dünya fikir tarihine ve edebiyatına tesir eden ve etmeye devam edecek
olan Yunus Emre yetişmiştir. O, Yesevî'den daha ileri giderek şeriat öğretileri
yerine daha ağır olan fenafıllah gibi konulara değindi. Büyük mutasavvıf Yunus,
tasavvufun en karışık umdelerini arı şiirleriyle basit bir dille halka anlattı
ve ezberletti. O, hikmet gibi şiirler söyledi ve İlâhî tarzının kurucusu oldu.
Şeyhler, dervişler, sofiler, halkın hocaları, eğiticileri olmuş, tekkeler
de bir nevi halk okulu, tasavvuf erbabının kulüpleri olmuştur, denebilir.[7]
Anadolu'da tasavvufun kısa bir sürede yaygınlaşmasını sağlayan faktörlerden
biri de Türklerin Moğol istila ve zulümlerinden sonra siyasî, İktisadî, maddî
ve manevî boşluğa ve kargaşaya düşmeleriydi. Tasavvuf, böyle bir dönemde
dünyanın faniliğini anlatarak insanımızı sabırla olgunlaştırıp kemale erdirmeye
çalışıyordu. İnsanımız, içinde bulunduğu güç şartlardan dolayı içinde oluşan
boşluğu, ümitsizliği Horasan Erenleri'nin, Rum Abdalları'nın, Anadolu
Erenleri'nin sunduğu aşk şarabıyla dolduruyordu. Aslında Dinî Tasavvuf Türk
Edebiyatı, din ve tasavvuf öğretilerini sunan bir araç olmuştur. İlahiler,
destanlar, menkîbeler, nefesler, devriyeler, hikmetler, gazeller, kasideler
mutasavvıfın elinde bir eğitim vasıtasıydı. İslâmî böyle sunan mürşid, elbette
Türk'ün kalbinde daha fazla yer edinecekti.
Ahmet Yesevi, milliyetimizi borçlu olduğumuz insandır. Büyük şair Yahya
Kemal'in "Ahmet Yesevi bizim milliyetimizin temelidir" anlamındaki
sözlerini çok çok söylüyoruz. Türkiye Coğrafyasının Türkleşmesinde, Türkiye
Devletinin Kurulmasında ve Osmanlı'nın oluşumunda en büyük pay sahibi olan
Horasan erleri, Anadolu erenleri, Alperenler ve Gazi Dervişler diye
adlandırılanlar yüce insanların öğretmenleri ve başkanları olan Hacı Bektaş
Veli, Yunus Emre, Sarı Saltuk, Abdal Musa, Geyikli Baba ve Şeyh Edebali gibi
yücelerin Başöğretmeni Ahmet Yesevinin açtığı yol sayesinde dilimiz dirilmiş,
dinimiz yayılmış...
Ahmet Yesevi bir "Bayrak isim"dir. Türkçenin egemenliğini ve
doğru müslümanlık anlayışını temsil eder. Doğru müslümanlık anlayışı nedir?
Ahmet Yesevi'nin ortaya koyduğu anlayıştır.
Din yalnızca Allah içindir. Riya, gösterişlik, din sömürücülüğü; nefrete ve
inancın yitirilmesine yol açar.
Bize gerekli olan Ahmet Yesevi'den Atatürk'e uzanan Türklüğün doğru
çizgisidir2'3
Abdullah Sermest, Türk'ün öz kültürünü Orta Asya'dan Ahmed Yesevî, Yunus
Emre, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram Velî, Hacı Bektaş-ı Veli, Eşref-i Rûmî,
Fuzûlî, Âşık Ömer, Gevheri, Seyranî vb.'den itibaren 19. yüzyıla getiren
halkanın önemli şahsiyetlerinden biridir. Onun sarhoş bir şairi bile tekkesine
alması ona feyiz vermesi, bize Mevlana'nm "Ne olursan ol, yine
gel" sözünü çağrıştırmaktadır. Abdullah Sermest, bir sonraki
bölümde bütün yönleriyle tanıtılacağı için şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz.
XIX. yüzyıl Tekke Edebiyatı'nın gerçek anlamda son dönemidir. Bu dönemdeki
şairlerin başlıcaları şunlardır:
"Encümen-i Şuara topluluğunu meydana getiren şairlerden Leskofçalı
Galip (1828- 1867), Hersekli Arif Hikmet Bey ((1839-1903), Yenişehirli Avnî
(1826-1883), Osman Şems Efendi (1813-1893), Keçecizade İzzet Molla (1775-1829),
Nazif Dede (1794-1861), Kazım Paşa (1821-1889), Eşref Paşa (1819-1894), Agah
Paşa (7-1906), Kuddusî (1760-1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Mehmed Ali Hilmi
Dede (1842-1907), Edib Harabî Dede (1853- 1918)..."[8]
ABDULLAH SERMEST TAZEBAY'ın HAYATI ve ESERLERİ HAYATI:
Abdullah Sermest'in menkıbevî hayatı hakkında geniş bilgilere ulaşılamadı.
Torunları tarafından aktarılan bazı menkîbeler onun hayatı ve karakteriyle
ilgili önemli ipuçları niteliğindedir.
Abdullah Sermest Kilis'e dönmek için şeyhi, Muhammed Can-ı Efgânî'den izin
isteyince , şeyhi ona : "Bir Bağdat'ı gör, gel hele." der. Abdullah
Sermest Bağdat'a gider, gezer tekrar şeyhinin huzuruna gelir. Şeyhi :
"Bağdat'ı gördün mü?" der, Abdullah Efendi de :"Belî
gördüm." der. Şeyhi: "Öyleyse bir de Bombay'ı gör, gel." der.
Abdullah hiç itiraz etmeden Bombay'a gitmek için Hindistan yollarına düşer.
Bombay'a giden Abdullah orada ilginç şeyler yaşar. Bombay'da gezerken yolu
bir Budist tapınağına rastlar. Tapınağa girer, bir de ne görsün karşısında daha
önce birlikte olduğu Müslüman âlim arkadaşı Budistlerle birlikte ibadet ediyor,
onlara vaaz u nasihat ediyor. Çok şaşıran Abdullah: " Nasıl olur da bir
Müslüman, Budist tapınağında ibadet eder, onlara vaaz verir." diye
düşünür. Abdullah Efendi hiç sesini çıkarmadan geçer bir köşeye oturur. Tapınaktaki
dinî merasim bittikten sonra kendisini gören arkadaşı, Abdulah Efendi'nin
yanına gelir Selam verdikten sonra: "Hoş geldin," der. Daha sonra da
Abdullah Efendi'ye hitaben: " Sen göreceğini gördün, artık geldiğin yere
dönebilirsin, görüyorsun ki Allah'a giden yollar çoktur." der.
Abdullah Sermest, Mekke'ye, şeyhinin yanına, döner; şeyhi Muhammed Can ona
memleketine gitmesini, orada tebliğ ve irşat faaliyetlerinde bulunmasını
emreder. Abdullah Sermest böylece memleketi olan Kilis'e döner ve tarikatını
kurar.
Bir bayram günü Abdullah Sermest'in yanına Hocazade Abdullah Enverî de
gelmiştir. Beraber tekkede konuşurlarken içeriye yalın ayak, sırtında yamalı
bir gömlekle yoksul bir kişi girer, bayramlaşır. Bu sırada Abdullah Sermest,
Abdullah Enverî'nin kulağına fısıldar: " Üşüyor yazık, şu adama cübbeni ver" der. Abdullah
Sermest'in sırtında pahalı bir cübbe, Abdullah Enverî'nin sırtında da yeni
aldığı bayramlık cübbesi vardır. Abdullah Enverî cübbesini vermek istemez,
Abdullah Sermest'e "Sen ver" der.
Şeyh Abdullah hiç tereddütsüz cübbesini çıkarır yoksula verir.
Pahalı cübbeyi Abdullah Sermest'ten alan yoksul kişi yolda giderken:
"Ulan senin gibi bir adamın böyle pahalı bir cübbe neyine, git şunu
pazarda sat, ucuz bir cübbe al, geri kalan parayla da başka ihtiyaçlarını
karşıla." şeklinde düşünür. Yoksul kişi pazara gider, kasabanın ileri
gelenlerinden zengin bir adama cübbeyi satar. Meğer cübbeyi satın alan bu adam
"Şeyhin huzuruna bayramlaşmaya giderken elim boş gitmeyeyim." diye
düşünüp almıştır.
Abdullah Sermest, Abdullah Enverî ile sohbet ederken içeriye elinde
cübbeyle zengin adam girer. Kendi cübbesinin geri geldiğini gören Şeyh Abdullah
Sermest Abdullah Enverî'ye bakıp gülümser. Abdullah Enverî de hiç bozuntuya
vermeden: "Ne gülüyorsun, benim
cübbeyi versem geriye gelmezdi ki" der.
Abdullah Sermest, zamanın katı tutumlu, dar kafalı din adamları tarafından
sürekli tenkit edilirdi. Şeyh Hazretlerinin inceliğini düşünemezlerdi.
Bunlardan bir kısmı birgün Hocazade Abdullah Enverî'nin yolunu çevirirler,
derler ki: " Ey hocaefendi, siz ki
şöhretiyle meşhur, uzaklardan gelen talebelere ders okutan, mantıkçı,
şeyhülislamlığa aday bir âlimsiniz, bu adamın (Abdullah Sermest'i kasdederek)
yanına niçin gidiyorsunuz, bu adamda ne buluyorsunuz. ? "
Abdullah Enverî onlara şu karşılığı verir:
_ "Ben ne kadar da âlim olsam benim ilmim onun yanında birşey ifade
etmez, zira şifre onun elinde, öbür tarafla o irtibatlı. "
Abdullah Sermest, arkasından kendisine çalgıcı, sarhoş diyen katı tutumlu
din adamlarını bir gün yemeğe davet eder. Onlara zengin bir sofra hazırlar.
Yenilir, içilir; ziyafetten sonra Şeyh Abdullah, saz takımını çağırır. Müzik
dinlemeyi günah sayan bazı din adamları, ayrılmak için şeyh Abdullah
Sermest'ten izin isterler. Şeyh, onlara izin vermez, zorla çıkmak isteyenler
için de kapıya iri yarı güçlü adamlar koydurur. Onlar, dışarı çıkmak
isteyenleri bırakmazlar.
Abdullah Sermest misafirlerine hitaben: "Yemeği
yediniz, müziği de dinlemeniz gerekir" der. Hocalar ister
istemez otururlar. Müzik başlar, ortalığı hoş nağmeler kaplar. Hocalar kendinden
geçmeye başlar.
Müzik faslı bittikten sonra Abdullah Sermest hocalara "Günah mı bu?" diye sorar,
hocalar hiç cevap veremezler.
Abdullah Sermest, şeyhi Muhammed Can'dan izin alıp memleketi olan Kilis'e
dönerken kasabaya girmeden önce bir kuyudan su içmek istemiş. Kuyunun yanma
gitmiş, orada bir kız testisine su dolduruyormuş. Kızdan içmek için su ister,
ama kızdan da bir güzel azar işitir. Kız: "İşim
var veremem." demiştir.
Abdullah Sermest Kilis'e girer, Kilis'te kimsesi olmadığı için Şeyh
Muhammed Ziyareti'ne yerleşir. Onu görenler, yanma gidenler, ona yemek
götürenler olur. İlmiyle ve takvasıyla şöhreti kısa sürede tüm Kilis'te
duyulur. Kasabanın ileri gelenleri onun ziyarette yatıp kalkmasını arzu
etmedikleri için ona halkın da katılımıyla bir tekke yaparlar. Şeyh Abdullah,
tekkeye yerleşir, şeyhinin emrini yerine getirir, halka tasavvufî telkinlerde
bulunur. Bir süre sonra da Kilis'in ileri gelenleri, halen bekar olan Şeyh
Abdullah'ı evlendirmek isterler.
Bir gün Abdullah Sermest Keçikzade Hacı Ömer Ağa'nın evine
yemeğe davet edilir. Çeşitli konular görüşülürken söz dönüp dolaşıp evlenmeye
getirilir. Şeyh Abdullah'ın artık bir yuva kurması gerektiği söylenir. Şeyh
Abdullah'ın kendi yakınlarından bir büyüğü olmadığı için adet üzere kendisine
önderlik edip baş göz etmek istediklerini belirtirler, hatta Hacı Ömer Ağa
isterse kendi kızlarından birini de verebileceğini söyler.
Hacı Ömer Ağa, üç kızını da Şeyh Abdullah Sermest'in karşısına çıkarır.
Hangisini isterse onunla evlenebileceğini söyler. Abdullah Sermest, ortada
duran Zahide'yi ister. {Zahide, Şeyh
Abdullah Kilis'e girerken ona su vermeyen kızdır.)
Abdullah Sermest Zahide'yle evlenir, ama Zahide'yi isteyen iri yarı
külhanbeyinden korunmak için bir süre yanında koruma gezdirmek zorunda kalır.
Abdullah Sermest Efendi ömrü boyunca Zahide Hamm'dan su başında gördüğü
çıkışlara benzer çıkışlar gördü ve bu çıkışlarından dolayı da ondan hep hoşlandı.
Babası, Hoca Mehmed Tazebay Efendi; annesi Çekmeceli Hoca'nın
torunudur. Babası, Çekmeceli Camii'nde müderrislik yapardı. Muhammed Tazebay
Efendi'nin babası Mustafa Ağa; Mustafa Ağa'nın babası da Süleyman Akif tir.
Tazebay ailesinin kökeni ile ilgili, görüşlerine başvurduğumuz Abdullah
Sermest'in torunlarından Prof. Dr. Uygur Tazebay'a göre soy, bugün Çin Halk
Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Doğu Türkistan Özerk Uygur
Bölgesi'nde HOTAN ve TURFAN şehirleri
ve civarında 15 ve 16. yüzyıllarda yaşamış Tümenbay aşiretine dayanmaktadır.
(Divandaki şiirlerinin iki yerinde "HOTAN ve HOTEN" şehrinin adı
geçmekte, bir yerinde de HITAY=Çin geçmektedir.) Bunlar da ailenin menşeinin
Doğu Türkistan olduğunu teyid etmektedir
Tümenbay ve Tomanbay aşiretlerinden Tümenbay ailesi nüfusça çoğalınca bu
aileden ayrılanların başına genç bir Uygur, reis olarak geçmiştir. Bu aileye
"genç reis" anlamında TAZEBAY denilmiştir. Öztürkçe'de
"taze" yerine "taza" kelimesi kullanılmaktadır,
"bay" ise iki anlamda kullanılırdı. Biri, "reis, başkan"
anlamında, diğeri "zengin" anlamındadır. Tazebay Ailesi meydana
geldikten sonra 16. yüzyıl ortalarında aileden bir grup Hoten ve Turfan'dan
Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan ve Tükmenistan'a göç etmiş
buralarda yaşamaya devam etmiştir. Buralarda bu ailenin devamı halen
yaşamaktadır.
Bugün Doğu Türkistan Özerk Uygur Bölgesi'nin çeşitli kentlerinde yaşayan
Tazebay ailesi fertleri TAZABAY soyadını taşımaktadırlar. Kazakistan,
Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan'da yaşayanlar ise Sovyetler Birliği
tesirinde kalarak TAZABEYAVA (Tazebay kızı) veya TAZABAYOF (Tazebay oğlu)
şeklinde soyadlarını kullanmaktadırlar.[9]
Azerbaycan'da, Kafkaslar'da ve hatta Kars'ta erkek ismi olarak TAZEBAY adlarına da rastlanmaktadır. Gerek
İran (Tahran)'ın, güneybatısındaki "Şablak (Mahabat)" şehrinde,
gerekse Irak (Bağdat)'ın kuzeydoğusundaki Süleymaniye şehrinde de halen TAZEBAY soyadını kullanan ailelere
rastlanmaktadır. Abdullah Sermest'in oğlu Merhum Şeyh Mehmet Vakıf
Tazebay Şablak (Mahabat) kentinde yaşayan Tazebay ailesinin reisi
durumunda bulunan, o tarihte 90 yaşlarında bulunan Efrûsiyet Bey adlı bir zatla
mektuplaştığını torunu Dr. Uygur TAZEBAY'a 1960 yılının başında Ankara'ya
geldiklerinde nakletmiş ve ses bandıyla da bu konuşma tespit edilmiştir.
Süleyman Akif, (Abdullah Sermest’in babası olan Hacı Mehmet Efendi’nin
Dedesi) 18. yüzyılın ikinci yarısında Taşkent'ten ayrılıp tahminen 18. yüzyılın
II. yarısında Irak üzerinden Kilis'e gelmiş ve kasabanın güneybatı ucundaki
harman yerine çadırlarını kurmuştur. Tazebay aşireti
Taşkent'te devecilikle uğraşan bir aşiretti. Süleyman Akif Çekmeceli Camii'nin
yanında evini yaptırarak ailesini yerleştirmiş ve o camiide hocalığa ve tedrisata
başlamıştır.
Süleyman Akif ve Mustafa Efendi (Abdullah Sermest’in Dedesi olan Süleyman
Akif in oğlu) beraber hacca giderler, bir daha geri gelmezler. Akıbetleri
hakkında bilgi alınamamıştır. Hoca Mehmed Efendi tahsilini devam ettirmek için
Kilis'te kalır. Kilis'te Çekmecelizadeler'den bir kızla evlenir. Abdullah
Sermest bu evlilikten doğar. Hoca Mehmed Efendi (Abdullah Sermest’in Babası)
hacca gider ve o da dönmez, orada vefat eder, iki yıl sonra da hanımı vefat
eder.
2-Doğum Tarihi ve Yaşadığı Devir (D. 1819 - Ö. 1882)
Abdullah Sermest, 1819 (H.1235) yılında Kilis'te doğdu. Ailenin tek çocuğu
olan Abdullah küçük yaşlarda hem öksüz hem de yetim kalmış macera dolu, çileli,
fakat başarılarla dolu bir hayata başlamıştı. 6 yaşında babası Hoca Mehmed
Efendi'yi, 8 yaşında da annesini kaybetti. Bu sıralarda Oylum Köyü'nden babası
Hoca Mehmed Efendi'nin derslerine devam edenlerden birisi Abdullah'ın kimsesiz
kaldığını görünce onu köyüne götürür. Küçük Abdullah 10 yaşına kadar babasının
köydeki talebeleriyle düşüp kalkar ve tahsilini ilerletebilmek için Kilis'e
gidip gelmeye başlar. Okumaya ve öğrenmeye karşı hırslı olan bu kabiliyetli
çocuğa Akcurun Camii müderrisi Hacı Hafız Efendi ders verdi. Kilis'teki öğrenim
hayatı 17-18 yaşlarına kadar devam etti. Çok çalışkan ve zeki olan Abdullah ne
yazık ki Mısır Hidivi Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın onu askere
alması sebebiyle öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı.
1831 yılında Kilis’i işgal eden İbrahim Paşa, kasabanın batısında, şimdiki
Kurtağa Caddesi üzerinde büyük bir kışla yaptırdı. İbrahim Paşa Kilis'e trahom hastalığını ve zulmü getirdi.
Kışlanın yapımında halkı zorla bedava çalıştırdı. Mısırlı İbrahim Paşa, Osmanlı
imparatorluğu askerleriyle karşılaşmış ordusu darmadağın olmuştu, bunun üzerine
Kilis'e dönmüş ordusuna asker toplamaya başlamıştı. Sadece gençleri değil, eli
ayağı tutan, askerlik yapabilecek kim varsa hepsini topluyordu, askerlik süresi
süresizdi ve kaçmak isteyenler ölümle cezalandırılıyordu.
Bir rivayete göre[10], İbrahim Paşa bir gün kışlanın önünde davul
zurna çaldırıyor. Sesi duyan Kilis halkı kışlanın önüne toplanıyor. Gelenlerin
hepsini kışlanın içine alıyorlar. Kışla doluyor, Paşa'nın askerleri kışlayı
sarıyor. Askerliğe elverişli olmayanları dışarı çıkarıyorlar. Geriye kalanları
da Mısır'ın başkenti Kahire'ye götürüyorlar.[11]
İbrahim Paşa'nın Kahire'ye götürdüğü asker adayları içinde 17-18 yaşlarında
olan Abdullah da vardır. 1836 yılında Kahire'ye gönderilen Abdullah'ın kaç sene
askerlik yaptığı tam bilinmiyor. Abdullah Sermest, Mısır'da iken Fransız COLİT
Efendi'den tıp ilmini öğrendi. Bu arada hattatlık ve hakkaklık öğrendi. İyi bir
hakkak ve hattat oldu. Kıymetli akik ve yakut taşlarını oymakta mahareti vardı.
Mısırda iken bu üç sanat sayesinde müreffeh bir hayat yaşadı. Mısırda ne kadar
kaldığı bilinmiyor, ama torunu Hüsamettin Tazebay'a göre en az 10 yıl kalmış
olmalı, çünkü bu ilimler ancak bu kadar zamanda bütün yönleriyle öğrenilir.
Ayrıca bu on yıl boyunca askerlik yaptı mı bunu da bilemiyoruz, muhtemelen
askerliğin kısa sürmüş olması gerekiyor, çünkü bu ilimleri askerlik yaparak
öğrenemez ve bu işten kolayca para kazanamaz.
Henüz tasavvufa dair hiçbir fikri ve tahsili olmayan genç hakkak Abdullah
bir gün Mısır çarşısında üç dört nüfustan ibaret fakir bir ailenin dilenmekte
olduğunu gördü. Bu fakir aile hangi dükkana baş vursa kovuluyor, hiçbir yardım
görmüyordu. Bu vaziyet Abdullah Efendi'nin rikkat ve merhametini celbetti. O
fakir ailenin perişan ve pejmürde kıyafeti yüreğini sızlattı, hemen o ailenin
önüne düşerek cebinde bulunan 5 altın kadar parasını sarf ile bunların elbise,
yemek vesair ihtiyaçlarını temin etti. Bu hadiseden sonra gördüğü işaret
üzerine Mekke'ye gitti.[12]
Abdullah Efendi Rüyasında Peygamber Efendimizi Gördü. Peygamber Efendimiz
ona Mekke-i Mükerreme’ye gitmesini söyledi. [13]
Abdullah Efendi rüyasında aldığı işaretle, Kahire'deki işlerini halleder ve
Mekke yollarına düşer. Mekke'ye vardığında rüyasında gördüğü Afganlı Muhammed Can Hazretleri'yle
karşılaşır ve ona intisap eder. 12 sene şeyhinin rahle-i tedrisinde diz çöküp
ders alır, çilesini doldurur.
Abdullah Sermest, Şeyhi Muhammed Can'ın vasıtasıyla Abdullah-ı Dehlevî'nin
ruhaniyetinden istifade etti.[14]
Amelî ve nazarî tasavvuf tahsilinden sonra şeyhi kendisine icazetname verir
ve postnişin olarak Kilis'e gönderir. Abdullah Sermest Efendi şeyhinden icazet
alınca tahminen 1858 yılında Muhammed Can'ın sakası olan Saka Ali Baba[15] ile beraber Kilis'e döndü ve o güne
kadar aldığı eğitimiyle özellikle tasavvufi alanda halkı irşada başladı.
Kilis'te önce Şeyh Muhammed Bedevî Ziyareti'ne yerleştiler. Ziyaretine gelip
gidenler oldu. Onu daha önce tanıyanlar karşılarında çok farklı bir Abdullah bulmuşlardı.
Artık karşılarında âlim, fazıl, hoşsohbet, mütevazi bir muhterem vardı.
Abdullah Efendi artık 40 yaşlarındaydı, kasabanın ileri gelenleri ona bilgisi
ve kültüründen daha fazla yararlanmak için Çekmecelizade Camii'nin karşısına
bir tekke inşaa ettiler. Tekkesine de kavuşan ve şeyhi tarafından postnişin
olarak vazifelendirilen Abdullah artık tarikatını kurmuş ve Şeyh Hacı Abdullah
Sermest-i Velî olmuştur. Bu tekke halen sapasağlam ayaktadır.[16]
Şeyh Abdullah Sermest, Keçikzade Hacı Ömer Ağa'nın kızı Zahide Hanım'la
evlendi. Bu evlilikten Mustafa Vakıf, Mehmet Vakıf, Süleyman Akif isimli
oğulları ile Şehnebat isimli bir kızı dünyaya geldi.
Şeyh Abdullah, Tazebay Tekkesi'nde ömrünün sonuna kadar dinî ve tasavvufî
irşat yaptı, feyzinden yüzlerce insan faydalandı. Zamanın da şeyhülislamlığa
aday olan ünlü âlim Hocazadelerden Abdullah Enverî Efendi bile onun tekkesinde
tasavvuf terbiyesi aldı.
Abdullah Sermest, Kilis ve civarında çok geniş bir etki alanı buldu.
Bilgisi, üstün kişiliği ve yardımseverliği sayesinde her yerde, herkesten saygı
gördü. Bağnaz ve katı görüşlü softalarla savaştı.30 Kilislileri
madde ve mana ilimleriyle cihazlandırdı. Kazdığı akik ve yakut taşlarından
sağladığı kazançla tekkenişinlerin masraflarını da karşılıyordu. Hatem-i Tayyi
(Tayyi Kabilesine mensub ve cömertliğiyle meşhur olan "İbnü Abdillah Bin
Sa‘d"ın lakabı) gibi cömertti. Tekkesine gelen ve konan herkesi bir hediye
ile sevindirmeyi ihmal etmezdi. Bir sene Kilis'te kıtlık olmuştu, Şeyh Abdullah
Efendi başka yerlerden develerle zahire getirterek fakirlere dağıtmıştı/’
Abdullah Sermest, doğumundan 18 yaşlarına kadar II. Mahmut'un saltanatı
zamanında, Osmanlı idaresinde yaşadı. Askerlik ve ilim öğrenme vesilesiyle
yaklaşık 24 yıl Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrı kaldı. Bu sebeple Osmanlı'nın
hızla çöktüğü bir devirde kendisini ülke dışında ilme ve tasavvufa veren bir
kişinin Osmanlıdaki karışıklıklardan ve siyasî olaylardan etkilenmesi çok
zordur. Aşağıda vereceğimiz tarihî bilgiler şairimizin dolaştığı yerlere göre
kronolojik bir sıraya dayanacaktır.
Abdullah Sermest doğduğunda dönemin padişahı II. Mahmut'tur. Osmanlı
İmparatorluğu'nun Balkanlardaki otoritesi giderek bozulmaktadır. II. Mahmut bu
siyasî karışıklıklar içerisinde birtakım ıslahatlar yaparak Osmanlının
gerilemesini önlemeye çalışmaktadır.
Abdullah Sermest'in 1836 yılında Mısır'a gönderildiğini yukarıda
zikretmiştik. Bu dönemlerde Mısır'ın durumu ise şöyledir:
1833'teki Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı Kütahya ve Hünkar İskelesi
Anlaşması'ndan sonra kısmen çözümlenmiştir, fakat bu çözümden ne Mısır ne de
Osmanlı memnun kalmıştır. Mısır 1833'ten 1839 yılına kadar yanına Fransa'nın
desteğini alarak hızla bir gelişme sürecine girmiştir, işte Abdullah Sermest
Mısır'ın Fransa ile ilişkilerinin iyi olduğu bir dönemde Mısır'a gelmiştir.
Mısır'ın, Fransa'nın yanında yer almasına tepki gösteren İngiltere'nin teşviki
ile Osmanlı, 1839'da tekrar Mısır'a savaş ilan etmiştir, fakat yine mağlup
olmuştur. Bunun üzerine İngiltere Mısır meselesini uluslararası platforma
taşıyarak 1840 Londra Mütarekesi ile Mısır sorununu çözümlemiştir. Bu çözüme
göre Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğullarına sadece Mısır Valiliği verilecek ve
Mısır'ın Osmanlı ile olan özerk durumu devam edecek ve Mısır vergi verecektir.
Osmanlı Devleti'nde 1839'da Mısır sorunu devam ederken II. Mahmut'un yerine
Abdülmecit padişah olmuş ve yeni padişah ilk iş olarak Tanzimat Fermanı'nı ilan
etmiştir.
Abdullah Sermest'in Mekke'ye gittiği 1846 yıllarında, Hicaz Osmanlı'ya
bağlı bir eyalettir. Mısır isyanı sırasında Cidde valiliğinde bulunan
Kavalalı'nın oğlu İbrahim Paşa bölgeye hakimdir, Mısır'ın etki sahası
içindedir.
1847-1859 yılları arasında Osmanlı, Rusya dışındaki Avrupalı devletler ile
iyi ilişkiler içerisindedir. 1853-1856 yılları arasındaki Kırım savaşında
Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakı sonucu Rusya mağlup edilmiştir. 1856 Paris
Antlaşması ile Osmanlı ilk kez Avrupa devleti sayılmış ve toprak bütünlüğü
Avrupalı devletlerin garantisi altına alınmıştır. Bu, Osmanlı'nın giderek
güçsüzleştiğini gösterir. 1856'da ilan edilen Islahat Fermanı ile Osmanlı'daki
azınlıklar Müslüman halktan daha fazla hakka sahip olmuştur.
Şairimiz tahminî olarak 1858 yılında Kilis'e gelmişti. 1861'de
Abdülmecid'in ölümü üzerine Abdülaziz tahta geçmiştir. Bu dönemde, Genç
Osmanlıların Meşrûtiyet için yaptıkları mücadele giderek artmıştır. Nitekim
1876'da Meşrûtiyet'in ilanı sözünü veren II. Abdülhamit
tahta geçirilmiştir. Meşrûtiyet ilan edilerek Kanûn-ı Esasî kabul edilmiş ve
meclis açılmıştır, fakat 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında meclisin ülke aleyhine
çalıştığını iddia eden II. Abdülhamit,
meclisi kapatmıştır. Bu dönemden sonra sıkı bir istibdat başlayacaktır.
Abdullah Sermest yukarıda da belirtildiği gibi 18 yaşlarına kadar Kilis'te
kalmış ilk öğrenimini bitirdikten sonra Hacı Hafız Efendi'den ilim tahsil
etmiş. Babası müderris olmasına rağmen kendisi küçük yaşta iken vefaat ettiği
için ondan ilim tahsil edememiştir. Askerlik vesilesiyle Mısır'ın başkenti
Kahire'ye gitmiş orada da tıp, hakkaklık ve hattatlık ilimlerini öğrenmiş. Bu
arada Arapça'sını ve Farsça'sını bir hayli ilerletmiş bulunuyordu. Arapça ve
Farsça'yı bu dillerde şiir yazacak kadar iyi biliyordu. Divan metni bölümünde
bu şiirlere yer vereceğiz, ilm-i kıraat'ta da söz sahibi idi.
Mısır'dan ayrılıp Mekke'ye gittiğinde Şeyhi Afganlı Muhammed Can
Hazretleri'nin hizmetinde bulunmuş, tasavvuf eğitimini onda tamamlamıştır. 12
yıl şeyhinin yanında kalıp kemalâta erince icazetnamesini almış ve memleketi
olan Kilis'e dönerek aldığı zahirî ve batınî ilimleri ve 40-41 yıllık kültürel
birikimini başkalarına aktarmak için ömrünün sonuna kadar çalışmıştır.
4-Silsilesi ve Oğlu Mehmet Vakıf Efendi
Elimizde bulunan, asıl nüsha olarak kullandığımız divanın sonunda
"silsile-i şerîfe" yazılmıştır. Bu silsilenin Zihnî Baba'nın
Divanı'nda da bulunduğunu biliyoruz. Abdullah Sermest'in bağlı bulunduğu
tasavvuf cereyanını tespit edebilmek için tarikat silsilesi bizim için
önemlidir.
Hazret-i Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
Hazret-i Ebûbekir- Sıddîk (radıya'llâhu anh.)
3
Selman Farisî (radıya'llâhu anh)
4
Kasım İbn-i Muhammed
5
İmam Ca‘fer
6
Bayezid-i Bestamî
7
Ebû Haşan Harkani
8
Ebû Kasım Cürcanî
9
Ali Feramedî
10
Yusuf Hamedanî
11
Abdiilhalik Gücdüvanı
12
Arif Rivgerî
13
Mahmud incir Fagnevı
14
Ali Ramitenî
15
Muhammed Baba Semması
16
Seyyid Emir Külâl
17
Bahaeddin Nakşbend
18
Muhammed Alâeddin Attar
19
Mevlâna Ya‘kub Çerhî
20
Ubeydullah Ahrar-ı Taşkendî
21
Muhammed Zahid
22
Derviş Muhammed
23
Muhammed Hacegî Emkenegî
24
Muhammed Bakî Billah
25
imam Rabbanî
26
Muhammed Ma‘sum
27
Şeyh Seyfeddin
28
Hafız Muhsin
29
Muhammed Bedvanî
30
(Şemseddin) Habibullah Mazhar
31
Abdullah Dehlevî[17]
32
Muhammed Can
33
Abdullah Sermest TAZEBAY
34
Ali Akif Ayntabî
35
Ahmed Hamdi Elbistanî
36
Mehmed Vakıf TAZEBAY[18]
Türk insanına belirgin etkiler bırakan tarikatlardan biri de, Nakşibendîlik veya Nakşîlik diye anılan tarikattır. Yesevîlik'in bir kolu olan bu tarikat
daha sonraki zamanlarda bünyesinde birtakım değişiklikler yapmıştır.
"Kurucu" olarak anılan Muhammed
Bahaeddin Nakşbend (ö. 1389)'in adına izafetle anılır.[19]
Bahaeddin Nakşbend den önce bu tarikat Hacegâniye olarak anılırdı. Bu sebeple
Toplu halde yapılan zikrin[20] Nakşîlikteki adı Hatm-i Hacegân'dır.[21] Nakşîlik, Hazret-i Peygamber'e, biri Hz.
Ebûbekir'e, diğer ikisi Hz.
Ali'ye çıkan iki silsile ile ulaşmaktadır. Nakşî silsilesi Ebû Yezid BestamVyz kadar Sıddıkiye, Abdü’l-Halık Gücdüvanîye kadar Tayfuriye adlarıyla bilnirdi.
Bahaeddin Nakşbend, Abdülhalık Gücdüvani'nin ruhsal olarak
kendisini eğittiğini söyler. Nitekim kendisinin Emir Külal’in aksine Abdülhalık Gücdüvanf'yt uyarak
"zikr-i hafî (sessiz zikir)"yi tercih etmesi onun üzerindeki tesirini
gösterir. Abdülhalık Gücdüvanî, Ahmed
Yesevî’nin mürşidi olan Yusuf Hamedani’mn yetiştirdiği
bir velîdir. Onun terbiye aldığı kişiler arasında Yesevî mürşitleri olan Kuşam Şeyh ve Halil Ata da vardır.
Bahaeddin, henüz üç günlük bir çocukken Kasr-ı Arifan'a gelen Hoca Muhammed
Baba Sammasi tarafından manevî evlatlığa kabul edildi ve büyüdüğü zaman da
tasavvufî terbiyesi o sırada beraberinde bulunan Seyyid Emir Külal'e bırakıldı.[22] Şeyh Emir Külal’in müritlerine "Bahaeddin'e uyun." sözü
üzerine müritleri, Emir Külal vefaat
edince Bahaeddin Nakşbende uymuşlardır.
Böylece Bahaeddin'm çevresi bir
anda büyümüştür.
Nakşibendî Tarikatı Bahaeddin Nakşbendm halifelerinden Alâeddin Attar, Zahid Bedahşî ve Muhammed Parsa tarafından çok geniş bir
alana yayıldı. Yeseviyye tarikatının
bulunduğu yörelerde büyük taraftar kazandı. Bilhassa İmam Rabbani zamanında Hindistan ve
çevresinde yayılma kaydetti. İmam Rabbanî'nin oğlu Muhammed Ma'sûm da ciddi bir tedris tezgâhından geçerek,
babasının mu‘tedil tasavvuf yolunu devam ettirdi. Oğlu Şeyh Seyfeddin, halifesi Seyyid Nûr Mehmed Bedvanî ile tarikat hem
naklî, hem tasavvufî ve hem de müsbet ilimleri tedris eden bir medrese, bütün
halka açık bir müessese haline getirildi.
Bahaeddin'in kurduğu tarikat, mensuplarınca özellikle Türkiye'de "Şah-ı Nakşibend" ünvanıyla
tanınır. Nakşibend ünvanının taşıdığı mana ve bu ünvanın ona ne zaman ve nasıl
verildiği konusunda ilk Nakşibendî kaynaklarında bilgi yoktur. Sonraları bu
ünvanın devamlı yapılan hafî zikrin kalpte bıraktığı "nakş"a (iz) bir
işaret olduğu söylenmiş ve bu yorum genel kabul görmüştür.[23]
Nakşbendî Tarikatı Fatih Sultan Mehmet zamanında
Ubeydullah Ahrar'ın halifelerinden Molla
İlâhî vasıtasıyla İstanbul'a girdi. Osmanlı padişahları
Nakşbendîliği himaye ettiler. Nakşîlik tam anlamıyla sünnî bir tarikattır. Bu
tarikat Türk kültürüne halk maarifine Anadolu vahdetine büyük hizmetleri geçmiş
bir tarikat olarak kabul edilmiştir.[24]
Bahaeddin Nakşibend tarikatı hakkında şöyle
der: "Bizim yolumuz, Allah'ın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü
bu yol, sünnete uymak ve Ashab-ı Kiram'a tabi olmaktır. Bu sebeple bizim
yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riayet
etmek sabır ve tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri istersek cezbe
ile, dilersek bir başka usulle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir doktora
benzer. Hastanın hastalığım tespit eder ve ona göre ilaç verir. Bizim yolumuzda
yalnız kalmak değil sohbet esastır. Biz sonda ele geçecek şeyleri başa
yerleştirdik.[25]
Nakşibendiyye'nin temeli on prensipten oluşur. Bunlara her Nakşibendî
dervişi uymakla mükelleftir. Her Nakşibendî; zikrinin sayısını (vukuf-ı adedî), her an Allah'la dolu
olduğunu (Vukuf-ı zamanî), zikrederken
nefesini kesip Allah'a bağlanmayı bilmek (vukuf-ı
kalbî), nefes alıp verirken gaflette olmamak (huş der dem), yürürken ayağına
bakmak (nazar ber-kadem), ahlâkî
olgunluğa kavuşmak yani halktan Hakka sefer (sefer
der vatan), toplulukta halvette olmak (halvet der encümen), zikretmek (yad kerd), nefy ü ispatın anlamını kalbine nakşettikten
sonra dönmek (baz geşt), halini
muhafaza etmek nigâh daşt), yad
etmek (yad daşt) zorundadır.[26]
Nakşibendiliğin kurucusu olan Bahaeddin Nakşibend Hanefî Mezhebi'ne bağlı
idi. Sohbetlerinde ilim ve ahlâka büyük yer verirdi. "Tarîkimiz sohbettir." derdi.
Nakşibendiye'den Ahrariyye, Camiyye,
Halidiyye, Kasaniyye, Mazharivye, Muradiyye, Müceddidiyye ve Naciyye türemiştir. Nakşî tarikatının
Türkiye'de en yaygın kolu Mevlâna Halid el-Bağdadî (ö. 1826)'ye nisbet
edilen Halidiyye koludur.
Abdullah Sermest Hazretleri'nin tarikat silsilesi Mehmet Vakıf
Hazretleri'nde son bulmuştur. Bu tarikat silsilesi,Tekke ve Zaviye Kanunu'na
muhalefet etmemek için bizzat şeyhi Mehmet Vakıf tarafından sona erdirilmiştir,
bugün devam etmemektedir. Mehmet Vakıf babası Abdullah Sermest gibi hoşgörülü
ve aydın bir insandı. Kilis ve çevresinde "Şeyh
Efendi" diye bilinen Mehmet Vakıf Tazebay'ın başı açık
olan eşi Beşire Tazebay Milliyet Gazetesi'nin 4 Ağustos 1989 tarihli bir
haberinde eşi hakkında şunları söylemektedir:
"Şeyh Efendi, Atatürk'ün fikirlerini
çok beğenirdi. Şapka Devrimi'nde Kilis'te ilk şapkayı giyen o oldu. Atatürk, 28 Ekim 1918 de Halep dönüşü
tekkeyi gezdi. Düğmesi kopmuştu, bana verdi diktim. Tekkeyi gezip gördükten
sonra, "Burada ileri görüş hâkim" diyerek Tekke ve
zaviyeler kanunu çıktıktan sonra kapatılmamasını emretti. O zaman kapatılmayan
tek tekke bizimkiydi. 'Memleketimizde hiç yoksul kalmamış
gibi Vahabilere bol bol para gidiyor.' diye hiç hacca gitmedi.
Örtünmeye karşıydı. Alman dinler tarihi profesörü Bayan Schimmel kendisini sık sık
ziyaret eder, Farsça ve Türkçe konuşarak tasavvuf ve Hafız Divanı üzerine
konuşurlardı."
Aynı tarihli gazetede Mehmet Vakıf Tazebay'ın torunu olan YÖK eski Başkan
Vekili ve halen Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet üyesi
Prof. Dr. Uygur Tazebay ise "Dedem aydın bir insandı. Çok okurdu. Çok değerli
kitaplardan oluşan zengin bir kitaplığı vardı. Atatürk'e hayrandı. Yobazlığa
karşıydı. Eski nesil ile yeni nesil arasında bir köprü idi." demektedir.
Mehmet Vakıf Tazebay ülkemizin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri olan
Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş'ın da hocasıdır. Merhum Prof. Dr. Faruk Kadri
Timurtaş, Mehmet Vakıf Tazebay hakkında şunları söylemiştir:
"Onun kadar aydın ve ileri fikirli bir din adamı güç bulunurdu.
Taassuptan uzak, Islâmın gerçeğine ve özüne en uygun bir anlayış ve görüşü vardı.
Hurafeler ve batıl inançların tamamıyla karşısında idi. Müslümanlığın bir şekil
değil bir ruh ve mana meselesi olduğuna ve buna uygun bir ahlâklı davranışın
bulunması lüzumuna inanıyordu."
"Rahmetli, benim hocamdı. 24 yıl kadar önce 15-16 yaşında bir lise
öğrencisi iken ondan Farsça okumuştum. O yıl, Almanların Balkanlara inmesi
dolayısıyla okullar nisan ortasında tatil edilmişti. Önce Habib Efendi'nin
Hulâsa-i Rehnüma-yı Farisî'siyle başlamış, sonra Şeyh Sadi-i Şirazî'nin Gülistan'ını okumuştuk. İkinci yıl Hafız Divanı'nın büyük kısmını
okutmuştu. Üniversite birinci sınıfta bulunduğum senenin yaz tatilinde ise
Sadî'nin Bostan'ını göstermiştir.
İlk feyzi kendisinden almıştım. Bu yalnız Farsça öğrenmek bakımından değil, her
bakımdan feyz alış idi. Bunu hayatımın çok mesut ve şeref verici bir hadisesi
telakki ediyor, kaderin bir lütfü sayıyorum. Onun 4 Mayıs 1965 tarihinde ebedî
âleme göçmesiyle Kilis Efendi'siz kalmıştır"
Görüldüğü üzere, ülkemizin aydınlanma çağında, bizlere ışık tutan Abdullah
Sermest'in oğlu Mehmet Vakıf Efendi de ayrıca araştırılıp incelenmesi gereken
bir şahsiyettir.
Mehmet Vakıf Efendi bir methiyesinde:
“Zimirza can-ı canan Dehlevi Şud vasılı irfan
Befeyzullah Muhammed Can Sermest amade mesrur
Ezini Cam-i musaffa Ahmet Hamdi-i piri ma
Mey-i Sermest nuşid Ali Akif Şudi mebrur
İlâhi Rahmi kün bermenki kıtmiri irşanem
Behakkı Seyyidi âlem behakkı Halid-i mağfur” demektedir.
Evliyanın büyüklerindendir. Afganlıdır. Doğum yeri ve tarihi bilinmiyor.
1849 (H. 1266) yılında Mekke'de vefat etti. İlim tahsilini tamamladıktan sonra
büyük İslâm âlimi ve mutasavvıfı Abdullah Dehlevî'nin hizmetlerinde bulunarak
yüksek derecelere ulaştı. Gündüz hocasının hizmetinde bulunur, geceleri Şeyh
Kutbuddin Bahtiyar-ı Kaki Hazretleri'nin kabrine giderek sabaha kadar ibadet
ederdi. Abdullah Dehlevî'den icazet aldı. Hicaza gitti, ömrünü irşatla geçirdi.
Muhammed Can'ın yüksek halleri Sultan Abdülmecit Han’ın annesi Bezm-i Alem
Valide Sultan'ın kulağına varınca Valide Sultan onun için Mekke'de dergah
yapılmasını emretti. Muhammed Can Hazretleri burada talebe yetiştirdi.[27]
Abdullah Sermest Tazebay vefatından iki yıl önce 7. Şubat 1880 tarihinde
KİLİS'te "Tazebayzade Hacı Abdullah Efendi" adıyla bir aile vakfı
kurarak 30 dükkânını, 1 zeytinyağı imalathanesini, 16 dükkanlı bir hanını, 1
kahvehanesini ve 1 fırınını vakfetmiştir.
Mülhak vakıf olarak günümüze kadar faaliyetini devam ettiren ve halen de
ettirmekte olan bu vakıf, Vakıflar Genel Müdürlüğünde Müceddet Anadolu (24)
adlı ve 609 numaralı defterin 278 Sayfasının 329. sırasında (Hacı Mehmet oğlu
Tazebayzade Şeyh Hacı Abdullah Efendi Vakfı) olarak ve 25 sefer 1297 tarihinde
kayıt ve tescil edilmiştir
Hep başkaları için yaşayan büyük velî Abdullah Sermest Hazretleri 1882
(H.1298) yılında ve 63 yaşında fani hayata veda edip ebedî âleme göç etti.[28] Kalabalık bir cemaat ile kılınan
cenaze namazından sonra tekkenin içindeki bahçeye defnedildi, sonra üzerine
kubbesi yapıldı ve kabri türbe haline getirildi.
Kilis'in yetiştirdiği yegâne lirik şair Şeyh Abdullah Sermest Efendi, ilim
ve kemalat ciheti ile de yaşadığı devrin yüksek bir şahsiyeti idi. Bilhassa
tasavvuftaki manevî iktidarı ile yalnız Kilis halkını değil, etraftaki
memleketler ahalisini de cezb ve teshir etmiş ve umumun hüsn-i zan ve hürmetini
kazanmış idi. O zamanın dinî temayülâtı karşısında günden güne yüksek bir
hüviyet kazanan Şeyh Efendi, tesis ettiği tekyede hem ders okutur, hem de zikir
merasimleri yapardı. Erkek ve kadınlardan mürekkep bir çok müdavimi kendisinden
feyz-i manevî almaya çalışırlardı. Mumaileyh şen ve şatır yaşamayı sever,
musikiden çok hoşlanırdı. Hatta zikir esnasında bile musiki bulundurmakta bir beis
görmezdi. Şeyh Efendi'nin kıraat ilmine de vukufu tamdı. Hocazade Abdullah
Enveri Efendi kıraat ilmini mumaileyten öğrenmiştir.[29]
Evlatlarından Mehmet Vakıf, babasının tarikat adaplarını devam ettirmiş,
fakat "Tekke ve Zaviyeler" kanununa muhalefet etmemek için şeyhten
ziyade bir âlim olarak tebliğ ve irşat faaliyetlerine devam etmiştir. Abdullah Sermest'in iki
halifesi olmuştur. Bunlardan birisi Antepli Ali Efendi (Ali Baba) diğeri ise
Elbistanlı Hacı Ahmet Hamdi Efendi'dir. Hacı Ahmet Hamdi Efendi hem şeyhinin
yerini doldurmaya çalışmış hem de şeyhinin daha küçük yaşlarda olan oğlu Mehmet Vakıfı
yetiştirmiştir. Zira Abdullah Sermest Efendi vefat ettiğinde Mehmet Vakıf henüz
6 yaşlarındaydı. Ne acı ve ne büyük tesadüftürki Mehmet Vakıf Efendi de babası
gibi 6 yaşında yetim kalmıştır.
Merhum Abdullah Sermest'in tekkesi, Bölük Mahallesi'nde olup Kurtağa
Caddesi'ndeki Çekmeceli Camii'nin karşısındadır. Kapısı Türk yapı geleneğine
uygun olarak doğuya açılmaktadır.
Taş kemerli kapının eni 1.40, yüksekliği 2.10 metredir. Kemerin üstündeki
kitabede karışık bir talik yazı ile 3 beyit bulunmaktadır. Bu tarih
manzumesinin son beytini okuduğumuzda ebced hesabına göre 1275 yani M. 1858
rakamı ortaya çıkıyor. Bu da tekkenin bu tarihte yapıldığını gösteriyor.
Himmet-i pîr ile yazdım zihniyâ târihîni
Nev binâ a ‘ladır vâlâ-yı Şâh-ı Nakşibend
Tekkeye üç basamaklı bir merdivenle inilir. Tekkenin avlusu karo ile
döşelidir ve avlu kapısından girince sağdaki merdivenle şeyh dairesine çıkılır.
Girişte solda ise kapıları ve pencereleri batı yönünde olan altı derviş hücresi
vardır. Hücrelerin bitiminde mescid olarak da kullanılan bir hatimhane (hatme:
hatim etme, bitirme) vardır. Hatimhanenin kapısı kuzeye bakmaktadır. Mescidin
kapısının üzerindeki kitabede Şair Zihni Baba'ya ait bir şiir vardır. Bu
kitabenin üzerinde "Ya Hazret-i
Müceddid-i elf-i sâni' [İkinci binin yenileyicisi] Kitabenin
sağında ise Ashab-ı Kehfin isimleri (Yemlîha-Mekselînâ - Mislînâ - Memüş -
Debernüş - Sâzenüş - Kefeştatavyuş) yazılı bir madalyon görülür. Bu kitabedeki
şiirin son beytini verelim, bu kitabede hatimhanenin ne zaman yapıldığını
öğrenebiliriz:
İlham ile yazıldı Zihnî bu tam târîh
Bab-ı hüdâ-yı zibâ dergâh-ı feyz-i ulyâ
Târih: 1276 (M. 1859)
Hatimhanenin üstü betondur. Kıble ve sağ tarafına ikişer, soluna ve son
cemaat yerine birer pencere açılmıştır. Burası tarihlere bakılırsa şeyh odası
ve hücrelerden bir yıl sonra yapılmıştır.
Türbenin güney köşesinde Abdullah Sermest'in türbesiyle aile kabristanı
vardır. Türbeye avlunun sağındaki ve solundaki yol takip edilerek varılır.
Avlunun sağındaki yol izlenirse sağlı sollu mezarlar görürsünüz. Sağ taraftaki
mezarlar şeyhin soyundan gelen erkeklerin, sol taraftakiler ise kadınların
mezarlarıdır. Bu mezarların bitiminde beş pencereli ve tek kubbeli bir türbe
görülür. Türbenin kapısı kuzey yönünde olup, kapının üstünde sağda ve solda iki
aslanlı oluk vardır. Bu iki oluğun arasında bir madalyon içinde "Lâilâhe
illellah, El-melikü'l-hakku'l-mübîn ve Muhemmedü'r-rasûlüllah
sâdıku'l-va‘dü'l-emîn" yazısı vardır. Kapının sağındaki
pencerenin üstünde güzel bir ta‘lik ile "Yâ
Hazret-i Şâh-ı Sermest-i Velî" yazılıdır. Yine kapı
ile pencere arasındaki kısma hem Osmanlı hem de Latin harfleriyle hatimhanedeki
kitabenin aynısının monte edilmiş olduğu görülür.
Türbe, ortasında kapısı bulunan bir duvarla iki bölüme ayrılmıştır. Birinci
bölümde yedi mezar vardır. Kapıdan girişte en uçtaki mermerle yapılmış mezarda
iki mevta vardır. Mezarın kitabesinde:
"Mehmet Vakıf Efendi'nin Eşi Beşire
Hanım (D.1901-Ö. 2.3.1990)"
"Mustafa Vakıf Efendi'nin kızı Sakine
Hanım, (Ö.1907)" yazılıdır.
İkinci mezarda Mehmet Vakıf Efendi'nin kardeşi Süleyman Akif Efendi'nin
Eşi Saliha Hanım,
Üçüncü mezarda, Saka Ali Baba,
Dördüncü mezarda, Mustafa Vakıf Efendi'nin Eşi Fatma Hanım,
Beşinci mezarda, Abdullah Sermest Hazretleri'nin en küçük oğlu Süleyman Akif Efendi, (Ö. 1942)
Altıncı mezarda, Abdullah Sermest Hazretlerinin Eşi Zahide Hanım, (Ö.1916) Yedinci
mezarda, Şeyh Mehmed Vakıf Hazretleri'nin oğlu, Ekrem Efendi, (D.1915 -Ö. 1991)[30]
Türbenin kıble duvarındaki kitabede şunlar okunur:
Hazret-i câna[31]' ne hıdmetler idüb niçe zamân
İtdi tahsîl-i rızâ hakk ile oldı lâ-mekân
Geldi üçler remz idüb Rahmî didi târihini
Şîr-i Ahmed mahremi sâkî Muhammed Ali Cân
Bu tarih manzûmesini Abdullah Sermest'in müridlerinden Merkupçu Rahmî
yazmıştır. Kitabeden Saka Ali Baba'nın M. 1874 yılında vefat ettiğini
anlıyoruz.
Türbeyi ikiye ayıran duvardaki kapının üstünde yine Rahmî Efendi tarafından
yazılmış şu kitabe vardır, bu kitabe Abdullah Sermest'in bölümüne girerken
karşımıza gelir:
Müceddid mesleğin tecdîd iden sâhib reşâdet bu
İderdi neşr-i nisbet hâs ile amma ne himmet bu
Çıkub on iki pîrân itdi ilham RahmVye târîh
Makâm-ı dil-güşâya süryüzi bâb-ı velâyet bu[32] 1298 (M.1881)
Türbenin ikinci bölümünde ise dört sanduka bulunmaktadır. Girişte ilk
sandukada Abdullah Sermest'in 2 nci hanımı Ayyuş (Gaziantep'li FeslizadeHacı
Hüseyin Efendi'nin kızı olup bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir.) ile Abdullah
Sermest'in kızı Şehnebat Hanım bulunmaktadır. İkinci sandukada, Abdullah
Sermest Efendi'nin büyük oğlu Mustafa Vakıf Efendi ile Mehmet Vakıf Efendi'nin
torunlarından Mustafa Halis medfundur. Üçüncü sandukada Şeyh Abdullah Sermest
Efendi yatmaktadır. Sandukanın üstü yeşil bir kadife ile örtülüdür. Üzerinde şu
yazı vardır:
Ber ser-i türbet-i mâ çün güzeri himmet hah
Ki ziyâret gehi rindâtı-ı cihan hâhed bud
["Bizim türbemizin yanından geçerken himmet iste, çünkü bu ziyâret
yeri cihân rindlerinin arzu ettikleri yerdir. ]
Dördüncü sandukalı kabirde ise Abdullah Sermest'in oğlu Şeyh Muhammed Vakıf
Efendi medfundur. Sandukası dışarıdan görünsün (pencereden) diye daha yüksek
yapılmıştır.
Türbeye giden ince yolun sağ tarafından yukarıdan aşağıya doğru:
Süleyman Akif Efendi'nin oğlu Mehmet Said, (.... - Ö.1919)
Mehmet Vakıf Efendi'nin en büyük oğlu ve Prof. Dr. Uygur Tazebay'ın Babası
Abdullah Halis TAZEBAY (D. 1894 - Ö.23 Temmuz 1947 Çarşamba)
Mehmet Vakıf Efendi'nin oğlu Bahaeddin TAZEBAY (…Ö.1967)
Mehmet Vakıf Efendi'nin oğlu Kemal TAZEBAY,(D. 1910- Ö.1968)
Süleyman Akif Efendi'nin kızı İrfan Yıldırım'ın eşi Mehmet Yıldırım, (D.
1923-
Ö.1975)
Süleyman Akif Efendi'nin oğlu Kilis eski Belediye Başkanı Mustafa Sıddık
BAYTAZ, (D. 1920 - Ö.1992)
Abdullah Halis TAZEBAY'ın oğlu Orhan Halis TAZEBAY, (D. 1932 - Ö.1994)
Bahaddin TAZEBAY’ın oğlu Mehmet TAZEBAY, (D.1933 - Ö.1996)
Türbeye giden ince yolun sol tarafında ise:
Bahaeddin TAZEBAY'ın kızı Hayriye TAZEBAY, (....-....)
Kemal TAZEBAY'm Eşi Necla Hanım, (....-Ö.1966)
Bahaeddin TAZEBAY'ın eşi Naciye Hanım, (D. 1910 - Ö.1990)
Süleyman Akif Efendi'nin Eşi Ganime Hanım, (D. 1893 - Ö.1973)
Mustafa S. BAYTAZ'ın Eşi Fikret Hanım, (D. 1922 - Ö.1988)
Mehmet Sermest TAZEBAY'ın Eşi Güner Hanım, (D. 1934-Ö. 1997)
Mehmet Vakıf oğlu Zahrettin TAZEBAY, (D.1930-Ö.1998) Türbe ile Hatimhane
arasındaki yerde
Medfundurlar.
Abdullah Sermest Hazretleri'nin üç eserinin olduğu bilinmektedir. Bunlar
Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerinin bulunduğu Divan'ı, Tıpla ilgili bir eseri
ve Hicretin 37’nci yılında Sıffın denilen yerde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki
70.000 kişinin ölümüyle sonuçlanan savaşı dile getiren Sıffîn Vak’ası adlı bir
tarih kitabıdır.
Bu üç eserden Divan hariç, diğerleri kaybolmuştur. Kaybolan eserler
hakkında da hiç bilgimiz yoktur. Tıpla ilgili eserinin Kilis'e gelen bir
Fransız araştırmacı tarafından alınıp geri getirilmediği şeklinde bir bilgiyi
torunu Hüsamettin Tazebay’dan öğrendim. Divandaki şiirlerin dışında Abdullah
Sermest'in şiirlerinin var olduğu sanılmaktadır. Divan, şairimizin ölümünden
sonra yazıldığı için bazı aksaklıkların olması da normal karşılanmalıdır.
Abdullah Sermest'in El yazma Divan'ının 4
nüshası elime geçti. Bunları torunlarından Hüsamettin Tazebay ve Dr. Uygur
Tazebay'dan aldım. Divanın aslı kendilerinde de bulunmadığı için sonradan bazı
kişiler tarafından yazılmış yazma nüshalar üzerinden okudum. Çalıştığım bu tez
4 nüsha karşılaştırılarak yapılmıştır.
Metin, daha az hatalı görülen A nüshası
esas alınarak yazıldı. C nüshası redif ve kafiyeye dayanılarak düzenli bir
şekilde hazırlandığı için şiirler, C nüshasına göre sıralandı. C nüshasında
toplam 127 şiir bulunuyor. Bu şiirlerin sırası tezimde aynen korunmuştur.
Divanda Türkçe şiirlerin dışında 13 Farsça gazel, 1 Arapça gazel, 1
Arapça-Türkçe karışık gazel, 1 Farsça müstezat, 2 Farsça nazm ve bir Farsça
nutuk vardır. Bu şiirler Türkçe şiirlerin arasına kafiye sırasına göre
yerleştirilmiştir.
A nüshasında, yani
asıl nüshada, toplam 126 şiir bulunmaktadır. 3. nüshadan fazla olarak 128 ve
129. şiirler tespit edilip divan metnine yazılmıştır. Bu nüshada 126 ve 27.
şiirler yoktur.
B nüshasında, toplam 124 şiir vardır. C nüshasındaki şiirlerden farklı şiire
rastlanmamıştır. Eksik olarak 111. şiirin yarısı, 125. şiirin son beyti, 112,
126 ve 127. şiirler yazılı değildir.
D nüshasında, toplam 120 şiir tespit edilmiştir. 3., 15., 48., 65., 124.,
125. ve 126. şiirlere rastlanmamıştır.
KİLİSLİ ABDULLAH SERMEST (HÂLİS) kuddise sırruhu'l-âlî
DİVANINDAN
GAZEL
1
Be hey zâlim tamân ol Ehl-i Beyt-i Mustafâ'nındır
Bu dürr [ü] güher-i 'ayn-ı 'Aliyyü'l-Murtazâ'nındır
2
Didi ol cedd-i a'lâsı emânet Ehl-i Beyt’im hâ
Hıyânet yeri Şeytân’ın muhalled nâr mekânındır
3
Nasıl kıydın nübüvvetde yanan şem'i söyündürdün
Cihânı yıkdı zulmün lâ'netu’l-lâh kâr-ı şânındır
4
O dem devrân-ı bed-bahtm murâdını edâ itdin
Yere batsaydı devrânın dileseydi harâbmdır
5
Felek bir katre âbın virmedin mazlûma zulm itdin
Revâ mı Ehl-i Beyte bu muhâlif rûzigârındır
6
Hikâyâtı duyan 'âşık olur Sermest düşer bî-hûş
O Sermestlik bu bî-hûşluk muhibb-i hânedânındır
**
GAZEL
1
Biz gulâm-ı hânedânuz pîşvâmızdır 'Alî
Reh-revânuz bize bizden reh-nümâmızdır 'Alî
2
Gerçi yollar pür-hatar[dır] gam yimez erbâb-ı râh
Yırtmağa a'dâları şîr-i Hudâmızdır 'Alî
3
Lâ-fetâ illâ 'Alî lâ-seyfe illâ Zülfekâr
'Arsa-i çarh-ı zemîne dem-rehâmızdır 'Alî
4
Biz muhibb-i hânedâmn çâker-i ednâsıyuz
Haricîler cânına berk-ı belâmızdır 'Alî
5
Bilmese ehl-i garaz şân-ı 'Alî’yi bilmesün
Yerde gö[k]de în ü ânda pâdişâmızdır 'Alî
6
Bî-mehâbâ Hazret-i şâhın çehâr-ı himmetin
Tekye-gâh itdik belâdan nün [u] hâmızdır 'Alî
7
Gec-külâhız fahrimiz gül-beng-i remz-i lemyekûn
Defter-i şâh-ı Resûlden hel-etâmızdır 'Alî
8
Encüm-i eflâk-i 'akla nefsimiz çekse hisâb
Çarh-ı dilde mâh-tâb-ı râh-ârâmızdır 'Alî
9
Ejder-i gejd-i vücûda tılsım-ı Hakk-dâdımız
Hem yed-i beyzâda zâhir hem Mûsâ’mızdır 'Alî
10
Kulzüm-i bahr-i hakîkat vâriş-i 'ilm-i Nebî
Şehriyâr-i mülk-i dîne Mustafâmızdır 'Alî
11
Ravza-ı Dârü’s-selâm kıble-gâh-ı ehl-i 'ışk
Yâ niçündür kim dem-â-dem secde-câmızdır 'Alî
12
Tal'at-i pâk-i cenâb-ı hazret-i ulyâ bizim
Çeşmimizde hem rumûz-ı âşinâmızdır 'Alî
13
Çehre-i remz levhine Nakş-bend-i üstâd-ı ezel
Ya'ni tugrây çektiğim harf-i hicâmızdır 'Alî
14
Mülk-i dil yağmaya gitdi kayd-ı zâlimlerdeyem
Dem-be-dem beydâ içün müşkil-küşâmızdır 'Alî
15
Kıldı Sermest öyle ferzend-i letâ’ifler beni
Sorsam ani ardan cevâb kevser- şifâmızdır 'Alî
**
MERSİYE-MUHAMMES-İ MÜZDEVİC
1
Her ayı kıldı muharrem güni 'âşûrâyı
Vak'a-i Kerb-i Belâ-yı ciğeri Zehrâyı
Seyle virmez mi sanun Memleket-i Kisrâ’yı
Göz yaşı hûn-ı ciğer la’l kılub sahrâyı
Yâd idüb Fâtımâ-yı Vâlide-i Kübrâyı
2
Kıldı bu hâdise efkâr [u] ‘ukûli ber-bâd
Uymadı kevn-i fesâdına bunun gibi fesâd
Gebr [ü] Tersâ [vü] Yehûdî'den olurdı imdâd
Bilseler[i]di olacak böyle Âl-i Evlâd
Müslimânız diyerek böyle tutub gazâyı
3
Hetk-i nâmûs-ı beşer kıldı Yezîdi ferşî
'Ulvî süflî bulunan kevn-i vücûda karşı
Hânedân-ı Nebî kim nâmına kurdı turşı
Zulm ile âhir-i kâr yıkdı 'imâd-ı 'arşı
Çekdi mel'ûn-ı ebed olmasına tugrâyı
4
Ağladır Haşre kadar mü'mini hayy [u] meyyit[i]
Mâtem-i şâh-ı şehîdân ile Ehl-i Beyt[i]
Neydügin eyledi hüzn ile cıvân [u] yiğit[i]
Âh heyhât didi vâh le’allü-leyt[i]
Görmeyeydim yıkılaydım böyle habâş-ârâyı
5
Kim idi bilmediler Ehl-i 'Abâ-yı Âl'i
Ne divek bunları benzetmeye yok emsâli
İte kurbân olalar it [gibi] anub yalı
Bilerek n'eylediler n’oldular âhir hâli
La'net birbirine kıldı zehî-kübrâyı
6
Böyle mel'ûn-i ebed görmedi kevnin gözi
Lâyık-ı yâd değil meclise ismi sözi
Kûfe'nin uyuz iti domuzı Şâm-büzi
Kim [olur] ibn-i 'acûze gide zulüm sözi
Hâşimîleyte fedâ-zâdelere Zevrâ’yi
7
La'neti kıldı Hudâ zâlime bunlar ezlem
N[e] ola ahvâl o itlerin Allâh-ü-aİem
Bir içim suyı revâ görmedi cümle el'em
Âl [ü] Evlâd-ı Resûle ne belâyı etlem
Al kan[i]le kazâ kıldı kızıl hazrâyı
8
Gark-ı hûn eyleyelim mülk-i Irâku Şâm’ı
La'net ol saltanat [u] mülkde subh u şâmı
Almak olmaz kun da'vâ ile intikâmı
Merd isen terk idegör câh-ı celâl ü kâmı
Tâ ki hoşnûd ola Peygamber ü Dârâyı
9
Bir imâmeyn ki mesnedleri müstesnâdır
Murtazâ babaları ceddleri Mustafâ’dır
Nenesi Hayru’n-Nîsâ analan Zehrâ'dır
Top [u] çevgânları Cennet ile Tûbâdır
Hâlisî bendeleri kevn [ü] mekân-ârâyı
**
**
MÜSEMMEN-İ MÜTEKERRİR
1
Çıkmaz cebel-i 'izzete her topugı kıllı
N’eylerim kudretde öz 'ammusı misilli
Yarın görirüz hâlini ey puşt 'amelli
Mahşerde sana yüz yelelelli yüz 'alelelli
Ey zâhid-i destârı büyük turfa sakallı
Merdân-ı Hudâyı ne bilür her dibi yelli
Kum kum cebelî git işine hey terelelli
2
Ey ehl-i garaz anla bizi biz fukarâyuz
Ser-defter-i cumhûr-ı derâvîş-i Hudâyuz
Çün bende-i nâ-çîz-i der-i Ehl-i 'Abâ’yuz
Gayret-keş-i evlâd-ı 'Alî Âl-i Rızâyuz
Zu'munca velî siz sulehâ biz süfehâyuz
Allâh bilür kim süfehâdır sulehâyuz
'İlm [ü] 'amelin mezheb ü dînin bize belli
Kum kum cebelî git işine hey terelelli
3
Her dem dem-i ber-dûşun ile lâşe gidersin
Nefsince olan maslahatı hoşça sizersin
Güftâre gelünse hem okur hem de yazarsın
Kur’ân [u] ahâdîs ile çok hîle düzersin
Bu râh-ı şerî'at diyerek yoldan azarsın
Vel-hâsılı çârşûy-ı müzâvirde bâzârsın
Hem zâhidi [hem] hâcı hâce hem 'alelelli
Kum kum cebelî git işine hey terelelli
4
Vechinde görür ehl-i safâ yârimin el-hakk
Envâr-ı 'ıyân çünki hüve'r-Rabb hüve’l-Hakk
Rü'yâda dahi görmez anı sen gibi ahmak
Tesbîh ile seccâdede vird itmeği cak cak
Yâ ders ile evrâka bakub kılmağı lak lak
Kulluk mı sanursun bunı kalk hey öni yallı
Kum kum cebeli git işine hey terelelli
5
Virmez kederi sürha-i bed-cây-şebekler
Çarh üzre kamer seyrine "av 'âvî köpekler
Altun [u] gümüşi cem'i dahi yağlı yemekler
Billûrî gibi baldırı fincânî göbekler
Tâ mürıkir-i Hakk itdi sizi gitdi emekler
Çün hıkdı hasedi bî-dîn idüb sizi temelli
Kum kum cebelî git işine hey terelelli
6
Dervîşe yarın havf u hatar yok dahi ekdâr
Merdân-ı İlâhî yüzine secdeleri var
Vechinde bugün eylemeyen hazreti ikrâr
Olmaz mı yarın işleri hep âh ile hep zâr
Şeytân-ı la'în oldı iden Ademi inkâr
'İlmi 'amelin bunca yılın oldu mı der-kâr
Sermest sözini anlamadın hey Karataglı
Kum kum cebelî git işine hey terelelli
Kaynak: Abdullah ŞAHİN, Kilisli Abdullah Sermest (Hâlis) Divanı
(Metin-Lnceleme), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Halk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi ,1998 Çanakkale
Muhabbet aleminde kendi kendimden hicabettim
Açıldı cism-i canım kalbime bir bir itabettim.
Nigâra mülk-i cismin kenz-i aşkın içim harabbettim.
Tarik-i aşkı da bünyadi-i hesd-i turabettim.
Anı canım yerine kalbide naibmenen ettim.
*
Açıldı perde-i zulmet nigârm tab-i ruhsinden
Gönül kendi tecellâ-i cemal-i bahş-i feyzinden
Tecerrüd eyledim yekser cihanın arşı ferşinden
Derun-i sinemi pak eyledim ağyar-ı nakşinden
Gönül kâsesin aşkın ruhu için müstetab ettim.
*
Şuun-i firkati sertabser mektur tut zahid
Bu alemde harabat ehlini mağfur tut zahid
Şarabi nabe ger meyi eylesem maktur tut zalıid
Beni o zümre-i mestanede mecbur tut zahid
Ki ben meyhanede pir-i mugana intisabettim.
*
Hakikatten cenab-ı pir-i mey sundukda sehbasın
Bitirdi nefha-i hatırda kıylükali gavgasın
Gözetme anda saffat revhani-i temaşasın
Medaris içre Sermest görmedim aşk-ı sevdasın
Anınçün ilmimi meyhanede rehn-i şarabettim.
BAYTAZ
ZADE ŞEYH ABDULLAH EFENDİ
Kilisin yetiştirdiği yegâne lirik şair şeyh Abdulah Efendi ilim ve kemalât
cihetile de yaşadığı devrin yüksek bir şahsiyeti idi. Bilhassa tasavvuftaki
manvî iktidarı ile yalnız Kilis halkını değil, etraftaki meleketler ahalisini
de cezp ve teshir etmiş ve umumun hüsnü zan ve hürmetini kazanmış idi. O
zamanın dinî temavülâtı karşısında günden güne yüksek bir hüviyet kazanan şeyh
efendi tesis ettiği tekyede hem ders okutur, hem de zikir merasimi
yapardı. Erkek ve kadınlardan mürekkep birçok müdavimleri kendisinden
feyzi manevî almağa çalışırlardı. Mumaileyh şen ve şatır yaşamağı
sever, musikiden çok hoşlanırdı. Hattâ zikir esnasında bile musiki ve saz
bulundurmakta bir be’is görmezdi.
Mumaileyh 1235 tarihinde doğmuştur. İlk tahsili
bitirdikten sonra hacı hafız efendinin dersine devam ederek bir müddet tahsilde
bulunmuştur. Mısırlı İbrahim paşa Kili si işgal ettiği vakit henüz pek genç
bulunan Şeyh efendi yakalanarak askere sevkedilmiştir. Şeyh efendi bu askerlik
dolayısiyle Mısır’a kadar gitmiş, orada iki sene kalmıştır. Mısırda
kaldığı müddet zarfında meşhur Hekim Kölit beyden ilimi tıb tahsil etmiştir,
fıtratan çok zeki olan Şeyh efendinin kabiliyeti en garip ve çetin ilimleri
kolaylıkla öğrenmeğe müsait idi. Bunun içindir ki; tahsil ettiği her hangi bir
ilmi bütün inceliklerde öğrenmiştir. Zekâsına inzimam eden ilmi ve bilhassa
ruhiyat ilmine olan vukufu tasavvuf vadisinde kendisine büyük bir şöhret temin
etti. Şeyh efendi ayni zamanda güzel hattat ve hakkâk idi. Kıymetli akik ve
yakut taşlarını oymakta mehareti vardı. Mısırda- iken hakkâklık yaparak
müreffeh bir surette geçinmiştir. Henüz tasavvufa dair hiç bir fikir ve tahsili
olmayan genç hakkâk bir gün Mısır çarşısında üç dört nüfustan ibaret fakir bir
ailenin dilenmekte olduğunu gördü. Bu fakir aile hangi dükkâna başvursa
kovuluyor, bir muavenet görmüyordu. Bu vaziyet şeyh efendinin rikkat ye
merhametini celp etti. O fakir ailenin perişan ve pejmürde kıyafeti yüreğini
sızlattı, hemen o ailenin önüne düşerek cebinde bulunan beş altın kadar
parasını sarf ile bunların elbise, yemek vesair ihtiyaçlarını temin etti. Bu
hadiseden bir kaç gün sonra rüyasında gördüğü işaret üzerine Mekkeye gitti.
Orada yeni baştan tahsile başlayarak icazetname almağa müvaffak olmuş ve ayni
zamanda şeyh Mehmet Canı Efğaniye intisap ederek on iki sene kadar nazarî ve
amelî şekilde tasavvuf tahsil ettikten sonra icrayi meşihat için de icazet
almıştır. Sonra şeyhinin emrile Kilis’e dönerek «Baytaz oğlu tekyesi» demekle
maruf tekyeyi inşaf ettirmiş ve irşat vazifesine başlamıştır.
Şeyh efendi, muasırlarınca daima tasavvuf noktasından tetkik edilmiştir.
Halbuki; mumaileyh daha evvel yüksek bir âlim ve deyerli bir şairdir. Sade
Türkçe şiirler yazdığı gibi divan edebiyatı tarzında da şiirler
söylemiştir. Yazdığı şiirlerde bazen «Halis» ve bazen «Sermest»
mahlaslarını kullanırdı.
Şiirleri içinde kendisinin meşrep ve mesleğini tasvir eden güzide parçalar
vardır.
İsterim bir göz göre dağı dilimde dağımı
Sağ olursam ta bilem sinem çürük mü, sağ mı?
Dem bu dem, meclis bu meclis öyle sermest ol ki ta
Bilme her ne hal ise duzehmi? cennet bağımı?
Teranesile yürek yarasından, demden behseden şeyh efendi bazen şöyle bir
beyit ile yükseklere uçuyor:
Dil mürğu kanat vurdu, havalandı savışdı-
Her varı fena gördü, fenalandı savışdı.
Bazen etrafındakilere şöyle bir ahlâkî kaide telkin ediyor:
Doğru gel; doğru otur, doğru uyu, doğru uyan
Ağamız böyle sever sevmedi hiç kalpazanı
Sonra kendi felsefî mesleğini şu parçalarla tasvir ediyor:
Seninle maceramız tabe mahşer sürmesin dersen
Yüzün göster bana haşre bu dava durmasın dersen
Bırakma hanikahe, mescide (sermesti) faş etme
Anı meyhanelerde sakla kimse görmesin dersen
*
Sen işittinmi bizim narai mestanemizü
Elemi derdin ile arşa ulaştı ünümüz
*
Küfürü imandan egerçi öte düştü rakımız
Bilmeyiz halâ kimin sermesti, sergerdanıyız
*
Hanikahe, mescide gitme o çıkmaz yollara
İşte rahi meygede her gimde istidat olur-
Şeyhi, dervişi bırak, mulla, müderris dinleme
Hazreti piri muğandan olsa, bir imdat olur
Şih efendi Arapça ve Acemceyi de ana lisanı kadar bilir ve her üç lisanda
şiir söylerdi. Şiirlerini ihtiva eden divançesi gayrı matbu olup evladı
nezdindedir. “ Sıffıyn vak’ası „ namile yazdığı risale
maalesef kaybolmuştur.
Şeyh efendinin kıraet ilmine de vukufu tamı vardı. Hoca zade mantıkçı
Abdullah Efendi kıraat ilmini mumaileyhten öğrenmiştir.
Şeyh efendi çok sehi meşrep idi, tekyesine her gün gelen yüzlerce kişi yer,
içer, izaz ve ikram edilirdi ziyaretine gelenlere çok hürmet eder ve bazen
bunları birer hediye ile taltif eylerdi. Mühtaç ve fakirlere çok muavenet
ederdi. O tarihlerde bir sene memlekette kıtlık olmuştu. Şeyh efendi başka
yerlerden develerle zahire getirterek fakirlere dağıttı.
Mumaileyh debdebeli, şen ve şatır bir hayat yaşadıktan sonra 1298 tarihinde
vefat eyledi. Türbe kapısının üzerinde yazılı olan şu tarih Zihni babanındır:
Müceddit mesleğin tecdit eden sahibi reşadet bu
Ederdi neşri feyzi hâs ile âme ne himmet bu
Çıkup on iki piran etti ilham (zihniye) tarih
Makamı dilküşaye sür yüzü bati vilâyet bu
1298
Mumaileyhin şiirlerinden müntehep parçaları atiye dercediyorum:
Saki hele kalk, badeye bak vakti seher bu
Sen saati dünyayı bilin tezce geçer bu
Asma kızı mader, atamız pirimuğandir
Pehpeh ne güzel validedir, Yahşi peder bu!
Geç köprü başından ne dür on altına girme
Dikkatle güzet gör ne hatar, içre hatar bu
Açma gözünü bade ile sakı hemen veri
Açılsa gözü korkum odur yoldan azar bu
Ahvalimi sofilere teftişe ne hacet?
(Sermesi) yatar mest kağar, mest gezer bu
Ne naziksin gözüm canım ketenden inceden ince
Seni gülzare koymaz bir tikenken inceden ince,
Baharın her fusuli, her günü nevruzu sultandır
Gelir buyi adem zari çemenden inceden ince
Hari layefhem sofiler ile ülfet eylersin
Bana her dem kılarsın sui zan sen inceden ince
cahil ve kaba ruhlu sulular hakkında yazdığî bir manzumeden:
Vechinde görür ehli sefa yarimin elhak
Envarı ayan, çünki; odur râb ve odur hak
Rüyada dahi görmez anı sen gibi ahmak
Teşbih ile seccadede verd etmeği cak cak
Ya ders ile evraka bakup kılmağı lâklâk
Kulluk mu sanırsın bunu kalk hey ünü yelli?
Kalk kalk hadi kalk git işine hey terelelli
Sh:212-217
Kaynak:
Avukat Kilisli Kadri, KİLİS TARİHİ, Neşreden: Kilis Cumhuriyet Kütüphanesi
sahibi: Osman Vehbi, Bürhaneddin Matbaası, 1932, İstanbul
https://plus.google.com/u/0/photos/101301310851380585349/albums/5682967945765619473
EŞİNİZLE 10 DAKİKA EL ELE TUTUŞUN, ÖMRÜNÜZ UZASIN
Yener SÜSOY
26 Ekim 2003
Dünyaca ünlü Biyolog
Doç. Dr. Nezih Hekim, 3 kuşaktır tıp bilimiyle halvet olan Gaziantepli bir
aileden. Dedelerinden biri de Kilis Şeyhi Abdullah Sermest Vakıf Tazebay'dır.
Bebekliğinden beri kafasını hücrelere,
parmağının niye uzamadığına takmıştır. 1969'da Diyarbakır Tıp'a girer ama, bu soruların
gerçek cevabını bulmak için analitik bir eğitim almaya karar verir, İstanbul'a gidip Fen Fakültesi Kimya Bölümü'ne kaydını yaptırır. Bir yandan da
ülkenin en ünlü tıpçısını arar ve sonunda uluslararası tıp dehası Prof. Dr.
Ferhan Berker'in asistanı olur. Gündüz tıp, gece kimya derken fizikten de dersler almaya başlar. Sonunda fizik ve
kimya bölümlerinden birincilikle mezun olur. Yetmez, Demokritos'a olan
hayranlığı onu aklı öğrenmeye yönlendirir. Felsefenin dev hocası Prof. Dr.
Takiyettin Mengüçoğlu'nu bulur ve ilk görüşmeden sonra sınava bile girmeden
onun doktora asistanı olur. ‘‘İnsanın İzolasyonu’’ konusunda çalışan genç
asistan, 2. yıl ‘‘Yanlış bir örnekle doğru teori oluşturulmaz’’ diyerek
Takiyettin hocaya itiraz edince kafasına bastonu yer ve ayrılır.O sırada
İngilizlerin bir bursunu kazanıp Londra Üniversitesi'nde hormon biyokimyası
yapmaya başlar. Oradaki buluşlarımdan dolayı Norveç hükümeti onu Bergen
Üniversitesi'ne davet eder. Nezih Hoca, bu fiyort cennetinde 2 yıl hormonların
etki mekanizması üzerine çalışmalar yapar ve erkeklik hormonunun ‘‘Single
Step’’ modelini bularak uluslararası ün kazanır. Derken biyokimyanın dünya devi, Nobel ödüllülerin yuvası Alman Max Plank Enstitüsü'nün
çağrısını kabul edip eşi ve çocuklarıyla birlikte Hanover'e yerleşir. Genç
Hekim orada da menopozun tedavisinde kullanılacak ‘‘IGK Tip-2’’ adlı çok önemli
bir proteini bulup dünyaya armağan eder.Türkiye'ye döner, 1983'te kurucu ortağı ve yönetim kurulu başkanı olduğu Pakize
Tarzi Laboratuarı'nı kurup dünyadaki benzerleriyle eşdeğer hale getirir. Bu
arada Yeniden Müdafaa-i Hukuk Hareketi Derneği'nin de kurucuları arasındadır.
İTÜ'de biyokimya ve moleküler biyoloji dersleri veren Hekim fakültenin en başarılı öğretim üyesi olarak
seçilir, panik hastalıklarının endokrinolojisi üzerine yaptığı çalışmalardan
dolayı ödüller alır. Sayın Doç. Dr. Nezih Hekim, iyi ki sizler gibi ‘‘bir
şeyler olmaya değil, bir şeyler yapmaya’’ çalışanlarımız var. Türkiye elbet bir
gün en az futbolcuları, şarkıcıları, güreşçileri, sinemacıları, mankenleri,
aşçılarıyla olduğu kadar sizlerle de gurur duyacak.
27 TRİLYON HÜCREDEN OLUŞUYORUZ
- Yener Ağabey, 27 trilyon hücreden
oluşuyoruz, yani bir adımda 27 trilyon hücre bizimle geliyor. Hücrenin her biri
ayrı bir evren, bir hücrenin içerisinde bir saniyede 1 milyon kimyasal reaksiyon
oluyor. Bunların hepsi beynimizde nöron dediğimiz insanın akıl kısmını oluşturan 0,1 gram
ağırlığındaki sinir hücrelerine hizmet ediyor. Mesela sinemaya gitmek, sokakta
dolaşmak isteyen can var ya, işte o, nöronlardaki proses. Aşık olmak, tamamıyla
kimyasal bir proses, her şeyiyle daha önceden programlı. Ağlamamız, gülmemiz,
üzülmemiz, okuduğunuzdan haz duymanız da nöronlarda hazırlanmış birer program. Mesela
endişe duyalım diye ayrı nöronumuz var, bu bizde sürekli olarak endişe
uyarıyor. Mesela yeni doğduğunda çocuk, endişeyi frenleyen hormon çok çalışmadığı için yere bırakıldığında terk
edildiğini sanıp ağlar. Haz nöronları da sürekli neşe üretir. Ağlamak da ayrı
bir program, ağlarken hangi kasın nasıl hareket edeceği, gözden yaş akacağı
önceden programlanmış. Doğarken hepimizde 1,5 milyon programlı koku nöronu var,
her biri farklı bir kokunun alıcısı. Daha doğarken neyi koklayacağınız belli,
suyun kokusunu alamayacaksınız ama, kahveyi, gülü koklayacaksınız.
NÖRONLARIN YAŞAMASI İÇİN SEVGİ, İLGİ VE ÜMİT GEREK
Nezih Hekim, yakın
dostu, ünlü 1402'liklerden Prof. Dr. Üstün Korugan'la beraber programlı hücre
ölümü üzerine çalışıyor.
- Nöronların ölmemesi için sadece sevgi
yetmez, yanında mutlaka ilgi, ümit olacak. Ümit olmazsa hemen ölüme karar verir
ve kendini ölüme terk eder. Aniden pat diye seni öldürmüyor ama, kötüye
gidiyorsun. North Caroline Üniversitesi'nin son çalışması ‘‘Her gün en az 10 dakika sevdiğinizle, partnerinizle ten tene temas et, el
ele, yanak yanağa olun’’ diyor. Periferik nöronlarımızın ölmemesi için sinyal almaları lazım, ten
tene temas işte o sinyali sağlıyor. Eşler birbirine ‘‘Bana lazımsın,
sana ihtiyacım var’’ sinyalini gönderiyor ve nöronlar da bu sayede
yaşamlarına devam ediyor. İnsan ömrü 120 yıla programlı, daha da uzatılmaya
çalışılıyor ama, bu sefer başka problemler ortaya çıkıyor. Mesela hiçbir
stresin, virüsün, bakterinin olmadığı, steril, bütün gıdalarının kontrollü
verildiği biyolojik ortamda yaşayan farelerin hepsi kanserden öldü. İnsan
mutlaka ölecek; programı öyle, bunu değiştirmek mümkün değil. Vücudumuzda
toplam 1 milyar gen var ama, bir hücrede bir anda çalışanların sayısı 30-40 bin
arası. Her hücrede ölümü kontrol etmek için yaklaşık 2860 gen var. Hücre ölmek
ister ama, yanındaki hücre ölmesin diye ona BCL 2 diye bir sinyal
gönderip ‘‘Sakın ölme’’ der.
Doğal vitaminlerin hiçbiri FDA’dan izin belgeli değil
Doğal vitamin hapları, anti-aging çıkana kadar
hangimizin aklına gelirdi, doğduğumuz günden itibaren yaşlanmaya başladığımız.
- İnsan yaşlanırken bazı değişmezler
var, 40'lı yaşları geçenler şu biyolojik değişmeleri mutlaka yaşıyor: Tiroid
bezi daha az çalışıyor, vücudun şekeri kullanmasında, böbreklerin süzmesinde ve
sinir iletilerinde yavaşlık başlıyor. Vücudun besinlerin içindeki
değerli maddeleri absorbe etmesi yavaşlıyor, gözde değişiklik oluyor, dikkat
bozuluyor, refleksler azalıyor. İşte anti-aging'in amacı yaşlanmayı önlemek,
durdurmak veya geciktirmek değil, yaşlanmayla ortaya çıkan biyolojik
eksiklikleri yerine koyarak sağlıklı yaşlanmayı sağlamak. Doğru, kurallarına
uygun yapılırsa gerçekten bir altın nimet. Ama önüne gelen anti-aging'ci kesilirse bunun tam tersi olur.
Önce şu çok sözü edilen doğal vitaminleri ele alalım, önce herkes bilmeli ki
bunların hiçbiri Amerikan FDA'dan izin belgeli değil. Hepsi aktar gibi
sayıldığı için böyle bir denetimin dışında. Doğal bir maddeden elde edilen her
şey zararsız demek çok yanlış. Mesela ‘‘efedra’’ doğal bir
bitki ama, insanı öldürebilecek kadar güçlü. Onun için efedra içeren hiçbir
vitamini kullanmayın. Bu madde, zayıflamak ve yorgunluk hissettirmemek için
kullanılıyor ama, yüksek tansiyon krizlerine sebep olup hastanın ölümüne yol
açabiliyor. Erken inme ve felç de öteki etkileri arasında, böyle bir vitamin
nasıl alınabilir? Uyku için tavsiye edilen ‘‘Kava Kava’’ aslında
karaciğer için bir zehir. Eğer kanıta dayalı tıbba önem vermezsek halimiz
perişan. Bizde laboratuvar da, eczane de gereğinden fazla önemseniyor, bu
yanlış. Asıl önemsenmesi gerekenler doktorlarımız, özellikle Türkiye'nin yüz
akı olan aile hekimleri.
Brokoli, kırmızı biber, domates, brüksel
lahanasının hiç tartışmasız kanser önleyici bitkiler olduğu kanıtlanmış
durumda. Bunlar kanser olmuş adamı tedavi etmez, hiç kimse aksini yapıp kendini
kandırmasın.
http://www.hurriyet.com.tr/esinizle-10-dakika-el-ele-tutusun-omrunuz-uzasin-179592
[1] bk. I. bölüm.
[2] Prof. Dr.
Abdülkadir Karahan, TKE, MEGSB, İst. 1988, s.59
[3] N. Sâmi
Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB, İst. 1987, s.276
[4] Menkıbeye
göre, Bir gaza gününde Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin ashâbı aç
kalmış, peygamberden yiyecek istemişlerdi. Peygamber dua etmiş ve Cebrâil,
onlara cennetten hurma getirmişlerdi. Hurmalar yenirken bir tanesi yere düşmüş,
Cebrâil de: "Bu hurma, sizin Türkistanlı ümmetinizden Ahmed Yesevî'nin
kısmetidir." haberini vermişti. Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem hemen Arslan
Baba'yı çağırmış hurmayı ona vermiş hurmayı ona vermesini emretmişti. Hz.
peygamberin duasıyla Arslan Baba asırlarca yaşamış, sonunda Türkistan'a gelerek
yetim Ahmed'i bulmuştu. Arslan Baba çocuğu bulunca küçük Ahmed ona: " Baba
emânetiniz hani, nerede." diye sorunca Arslan Baba şaşırmış. Arslan Baba
uzun müddet Ahmed Yesevî'nin mürşidi oldu, b.k., Prof. Dr. Fuad
Köprülü, TEİM, DİBY, Ankara, 1981, s.28 ve N. Sâmi
Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB, İst. 1987, s.276-277
[5]. Doç. Dr. A. Kırkkılıç, Başlangıçtan
Günümüze Tasavvuf, Timaş Yay. İst. 1996, s.73-74
[6] TDV İslam
Ansiklopedisi, İst. 1989, c.2, s.161
Prof. Dr. A. Karahan, TKE, MEGSB, İst. 1998, s.60
21a Namık Kemal Zeybek, Türk Olmak, Ocak Yayınları Ankara, 1997 s. 40,41
[8] bk. BTK, İst.
1989, Ötüken-Söğüt Yay. C.9, S. 195
[9] Örneğin,
şu anda Kırgızistan Cumhuriyeti Endüstri Bakan Yardımcısı
da TAZABAY soyadını taşımaktadır: "Marat
Madigerovitch TAZABEKOV". Görüldüğü gibi bu zatın
soyadı TAZABEK yani TAZABEYdir, ancak kelimenin sonuna
bazen "of1 bazen de "ov" getirilerek
"oğlu" anlamında kullanılmaktadır. Asya Türk Cumhuriyetlerinden
ülkemize yüksek eğitim için gelen öğrenciler arasında aslen Uygur olan Kazak
vatandaşı "Gülnara TAZABAYEVA" da TAZEBAY ailesinden
olup bu soyadı TAZABEYAVA olarak taşımaktadır, (bk. Ankara
Üniversitesi Tömer Dil Merkezi yayınlarından "Asya Türk
Cumhuriyetlerinden Gelen Öğrencilerin 1. Sertifika Sınav Sonuçlan
Kitabı" tarih 29. 1. 1993 sayfa 112)
[10] Abdullah
Sermest'in torunu Hüsamettin Tazebay
[11] Hüsamettin
Tazebay'dan dinlediğimiz şu hikâye kayda değerdir: Bir kadının kocasını, oğlunu
ve kardeşini İbrâhim Paşa askere alınca kimsesiz kalan kadın isyan etmiş ve
paşanın huzuruna çıkmıştı. Paşaya kimsesiz kaldığını ifâde etmiş, paşa da
hangisini istiyorsa onu vereceğini, askere götürmeyeceğini söylemiş. Kadın
tarihe geçecek şu sözleri söylemiş: " Koca istersen elde var, çocuk istersen
belde var, bana kardeşimi verin o hiç bir
yerde bulunmaz." der. Bu sözler Paşa'nın çok hoşuna gitmiş ve kadının , askere
aldığı üç yakınını da askere almaktan vazgeçti.
‘5 Avukat Kilisli Kadri Timurtaş, Kilis
Tarihi, İst. 1932, s.213
[13] Evliyalar
Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, İst. 1992, c. 3
[14] a.g.e
[15] Bu muhterem
şahıs Şeyh Abdullah Sermest'e de hizmet etmiştir. Kabri Tazebay Tekkesi'nde
türbe içindedir, ayrıca İ. Hakkı Konyalı'nın AKKT adlı eserinin 524.
sahifesinde Mekke'den meşhur Hoca Tahsin Efendi ile ders arkadaşı olduğunu onun
da İstanbul'a gittiğini yazmaktadır.
[16] 1. 8. 1997
Cuma günü tekkedeydim tekke sapasağlam ayaktaydı ve gelip gidenler şeyh Abdullah
Sermest ve oğlu Şeyh Mehmet Vakıf Hazretlerinin
türbesini ziyaret için adeta yarış halindeydiler. Ziyaretçiler sadece Kilis'ten
değil Türkiye'nin çeşitli yerlerinden özellikle Kahramanmaraş, Gaziantep gibi
civar illerdendi. Ziyarete gelenler ekmek ve yemek getiriyorlar, aç olan
insanlara ve fakirlere gelen bu yemeklerden sofra hazırlanıyor ve
nasipleniyorlar. Tekkede kediler bile nasibini alıyor, çünkü ziyaretçiler bunu bile
ihmal etmiyorlar. Karınlarını doyuran fakirler, tekkeden ayrılırken çoluk
çocuğuna götürmek için yiyecek paketleri yaptırıyor, onlara da götürüyorlardı.
Tekkedeki hatim-hânede yatak, yorgan, çarşaf hasılı yatmak için her şey vardı,
yatıya gelen ziyaretçiler orada geceleyebilirlerdi. Kadınlar için ise
yatabilecekleri ayrı odalar tahsis edilmişti. Yetkililer bu geleneğin çok
eskilerden tekkenin kurulduğu günden bu güne uzandığını ve gelecekte de devam
edeceğini söylediler. (Abdullah ŞAHİN)
[17] Diğer
nakşı silsilelerinden burada ayrılır. Abdullah Dehlevî'den sonra Mevlânâ Hâlid
Bağdadî gelir, bk.: Tasavvuf ve Tarikatler, Selçuk Eraydın, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yay., İst.l 194, s.374
[18]A.
Sermest'in oğlu
16 Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar,Yeni Boyut Yay., İst.
1997, s.81
[20] Toplu
zikirlerin adına âyin denir. Mevlevîler âyine, semâ; Kâdirîler, devrân;
Rıfâîîer ve Sâdîler zikr-i kıyâm; Halvetîler darb-ı esmâ; Nakşîler hatm-i
hâcegân adını verirler. Ayrıca âyin-i sükvârî, âyin-i Cem, âyin-i ehliillah
gibi âyin çeşitleri de vardır.
[21] Nakşibendî
âyinidir, müridler şeyh huzurunda diz üzerine oturup fikir ve nazar, mâsivâdan
tecrîd edilerek şeyhe ve asıl matlûb olan Hakka vasi ve teveccüh edilir. Şeyhin
işâretiyle "Fâtihâ, İhlas, Elem Neşrah" sûreleri tespit edilen sayıda
okunur. Bu sırada güzel sesle terennüm edilen İlâhî cemaati vecde getirir.
[22] Mahir
İz, Tasavvuf, Kitabevi Yayınları, İst. 1995, s.211
[23] TDVİA İst.
199, c.4, s.459
[24] Selçuk
Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yay., İst. 1994, s.372-373
[25] Dinî
Terimler Sözlüğü, T. Gazetesi Yay.,İst. s. 89
[26] Doç. Dr. A.
Kırkkılıç, Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yay. İst. 1996, s.
316
[27] bk. İslâm Âlimleri Ansk., (T.
Gazetesi Yay.), Makâmât-ı Mazhariyye, s.188; Sefinetü'l-Evliyâ, c.2,
s.161
[28]Dîvânm A
nüshasının sonuna vefat tarihiyle ilgili, sonradan yazıldığı anlaşılan, şu
bilgilere yer verilmiştir:
"Şeyh Hâce-i Abdullah Tazebay Hazretleri'nin târih-i vefatı 24
Rebî'iil- Ahir 1298 senesi Hamîs (Perşembe) gecesi saat iki buçuk raddelerinde
civâr-ı rahmete vâsıl olmuştur.
Rûmî 12 Mart 1297 Hamîs gecesi saat iki buçuk raddelerinde civâr-ı Hakka
vâsıl olmuştur. (26 Mart 1882 Cumartesi) Doğum:1819 Bu bilgiler D nüshasında
da aynıdır.
[29] Avukat
Kilisli Kadri Timurtaş, Kilis Tarihi, İst. 1932, s.212
[30] Ekrem
Efendi altı yıl Tazebay Vakfı mütevelliliği yapmıştır.
[31] "Hazret-i
cânâ" şeklinde kastedilen kişi Abdullah Sermest'in şeyhi ve
hocası Muhammed Can Hazretleri'dir.
[32] Rahmî Efendi
bu manzûmeyi yazdığı vakit türbede Abdullah Sermest'ten başka kimse olmadığı
için onun adına yazılmıştır. Tarih ise Abdullah Sermest'in ölüm târihini
belirtmektedir. İbrahim Hakkı Konyalı bazı kısımları farklı yazmıştır.
"Rahmî" yerine "Zihnî", "raşâdet" yerine
"saâdet" gibi. Aslı şöyledir:
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar